BİR SPİRİTUALİSTİN DÜNYASI

ÂHIRETTEN SİMÂLAR -28

Bu sefer nakledeceğimiz Celse zaptı, bir Geri Varlık ve bir Muhterem Varlık'la yapılan Görüşmeler üzerine olacak.

Varlık : Abdülkadir
Tarih : 15.6.1961
Usûl : Hipnoz yoluyla rûhî infisâl
Medyum: Ali

Medyum- .... Karanlık...
İdâreci- Sür'atle geçiniz.
M- ... Yolum kesildi...
İ- Kim kesti yolunuzu?
M- ... Göremiyorum... Çok Karanlık... Sesler... Korkunç sesler var... İnilti.... Bağırtı...
... Yakınımda birisi var... O ışığımı kesiyor... ABDÜLKADIR... ANKARA VÂLİSİ...
17 Eylül 1926'da Hükûmet Meydanı'nda asılmış.
İ- Suçu neymiş?
M- ... GAZİ PAŞA'ya suikast. (1)
İ- Evet, efendim.
M- ... Burada onun için değilmiş...
İ- Peki, niçin çekiyormuş?
M- ... Başka suç... Işık!... Işık!... Ben kaybettim ışığımı!:.. Işık!... Işık!...
İ- Çıkacaksınız. Sâkin olun!
M- ... TOPAL OSMAN da oradaymış... O çıkmış... (2) Şefaat!... Şefaat!..
İ- ALLAH taksirâtını affetsin. Esas suçu neymiş acaba?
M- ... Çok çeşitli... Suikastten dolayı değilmiş.
İ- Neymiş suçu, peki?
M- ... Yetim malı gasbetmiş...
İ- Kendisinden ayrılın ve yükselmeye başlayın!

Burada biraz duralım... Bakalım, Ankara Vâlisi Abdülkadir diye biri var mı? Suikastten asılmış mı? 1926'da mı asılmış?.. Bunları araştıralım.

Ankara Vâlisi Abdülkadir , ya da Antepli Abdülkadir Bey 1881 yılında Gaziantep'te doğdu. İstanbul'a giderek Mekteb-i Harbiye'den mezun oldu. İttihat ve Terakki Cemiyeti'ne katıldı. 31 Mart Vak'ası'na müdâhele eden Hareket Ordusu'nda yer aldı. Balkan Savaşı'na katıldı. I. Dünya Savaşı'nda Musul bölgesinde savaştı. Kurtuluş Savaşı'nın ilk yıllarında Ankara Vâlisi oldu. 14 Haziran 1926 günü Mustafa Kemâl Paşa'yı öldürmek üzere plânlanan İzmir Suikastı'nın ortaya çıkması üzerine başlayan soruşturmada, Abdülkadir Bey'in olayın plânlamacılarından biri olduğu ortaya çıktı. Fakat yakalanmadan önce İstanbul'a kaçtıği için, gıyâbında yargılanarak 14 Temmuz 1926 târihinde idâma mahkûm edildi. İstanbul'da Enver Paşa'nın dul eşi Nâciye Sultan'ın Bakırköy'deki çiftliğinde saklandı. İstanbul'da arandığını öğrenince, çiftlikten ayrıldı. Kendini Orman Müfettişi olarak tanıtarak Kırklareli, Kıyıköy civârında dolaştı. Bulgaristan'a kaçmak üzere saklanırken, 21 Ağustos 1926 târihinde yakalandı. Ankara İstiklâl Mahkemesi önüne çıkarılarak tekrar yargılandı ve tekrar idâma mahkûm edildi. Abdülkadir Bey, İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin fedâisi (tetikçisi) olarak biliniyordu. İzmir Suikastı soruşturmaları sırasında geçmişte Serbestî gazetesi yazarı Hasan Fehmi ve Sadâ-yı Millet gazetesi yazarı Ahmet Samim gibi İttihat ve Terakki karşıtı bâzı kişilerin öldürülmesi olaylarında rol oynadığı ortaya çıktı. Cezâsı 31 Ağustos 1926 gecesi infaz edildi. Varlığın "17 Eylül 1926'da Hükûmet Meydanı'nda asılmış" ifâdesindeki târih yanlıştır.

Abdülkadir Bey, Kemal Tâhir'in İzmir Suikasti'ni işlediği "Kurt Kanunu" romanında "Abdülkerim Bey" olarak anılmaktadır. Okumakta ve TRT yapımı diziyi seyretmekte yarar vardır.

Kendisi Âhıret Âlemi'nde çektiği cezânın "Çok çeşitli... Suikastten dolayı değilmiş. Yetim malı gasbetmiş... " olmaktan dolayı diye söylemiştir. Kimlerin malını yediğini bulamadık. Ancak önceki bir sayfada yetim malı yiyenlerin hâlini anlattık.

(1) Daha önce İZMİR SUİKASTİ'den ve idâm edilenlerden daha önce bahsetmiştik. Burada tekrâra gerek yok.

(2) Topal Osman'ı daha önce anlatmıştık. O Celse'de "ÇOK FÂİK BİR MERTEBEDE BULUNMAKTADIR" denmiş. Burada "TOPAL OSMAN da o Karanlık Yer'deymiş... O çıkmış..." deniyor. Acaba çıktıktan sonra mı o Yüksek Mertebe'ye ulaştı?.. Yüksek Mertebe'de olmasının sebebi vatana yaptığı hizmetler mi?.. Çektiği cezâlar da haksız davranışları, zûlmü, halktan gasbettiği mallardan dolayı mıydı?... Bilemeyiz... Her iki söylenen de doğru mu, onu dahi bilemeyiz... Ama üzerinde kafa yormakta yarar var.

Devam edelim Celse'ye:

Varlık : Ferit Kam
Tarih : 15.6.1961
Usûl : Hipnoz yoluyla rûhî infisâl
Medyum: Ali

Medyfum- ... Yükseliyorum... Susun!...
İdâreci- Peki.
M- ... Aydınlık...
İ- Yükselmeye devam!..
M- ... MAKSUT MENZİLİ... Oturdum...
İ- Peki, biraz istirahat ediniz. Sonra bize vasatınızı lûtfen anlatınız.
M- ... Çok geldim buraya... Bu sefer sağımda daha engin, berrak bir su var...
Solum eskisi gibi yeşillik... Kubbem alâim-i semâ renginde... Önüm gümûşî renkte,
zemini döşenmiş bir yer... Karşımda kesif bir bulut tabakası var... Kimse görmüyorum
ama, çok güzel sesler geliyor... Suyun üzerinden ilâhî sesleri geliyor... İlâhî okuyorlar...
Tanıdığım ilâhî ses...

