BİR SPİRİTUALİSTİN DÜNYASI

ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 51

Bu sefer sizlere çok enteresan bir Celse zaptı sunacağız... Medyum Esat her uyuyuşunda bir kaç değişik seviyede Varlık'la irtibat kurar, onlarla sohbet etmeyi sağlardı. 1964 ilâ 1966 yılları arasında bir çok Celse'ye katılmış, kısa bir süre sonra da vefat etmiştir. Kendisiyle tanışmış, Celseler'inde bulunmuş olmakla iftihar ederim. ALLAH rahmet eylesin.

Varlık : Geri Varlıklar , Mevlevî Hazret-i İshak
Medyum : Esat
Târih ; 6 Kasım 1964
Usûl : Hipnotik-Manyetik Karma
Hâzirûn : Muhtelif

(Medyum karma metotla uyutulup yükseltildikten sonra)

Medyum- ...... Ağlıyorlar...
İdâreci- Kimmiş bu ağlıyanlar?
M- ..... Yaklaşıyorum..... Kimsesi yokmuş... "N'olur," diyor, "KUR'AN okuyun bana."
İ- Peki... Dua edelim.
Varlık- Teşekkür ederim.
İ- ..... Arkadaşlarım dua ettiler.
V- ALLAH râzı olsun.
İ- Kendisi hakkında bize biraz mâlûmat verir mi?
M- .... "Bilmiyorum ki" diyor... Yalnız çok azapta imiş.
İ- Acaba azap çekmesinin sebebi ne imiş?
M- ..... Çalmış...
İ- Ne zaman yaşamış? Nerede yaşamış?
M- .... 60... Pek bilmiyormuş da... Urfa'da.... İsmi Ramazan...
V- Ama pek bilmiyorum, Ramazan mı?
İ- TANRI günahlarını affetsin!
M- ... Çekildi zâten...

Burada duralım... "Nasıl olur da, insan kendisi hakkındaki bilgileri hatırlamaz?" diye birşey gelebilir aklınıza... Bu Öte Âlem'de sık karşılaştığımız bir durum... Hem de sâdece Geri Varlıklar'da değil. Meselâ Neyzen Tevfik bir seferinde "Dünyâya âit intibalar benden siliniyor" demişti. Ama tabii hiç unutmıyanlar da var.

İdâreci- Yüksemenize devam ediniz.
Medyum- ..... Ağlıyor herkes...
İ- Sebep???
M- .... Çok derinden bir ses geldi. ... "Yakında anlıyacaksın," diyor,
"niye böyle birden ağlıyoruz"...
"Ama" diyor, "geç ağlayın bizden," diyor...
"Sen de ağlasana" diyor...
İ- Suçları neymiş? Biraz daha izahat verirler mi?
M- ... "Sizler için ağlıyorum" diyor...
İ- Biz fâniler???
M- "Hayır" diyor, "öyle değil... Yakında anlıyacaksınız, niye ağlıyoruz," diyor.
İ- Şimdi açıklamazlar mı, rica etsek?
M- "ALLAH bilir" diyorlar... "Yalnız" diyor, "hepinizin müşterek kâlbinin parçası olan
biri ölmekte... Onun için ağlıyacaksınız."
İ- Takdir-i İlâhî.
M- "Tabii, tabii... Zaman yok" diyorlar, "Ama işte, olsun bu da böyle."
İ- Bütün fâniler TANRI'sına doğru yürümekte... Tekâmülünü sağlamak için yoluna
devam edecek.
M- .... Yürümeliymiş, Yukarı çıkmalıymışım...
İ- Yolunuza devam ediniz.
M- ....... Geldi...
İ- Hoş geldiler. Nur içinde yatsın Üstâdımız.
Varlık- Hoş bulduk.
İ- TANRI râzı olsun. Emir ve irşatlarını bekliyoruz.
V- Ben HAZRET-İ İSHAK... Yalnız başka mânâda olan İshak değil...

(Yâni "Peygamber olan Hz. İshak değil" demek istiyor.) MEVLEVÎ İSHAK...
M- ... "Mevzu-u asliyenizi tâyinde isâbet buyurur musunuz?" diyorlar.
İ- Sizin bir emir ve irşatlarınız var mı? Ondan sonra bizim ricalarımız olacak.
M- ... "Emir, gururdan doğar. Onun için yok," diyor.
İ- Bizim yapmamız icâbeden bir emirleriniz varsa, lûtfedin.
M- .... "Gönlünüzden geçeni söyleyin" diyorlar.
İ- Müsaade ederseniz, arkadaşlara sorayım.
V- Evet... Yalnız... Var burda... Hem de çok yalnız... Niye şüphe?... Niye yalnızlık?...
Neden, gözleriniz açık, göremiyorsunuz?..
İ-
(İmânın üzerinde durmaz) Aşk-ı İlâhî'ye varmak için, bir tarikata
mensup olmak şart mıdır?
V- Ben size bir yol söyliyeyim, o kâfi... GÖNÜL YOLU...

Burada durmamız gerek... Gelen Varlık Mevlevî olduğuna göre, sohbet Tasavvuf üzerinde cereyan edecek... O bakımdan, bir hususu açıklamamız lâzım, bilmeyenler için... Bilenler kusura bakmasın ... TARİK "yol" demektir. TARİKAT "yollar" olur. Yâni, Aklın yolu birdir ama, Aşkın yolu çoktur, ALLAH'a ulaşmak için pek çok yol vardır. İdâreci, "ALLAH Aşkı'na varmak için hangi yola girelim?" diye sorunca, Varlık en güzel cevâbı vermiş: "GÖNÜL YOLU"...

Yalnız. dikkatinizden kaçmamıştır, Muhterem bir Varlık diyor ki, "Yakında anlıyacaksınız, niye ağlıyoruz. Hepinizin müşterek kâlbinin parçası olan biri ölmekte... Onun için siz de ağlıyacaksınız." Bu ne demek?.. Varlık, dört yıl öncesinden Medyum'un genç yaşta vefat edeceğini bildirmiş!.. O mu bilmiş?.. Hayır. Gaybı ancak ALLAH bilir. Ona bildirilmiş. Ama İdâreci de, Avradakiler de ne kastedildiğini anlamamışlar. Zâten anlamaları için verilmemişti.

