BİR SPİRİTUALİSTİN DÜNYASI

ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 41

Daha önce belirttik, bir kere daha tekrarlıyalım: Medyumlar ve ruhlar Âhıret Âlemi'ni kendi durumlarına, seviyelerine göre algılarlar. Bunun için her birinin yaptığı târif, tasvir, tanımlama farklıdır. Hiçbirini tek başına alıp "Âhıret Âlemi böyledir" diyemezsiniz. Siz Âhıret'e intikal edince de, içinde olacağınız ortam hepsinden farklı olacaktır... Bu bir!..

İkincisi, Spiritizma'da, yâni RUHLAR'la kurulan İRTİBAT'ta öyle "plan, gezegen, merkez" falan olmaz!.. Doğrudan Dünyâ'da yaşamış bir Varlık'la görüşürsünüz. Veya Cin taifesinden biri gelir, sizi aldatır!... O dünyevî Varlığın bir Mertebe'si, Kat'ı, Seviye'si vardır ama, Bedri Ruhselman'dan kaynaklanan "Üstün Plânlar"dan, "Yüce Merkezler"den Tebliğ almak gibi bir durum yoktur. Belki Bedri Bey almıştır ama, bu ona mahsustur. Ondan sonra gelenler hep aldatılmıştır. Hele bir UZAY GEMİSİ'nden, UZAYLILAR'dan tebliğ falan alınmaz!.. Çünkü UZAYLI bir VARLIK var ise, bir UZAY GEMİSİ'nde bulunuyorsa, o BEDENLİ'dir. Spiritizma'da, yâni RUH ÇAĞIRMA'da biz BEDENSİZ VARLIKLAR ile görüşürüz.

Bu Celse'de bir Geri Varlık ile bir Sultan Hocası bizi karşılayacak Âhidet Âlemi'nde...

Varlık : Abbas Parmaksızoğlu
Tarih : 20.7.1962
Usûl : Hipnoz yoluyla rûhî infisâl
Medyum: Ali

Medyum- .... Geçmek istemiyorum oradan...
İdâreci- Sür'atle geçiniz!
M- ... Zifirî Karanlık'ta yavaş yavaş yükseliyorum...
İ- Sür'atle geçiniz!
M- .... MAHBES'teyim...
İ- Burada gördüklerinizi ve hissettiklerinizi bildirin.
M- ... Zifirî Karanlık... korkunç sesler... Kızıl bir ışık... Bir yanıyor, bir sönüyor... Nereden geldiğini bulamıyorum...
Simsiyah bir batağın içinde sâdece başlar... Karmakarışık sesler... ABBAS PARMAKSIZOĞLU...
İ- Hangi zamanda yaşamış ve ne zaman ölmüş?
M- .... Zaptiye kurşunlarıyla öldürülmüş...
İ- Hangi târihte?
.... 1331...
İ- Suçu ne imiş ve ne iş yaparmış?
M- ... Hacı'nın cinsine dolaşmış... Sonra ayrılmış... Çin'in Karaoğlan köyündenmiş...
13 kişi öldürmüş... 4'ü Rum... birisi çok mâsum ... 16 yaşında NÂZIM isminde bir çocukmuş...
"Mağfiret!... Mağfiret!... Mağfiret!..." diyor...
... Kurtuldum!...

Bu Abbas Parmaksızoğlu'nu bulamadık ama, gazeteci bir Abbas Parmaksızoğlu var. Zâten Hicrî 1331 târihi Milâdî 1915 eder... O târihte soyadı yoktu... Varlık kendini tanıtırken PARMAKSIZOĞLU ABBAS demeliydi... Aşağıda bu nakil hatâlarına çok açıklayıcı bir misâl bulacaksınız.

Gazeteci-yazar Abbas Parmaksızoğlu 1916, Drama / Yunanistan doğumlu... Çocuk yaşta ailesiyle birlikte Türkiye’ye mübadele yolu ile göç etti. Gazeteciliğe, Hukuk Fakültesinde öğrenci iken 1938 yılında Yeni Sabah gazetesinde başladı. İlk patronu Cemalettin Saraçoğlu, ilk Yazı İşleri Müdürü Murat Sertoğlu idi. Sonradan Velid Ebüzziya’nın çıkardığı ve Ziyad Ebüzziya’nın yönettiği, Cihat Baban’ın Yazı İşleri Müdürlüğü'nü yaptığı Tasviri Efkâr gazetesine Yazı İşleri Müdür Yardımcısı olarak geçti. Daha sonra Hüseyin Cahit Yalçın’ın Tanin gazetesinde Yazı İşleri Müdürlüğü yaptı. Bu gazete kapanınca yine Yazı İşleri Müdürü olarak Her Gün’de çalışmaya başladı, 1975 yılında bu gazeteden emekliye ayrıldı. Parmaksızoğlu, çalıştığı gazetelerden başka çeşitli gazetelerde, dergilerde zaman zaman röportajlar, fıkralar, seri romanlar yayımladı. 1959 yılında Evim adında bir dergi de çıkarmıştı. Türk Gazetecilik ve Basın Tarihi adlı iki ciltlik bir eseri vardır...Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Onur Kurulu üyesi ve 63 yıllık gazeteci olan, Anadolu Ajansı'nda da 15 yıl yöneticilik görevinde bulunan Parmaksızoğlu, 85 yaşında 2001 yılında vefat etti...

Bunları niye yazdık?.. Kültürlü ve çok okuyan bir kişi olan Medyum, acaba 1962 yılında aktif gazetecilik yapan Abbas Parmaksızoğlu'nu tanıyordu da, bir nakil hatâsı ile Geri Varlığın adını, lâkap değil de, soyadı gibi mi verdi?.. Bilemeyiz... Ama sual edebiliriz. Sonra Gazeteci Abbas Yunanistan göçmeni ise, ve Varlık Abbas ile bir akrabalığı varsa, o da şimdiki Yunanistan'da yaşamıştır ve 4 Rum öldürmüş olması mümkündür.

İşimiz orda bitmiyor... Geri Varlık "Çin'in Karaoğlan köyündenmiş..." Yunanistan'da Karaoğlan köyü var mı, bulamadık. Bir yanlış nakil veya kayıt var... "Acaba Çine mi?" diye düşündük... Sonra Bursa, Mustafakemâlpaşa ilçesinde bir Karaoğlan köyü bulduk. Bir de Ankara, Gölbaşı ilçesi Karaoğlan köyü var... Sonra Eskişehir, Mihalgazi ilçesi Karaoğlan Köyü var... Tunceli, Ovacık İlçesi Karaoğlan köyü var... Acaba Medyum, "Ovacığın Karaoğlan köyü" mü dedi de, kayda son kısım geçti?.. Bilemedik... Ama araştırırken neden bu kadar çok yerde "Karaoğlan Köyü" bulunduğunu bulduk. Hiç değilse birinin hikâyesini... Hem de şimdiki Yunanistan'da geçiyor.

Efendim, bir Karaoğlan Efsânesi varmış... Onu nakledelim... Karaoğlan dağları İskeçe’ye bağlı Sünnetçiköy’ün hemen eteklerinde başlar. Bu dağların şirinliği, hele yazın serinliği insanı kendisine bağlar.

İşte bu dağlarda bir zamanlar Karaoğlan adında bir yiğit varmış. Bileği güçlü, yüreği dopdolu...Oralarda yakın köyden bir kız sevmiş. Kız yapyabancının biriymiş. Karaoğlan bir Türk yiğidi imiş. Yapyabancılar Türkler'e kız vermezlermiş. Ama kızın yüreği Karaoğlan’a tutkunmuş. Bir gün buluşup elele vermişler, dağlara çıkmışlar, "Dağlar bizim" demişler. Demişler ama, arkadan çeteler yürümüş, eli tüfekliler çıkmış.

İki sevgili, iki yavuklu dağlarda, yamaçlarda epey zaman sürünmüşler. Ama nihâyet dağ dediğin insana yurt yuva olmaz ya… Karaoğlan ovaya inmeyi, çetecilerle göğüs göğüse hesaplaşmayı kaçınılmaz görmüş. Yavuklusunu köyün imamına teslim etmiş. Sonra yalnız başına dağa çıkmış, çetelerle hesaplaşmaya tutuşmuş, onları birer birer temizlemiş.

Günler geçmiş, Karaoğlan da işini bitirmiş, köye dönmüş. Ama ne denir ki, uğruna can koyduğu yavuklusunun ölüsüyle karşılaşmış. Kızı alıp iki dağ arasında bir yamacın ortasına gömmüş. Bütün köy halkı gözyaşı dökmüş.

Şimdi Batı Trakya dağlarında o yamaç arasından geçenler sularda, esen yellerde, çağıltılarda hep o ağıdı dinlerlermiş. Kimin düğünü varsa, kim mutlu güne ayak atmak istiyorsa, önce o dağ yamacındaki yavuklunun mezarını ziyaret ederlermiş... O günden bugüne Batı Trakya’daki o yöre Karaoğlan adıyla bilinmektedir.

Karaoğlan, daha sonra bir süre yaşamış, kendi adının verildiği o Balkan dağında vefat etmiş... Bugün de türbesi Karaoğlan Dağı'nın tepesindedir... Bizim Balkan göçmenleri Bursa, Eskişehir civârında toplanmıştır ya, köyler de adını oradan almış olabilir.

