BİR SPİRİTUALİSTİN DÜNYASI

ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 21

Daha önce belirttik, bir kere daha tekrarlıyalım: Medyumlar ve Ruhlar Âhıret Âlemi'ni kendi durumlarına, seviyelerine göre algılarlar. Bunun için her birinin yaptığı târif, tasvir, tanımlama farklıdır. Hiçbirini tek başına alıp "Âhıret Âlemi böyledir" diyemezsiniz. Siz Âhıret'e intikâl edince de, içinde olacağınız ortam hepsinden farklı olacaktır... Bu bir!..

İkincisi, Spiritizma'da, yâni RUHLAR'la kurulan İrtibat'ta öyle "plân, merkez" falan olmaz!.. Doğrudan Dünyâ'da yaşamış bir Varlık'la görüşürsünüz. Veya Cin taifesinden biri gelir, sizi aldatır!... Dünyevî olan o Varlığın bir Mertebe'si, Kat'ı, Seviye'si vardır ama, Bedri Ruhselman'dan kaynaklanan "Üstün Plânlar"dan, "Yüce Merkezler"den Tebliğ almak gibi bir durum yoktur. Belki Bedri Bey almıştır ama, bu ona mahsustur. Ondan sonra gelenler hep aldatılmıştır. Hele bir UZAY GEMİSİ'nden, UZAYLILAR'dan Tebliğ falan alınmaz!.. Çünkü UZAYLI bir VARLIK var ise, bir UZAY GEMİSİ'nde bulunuyorsa, o BEDENLİ'dir. Spiritizma'da, yâni RUH ÇAĞIRMA'da biz BEDENSİZ VARLIKLAR ile görüşüyoruz

Dünyâ'dan Âhiret'e göçen pek çok Muhterem Zat var. İşte Medyum'umuz bunlarla karşılaşıyor, onlarla İrtibat kuruyor, oralardaki intibalarını bize naklediyor. Bu sefer bir din âlimi çıkıyor karşımıza... Tabii Medyum bir miktar yükseldikten sonra.

Varlık : AHMED HAMDİ AKSEKİ
Tarih : 30.6.1961
Usûl : Hipnoz yoluyla rûhî infisâl
Medyum: Ali

İdâreci- Oturdunuz... Rahat olarak gördüklerinizi ve hissettiklerinizi söyleyiniz. Vasatınızı lûtfen anlatınız.
Medyum- ... Durdum... Çok şeffaf... Etrâfım çeşitli renklerle donatılmış... Göz kamaştırıcı ışıklar...
İ- Burada rahat mısınız?
M- Çok rahatım.
İ- Peki, öyleyse. Burada ufkî olarak dolaşınız. Bizimle görüşmek isteyen Varlıklar'la Temas temin etmeye çalışınız.
M- ... Oturduğum yerden hareket edemiyorum... Sâbit bir yerde oturuyorum... Sesler var... Ben hiçbir şey görmüyorum...
Bir kütle hâlinde bir bulut hareket ediyor... Sesler o bulutun içinden geliyor...
Aşağıya bakınca, koyu zifîrî Karanlık bir Yer görüyorum... Oradan geldim buraya...
İ- Evet, efendim.
M- ... Bulut çok yaklaştı... Açılıyor şimdi... Başlar sâdece eğik gözüküyor... Beden gene bulutun içinde... Sabun köpüğü gibi...
Arka taraftan yine buluta sarınmış birisi ilerliyor... Yaşlı bir adam... Çok güzel bir yüzü var... Değirmi sakal...
Hiç siyah yok sakalında... Kısa kesilmiş... Yaklaşıyor bana... Elimi uzattım... Boşlukta kaldı elim... Çenesini eğerek başını sallıyor...
"Otur," diyor... Temas etmek istiyorum...
İ- Kimmiş bu Muhterem?
M- ... Anlıyamadım... AHMED HAMDİ AKSEKİ... (1)
İ- Dua edelim... ben ve arkadaşlarım dua ettiler. ALLAH kabul etsin. Nur içinde yatsınlar.
M- ... "Berhudâr olsunlar," diyor.
İ- Çok teşekkür ederiz. Kendilerinden bâzı ricâlarımız olacak. Ondan evvel kendilerinin arzuları varsa, lûtfen bildirsinler.
M- ... Hiçbir arzusu yokmuş.
İ- Âilesi efrâdına bir Tebliği varsa, lûtfen bildirsinler, söyliyelim, efendim.
M- ... "NÂCİYE vazifesini yapmıyor," diyor... (2)
İ- Nâciye kimdir, efendim?
M- ... Kerimesi... Büyük kerimesi...
İ- Bize oturduğu yeri söylerlerse, kendisine derhal bildirelim, efendim. Ne gibi noksanları varsa, bildiriniz, efendim.
M- ... "O bilir," diyor...
İ- Bize Nâciye Hanım'ın adresini lûtfedin, öyleyse.
M- ... "Târih ve Coğrafya Fakültesi'nden öğrenin," diyor.... (2)
İ- Peki, efendim. Oradan mı mezun olmuşlar?
M- ... Oradan mezun... "Lûzumsuz suallerle niye vaktimi alıyor?" diyor.
İ- Peki, efendim. Öyleyse bizim ricâlarımızı geçelim... En büyük mevzu olan "Kur'an-ı Kerim'in Türkçeleşmesi" hakkında ne düşünüyorsunuz? (3)
Varlık- ... Şer'an da, aklen de zarûrîdir!
İ- Peki, hâlihazırda elde mevcut tercüme tefsirler ihtiyâcı karşılıyor mu?
V- ... Câhiller için, Evet... Yeni yetişenler için, Hayır!
İ- Acaba bu uğurdaki çalışmalar, bize yakın bir târihte arzuladığımız sonucu verebilecek mi?
V- ... Hulus-i kâlple bu mesele-yi mühimin üzerine eğilinmiş vaziyettedir. Kısa zamanda matlup hâsıl olacaktır.
İ- Bu eğilenler şahıs mıdır, yoksa kurum mu?
V- ... Diyânet İşleri'nde kurulan bir heyet-i ilmiye, selâhiyetli ehl-i hâl bu hususta kâfi ve vâfidir.
İ- Efendim, bundan evvelki Diyânet İşleri Reisi'nin bir beyânatı vardı. Bu beyânatında, "Kur'an'ın Türkçe olamıyacağını,
dinimize aykırı olduğunu" söylüyordu. "Onun için de mekteplerde Arapça tedrisat yapılması şarttır," diyordu.
V- ... İnsanlar umumiyetle uzun tecrübeler neticesinde edindikleri itiyatlardan kurtulamazlar. Kendisi medresesinin odasından çıkıp,
toprağa ayak basmamış vaziyetteydi. (10)
İ- Evet, efendim. Nedim Bey'in bir suali var. "Miskinlik, tembellik nedir?" diyor.
V- ... KUVVE-İ FİZİKÎYENİN PASLATILMASIDIR.
İ- Efendim, birinin Ruhlar Âlemi'ne intikâlinden sonra, bilgisi, Dünyâ'da elde ettiği bilgiden farklı mıdır, değil midir? Farklıysa, ilâve mi oluyor?
V- Fenâ'da "bilgi" diye sınırlandırdığınız; esas uçsuz bucaksız bir ummanın yanında, Bahr-i Lût kadar bulunan birşeydir. Fenâ'dan Ukbâ'ya göç eden ve zarfından sıyrılan Ruh, bilgi ummanında nasibini, yüzme bilme derecesine göre alır. Çok yüzme bilenler, ummanın her tarafına yüzebilirler. Az kaabiliyeti olanlar, kıyıdan biraz öteye gidemezler.
İ- Bu misâlinizdeki "yüzme bilme" neye bağlıdır, üstâdım? Kaabiliyete mi bağlı?
V- İlâhî Sunuş'a bağlıdır. O yüzden Kitâb-ı Mukaddes'te, "Zenginliği istediğime, ilme isteyene veririm," buyrulmuştur. (11)
İ- Efendim, "Âhenk nedir?" diye bir sual soruyorlar.
M- ... "Çeşitli yönlerden izâhı yapılabilir bir mefhum... hangi yönden soruyor?" diyor.
İ- Felsefî mânâsıyla rica ediyoruz.
V- FENÂ İLE UKBÂ ARASINDA BİR TERÂZİ İBRESİDİR.
İ- Çok güzel!.. Müziğin Ruh üzerindeki tesirlerinin sebebi nedir?
V- Ruhla resim ve müziğin alâkası yoktur. Bu söylediğinizin tesiri bünye üzerinedir. Zirâ Ruh hasta olmaz, bünye hasta olur.
İ- Şimdi muhterem üstâdım, bu rûhî müziğin Ruh üzerine tesiri oluyor. Meselâ, bâzı hastalar müzikle tedâvi ediliyor. Bu nasıl oluyor?
V- Kalkmışsınız, mâhiyetini tamâmen bilmediğiniz şeylerden enfüsî hükümler vermektesiniz.
Ruh ayrı, bünyenin hayâtiyetini devam ettiren Can ayrıdır. Bunlar bir yumurtanın içinde sarıyla ak gibidir.
Canın hayâtiyet verdiği bünye hasta olur. Ruh asla hasta olmaz!
İ- Peki, "rûhî bozukluklar" diyoruz. Bunlar nedir?
V- İlmî bir galattır.
İ- Doğru... Efendim, din bakımından lâikliği kabul ediyor musunuz?
V- Lâikliği kabul etmemek, dinin aklî olmadığını kabul etmemek, demektir. (4) Dinimizin en büyük hususiyetlerinden birisi, bu değil midir?
İ- İbâdetin şeklinde bir reform düşünülebilir mi?
V- ... Kitap, Sünnet, İcmâ-yı Ümmet, Kıyâs-ı Fükeha'nın muhassalası olan Mecelle; "Ezmânın tegayyuru, ahkâmın tegayyurunu icâbettirir" demiştir. (5)
İ- Şimdi Medyum'umuzdan rica ediyorum, Daha rahat olarak verin.
V- Sofranıza konup ta lezzetle yediğiniz balın, ne kadar emeğin mahsûlü olduğunu hiç düşündünüz mü?
İ- Evet, efendim, biliyorum. Bu son cümleyi bir daha lûtfedin.
V- Kitap, Sünnet, İcmâ-yı Ümmet, Kıyâs-ı Fükeha'nın muhassalası olan Mecelle; "Esmânın tegayyuru, ahkâmın tegayyurunu icâbettirir" demiştir... Zamanların değişmesiyle hükümlerde de değişiklik yapılır.
İ- Memleketimizde bu reform yapılacak mı? (6)
V- Bizler hep teker teker kendimizden mes'ûlüz. Bütün bir milletin arzusunu öğrenmemize imkân yoktur.
İ- Nedim Bey soruyorlar: İçtihat kapısının tekrar açılması mümkün olacak mı? (7)
V- Dil-Târih Fakültesi'nin duvarındaki anahtar kâfi değil mi?.. İdrak sahanız çok kıt!.. "EN HAKİKİ MÜRŞİD"den kasıt İLİM değil midir? Dil-Târih Fakültesi'nin üzerindeki cümle şeklindeki anahtar kâfi değil midir?..
İ- Yavuz Bey diyorlar ki, "Hıristiyan Âlemi'ndeki medeniyet niçin İslâm Âlemi'ndeki medeniyetten ileridir?"
V- BİRİSİ, İSLÂM'IN YAKTIĞI MÜSBET IŞIĞI, DİNİNİ DEĞİŞTİRMEDEN ELE GEÇİRMİŞ!..
İ- Daha sarih olarak...
V- Biz bir pandomim oynatıyoruz zannediyor!.. Başka şeylerle meşgûl oluyorsunuz! Zamanı israf ediyorsunuz!
Dînen haramdır! Ondan sonra "anlıyamadım" diyorsunuz!
İ- Efendim, başka şeylerle meşgûl olmuyoruz. Daha iyi tesbit edebilmek için uğraşıyoruz.
V- Deminki sorduğunuz sualin cevâbı, daha tafsilâtlı olarak Lâhur Neşr-i İslâm Cemiyeti Reisi Muhammed Bâbür Han'ın yazdığı İSLÂM adlı kitabın ikinci cildinde tafsilâtıyla belirtilmiştir. (8)
İ- Yavuz Bey diyorlar ki,"Hıristiyan Âlemi bu ışığı yakmasını biliyor da, niçin İslâm Âlemi bu ışığı söndürüyor?"
V- Hıristiyan Âlemi'nin en büyük muvaffakiyeti, dini bir ticâret metâhı hâline getirenlerin maskelerini kısa zamanda indirmeleridir. İslâm'da hâlâ kitleleri ve idâre edenler bu basireti ve muvaffakiyeti gösteremediler. Ol mâhiler derya içredir, deryâyı bilmezler!.. Siz bir kırık kağnıyla teyyâreyle yarışa çıkıyorsunuz.
İ- .... Şimdi efendim, soracağımız bâzı sualler var. Ancak siz "selâhiyetsizim" dediğiniz için onlara gidemiyoruz. O bakımdan duruyoruz.
İslâm Âlemi bu Garb Medeniyeti'ne yaklaşması için ne yapması lâzımdır? (9)
V- Efendi oğlum, havanda su dövüyorsunuz... Başlangıçta söylemiştim, anahtar elinizdedir. İLİM, İLİM, İLİM... ve İMÂN...
İmân temelleri üzerine dayanmayan ilim, müsbet semere veremez!.. EVVELÂ İMÂN, ONDAN SONRA İLİM!..
İ- Şu halde memleketimizin gelişmesi için evvelâ Kur'an'ın Türkçeleşmesi, ibâdetin Türkçeleşmesi, reform yapılması, ondan sonra ilim... Öyle değil mi, efendim?
V- EVVELÂ MEFKÛRE, ONDAN SONRA İLİM!...
İ- Bize nasihatleriniz var mı, efendim?
V- Neye yarar ki???
İ- Lûtfedin, efendim. Hiç olmazsa, ders almış oluruz. Elimizden geldiği kadar yapmaya çalışırız.
V- Öğüdümü tamâmen anlamadan Fenâ'dan ayrılmayın!
İ- Anlaşılmıyor.
V- İLERİYİ, YOLUNUZU AYDINLATMAK İÇİN FAZİLETTEN DAHA BÜYÜK IŞIK OLAMAZ.
İ- Nedim Bey soruyorlar: Mistik ile ilim bağdaşabilir mi?
V- Yanlış soruyorlar. Ya "mistikle âlim", ya da "mistisizmle ilim" demesi lâzım.
İ- Peki, öyleyse, düzelterek soralım: Mistisizmle ilim bağdaşabilir mi?
V- Mistisizm, ilim mevzuu olabilir ama, gâyesi olamaz.
İ- Nedim Bey, "Her büyük keşfin içinde bir miktar mistisizm yok mudur?" diyorlar.
V- Hayır! Her büyük keşfin temeli, hakikat aşkıdır.
İ- Nedim Bey, "MİSTİSİZM nedir? Bize bir târifini yapar mısınız?" diye soruyorlar.
V- MESKENETİN, RUHİYAT ÇERÇEVESİ İÇİNDE FİİLİYÂTA İNTİKÂLİDİR.
İ- Muhterem üstâdım, bize bir de FAZİLET'in târifini yapar mısınız?
M- .... Alamıyorum... RUHUN İNSANLIK NÛRUYLA YIKANIP AYDINLANMASI.
İ- Üstâdım, çile nedir?
V- LEVH-İ MAHFUZ yazılarının Fenâ'da tecellisidir.
İ- Nedim Bey soruyorlar: "İnsanlık Nûru"ndan murad nedir?
V- Bütün mukaddes kitapların müştereken birleştikleri noktaların küllüdür.
İ- Bâzı arkadaşlarınızın şahsî sualleri var. Müsaadenizle onları soralım.
(şahsî suallerden sonra)
Muhterem üstâdım, benim için birşey söylemek ister misiniz?
V- Çok kısa... Akıllı, iyi ol!.. Nasihatım çok kısa... Akıllı, iyi ol!..
İ- Medyum'umuz için birşey söylemek ister misiniz?
M- ... "Fenâ'da kendisine söylediklerimi hatırlasın," diyor...
İ- Peki, efendim. Müsaadenizle ayrılalım. Medyum'umuz yoruldu.
M- ... "Evet," diyor... Gitti!..
İ- Öyleyse, aşağı doğru ininiz... İniyor musunuz?
M- Evet.