Şol Cennet'in ırmakları
Akar ALLAH deyû deyû

İ- Kimdir bu?
M- ... Karşıdaki bulut hareket etti... Bir serinlik geliyor. bir sıcaklık geliyor...
Kalkıp o berrak sudan içmek istiyorum. kalkamıyorum.... Uzağımda değil, yakınımda...
Fakat hareket edemiyorum...
... Yaklaştı bulut... Ohh!.. Bulutun içinden başlar görüyorum... Çok yaklaştı... Dağılıyor bulut...
Dağıldıkça çok muntazam sıralarla dizilmiş bedenler görüyorum... Beyaz... çok beyaz... Kar gibi...
beyaz patiskalara bürünmüşler... Kalabalığın kadın mı, erkek mi, seçemiyorum...
Arkalı önlü iki kişi ilerlediler... Yürümüyorlar... Sanki altlarında müteharrik bir şey var... kayıyor gibi...
Hiç adım atmıyorlar... Yaklaştı... O arkadaki geride kaldı... O öbürü yaklaştı... Çok güzel bir yüzü var...
Erkek... FERİT... MÜDERRİS FERİT KAM... (3)
Dârülfünûn şerh-i mütûn müderrisi... Dârülfünûn şerh-i mütûn müderrisi...
İ- Evet, efendim. hangi senede yaşamışlar? Ne zaman ölmüşler? Biraz hayâtı hakkında
bize mâlûmat verirler mi?
M- ... "İstemez," diyor... "Ben Müderris Ferit"... 1949'da Ankara'da ölmüş. Bakiyesi oradaymış.
Oğlu RÛŞEN FERİT KAM hayattaymış... (3)
İ- Oğluna ve âilesi efrâdına bir emirleri, bir arzuları var mı, efendim?
Varlık- Ferit Kam... Rûşen'e söyleyin: Küçücük, geçici şeyler onu müteessir etmesin!
Altı Madde'yi hatırlasın!..
O zaman sâdece gülsün, geçsin!.. Herşey aslına rücû eder!
İ- Evet, efendim.
V- Kızın arzularına mânâsız yere set çekmesin!
İ- Bu Altı Madde'yi oğlunuz biliyor mu, efendim?
V- Çok iyi biliyor.
İ- Peki, öyleyse. Biz derhal kendilerini bildiririz. Başka söyliyeceğiniz var mı, efendim?
V- Niçin arkamdaki sâlihât-ı nisvânı sormuyorsunuz?
İ- Anlaşılmadı, tekrarlar mısınız?
V- Niçin arkamdaki sâlihât-ı nisvândan olanı sormuyorsunuz?
İ- Evet, efendim. Lûtfederseniz...
V- Ümm-ül Hayr'ın üçüncüsü olan ZÜBEYDE HANIM... (4)
İ- ALLAH rahmet eylesin. Bu akşam kendileriyle de görüşecek miyiz?
V- Henüz birşey söyliyemem.
İ- Efendim, suallere geçmeden evvel nasihatleriniz var mı?
V- Bir tek, bir tek söyliyeceğim var. Üç defa tekrar edeyim: İç ve dış temizliğine dikkat!..
İç ve dış temizliğine dikkat!.. İç ve dış temizliğine dikkat!..
İ- Nur içinde yatasınız. Şimdi öğrenmek için bâzı sualler soracağız. Lûtfederseniz...
Neden cansız maddeler ilimleri, canlı mahlûklar ilimlerinden
ileri gitmiştir ve aralarında acâip bir eşitsizlik vardır?
Bunun sebeplerini bize lûtfeder misiniz?
V- Canlının hedefi ilimleri, mâhiyât-ı ilâhiyeyi keşfetme hususunda bir nevi ceht
sarfetmek neticesidir ki, fazla ilerisi hüsrandır. Bu cansız maddelerde böyle bir iddia
yoktur. Sâdece maddeyi kendi istifâdenize râm etme esâsı bahis mevzuudur. İşte fark budur.
İ- Acaba canlı mahlûklar ilminin sonunda niçin hüsran oluyor?
V- Çünki insanoğlunun şuuraltında gâye-yi illeti keşfetme arzusu, Şeytan tarafından
dâima tembihan istenir. Gâye-yi illeti beşer bilemiyecektir.
İ- Acaba ilerde canlı mahlûklar ilmi de bir takım formüllerle halledilebilecek bir duruma
gelebilir mi, efendim?
V- Edânı değiştir!.. Elbette çizilen hududa kadar inkişaf muhakkaktır. Canlı mahlûk beşer,
canlı mahlûk yapacaktır, ama yine gâye-yi illeti keşfedemiyecektir.
İ- Muhterem üstâdım, uzviyet irâde tesiriyle değişebilir mi?
V- Elbette.
İ- Bir derecesi var mıdır?
V- Derecesi, irâdenin derecesiyle mebsûten mütenâsiptir.
İ- Bunu anlıyamadık.
V- Bunun derecesi, irâdenin derecesiyle mebsûten mütenâsiptir. En güzel örneği yogilerdir.
Uzviyette iki çeşit değişiklik olur. Birisi tabii değişiklik... Diğeri irâdî değişiklik...
Atın vaktiyle, Dördüncü Zaman'da beş parmağı vardı. Tabii değişikliğe uğrayarak evvelâ
beş ve bir parmaklar gitti. Sonra üç ve dört parmaklar gitti. Şimdi yalnız toynak dediğimiz
tek parmak kaldı. Bu tabii değişikliktir. (5)
Bir de irâdî değişiklik vardır ki, istesek bununla kâlbî darâbâtı dahi bir müddet durdurabiliriz.
İ- Peki, bu uzuvların hâli, Ruh üzerinde bir tesir icrâ eder mi?
V- Rica ederim, RUH ile CAN'ı karıştırmayınız. (6)
İ- İnsan irâdeyle vücut üzerinde bir değişiklik yapabilir mi?
V- Vücut uzuvların şekil değişikliği yaparlar. Çinliler'in küçük yaştan ayaklarını demir
ayakkabıya koymaları neticesi ayaklarının küçük olduğu gibi... Ancak eşyânın tabiatın
meknuz bir takım hususiyetleri değiştirmeye asla imkân yoktur.
Demek istiyorum ki, midenin vazifesini irâde ile kâlbe, kâlbin vazifesini mideye
irâde ile yaptıramazsınız.
İ- Peki, efendim. İskeletin, kasların, uzuvların gelişmesi ile dimağ ve zekâ faaliyetinin
gelişmesi arasında bir alâka var mıdır?
V- Hayır, hayır... Bunun sâdece maddî kısmınızın Tekâmül'ü olarak kabul etmeniz lâzımdır.
Ancak dimağın bu Tekâmül'e engel olacak bâzı esasları ortadan kaldırdığı vâkidir.
Yâni, düşüncemizle biz bu inkişâfın engellerini kaldırabiliriz. Olması lâzım geleni temin
edebiliriz. Başka bir alâka yoktur.
İ- Efendim, arkadaşlarımız diyorlar ki, "Bu Rufâî şeylerinin vücutlarına sokmuş oldukları
cisimlerle, vücutta irâdî bir takım değişiklikler oluyor mu? Bunun esâsı nedir?"
V- Eğer bir et parçasından kanı tamâmen çeker de, o et parçasına şiş sokarsanız, ne
oradan bir kan akar, ne de yara görülür. Esâsında onların yaptığı da budur. SİZDE, VÜCUTTA
YARALARI MEYDANA GETİREN KANDIR. Kanı çektiğiniz zaman, beyinde topladığınız zaman,
vücudun neresine bir şiş, bir iğne, bir bıçak batırırsanız batırınız, orada yara izi görülmez.
Delinir, fakat yara meydana gelmez... İşte yogilerin çiviler üzerinde yatışı bunun en basit
izâhıdır.
İ- Efendim, arkadaşımız diyor ki, "Bu yogiler aylarca hareketsiz yatıyorlar. Bu hareketsizlik aynı
esâsa mı müstenittir?"
V- Siz ya anlayışı çok kıt insanlarsınız, yahut ta daha fazlanın fazlasını istiyorsunuz. Ki,
fazlanın fazlası haramdır.
Elbette!.. Başlangıçta dedim ki, "Bu irâdenin kayıtsız şartsız vücuda, maddeye hâkimiyetidir,"
dedim. Bu başka yerlerde Rufâî olur, Hindistan'da Yogi olur.
İ- Efendim, aşılanmış yumurtanın içindeki genler, bu yumurtadan çıkan ferdin karakterini
nasıl tâyin ediyorlar?
Ruhların genler üzerindeki tesiri nedir?
V- Hiçbir tesiri yoktur. Rûh'u hiçbir zaman maddeyle karıştırmayın! Onun biolojik tesirlerini de
öğrenmek isterseniz, erbâbına sorun!
İ- Nihat Akçakayalıoğlu diyorlar ki, "Nebatlar, hayvanlar ve insanlar arasında, bunları
birbirlerinden ayıran esaslar nedir?"
V- İnsanla hayvan arasında bir fark yoktur. Nebatla hayvan arasında fark vardır. Bu da
Can'ın tesiridir.
İ- Efendim, arkadaşlar diyorlar ki, "Hayvan ve nebatta Ruh var mıdır?"
V- Suâli soran, bilgi hududu maalesef çok mahdut bir kimse... Demin dedim ki, "İnsanla
hayvanları ayıran mütemâyiz farklar vardır, ama hayvan mefhumunun memûlü içinde insan da
dâhildir." İnsanla hayvanı birbirinden ayıran esas, başlıca mümeyyiz fark Ruh değildir.
Hayvanda da Ruh vardır. Esâsen Ruh'ta cinsiyet ve şahsiyet diye birşey bahis mevzuu
değildir. Bu yüzdendir ki, TENÂSÜH nazariyesi gerçektir. Bâzan İnsan Ruhu hayvana,
bâzan Hayvan Ruhu bir insanda tecelli eder. Mümeyyiz fark başkadır. Maddesine taalluk
eden kısımdır. İNSAN, HAYVÂN-I NÂTIK'TIR!.. İnsan duygu sâhibidir. İnsan Ruhu'nun
yarattığı bir mânevî iç âleme sâhiptir.

Burada biraz duralım, çünkü Varlığın söylediklerinde tartışmaya açık hususlar var... Celse İdârecisi'nin "cansız maddeler ilmi, canlı mahlûklar ilmi" üzerine sorduğu soru büyük feylezof Alexis Carrell'in "İnsan, Bu Meçhul" adlı kitabındaki değerlendirmesine dayanmaktadır. İdârecinin çoğu soruları o kitaptaki bilgilerden anlamadıkları üzerinedir. Enteresan kitaptır, bulup okumanızı tavsiye ederim.

Varlık iki defa "dedim ki" diye birşeyler söylemekte, ancak bu ifâdeleri daha önce söyledikleri arasında bulamamaktayız. Yine de dikkatli okuyunca, ifâdesinin aslında "dedim ki"de söylediklerini kastettiğini anlıyoruz. Kabul edersiniz, etmezsiniz... Orası size kalmış!..

Yine Varlık, Spiritualistler'in tümden karşı çıktıkları TENASÜH'ü var sayıyor... Biz de Spiritualist'iz, ama aynı zamanda Müslüman'ız... Aynı zamanda kafası az biraz çalışan bir insanız. Öyle birileri birşey dedi diye, kabûl etmek zorunda değiliz. Kaldı ki, Spiritualizm baştan ayağa teorilerden ibârettir. Reinkarnasyon dâhil, hiçbir unsuru ilmen kabûl edilmiş değildir.

Buna rağmen, çalışmalarımız süresince değişimin, ilerlemenin, Tekâmül'ün dört şekilde olduğunu tesbit ettik. Bunlar TENÂSÜH, TEMÂSÜH, TERÂSÜH ve TEFÂSÜH'tür. TENÂSÜH, hernekadar İnsan Ruhu'nun hayvana geçmesi diye bilinirse de, (Varlık ta öyle kullanmış) aslında tam olarak bizim REİNKARNASYON karşılığıdır. Ruh'un insandan insana geçmesi demektir. TEMÂSÜH, pek bir yerde bulamadık, Ruh'un insandan hayvana geçmesi demektir. Bir değişimi, bâzen bir düşüşü ifâde eder. TERÂSÜH, Ruh'un maddî hayatta veya Âhıret Âlemi'nde yükselmesini kasteder. RASİH (özellikle din bilgisinde çok derinleşmiş olan) kökündendir. TEFASÜH, çürüyerek hücrelerin dağılması, başka şekiller alması demektir. Beden, meselâ, mezarda tefasüh eder, o hücreler başka varlıklara gübre olur, can verir.

Bunlar hep bir varlık şeklinden başka bir varlık şekline girmeyi gösterir.

Spiritualizm ve Neo-Spiritualizm'in sırf REİNKARNASYON'a inanması TEKÂMÜL'de geriye gidiş olmadığının kabûlüne dayanır... Ama bu da bir teoriden ibârettir, ispâtı yoktur! Halbuki İSLÂM'da bunun aksini gösteren iki olay vardır.

Birincisi Şeytan'la ilgilidir. Rivâyete göre insanlar yaratılmadan çok önce, Dünyâ bir ateş topu iken, ateşten yaratılmış Cinler arasında bir savaş çıkmış. Kendisi de bir Cin olan Şeytan, bu savaşı sona erdirmiş, böylece Melek olmuş... mu, olmamış mı bilinmez, ama Meleklerin Hocası olmuş. Azâzil adını almış! Sonra Âdem yaratılmış... Mâlûm kıssa, ALLAH Melekler'in Âdem'e secde etmesini isteyince, Azâzil direnmiş, "Ben ondan üstünüm. O topraktan, ben ateşten yaratıldım, " demiş, secde etmemiş. Bu yüzden Cennet'ten kovulup o Mertebesinden aşağı yuvarlanmış. İblis diye anılmaya başlamış!..

- "Hani meleklere, 'Âdem'e secde edin' demiştik de
İblis dışında hepsi secde etmişlerdi.
O ise şiddetle kaçınmış, büyüklük taslamıştı ve kâfirlerden olmuştu."

(Bakara Sûresi , 34. Âyet)

- "Hani biz meleklere, 'Âdem'e secde edin,' demiştik;
İblis hariç olmak üzere, onlar hemen secde ettiler.
İblis cinlerdendi; Rabbinin emrinden dışarı çıktı."

(Kehf Sûresi , 50. Âyet)

Demek Şeytan geriye doğru bir değişikliğe uğramış!.. Bu Tekâmül'de kötü davranışlardan dolayı geriye gidişin bir ispâtıdır.

İkinci olay Âdem'le ilgili... Âdem, Melekler'in dahi bilmediği isimleri öğrenip, yüce bir Mertebe'ye çıktıktan ve Melekler dahi ona secde ettikten sonra, buğdayı yemiş, Cennet'ten kovulmuş, esfel-i sâfiline atılmıştır. Yâni aşağıların en aşağısına!.. (Buna, "başlangıç noktası"na diye alanlar da var.)

- "Derken Şeytan onların ayaklarını kaydırarak,
içinde bulundukları Nimet Yurdu'ndan çıkardı.
Biz de: 'Haydi,' dedik, 'birbirinize düşman olarak Yeryüzü'ne inin!
Siz orada belirli bir süre ikamet edip yararlanacaksınız,' (dedik)"

(Bakara Sûresi, 36. Âyet)

- "Sonra onu (Adem'i) aşağıların aşağısına çevirdik.
(Yani, ona, en düşük ahlâkî seviyeye inebilecek,
sorumsuzluğun dibine vurabilecek, hayat şartlarına hiç katlanamayacak,
ömrünün en verimsiz, en fenâ çağını yaşayabilecek zaafları da verdik
yolun başına götürüp bıraktık.")