Parmaksızoğlu Abbas da herhalde dağlarda dolaşıyordu ama o eşkiyâlık yapıyor olmalı ki, 13 kişiyi öldürebilsin. Ne diyelim?.. İnsan öldürmek, hele mâsum çocukları öldürmek büyük günahtır... Daha önce yazmıştık:

- "Kim, bir cana veya yeryüzünde bozgunculuk çıkartmaya karşılık olmaksızın,
haksız yere bir cana kıyarsa, bütün insanları öldürmüş gibi olur.
Her kim bir can kurtarırsa, bütün insanları kurtarmış gibi olur."

(Mâide Sûresi, 32. Âyet)

Bu âyeti ve Parmaksızoğlu Abbas'ın mâsum insan öldürmekten dolayı Öbür Âlem'de çektiklerini IBİD, El Kaide, Taliban, Boko Haram, Selefî, Vehhâbî kaatillere ve onların destekçilerine hatırlatırız. Kimlerin öleceğini bilmeden bir yerde bomba patlatmanın Cihad'la alâükası olmadığı gibi, İslâm'la da bir ilgisi yoktur. CİHAD, herşeyden önce "kötülükle, zulûmle mücâdele"dir. Sen zâlimi değil; mazlûmu, mâsumu öldürüyorsun!

Neyse... Celse'ye devam edelim:

Varlık : İbni Kemâl
Tarih : 20.7.1962
Usûl : Hipnoz yoluyla rûhî infisâl
Medyum: Ali

İ- Gâyet rahat ve sâkin olarak yükselmenize devam ediniz.
M- ... Çıkış Kapısı'na yaklaştım... MENZİL-İ SUĞRA'yı geçiyorum... Lâtif ... Sür'atlendim...
İ- Gayet sâkin olarak...
M- ....MENZİL-İ HAYR.... (1)
İ- Şimdi burada dolaşınız.
M- ... Oturdum...
İ- Burada gördükleriniz ve hissettiklerinizi lûtfen bize nakledin.
M- MENZİL-İ HAYR.... Gördüklerim hayır... Hissettiklerim evet... Görmüyorum hiçbir şey...
Hissediyorum... Nefis kokular... Hiç benim gözüm yok... Yüzümde bir el dolaşıyor...
Ben gözümün olduğunu hissediyorum ama, gözüm yok... Nefis kokulu bir el dolaşıyor yüzümde....
Parmaklarımı, vücudumu, ellerimi hissediyorum... Ama birbirine değdirmek istiyorum, değmiyorlar...
El başımı, omuzlarımı, boğazımı okşuyor... Kokuyor... Kokuyor... Nefis kokuyor...
Gözümün olduğu yeri uğuşturmaya başladı... Gözümün olduğu yeri uğuşturmaya başladı...
Sağ gözüm açıldı... Ama kendi vücudumu göremiyorum... Etrâfımı görüyorum, kendi vücudumu göremiyorum...
Ama ellerimin yanımda olduğunu biliyorum... Sol gözümün olduğu yeri uğuşturuyor... Sağ gözümle o eli göremiyorum...
Etrâfımı görüyorum... Sol gözüm açıldı... Etrâfımı görüyorum... Ayaklarım, kollarım, ellerim benim yanımda... ama göremiyorum...
Olduğumu hissediyorum, ama göremiyorum... Olduğumu hissediyorum... Kâlbimin çarptığını duyuyorum, ama
vücudumu göremiyorum... Etrâfımı görüyorum... Etrâfımı görüyorum... Anlatacağım...

... Başım oynamıyor... Sağ gözümle sağ tarafımı, sol gözümle sol tarafımı görüyorum...
Bağdaş kurup oturduğumu hissediyorum... Fakat dizlerimi göremiyorum...
Sağ tarafım tasvir edilemiyecek kadar nefâset içinde... İlâhî bir çiçek güzelliği... Renklerini söyliyeyim desem,
söyliyemem... Sol tarafım korkunç!.. Sanki bir katran denizi... Sanki bir katran denizi... Önüm geniş bir yol...
Yarısı şeffaf, yarısı katran denizindeki renkten... Geniş bir yol... Sonunda yarısı alâim-i semâ renginde
kayalardan yapılmş bir dağ... Yarısı simsiyah taşlardan yapılmış bir dağ... Dağ...
Kademeli, kademeli, donmuş gibi... Dağ... Cesim bir dağ... Kademeli, kademeli... Dağ... Dağ yürüyor...
Dağ... rengini muhafaza ederek yürüyor... Berrak bir havada bulutların yürüdükleri gibi yürüyor...
Berrak bir havada bulutların yürüdükleri gibi yürüyor...

... Şimdi o iki renk birbirine karıştı... Siyah renk kayboldu... Alâim-i semâ renkleri de kayboldu...
Beyazla tirşe pamuk yığını hâline geldi... Beyazla tirşe pamuk yığını hâline geldi... Dağ... Dağ kayboldu...
Pamuk yığını... Cesîm, korkunç bir pamuk yığını... O beyazlar da tirşe renginin içinde kayboldu...
Yolu tirşe renkli pamuk kapladı... Bulut gibi... Pamuk yığını gibi... Gelirken, serinlik te kayboldu... Koku da kayboldu...
Arkamdan bir el başımı okşuyor... Arkamdan bir el başımı okşuyor... Koku kayboldu....

... Pamuk yığını değilmiş o... Tirşe renkli bulut yığını... Çok yaklaştılar... Bir dörtgen şekline girdiler...
Dağıldı... Altından tirşe renkli tüllere bürünmüş vücutlar, başlar çıktı.... Çok yaklaştılar...
Yürümüyorlar... Bulutların kaydığı gibi kayıyorlar... Sanki altlarındaki yol kayıyor... Çok yaklaştılar...
Gayet muntazam sıralar hâlinde ... tTrşe renkli tüllere bürünmüşler... Kolları, ayakları görünmüyor...
Vücutları, hepsinin boyu uzun boylu... Hiç kısa boylu yok... Kimisi kadın başı... Saçları diz kapaklarına dökülmüş...
Erkeklerin başı nurlu yüzlü... Kadınların da öyle... Onların da sakalları göğüslerine kadar gelmiş...
Göğüslerine kadar gelmiş... Göğüslerine kadar gelmiş...

... Orta yerden gâyet güzel yüzlü, sakalı diğerlerindeni daha uzun birisi, yine kayar gibi, bulut gibi bana yaklaşıyor...
Onunla berâber, safları bozmadan, onun yerini doldurmadan, arkadaki dört sıra hâlinde kalabalık da yaklaşıyor...
Çok, çok güzel insanlar, çok!.. Yaklaştı... Yaklaştı... Arkamdaki el kayboldu... Korkmuyorum...
Korkmuyorum ama, vücudum nerede?... kollarımı göremiyorum... Ayaklarımı göremiyorum...
Yaklaştı... Yaklaştı... Önüme geldi... Boyu uzadı, uzadı... Minâre gibi oldu...
(Medyum'da teşevvüş hâli) ...
Sür'atle götürüyorlar... Durdurun!... Durdurun!.......