Önce, gelen Muhterem Varlığı tanımakla işe başlıyalım.

(1) AHMED HAMDİ AKSEKİ, son dönem İslâm âlimlerindendir. Diyânet İşleri Başkanlığı'na getirilen üçüncü şahıstır... Saltanat, Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemlerini görüp yaşadı. Görevde bulunduğu zamanlar dâhil, Kur'an-ı Kerim'in Türkçe tercümesi ile namaz kılınması yönündeki görüşlere şiddetle karşı çıktı. Batı emperyalizmine yol açacak tarzdaki Batıcılık ve milliyetçilik akımlarına karşı mücâdele verdi.

Ahmed Hamdi, 1887 yılında Akseki'ye bağlı Güzelsu (Sülles) nâhiyesinde doğdu. Câmi imamı olan Mahmud Efendi ile Hatice Hanım'ın oğludur. Küçük yaşta Kur'an-ı Kerim'i okumaya ve nâhiyede bulunan medresede eğitim görmeye başladı. 14 yaşına gelince, babası tarafından Ödemiş'e götürüldü ve burada bulunan Karamanlı Süleyman Efendi Medresesi'ne devâm etmeye başladı. Arapça, Farsça, akaid, tefsir, fıkıh ve hadis gibi temel İslâmi ilimlerin derslerini almaya başladı... Buradan anlıyoruz ki, küçük bir nâhiye (bucak) olan Akseki'de medrese varmış, yâni üniversite... Ödemişte'de... Yabancı dil de öğretiyormuş... Yâni, Cumhuriyet öncesi halkımız öyle iddia edildiği kadar okuma-yazmadan uzak değilmiş!..

Ahmed Hamdi, 1905 yılında İstanbul'a geldi. 1914 yılında Fâtih dersiamlarından olan Bayındırlı Mehmed Şükrü Efendi'den icâzet aldı. Bu arada tanınmış âlimlerden muhtelif dersler aldı. İstiklâl Şâirimiz Mehmed Âkif'ten de özellikle "Muallâka-i Seb'a" olmak üzere Arap Edebiyâtı ile alâkalı dersler aldı. Bu arada Dârülhilâfet-il Aliyye Medresesi'nden mezun oldu. Akabinde Medreset-ül Mütehassisin'e girerek Felsefe, Kelâm, Hikmet-i İlâhiyye şubesinden birincilikle mezun oldu. Girdiği imtihanı da kazanarak dersiam ünvânını aldı.