(Tin Sûresi , 5. Âyet)

Demek Âdem de en üstten en aşağıya yuvarlanmış!.. Şimdi İnsanoğlu olarak tekrar o mevkiye tırmanmaya çalışıyor... Kaldı ki, insanların cezâ için hayvan olarak Dünyâ'ya getirildiğine dâir âyetler var:

- "İçinizden, Cumartesi Günü'nü (avlanma yasağını) çiğneyenleri elbette bilmişsinizdir;
işte onlara: 'Aşağılık maymunlar olun!' dedik.
Bunu, hem çağdaşlarına, hem sonradan gelecek olanlara ders verici bir cezâ,
takva sâhipleri için de bir öğüt kıldık."

(Bakara Sûresi , 65-66. Âyetler)

- " Vaktâki artık o nehy edildikleri şeylerden dolayı kızıp tecavüz etmeğe de başladılar,
biz de onlara 'maymun olun, keratalar!' dedik."

(Âraf Sûresi , 166. Âyet)

- "De ki: 'Allah katında, ‘kesinleşmiş bir ceza olarak’ bundan daha kötüsünü haber vereyim mi?
Allah'ın kendisine lânet ettiği, ona karşı gazablandığı
ve onlardan maymunlar ve domuzlar kıldığı ile, Tâğut'a tapanlar!
İşte bunlar, yerleri daha kötü ve dümdüz yoldan daha çok sapmışlardır."

(Mâide Sûresi , 60. Âyet)

Biz ALLAH'ın icraatını bilmiyoruz... Ama şunu biliyoruz: O, HERŞEYE KAADİRDİR. O'NUN İÇİN "YOK" YOKTUR!.. Bu açıdan, insan aklımızla "şu olmaz, bu olmaz, bu böyledir, bu şöyledir" diye kat'i bir edâyla iddia edebileceğimiz bir tek husus bile yoktur! Sâdece tahminlerimiz, nazariyelerimiz vardır. .. Sonra bir de tartışmalı EVRİM meselesi geliyor akla! Onu da ele almak gerek

Celse İdârecisi, Spiritualist zihniyetle Varlığın sözlerine itîraz ediyor:

İ- Şimdi, efendim, bir noktayı anlıyamadık. İnsanRuhu
hayvan olarak gelebiliyor mu. efendim?
V- Elbette!.. Elbette!.. Bu LEVH-İ MAHFUZ'daki yazının seyrine bağlıdır.
İ- Efendim, Beyhan Hanım diyorlar ki, "İnsanların bâzen hayvanlara karşı büyük bir şefkati,
büyük bir sevgisi oluyor. Acaba bu Ruhî bir bağlantıdan mı ileri geliyor?
V- Asla!.. Asla!.. Bu, o Ruh'un yarattığı mânevî âlemin neticesi olan, insanda teşekkül
eden şefkat duygusunun fiiliyâta intikâl eden kısmıdır. Ama insanın maddî kısmı olan tarafıyla
mânevî kısmı arasındaki münâsebette yalnız müşterek olan kısım, duygudur. Bu yüzdendir ki,
duygu milletlere de şâmildir. Bâzı milletler bu duygudan mahrum, bâzı milletler fâikdir.
İ-
(Bu esnâda Avra'da konuşmalar) ....
V- Sual sorduktan sonra, dinlenir!.. Biz bir lâğım temizlenmesi için değil;
susamış dudaklar için su temin ediyoruz.
İ- Nur içinde yatasınız. Şimdi, muhterem üstâdım, şahsî suallere geçeceğim. Ben
anlamadım ama, artık sizi üzmemek için bırakacağım.
V- Cevâbımı verdim. Ama benim meydana getirdiğim suyla siz lâğım temizlemeye çalışıyorsunuz.
Ve lâğım temizlemek için suyu harcıyorsunuz.
İ- Şimdi Nur Hanım zihnen soruyorlar.
V- ... Vahdet...
İ- Vahdet.
V- .... Işıktan saklanacak hiçbir mahremiyet olmadığı gibi, bâzı gözlerden saklanacak
mahremiyetin de olmaması lâzım.
İ- Vildan Hanım rica ediyorlar.
V- ... Deve çanlarının seslerinin de "dengi dengine, dengi dengine" dediğini hiç duymadınız mı?
İ- Lütfiye Hanım rica ediyorlar.
V- ... Fidanken veremediğiniz şekli, aradan yıllar geçtikten sonra büyümüş ağaca
verdirmeğe uğraşmak, muhâldir.
İ- Mediha Hanım rica ediyorlar.
V- ... hangisini istiyor?...
İ- Hangisini istiyorsunuz?
V- ... Fındık dişle de kırılır ama, kırılan fındığın değerinin yüz misli diş gider.
İ- Sâliha Hanım rica ediyorlar.
V- ... Vahdet.
İ- Tek yap düşünceni.
V- ... Deryâ-yı izzetten tasınla alırken, tası temiz tut ve devâm et! Çok yaklaştı.
İ- Ekrem Bey soruyorlar.
V- ... Deniz kumuyla da inşaat yapılır ama, yıkamak lâzım.
İ- Necâti Bey rica ediyorlar.
V- ... Elde ettiği mücevherat kıymetsiz gibi görünür ama, o Alâaddin'in Lâmbası'na benzer.
Uğuşturursa, kıymetini anlıyacaktır.
İ- Beyhan Hanım bir daha rica ediyorlar.
V- ... Çekinmeden attığınız portakal kabuklarından hem alkol çıkar, hem ibtidâî çıra
gibi kullanırız.
İ- Fikriye Hanım rica ediyorlar.
V- ... Tekne çamaşır yıkamak için yapılmıştır ama, bâzen onu bir ırmakta sal gibi kullanırız.
İ- Fikriye Hanım bir daha rica ediyor.
V- ... İlgiliydi, cevâbını verdik.
İ- "Anlamadım," diyor.
V- İlgiliydi, cevâbını verdik. Kulaklarını açtığı kadar idrâk kapılarını açsın.
İ- Vildan Hanım soruyorlar.
V- ... Maalesef edep dışıdır ama, bir hakikati ifâde eder. "Havlamasını bilmeyen köpek,
sürüye kurt getirir," derler.
İ- Nezihe Hanım rica ediyorlar.
V- ... Hazan yaprağı hâlinde olan cisimler vaktiyle dipdiriydi. Bize hizmet ettirmek iyi,
ondan sonra işe yaramaz diye fırlatmak iyi değildir.
İ- Efendim, Sâliha Hanım rica ediyorlar.
V- ... Bir kuzunun koç hâline gelmesi de zaman ister. Kendisi annesinin karnında
dokuz ayı tamamlamadan Dünyâ'ya gelmedi. Bu acele ne?

Daha önce belirtmiştik. Medyum'un Telepati gücü kuvvetli... Varlıklar, ondan yararlanıp zihnen sorulan sorulara cevap verebiliyorlar. Bu cevaplar da ekseriya tatmin edici oluyor. Biz sâdece bir örnek vereceğiz... Sâliha Hanım yeni uyumuş, Medyum olma arzusu gösteren bir bayan idi, yüksek bir Varlıkla görüşmek için acele ediyordu. Zihnen sorusu bununla ilgili idi. Varlığın verdiği cevap, onun zihnen sorduğu suale tam oturuştur.

Devam edelim:

İ- Nihat Akçakayalıoğlu diyorlar ki, "Benim hakkımda birşey lûtfederler mi?"
V- Âyinesi iştir kişinin, lâfa bakılmaz.
İ- Üstâdım, benim için de birşey söyler misiniz?
V- İz'an tarlanız kupkuru... Ekmenizi, mahsûl almanızı temenni ederim.
İ- Sâliha Hanım da, "Benim için birşey söylerler mi?" diyor.
V- YUNUS gibi odunun da doğru olanını seçsin! (7)
İ- Muhterem üstâdım, bizim ricâlarımız bitti. Bize emirleriniz veya tavsiyeleriniz varsa,
lûtfediniz.
M- ..... Ayrıldım.

Medyum inerken başka bir Varlık tarafından durduruldu:

Varlık :Kemânî Nazmi
Tarih : 15.6.1961
Usûl : Hipnoz yoluyla rûhî infisâl
Medyum: Ali

İ- Temas hâlinde misiniz?
M- İniyorum.
İ- Sür'atle aşağı doğru ininiz.
M-... İniyorum.... Yolum kesildi... Bırak!... İNTİZAR MENZİLİ...
İ- Kiminle konuşuyorsunuz?
M- ... KEMÂNÎ NAZMİ... (8)
İ- Ben ve arkadaşlarım dua ettiler. ALLAH kabul etsin. Bir arzuları var mı?
Çocuklarına, âilesine birşey söylemek isterler mi?
M- ... "Tek arzum var," diyor. "Artık yetsin!.."
V- ... Mükevvenat ilâhî emre göre hareket eder... Yetişsin!..
Herkes işinin başına!.. Herkes işinin başına!.. Ve vazifesine devam etsin!..
... Bitti.
İ- İniyor musunuz?
M- Evet.
İ- Peki, efendim.
M-- ... Özür diledi, "Yolunu kestim" diye...
İ- İniyorsunuz.

Böylece Celse bitti, ama işimiz bitmedi. Sıra geldi araştırmasına, incelemesine... .

Mehmet Âkif ve Ferit Kam

(3) MÜDERRİS FERİT KAM , İstanbul'un Beylerbeyi semtinde 1864'te yılında dünyaya geldi. Askerî hekim Ahmed Muhtar Paşa ile Fatma Fıtnat Hanım’ın oğludur. Baba tarafı Çankırı asıllı olan Ferit Kam'ın annesi, Âtıf Efendi Kütüphânesi'nin bânisi Defterdar Âtıf Efendi'nin torununun kızıdır.

Beylerbeyi'nde başladığı ilk tahsilini hususî hocalardan Arapça, Fransızca ve Farsça öğrenerek geliştirdi. 1880'de babasının yönlendirmesiyle Mekteb-i Tıbbiye'ye girdiyse de, 1882'de burayı bırakarak Mekteb-i Hukuk'a kayıt yaptırdı. Babasının ölümü üzerine okulu bırakmak zorunda kaldı, fakat hususî lisan derslerini bırakmadı.

Bizde sanki OSMANLI âlimleri, devlet adamları, edebiyatçıları "işe yaramaz" gibi bir intiba var ama, gördüğünüz gibi hepsi üçer beşer yabancı dil biliyor. Çok okumuş insanlar!.. Mehmet Âkif de öyleydi.

Ferit Kam 1887'de Hâriciye Nezâreti Tercüme Odası'nda memuriyete başladı. Ertesi yıl imtihanla Fransızca muallimi olarak Beylerbeyi Rüştiyesi’ne geçti. 1889'da Fatma Rukiye Hanım'la evlendi. 1905'te Müderris Mustafa Âsım Efendi'nin Fâtih Câmii'ndeki derslerini tâkip ederek icâzetnâme aldı.