... Rahatladım... Afedersiniz, anlamadım... MENZİL-İ MÜNTEHÂ'ya getirildim...
MENZİL-İ... MENZİL-İ MÜNTEHÂ'ya getirildim... MENZİL-İ MÜNTEHA...
İ- Burada gördüklerinizi ve hissettiklerinizi lûtfen anlatın.
M- ... Ne hissediyorum, ne görüyorum... Yalnız, lûtfen söyleyin... İBNİ KEMÂL... İBNİ KEMÂL...
HÂCE-İ SULTÂNÎ İBNİ KEMÂL... (2)
İ- Nur içinde yatsınlar. TANRI râzı olsun.
M- .. MENZİL-İ MÜNTEHÂ'da hiçbir şey görülmez değilmiş... Görülürmüş... Görmeye me'zun değilmişim...
Menzil-i Münteha'da Hâce-i Sultânî İbni Kemâl... Hâce-hoca... Hâce-hoca... Sultan hocası İbni Kemâl...
İ- Özür dileyerek, bizi bağışlasınlar. Kendilerine âit mâlumâtımız olmadığı için mâlûmat lûtfederler mi?
M- "SELİM'i ve ÖRTÜLEN KAFTAN'ı bilseydiniz, beni de bilirdiniz," diyor. SULTAN SELİM'İN HOCASI İBNİ KEMÂL...
YAVUZ SULTAN SELİM'İN HOCASI... Afedersiniz... Sultan makamında "sultan" kelimesi kullanılmaz...
"Selim'in" demem lâzımmış... "Sultan makamında 'sultan' kelimesi kullanılmaz," diyor.. .Yavuz Selim ...
(Afedersiniz) ... hocası İbni Kemâl...
İ- Müsaade ederler mi, bir sual sorabilir miyim?
V- Çok sorabilirsiniz.
İ- Çok teşekkür ederiz. Şimdi, efendim, Medyumumuza göre burası ifâde edilecek gibi değilmiş...
Acaba üç buutlu vasattan ayrıldık mı? Dördüncü bir buut olarak mıdır?
V- İki kademe daha geçti... MENZİL-İ MÜNTEHA... Buut yok... Buut yok!... Ef'al senesi yok...
Buut yok... Menzil-i Münteha... Görünmektedir, fakat görmeye me'zun değildir. Görünmektedir,
fakat görmeye me'zun değildir. Menzil-i Münteha...
İ- Şimdi ricâmız şu: Acaba biz Kur'an-ı Kerim'i âyet âyet okusak, bize tercümesini, tefsirini lûtfeder misiniz?
V- Eğer bir kıyyelik yükü batman terâzisiyle tartmaya kalkarsan, terâzinin kefesini rapteden ipler kopar...
Eğer bir kıyyelik yükü batman terâzisiyle tartmaya kalkarsan, terâzinin kefesini rapteden ipler kopar.
İ- Öyleyse sizler bizim için bir nasihatleri varsa...
V- Yükü kaldırabilecek terâzi temin etsin. Hazırla, ondan sonra çok kolay tartarsın.
Binlerce kıyye ağırlığında yükleri tartarsın. ....
(anlaşılmıyor) .... yüzünden bırakıldı.
Zirâ tahammül edilemedi. HAZRET-İ FAHR-İ KÂİNAT ... Son... Son... Son...
İ- Öyleyse bizlerin anlıyabileceği bir mevzu üzerinde konuşur musunuz?
M- ... "İsteyiniz," diyor.
V- İsteyiniz!... İsteyiniz!.. Elbet rahmet kapılarının da anahtarlarını elinde bulunduran verecektir.
İ- Tabiat Nizâmı nedir?
V- Tabiat diye ayrı bir hâlik yoktur. HÂLİK'in fiiliyâtının tezâhürüne TABİAT denir. Onun nizâmı, HÂLİK'İN NİZÂMI'dır.
İşâyenin maddeleşmiş gölgesi tabiat nizâmıdır.
İ- ... Şu halde Tabiat Nizâmı bize TANRI'nın varlığını gösterir.
V- Hâlinizi mücevheratla dolu biri odanın içinde "Hangisi alsam?" diye düşünen adamın hâline benzetiyoruz....
Hâlinizi mücevheratla dolu biri odanın içinde "Hangisi alsam?" diye düşünen adamın hâline benzetiyoruz....
İ- HAZRET-İ OSMAN''ın MESİH olduğu doğru mudur?
V- Hayır!.. Hayır!.. Hülefâ-yı Râşidin'den mümtaz bir kimseden başka birşey değildir.
İ- Müsaade ederseniz, Medyumumuzla arkadaşları bağlıyalım da, bu hususta sizlerle görüşsünler, efendim.
V- Susamış zatlarınıza mâverâlar dolusu su vermeğe âmâdeyiz.
İ- Öyleyse Medyum'dan rica ediyorum: Dr. İbrâhim bey'in sesini işiteceksiniz.
Dr. İbrâhim Bey- Efendim, bir aralık Hz. Ali'nin Mesihliği hakkında bir rivâyet çıkmış. Uzun zaman tutunmuş.
Bu rivâyet neden çıkmış?...
V- ....
(Derin uyku hâlindeki Medyum sesi duymaz, nakletmez) ... Ne duruyorsunuz?.. Niçin sormuyorsunuz?
İ- Efendim, Dr. İbrâhim'in sesini işiteceksiniz. bir daha!
M- Kerem buyurun... Evet, müsaade ettiler... Sorsunlar.
Dr. İbrâhim Bey- Efendim, bir aralık Hz. Ali'nin Mesihliği hakkında bir rivâyet çıkmış. Uzun zaman tutunmuş.
Bu rivâyet neden çıkmış?...
V- Beşerin zâtında Şeytan'la hemhâl olma husûsiyeti olmasa idi, bir sürü türedi peygamber çıkmazdı.
YEZİD BİN MERVAN, hallâklık iddiâsında bulunamazdı. (3) MÂNİ ZÂİL OLUNCA, MEMNU AVDET EDER...
Öğrenmek istediklerinizi rivâyet temelleri değil, gerçek temelleri üzerine dayandırınız...
Mücevherat dolu odadan bir pırlanta yerine cam boncuk almaya kalkmayınız.
Dr. İbrâhim Bey- Üstâdım, ben bunu bir ilim kitabında okuduğum için sordum. Gâyet tabii ihtimâl vermedim.
Merakımı mucip olduğu için sordum. Özür dilerim.
V- İlim rivâyetle değil, gerçekle uğraşır. Tâbirlerinize dikkat ediniz.
Dr. İbrâhim Bey- Özür dilerim, efendim.
V- HAZRET-İ ALİ, Hülefâ-yı Râşidin'in sonuncusu, müstesnâ yaradılışlı bir Âdemoğlu'dur. Husûsiyeti budur.
Başka bir husûsiyeti yoktur. Müstesnâ yaradılışlıdır.
Dr. İbrâhim Bey- Çok teşekkür ederim. İhyâ ettiniz bizi. Bir sualim daha var.
V- ...........
Dr. İbrâhim Bey- Bugünkü mevleviliğin Panteizm'le alâka derecesi.. Ve Panteizm nereye kadar dayanır? (4)
V- Çok temiz kâlpli bir çocuksun. Öğrenmek istiyorsun, fakat çok satıhta kalmışsın. Sâdece duymuşsun.
Panteizm... Hiç şekli yok dedikleri bugünkü mevlevîlik, dünkü mevlevîlik diye de birşey yoktur...
PANTEİZM, çok allahlı inançların zamanında Ecdad Ruhu'na tapma dinidir. Mevlevîlik bir tarikattır,
bir felsefî sistemdir. Öbürü bir dindir. Diğeri bir mezheptir, felse!i bir sistemdir. Bir tarikattır. Ne alâkası var?
Dr. İbrâhim Bey- Aşağı yukarı aynı şey, üstâdım.
V- Suallerinizi öğrenmek mi istiyorsunuz, bilmediğiniz? Yoksa bildiğinizin münâkaşasını mı yapmak istiyorsunuz?
Dr. İbrâhim Bey- Bilmediğimi öğrenmek istiyorum.
V- O halde dinleyiniz: Panteizm, çok allahlı dinlerden önce beşerin Ecdad Ruhu'na tapma dinidir.
Dr. İbrâhim Bey- Din olduğunu biliyorum, üstâdım.
V- Mevlevîlik, Hz. Mevlâna'nın ölümünden sonra oğlu SULTAN VELED tarafından babasına izâfeten kurulmuş
felsefî bir sistem, bir tarikattır. Dünü, bugünü, yârını yoktur! Mevlevîlik, mevlevîliktir!.. Birisi bâtıl bir dindir.
Beşerin ilk Tekâmül safhasındaki bir dindir. Diğeri çok sonra Beşerin Tekâmülü'nün yarı noktasına geldiği
bir zamanda, bir şahsın fikirleri üzerine kurulmuş bir tarikattır.
Dr. İbrâhim Bey- Üstâdım, tesâdüf, dün akşam okudum, Veber'in "Felsefe Târihi"nde...
İkisi arasında felsefe bakımından
çok münâsebet buldum. Yanılmış olabilirim. Çok özür dilerim. (5)
V- Evet.
Dr. İbrâhim Bey- Çok teşekkür ederim.
İ- Başka bu hususta sual var mı?
V- Veber'in "Felsefe Târihi", "Dinler Târihi" değildir ki, Panteizm'den bahsetsin!..
Panteizm'in mâhiyetini öğrenebilmek için bizim devrin Târih-i Edyân dedikleri "Dinler Târihi"ni okumanız lâzımdır.
Veber sâdece felsefî sistemlerden bahseder. Felsefî sistemlerin âmili fertlerdir. Dinlerin âmili ma'şerî şuurdur.
İ- Efendim, müsaadenizle suallerimize devam edelim. Şâyet Medyumumuz yorulmadıysa...
V- Susuzluğunuzu gidermeye devam ediniz.
İ- Mutlak bir realite midir?
V- Bir realite değildir. Realitenin özüdür.
İ- Bizlerin nisbî realitemizin mutlak realitenin karşısında kıymeti nedir?
V- Bir tepenin üzerinde duran bir şahsı on kilometreden çok küçük görürsün. Yakına geldiğin zaman
normal cesâmette görürsün. İşte kendi zımnınca realiten de hasselerinin verimlerine göre değişir.
MUTLAK'a erişmek için hasselerinin tesirinden kendini kurtarman lâzımdır.
İ- Bu nisbî realitelerin yüksele yüksele günün birinde Mutlak Realite'ye yaklaşması mümkün mü?
V- Hayır... Hakikatin kendi kendine nisbîden MUTLAK'a geçmez. O bizâtihî MUTLAK'tır.
Sen Mutlak Hakikat'e erişebilmek için hasselerinden kendini tecrit etmen, tasavvuftaki merhaleleri
geçmen lâzımdır. Yâni, Terk-i Dünya, Terk-i Ukba, Terk-i Terk, bilâhâra Fenâfillah!..
Terk-i Dünya, Terk-i Ukba, Terk-i Terk, bilâhâra Mutlak Hakikat - Fenâfillah!..
İ- Efendim, maddelerin gerek aşağıya doğru, gerek yukarıya doğru mutlak bir nihâyet noktası var mıdır?
V- Onun zarfı Mükevvenat olduğuna göre, aşağısı-yukarısı yoktur. hududunun bittiği yerde madde biter.
Çok güzel!!.. Mutlak sıfır var mıdır, efendim?
V- Hayır. O beşerin muhayyilesinden çıkmış olan birşeydir ki, mutlak sıfır zâit nâmütenâhi ile
nâkıs nâmütenâhi arasında köprüdür. Çok mühimdir. Köprüdür. Zâit nâmütenâhi ile nâkıs nâmütenâhi arasında
köprüdür. Vakit bile onun özünde tecelli eder. Vakit bile onun özünde tecelli eder.
İ- ??? Evet,. efendim.
V- Hodbinlik Kitâbullah'ta tahrim edilmiştir. Hodbinlik, menfaatperestlik Kitâbullah'ta tahrim edilmiştir.
TAHRİM edilmiştir. Menfaatperestlğin küçüğü büyüğü olmaz! Kulaklarının, iz'anının pamuğunu çıkar,
etrâfındakilerin de içtiğin sudan içmek istediklerini nazara al!.. Bu gidişle sâdece boncuk toplamakta
devam edeceksin. Bırak, küçük bir akik taşı olsun, almak isteyenlere hizmet et!..
İ- Efendim, ben herkese sordum, "Sualiniz var mı?" diye.
V- Yanlış anladın.
İ- Evet, başka şey anladım.
V- Ya isteyin, ya istemenize başlıyacağım!
İ- ??? ....
M- ... Afedersiniz... Kerem buyurun!..
V- Sorunuz. ne isterseniz sorunuz.
İ- Zâten benim iki tâne daha sualim kaldı. Ondan sonra arkadaşların şahsî suallerine geçeceğiz, efendim...
Maddelerin kesâfet ve seyyâliyetleri arasındaki münâsebeti temin eden kanun izâfi midir,
mutlak mıdır, efendim?
V- Sâdece ilme hizmet bakımından insan karihasından sâbit münâsebetler için kurulmuş bir kaidedir.
Eşyâya HALLÂK tarafından verilmiş husûsiyet, maddenin özünden tecelli eder.
İ- Mutlak ne demektir? Geniş olarak lûtfeder misiniz?
V- Öyle bir cisimde beyazlık düşünün ki, nasıl bir kimyevî tahlile tâbi tutarsan tut,
beyazlığından bir nebze kaybettiremezsin. MUTLAK budur. Varolanın...
İ- ???
V- Anlamadın.
İ- Anlamadım, efendim.
M- Var... Afedersiniz... Afedersiniz...
V- VAREDEN'İN tağyire müsaade etmediği esastır... VAREDEN'İN tağyire müsaade etmediği esastır, MUTLAK.
İ- Çok teşekkür ederim. Umûmî suallerimiz burada bitti. Müsaade ederseniz arkadaşlarımız şahsî suallerini sorsunlar.
V- Karnını... Engin bir kayık içinde karnını doyurmak için ölen arkadaşının etini yiyen insana benziyorsun.
İ- Medyumumuz müsaitse, efendim.
V- Devam et!. Nedir?
İ- Peki, efendim. Neclâ Hanım'ın ricâsı şu: TANRI'dan yaptığım ricâlarım kabul olundu mu?
V- .... Her seferinde yaptığı üç niyâzın bir tânesi başkasının hakkına taalluk ettiği için üzerinde durması,
kendisinin zarârınadır. İkisi üzerinde devam etsin!
İ- Efendim, Gülşen Hanım'ın ricâsı şu: Yeğenimin ayağı iyi olabilecek mi?
V- ... Bedbaht olması uzun sürmeyecek. Annesinin kızlığında işlediği hatânın kefâretini ödüyor...
Çok az zaman kaldı. Çok az zaman... Son zamanda tavsiye ettikleri tedbirlere riâyete devam etsinler.
Annesinin kızlığındaki kefâretini ödüyor... Ödüyor... Alacaklı oluyor annesinden... Alacaklı... Annesi hissediyor.
İyi şekilde hissediyor. Ama ok yaydan çıkmıştır bir defa... Affedilmez hatâsının keffâretini ödüyor...
Çünkü Levh-i Mahfuz'da öyle yazılmıştı. Bugün güneş gurup etmeden annesi bir kere daha bunu acı acı idrak etti.
Bugün güneş gurup etmeden annesi bir kere daha bunu acı acı idrak etti.... Evet.
İ- Şimdi Güner Bey'in ricâsı şu: 59 ve 60 senelerine âit vergi borçları varmış. karışık bir durum varmış.
"Acaba 59'u mu ödeyelim, 60'ı mı ödeyelim?" diyor.
V- Vah vah vah!... Kıymetli atlarınız olsa... çok şiddetli yağmur altında kalsalar... sahrada da câmiden başka yer olmasa...
Acaba atlarınızı kurtarmak için câmiye sokar mısınız? .... Evet... Ohh!
İ- ??? Şimdi ibâdet yerinde şey ederken böyle bir sual...
V- İkisini de ödemesi lâzım!.. Bir tânesini saklamıştı. Beyt-ül Mâl'den, kendi malından hırsızlık yapmıştı.
Diğerini de ödemek sûretiyle muvâzeneyi temin edip şirkini temizler. Beyt-ül Mâl'den hırsızlık...
Teşvik edildi... Defterin ikincisini gösterdi...
M- Aahhh!... Yanıyorum!... Karanlık!... Karanlık!... Ohh!... (6)
İ- Sükûnetle!
M- Gitti!