Ahmed Hamdi, bir taraftan öğrenim hayâtına devâm ederken, diğer taraftan da yazılar yazmaya başladı. Bir ara Sebilürreşad'ın Bulgaristan ve Romanya muhabirliğini de yaptı. Bu arada Bulgaristan'ı dolaşarak buradaki insanların dinî açıdan aydınlanmalarına katkı sağlamaya çalıştı. İzlenimlerini "Bulgaristan Mektupları" adı altında, dergide neşretti. Heybeliada'daki mektepte, din felsefesi ve ahlâk derslerinde hocalık vazifesinde bulundu. 1916-18 yıllarında İstanbul'da muhtelif câmilerde kürsü şeyhliklerinde bulundu. Daha sonra iki ayrı medreseye önce târih felsefesi, daha sonra ilm-i nefs (psikoloji) müderrisi olarak tâyin edildi.

Ahmed Hamdi, Millî Mücâdele boyunca Anadolu'nun muhtelif yerlerini dolaştı. Vaaz ve konferanslarıyla Kuva-yı Milliye hareketini destekledi. 1924 yılında İlâhiyat Fakültesi hadis ve hadis târihi müderrisliğine atandı. Daha sonra Rıfat Börekçi'nin teklifi ile Diyânet İşleri Başkanlığı Müşâvere (Danışma) Heyeti'ne üye olarak tâyin edildi. Tarikat-ı Salâhiyye Cemiyeti'ne üye olduğu iddiasıyla 1925 yılında Ankara İstiklâl Mahkemesi'nde yargılandı. Mahkemede suçsuz bulunarak beraat etti. 1939 yılında Diyânet İşleri Başkan Yardımcılığı'na atandı. Bu görevini sürdürürken, 1947 yılında Şerâfettin Yaltkaya'nın vefâtı üzerine de Başkanlığı'na getirildi.

Ahmed Hamdi Akseki, dört yıl sürdürdüğü görevi devâm ederken, 9 Ocak 1951 târihinde görevi başında Hakk'ın rahmetine kavuştu. Nâşı Cebeci Asrî Mezarlığı'na defnedildi.

Ahmed Hamdi Akseki , Arapça, Farsça ve İngilizce dillerini bilen, son derece zeki, ileri görüşlü ve zamanın gelişmelerini tâkip eden, kendini yenileyebilen bir din âlimidir. Yazarlık hayâtına Sırât-ı Müstakim ve Sebilürreşad ekibi içinde yer alarak başladı. Osmanlı toplumunun geçirmekte olduğu kültürel değişiklikler üzerinde durdu. Yazılarında Batılılaşma ve din konularını işledi. Modernleşmeye taraftar olmakla berâber, mutlak Batılılaşma'ya karşı çıktı. İslâm dininin yeniliklere ve bilime açık olduğunu savundu.

Akseki, üç devri yaşamış olmakla berâber, hizmetlerini daha çok Cumhuriyet döneminde gerçekleştirdi. Özellikle Cumhuriyet'in ilk yıllarında "Türkçe ibâdet"e karşı çıktı. Kur'an-ı Kerim'in Türkçe tercümesi ile namaz kılınması yönündeki talepleri reddetti. Müşâvere Heyeti âzâlığı sırasında cereyan eden bu tartışmalar karşısında kendinden tâviz vermedi. Diyânet İşleri Başkanı olan Şerâfettin Yaltkaya'nın isteğinin aksine, söz konusu arzunun dinî ve ilmî hiçbir dayanağının olmadığını hazırladığı raporla öne sürdü.

Ahmed Hamdi Akseki ile Said-i Kürdî arasında samimi ve dostâne bir münâsebetin özellikle 1947 yılından itibâren arttığı öne sürülür... Gerek Said-i Kürdî'ye, gerekse Risâle-i Nurlar'a yakın alâka gösterdiği iddia edilen Akseki, Başkanlığı döneminde beş-altı kez ısrarla Risâle-i Nurlar'ın kendisine gönderilmesini istediği, kerâmeti kendinden menkûl Said-i Kürdî tarafından iddia edilir. (Emirdağ Lâhikası, sf. 256) ... Bizce palavradan ibârettir.

Eserleri
Rûh ve Bekâ-yı Rûh
Dini Dersler
Yavrularımıza Din Dersleri
İslâm Dini Fıtridir
Garanik Meselesi
Mezâhibin Telfikı
Çocuklara Armağan
İslâmda İktisat ve Tasarruf
Tayyare ve Kuvvet
Ahlâk Dersleri
Askere Din Dersleri
Köylüye Din Dersleri
Vel Asr Sûresi'nin Tefsiri
Peygamberimiz Hz. Muhammed ve Müslümanlık
Peygamberimizin Vecizeleri
Yeni Hutbelerim
İslâm Dini
İslâm Fıtri, Tabii ve Umumî Bir Dindir
İmam Gazâli'nin Ruh Nazariyesi
İmân ve İrâde Kudreti
Tâcu'l-arus Tercümesi
İslâmda Ahlâkın Mâhiyeti
Medenî Dünyânın Dine Dönüşü
İrâde-i Cüz'iyye
Akaid-i İslâmiye
İbn-i Sîna Felsefesi
Namaz Sûrelerinin Türkçe Tercüme ve Tefsiri (Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, 18. Baskı, 2006)

Görüldüğü gibi çok bilgili ve çok üretken bir zat... Resimde sakalı beyaz ama, Medyum kendisini Öbür Âlem'de siyah sakallı görüyor.... Biz bu verilenlerin, dile getirilen hususların içinden nasıl çıkacağız?.. Başlayalım, bakalım.

(2) Önce "bulamayız" zannettik ama, Ahmed Hamdi Akseki'nin kızı Nâciye , aslında mütercim imiş. kitap çevirieri yaparmış. 1921 doğumlu imiş, evlenmiş Öncül soyadını almış ve 22 Ocak 2015'te vefat etmiş... Dil Târih Coğrafya Fakültesi'nin İngiliz Dili ve Edebiyâtı Bölümü'nü bitirmiş, iyi İngilizce bilirmiş... Yâni Varlığın "Târih ve Coğrafya Fakültesi'nden öğrenin," demesi bizi doğru yöne sevketti... Yalnız hangi vazifesini yapmamış, onu tesbit edemedik... Hem kendisine, hem de babasına ALLAH rahmet eylesin.

(8) Lâhur Neşr- i İslâm Cemiyeti var... Ancak Reisi Muhammed Bâbür Han'ı tesbit edemedik. İSLÂM adlı kitabı var mı, bilemeyiz.

Bizim mutad uygulamamız, Celse'de geçen adları, yerleri tesbit etmek, az kullanılan kelimelerin mânâlarını vermek; fakat Varlığın tebliği ve açıklamalarını inceleme görevini okurlara bırakmak idi. Meselâ, MİSTİSİZM sorulmuş. Bir cevap verilmiş. Bu konuda düşünmek ve araştırmak okuyana düşer, diyoruz.

Ancak bu Celse'de, aradan 55 yıl geçmesine rağmen , hâlâ aynı şiddette tartışılan bâzı hususlardan bahsedilmiş ki, üzerinde durmak, hatta kendi fikrimizi de eklemek ihtiyâcını hissettik. Katılırsınız, katılmazsınız, ayrı mesele... Ama itirazlarınızı ve kendi değerlendirmelerinizi de yazarsanız, ekleriz.

(3) "Kur'an'ın Türkçeleşmesi" ile başlayalım... Celse İdârecisi, sanki 1960'larda piyasada hiç Türkçe Kur'an meâli yokmuş gibi bir soru sormuş. Belki de kastı Arapça Kur'an'ın tamâmen ortadan kalkıp, sırf Türkçe Kur'an okunması idi... Bu, tabii ki, son derece yanlış bir görüş ve yaklaşım olurdu meseleye!..

Çünkü önümüzde bir örnek var... Tevrat'ın ve İncil'in aslı yok ortalarda. Hiç olmadı. Zirâ indikleri dönemlerde yazıya geçmediler. Sonradan yazılanlar ise indiği dilde bile olmadı. Ardından her ülkenin kendi diline, hem de defalarca farklı olarak çevrildiler. Ve ortalığa birbirinden farklı pek çok İncil çıktı. Bu sefer toplanıp hangilerini makbûl sayacaklarını, hangilerini ise reddedeceklerini kararlaştırdılar!..

Kur'an-ı Kerim'e gelince, şu anda dahi piyasada yeni yapılmış 40 ayrı Türkçe Kur'an Meâli var... Böyle olması da iyi. Çünkü her âyetin üzerinde derinlemesine düşünmeyi sağlıyor. Ama bu meâllerin hiçbiri Hz. Muhammed'e inen Kur'an'ın kendisi değil. Bunlar, kişilerin kendi idrak ve bilgilerine göre yaptıkları, Asıl Kur'an'ın tercümesi!.. İslâm'ı anlamak için, Üstâd'ın dediği gibi, "şer'an ve aklen zarûrîdir"ler... Ama Kur'an'ın Arapça aslı, bugün, yarın ve gelecek asırlarda yeni tercümeler, meâller yapılabilmesi için varlığını korumalı, baş köşede durmalıdır.