1908'de Sırât-ı Müstakim gazetesini çıkaranlar arasında yer alarak burada yazılar yazdı, kitaplarını tefrika etti. Mehmet Âkif, Fatin Gökmen, Tâhir'ül Mevlevî, İsmâil Sâib Sencer, Babanzâde Ahmed Nâim, İzmirli İsmâil Hakkı, Süleyman Nazif gibi münevverlerle bir arada oldu.

1914 yılında Dârü'l-Fünûn Edebiyat Fakültesi Türk Edebiyâtı Müderrisi olarak burada "Âsâr-ı Edebiye Tedkikatı" derslerini okuttu. 1917'de Süleymâniye Medresesi'nde "Felsefe-i Umumiyye Târihi" Müderrisi oldu. 1918'de Dârü'l Hikmeti'l- İslâmiye âzâlığına getirildi. 1919'da Dârü'l-Fünûn Edebiyat Fakültesi Şerh-i Mütûn müderrisliğine tâyin olundu. (3) Buradaki dersleriyle Türk ve Şark edebiyatlarına âit edebî metinleri, bilhassa şiirleri şerhetme tarzında bugün de devam eden yeni bir çığır açtı.

Millî Mücâdele'nin ardından bir süre açıkta kaldıktan sonra, Ankara'da Şer'iye ve Evkaf Vekâleti bünyesindeki "Telifat ve Tedkikat-ı İslâmiye Heyeti" üyesi oldu.

1924'te Şer'iye ve Evkaf Vekâleti lâğvedilince İstanbul'a döndü ve Dârü''l-Fünûn'da İran Edebiyatı Müderrisi oldu. 1933 yılındaki Üniversite Reformu ile tasfiye edilerek üniversite dışında bırakıldı.

Bir ara Eskişehir'de yaşadı. Uzun bir aradan sonra 12 Mayıs 1943'te Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi'nde yine İran Edebiyatı Dersleri ile hocalığa döndü ve 21 Mayıs 1944'te Ankara'da vefat etti.

Arapça ve Farsça yanında Fransızca'ya da hâkimdi. Türkçe, Arapça, Farsça şiirleri yazmıştır. Eski Türk Edebiyatı, Arap ve Fars Edebiyatları sahâsında uzman olan Ferit Kam; Genel Felsefe, İslâm Felsefesi, özellikle Kelâm ve Tasavvuf ile âlimâne meşgûl olmuştur. Yazı ve şiirlerini Sırât-ı Müstakim, Sebilürreşad, Peyâm-ı Sabah, Ceride-i İlmiye ve Mahfil gibi gazete ve mecmualarda yayımlamıştır.

Müzisyen, kemençe sanatkârı Rûşen Ferid Kam 'ın babasıdır. (3)

Az kullanılan kelimelere gelince; ALÂİM-İ SEMÂ , "gök kuşağı" demektir.
KESİF , "yoğun" demektir.
DÂRÜLFÜNÛN , aslında "fenler yurduı" demektir, "üniversite" anlamındadır.
ŞERH , "açma, ayırma, bir anlatım veya kitabı açıklama, yorumlama, bir şeyi açıklamak amacıyla yazılmış kitap, açık ve ayrıntılı anlatma" demektir. MÜTÛN , "metinler, makaleler, bildiriler" demektir. ŞEHR-İ MÜTÛN , "metinleri açıklama" anlamındadır.
MÜDERRİS , "ders veren, profesör, medreselerde, ya da büyük câmilerde ders okutan kimse" demektir... Eskiden namazdan sonra câmilerin kapısına kilit vurulmazdı. Gün boyu bir okul gibi ders yapılırdı.
BAKİYE , "artan, kalan, geri kalan şey, artık, kalıntı" demektir.
SÂLİHÂ , "elverişli, iyi, uygun, yakışır, sâfi gümüş, yetkisi ve hakkı olan, dinin buyruklarına uygun harekette bulunan, dinin emir ve yasaklarına uyan, iyi ahlâk sâhibi kadın" demektir.
NİSVAN , "kadınlar" demektir. Böylece SÂLİHÂT-I NİSVAN , "dinî bütün kadınlar" mânâsınadır.
ÜMM-ÜL HAYR 'ı daha önce anlatmıştık. Varlık Üç Ümm-ül Hayr'ın, Üç Hayırlı Anne'nin üçüncüsünden bahsediyor.
RÜCÛ , "geri dönme, sözünü geri alma, cayma, tersinme" demektir. Celse'de "dönme" mânâsına kullanılmıştır.
MÂHİYET , "nitelik, vasıf, öz, asıl, esas, içyüz" demektir. MÂHİYETİ-İ İLÂHİYE , "TANRI'nın özünün ne olduğu" anlamındadır., bilinmez.
CEHT , "çaba, çabalama, gayret" demektir.
RÂM ETMEK , "boyun eğdirmek, itaat ettirmek" demektir.
İLLET , "sebep, hastalık, hastalık derecesine varan alışkanlık, bozukluk, kızdıran, sinirlendiren (şey veya kimse)" demektir.
Celse'de geçen GÂYE-Yİ İLLET , " Kâinat'ın, insanların, herşeyin yaradılış sebebi" mânâsındadır.
MEBSÛTEN MÜTENÂSİP , ""doğru orantılı" demektir.
MEKNUZ , "gömülü, saklı, hazine gibi saklanmış, örtülü, gizli. hıfzedilmiş, mahfuz, korunmuş" demektir.
DİMAĞ , "beyin, bilinç, zihin" demektir.
VÂKİ , "olan, olmuş, gerçek" demektir.
DARÂBÂT , "darbeler, vuruşlar" demektir. Celse'de geçen KÂLBÎ DARÂBAT, "kâlp atışları" demektir.
MÜTEHARRİK , "Yer değiştirebilen, oynar, devingen, hareketli, işleyen, çalışan" demektir. Celse'de "sanki altında tekerlek varmış gibi" anlamında kullanılmıştır.
MEFHUM , "kavram" demektir.
MEMÛL , "umulan düşünülen, ümit edilen, beklenilen" demektir. Celse'de geçen MEFHUMUN MEMÛLÜ , "bu kavramla düşünülen" anlamındadır.
MÜTEMÂYİZ , "kendini gösteren, sivrilen, öne çıkan" demektir.
MÜMEYYİZ , "iyiyi, kötüyü, doğru ve yanlışı ayıran, seçen, ayırtman, yazıları beyaz kâğıda temize çeken kimse" demektir. Celse'de "ayıran" mânâsına kullanılmıştır.
NÂTIK , "söyleyen, konuşan, düşünen, bildiren, bildirici" demektir. HAYVÂN-I NÂTIK , "konuşan hayvan" anlamındadır.
ŞÂMİL , "içine alan, kaplayan, kapsayan, şumûlü bulunan, hâvi "demektir.
FÂİK , "üstün, seçkin, yüksek, ileri, mümtaz, mânevî olarak üstün olan" demektir.
İZZET , "büyüklük, değer, kıymet, yücelik, ululuk. kuvvet, kudret, hürmet, saygı, ikram, iz'an" demektir.
Celse'deki DERYÂ-YI İZZET tâbiri "ALLAH'ın sunduğu nimetler denizi" mânâsınadır.
LEVH-İ MAHFUZ'u daha önce anlattık.

(5) Üstâd'ın bahsettiği Jeolojik Devirler'den Dördüncü Zaman, "Kuaterner" diye de bilinir, 2 milyon yıl öncesini kasteder. Buzul çağında (Pleistosen) şiddetli bir soğuma görülür. Özellikle Batı Avrupa, İskandinavya, Kanada gibi karalar buzullar altında kalmıştır. Deniz seviyesi alçalmıştır. Buzul sonrası çağda (Holosen) ise sıcaklık artmaya başlamış ve günümüzdeki iklim koşulları ortaya çıkmaya başlamıştır. Bugünkü deniz seviyesine ulaşılmıştır. Egeid karasının çökmesiyle Ege Denizi oluşmuştur. İstanbul ve Çanakkale boğazlar oluşmuştur. İnsan hayâtı başlamıştır. Bâzıları başlangıcı 4 milyon yıl öncesine götürür... Bugünlerde "iklim değişikliği yüzünden deniz seviyesi yükselecek, her taraf sular altında kalacak" diye tartışmalar sürüyor ya, sular eskiden de yükselmiş, alçalmış... İklim hep değişmiş... Belki uzun bir zaman içinde ama, hep değişmiş...

Elimiz değmişken daha önceki diğer devirleri de kısaca verelim... Üçüncü Zaman "Tersiyer" diye de bilinir, 80 milyon yıl öncesine gider. Kıtalar ayrılmaya devam etmektedir. Antarktika Kıtası, Avustralya'dan ayrılıp uzaklaşmıştır. Alp-Himalaya kıvrımları oluşmuştur. Atlas ve Hint okyanusları oluşmuştur. Dünya'nın çeşitli bölgelerinde linyit, petrol, bor ve tuz yataktan oluşmuştur. Günümüzdeki canlı türleri ana hatlarıyla ortaya çıkmıştır.

İkinci Zaman " Mezozoik" diye de bilinir, 170 milyon yıl öncesini kasteder. Alp kıvrımlarına hazırlık dönemidir. Deniz çukurlarında büyük oranda tortulanmalar olmuştur. Tek parça halinde bulunan Pangea (tek parça karalar) parçalanarak ayrı kıtalara bölünmeye başlamıştır. Kuzey Yarım Küre'nin kuzeyinde Laurasia, güneyinde ise Gondwana kıtaları oluşmuştur. Atlas okyanusunun kuzeyi açılmış, güneyi ise açılmaya başlamıştır. Dinazorlar ortaya çıkmıştır.

Birinci Zaman "Paleozoik" diye de bilinir, 370 milyon yıl öncesinden başlar. Kıtalar tek parça halindeydi. (Pangea) Hersinyen ve Kaledoniyen kıvrımları (Ural ve İskandinav dağları) oluşmuştur. Dev bitki türlerinden oluşan ormanlar gelişmiştir. Zamanın sonlarına doğru taş kömürü yatakları oluşmuştur.

Daha öncesi, İlk Zamanlar "Antekambriyen" diye de bilinir, - 4 milyar yıl öncesine gider. Kıtaların çekirdek kısmını oluşturan en eski kütleler oluşmuştur. Bakteriler ve algler (su yosunu) gibi ilk bitki türleri ortaya çıkmıştır.

Atın Evrimi'ne gelince; Varlık ne diyordu?... Dördüncü Zaman'da 5 parmağı vardı. Tabii değişikliğe uğrayarak evvelâ beş ve bir parmaklar gitti. Sonra 3 ve 4 parmaklar gitti. Şimdi yalnız toynak dediğimiz tek parmak kaldı. " .... Bakalım, öyle mi olmuş?.. Şöyle anlatıyorlar:

- "55 milyon yıl önce, küçük bir orman hayvanı, "şafak atı" anlamına gelen "Eohippus" olarak da bilinen,
ve omuz yüksekliği yaklaşık 10-20 cm olan Hyracotherium, atın atası olarak evrimleşmeye başladı. Tavşana benziyordu.
Ön iki bacakta 4 parmak, arkadakilerde ise 3'er parmak vardı. Köpeğinki kadar yumuşak olan tabanları üzerinde yürürdü. Her bir parmağında pençe yerine ufak toynakları vardı."