İdâreci- Biraz daha açar mısınız (GÖNÜL YOLU''nu)?
Varlık- Açalım tabii... Tekâmüle ermek için her insanın kendini yaratması lâzımdır.
Bu da TANRI'nın kendisine verdiği nimetlerden faydalanmakla olur. Eğer siz...
Tekâmüle adım atmış olursunuz. TEKÂMÜL, RUHUN HÜRRİYETİDİR... Bunun için de
kâlbinizi Aşk'a mâbed yapınız!.. Bu mâbedin mihrâbı Fazilet olsun!.. O zaman
Tekâmülde yürürsünüz.

(Zihnen alır) Yalnız bir hanımefendi sual sormak istiyor... Lûtfen sorsun.

İ- Nuriye Hanım sormak istiyor.
V- O mevzuu zihnen sormayınız. Herkes faydalansın ondan.
Nuriye Hanım- Bende Şifâcı Medyumluk var mıdır?
V- Biliyorsunuz ki, her insanda bir nebze kudret vardır, NUR vardır. Bu NUR,
ALLAH'a uzanan bir nurdur. Bu NUR'dan faydalanacak kadar Ruhunu berraklaştıranlar
elbette ki bu yolda faydalı olurlar... Tabii vardır!
İ- Teşekkür ettiler.

Çok açık ama bir kere daha vurgulıyalım... ALLAH'IN NURU herkeste var!.. Ne diyor, KUR'AN'da?.. 'Onu güzelce düzenleyip ona ruhumdan üfledim" (Hicr Sûresi, 29. Âyet) O zaman Medyumluk ta, Şifâcılık ta, her türlü kaabiliyet te herkeste var. Ama onu ortaya çıkarmak için "Ruh'u berraklaştırmak, onu nefsin esâretinden kurtarmak" gerek. O yüzden biz hep deriz: Bütün mânevî mevzularda, gerçek tarikatlarda olduğu gibi, Spiritualizm'de de SERVET-ŞEHVET-ŞÖHRET peşinde koşulmaz!.. Bunlardan birine bulaşmış kişiden, kişilerden, topluluktan hayır gelmez!

Varlık- Tatmin olduk mu, efendim?..

Bahçenizde bir havuz var... Bu pis bir havuz... Kendinizi havuzda görmek istiyorsunuz...
Göremiyorsunuz.. Havuzu temizlemeye başlıyorsunuz... Onu temizledikçe, biraz daha
parlak, kendinizi görüyorsunuz... Fakat bir gün havuz berrak oluyor... Ve siz kendinizi
olduğu gibi görüyorsunuz... İşte bu havuz gibi Ruhunuzu temizlerseniz, iş tamamdır,
efendim.

İ- "Nasip olabilecek mi?" diyorlar.
V- Size bağlı... ve bir de ALLAH'ın yardımına... Eğer ihtiras ve arzularınızın ötesine
varabiliyorsanız, bu mümkündür, efendim.

Herşey sorabilirsiniz... Şimdi bu mevzuda, var gene (zihinden alır) , efendim... FAZİLET...

İ- Evet, Timuçin Bey'in ricası... Fazilet'in tam târifini rica ediyor.
V- Biliyorum... Ben size evvelâ Fazilet'in bir başka târifini yapayım... Sonra istediğinize
gireceğim, efendim.

FAZİLET, VİCDÂNIN AYNASIDIR... Nasıl Faziletli olabilirsiniz?.. Ve Fazilet nedir?..
İman... Eğer sizde İmanınızdan Aşk fışkırıyor, aldığınız ilhamları hareketlerinize
uydurabiliyorsanız, Faziletli insansınız...

Kapalı mı oldu, efendim, biraz?

İ- Bu noktayı bir daha rica ediyorum.
V- Açalım... Eğer bir hareket yapıldıktan sonra size Rûhî bir haz veriyorsa, ve bu
hareketleri siz dâima yapıyorsanız, bu hazlar sizi bir huzura götürecektir. Bu huzur,
Fazilet'in yoludur, efendim... Işıklı bir yol...

Başka birşey istiyorsanız, hemen!

İ- Teşekkür ettiler.
V- ALLAH'a giden yolun gönlünüzden geçen şeklidir, efendim.
İ- Fazilet???... Şu halde her insanda ayrı tecelli eder.
V- Tabii... Gönlünüzün kaabiliyeti kadar... Her insan aynı derecede Faziletli değildir zâten.

Bakın, ben size başka bir misâl vereyim: Bir zavallıya yardım ediyorsunuz... İki kişi de
birer mecidiye yardım ediyor... Bilmiyorum, tâbir anlaşılıyor mu?..
(Mecidiye: 20 kuruş)
Birer mecidiye yardım ediyorsunuz. O birer mecidiye o şahsın aynı derecede işine
yarıyor... Fakat ikinizin yaptığı hareket aynı derecede Faziletli değildir, efendim.
Çünkü bundan duyduğunuz, aynı derecede değildir de, ondan... Kim o zavallının
duyduğu sevinci içinde yaşatabiliyorsa, en çok, o daha Faziletlidir... Yâni, başkasının
kirpiğinden gözyaşı damlıyacak, siz bunun sevincini veya ıstırâbını duyacaksınız.
Bunu yaptığınız gün, kulsunuz, efendim.

İ- Şu halde bir başkasının kederlerini paylaşmak, o kederi veya teessürü izâle etmek için
çaba göstermek, Fazilet'in diğer bir târifidir.
V- Diğer bir şeklidir, çünkü siz o insanı da mesut edeceksiniz. O insana da saadetten
bir nebze vereceksiniz. . Bu sizin için Fziletli bir hareket değil mi?.. Yalnız Fazilet,
kendi kendini Tekâmül'e götürmek değil ki!.. Bu gâye... fakat bunun dalları var.
Çünkü o dalları yaptığınız takdirde kendi kendinizi daha çok Tekâmül'e götüreceksiniz.
İtecek onlar sizi!.. İleriye, yükseğe itecek!
İ- Dâima bize, "Birbirinizi seviniz, iyi olunuz" deniyor. Ancak hayâtın bâzı zaruretleri,
icapları bir takım hareketlere mecbur ediyor ki, bunlar bâzen iyi kadrosuna,
bâzen de kötü kadrosuna giriyor.
V- Meselâ???
İ- İyi yapmak için uğraştığınız bu hareketleri iyi kadrosuna nasıl sokabiliriz?
V- Şimdi, efendim, burda birşey var... Siz hareketi mânâlandırmayın. Sizi harekete
sevkeden duyguyu mânâlandırın. Anlatabildim mi?.. Meselâ, siz iyilikle yaparsınız bunu,
o insan için kötü olur bu. Ama sizin gâyeniz iyilik yapmaktı. Yine zafer sizin tarafınızdadır.
İ- O halde, yanlış anlaşılmadıysa, demek istiyorsunuz ki, hareketlerin fiiliyat değil;
o fiiliyata dökülen duygu, düşünce ve niyet...
V- Tabii işte sizin mânevî dünyânızı alâkadar eden kısmı... Zâten siz bunu duyunca,
hiçbir zaman kötülük yapmayı aklınızdan geçirmezsiniz ki.
İ- Ancak neticeleri bambaşka tezâhür ediyor.
V- Meselâ??? Misâl getirin.