Mevcut tercümeler, meâller ihtiyâcı karşılıyor mu?.. Bizce tefsirlerle berâber elbet karşılıyor. Kur'an Tefsirleri'nin en başında rahmetli ATATÜRK'ün "millet dinini öğrensin" diye Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır 'a yaptırdığı, 10.000 adet bastırıp 8.000'ini o dönemin imamlarına ücretsiz dağıttırdığı, 9 ciltlik muazzam "Hak Dini Kur'an Dili" gelir... Bu vesile ile, belirtelim, "dinsiz" diye adı karalanmak istenen ATATÜRK'ün bu büyük hizmetini, ondan önce de, sonra da hiçbir devlet adamı yapmamıştır!.. Eski Diyânet İşleri Başkanı Prof. Dr. Süleyman Ateş'in 6 ciltlik tefsiri , sonra Prof. Dr. Bayraktar Bayraklı'nın 21 ciltlik tefsiri gelir. Mustafa İslamoğlu'nun tefsiri de son derece değerlidir. Biz hem bunlardan, hem de 2 ciltlik Mevakib Tefsiri'nden yararlanıyoruz.

Özetlemek gerekirse, Kur'an'ın Türkçe meâli vardır, ama maalesef okuyanı yoktur!.. Problem Kur'an'ın Arapçası'nda değil; beşerin akılsızcasında ve tembelcesindedir!

Yalnız hakkını yemeyelim, Celse İdârecisi'nin sorusunun temelinde yatan bir gerçek var... Hem o târihlerde Atatürk'e yaranmak için, hem de 1990'larda "dinlerarası diyalog" safsatası çerçevesinde yayınlanan bâzı artniyetli, çarpıtılmış Kur'an tercümeleri vardır. Bâzıları İsmail Hakkı Baltacıoğlu'nunki gibi dini anlaşılmaz, karmaşık bir hâle getirir. Aralarında Arapça'dan değil de, Fransızca'dan yapılmış yanlış tercümeler dahi vardır. Bu yüzden İdâreci'nin "mevcut tercüme tefsirler ihtiyâcı karşılıyor mu?" sorusu yerindedir. Her tercüme ve tefsir beşer ürünü olduğu için de, eleştiriye ve fikir münâkaşalarına açıktır.

(4) İdâreci, "Din bakımından lâikliği kabul ediyor musunuz?" diye soruyor, Üstad da, "Lâikliği kabul etmemek, dinin aklî olmadığını kabul etmemek, demektir. Dinimizin en büyük hususiyetlerinden birisi, bu (aklî olması) değil midir?" diye cevap veriyor!.. Bu cevâba en çok lâikçiler şaşırmıştır!.. Çünkü onlar lâikliği dine, şeriata karşı bir kavram olarak alıyorlar. Halbuki Üstat, lâikliği dinin bir hususiyeti, aklın bir icâbı olarak gösteriyor! Son derece haklıdır.

Türkiye'de en çok tartışılan konuların başında lâiklik gelir. Neden biliyor musunuz? Çünkü rahmetli ATATÜRK'ün lâiklik anlayışı unutulmuş, İsmet Paşa uygulaması sürüp gitmiştir.

Nedir ATATÜRK'ün lâiklik anlayışı?.. Biz sağı-solu taradık, ATATÜRK'ün yazdıklarını, söylediklerini inceledik, inanılmaz ama, 1923'le 1938 arasında içinde "lâiklik" geçen sâdece 7 yerde 9 cümlesini bulabildik.... Veriyoruz:

1. "TBMM VE ONUN ANAYASASI, FERTLERİN DİNİNİ TANIMAKTA, ONLARA SERBESTÇE İBÂDET HAKKINI VERMEKTEDİR. İŞTE BUNUN İÇİN LÂİKLİĞİ, YÂNİ DİN İLE DÜNYA İŞLERİNİN BİRBİRİNDEN AYRILMASINI İSTEDİK."

Bu zâten İslâm gereğidir. "Dinde zorlama yoktur." (Bakara Sûresi, 256. Âyet) Ne Selçuklular, ne de Osmanlılar, gayrımüslimlerin dinlerine ibâdetlerine karışmamışlardır. Müslümanın lâik olmasına gerek yoktur, çünkü İSLÂM zâten lâikliğin getirdiği söylenen din ve inanç serbestliğini kendi temel hükmü olarak sağlamaktadır. Onlar da Devlet işlerini teb'anın dinî inançlarından, uygulamalarından ayrı tutmuşlardır.

2-3. "CUMHURİYET'in ilânından sonra da, yeni TEŞKİLÂT-I ESÂSİYE KANUNU yapılırken, 'lâik hükûmet' tâbirinden
'dinsiz' mânâsı çıkarmaya mütemâyil olanlara fırsat vermemek maksadıyla, kanunun ikinci maddesini
bimânâ kılan bir tâbirin ithâline müsâmaha olunmuştur... Bu tâbirat inkılâb ve Cumhuriyet'in o zaman için
beis görmediği tâvizlerdir. Millet, Teşkilât-ı Esâsiye Kanunu'muzdan lâiklik ile bağdaşmayan bu zevâidi
ilk münâsip zamanda kaldırmalıdır."
(NUTUK, 1927, CHP Grup Toplantısı)

Burada kastedilen "Devlet'in dini İslâm'dır" maddesidir. Daha sonra kaldırılmıştır. Kaldırılma sebebini de rahmetli ATATÜRK bir başka konuşmasında şöyle açıklar:

- "ECNEBİLERİN EN ÇOK KORKTUKLARI, dehşetle ürktükleri İSLÂMCILIK siyâsetinin AÇIKÇA İFÂDESİNDEN,
mümkün olduğu kadar UZAK DURMAYA KENDİMİZİ MECBUR GÖRDÜK!.. Fakat MADDÎ ve MÂNEVÎ KUVVETLER karşısında, HIRİSTİYAN POLİTİKASI'nın en şiddetli hırslarla HAÇLILAR SAVAŞI YAPMASINA KARŞI, BİZE YARDIMCI OLACAK KUVVETLERİ DÜŞÜNMEK ZORUNLULUĞU da TABİİ İDİ!.."

- "ELBETTE SELÂMET ve NECAT İÇİN TEK KAYNAK İSLÂMLIK ÂLEMİ'nin KUVVETLERİ OLMUŞTUR!..
İSLÂMLIK ÂLEMİ bir çok noktalardan MİLLETİMİZLE, DEVLETİMİZİN GELECEĞİ İLE YAKINDAN İLGİLİDİR!.."
(24.4.1920)

Yâni, rahmetli ATATÜRK tâ o günlerde Hıristiyan Batı Âlemi'deki bitmek tükenmek bilmeyen "islamafobi"yi sezmiş, tedbirini almış, İSLÂM yönünü sonuna kadar örtülü tutmuş, hatta Batılılar'a benzeme çabası sayılacak şapka gibi eylemlere dahi girmişti.

4-5. "LÂİKLİK ESASINDA ISRAR EDİYORUZ... ÇÜNKÜ MİLLİ İRÂDE'NİN İNSANLIĞA MAL OLMUŞ DEĞERLERİN
BELKİ DE EN KUTSAL OLANI DİN HÜRRİYETİ, ANCAK LÂİKLİK ESASINA BAĞLANMAKLA KORUNABİLİR.

6. "LÂİKLİK YALNIZ DİN VE DÜNYA İŞLERİNİN AYRILMASI DEĞİLDİR...
BÜTÜN YURTTAŞLARIN VİCDAN, İBÂDET VE DİN HÜRRİYETİNİ TEKÂFÜL ETMEK DEMEKTİR."

Yukarda belirttik, Devlet'in bütün yurttaşların vicdan, din ve ibâdet hürriyetinin sorumluluğunu üstlenmesi, İSLÂM gereğidir. Çünkü onlar ALLAH'ın garantisi ile kutsallaşmıştır.

7. "MEMNUNİYETLE GÖRÜYORUM Kİ, LÂİKLİK ESÂSINDA ) BERABERİZ.
ZÂTEN BENİM SİYÂSÎ HAYATTA BİR TARAFLI OLARAK DÂİMA ARADIĞIM VE ARAYACAĞIM TEMEL BUDUR...

8, "LÂİK CUMHURİYET ESÂSI DÂHİLİNDE FIRKA'NIN HER NEVİ SİYÂSİ FAALİYET VE CEREYANLARININ
BİR ENGELE UĞRAMIYACAĞINA İNANABİLİRSİNİZ, EFENDİM."

(Serbest Fırka’yı kuran FETHİ OKYAR'a yazdığı mektuptan)

ATATÜRK'ün "berâberiz" dediği husus SİYASETE MEZHEP VE TARİKAT KARIŞTIRMAMAK idi. Parti, bu kurala uymadığı, dini siyâsete âlet ettiği için 3 ay sonra kapatıldı.

9. - "TÜRK DEVLETİ LÂİKTİR. HER REŞİT DİNİNİ İNTİHAPTA SERBESTTİR."
(Medenî Bilgiler, el yazısı. Bu esas Medenî Kanun'a 266. Madde olarak girmiştir.)

Yukarda da ifâde ettiğimiz gibi bu husus, "Dinde zorlama yoktur" (Bakara Sûresi, 256. Âyet) hükmü mucibince İSLÂM'ın gereğidir.