Önce bu Muhterem Varlığın kim olduğunu öğrenelim.

(2) İBN-İ KEMÂL'in asıl adı Kemâlpaşazâde Ahmed Şemseddin Efendi'dir. 1468 doğumludur. Osmanlı Devleti Şeyhülislâmı, Fakih (hukukçu), târihçi, müfessir (Kur'an yorumcusu), kelâmcı (ALLAH' isim ve sıfatlarını, tekliğini anlatan), edebiyatçı ve şâirdir.

Osmanlı âlimlerinin en meşhûrlarındandır. İsmi, Ahmed bin Süleymân bin Kemâl Paşa, lâkabı Şemseddîn’dir. Dedesi Kemâl Paşa’ya izâfeten “Kemâl Paşazâde” ve “İbn-i Kemâl” isimleriyle tanınmıştır.

İbn-i Kemâl 1468 senesinde doğdu. Babası Süleymân Çelebi, devrinin tanınmış kumandanlarından biri idi. Amasya Muhafızlığı ve Tokat Sancakbeyliği vazîfelerinde bulundu. Memuriyetten ayrıldıktan sonra, İstanbul’a geldi ve burada vefât etti. Kendi babası Kemâl Paşa’nın Eski Odalar civârındaki türbesine defnedildi. Annesi, Fâtih Sultan Mehmed Hân zamanının meşhûr âlimlerinden İbn-i Küpeli’nin kızıdır. Dede Kemâl Paşa ise, Fâtih Sultan Mehmed Hân devri komutanlarından idi. Edirne ve İstanbul’da birçok vakıfları bulunmakta olup, 1470 yılı başlarında vefât etti. Bir ümera âilesine mensûb bulunan İbn-i Kemâl, âilesinin nezâretinde iyi bir tahsil görmekle berâber, zamanın geleneği îcâbı, önce askerî sınıfa girdi ve sipâhi olarak İkinci Bâyezîd Hân’ın seferlerine iştirâk etti.

İbn-i Kemâl, ilimde yetişmesini bizzat kendisi şöyle anlatır:

“Sultan İkinci Bâyezîd Hân ile bir sefere çıkmıştık. O zaman vezîr, Halîl Paşa’nın oğlu İbrâhim Paşa idi. Şanlı, değerli bir vezîr idi.
Ahmed İbni Evrenos adında bir de kumandan vardı. Kumandanlardan hiçbiri onun önüne geçemez, bir mecliste ondan ileri oturamazdı.
Ben ise, vezirin ve bu kumandanın huzûrunda ayakta, esas vaziyette dururdum. Bir defasında, eski elbiseler giyinmiş bir âlim geldi.
Bu, kumandanlardan da yüksek yere oturdu ve kimse ona mâni olmadı. Ben buna hayret ettim.
Arkadaşlarımdan birine, kumandandan da yüksek yere oturan bu zâtın kim olduğunu sordum.
'Filibe Medresesi müderrisi, âlim bir zâttır. İsmi Molla Lütfî’dir, dedi. 'Ne kadar maaş alır?' dedim. 'Otuz dirhem' dedi.
'Makamı bu kadar yüksek olan bu kumandandan yukarı nasıl oturur?' dedim.
'Âlimler, ilimlerinden dolayı ta’zim ve takdîr olunur, hürmet görürler. Geri bırakılırsa, bu kumandan ve vezîr buna râzı olmazlar,' dedi.
Düşündüm, 'Ben bu kumandan derecesine çıkamam, ama çalışır gayret edersem, şu âlim gibi olurum,' dedim
ve ilim tahsîl etmeye niyet ettim. Seferden dönünce, o meşhûr âlim Molla Lütfî’nin huzûruna gittim.
Sonra Edirne’deki Dâr-ül-Hadîs müderrisliği bu zâta verildi. Ondan 'Metâli Şerhî'nin haşiyelerini okudum.”

İbn-i Kemâl, bu hocasından başka; Kestelli ismiyle meşhûr Muslihuddîn Mustafa Efendi, Hatîbzâde Muhyiddîn Mehmed Efendi ve Muarrifzâde Sinânüddîn gibi zamanın meşhur âlimlerinden ilim öğrenip, icâzet aldı. Tefsîr, hadîs ve fıkıh ilimlerinde derin âlim olarak yetişti. Edirne’de Taşlık adıyla tanınan Ali Bey’in medresesine müderris olarak tâyin edildi. Burada müderris iken, Pâdişâh'ın emri ile “Tevârih-i Âl-i Osman” adlı târihini yazdı. Bundan sonra Üsküp’te İshak Paşa Medresesi’ne tâyin edildi. Burada Seyyid Şerîf Cürcânî’nin “Şerh-ül-Miftâh” adlı eserine bir haşiye yazdı. Kısa bir zaman sonra da Edirne’deki Halebiye Medresesi’ne tâyin edildi. Burada müderris iken de, “Risâlet-ül-kâfiye” adlı eserini yazdı. Müteâkiben, Edirne’de Üç Şerefeli medreselerinde, daha sonra İstanbul’da Sahn-ı Semân Medresesi’nde bir müddet müderrislik yaptı. Bu vazîfelerinden sonra, o zaman Osmanlı medreselerinden en yüksek derecede olan Sultan Bâyezîd Medresesi müderrisliğine tâyin edildi. Bundan sonra Edirne ve sonra da Anadolu kadıaskeri oldu. Bir müddet vazîfelerini yürüttükten sonra, Edirne’deki Dâr-ül-hadîs Medresesi’nde ve Sultan Bâyezîd medreselerinde bir müddet daha müderrislik yaptı. Çok âlim yetiştirdi. Onun derslerinde yetişen âlimlerden bir kısmı şu zâtlardır: Sâdî Çelebi, meşhûr âlim ve Şeyhülislâm Ebüssüûd Efendi, Sadrâzam Pîrî Mehmed Paşa’nın oğlu Muhyiddîn Mehmed, Aşcızâde Hasen Çelebi, Müderris Mevlânâ Hidâyetullah, Vizeli Mevlânâ Abdülkerîm, Bağdad kadılığı yapmış olan Mehmed İbni Muhyiddîn Hasen, Bostan Efendi, Mehmed İbni Abdülvehhâb, Kadıasker Abdüllatîf Efendi ve daha niceleri... Hernekadar Celse'de kendini "Sultan Hocası" diye tanıtmışsa da, bilfiil ders vermemiş, akıl hocalığı etmiştir. Onun hocalığı hep medreselerde olmuştur.