Devam etmeden şu FAZİLET'i bir de sözlükler nasıl almış, ona bakalım... FAZİLET, "insanda iyilik etmeye ve fenâlıktan çekinmeye yönelik olan devamlı ve değişmez istidat, güzel vasıf, kişiyi ahlâklı ve iyi hareket etmeye yönelten mânevî kuvvet, insanın yaratılışındaki iyilik, bütün iyi huylar, erdem, iyi ahlâk, iffet, değer, meziyet; ilim ve iman, irfan itibârı ile olan yüksek derece, dinî ve ahlâkî vazifelere riâyet derecesi, fazl ve hüner cihetiyle olan yüksek derece, bir şeyin başka şeylerden cemâl ve kemâl ve fayda cihetiyle üstünlüğü, müreccah olmasına sebep olan keyfiyet" gibi pek çok mânâsı var... (Zata mahsus hasletin cem'i "fazâil" dir. Şecaat, in'am ve ihsan gibi, müteaddid meziyete dâir faziletlerin çoğulu "fevâzıl"dır.) Üstat ne demişti?.. "Eğer sizde imanınızdan aşk fışkırıyor, aldığınız ilhamları hareketlerinize uydurabiliyorsanız, Faziletli insansınız." Yâni iyilik etmekte, fenâlıktan çekinmeye devamlı bir gayret gösteriyorsanız Fziletlisiniz demektir.

Bir de şu mesele var: İki adam fakire birer mecidiye veriyor... Birisi ancak geçimini sağlayabilen bir âile babası, öteki hanlar, hamamlar sâhibi... İkisi aynı derecede Faziletli sayılabilir mi?.. Hangisi daha Faziletli?.. Servetinden 20 altın çıkarıp verse, sarsılmıyacak olanın davranışını Faziletli saymak doğru mu?.. Üstelik vermek te yetmiyor, "o zavallının duyduğu sevinci içinde yaşatabilmek" gerek... Parayı verip, çekip gitmekle olmaz!

İdâreci- Meselâ, şöyle: Birçok milletlerde bir takım dâvâların mevzuları oluyor ki,
kendi menfaatleri yönünden mütâlâa ediyorlar. Millî menfaatler herşeyde hâkim oluyor.
Varlık- Tamam, zâten...
İ- Milletinin menfaati baş konusu olduğu zaman, burda karşı tarafın hakkı olduğunu bilme
dahi, yine kendi millî menfaaatlerini sağlamak için, bunu bile bile yapmaya mecbur oluyor.
V- Artık işte bunun ne dereceye kadar Fazilet'e yakın olduğunu siz tâyin ediniz.
Çünki menfaatin girdiği yerde, bırakın kitleleri, şahıs üzerinde konuşalım, gâye iyi de
olsa, iyi şeyler düşünülse; eğer bundan kendinize pay çıkarıyorsanız, bu hiç bir
zaman Faziletli değildir, netice Faziletli dahi olsa!
İ- Dünyâmız bâzen insanı duygularının, düşüncelerinin aksine hareket etmeğe de zorluyor.
V- Tabii menfaatlerin çarpışması da yine bir başka yönden Tekâmül'dür, efendim.
Ama Fazilet'in içine girme derecesi başka.
İ- Toplumun zorlayışlarını da nazar-ı itîbâra almak lâzım.
V- Tabii, tabii... O zaman eğer siz hem menfaatlerinizi düşünerek, hem de
Faziletli bir hareket yapmak istiyorsanız, âdil olmaya çalışacaksınız. Ne kadar çok
Adâlet'e yaklaşırsanız, o kadar Fazilet'e yaklaşmış olursunuz... Ama diyeceksiniz ki,
"Bu da acaba bugünkü Dünyâ'da mümkün mü?" ... Bu geçti aklınızdan... Tabii, mümkün
değil... Onun için dâima bağırlarınızı ıstırâba hedef yapmaya mecbursunuz.
İ- Tekâmül'ün en sür'atli yolu da bu.
V- Çünkü... Bakın, ne oluyor?.. Hepinizin bütün kusuru hakikati görmemekte...
Hakikati nasıl göreceksiniz?.. Gözlerinizi açın, istediğiniz kadar... maddeyi göreceksiniz...
Halbuki hakikat maddenin ötesinde... ve bunu nasıl göreceksiniz?.. Açık gözle asla!..
Gözlerinizi kapayın... İşte o anda hakikati görebilirsiniz. Madde silinince gözlerinizden,
kendi kendinizi görmeğe çalışacaksınız. O zaman hakikatle karşı karşıya kalırsınız.
Halbuki açık gözle hiçbir zaman ebedî bir saadeti elde etmenin imkânı yoktur.
GÖNÜL GÖZÜ'yle KÂLP GÖZÜ'yle, RUH GÖZÜ'yle işi görmek lâzım.
İ- Teşekkür ederiz. Nuriye Hanım diyor ki, "Zaman zaman mânevî bir eser okuduğum
zaman, kendimden 10-15 dakika geçiyorum. Acaba bunun sebebi nedir?
V- Zevke batmak bu!.. Bu kadarcıkta anlaşılır. Yâni, maddî düşünce ve duygulardan
silkinerek daha çok mâneviyata gömülmek bu... Tabii, olur.
İ- Haydar Bey'in suali: Vicdan azâbı çekmek te Fazilet'in diğer târifine girer mi?
V- Canım, tabii... Biraz evvel söyledim ya... "duygulandığınız kadar Faziletlisiniz" diye...
İ- Bu neticesi Fazilet olan, fakat tatbikatında Fazilet düşünülmeyen hâdiselerdeki
Fazilet'in payı ne kadardır?
V- Sizin memnun olduğunuz kadar.
İ- Neticeden sonra mıdır, yoksa başlangıçta mıdır?
V- Sizin yaptığınız bir hareket başkaları tarafından yanlış tefsir edilebilir... Çok böyle
hareketler... Ama siz biliyorsunuz ki, bunu tertemiz duygularla yaptınız... ve vicdanınız
huzur içinde... Tabii ki bu hareket Faziletli... Siz kendi kendinize itiraf edeceksiniz,
"Ben ne düşündüm? Ne yaptım bunun karşısında?"... O yeter... Ama başkası sizin
aleyhinize düşünmüş!.. Düşünürse, düşünsün!.. O zaman kendi, ya size karşı olan
hasetten dolayı düşünüyordur, yâhut ta sizi böyle diğer nazarlardan düşürmek için
düşünüyordur. Eğer yaptığınız hareket faydalıysa...