Yalnız burada dikkat edilmesi gereken bir nokta var... ATATÜRK kalkmış ta, TÜRK MİLLETİ'ni mi kastederek, "Ey millet, herkes dinini seçmekte serbesttir" diyor?.. Hayır!.. Rahmetli ATATÜRK bu ve benzeri cümleler ile TÜRKİYE'nin ve MÜSLÜMANLAR'ın düşmanı, Hıristiyan Batı Dünyâsı'na mesaj veriyor: "Biz gayrımüslimlere baskı yapmıyoruz" diye!.. ATATÜRK bu mesajını şu ifâdelerinin üzerine binâ eder:

- "HİÇ BİR MİLLET, (MÜSLÜMAN OLAN) MİLLETİMİZDEN DAHA ÇOK YABANCI UNSURLARIN
İNANÇ VE ÂDETLERİNE HOŞGÖRÜ GÖSTERMEMİŞTİR!"

- "HATTA BAŞKA DİNLERE MENSUP OLANLARIN DİNİNE HOŞGÖRÜ GÖSTEREN
YEGÂNE MİLLETİN, (MÜSLÜMAN) TÜRK MİLLETİ OLDUĞU İLERİ SÜRÜLEBİLİR!.."
(28.12.1920)

Şu halde ATATÜRKÇÜ LÂİKLİK ANLAYIŞI'nın birinci özelliği bu belirttiğimiz "dışa dönük" yönüdür.

İkinci, "içe dönük" yüzü de şöyledir:

- "BİZ DİN İŞLERİNİ, DEVLET VE MİLLET İŞLERİ İLE KARIŞTIRMAMAYA ÇALIŞIYORUZ.
TAASSUPKÂR HAREKETLERDEN SAKINIYORUZ.
DİN VE MEZHEP HERKESİN KENDİ VİCDÂNINA KALMIŞ BİR İŞTİR...
VE HİÇ BİR ZAMAN POLİTİKAYA ÂLET OLARAK KULLANILAMAZ!"

- "TÜRKİYE CUMHURİYETİ'NDE BİR DİNİN (HER DİNİN) MERASİMİ DE SERBESTTİR...
YÂNİ ÂYİN HÜRRİYETİ MASUNDUR. TABİATİYLE ÂYİNLER ÂSÂYİŞ VE UMUMÎ ÂDÂBA
MUGAYYIR OLAMAZ... SİYÂSÎ NÜMÂYİŞ ŞEKLİNDE OLAMAZ!.."

Yâni, içerdeki lâiklik yobazlığa karşı; müslümanlığa, İSLÂM'a değil!.. Çünkü dinin siyâsete, menfaate âlet edilmesi en başta İSLÂM'a aykırıdır. Müslümanların geri kalması, Hıristiyanlar'ın ileri gitmesinin sebeplerinden ikisi; Varlığın da belirttiği gibi, BİRİSİ, İSLÂM'IN YAKTIĞI MÜSBET IŞIĞI, DİNİNİ DEĞİŞTİRMEDEN ELE GEÇİRMİŞ!.. olmaları ve "Hıristiyan Âlemi'nin en büyük muvaffakiyeti, dini bir ticâret metâhı hâline getirenlerin maskelerini kısa zamanda indirmeleridir. İslâm'da hâlâ kitleleri idâre edenler bu basireti ve muvaffakiyeti göstereme"miş olmalarıdır. Üçüncüsü de tabii ki, EMPERYALİZM'dir. Yâni, başka milletlerin kaynaklarını sömürmek, halklarını köleleştirmektir ki, bunu İSLÂM devletleri hiçbir zaman yapmamıştır.

Yâni, ATATÜRK, İSLÂM'da meknuz olan din ve vicdan hürriyetini, yobazlığa imkân tanımayan yönünü almış, Batı'nın "lâiklik" kavramına monte etmiştir!.. Ondan sonra uygulanan ve bugüne kadarki problemleri çıkaran "İsmet Paşa lâikliği" ile. ATATÜRK'ün anlayışı arasında zerre kadar benzerlik yoktur!. Üstat Ahmed Hamdi Akseki de, ATATÜK'ün icraatını tasdik etmiş "bu tarz lâiklik İSLÂM'a da, akla da uygundur," demiştir.

(10) Celsede Diyânet İşleri Reisleri'nden birinin "Arapça tedrisat" istediğinden bahsediliyor, Varlık ta "o medreseden çıkmazdı" diyor... Acaba kim?.. Bilemeyiz, ama Ömer Nasuhi Bilmen idi bahsedilen târihteki Reis... Acaba öyle mi dedi?.. Onu da bilmiyoruz. Bildiğimiz tek husus, Kur'an, Hadis Fıkıh, Kelâm gibi konuların incelenmesi isteniyorsa; tercüme, meâl ve tefsir çalışmalarının devâmı arzu ediliyorsa; Arapça okullarda, hem de çok iyi bir şekilde öğretilmelidir. Nasıl İngilizce, Fransızca, şimdilerde nerede kullanılacağı belli olmamasına rağmen, moda diye İspanyolca öğretiliyorsa; Çince de, Rusça da, Japonca da, Arapça da, Farsça da öğretilmeli!.. Ama elbette ki. tedrisat tümüyle Arapça yapılmamalıdır. İngilizce de yapılmamalıdır. Bu aralar pek moda olan "üniversitelerde İngilizce eğitim"in hiç gereği yoktur, yararı da yoktur. Başarılı olanı da yoktur. ODTÜ, Boğaziçi, Bilkent gibi bir kaç tânesi hâriç!. Onların başarısı ve gereği bile tartışılabilir. Yabancı dil öğretmek başka, yabancı dilde eğitim yapmak başkadır. İkincisi emperyalist tuzağı, emperyalizm aracıdır.

Aslında, buradaki kasıt dinî eğitim veren okullarda iyi Arapça öğretilmesidir... Sâdece Arapça mı?.. İSLÂM'ın da doğru-dürüst, iyi öğretilmesi gerekir. Hem de sâdece dinî eğitim veren okullarda, İmam-Hatip okullarında değil; bütün okullarda!.. Biz Müslüman olduğumuza göre, öyle olması gerekmez mi?..

Gerekir de, öyle yapılmıyor!.. Niye?... Çünkü Batılılar bizim İslâm'ı doğru-dürüst öğrenmemizi istemiyor!.. Onun için "Avrupa Birliği'ne uyum sağlıyacaksınız" diye "Din Dersleri" , "Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi Dersi" oldu ama, içinde "kültür"den ve hele "ahlâk"tan eser yok!.. TÜRK'e TÜRK KÜLTÜRÜ, MÜSLÜMAN'a MÜSLÜMAN KÜLTÜRÜ, TÜRK'e ve MÜSLÜMAN'a İSLÂM AHLÂKI gerekmez mi?.. Ne gezer???

Halbuki bakın, rahmetli ATATÜRK, Ahmed Hamdi Akseki'ye "Askere Din kitabı" diye bir eser yazdırmış, onu da askerliğini yapan erlere okutmuştur. "Köylüye Din Kitabı' yazdırmış, köy imamlarına dağıtmıştır... Bütün bunları İsmet Paşa kaldırdı, lâiklik, "lâ-dinleşme" , yâni dinsizleşme olarak uygulamaya geçti. Sonra başımıza yeraltında eğitim gören yobazlar üşüştü.

Şimdi buradan "İmam-Hatip Okulları"na geçebiliriz... Neden 1970'lerden beri Erbakan, Özal, Erdoğan, hatta Ecevit İmam-Hatip Okulları'na ağırlık verir?... Bu kadar çok imama ihtiyaç mı var?.. Yoo!.. Onlar da biliyor mezunların hepsinin imam olmıyacağını!.. Peki, niye daha fazla İmam-Hatip Okulu açılmasını istiyorlar?..

Çünkü sıradan okullarda doğru-dürüst din öğretilmiyor, İSLÂM öğretilmiyor!.. Millet te dinini öğrensin diye çocuğunu İmam-Hatip'e gönderiyor!.. Bu bir!.. İkincisi, "Avrupa Birliği" hülyâsına kapılmış olan politikacılar, (her partiden politikacılar) onların kurallarına uyup, okullarda doğrudan İSLÂM eğitimi yapamadıkları için, bunu "papaz okulları"ndan örnek alarak, İmam-Hatip Okulları'na taşıyorlar, Sözümona kitabına uyduruyorlar!...

Halbuki, rahmetli ATATÜRK, o "dinsiz" denilen ATATÜRK, bakın, ne demişti bu hususta:

- "BİZDE RUHBANLIK YOKTUR!..
Hepimiz müsâviyiz ve dinimizin ahkâmını mütesâviyen öğrenmeye mecbûruz!..
Her fert dinini, diyânetini, imânını öğrenmek için bir yere muhtaçtır
ve orası da MEKTEP'tir!.."
(31.1.1923)

Neymiş?... Sâdece hacı-hoca değil; herkes dinini, dinin ahkâmını, imânını öğrenmek mecbûriyetindeymiş!.. Ve nerede öğrenecekmiş?.. MEKTEP'te!..
Siz mektebe "din, imân" koymazsanız; siz ALLAH'a, PEYGAMBER'e, KUR'AN'a, ATATÜRK'e değil de; gavurlara uyar; okullardan dini, imânı kaldırırsanız; millet te çocuklarını İmam-Hatip'e gönderir!.. Hoş, şimdi istemese de çocuklar oraya gidiyor, çünkü Erdoğan ve AKP iktidârı her taraf İmam-Hatip Okulu yaptı!..