Demek ki, AT; Dördüncü Zaman'da değil, Üçüncü Zaman'da ortaya çıkmış... 2 milyon yıl önce değil; 55 milyon yıl önce!... 5 PARMAKLI değilmiş, 4 PARMAKLI imiş... Peki, Varlık niye bize bu yanlış bilgileri verdi?.. Bir aldatma olduğunu, Medyum'un yanlış nakli olduğunu sanmıyoruz. İşte bu araştırmayı yapıp, bilgimizi kültürümüzü artıralım diye verdi!..

Devam edelim, bakalım atın evrimi nasıl olmuş...

- " Ön iki bacakta 4 parmak, arkadakilerde ise 3'er parmak vardı. Köpeğinki kadar yumuşak olan tabanları üzerinde yürürdü. Her bir parmağında pençe yerine ufak toynakları vardı.Ön ayaklarında 4, arka ayaklarında toynaklı 3 parmağı vardı. Köpeğinkine benzer şekilde gelişmiş yumuşak tabanlara sahipti. 1. ve 2. parmaklar zaman içinde yok oldu."

Demek ki, 2 milyon yıl önce değil; 50 milyon yıl önce, zamanla 5. ve 1. değil; 1. ve 2. parmaklar yok olmuş... Sonra ne olmuş?..

- "47 milyon yıl önce Orohippus'tan ayrılan evrim kolundan Epihippus meydana geldi.
Diğerleri gibi küçük, köpeğe benzer, yumuşak tabanlı ve ufak beyinliydi.
Ön ayaklarında 4, arka ayaklarında ise 3 parmağı vardı."

- "Eohippus ya da Hyracotherium ile modern atlar arasında ilk ortak bağlantıyı oluşturan bir Mesohippus türü,
40 milyon yıl önce âniden ortaya çıktı. 34 milyon yıl önce atlarda belirgin değişiklikler oluşmaya başladı.
Bunun en önemli sebebi Kuzey Amerika ikliminin biraz daha kuraklaşması, geniş ormanlık alanların daralması
ve otla kaplı alanların daha yaygın hâle gelmesidir. Bu değişiklikle birlikte, sert dişli ve açık alanlarda
daha iyi koşabilmek için güçlü bacakları olan tipler gelişmeye başladı. Yüksekliği 60-70 cm idi.
Arka ve ön ayaklarında 3 parmağı vardı. 4. ön parmak körelmiş ve bir çıkıntı şeklini almıştı.
Önceki cinslerde olduğu gibi Mesohippus’un da tabanları yumuşaktı."

Atın evrimi Kuzey Amerika kıt'asında olmuş...

- "Mesohippus, bir dönüşüm sonrasında Miohippus'a dönüşerek yoluna Miohippus olarak devam etti.
Mesohippus, 30 milyon yıl önce ortadan kalktı. Miohippus da bir süre olduğu gibi yaşamına devam etti
ve sonra 24-20 milyon yıl önce hızlı bir şekilde evrimleşti. Miohippus'tan türeyenlerden Anchitherium,
Eski dünya karalarına geçen cinslerden biridir, 3 parmaklıydı ve yaprakla besleniyordu.
10 milyon yıl içinde süratle geniş bir coğrafyaya yayıldı ve başarılı oldu. Megahippus da
yaprakla beslenen bir cinstir. 15-11 milyon yıl önce Kuzey Amerika
düzlüklerinde yaşadığı tahmin edilmektedir. üç parmaklı ve yaprakla beslenenlerdendi.
Merychippus17 milyon önce Kuzey Amerika'da ortaya çıktı. Atların evriminde bir kilometre taşıdır.
Tipik Merychippus yaklaşık 110 cm uzunluğundaydı. Hâlen üç parmaklıydı. Bazı Merychippus türleri aynı uzunluktaki
yan parmaklara sâhipken, diğerlerinde sâdece koşarken yere değen küçük yan parmaklar gelişti.
Ortadaki parmak geniş ve dış bükey at toynağı olarak gelişmiş ve bacaklar daha uzun bir şekil almıştı.
Pliohippus 15 milyon yıl önce üç parmaklı at olarak doğdu. Pliyosen çökelleri içinde, yan parmakların yok oluşunu
stratigrafik anlamda izlemek mümkün olmuştur.
Astrohippus, yaklaşık 10 milyon yıl önce, Pliohippus'un hemen arkasından ortaya çıkan tek parmaklı attı.
Dinohippus 12 milyon yıl önce görülen bu cins tek parmaklıydı."

Herhalde bu kadar at bilgisi yeter!.. Bu vesile ile belirtelim: AT'ın gelişiminde görüldüğü gibi, EVRİM vardır ve her an devam etmektedir. Biz Evrim'e inanırız. Darwin'in yanlışı herşeyi TESÂDÜF'e bağlamasıdır. Halbuki ALLAH'ın işinde TESÂDÜF olmaz, herşey KADER'e bağlıdır, yâni ÖLÇÜ iledir.

Gelelim, Sâlihât-ı Nisvan'dan, TÜRKLER için Üç Hayırlı Anne'den biri olan ATATÜRK'ün annesi merhum ZÜBEYDE HANIM'a...

Makbule Atadan, Zübeyde Hanım, Mustafa Kemâl

(4) ATATÜRK'ün annesi rahmetli ZÜBEYDE HANIM , Osmanlı devrinde, II. Mehmed zamanında Karaman'dan Rumeli'ye göçen ve toprak işleri ile uğraşan bir Türkmen âilesindendir. Önce Selânik ile Manastır'ın arasında bulunan Vodina Sancağı'na bağlı "Sarıgöl" de denilen "Kayalar" nâhiyesine yerleştiler. Aile, sonradan Selânik yakınlarında, bugün de kaplıcaları ile meşhur olan Langaza'ya yerleşmiştir. Dedesi Feyzullah Efendi'nin taşıdığı "Sofuzâde" lâkabı, yerleştikleri Sarıgöl bölgesindeki yer adları ve âiledeki hâtıraların gösterdiği üzere, Mustafa Kemâl Atatürk'ün anne soyu Karaman'dan Rumeli'ye gelen ve bundan dolayı da "Konyarlar" olarak Rumeli'de anılan Yörük Türkmenler'dendir.

Zübeyde, 1857'de Langaza'da dünyâya gelmiştir. Babası Ömer, annesi Molla Hanım olarak anılan Ayşe Hanım'dır. Döneminde kadınların okula gitmesi yaygın olmadığı için, okur-yazar oluşu nedeniyle kendisi de Zübeyde Molla olarak anılırdı.

Zübeyde Hanım, dinine bağlı bir âileden geldiği gibi, kendisi de öyleydi. Türk târih kitaplarında sıkça geçen, eğitim sisteminin karışık olduğu bir dönemde, Mustafa Kemâl'in ne tür bir okula gideceği konusundaki tartışmalarda Zübeyde'nin, dini eğitim veren Mahalle Mektebi'ne gitmesinde ısrarcı oluşu bu yüzdendir.

Zübeyde, Selânik'te "Gümrük Muhafaza Teşkilâtı'nda memur" diye bildiğimiz Ali Rıza ile 1871 yılında, henüz 14 yaşında iken evlendi. Ali Rıza, sarışın ve mâvi gözlü bir kadınla evlenmeyi düşlerken, kendisinden 20 yaş küçük olan, siyah saçlı ve derin mâvi gözlü bu kadına sevdâlandığını belirtmiştir.

Ancak Selânik'te bulunan Makedonya Devlet Arşivi'nin 1955-1984 yılları arasında müdürlüğünü yapmış, Girit Üniversitesi'nden emekli olmuş, 86 yaşında bir târih profesörü olan Vasilis Dimitriadis, 80 yaşındayken Yunanistan'daki arşivleri didik didik tarayarak yayınladığı, "Bir Evin Hikâyesi: Selânik’teki Mustafa Kemâl Atatürk'ün Evi ve Âilesi Hakkında Türkçe ve Yunanca Belgeler" adlı çalışmasında, Ali Rıza Efendi "keresteci" olarak belirtiliyor... Belki memuriyetten ayrıldıktan sonra yaptığı iştir.

Bu kitap Türk Tarih Kurumu tarafından 2010 yılında basıldı. Kitap şimdiye kadar ATATÜRK'ün âilesi hakkında en geniş ve doğru bilgi veren belgedir. Buna göre Zübeyde Hanım'ın babasının, yâni Mustafa Kemâl'in büyükbabasının adı ise Sofuzâde Feyzullah Ağa... Zübeyde Hanım'ın büyükannesi Emine, "molla" sıfatıyla kayıtlarda yer alıyor. Bu, dinî eğitim almış kadınlara verilen bir sıfat...Teyzesi Fatma da "Molla" olarak geçiyor...

Belki duymuşsunuzdur, ATATÜRK düşmanlarının arasında, muhterem Zübeyde Hanım'ın "genelevden alınmış bir kadın" olduğu, Mustafa Kemâl'in"babasının da Ali Rıza Efendi değil; Abdüş adlı bir kabadayı olduğu, nikâhsız birliktelikten doğduğu" iftirası dolaşıyor... Yunan Târihçi Vasilis Dimitriadis'in eseri bütün bu iddiaları temelden çürütüyor!..

Kitaptaki belgelere göre 1875 yılından önce yapıldığı tespit edilen Atatürk'ün doğduğu Pembe Ev'in ilk sâhibi, Ferhad oğlu İskender'dir... Evin üç el değiştirdikten sonra 1877 yılının Aralık ayında Hatice Zarife tarafından 52/72'lik hissesi Keresteci Ahmed oğlu Ali Rıza'ya satılır. Geri kalan hisseleri ise Mart 1878’de Feyzullah kızı Zübeyde alır. Kayıtlarda Zübeyde Hanım'ın eşinin adıyla değil de, babasının adıyla geçmesinin sebebi evi satın aldıklarında belki evlenmemiş, belki de sâdece 14 yaşında olmasıdır... Ama 1878'de ev toplamda 13.500 kuruşa Ali Rıza Efendi ve Zübeyde Hanım çiftinin olmuş... 3 yıl sonra 1881’de, bu evde Mustafa Dünyâ'ya gelecek ve 8 yıl bu evde yaşayacaktır.

Evli çift Selânik Yenikapı semtinde yeni hayâtına başlatmış ve Zübeyde Fatma, Ömer ve Ahmet adlı çocukları doğmuştur. Ancak Fatma bu dönemde ölmüştür. Daha sonra da Ömer ve Ahmet ölmüştür. 1881'de dördüncü çocukları Mustafa, 1885'te Makbule, 1889'da Nâciye doğdu. Naciye'yi de küçük yaşta veremden kaybettiler. Ali Rıza Efendi de 1888 yılında öldü.

Bunun üzerine Zübeyde Hanım, çocuklarını da alarak ağabeyi Hüseyin Bey'in Langaza'daki çiftliğine gitti. Babasının erken ölümünün ve dayısının çiftliğinde âilenin erkeği olarak yaşadıklarının Mustafa üzerinde derin etkileri olduğu düşünülür.