Ha, diyebilirsiniz ki, "Ben faydalı diye yaptım da, zararlı çıktı"... İnsan yanılabilir onda da...
Ama gene sizin duygunuza bağlı iş... Meselâ, bana söyleyin, bakalım, bir hareket ki,
Faziletli de yapılsın, aksi çıksın.

İ- Bilhassa sevişerek evlenmek... Sevişme ânında evliliğin kudsiyeti dâima düşünülür.
Evlendikten sonra da bu kudsî varlık en basit sebeplerle yıkılmaya yüz tutar. Ve her iki taraf ta
bu münâkaşaların devâmı müddetince veyahut ta "sonunda" diyelim, pişman duruma düşerler.
V- Tertemiz bir hissi, alışkanlık gibi kötü istikamete sevkederseniz, bu dedikleriniz olur.
Yo, aksini yaparsanız, hiçbir zaman olmaz. Evlililkte eğer hisler normal seyrindeyse,
birşey olmaz, ama işi alışkanlığa dökerseniz, o zaman bu hisler yavaş yavaş söner gibi
olur. Yâhut küllenir, örtülür. Hatâ burda... Anlatabildim mi?

Üstat çok güzel anlattı. Sual de çok güzel ve ihtiyâca yönelikti.

Dikkat ettiyseniz, bunca sayfa Gönül Yolu'ndan, Gönül Gözü'nden, Fazilet'ten bahsettik. Şimdi konu Evlilik... Hastalığı alışkanlık...
İtirâzı olan var mı?..

İdâreci- Sevgi devam ediyor. Aynı samimiyette devam ediyor.
Varlık- Şimdi, bakın, araya başka hisler giriyor. Kıskançlık gibi hisler giriyor. İnsan
istemiyerek birbirinin daha fazla kusurunu görüyor. Muhitin tesirinde kalıyor. Bunlar
oluyor. Ama bunun Fazilet'le mi, değil mi, alâkası ne?.. Onu anlamadım ben.
İ- Bu başlangıçtaki iyi duygular önce bir Fazilet teşkil ediyor. Fakat Fazilet'in sönmesi
etrâfın tesiriyle oluyor.
V- Biraz evvel söyledim. Külleniyor... Bunu muhafaza etmeğe çalışın. Bence onu
muhafaza etmek Fazilet... Öbürsü değil. Edebiliyor musunuz?.. O zaman Faziletlisiniz.
Karınıza uzattığınız el evlenmeden evvelki kadar size heyecan veriyorsa, tamam!..
Bu ne kadar imkân dâhilindedir, bilinemez. Fakat böyle olanlar da var.
İ- Benim anladığıma göre, Fazilet devam ettiği takdirde hâdiselerin, zamanın geçmesi
ile üzerinin örtülebileceği kanaatine varıyorum.

İdâreci konunun değiştiğinin farkında değil. Hâlâ Fazilet üzerinden gidiyor. Halbuki Üstat Evlilik'ten bahsediyor. Suallerden dolayı işi mecbûren Fazilet'e bağlıyor. Bu arada, FAZİLET kelimesinin geçtiği çümleler anlaşılamıyorsa, yerine ERDEM koyun, daha kolay kavranır.

Varlık- Öyle değil... Şimdi, "külleniyor" dedim. "Muhitin tesirinde kalıyorsunuz" dedim.
Fakat içinizdeki duyguların kuvvetine bağlı bu iş...
Tesirinde Kalırsanız da, hiç size tesir etmez.
Hiçbir şey
(hâdise) çıkmaz. Çıkar, ve af dilersiniz. Dersiniz, "Ben bu hareketi asabiyetime
kapılarak yaptım. Şöyle oldu, böyle oldu." ... Ama siz aynı sevgiyi gönlünüzde yaşatabiliyorsanız,
gene Faziletlisiniz. İlk sevgiyi... Bakışlardan taşan heyecan vardır ya, o sevgiyi...

Yalnız, ben sorayım: Evlilikte Fazilet payı hanımın üzerinde midir, beyin üzerinde midir?

İdâreci- Her ikisinde.
V- En çok... En çok?.. Himâye etmek zorunda olanın üzerinde!.. Onun için sorumlu,
daha çok o!.. Anlaştık mı?
İ- Erkek... Evet.

Burada sâdece bizim KADIN üzerine Sohbetimizi hatırlatmakla yetineceğiz. Çok önemli... İki Üstat, hattâ ilerde vereceğimiz REŞAT İZMİRLİGİL ve NÂCİYE SULTAN da aynı noktada buluşmuş.

Varlık- Birşey var... Sizin hayâtınızda böyle birşey olmadığı hâlde niye bu tarafa gittiniz?
İdâreci- Umûmî konuşuyoruz da, onun için.
V- Ben şimdi başka yerden Tebliğ aldım... Sizin hakkınızda hiç böyle birşey yok.
İ- Kendi hayâtımdan misâl vermedim zâten.
V- Tamam, o zaman... Ne oluyor, biliyor musunuz?.. Konuşmayı ben biraz değiştireyim.
Başkası hakkında da doğrudan doğruya hüküm vermeyin!.. Diyebilirsiniz ki, "Bunlar
sevişiyordu da, niçin bugün bu hâle düştüler?"... Değil mi?... Eğer düştülerse, hakikaten
onlar sevişmiyorlardı... Arada müşterek bir menfaati kuvvetlendirmeye çalışıyorlardı.