Halbuki Rahmetli ATATÜRK düşüncesini şu inanç silsilesi üzerine binâ etmiş ki, biz de aynen katılırız:

- "Biz TÜRK'üz!.. Her mânâsıyla TÜRK'üz!., İşte o kadar!.. Bize İYİ MÜSLÜMAN olmak yeter!.."

- "TÜRK MİLLETİ DAHA DİNDAR OLMALIDIR!.. Yâni, bütün sâdeliği ile DİNDAR olmalıdır...
DİNİME, bizzat HAKİKATE NASIL İNANIYORSAM, BUNA DA ÖYLE İNANIYORUM!.."

- "DİN LÜZUMLU BİR MÜESSESEDİR!.. DİNSİZ MİLLETLERİN DEVÂMINA İMKÂN YOKTUR!.."

- "ALLAH'a şükürler olsun, hepimiz MÜSLÜMAN'ız!.. Hepimiz İNANMIŞ kişileriz!.." (16.3.23)

- "Milletimiz DİN ve DİL gibi kuvvetli iki fazilete maliktir... Bu faziletleri hiç bir kuvvet
milletimizin kâlp ve vicdanından çekip alamamıştır ve alamaz!..

- "DİN vardır ve LÂZIMDIR!.. Temeli çok sağlam bir dinimiz var...
Malzeme iyi, fakat binâ asırlardır ihmâle uğramış!.."

- Bir DİYÂNET İŞLERİ RİYASETİ makamı vardır...
Bu makama merbut MÜFTÜ, HATİP, İMAM gibi vazifeli bir çok memurlar bulunmaktadır...
Ancak burada vazifeli olmayan bir çok insan da görüyorum ki, aynı kıyâfet iktibâsında devâm ediyorlar...
Bu gibiler içinde çok CÂHİL, hatta ÜMMİ olanlarına tesâdüf ettim...
Bilhassa bu gibi CÜHELÂ, bâzı yerlerde halkın mümessilleriymiş gibi onların önüne düşüyorlar.
Halkla doğrudan doğruya temâsa, âdeta mâni teşkil etmek sevdâsında bulunuyorlar!..
(30.8.1925)

İşte ATATÜRK, KUR'AN tercümesi ile, KUR'AN tefsiri ile, "Askere Din Kitabı" ile, "Köylüye Din Kitabı", "Yavrularımıza Din Dersleri" ile bu ihmâle uğramış binâyı tâmire, câhilleri eğitmeye çalışmış!.. Sonra Şeyh Sait İsyânı'ndan, Menemen Olayı'ndan tepesi atmış, olur olmaz işlere girmiş. Bir kısmına aşağıda değiniriz, ama sonunda aslına dönmüş ve şu vasiyette bulunmuş:

- "BÜTÜN DÜNYANIN MÜSLÜMANLARI,
ALLAH'IN SON PEYGAMBERİ HZ. MUHAMMED'İN (S.A.V.) GÖSTERDİĞİ YOLU TAKİP ETMELİ
VE VERDİĞİ TALİMATLARI TAM OLARAK TATBİK ETMELİ!..
TÜM MÜSLÜMANLAR HZ. MUHAMMED'İ ÖRNEK ALMALI VE KENDİSİ GİBİ HAREKET ETMELİ!..
İSLÂMİYET'İN HÜKÜMLERİNİ OLDUĞU GİBİ YERİNE GETİRMELİ!..
ZİRA ANCAK BU ŞEKİLDE İNSANLAR KURTULABİLİR VE KALKINABİLİR!"
(Ekim, 1938)

Biz de aynı inançtayız.

(5) "Ezmânın tegayyuru, ahkâmın tegayyurunu icâbettirir! ifâdesinin aslı, "Ezmanın tagayyürü ile ahkâmın tagayyürü inkâr olunamaz" şeklindedir. Mecelle'nin 39. Maddesi'dir... Zaman değişince, şartlar değişince, hükümler de değişir. Meselâ eskiden Arabistan'a, Çin'e aylarca süren bir yolculukla gidilebiliyordu, şimdi bu 6 saat içinde mümkün. Eskiden uzun seyyahatte olan kişi orucunu ertelerdi. Şimdi buna gerek yok. Ama "saat farkından etkilendim" derse, gene erteliyebilir...

Peki, MECELLE nedir? Mecelle, Ahmet Cevdet Paşa'nın (1822-1895) bir heyet ile hazırladığı, Dünya hukuk târihinin şaheserlerinden sayılan, İslâm Hukuku maddeleridir. Tamamlanmamıştır, tamamlanması günümüzün İslâm âlimlerinin boynuna borçtur. Ama tamamlanan kısımları bugün dahi, Hıristiyan Balkan ülkelerinde bile prensip olarak uygulanır. Maalesef lâikçiler yüzünden bizim Hukuk Fakülteleri'nde ne İslâm Hukuku, ne Mecelle okutulur. Yakınlarda Roma Hukuku dersini de kaldırdılar. Niye?.. Çünkü o bile hâlihâzır Hıristiyan Batı Hukuk Anlayışı'ndan ileriydi de, ondan!.. İlerde HAMURABİ'yi de devreden çıkarırlarsa, şaşmayın. Çünkü Hıristiyan Batı Hukuku onun bile kemiklerini sızlatıyor!..

MECELLE'nin dayandığı KİTAP (KUR'AN-I KERİM) , SÜNNET (PEYGAMBERİMİZ HZ. MUHAMMED'in sözleri ve davranışları) , İCMÂ-YI ÜMMET Müslümanlar'ın ileri gelenlerinin üzerinde anlaştıkları hüküm) , KIYÂS-I FÜKEHA (din âlimlerinin hükmü belirtilmemiş bir hususta, hükmü belirtilmiş hususlar ile kıyaslama yaparak verdikleri yeni hüküm) İSLÂM'da âlimlerin genel olarak dayandıkları temellerdir.

"Ol mâhiler derya içredir, deryâyı bilmezler" ifâdesi, "Balıklar denizin içindedirler ama, denizin ne olduğunu bilmezler" anlamındadır.

(6) İdâreci, "Memleketimizde bu dinî reform yapılacak mı?" diye soruyor... Bâzı aydınlarımız Hıristiyan Batı'daki Reform hareketlerinden etkilenerek İslâm ülkelerinde de böyle bir "reform" beklentisine girmişlerdir. Onu dile getiriyor.

Bir defa Hıristiyan Batı'daki "reform"un ne olduğunu anlamak lâzım. Bunun için "Martin Luther" adlı dini filmi seyretmek gerek... Orada dinin nasıl istismar edildiğini görebilecekleri gibi, bu yeni akımın nasıl yüzbinlerce cana kıyılmasına sebep olduğunu, ardından nasıl "Otuz Yıl Din Savaşları"nı getirdiğini anlayabileceklerdir. Kaldı ki, bu "reform" Hz. İsa'ya inmiş olan esasları da "deforme" etmiştir. Meselâ, fâiz mubah görülmüştür. Hıristiyan ülkelerin emperyalist, sömürgeci bir zihniyetle yayılmaları "reform"la hızlanmıştır.

İslâm için "dinde reform"a değil; "dinî anlayışta bir reform"a ihtiyaç vardır... Ve bu başka bir Celse'de dile getirilmiş husustur. Gerçekten de, İslâm'da neyi "reforme" edeceksiniz?.. İbâdetin şeklinde neyi "reforme" edeceksin?.. Hastaysan ayakta namaz kılamıyorsan, oturarak kıl. Oturamıyacak durumda isen yatarak kıl. Hareket edemiyorsan gözlerinle kıl. Su bulamıyorsan, toprakla, duvarı sıvazlıyarak teyemmüm et. Orucu bugün tutamıyorsan, haftaya tut... Bunların nesini "reforme" edeceksin?.. Haa, namazdaki KIYAM, RÜKÛ, SECDE'yi kastediyorsan; önce bunların mânâsının derinine in, sonra ağzını aç!.. I (elif), > (dal) ve (,) (mim) harflerinin ÂDEM yazdığını da mı görmüyorsun?..

Yine , değerli İslâm âlimi Faruk Beşer'in çok güzel bir sözü var. Diyor ki, "İslâm üzerine şimdiye kadar yazılmış kitapların % 90'ı yanlıştır." Oran değişebilir ama, sözün özü doğru... İslâmiyet'e bir sürü hurâfe, bir sürü İsrâiliyât, bir sürü Hıristiyan uydurması karışmış. Papaz büyüsü dâhil!.. Bunları ayıklamak, işte "reform" odur... Bu ayıklamayı yapanları yukarıda saydık. Yoksa İslâm'ın kendisinde reform olmaz!.. ALLAH'ın indirdiğini, değişmeden bize ulaştırdığı KUR'AN AHKÂMI'nı değiştirmek kimin haddine???

Yalnız şu husus var ki, hem ATATÜRK döneminde, hem de daha sonradan tartışılmıştır, hâlâ da tartışılıyor. Üstâd Akseki, hayatta iken şiddetle itiraz etmiş. Ama Âhıret'te İdâreci "Türkçe ibâdet"ten bahsedince, "önce mefkûre, sonra ilim" diye genel bir cevap veriyor, bir hoşnutsuzluk göstermiyor. MEFKÛRE, "ülkü, gâye, fikren tasavvur halindeki gâye, ideal" demek!.. Yâni insanın önce ibâdete fikren hazır olması, bunu fikren ve gönülden gâye edinmesi, sonra da bilgi sâhibi olması şart... Mâlûmdur, Atatürk döneminde bir "Türkçe ezan" denemesi olmuştu. Bunu İsmet Paşa 1941'de mecbûrî hâle getirdi, jandarma dipçiği ile köylerde bile uygulattı.