İbn-i Kemâl, bütün vaktini ilme veren âlimlerdendir, ilmi ile o kadar büyük bir şöhret kazanmıştı ki, zamanındaki birçok âlim bâzı mes’elelerde ona başvururlardı. Hattâ bir kısım ulemâ, yazmış olduğu eserleri tashih maksadıyla ona gönderirlerdi. Onaltıncı asrın ilk yarısında, Osmanlı kültürünün en büyük mümessili olarak görülmektedir. Ahlâkı güzel, edebi mükemmel, zekâsı ve aklı kuvvetli, ifâdesi açık ve veciz olup, iki dünyâ faydalarını bilen ve bildiren, pek nâdir simâlardan biri idi. Cinnîler'e de fetvâ verirdi. Bunun için “Müftî-yüs-Sekaleyn” (İnsanlar'ın ve Cinnîler'in Müftîsi) adı ile meşhûr oldu. Büyük bir âlim olduğu gibi, güçlü bir târihçi, değerli bir edîb, kuvvetli bir şâir idi. Tasavvuf'ta da ileri derece sâhibi idi. Büyük velîlerin teveccühünü kazanmıştı. Kanunî Sultan Süleymân Hân zamanında, Zenbilli Ali Efendi’den sonra 1527 senesinde Osmanlılar'ın 19. Şeyhülislâmı oldu. 8 sene Şeyhülislâmlık yaptı. Bu makamda bulunduğu sürede, dâhilî ve hâricî, din ve mezheb düşmanlarına karşı ilmiyle ve yazdığı kitaplarıyla mücâdele etti.

İbn-i Kemâl, Ashâb-ı Kirâm düşmanlığı propagandasının te’sîriyle Doğu Anadolu’da yer yer büyümeye başlayan fitneye karşı, Ehl-i Sünnet itikadını bütün gayreti ile müdâfaa etmiş ve Kanunî Sultan Süleymân Hân’ı Safevîler'e karşı mücâdeleye teşvik ettiği gibi, Pâdişâh'ın Şah Tahmasb’a gönderdiği mektupları da bizzat kaleme almıştır. Aynı zamanda, Hazreti Îsâ Aleyhisselâm'ın Hazreti Muhammed’den daha efdâl olduğunu iddia eden İranlı Molla Kabız’ın iddialarının doğru olmadığını, alenî bir mahkemede onu susturarak isbât etmiş ve yazdığı risâlelerle Kabız’ın halk efkârında uyandırdığı tereddütleri de gidermişti.

Kefevî, İbn-i Kemâl için; “Bâzı rivâyetleri bâzılarına tercih edebilmesi bakımından, mezhebde Hanefî mezhebinde tercih sâhibidir” demektedir. Bâzı ulemâ da onun için; “Mısır’da İmâm-ı Süyûtî ne ise, İstanbul’da ve diğer beldelerde de İbn-i Kemâl odur. Her ikisi de asrın süsüdür” demişlerdir.

Anadolu Kazaskeri sıfatıyla, Mısır seferinde Yavuz Sultan Selim Hân’ın yanında bulunmuş olan İbn-i Kemâl Paşa, Pâdişâh'tan büyük itibâr görmüştür. Bu yolculukları sırasında sohbet ederek yol alırken, bir ara İbn-i Kemâl ’in atının ayağından sıçrayan çamurlar, Yavuz Sultan Selim Hân’ın kaftanını kirletmişti. Pâdişâh'ın kaftanına çamur sıçrayınca, İbn-i Kemâl Paşa mahcûb olup, atını geriye çekerek özür dilemişti. Yayuz Sultan Selim Han ona dönerek; “Üzülmeyiniz, âlimlerin atının ayağından sıçrayan çamur, bizim için şereftir. Vasiyyet ediyorum, bu çamurlu kaftanım, ben vefât ettikten sonra kabrimin üzerine örtülsün” dedi. Bu vasiyyet, vefâtından sonra yerine getirildi. Bu hâdiseyi hatırlatan o kaftan, şimdi de Yavuz Sultan Selim Hân’ın kabri üzerinde, bir camekân içinde, târihî bir hâtıra olarak durmaktadır... Celse'de "SELİM'i ve ÖRTÜLEN KAFTAN'ı bilseydiniz, beni de bilirdiniz," ifâdesiyle kaydedilen hâdise budur.

Burada dikkat çeken husus şudur: O dönemin pâdişahları ilim adamlarını el üstünde tutuyor, Devlet ilimle ayakta duruyor ve yükseliyor... Günümüzde de ilim adamları var, o zamankilerle kıyaslanır mı, bilmem ama, şimdiki Cumhurbaşkanları, Başbakanlar, Bakanlar, Parti Başkanları, Belediye Başkanları'nın etrafında o değerli ilim adamlarını göremiyoruz. Her bir politikacı kendini allâme-yi cihan, yâni "Dünyâ'daki en bilgili kişi" sayıyor, ilim-irfan sâhiplerine değer vermiyor... Daha doğrusu, "veriyorum" diye uyduruk tarikat mensuplarının sinsi emellerine âlet oluyorlar... Neticesini, hâlimizi görüyorsunuz!..

Dönelim konumuza... Mısır’da bulundukları sırada, orada kalmaları uzayınca, dîvân erkânı ve ileri gelenler, asıl vatanları Anadolu’ya, Diyâr-ı Rûm’a hasret kalıp, dönmeyi arzu etmişlerdi. Fakat bu arzularını Pâdişâh’a söyleyememişlerdi. İleri gelenlerden bâzıları, o zaman yanlarında bulunan ve Anadolu Kazaskeri olan İbn-i Kemâl’e durumu anlattılar. Yavuz Sultan Selim Hân onu çok severdi. Ona dediler ki “Ne zamana kadar bu diyâr-ı gurbette hasret çekeceğiz? Bu durumu Pâdişâh hazretlerine bir arz edip, gitmeye meylettiremez misiniz?”

Bir gün İbn-i Kemâl, Yavuz Sultan Selim Hân ile sohbet ederken, Pâdişâh askerlerin durumunu sorup; “Ortalıkta neler konuşuluyor?” dedi. İbn-i Kemâl da; “Pâdişâh'ım, yolda gelirken askerlerden biri bir türkü söylüyordu ve şöyle diyordu:

“Nemüz kaldı bizüm mülk-i Arab’da,
Nice bir dururuz Şâm-ü Haleb’de,
Cihan halkı kamu ayş-ü tarabda,
Gel_ âhî, gidelüm Rûm illerine.”

Bu şiir, Yavuz Sultan Selim Hân’ın çok hoşuna gidip; “Bundan sonra burada durmamızı gerektiren işler de kalmadı, döneriz” diyerek, İstanbul’a döneceğini bildirdi. Bundan bir gün sonra, Yavuz Sultan Selim Hân’a Kâbe’nin anahtarı ve diğer mukaddes emânetler teslim edildi ve İstanbul’a dönmek için ordusuyla yola çıktı. Bu yolculukta bir sohbet sırasında, söz İbn-i Kemâl’in hocası Molla Lütfî’den ve onun öldürülme sebebinden açılmıştı. Yavuz Sultan Selim Han, ona hocası hakkında bâzı şeyler sordu. O da hocasından bahisle, iftirâya uğrayarak öldürülmüş olup ve nükteden bir zât olduğunu söylemişti. Pâdişâh, İbn-i Kemâl’e: “Sen de nükteli bir söz söylemez misin?” dedi. İbn-i Kemâl; “Geçen gün biz nöbetimizi savdık. Şimdi sıra yoldaşım Duâcımız'a düştü. Şimdi onlar söylesin” dedi. Bunun üzerine Pâdişâh, “Yoksa o günki okuduğun kıt’a senin mi idi?” dedi. O da; “Pâdişâh'ın doğru ferâsetinin şehâdet ettiği gibidir" diyerek, Pâdişâh'ı selâmladı. Bu hâdise üzerine, Yavuz Sultan Selim Han İstanbul’a dönünce, çok sevdiği meşhûr ve mehâretli âlim İbn-i Kemâl’e 500 altın hediye etti.