Sevilmek, sevişmek başka şey!.. MENFAATİN CAN VERDİĞİ YERDE, SEVİŞMEK FİLİZ VERİR.
Onun içinde menfaat olmaz!.. Kirletmez menfaat sevgiyi!.. Ama tabii cemiyetlerde bâzı
zaruretler var. Tabii onlar bâzı menfaatler doğuruyor. Bu menfaatler de sevgi maskesi
altında görünebiliyor, tabii.

İ- Sâliha Hanım'ın ricâsı: Üstat dedi ki, "Fazilet'in fazla payı, himâye edene düşer," dedi.
Acaba neden evliliğe tekmeği, Fazilet'ten fazla pay düşen şahıs atar?
V- "Fazilet'in fazla payı düşer" demedim... Yâni, bir hareket yapıldı da, "bundan fazla
sevâbı erkek alacak" diye birşey düşünmedim. Faziletli bir hareketin istikametini
değiştiren erkektir. Bu hareket hakikaten güzel bir harekettir. Faziletlidir. Bu gâye ile
yapılmıştır. Bunu bâzen
yapan erkektir. Onu anlatmak istedim.

V- Medyum'un tam sağından sual soracaklar.

İ- Handan Hanım'ın suali yokmuş.
V- Var, efendim!.. Suali açayım mı?.. Söyleyin. Söyleyin!
İ- "Bu hususta birşey düşünmedim," diyor.
V- Demin bir beyefendi konuşurken siz birşey düşündünüz.
İ- Hatırlıyamıyorlar.
V- Lûtfen bana Vicdan Azâbı'nı târif etsin... Ben hatırlatırım şimdi.
Handan Hanım- Vicdan azâbı istemiyerek yapılan bir işten sonra çekilen...
V- İşte aşağı yukarı oldu. Biraz evvel aklınızdan geçen buydu, efendim... Peki.
Haydar Bey- İçtimâî bir dert olan Kumar'dan bahsetmek istiyorum. Ne gibi usûllerle
veya gösterecekleri yollarla önlenebileceği hakkında mâlûmat istiyorum. Bâzı âileler
var ki, bunların içerisindeki bir fert veya birkaç fert oyun oynuyor. Bilhassa kumara
düşkünlüğü yüzünden âile içerisindeki irtibat ve sevgi sönmektedir. Âile içinde
uçurumlar meydana getiriyor. Bu şahısları yola getirmek için türlü mantıkî yollar, âilevî
hisler, telkinler bir fayda temin etmiyor. Bunları doğru yola sevketmek için
yapabileceğimiz başka usûller var mıdır?
V- Evvelâ kapalı bir cevap verelim.. Cemiyet olarak bunu ortadan kaldırmak için, evvelâ
Ahlâk'ı, cemiyetin kâbesi yapacaksınız. "Âhlâk'ı cemiyetin kâbesi yapmak" demek, "bütün
gönüllerin o kâbeye yönelmesi" demektir...

Bir insanın eğer irâdesi çürümüşse, biraz evvel anlatmak istediğimiz gibi... Bu çürük
irâdeyi neyle çelikleştireceksiniz?.. Bunu yalnız Ahlâk... Ama hangi Ahlâk?.. Ahlâkı iki
cepheli görmek lâzım... Biri mânevî Tebliğler'le alınan Ahlâk... Dinlerin öğrettiği Ahlâk...
Bu, hiçbir cemiyette değişmez!.. Her cemiyette bu Ahlâk, Ahlâk'tır.

Bir de insanların koyduğu Ahlâk kaideleri var... Bunlar her cemiyette değişir. Birinde
Ahlâksızlıktır, diğerinde Ahlâklılıktır... Birinde şudur, birinde bu... Esas olan her cemiyette
AHLÂK telâkkisine uygun olan kaideleri, cemiyette kökleştirmektir. Ancak siz çürümüş
irâdeleri bu şekilde yola getirebilirsiniz. Onları aydınlatabilirsiniz. Fakat bunun da ben,
imkânsız olduğunu sözlerime ilâve edebilirim.

Onu (kumarbazı) hâricî hiç bir tesirle yola getiremezsiniz. Cezâ ile, dövmekle, hattâ
asmakla bile yola gelmez!.. İçinden vuracaksınız onu!.. Dışardan değil!.. İçindeki o çürümüş
irâdeye, kapkaranlık kâlbe, kurumuş duygulara hayat vereceksiniz. O zaman kurtulur o!..

İ- Bir misâl verir misiniz?
V- Vereyim... Biri kumar oynuyor... Bundan kurtuluşun çâresi yok... Bunu nasıl tedâvi
edeceksiniz?

Buna kalkar, "Kumar zararlıdır, Ahlâksızlık'tır" derseniz, bunu yola getiremezsiniz.
Bunun iç zenginliğini arttıracaksınız siz... O bilecek ki, buna devam ettiği takdirde
"benim (meselâ,) bir gun bu yaptığım kötülüklerin hesâbını vereceğim ben."
Buna kendi inanacak. Yâni, kendi kendinin cezâsını vermeğe çalışacak. Bunu yapmaya
başlarsa, önlenebilir ama, kaçta kaç kişiye tesir eder bu, bilinemez... Bâzı insan var,
zehirle bir müskirâtı içiyor, alışmış buna... Birden bırakıyor, bir daha içmiyor... Öbürsü
var, bırakıyor ve bir müddet sonra tekrar içiyor... İşte ikisi arasındaki fark, irâdenin
durumu... Tabii ayırmak lâzım... Küllî-Cüz'i meselesi değil bu...

Bir de, "şahsın kendini idâre etme sanatı" olan irâdeden bahsediyorum ben... Onun için
şahıslar üzerinde aynı tesiri uyandırmanın imkânı yok... Yâni, siz her kumarbazı
yanlış
yoldan döndürmek kudretine sâhip değilsiniz. Ne kadar tesir edebilirseniz, o kadar
doğru
yola gelir o... Bugüne kadar bunun önüne geçilebilmiş mi, Dünya kurulduğundan beri?..
Ben öleli 496 sene olmuştur, o zaman da bu böyle idi. Şimdi siz söylüyorsunuz,
bu zaman da böyle.

Burada birazıcık duralım... Üstâdımız "Ben öleli 496 sene olmuştur," demiş... Yıl 1964 eksi 496 eşittir 1468... O yıllarda meşhur bir Mevlevî Dedesi, İshak Dede diye biri var mı, aradık. 1900'lerde bir İshak Dede var ama, 1400'lerde bulamadık. Dede olması da şart değil, tabii.. Üstat, Fâtih Sultan Mehmet zamanında (1451-1481) yaşamış.