Rahmetli Yaşar Nuri Öztürk'ün, bizim de katıldığımız mantıklı bir değerlendirmesi ve bir eseri var bu konuda... Kısaca özetlemek gerekirse, "Ezan Türkçe olmaz" diyor. Çünkü ezan bütün müslümanlar için toplu ibâdete bir çağrıdır. Hepsinin bildiği bir dilde olması gerekir. Mantıklı!.. Ama "Arapça dua bilmeyenlerin öğreninceye kadar Türkçe ibâdet etmelerinde bir mahzur yoktur" diyor, bu Peygamber'in bile rıza gösterdiği bir husustur ki, o da mantıklı!.. Daha dün televizyonda bir sahne seyrettim. Bir din adamı, kendini hâfız diye tanıtan birine "bir sûre oku" dedi, adam Kevser Sûresi'ni okumaya başladı, ama onda bile "innâ ateynâ kel kevser" dedikten sonrasını hatırlıyamadı!... Hâfız geçineni böyle ise, sıradan namaz kılan eğitimli-eğitimsiz vatandaşın hâli nicedir, ALLAH bilir!..

Türkçe namaz kılmak böyle câiz iken, (zâten Aleviler'in ibâdeti hepten Türkçe'dir) karşımıza bir mesele çıkıyor. Kişi bu sefer Türkçe âyet meallerini ezberlemek, hiç değilse mânâsını aklında tutmak durumunda ki, Türkçe ibâdet edebilsin. Ama bizim insanımız okumasını sevmez!... Bırakın Türkçe âyeti, ezbere şiir bilen dahi azdır. Böyle olunca biz deriz ki, Arapça âyetleri ezberlemek; kafiyesiz, âhengsiz Türkçe tercümelerini ezberlemekten daha kolaydır. Bayraktar Bayraklı "4 yaşında Kur'an okumaya başladığını, 9 yaşında hâfız olduğunu" söyler. Yaşar Nuri de "3 yaşında okumaya başladığını, 7 yaşında hâfız olduğunu" anlatmıştı. Ben dahi dinlediğim Yasin gibi, Rahman gibi sûreleri duya duya ezberler oldum.

Yâni, samimi ibâdet etmek isteyen kimsenin bahâne bulmasına gerek yok, biraz gayret işi halleder!.. Ama tekrar edelim, "Ben gerçekten âyet ezberliyemiyorum" diyenler, Türkçesi ile ibâdet edebilir, mahzuru yoktur. Yeter ki, bâri Türkçe'sini öğrensin!.. Salât (namaz) zâten bir anlamıyla "dua" demektir.

(11) "Zenginliği istediğime, ilme isteyene veririm" ifâdesi Kudsî Hadis diye geçer. Yâni Peygamberimiz'nin dilinden dökülen, âyet olmamasına, Kur'an'da yer almamasına rağmen, ALLAH'ın sözü olarak kabul edilir. Kitâb-ı Mukaddes'te, aslında var mıydı, bilinmez.

(7) İÇTİHAD, "bir şer'î hükmü, şer'î delîlinden giderek yeni hüküm çıkarma hususunda, ilmî gayret sarfetmek" olarak ifade edilebilir. Yâni, duruma bakarak dinî hükümler çıkarmak... İÇTİHAD KAPISI'nın kapandığı iddiası, İslâm âlimi Gazâlî'ye âittir. Ondan sonra da çoğu İslâm âlimi tarafından öyle kabul edilmiştir. Ancak ALLAH'ın açtığı bir kapıyı kapatmak, hele Dünya durdukça kapalı olduğunu öne sürmek, kimsenin haddi değildir. Gazâlî de bir insandır. O da herkes gibi yanılabilir, yanılmıştır. Radyo konusunda, televizyon, cep telefonu, hibrit bitkiler, organ nakli hususunda, kan verme konusunda dinin hükmü nedir, nereden bileceğiz?.. İÇTİHAD KAPISI KAPANMAZ!.. Yeter ki, içtihad edecek seviyede din âlimi, MÜCTEHİD olsun!.. Hem İMÂN sâhibi, hem İLİM sâhibi olsun!..

Ne muhteşem ifâdedir o Dil Tarih Coğrafya Fakültesi'nin duvarında yazan "En hakiki mürşit İLİM'dir" cümlesi!... Ama aslı, tamamı şöyledir:

- "Dünyâda her şey için, medeniyet için, hayat için, muvaffakiyet için en hakiki mürşit İLİM'dir, FEN'dir...
İLİM ve FENN'in hâricinde mürşit aramak gaflettir, cehâlettir, dalâlettir!..
(22.9.1924)

Diğer az kullanılan kelimelerden biri KERİME, "kız evlâdı" demektir.
BERHUDÂR , "mutlu.mükâfata ulaşan, mutluluğu yakalayan kimse, selâmette, mükâfata erişen, nasibli" demektir.
UFKÎ , "yatay"demektir.
DEĞİRMİ , "yuvarlak, eni boyuna eşit olan (kumaş), yemeni, yazma, baş örtüsü, mendil" anlamlarına gelir. Celse'de "yuvarmak" mânâsına kullanılmıştır.
EFRAD , "fertler, askerler" demektir.
HULUS-İ KÂLP , "gönül temizliği" demektir.
FENÂ , "Dünyâ, Yeryüzü" demektir. Sonlu olduğu için öyle denmiştir, çünkü FENÂ BULMAK "sona ermek" demektir.
UKBÂ , "Âhıret Âlemi, Öbür Dünya, bâki olan âlem" demektir.
GALAT , "yanlış kullanılan kelime veya söz" anlamındadır.
MÜRŞİD , "irşad eden, doğru yolu gösteren kişi veya kılavuz, tarikat şeyhi gafletten uyandıran, Peygamber vârisi olan, tarikat piri, şeyhi, aydınlatan kişi" demektir.
META' , "mal, ticâret malı" demektir,"metağ" gibi telâffuz edilir.
BASİRET , "doğru görüş, uzağı görüş, seziş, uyanıklık, anlayış, kavrayış, dikkat, sağgörü, sezgi" demektir.
FAZİLET , daha önce de verdik, "erdem, insanda iyilik etmeye ve fenâlıktan çekinmeye olan devamlı ve değişmez istidat, güzel vasıf, kişiyi, ahlâklı ve iyi hareket etmeye yönelten mânevî kuvvet, insanın yaratılışındaki iyilik, iyi huy, iyi ahlâk, iffet" demektir. "Değer. meziyet, iyilik, ilim ve iman, irfan itibarı ile olan yüksek derece. Dini ve ahlaki vazifelere riayet derecesi. Fazl ve hüner cihetiyle olan yüksek derece. Bir şeyin başka şeylerden cemâl ve kemâl ve fayda cihetiyle üstünlüğü, müreccah olmasına sebep olan keyfiyet" anlamları da vardır. Zâta mahsus hasletin cem'i "fazail"dir. Şecaat, in'am ve ihsan gibi, müteaddid meziyete dair faziletlerinçoğulu "fevazıl"dır.
ŞER'AN , "şeriat bakımınan, dinî kurallara göre" anlamındadır.
İTÎYAT , "alışkanlık, huy" demektir.
EHİL ,"Yabancı olmayan, alışık olduğumuz" demektir. HÂL , "bir şeyin içinde bulunduğu şartları veya taşıdığı niteliklerin bütünü, durum, vaziyet, güç, kuvvet, takat" demektir. Ancak Tasavvuf'ta HÂL , "ilâhî aşk ile kendinden geçme" demektir. Böylece EHL-İ HÂL , İslâm'ın derinliklerine vâkıf kişiler" mânâsına gelir.
VÂFİ , "1.Sözünde duran, sözünün eri" demektir.
BAHR-I LUT ifâdesi ile Filistin'deki Lut Gölü kastedilmiştir. Aslında BAHİR, "deniz" demektir.
UMMAN , "büyük deniz, okyanus" demektir.
MEFHUM , "kavram" demektir.
ENFÜS , NEFS'in çoğuludur. ENFUSÎ , "nefse dönük, Dünyâ'ya dönük, aslı-temeli olayan" anlamındadır.
SEMERE , "ürün, sonuç" anlamındadır.
MESKENET , "tembellik, uyuşukluk" demektir.
KÜLL , "bütün, tüm" demektir.

RUH ve CAN gerçekten ayrıdır. RUH'un mâhiyetini tam olarak bilemiyoruz. KUR'AN, "O, ALLAH'ın emrindendir. Size bu konuda çok az bilgi verilmiştir," (İsrâ Sûresi, 85. Âyet) diyor... CAN, ruhun bedende tezâhürüdür. Üstat, bunu "Ruh ayrı, bünyenin hayâtiyetini devam ettiren Can ayrıdır. Bunlar bir yumurtanın içinde sarıyla ak gibidir" diyerek izâha çalışmış. Herhalde YUMURTA da "beden" oluyor.

(9) Celse İdârecisi "İslâm Âleminin bu Garb Medeniyeti'ne yaklaşmasını" sual ediyor... O târihte de, bu târihte de bize yutturulan bir yalancı dolma var!.. O da "Hıristiyan Batı Âlemi'nin medeni olduğu ve ATATÜRK'ün bizi Batılılaştırmak istediği" yalanıdır.