Ağabeyine daha fazla yük olmak istemeyen Zübeyde Hanım, ikinci evliliğini Selânik Gümrükler Başmüdürü Râgıp Bey ile yaptı. Râgıp Bey'in da önceki evliliğinden dört çocuğu vardı. Bu evlilik, babasının hâtırasına saygı gösterilmediğini düşünen Mustafa Kemâl'i kızdırdı. Ancak Mustafa Kemâl, Ali Fuat Cebesoy'a, Râgıp Bey hakkında "Bana karşı hep çok saygılı davranmış, büyük adam muameleleri etmiştir. Nâzik ve kibar bir insandır." demiştir. Buna rağmen annesi ile fazla görüşmedi.

Zübeyde Hanım Balkan Savaşı'ndan sonra Râgıp Bey'den ayrıldı ve artık Osmanlı toprağı olmaktan çıkan Selânik'i terk ederek, kızı Makbule ile birlikte İstanbul'a göç edip Beşiktaş Akaretler'de bir eve yerleşti.

1919'da Anadolu'ya çıktığından beri görmediği ve üstelik Osmanlı Pâdişâhı tarafından hakkında ölüm emri verildiğini öğrendiği oğlu Mustafa Kemâl ile ancak 14 Haziran 1922'de Adapazarı'nda tekrar buluşan Zübeyde Hanım, onun yanına, Ankara'ya yerleşti. Ancak bu şehrin sert iklim koşulları sağlığını olumsuz etkileyince, tedâvi amacıyla İzmir'e gitti. 14 Ocak 1923 günü 66 yaşında, oğlunun başarılarını gördükten sonra, hayâtını kaybetti. İzmir'in Karşıyaka ilçesinde yatmaktadır. ALLAH ona da, oğluna da gani gani rahmet eylesin.

Bir diğer iftirâ, Mustafa Kemâl Atatürk'ün Sabetayist, yâni yahudi asıllı olduğudur. Bunu da Selânikli olmasına, Selânik'te çok sayıda Yahudi ve Sabetayist olmasına bağlarlar. Halbuki Atatürk Selânikli değildir, Selânik ilçesi Langaza'dandır. Âilesi oradandır. Târihçi Prof. Dr. İlber Ortaylı'nın çok yerinde bir tesbiti ile "karga kovalayan Sabetayist olmaz" .

Üçüncü iftirâ, Atatürk'ün Mason olduğudur. Daha 1909 yılında genç bir subay iken İttihat ve Terakki Cemiyeti'ne "Cemiyet'in Masonluk'la ilişkisini kesmesi için mektup yazan, 1935'te Mason Locaları'nı kapatan ATATÜRK Mason olabilir mi?.. Daha iyi bir yalan, daha okkalı bir iftira bulmak gerekir.

(7) YUNUS EMRE'yi herkes tanır, Varlığın duyduğu ilâhi onundur, herkes bilir. Yine herkes onun Tapduk Emre'nin dergâhına 40 yıl hizmet ettiğini, (bu rakam mecâzî olabilir) bu zaman zarfında bir tek eğri odun getirmediğini de bilir. Şeyhi sormuş, "Yunus, ormanda hiç mi eğri odun yok?" diye.. O da, "Senin dergâhına odunun bile eğrisi yakışmaz" cevâbını vermiş. Daha önce YUNUS EMRE ve TABDUK EMRE 'yi anlatmıştık.

(8) KEMÂNÎ NAZMİ de kim ola ki?.. Keman çaldığını anlıyoruz, Celse İdârecisi'nin onu tanıdığını da görüyoruz ama, biz kendisini tanımıyoruz. Meşhur Kemânileri taradık ama, maalesef bulamadık.

(6) RUH ve CAN meselesi son derece önemli... Acaba ikisinin de mânâsını, mefhumunu tam olarak biliyor muyuz?.. Yüce ALLAH, KUR'AN-I KERİM'de

- "Ve yes'elûneke anir rûh, kul ir rûhu min emri rabbî ve mâ ûtîtum minel ilmi illâ kalîlâ"
- "Sana ruhun ne olduğunu soruyorlar, de ki: 'Ruh, Rabbimin emrindendir.
Size ilimden pek az verilmiştir."
(İsrâ Sûresi , 17. Âyet)

- "Summe sevvâhu venefeha fîhi min rûhih"
"- "Sonra da onu tamamlamıştır, ona kabiliyet vermiştir ve ona ruhundan üfürmüştür:"
(Secde Sûresi , 9. Âyet)

diye geçer... Az verilmiş RUH ilmi ile fazla konuşmak ne mümkün!.. Sâdece şunu söyliyebiliriz. CAN, RUH'un bedendeki tecellisidir. Çoğu Varlık, RUH, ALLAH'tan olduğu için onda kusur görmez, Tekâmül'ü RUH'a bağlamaz. Bütün kusurlar RUH'un kudretini yansıtamıyan CAN'ın tezâhüründedir. NEFS odur. Olgunlaşan, Tekâmül eden odur... Aslında RUH üflenen sâdece insan değildir, bütün canlılardır, bütün yaratılmışlardır. CAN dediğimiz, bizim bildiğimizin ötesinde bir özelliktir. Nerede MADDE varsa, orada RUH vardır. CAN'ın tezâhürü bizim anladığımızın dışındadır.

Gelelim EVRİM'e... EVRİM fikri Darwin'den çok önceden beri var. Eski Yunan filozoflarından biri olan Anaksimandros (M.Ö. 610-547), öğrencilerinin daha sonra felsefî fikir hâline getirdikleri ilk EVRİM fikrini ortaya atmıştır. Ona göre, "bütün hayvanların azar azar gerçekleşen bir değişme (changement) sonucu meydana geldiğini ve insanın bu değişmenin en son safhasında yer aldığını, en eski yaratığın da balık olduğu"nu söyler. Mezopotamya (el-Cezîre) efsânesinde bu fikir çekirdek olarak da vardı.

Onlarda var da, bizde yok mu?.. Müslüman âlimler de 800'lerden itibâren bu hususta eserler vermişlerdir, Zaten "halaka-yaratmak" kelimesi Arapça'da "daha önce yaratılmış bir şeyden bir şey yaratmak" anlamına gelir. Onlar bu noktadan hareketle Kur'an'daki terimler yararlanarak felsefî metodlarla araştırmalar yapmışlardır.

El-Cahiz, «El-Hayavân» (Hayvanlar) isimli kitabında - "bâzı hayvanlar, vücut organları ve bazı özel karekterleri bakımından insana benzerler" der.

Fârâbî (870-950) , "Ara' Ehl-Medinet el-Fazilet" kitabında şöyle der:

- "Bu yaratıkların rütbe silsilesi (hiérarchie) ilk defa en alt seviyedeki varlıkta başlamış, sonra daha üst seviyedeki varlığa geçerek böylece daha üstü olmayan bir seviyeye kadar gitmiştir. En alttaki varlık teşekkül etmiş ilk maddi varlıktır,
onun üstündeki diğer varlık ise elemanlardan meydana gelmiş varlıktır. Sonra mâden, daha sonra bitki,
daha sonra da konuşmayan hayvan gelir; Konuşan Hayvan'ın dışında daha üstün olan yoktur.."

Sistemleşmiş hâliyle EVRİM, ilk defa Endülüs'te İhvân el-Safâ'nın (945-985) "Resa'il-Risâleler" adlı eserlerinde yer alır. Onlara göre, "maymun vücut şekliyle; at uysallığıyla; fil, papağan, bülbül, güvercin akıllarıyla; arı sanatıyla insana yakın olan yaratıklardır." Yine onlar, "toprak, su hava, ateş gibi dört unsur arasında bir irtibat" kurmuşlar ve "yaratıklar arasında madenlerden başlayarak sırasıyla; bitkiler, hayvanlar ve insan arasında aşama aşama yol alan kesintisiz bir sürekliliğin varlığı"nı göstermişlerdir. "Her türün son basamağı, müteâkip türün ilk basamağıyîa irtibatlıdır." Böylece onlara göre, " organik olmayan mâdenler toprağın; toprak bitki türünün; bitki türü hayvanın; hayvan insan türünün, insan da meleklerin oluşmasına katkıda bulunmuştur. Bitki türüyle mâden arasındaki varlık man tadır. Bitki türüyle hayvan türü arasındaki ara varlık hurma ağacıdır. İnsanın mertebesi bütün hayvanların mertebelerinin üstündedir. Bununla berâber bâzı hayvanlar insana yakındırlar. Maymun da insana anatomik olarak yakındır. Ayrıca, insanın ilk basamağı hayvanmki ile irtibatlıdır. En aşağıdaki insan fizikî olarak bir insan ama, hareketlerinde bir hayvan'dır... Nitekim insanlar fizikî görünüm itibâriyle insan, faaliyetlerinde de hayvandırlar. İnsanın en son mertebesi meleklerin mertebesidir.
Bu seviyeye ulaşmış olanlar, hayâtı ilimde ve bilgide bulanlarla basiret sâhibi olanlar ve gönül gözüyle akıllı mânevî varlıkları görenlerdir. Bunlar zâten temiz bir Ruh'a sâhip olarak mânâ âlemini müşâhede edenlerdir."

İbn Miskeveyh (920-1020) , "El-Tahâret" , "Tahzİb-el-Ahlâk" ve " Eî-Fevz el-Asğar" isimli eserlerinde "Maddeler arasında ve varlıklar arası merhalelerde bitişiklik ve ayrılıklar olduğu"nu söylüyor. Ona göre, "hayvanların evriminin son merhalesini, insana en yakın ve ona benzeyen hayvan" teşkil ediyor. İnsan ufkunun en alt ucu veya daha açıkçası, "insan cinsinin menşei, hayvanlar âleminin en gelişmiş merhalesine (en yüksek ufkuna) bağlıdır. Bu son merhale maymun veya insana benzeyen hayvanın merhalesidir. Hayvanlar âleminin bu son merhalesinden sonra gelen de konuşma, akıl yürütme ve ayırdetme melekesini kazanan insandır."