Küllî-Cüz'î meselesine gelince, kasdedilen Küllî İrâde ki, ALLAH'a âittir. Onun bahşettiği hareket serbestisi olan Cüz'i İrâde ise, biz kullara âittir. Ama Üstat diyor ki, "şahsın kendini idâre etme sanatı olan irâdeden bahsediyorum ben" diyor. Bizim anladığımız o Cüz'i İrâde'nin kişinin kendine dönük kısmından bahsediyor. Kişinin büyük işler başarmasını sağlayan irâdeden değil; "kendini idâre etme" irâdesini kastediyor... Çişini tutmaktan tutun da, öfkesini kontrol etmeye kadar "kendini idâre etme" kaabiliyeti... Var mı sizde?

MÜSKİRAT , "İçilmesi ve kullanılması ALLAH tarafından men'edilmiş sarhoşluk veren şeyler" demektir. Bizce uyuşturucu da buna dâhildir.

İdâreci- Ahlâk'ın teşekkülü fertten cemiyete doğru mu, yoksa cemiyetten ferde
doğru mu olmalıdır?
Varlık- Ahlâk'ın teşekkülü Kül'den Cüz'e doğru olmalıdır.
İ- Yâni, Cemiyet ferde baskı yapmak sûretiyle... Evvelâ Ahlâk Cemiyet'te keşekkül etmeli.
V- Doğru değil mi?
İ- Cemiyeti teşkil eden fertler değil mi?
V- Siz 10 kişisiniz bir yerde... Çok samimisiniz... İçinizden biri hırsız olsa, tutunabilir mi
orada?.. Kendi kendine gelmek mecbûriyetinde... Ya size uyacak, yâhut da çekip gidecek.
İ- Evet Hicap duygusu.
V- Bakın, bu çok güzel.. Hicap Duygusu... Kim bunu târif edebilir?
İ- Hâzım Bey târif ediyor: "Hicap Duygusu realite seviyesine uygun düşmeyen
düşüncelerinden doğar
(insanın). "
V- Herkesin anlıyacağı şekilde anlatalım... Hicap Duygusu, insanın kendinden kendinin
utanması derecesidir. Ne kadar çok utanıyorsa kendinden, o kadar Hicaplıdır. Çünki
kendinden utanan, tabii ki muhitinden daha fazla utanır.

Çok sık oldu ama, burada da duracağız... Hâzım Akalın Bey, o târihlerde Refet Kayserilioğlu'nun grubundandır. Spiritüel bilgisi fazladır. Başka bir sayfada belirtmiştik...

Bedri Ruhselman REALİTE derken, kişinin ulaştığı seviyesine göne farkettiği hakikatleri, ki bunlar kişiden kişiye değişir; VERİTE derken MUTLAK HAKİKAT'ı kastederdi. MUTLAK HAKİKAT, ALLAH'a mahsustur. insanların ona ulaşması mümkün değildir. Tabii bu kısmı tasavvuf ehlince kabul edilmez. Kendini O'nda yok edince ulaşmış olur, ama ortada kişi kalmaz... Her neyse, biz Hâzım Bey'in cümlesini açıklamaya çalışıyorduk... "Kişi, kendi tekâmül seviyesine göre ulaştığı realiteler açısından doğru bildiklerine ters düşünce ve davranışlarından Hicap duyar" demek istemişti. Peki, hem düşünüp, üstelik o düşünceye göre davranıp ta Hicap duymayan yok mudur?.. Elbette vardır. İşte buradaki eksiği Üstat tamamlamış, "insan kendi doğrularına göre dahi yanlış yaptığında, kendinden ne kadar çok utanıyorsa, o kadar Hicaplıdır. Hiç utanmıyorsa, yüzsüzün tekidir" demek istemiş... Siz ne dersiniz?

Bu arada, dikkat ediyor musunuz, Celse Türkçe dersi gibi cereyan ediyor. Üstat, her kelimenin tam karşılığını veriyor. Utanma ile Hicab'ı anlattı, şimdi Hicap-Utanma ile Sıkılma'nın farkını açıklayacak.

İdâreci- Haydar Bey "Sıkılganlık ile Hicap Duygusu birbirine uyuyor" diyor.
Varlık- Sıkılganlık'ta Utanma yok, efendim... Sıkılganlık'ta Cesâretsizlik var.
İ- Aynı şahıs bâzı yerlerde Cesâretli oluyor, bâzı yerlerde olmuyor.
V- Cesâretli olamıyor, çünki kendi kendini idâre edemiyor. Cesâret
göstermek
istiyor, olamıyor böyle... Neticeyi kestiremiyor, ne olacak diye... O zaman Sıkılgan...
Ama öbürüsü öyle değil...

Çok insan vardır, Faziletli görülür. Ona muhiti "Faziletli" damgası vuruştur. Fakat o kendi
kendine dâima suçludur ve kendi kendinden en çok utanan insandır. Çünki hiçbir
zaman hareketlerinin sahte olduğunu muhit anlıyamamıştır.
İ- Haydar Bey, "Hicap duygusunda Suç unsuru esas mı oluyor? "diyor.
V- "Suç" deyince, çok dereceli birşey... Bu Suç değil de,... Şöyle anlatayım: Bâzı hareketler
vardır, yaparsınız... Yaptıktan sonra içinizi bir sıkıntı kaplar sizin... Üzülürsünüz... "Canım,
niye böyle yaptım? Niye kırdım? Niye gururlu davrandım?.. Niye oldu?" filân var ya...
Eğer siz kendi kendinizi mahkûm ediyorsanız, bu Suç!.. Muhit sizi mahkûm eder ama,
Suç olmayabilir... Bütün iş, kendi kendinizi mahkûm edebilmekte!.. Ediyorsanız, dâima
Suçlusunuz.

Bâzen öyle Suçlar vardır ki, kendi kendiniz öyle mahkûm edersiniz ki, dıştaki
tesiri sıfır gibidir, fakat İDAM'dan daha ağır cezâlar verirsiniz kendi kendinize.