ATATÜRK'ün dediği "muasır medeniyet seviyesi"dir. Yâni kalkınmışlık, halkın çoğunun refah seviyesi... O târihte bu Batı'da idi, hâlâ da öyledir, ama uzun müddet öyle kalmayabilir. Batı'da "medeniyet" gibi görünen yönü Üstâd, BİRİSİ, İSLÂM'IN YAKTIĞI MÜSBET IŞIĞI, DİNİNİ DEĞİŞTİRMEDEN ELE GEÇİRMİŞ" diye yorumlamış ki, doğrudur. "Medeniyet" adlı yabancı belgesel dizide seyretmiştim, uzman kişi Batılılar'ın ilerlemeyi, 1492'de Endülüs'ü fethettikten sonra Kordoba Kütüphânesi'nde buldukları Arapça kitapları tercüme ederek sağladıklarını, Rönesans'ın öyle meydana çıktığını anlatıyordu... Yoksa, Hıristiyan Batı'nın dünyânın dört bir yanını yayılıp oraları sömürgeleştirmesinden, halklara kan kusturmasından başka anlatılacak bir şeyi olmayacaktı. Öyle ki, 1917'de Kanal Savaşı'nda, İngilizler esir düşen 15.000 Türk askerini "temizleniyorsunuz" diye ilaçlı sudan geçirerek, gözlerini kör etmişti. Bu mu medeniyet?.. Fabrikalarda ürettikleri kumaşları satabilmek için Hindistan'daki dokuma tezgâhı ustalarının başparmaklarını kesmişti , yine İngilizler!.. Çin İmparatoru afyon çekmeyi yasakladı diye savaş açmıştı , halkı uyandırmak istemediğinden!.. Almanlar öldürdükleri Yahudiler'in derisinden çanta, saçlarından elbise yapmadı mı?.. Fransızlar Viyetnam'da, Afrika'da, Cezâyir'de; Amerikalılar Filipinler'de, Viyetnam'da, Kuzey Kore'de, Küba'da, Irak'ta, Afganistan'da, Suriye'de neler yaptılar, hâlâ neler yapıyorlar!.. Nasıl bizi birbirimize düşürüyorlar!.. Nasıl aramızdan hâinler çıkarıyorlar!.. Biz değil; pişmanlık duyan kendi insanları, işin aslını bilen uzmanlar anlatıyor:

Ötel Odasında Öldürülen Alman Gazeteci Udo Ulfkotte - Satılmış Gazeteciler

"Satılmış Gazeteciler" deyince akla ilk kimler gelir? Daha 2001 yılında, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nde Denktaş yönetimine son verilmesi için Atlantik merkezlerinde alınan kararları, “Kör Agop Çetesi” diye anılan "satın alınmış gazeteci kadro"suna, "tâlimat" şeklinde e-postayla yollayan Avrupa Birliği'nin Türkiye Temsilcisi Karen Fogg'un ekibi gelir tabii ki!...

Karen Fogg'un câsus gazetecileri

Karen Fogg'un câsus gazetecileri - 2

Bu hâin gazeteciler ve diğer satılmış medya takımının yaptıkları bundan ibâret değil elbet!.. "TÜRKİYE'de % 10 hâin kontenjanı var" diyen rahmetli diplomat ve devlet adamı Kâmran İnan'ın vefâtını ve cenâze namazını ne televizyon kanallarında, ne gazete sayfalarında bir uyduruk sporcununki kadar bile vermediler!.. Hâinliklerini dile getirip, onları deşifre ettiği için!..

Devam edelim yabancı uzmanların anlattıklarıyla:

Obama Kuklası ve Türkiye

CIA Uzmanı Larry C. Johnson: Türkiye'deki Saldırıların Arkasında CIA Var!

William Engdahl: Türkiye'deki Saldırıların Arkasında CIA Var!

FBI ajanı Sibel Edmonds: Clinton - Fethullah Gülen İlişkileri

Craig Murray: İngiltere Haydut Bir Devlettir

CIA Subayı Michael Scheuer: Umudumuz Şii-Sünni Savaşı

Rus Orgeneral Leonid İvaşov: 15 Temmuz’u ABD İstihbaratı Yaptı

Ken O'Keele - 2014'de siyâsî durum

Büyük İsrâil Projesi

ABD'li Emekli Orgeneral Charles Wald: Türkiye Kırmızı Çizgiyi Aştı

ABD'Lİ SENATÖR: "STRATEJİMİZ TAMAMEN İFLAS ETMİŞ

Bu mu GARB MEDENİYETİ ??? Batı, sâdece teknolojidir. Alınacak bir medeniyeti yoktur. Medeniyet diye görünen teknolojinin Batı'ya sağladığı üstünlüktür. Batı'da en son Roma medenî var idi. Gerçek medeniyet, kültür, insanlık Doğu'dadır. Doğu'daki mimârî eserler, yazıtlar bile daha fazladır. Âile hayâtı, insan ilişkileri bile daha iyi ve ileridir. Zâten Varlık ta "kültür, medeniyet" falan demiyor. "İLİM, İLİM, İLİM" diyor!.. Peygamberimizin "İLİM Çin'de de olsa gidip alınız" hadisine dayanarak Batı'dan da alırız, Çin'den de!.. İLİM olduktan sonra TEKNOLOJİ arkasından gelir. Gelmezse, bastırır parayı, alırsın!..

Batılılar bizi 40'lı 50'li yıllarda "Siz bizim tahıl ambarımız olun. Biz size araç-gereç veririz" diye kandırdılar, uçak fabrikamızı kapattılar, demiryolu yapımını durdurdular... 60'lı yıllarda "salçamızı, makarnamızı, tekstilimizi sizden alacağız" diye bize bir sürü salça, makarna ve tekstil fabrikası sattılar, sonra da almadılar. Tekstile kota koydular. Yıllarca bizi uyuttular... Erdoğan ve AKP iktidarı başta onlara uyup tarımı, hayvancılığı ihmâl etti. Bütün Devlet kuruluşularını yok pahâsına sattı!.. Ama sonra 2015'te uyandı, artık üretime ağırlık veriyor. Daha önce başlattığı faaliyetle teknolojide, uçak, tank ve silah yapımında, hızlı trende, denizcilikte ileri gitti.

Bizim Hıristiyan Batı'ya ihtiyâcımız yok!.. Avrupa Birliği'ne girmemize, NATO'da kalmamıza, ABD'yi "dost ve müttefik" sayıp birlikte hareket etmemize ihtiyâcımız yok!.. Bunu gün geçtikçe farkediyoruz. Onlara benzememize de gerek yok!.. Yine rahmetli ATATÜRK'ün dediği gibi, "biz bize benzeriz" ancak!..

ATATÜRK Batıcı değildir!.. Kastettiği teknoloji ile gelişmiş ve kalkınmış, bir ölçüde refâha ulaşmış Batı insanının durumudur. Yoksa uyuşturucu, fuhuş, homoseksüellik, pornografi, sömürü, savaş, saldırı gibi Batı Dünyâsı'nın simgeleşmiş özelliklerini alırsak mahvoluruz. Avrupa Birliği'nin kriterlerini almak bizi asla "medenî" yapmaz!.. Bizim kendi TÜRK ve İSLÂM kriterlerimiz var!..

Oh, çok şükür, bitti!.. Şimdi siz uğraşın bakalım, çalışın üzerinde!..

Ruhi Selman

selman@journalist.com

***

  • Önemli Sayfalar:

    - BİR SPİRİTUALİSTİN DÜNYASI - ANA SAYFA
    - BİR TEBLİĞ
    - ÖLÜM VE SONRASI
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 1
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 2
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 3
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 4
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 5
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 6
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 7
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 8
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 9
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 10
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 11
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 12
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 13
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 14
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 15
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 16
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 17
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 18
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 19
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 20
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 21
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 22
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 23
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 24
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 25
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 26
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 27
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 28
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 29
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 30
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 31
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 32
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 33
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 34
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 35
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 50
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 51
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 52
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 53
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 54
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 55
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 56
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 57
    - BİR OBSESYON VAK'ASI
    - ÖTE ÂLEM'DEN ŞİİRLER - 1
    - RÜYÂLAR - 1
    - RÜYÂLAR - 2
    - REİNKARNASYON - 1
    - REİNKARNASYON - 2
    - ANADOLU'DA REİNKARNASYON ŞİİRLERİ
    - İRLANDALI ŞÂİR JAMES CLARENCE MANGAN ANADOLU'DA MI YAŞADI?
    - FİNCAN CELSELERİ - 1
    - FİNCAN CELSELERİ - 2
    - FİNCAN CELSELERİ - 3
    - EKMİNEZİ ÇALIŞMASI
    - RÛHÎ FİLİMLER - 1
    - ENTERESAN RÛHÎ OLAYLAR
    - ERGUN ARIKDAL VE SÂDIKLAR PLÂNI'NI TENKİT
    - BÜLENT ÇORAK VE DÜNYA KARDEŞLİK BİRLİĞİ SAFSATASI
    - CENAP BAŞMAN VE MARON TARİKATI
    - SAPKIN RAEL TARİKATI
    - TRANSANDANTAL MEDİTASYON KANDIRMACASI
    - MELEKLER'DEN MESAJ ALDIĞINI SANAN ŞAŞKINLAR
    - ŞEYTANA TAPAN SATANİSTLER
    - MEKTUPLAR