İbn-i Kemâl Müderrislik, Kadılık, Kadıaskerlik ve Şeyhülislâmlık gibi mühim vazîfelerde bulunmak sûretiyle, Dîn'e ve Devlet'e üstün hizmetler yaptı. Yavuz Sultan Selim Hân ve Kanunî Sultan Süleymân gibi iki Osmanlı Pâdişâhı ile birlikte savaşlara da katıldı. Hem ilmen, hem de fiilen hizmet etti. Peygamberimiz'in s.a.v.) ve Ashâb-ı Kirâmın yolu olan Ehl-i Sünnet itikaadının yayılmasında ve buna muhâlif olanların ilmen ve fiilen susturulmalarında büyük hizmetler verdi. Onun yaşadığı asır, Osmanlı Devleti'nin en parlak devri olup, bunda onun da büyük hizmetleri oldu.

İbn-i Kemâl, 1534 senesinde, bir Cum’a günü vefât etti. Edirnekapı’da surların dışında, Mehmed Çelebi zâviyesi denilen mıntıkada defnedildi. Talebelerinden Mısır kadısı Mehmed Bey, sonradan mezarının etrâfına kalın taştan duvar şeklinde bir parmaklık sed yaptırdı. Edirnekapı mezarlığındaki kabri, Boğaz Köprüsü Çevre Yolu yapılırken, etrâfındaki kabirler nakledilmiş iken, târihî eser olarak on metre beri alınmıştır. Vefâtında, "ilimler İbn-i Kemâl ile gitti" mânâsında;

İrtehâl-el-ulûm bil-Kemâli
Kabri Ahmed mudâm ola pürnûr
Ol bârigâha vardı İbn-i Kemâl Paşa

mısraları, ebced hesabında vefât târihini göstermektedir. Kefeni için; “Hiye âhır-ül-libas (son elbisedir)”, kabri için; “Hazâ makâm-ı Ahmed (Bu Ahmed’in makamıdır)” ibâreleri ile de, ebced hesabına göre vefât târihi düşürülmüştür. Vefât edeceği sırada; “Ey Bir olan Allah, bizi korktuğumuzdan kurtar!” ma’nâsında; “Yâ Ehad, neccinâ mimma nehâf’ demiştir. Bu son sözünün de, ebced hesabına göre vefât târihini gösterdiği sonradan anlaşılmıştır.

İbn-i Kemâl, ekserisi muhtelif risâleler olmak üzere, üçyüz civârında eser yazdı. Tıp, Târih, Felsefe, Şiir, Fıkıh konularında eserleri vardır. Bu eserlerinden çoğu yazma olup, 36 tanesi Ahmed Cevdet Paşa tarafından yayınlandı.

1-Fetvâları; insanlar arasındaki muâmeleleri, ahlâk ve âdet konularını açıklayan fetvâlarıdır. Bu fetvâları toplanıp, fıkıh kitaplarının tertîbi gibi, konulara göre tertîb edilmiştir. Fetvâlarının toplandığı kitaplar değişik kütüphânelerde yazma olarak mevcûttur. En geniş fetvâ kitabı, İstanbul Belediye Kütüphânesi’ndedir.
2-Tagyîr-üt-Tenkîh; usûl ilmine dâirdir.
3-Risâle-i Mümeyyize ve Tecrîd-üt-Tecrîd; kelâm ilmine dâirdir.
4- Müferric-ül-Kulûb; akâidle ilgilidir.
5- Felâh Şerhi Merâh; nahiv ilmine dâirdir.
6- Beydâvî Haşiyesi ve Saffât Sûresi'ne kadar yazdığı tefsîri.
7- Seyyid Şerîf Cürcânî’nin Keşşâf şerhine ve Miftâh şerhine haşiyesi.
8- Meşârik-ül-Envâr şerhi.
9-Hadîs-i Erba’în şerhi.
10- Nigaristan (Farsça),
11- Mühît-ül-Lüga; Arabca'dan Farsça'ya lügattir.
12- Tevârih-i Âl-i Osman; on cild olup, en meşhûr eserlerindendir. 1299-1526 seneleri arasındaki 234 yıllık hâdiseleri yazmıştır.
Son cildi Zafer nâme-i Sultan Süleymân adıyla meşhûr olmuştur. Aynı eser, Fransızca "Mohaçnâme" adıyla basılmıştır.
13-İslâh veİîzâh; me’ânî ilminde bir metin şerhi.
14- Telvîh Haşiyesi.
15- Molla Hâcezâde’nin Tehâfüt adlı eserine haşiye.
16- Risâle-i Münîre.
17-Mühimmât-ül-Müftî fî fürû’-ıl. Hânefiyye: Hanefî mezhebinde bir müftînin bilmesi lâzım olan bilgileri bu kitapta toplamıştır.
18- El-Îzâh fî Şerhi İslâh-il-Vikâye,
19- Hidâye Şerhi,
20- Molla Câmî’yi esas alarak yazdığı, 7777 beyitlik “Yûsuf ile Züleyhâ” adlı manzûm bir eseri
-21- İdris-i Bitlisi'nin Heşt Behişt Tercümesi
22- Levh-il-Mahfûz ve Ümm-ül-Kkitâb
23- Keşşâf'a Nâ-tamâm Bir Haşiye
24- Şerhu Mefâtih, Mühimmat
25- Dakâyıku'l-Hakâyık
Ayrıca Arabca, Farsça ve Türkçe şiirleri vardır.
Kasîde-i Bürde’yi de manzûm olarak tercüme etmiştir.
İbn-i Kemâl Paşa, kıymetli eserlerinden başka, yine târihe dâir olmak üzere, Mısır seferi sırasında, Yavuz Sultan Selim Hân’ın emriyle İbn-i Tagriberdi’nin, “En-Nücûm-üz-Zâhire fî Mülûki Mısır vel-Kaahire” adlı Arabca eserini de Türkçe’ye tercüme etmiştir.
Yavuz Sultan Selim Hân’ın ölümü üzerine yazdığı mersiyesi, yıllarca dilden dile dolaştı.

Bu mersiyesinden bir bölüm:

Azmde nevcivân hazmde pîr,
Sâhib-üs-seyf-ü-sâhib-üt-tedbîr.

Az müddette çok iş etmiş idi.
Sâyesi olmuş idi, âlem gir.

Şems-i asr idi, asrında Şemsin,
Zılli memdûd olur, zamanı kasîr.

Tâc-ü-tahtıyle fahreder beyler,
Fahrederdi ânınla cân-ü-serir.

Hayf Sultan Selîm’e hayf, diriğ.
Hem kalem ağlasın ona, hem tîg.”

Ayrıca darb-ı mesel hâlini almış kıt’a ve beyitleri vardır. Nitekim:

Mansıbda bir ola dahî ger âlim-ü-câhil,
Zâhirde müsâviyse hakîkatte bir olmaz.
Altun ile faraza ki berâber çek ile seng,
Vezn içre bir olmak ile kıymette bir olmaz.” kıt’ası ile;

Sakla kurt enciğin derin oysun,
Besle kargayı gözlerin oysun.” beyti bunlardandır. Bir başka şiiri de şöyledir:

Kısmetindir gezdiren yer yer seni,
Arş’a çıksan, âkıbet yer yer seni.

Eline nefsinin verip kazma,
Yoluna kimsenin kuyu kazma.

Her ki gayrın yolunda kazdı kuyu,
Kendi düştü kuyuya yüzü koyu.”

Nâ ehil olur muârız-ı ehl,
Her Ahmed’e bulunur Ebû Cehl.

Göz yum Cihan'dan, aç gözünü kendi hâline,
Sen göz yumup açınca, bu Dünyâ gelir gider.”

Ölümden kurtuluş yoktur Cihan'da,
O derdi çekmez olmaz ins-ü-canda. Kişinin ömrü çünkim âhır ola,
Yeğ oldur kim gazâ yolunda öle.”

Ahmed İbni Kemâl Paşa’nın “Levh-il-Mahfûz ve Ümm-ül-kitâb” ismindeki eserinden bir bölüm:

- "Ra’d suresindeki: 'Allahü teâlâ, dilediğini siler. Dilediğini değiştirmez. Ümm-ül Kitâb O’ndadır' âyet-i kerîmesinde, Levh-i Mahfûz bildirilmektedir. Ümm-ül Kitâb, ezelî olan Kelâm-ı İlâhî'nin ismidir. Melekler, bunu anlıyamaz. Zamanlı değildir. Ya’nî burada zaman yazılı değildir. Allahü teâlâdan başka, kimse bilmez. Hiç yok olmaz. Levh-i Mahfûz'da ise, değişiklik olur. Bunu melekler görür, insanın, işine göre, ömrü ve rızkı değişir, iyiler kötü, kötüler iyi olarak değiştirilebilir. Böylece, birine ölümüne yakın iyi işler yaptırıp, son nefeste îmânla gönderir. Başkasına kötü amel işletip, imansız gönderir. Bunun için Resûlullah Aeyhisselâm her zaman; 'Allahümmeyâ mukallibelkulûb, sebbit kalbi alâ dînik' duâsını okurdu (ki, 'Ey büyük Allahım! Kalbleri iyiden kötüye, kötüden iyiye çeviren ancak Sensin. Kalbimi, dîninde sabit kıl, yânî dîninden döndürme, ayırma!' demektir). Eshâb-ı Kirâm 'aleyhimürrıdvân' bunu işitince; 'Yâ Resûlallah ! Sen de dönmekten korkuyor musun?' dediklerinde; 'Mekr-i ilâhiden, beni kim temin eder?' buyurdu. Çünkü, hadîs-i kudsîde; 'İnsanların kalbi, Rahmân'ın Kudreti'ndedir. Kalbleri, dilediği gibi çevirir' buyurulmuştur. Yânî, Celâl ve Cemâl sıfatları ile, kötüye ve iyiye çevirir."