İbn Miskeveyh bu fikrini "El-Fevz el-Asğar" adlı kitabında şöyle derinlemesine açıklar:

- "Yeryüzü'nde ilk unsurların karışmasından sonra görünen ilk Etki (asar) bitkide Ruh'un kuvveti olmuştur.
Zirâ bitki hareket ve besin arama özelliğiyle mâdenlerden ayrılır. Bu Etki'yi almak için bitkide dereceler vardır:
Bunların en altında bulunanlar ise, topraktan bittiğinde, hiçbir tohumu ihtiyaç göstermemiş
ve türünü devam ettirmediği gibi, tohum tâneleri bırakmamış olanlardır. Bu hâl mâden ufkunda (merhalesinde) olan
bâzı cisimlerin hâlidir. Mâdenle bitki arasındaki fark, bitkinin mâdende olmayan - besin arama ve hareket için zorunlu
bir diğerinden üstte olan her bitkide, dal budak satmayı elde edene ve türünü tohum vâsıtasıyla devam ettirene kadar
bitmeye devam etmiştir. Burada Ruh'un Etki'si birinci kategoridekinden daha büyüktür. Bu süreç (sens),
bir gövdesi, yaprakları ve neslini devam ettirdiği meyvesi olan bir ağaç olana kadar dereceli olarak evrimleşir.
Dağlarda, ıssız çöllerde, ormanlarda ve okyanusun ortasındaki adalarda bulunan ağaçların dikilmesi gerekmez.
Tohumla türlerini devam ettirseler bile, kendi kendilerine biterler. Hareketlerinde ağır, büyümelerinde yavaştırlar.
Sonra daha yukarıda diğer dereceler vardır ve bu Etki (bitkisel Ruh Etkisi) pekişir ve böyle ağaçlara, en iyi toprağa,
tatlı bir suya, mizaçlarına uygun bir ısıya ihtiyâcı olan ve türünü devam ettirmek için meyvelerini koruyan
soylu ağaçlar olana kadar ve kendilerinin aşağısında olan diğer ağaçlar üzerinde de bir üstünlük verir.
Zeytin, nar, ayva, erik, incir ağaçları, üzüm asması ve benzerleri böyledir. Bu Etki'nin evrimi asma ve hurma ağacına
ulaşana kadar dereceli olarak devam eder. Oraya ulaştığında bitkinin en yüksek ufku (mertebesi) olur ki,
bu bitkisel Ruh'un Etkisi evrimleşmeye devam eder ve burada bir bitki değil artık hayvanlar alemine girilir.
Çünkü hurma ağacı diğer bitkiler arasında öyle yüksek bir dereceye ulaşmıştır ki, hayvanlar âlemiyle
bir bağ elde eder ve onlarla büyük bir benzerlik içerisinde bulunur. Böylece erkek hurma ağacı dişisinden ayrılır.
Aynı şekilde meyvesini bitirmek için döllenmeye ihtiyâcı vardır. Eğer bir felâkete uğrarsa, yokolur gider
Halbuki diğer ağaçlarda durum böyle değildir. Hurma ağacının Spathe adı verilen ve dişisinin döllendiği tohumu
hayvanlarınkine benzer bir kokuya sâhiptir. Bu onun hepsini tümüyle sıralamaya yer olmayan kendine has
diğer birçok özelliklerinden birisidir. Böylece Dineveri, dişi hurma ağacının, insan varlık gibi sevgiye de
kabiliyetli hurma ağacı bir bitkinin çıkabileceği en uç sınıra ulaştığı ve hayvanlar âleminin ufkuna vardığı açıktır.
Bu sebepten dolayıdır ki, bitki bu uç mertebenin ötesine geçtiğinde ve daha önceki derecesinden ayrıldığında, topraktan kopar ve takılı kalacağı köküne ihtiyaç kalmaz. Böylece dilediğince hareketler yapabilmesi için yeterli bir bağımsızlığa ulaşır. Hayvan mertebesinin ilk basamağı orasıdır ve onda hissedebihne gücünün zayıflığı nedeniyle kendi kendine
hareketi de zayıftır. Onda sâdece tek bir his vardır: o da dokunma hissidir. Irmak kenarları ve deniz kıyısında bulunan
kabuklularla bâzı salyangoz türlerinde durum böyledir. Kabuklunun canlılığı ve kendisinde
sâdece his melekesi olduğu bilinir, zirâ bir kimse onu yerinden âniden sökecek olursa, sür'atle ve hafifçe yerini terkeder
ve kendisini yerinden edene tepki gösterir ama, yavaş yavaş ve tedrîcen yakalanırsa, yerine yapışır ve orada kalır.
Hernekadar topraktan ayrı ve müstakil bir hayâtı olsa da, yer değiştirmek için gücü çok zayıftır.
Bundan dolayı o hâlâ bitkiler âleminin ufkuna (mertebesine) çok daha yakındır ve onlarla arasında bağlar vardır.
Sonra bu mertebeden, yer değiştirmek ve hareket etmeye ulaşana kadar evrimleşir ve onda Ruh'un Etki gücü
açığa çıktıkça hissetme gücü de gelişir, o zaman da yer değiştirir ve biz de onu sunduğu yararlar sebebiyle araştırırız.
İki çeşit duyum melekesine sâhiptir. Böcekler, birçok kelebek türleri ve yerde sürünen hayvanlar onu andırır.
Sonra bu mertebeden evrimleşir ve dört duyum melekeîi bir hayvan olduğunda da Ruh Etkisi pekişir:
tıpkı köstebek ve benzerlerinde olduğu gibi... Sonra evrimleşirken, karınca, arı ve cam tâneleri gibi gözü olup ta
göz yuvarlağını kapatacak hiçbir göz kapağına sâhip olmayan hayvanlar zayıf bir görme melekesine sâhip olmaya başlarlar. Sonra da beş duyum melekesine sâhip bir hayvanı meydana getiren bir EVRİM görülür, ama yine de
böyle hayvanlar arasında türlü mertebeler vardır. Kimisi duyumda sersem ve kaba, kimisi de terbiyeye cevap veren,
yasak emri kabul eden, sözle etkilenmeye hazır olan ve farklı sözleri ayırabilen duyumlarında nâzik ve zekidir.
Atm, evcil hayvanların ve kuşlar arasında şâhinin durumu böyledir. Sonra hayvanların en yüksek mertebesine gelinir
ve burada ilkel bir merhalenin başlamış olduğu insan ufkunun en alt noktasına girilmiş, olunur.
Bu mertebe, hernekadar hayvanların en yüksek merhalesi ve zirveleri olsa da, yine de insan merhalesinin altında kalır
ve ondan daha aşağıdadır. Bu maymunların ve insan mertebesine yakın diğer benzer hayvanların merhalesidir.
İkisi arasında pek az bir mesâfe vardır. Eğer maymun bu mesâfeyi katederse, İNSAN olur. İnsanlaştığında
ayakta yürür ve hayvanlar ufkunun yakınında İLKEL İNSAN mertebesine uygun olan temyiz melekesini
birazcık olsun kazanır. Ruh Etkisi onda pekişir ve kendisinde anlama ve temyiz melekesi olduğundan terbiyeyi kabul eder. Bu etki, her nekadar insanın aşağısmdaki hayvan merhalelerine nisbeten evrimleşse de, yine de Akıllı İnsan
(Homo sapiens) merhalesinin ötesinde ve çok aşağısında kalır. İnsanın en aşağısındaki bu merhale,
hayvanlar ufkunun en yüksek noktasındadır."

İbn el-Heysem (965-1039) ise şöyle diyor. Artık kastettiği Rûhî Tekâmül mü, bedenî inkişâf mı, siz karar verin.

- "Menşeini maddî âlemden alan insan bâzı mertebeler geçirir. Sırasıyla, öküz, eşek, at, maymun
ve sonunda da maymun mertebesinden insan mertebesine geçer."

Ragıb el-İsfehani'nin (ölümü 1008) düşüncesine göre, "insan küçük bir kâinat (être microcosmique), Kainat da büyük bir insandır (être macrocosmique). Ayrıca, insan kâinatın unsurlarından mürekkeptir ve bâzı yönleriyle diğer yaratıklara benzer. Meselâ insan, oburluğuyla domuza; pintiliğiyle köpeğe; taklitçiliğiyle maymuna benzer... Bâzan o, meyvesi,
yaprağı ve çiçeği güzel olan portakal ağacı gibidir ve yararlı olma açısından hurma ve üzüm gibidir...Kâinat'ın gelişme
(développement) yoluyla yaratılmasındaki ana gâye insanın yaratılmasıdır. Kâinat'ın esas unsurlarının yaratılmasındaki, bu maddelerden bitkilerin doğuşu ve bitkilerden de hayvanların üremesindeki hedef, insanda bulunan maddelerin meydana getirilmesine
yöneliktir. Akıl sâhibi Ruh (Ruh-u Nâtık) vey İnsan-ı Kâmil bu beşerileşmiş maddelerden yaratılmıştır"

El-Hazen'in bu konuda felsefi fikirleri şu şekilde özetlenebilir: -

"Maddî varlık alanında mâdenler en alt sımfta yer alır, sonra bitkiler âlemi, sonra hayvanlar
ve nihayet insanlar gelir. însan vücûduyla maddî dünyâya âittir, fakat Ruhuyla Rûhî Vvarlıklar'a
ve üstünde sâdece Allah olan meleklere âittir. Böylece en alt gelişme zinciriyle en yüksek olanla
silsileştirilmiştir. Fakat İnsan Ruhu maddî bağlarını atmaya uğraşmakta, hür olmaya çalışmakta
ve neşet ettiği yer olan tekrar Allah'a doğru yükselmektedir.."

Turka el-îsfehâni ise şöyle der:

- "Yeryüzü'nde ilk defa mâden, sonra bitki, sonra da hayvan meydana gelmiştir.
Ulu Tanrı, bunların her türünün son varlığını müteâkip türün ilk varlığı yapmıştır.
Mantarı mâdenle bitki âlemi arasına; hurma ağacını bitki âlemiyle hayvan âlemi arasına;
maymunu da hayvanla insan arasına 'ara varlık' olarak yerleştirmiştir."

Naşir el¬Din Tûsî (1291-1274) "Aflâk-ı Naşîrİ" adlı eseride Miskeveyh'in görüşlerini kabul ettiğini açıklar ve "Sudanlıları maymuna yakın insan olarak" insanın maymundan geldiğinin delili olarak gösterir.

Çoğu kimsenin bildiği üzre, Mevlâna Celâleddin-i Rûmî, Farsça yazdığı Mesnevi'sinin dördüncü cildinde şunları söyler:

- "Cansızken öldüm, uyur oldum.
Uyurken de yine öldüm, ve hayvan oldum.
Hayvan iken de öldüm, insan oldum (Adem).
İnsan iken de ölür ve sonunda melek olurum."

Diğer mısraları da şöyledir:

- "Ademoğlu ilk önce cansızlar âlemine (iklim) geldi.
Sonra bitki âlemine geçti, orada uzun müddet kaldı.
Cansızlar âlemini ve orada meydana gelen kavgalarıhatırlamadı.
Bitki âleminden hayvan âlemine geçti.
Burada da bitkiykenki halini hiç hatırlamadı.
Yüce yaratıcı onu hayvan âleminden insan âlemine çekti.
Bir âlemden diğerine koştura koştura:
Sonunda o âlim ve akıllı oluverdi...

Zekeriya bin Muhammed el Kazvinî (1203-1283) , "Acâ'İb eî-Mahlûkat" kitabında,

- "Bu kâinatın ilk unsuru toprak, son unsuru melek ruhudur.
Gerçekte mâdenler bir yandan toprağa ve suya, diğer yandan bitkiye bitişiktir. Bitki, mâdenle hayvan arasında;
hayvan, bitki ile insan arasındadır. İnsan türü bir yandan hayvana ve öte yandan melekî varlıklara bitişiktir,"

der.