İ- Bunun tersi olursa, Üstâdım?.. Bir şahıs kendini Suçlu görmeyip te, cemiyet onu
Suçlu görürse?
V- O da Suçlu ama, Cemiyet nazarında Suçlu... Kendi nazarında Suçlu görmüyor o...
Tabii bu da irâdenin berraklığına bağlı... Aldanabilir insan... Sağlam bir irâde lâzım.
Kendi kendini Suçlu bulmazsa
olmaz. Esâsında kendi kendini de
Suçlaması lâzım
Cemiyet'le birlikte. Tabii o insanlardan bahsetmiyorum.
İ- Kendi kendinden Hicap duyması, bir insanın muayyen bir seviyeye çıkma meselesidir.
V- Rûhî Tekâmülü'ne bağlıdır.
İ- Şu hâlde muayyen bir seviyenin üstüne çıkmış insanlar ancak duyar. Herkes duyamaz.
V- Zâten biz Tekâmül'den bahsediyoruz, duyduğu nisbette... Gene biraz duyar... Yalnız
buna mâni olan hâller var. Bunun en başında, biraz evvel dokundum, gurur... Bir insan
gurura ne kadar uydurmuşsa
kendini, bu dediğinizi o kadar az duyar işte... Çünki gururu
mânidir, böyle kendi kendisini Suçlamasına... Kendini o kadar büyük tanır ki o, daha
hafif suçlar. Halbuki daha ağır Suçludur.

Bir de "yaşayış seviyesi, duyuş seviyesi, düşünüş seviyesi düşük olan" diye biliyorsunuz
belki, fakat ben size birşey söyliyeyim mi?.. Öyle tanınan öyle insanlar vardır ki, çok
yükseklerde görünür ve kendini Suçlar. Bunu hiçbir zaman dış görünüşle, mevki ile tâyin
etmenin imkânı yoktur. Edilemez bu, cemiyette.

Herhalde Medyum yorulduğundan olacak, iletimde bâzı aksaklıklar, eksiklikler oluyor... Parantez içinde siyah harfler ile yazdıklarımız, Medyum'un eksik naklettiği kelimeleri göstermektedir. Ayrıca Mecidiye açıklaması gibi bizim eklediklerimiz de var.

Üstâdın tebliğine gelince, açık... Ama bir de biz tekrarlıyalım. Bâzen Cemiyet bir insanı haksız yere "Suçlu" görür, o durumdan bahsetmiyoruz. O kişinin vicdânı rahattır, kendini Suçlamaz. Belki bunun bir imtihan olduğu üzerinde durmayıp Cemiyet'i Suçlar... Bâzen kişi Suçludur, Cemiyet de bunun farkındadır, onu Suçlar, fakat kişi Tekâmül'ün alt basamaklarında olduğu için nefsinin, gururunun tesirindedir, kendini Suçlamaz, hattâ kendine cezâ verenlerden intikam almaya kalkar. Bu gurur öyle bir şeydir ki, ota da konar, boka da... Yâni okumuş, zengin, güzel olmaya gerek yok. Herif zırcâhildir, elinden bir iş gelmez, yine de gurur yapar, kalkar başkalarına hava atar, kendini üstün görür. Böyle biri ne halt ederse etsin, kendini Buçlamaz. Üstat, " az duyar işte, hafif Suçlar" diyor ki, bu aslında vicdânın dürtüsüdür, ama kişi uyanmaz!.. Üstât vicdânın üvendiresi olan o Hicap duygusunu kimin daha çok duyacağını dış görünüşle, mevki ile tâyin etmenin imkânı yoktur" diyerek bizi yanlış değerlendirmelerden kaçınmaya yönlendirmiştir.

İdâreci- Rûhî Tekâmül zâten maddî mevkilerle orantılı değildir.
Varlık- Hiçbir alâkası yok zâten.
İ- Bütün bunlar vicdan melekelerinin inkişâfı.
V- Tabii, tabii.
İ- Bir soru sormak istiyorum. Madde dünyâmızda zıtlıklar hâkim. Meselâ, karanlık-aydınlık,
soğuk-sıcak, güzel-çirkin, iyilik-kötülük, sevmek-nefret etmek, harb-sulh gibi...
Bütün bunların İnsan Tekâmülü'nde bir gâyesi olsa gerek. Bunun hakkında biraz mâlûmat
verir misiniz?
V- Mâlûmat... Bağlıyayım bir tek cümle ile... Birşey var mı, aksiyle vardır, efendim. Yoksa
olamazdı. Nefret olmasaydı, aşk olabilir miydi?.. Yâni siyah olmasaydı, beyaz olabilir miydi?
Hiçbir şey olamazdı o zaman.
İ- İnsan Tekâmülü'nde bunların nasıl bir fonksiyonu olabilir?
V- Söyliyeyim... Bunları siz idrâkinizle şuurun süzgecinden geçirip mantık ekranında teşekkül
ettireceksiniz... Anlatabildim mi?
İ- ??? Biraz daha açın.
V- Açayım, efendim. Şimdi bir şeyin bir tarafı size tesir ediyor... Değil mi?..
Olmadı ...
Âşıksınız, kabul edelim... Sizin aşkınızın derinliğini nefretin yüksekliği ölçer!

Burda birşey... Acaba... Eğer siz ilerde o şahıstan ne kadar çok nefret ediyorsanız,
daha evvelden o kadar az seviyordunuz. Bu başka türlü bilinir ama, bunun hakikat
budur işte... Bu da sizi tabii Tekâmül'e götürecek... Çünki başka türlü hakikatlara
eremezsiniz ki!.. Olamaz, değeri olamaz... Hep gündüz olsaydı, ne olacaktı?.. Gece
hakkında mâlûmatınız olacak mıydı?

İ- Mukayese imkânı olmıyacaktı.
V- Tabii... İşte onu anlatmak istiyorum.
İ- Yâni, yanlış anlamadımsa, demek istiyorsunuz ki, "zıtlıklar arasındaki bilgi insanı
muvazeneye götürür".
V- Ve Tekâmül'e götürür bunlar... Öyle değil midir?
İ- Bu zıt kutuplar arasında ve kutuplardaki bilgiler bizi muvazeneyi bulma yolunda...
V- Tabii muhakemenizi kullanmaktasınız. Herşeyinizi kullanacaksınız. İrâdenizi
kullanacaksınız.... Evet, efendim.

Şimdi Spiritualizm'de Ruhlar ile görüşüyoruz. Her nekadar birileri Uzaylılar'la, Agartalılar'la, Atlantisliler'le görüştüklerini iddia etseler de, doğru olsa dahi, (değil de) onlar da, Ruhlar da TEKÂMÜL, yâni GELİŞME yolunda Varlıklar... Yâni geliştirecekleri eksik yönleri var... İşte biz bir Varlık'la görüşürken, ona "Üstat" da desek, onun da bilmediği, anlatamıyacağı hususlar olduğunun idrâkindeyiz. Suallerimizi ona göre ayarlar, ona göre sorarız ki, Varlığı müşgül durumde bırakmıyalım, yanlış bilgi vermeye, yalan söylemeye sevketmiyelim.