- "Levh-i Mahfûz'a ilk olarak 'Benden başka Allah yoktur. Muhammed Benim resûlümdür ve habîbimdir ve herşey Benim mahlûkumdur. Herşeyin Rabbiyim, Halikıyım' yazıldı. Sonra, Peygamberler'i ve Kıyâmet'e kadar gelecek insanların iyileri sa’îd olarak, kötüleri de şakî olarak yazıldı."

- "Kader değişmez. Kaza, kadere uygun olarak meydana gelir. Kazâ, hergün çok değişip, sonunda kadere uygun olunca yaratılır. Kazâ-i mu’allak şeklinde, yaratılacağı yazılmış olan birşey, kulun iyi ameli ile değişip yaratılmaz. Evliyâ, kaderi anbara, kazayı ölçeğe benzetmiştir."

(Kâmûs’da, kazâ kelimesinde diyor ki: “Kazâ, kaderin husûsî bir kısmıdır. Kader, anbara doldurulmuş buğday gibidir. Kazâ ise, onu ölçerek vermek gibidir. Ömer -radıyallahü anh-, Şam’a geldi. Şehirde vebâ hastalığı olduğunu işitince, şehre girmedi. “Allahü teâlânın kazâsından kaçıyor musun?” dediklerinde; “Allahü teâlânın kazâsından, kaderine kaçıyorum” buyurdu ki, kader, kazâ şeklini almadıkça değişebilir. Kader, maaş bordrosu gibidir. Kazâ ise, bu maaşın dağıtılmasıdır. İbn-i Esîr dedi ki: “Kazâ ve kader, birbirinden ayrılmaz. Çünkü, kader temel gibi, kazâ da üstündeki binâ gibidir”. Kader kelimesinde diyor ki: “Kader, Allahü teâlânın, olacak şeyleri ezelde bilmesidir. Kazâ, kaderde bulunan şeyleri, zamanı gelince yaratmasıdır.) Kâmûs mütercimi Ahmed Âsım Efendi

Celse'de gelen Varlık, İbn-i Kemâl olsun veya olmasın, her ikisine ALLAH gani gani rahmet eylesin!

Şimdi bir de az kullanılan kelimeleri verelim... TİRŞE gök rengine çalan bir mâvi tonu...

ALÂİM-İ SEMÂ, "gök kuşağı" demektir.
MÜNTEHA, "son, sona ermiş, bitmiş, sonuç, nihâyet, uç, en son, âkıbet, en son derece, en son yer, son uç" anlamlarına gelir.
(1) MENZİL-İ MÜNTEHA. "Son Menzil" demektir. Ancak bu Medyum'un yükselebileceği son menzil diye anlamak daha doğru olur. Âhıret Âlemi'nde neyin baş, neyin son olduğunu ancak ALLAH bilir. Daha önce Medyum'un yaptığı MENZİL-İ SUĞRA (Küçük Menzil) , MENZİL-İ HAYR tanımlarını da öyle anlamak gerekir.
ME'ZUN "izinli" demektir.
KİYYE, bir anlamı "sakız" ama, burada "bir ağırlık ölçüsü" olarak kullanılmış. Bu vesile ile Osmanlı ağırlık ölçülerini de verelim:

1 Tonilato = 4 Çeki
1 Çeki = 4 Kantar
1 Kantar = 44 Okka (Kıyye)
1 Batman = 6 Okka (Kıyye)
1 Okka (Kıyye) = 400 Dirhem

bugünkü ölçülerle:

1 Çeki ..... 225,789 kg.
1 Kantar ..... 56,449 kg.
1 Batman ..... 7,697 kg.
1 Okka ........ 1,282 kg.
1 Dirhem ...... 3,207 gr.
1 Kırat ..... 0,2004 gr.

1 Dirhem = 4 Dönük
1 Dönük = 4 Kırat
1 Kırat = 4 Bakray
1 Bakray = 4 Fitil
1 Fitil = 2 Nekir
1 Nekir = 2 Kıtmir
1 Kıtmir = 2 Zerre

Şu halde KIYYE, "okka" demek... OKKA da 1,282 kilogram... Ne diyor Varlık?.. "Eğer bir kıyyelik yükü batman terâzisiyle tartmaya kalkarsan, terâzinin kefesini rapteden ipler kopar." Okka 1,282 kg. , batman da 7,697 kg. olduğuna göre, ipler kopmaz!.. Ancak dirhem terâzisiyle kıyye tartarsa, ipler kopar. Çünkü dirhem kilo değil, sâdece 3,207 gram... Yanlış nakil, veya Üstün Varlığın bizi imtihan etmesi...
İŞÂYE diye bir kelime bulamadık. İŞAYA var, YAŞAYA'dan bozma, "Yehova'nın Kurtuluşu" anlamına gelen bir Yahudi adı... Alâkası yok... Bu sebeple Varlığın "İşâye'nin maddeleşmiş gölgesi tabiat nizâmıdır" ifâdesi bir anlam taşımıyor. Ancak "Yehova'nın maddeleşmiş gölgesi tabiat nizâmıdır" deseydi, bu "ALLAH'ın Dünyâ'ya, Kâinat'a tecellisi" anlamına gelirdi ki, kabul edebiliriz.
HÜLEFÂ-YI RÂŞİDİN, herkesin bilmesi gerekir, ama 15-55 yaş arası vurdumduymazları aydınlatmak için veriyoruz: DÖRT BÜYÜK HALİFE, HZ. EBUBEKİR, HZ. ÖMER, HZ. OSMAN ve HZ. ALİ kastedilmektedir.
RÂŞİD, "rüşte ermiş, kemâle ermiş, reşit olmuş, doğru yolda olan, doğruya ve hakka sımsıkı sarılan" demektir.
MÜMTAZ, "seçkin, ayrı tutulmuş, üstün tutulmuş, imtiyaz tanınmış, seçilmiş" demektir.
HEMHÂL , "aynı hâlde olan, ikisi berâber" demektir.
ZÂİL , "yok olan, ortadan kalkan, sürekli olmayan" demektir.
MEMNU, "yasaklanmış, men edilmiş, yasak" demektir.
MÜSTESNÂ , "benzerlerinden üstün olan, benzeri az bulunan, bir bütünün veya kuralın dışında olan, kural dışı, şaz, ayrıcalı, ayrı tutulan, ayrık, dışındaki, ayrı tutularak, hâriç" anlamları taşır. Celse'de "benzerlerinden üstün olan" mânâsına kullanılmıştır.
CESÂMET, "büyüklük, irilik" demektir.
CESÎM , "büyük, iri" demektir.
HODBİN, "bencil, egoist" demektir.
TAHRİM,"haram kılma" demektir.
KESÂFET, "yoğunluk" demektir.
SEYYÂLİYET , "akışkanlık" demektir.
BEYT-ÜL MÂL, Arapça BEYT "ev" demektir. Böylece "mal evi" anlamı çıkar. "Devlet Hazinesi" demektir. "Milletin Malı" demektir. Tüyü bitmemiş yetimin hakkı vardır onda. Vergisini ödemeyeni böyle kınarlar.
MUVÂZENE, "denge" demektir.
RAPTETMEK, "tutmak, tutturmak" demektir.

Daha önce vermiş olduğumuz kelimeleri tekrarlamadık.

Dikkat ederseniz, Medyum bir kaç defa "Afedersiniz" diye özür diliyor... Anlıyamadığı, yanlış anladığı, yanlış naklettiği için... Hele bir tânesi çok önemli bir hatâ.... "varolan" diyor, aslı "VAREDEN" ... hemen düzeltiyor... Ruhî İrtibatlar'ı, Tebliğler'i hep bu anlayışla değerlendirmek, Medyumlar'ın Telepatik olarak Varlık'tan aldığı kavramları yanlış kelimelerle, yanlış nakledebileceğini akıldan çıkarmamak gerek.

Celse'deki sorulara verilen cevapları değerlendirmeyi size bırakıyoruz. Doğrusunu, yanlışını siz bulacaksınız. Sonra ister kabul edin, ister etmeyin, size kalmış!.. İtirazlarınızı, aklınıza takılanları bize yazabilirsiniz.

(3) Celse'de "Beşerin zâtında Şeytan'la hemhâl olma husûsiyeti olmasa idi, bir sürü türedi peygamber çıkmazdı. Yezid bin Mervan, hallâklık iddiâsında bulunamazdı" denmiş... Acaba Yezid öyle bir iddiada bulundu mu?

Yezid bin Muâviye (646-683) Emevîler'in ikinci halifesidir. I. Yezid yönetimi babasından devraldığında hilâfet, onun şahsında saltanata dönüştü. Ancak halifeliğine itirazlar gecikmedi. Hz. Hüseyin, onun halifeliğini tanımadığını bildirerek kendi halifeliğini ilan etti. Kûfe valisi Hüseyin'e biât etti. Hüseyin önce Medine'den Mekke'ye, ardından da desteğini umduğu Kûfe'ye doğru yola çıktı. Ancak Hüseyin'in ilerleyişi 2 Ekim 680'de Emevî birlikleri tarafından Kerbelâ'da durduruldu ve 10 Ekim 680'de Hüseyin ve beraberindeki 72 kişi katledildi.

Yezid'in halifeliği uzun sürmedi. Üç buçuk yıl halifelik yaptıktan sonra, 38 yaşında, Şam'ın Hevran köyünde bir av partisi tertiplenmişken, bir av kasrında hiç beklenmedik bir şekilde öldü. Zâlim biri olmasına rağmen, ilahlık iddiasında bulunduğuna dâir bir kayıt yok.