Berber asıllı dâhi düşünür İbn Haldun (1332-1406), şöyle der "Mukaddime" adlı eserinde:

- “Görülüyor ki âlemde mükemmel bir düzen var, sonuç-sebebe bağlı, bir oluş (varlık) öbürüne bitişik (ittisâl), bâzı varlıklar diğer bâzı varlıklara dönüşmekte (istihâle, transformasyon).
Biz burada miâl olmak üzere madde, bitki, canlı ve insanı ele alalım. Tohumsuz bitkiler, bitkilerin en gelişmemiş şekli,
onun için de maddeye en yakın olanı. Hurma ve asma ise en gelişmiş şekli, onun için de canlılara en yakın olanı.
Sedef canlıların en ilkel olanı, onun için bitkilere en yakın bulunanı. Maymun ise hayvanların en gelişmiş ve insana
en yakın olanı. Bu varlıklar arasında bir ittisâl (bitişme hâli) var. İttisâlin anlamı, bu varlık türlerinden her birinin bir üstteki varlık türüne dönüşebilme yeteneğine oldukça elverişli (müstaid, hazırlıklı, yetenikli) olmalarıdır. Bir cinsin
en mükemmel türü, bir üstteki cinsin en ilkel türü hâline gelebilme yeteneğine oldukça müsâittirler."

Duyular âleminde feleklerin ve unsurların hareketini, oluşumlar âleminde büyüme ve idrâkı gözlemliyoruz.
Bunlar maddeden ayrı ama, onlar üzerinde etkili bir şeyin varlığına tanıklık eder ki, o da idrak ve hareket güçlerine
sâhip nefstir (Ruh). Bunun üstünde bulunan ve ona bu iki gücü veren başka bir varlığın bulunması zorunludur.
Bu da ona bitişik olan, özü itibâriyle sırf idrak ve hâlis düşünce olan meleklerdir. O hâlde Ruh'un,
insanlıktan sıyrılıp melekliğe yükselme yeteneğine sâhip olması lâzımdır ki, bir an için bile ol, fiîlen melek cinsinden olsun. O alt yönüyle bedene, üst yönüyle meleklere bitişiktir, onlardan gaybe ait bilgiler alınır. Yâni, bir cinsin bir türü
nasıl diğer cinsin bir türü hâline dönüşebiliyorsa, İnsan Ruhu da geçici olarak beşerî varlığından çıkıyor
ve bir an için de olsa melekleşiyor. Melekler Âlemi'ne çıkan Ruh orada gayba ait bâzı bilgiler alıp, eski hâline dönüyor.
Peygamberlerin vahiy, velilerin ilham almaları böyle açıklanıyor.

"Mâlûm olsun ki, -Allah bizi de, seni de irşad etsin- biz görüyoruz ki, şu âlem, içindeki bütün
yaratıklarla birlikte mükemmel bir tertip ve sapasağlam bir şekil üzeredir. Sebeplerle neticeler
yekdiğerine bağlanmakta, eşya ve olaylar (bir nizâm dâhilinde) birbirine bitişmekte, varlıklar
yekdiğerine dönüşmekte, (Bu tarz üzere müşâhede ettiğimiz şu âlemin) acâiblikleri tükenmemekte
ve nihâî noktasına varılamamaktadır."

"Bu hususun incelenmesine maddî ve hissi alem ile başlıyorum. Evvelâ şuna dikkat ediniz:
Müşâhede edilen unsurlar âlemi, nasıl derece derece ve birbiriyle ittisâl hâlinde arzdan (topraktan)
yukarıya çıkarak su unsuruna, sonra hava unsuruna, sonra da ateş unsuruna varmakta, bunlardan herbiri
yukarıya çıkarken veya aşağıya inerken kendisini tâkip eden unsura İstihâle (transformation) etme istidâdına
ve kaabiliyetine sâhip bulunmakta ve bâzı vakitlerde İstihâle de etmekte. Bu unsurlardan yukarıda bulunan,
kendisinden öncekinden daha lâtif ve daha ince bir nitelik taşımakta ve bu durum felekler âlemine kadar
böylece devam etmektedir. Bu âlem ise her şeyden daha lâtiftir. Yekdiğerine bitişik olan tabakalar hâlinde
ve sâdece hareketleri müstesnâ, diğer hususları hisle idrâk olunmayacak bir şekildedir. Bâzı âlimler, bu hareketler sâyesinde feleklerin kemmiyet ve şekilleri hakkında bilgi sâhibi olmaya imkân bulmuşlar ve feleklerden ötelerde bulunan ama. feleklerde (görmekte olduğumuz) şu tesirleri müşâhede edilen (mânevî, mücerret ve müfârık) zatların
varlıkları hakkında da yine o sâyede mâlûmat sâhibi olabilmişlerdir."

"Sonra yaratılış âlemine (âlem-i tekvin) dikkatle bakınız. Nasıl mâdenlerden başlamakta, sonra bitkilere,
sonra da fevkalâde güzel bir biçimde tedrîcen hayvanlara geçilmektedir. Mâdenler ufkunun
(âleminin ve sahâsının, horizon, stage) sonu, bitkiler âleminin ilkine bitişmektedir (ittisâl, connection).
Meselâ mâdenler âleminin son noktasında bulunan maddeler, bitkiler âleminin ilk basamağında yer alan
otlara ve tohumsuz bitkilere bitişmektedir; hurma ve asma gibi bitkiler âleminin nihâyetinde bulunan nebâtat,
salyangoz ve midye gibi hayvanlar âleminin ilk (ve en aşağı) basamağında bulunan canlılara bitişmekte ve salyangoz,
ve sedefte sadece dokunma duyusu bulunmaktadır. Şu mükevvenat ve oluşumlar âlemindeki "bitişik olma-ittisâl",
bir sınıf ve sahânın sonunda bulunan bir varlığın ondan sonraki sınıf ve sahânın ilk basamağının varlığı hâline gelmek
ve dönüşmek için, garip (diğer bir nüshada, fıtrî ve tabiî) bir istidat ve kaabiliyete sâhib olması mânâsına gelmektedir.
Hayvanlar âlemi genişlemiş, nevilerinin sayısı çoğalmış, nihâyet yaradılıştaki tedricilik ile düşünce
ve görüş (fikir , think, reflect) sâhibi insana kadar varmıştır. (Hayvanlar âlemi) insan olma (homo sapiens) noktasına,
kendisinde zekâ ve idrâk toplanmış olan, ama fiîlen düşünme ve görüş sâhibi olma mertebesine ulaşmamış bulunan
maymunlar âleminden geçerek çıkılmıştır. Ondan (yâni maymunlar âleminden) sonra insanlar âleminin ilk noktası
işte bu olmuştur. (Varlık ve âlem hakkındaki) gözlemlerimizin ulaştığı nihâî nokta budur."

Kınalızâde Ali Efendi (1510-1572) "Ahlâk-ı 'Alâ" isimli kitabında ilk defa Türkçe olarak evrimden bahseder. Ona göre, "maymun, at, fil ve papağan insanın ufkuna en yakın olan hayvanlardır," diyerek ihvan el-Safa'nm fikirlerine iştirak eder ve "hayvanla insan arasına nasnas (vahşi insan) ve vaşak"ı yerleştirir.

Erzurumlu İbrahim Hakkı (1703-1772) "Mârifetnâme"sinde, EVRİM'e bir bölüm ayırarak orada, birleşme (ittisâl), derece (mertebe), dönüşüm (istihâle: transformisme) hususunda İhvan el-Safa ile İbn Miskeveyh'in sözlerini özetler. Sırasıyla: mâden, bitki ve hayvan mertebelerinden başlıyarak insanın evrim derecesi"ni gösterir. "Mâdenle bitki arasındaki ara varlık mercandır. Bitki ile hayvan arasındaki ara varlık hurma ağacıdır (nabl)" der. Bununla da yetinmiyerek, "maymun ve nasnas'ı (sözlük anlamıyla: vahşi adam) insan türüyle hayvan türünün arasına" koyar. "İnsana en yakın hayvanı maymun olarak" gösterir. "Varlıklar insanda son bulan bir dizi içinde sıralanabilirler. Bu sıranın hedefi, Kainat'ın bir özeti olan beşerî varlığın zaman içinde tamamlanmasıdır," diyerek tamamlar.

Akıl karıştırdıysak, affola!.. Ama şunu da belirmeden geçemiyeceğim: Bin yıl önceki Müslüman âlimler böyle açık fikirli ve araştırıcı iken; şimdi İnternet gibi, kütüphâneler, kâboratuvarlar gibi imkânlar var iken, niye ilim adamı geçinenlerimiz tın-tın teneke gibi boş ötüyor?

Yalnız dikkatinizi çekeriz, bu Müslüman âlimler Darwin gibi işi TESÂDÜF'e bağlamıyor. Tam tersine, herşeyin muazzam bir NİZAM ve ÖLÇÜ (KADERr) içinde cereyan ettiğini dile getiriyorlar. Bu gerçeği her bitki ve hayvan belgeselini seyrederken huşû ve hayret içinde farkedersiniz.

Ne uzun celse incelemesi değil mi?.. Ama yapmasak olmazdı.

Ruhi Selman

selman@journalist.com

***

  • Önemli Sayfalar:

    - BİR SPİRİTUALİSTİN DÜNYASI - ANA SAYFA
    - BİR TEBLİĞ
    - ÖLÜM VE SONRASI
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 1
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 2
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 3
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 4
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 5
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 6
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 7
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 8
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 9
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 10
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 11
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 12
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 13
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 14
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 15
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 16
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 17
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 18
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 19
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 20
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 21
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 22
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 23
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 24
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 25
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 26
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 27
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 29
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 30
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 31
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 32
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 33
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 34
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 35
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 36
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 37
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 39
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 40
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 41
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 42
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 43
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 44
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 45
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 46
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 47
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 48
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 49
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 50
    - ÂHIRET'TEN SİMÂLAR - 58
    - ÂHIRET'TEN SİMÂLAR - 59
    - ÂHIRET'TEN SİMÂLAR - 60
    - ÂHIRET'TEN SİMÂLAR - 61
    - ÂHIRET'TEN SİMÂLAR - 62
    - ÂHIRET'TEN SİMÂLAR - 63
    - ÂHIRET'TEN SİMÂLAR - 64
    - İBN-İ SİNÂ CELSESİ
    - TEKÂMÜL'E GİDEN YOL
    - NEYZEN TEVFİK'TEN BİR ŞİİR
    - ÖTE ÂLEM'DEN ŞİİRLER - 1
    - RÜYÂLAR - 1
    - RÜYÂLAR - 2
    - REİNKARNASYON
    - ANADOLU'DA REİNKARNASYON ŞİİRLERİ
    - İRLANDALI ŞÂİR JAMES CLARENCE MANGAN ANADOLU'DA MI YAŞADI?
    - FİNCAN CELSELERİ - 1
    - FİNCAN CELSELERİ - 2
    - FİNCAN CELSELERİ - 3
    - EKMİNEZİ ÇALIŞMASI
    - RÛHÎ FİLİMLER - 1
    - ENTERESAN RÛHÎ OLAYLAR
    - ERGUN ARIKDAL VE SÂDIKLAR PLÂNI'NI TENKİT
    - BÜLENT ÇORAK VE DÜNYA KARDEŞLİK BİRLİĞİ SAFSATASI
    - CENAP BAŞMAN VE MARON TARİKATI
    - SAPKIN RAEL TARİKATI
    - TRANSANDANTAL MEDİTASYON KANDIRMACASI
    - MELEKLER'DEN MESAJ ALDIĞINI SANAN ŞAŞKINLAR
    - ŞEYTANA TAPAN SATANİSTLER
    - MEKTUPLAR