Bu arada, mevzu ile alâkası yok ama, Yezid'le var, bir hususu belirtelim: Şu PKK'lılar ve Kürtçüler bir grup halka "Ezidiler" diyorlar, Ezidi diye bir topluluk yoktur, Yezidîler vardır. Yezidîlik, Şeyh Adiy Bin Musâfir'in 1100'lü yıllarda kurduğu bir mezheptir. Şeyh Adiy, Muaviye'nin oğlu, Hz. Hüseyin'i şehit eden Yezid'in "o kadar da kötü bir insan olmadığı"nı öne sürdüğünden bu mezhep bu adı almış, sonra Zerdüştlük ve Haşhaşinler'in etkisinde İslâm'dan uzaklaşmıştır. PKK'lılar ve Kürtçüler Yezid adı Türk ve Müslümanlar arasında kötü bir intiba bıraktığı için, "Ezidi" kelimesini icâdetmişlerdir ki, hiçbir anlamı ve kaynağı yoktur.

Konuya dönersek, peki, kim?.. Tanrılığını iddia eden bir tek halife var: 6. Fatımî Halifesi Hakim Biemrillah (985-1021), sert mizaçlı, merhametsiz, insanları en küçük kusurlarında bile öldürtmekten çekinmeyen bir yapıda olduğunda, târihçiler ittifak hâlindedir. Bu kişi 1005 yılında ilk olarak 3 İslâm halifesine, Ebubekir, Ömer ve Osman'a ve sahâbelere küfür geleneğini başlattı. Câmi, mescid ve saray kapılarına küfürler astırdı. 1007 yılında bu kararı kaldırdı. Kaldırdı ama, bu âdet Şiiler ve Alevileri arasında yayıldı. Hâlâ etkisi sürmektedir. 1017 günü ulûhiyetini (tanrılığını) ilân etti. Bu açıklamayla birlikte Dürzilik mezhebi ortaya çıktı.

Hakim Biemrillah hayâtının son dönemlerini Kahire’de bir tepede geçirmeye başladı. 1021 yılında tepeye son kez çıkışıyla da bir daha görülmedi. Ertesi sabah eşeği ve hançerlenmiş gömleğinin bulunması nedeniyle öldürüldüğü düşünüldü.

(4) Varlığın PANTEİZM hakkındaki sorusuna verdiği cevap doğru değil. Ama bizi bu konuda araştırma yapmaya sevketmesi bakımından faydalı... Ne demişti?.. "PANTEİZM, çok allahlı inançların zamanında Ecdad Ruhu'na tapma dinidir." Halbuki, tam zıddı... Panteizm; herşeyi kapsayan bir Tanrı'nın varlığı kabul eden, Kâinat'ın, ya da tabiatın Tanrı ile aynı olduğu görüşünü ileri süren "tüm tanrıcılık" dinidir. Panteistler kişileştirilmiş bir Tanrı'ya inanmazlar.

"Teosofi" terimi olduğuna göre, Din de bir felsefedir. Felsefî bir görüş olarak Panteizm, Eski Yunan felsefesinde Plotinos (205-270) tarafından, Rönesans'tan sonra da Giordano Bruno (1548-1600) ve Spinoza (1632-1677) tarafından ağırlıklı olarak temsil edilmiştir.

MEVLEVÎLİK bir Müslüman tarikatıdır. Varlığın târifi doğrudur. Zâten her verdiği yanlış olsa, "Geri Varlık" der, bütün Celse kayıtlarını yırtar, atardık. Mevleviliğin de bir felsefesi, Dünyâ görüşü, Âhıret görüşü, yaradılış, ALLAH, hayat görüşü vardır. Bu da bir felsefe oluşturur. Bu hususta sual sâhibi Dr. İbrâhim Bey tartışmayı sürdürmekte haklı... Panteizm'le Mevlevîlik benzer mi, o konuda bir değerlendirme yapmayı size bırakıyoruz.

(5) ALFRED WEBER'i ararken FELSEFE TÂRİHİ ile ilgili çok yoğun bir sayfa bulduk. sizlere de tavsiye ederiz. Weber'in de bir FELSEFE TÂRİHİ kitabı var. İnternet'te satan çok... Ama adamcağızın hayâtı hakkında bilgi veren yok. İnanır mısınız, Meydan Laoruusse'ta da hayâtı hakkında bilgi yok!.. Böyle önemli bir şahsiyeti atlamışlar.

Varlığın haklı olduğu husus, FELSEFE TÂRİHİ olduğu gibi bir de DİNLER TÂRİHİ vardır. Aslında herşeyin târihi vardır ve bir konu kavranmak isteniyorsa, târihi bilinmeden mümkün olmaz. Mevleviliği Felsefe Târihi içinde almaktan daha makbûl gibi görünür, Dinler Târihi içinde almak... Bu konuda da tercih sizin...

(6) Celse'nin sonu bizde tereddüt uyandırdı... Medyum önce, Aahhh!... Yanıyorum!..." diye feryad ediyor. Sonra "Karanlık!... Karanlık!... Ohh!..." diye Teşevvüş geçiriyor, sonra Varlık gidiyor. O kadar güzel, tirşe rengi vasattan birden nasıl Karanlık bir Ortam'a geçti?.. Üstün Varlık ayrıldı da, âniden indi mi?.. Yoksa bizim Üstün Varlık sandığımız, Karanlık Tabaka'dan biri idi de, ortamı öyle güzel mi gösteriyordu?.. Sonra birden yukardan müdâhale ettiler de Varlığı uzaklaştırdılar mı?.. Bizce hepsi mümkün... Çünkü Âhıret Âlemi bizim tamâmen yabancısı olduğumuz bir âlem... Ancak Varlık'tan yararlı bilgiler de alınmıştır. hele tasavvuf mertebeleri hakkında verdiği bilgi değme babayiğidin bileceği şeyler değildir. Son âna kadar Medyum hiçbir rahatsızlık hissetmemiştir. Bizde de kuşku uyandıran bir husus olmamıştır. Bizim tahminimiz Varlığın sebebini anlıyamadığımız şekilde âni ayrılması sonucu, Medyum'da bir Teşevvüş, bir sıkıntı hâli oluşmuş... Sonra hiçbir tehlike ile karşılaşmadan, rahat bir şekilde Ruh ve beden münâsebetleri birleşmiş ve uyanmıştır.

Ohh, çok şükür!.. İncelemeyi bitirdik... Şimdi sıra sizde.

Ruhi Selman

selman@journalist.com

***

  • Önemli Sayfalar:

    - BİR SPİRİTUALİSTİN DÜNYASI - ANA SAYFA
    - BİR TEBLİĞ
    - ÖLÜM VE SONRASI
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 1
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 2
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 3
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 4
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 5
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 6
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 7
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 8
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 9
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 10
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 11
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 12
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 13
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 14
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 15
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 16
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 17
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 18
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 19
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 20
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 21
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 22
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 23
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 24
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 25
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 26
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 27
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 28
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 29
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 30
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 31
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 32
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 33
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 34
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 35
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 36
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 37
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 38
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 39
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 40
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 42
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 43
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 44
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 45
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 46
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 47
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 48
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 49
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 50
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 51
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 52
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 53
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 54
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 55
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 56
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 57
    - BİR OBSESYON VAK'ASI
    - ÖTE ÂLEM'DEN ŞİİRLER - 1
    - RÜYÂLAR - 1
    - RÜYÂLAR - 2
    - REİNKARNASYON - 1
    - REİNKARNASYON - 2
    - ANADOLU'DA REİNKARNASYON ŞİİRLERİ
    - İRLANDALI ŞÂİR JAMES CLARENCE MANGAN ANADOLU'DA MI YAŞADI?
    - KADIN HAKKINDA BİR TEBLİĞ
    - FİNCAN CELSELERİ - 1
    - FİNCAN CELSELERİ - 2
    - FİNCAN CELSELERİ - 3
    - EKMİNEZİ ÇALIŞMASI
    - RÛHÎ FİLİMLER - 1
    - ENTERESAN RÛHÎ OLAYLAR
    - ERGUN ARIKDAL VE SÂDIKLAR PLÂNI'NI TENKİT
    - BÜLENT ÇORAK VE DÜNYA KARDEŞLİK BİRLİĞİ SAFSATASI
    - CENAP BAŞMAN VE MARON TARİKATI
    - SAPKIN RAEL TARİKATI
    - TRANSANDANTAL MEDİTASYON KANDIRMACASI
    - SİRİUS MİSYONU ZIRVALARI
    - MELEKLER'DEN MESAJ ALDIĞINI SANAN ŞAŞKINLAR
    - ŞEYTANA TAPAN SATANİSTLER
    - KRYON "TEBLİĞ"LERİ VE LEE CARROLL'UN "MEDYUM"LUĞU
    - J. Z. KNIGHT ADLI KADIN RAMTHA "TEBLİĞ"LERİ
    - SILVER BIRCH TEBLİĞLERİ
    - MEDYUM JANİ KİNG VE VARLIK P'TAAH
    - "SÜPER İNSANLIK" DERNEĞİ VE UYDURUK "TEBLİĞ"LER
    - RA "TEBLİĞ"LERİ
    - HAYÂLÎ ANDROMEDA KONSEYİ
    - VARMIŞ GİBİ YUTTURULAN PLEİADES KONSEYİ
    - HATHOR GEZEGENİNDEN İNANDIRICI OLMAYAN MESAJLAR
    - ÜSTAT KUTHUMİ'DEN SAHTE İNCİLER
    - ARKTURUSLULAR'DAN ZIRVA MESAJLAR
    - MEKTUPLAR