İşte burada Üstat Hazret-i İshak biraz zorlanmış. Cevâbı toparlıyamamış. Kendi sahâsı dışında bir bilgi vermek zorunda kalmış. Belki o doğru vermiş te, Medyum algılıyamayıp karıştırmış ta olabilir. Doğru-düzgün bir Tebliğ olmamış bu kısım... Yine de verdik ki, Celse İncelemesi nasıl yapılır, göresiniz.

Gerçek şu ki, herşey zıddıyla bilinir. Üstat buna "herşey aksiyle vardır" demiş, aynı şey... Karanlık olmasa, aydınlık diye birşeyin önemi, kıymeti olmıyacaktı. Belki varlığını bile farketmiyecektik. Havanın varlığını günlük hayâtımızda farketmediğimiz gibi... Nefret olmasa, sevmenin, aşkın bir hususiyeti, değeri olmıyacaktı. Ne kadar güzel birşey olduğunu farketmiyecektik. Her şeye karşı sevgi olacak, sevginin kıymeti kalmıyacaktı. Pazara dökülmüş bol soğan gibi gözden düşecekti. Karadenizde bol hamsi tutuldu mu, satamıyacakları kısmını halka bedâva, hem de pişirip dağıtıyorlar!..

Bâzı kelimeler anlaşılmamış olabilir. MUVAZENE, "denge" demektir.
HİCAP, " utanma, perde, ayrılık, acı, keder, onulmaz acı" demektir. Burada "utanma" anlamında.
İNKİŞÂF, "gelişim. gelişme, açılma. meydana çıkma" demektir.
TEŞEKKÜL, "kurma, şekillendirme, kuruluş, şekillenme, şekil alma, oluşum" demektir.
MUKAYESE, "kıyaslama, kıyas etme, ölçme, karşılaştırma" demektir.
MUHAKEME, "akla vurma, bir sorunu çözmek için çıkar yol arama, yargılama" demektir. Burada ilk ikisi kastedilmiş.
VECD, "ruhun dünyevî gerçeklikten kurtulduğu, kendinden geçme ve coşkunluk hâli" demektir.
MÜKTESEBAT , "edinilen, kazanılan bilgiler, elde edilmiş olanlar, kazanılmış olanlar, çalışmak sûretiyle kazanılmış olanlar" demektir.

İdâreci- Huzura ve sükûna kavuşmuş Ruh'un büyük müktesebâtından biridir bu.
Varlık- Zâten bütün Tekâmül'ün sonu huzurdur, efendim... Nasıl huzur, biliyor musunuz?..
Istırap çekiyor, değil mi, insan?.. Gene huzurlu olacak... Öyle şey olmaz gibi geliyor,
değil mi?.. Bakınız, zıt konuşuyorum... İki şeyin zıddını... Şimdi muvazene hâline
sokayım mı Istırapla buradaki huzuru?... Eğer siz ıstırâbın neş'esine varıyorsnız,
o huzuru duyuyorsunuzdur demektir, efendim.

Biliyor musunuz?.. Meselâ, Namaz kılarken... Bilmiyorum bu nasıl gidecek burda,
ama neyse, bahsedeyim... Namaz kılarken insan bâzen vecde kapılır, ağlar... ağlar...
Sâdece ağlar... Şimdi burda ne duyuluyor, söyliyebilir misiniz?..

İ- Namazı kılan insanın İlâhî Varlıklar'la irtibata geçtiği, onun insanın Ruh'unda bıraktığı
huzur...
(Namazda İlâhî Varlıklar'la irtibata geçilmez, ALLAH'a yönelinir. Duyulan
huzur odur. Üstat bunu duymazdan gelir.)
V- Bu kısmı biraz daha derinleştireceğim. Hazır mısınız bu kısma?.. Ne çıkacak,
biliyor musunuz içinden?.. Tam mânâsıyla ibâdet edememek ıstırâbı... "Ben yapamıyorum
bunu. Yaptığım kadarı bu!" ... Yapamamak var ya, bu da gözyaşının içinde işte... Değil mi,
efendim?.. ALLAH'a karşı bu ibâdet yapamama, bütün gücünü kullanarak, bütün temizliğini
kullanarak... fakat yapamama inancı var ya içinde... Belki yapıyorsunuz da, öyle
zannediyorsunuz. Yapamama inancı gözyaşında sizi hazza kavuşturuyor. Değil mi, efendim?
İ- O anda Kâinat'ı idâre eden o Büyük Varlıklar'ın ve kendi yaptığının hiçliğini duyuyor.
V- Tamam... Bakın, çok güzel, değil mi, efendim?.. Ama işte bu hisleri duymak...
O zaman bu işler oluyor...

Evet, efendim... "Ben nasıl Faziletli olabilirim?" diyor birisi... Söyliyeyim mi?.. Hayır...
Söylemek istemiyor... Gene Medyum'un şuuruna bir sual akıyor karşıdan.
İ- "ALLAH'la kul arasında bir maddî vâsıta kabul edebilir miyiz?" diyorlar.
V- Şimdi, anladım demek istediğinizi, ama herkes bunu böyle anlıyor... Ben size
izah edeyim... Bakın... Çok güzel bu!.. ALLAH'la kul arasında hiçbir maddî vâsıta yok!..
Peygamberler maddî vâsıta değiller, efendim. Peygamberler Gönül Rehberi'dirler...
Onları madde gibi görmiyeceksiniz. Onlar sizin gönlünüzden alıp ALLAH'ın huzuruna
götürüyorlar. Bu nasıl gider, bunun yollarını gösteriyorlar. Onlar maddî değiller.
Onların söyledikleri kendilerinin değil çünkü... Eğer
kendilerinin olsaydı, o zaman
maddî olurlardı... Anlatabildim mi, efendim?

Başka birşey düşünüyorsanız, söyleyin... Biraz tereddüt var sizde. Misâl getirin bana.

İ- "Siz mutasavvıf olduğunuzu söylediniz. Şu hâlde ALLAH'ın birer parçası olarak insanları
kabul edebilir miyim?.. O hâlde her insanda ALLAH'tan bir parça olduğuna göre, mânevî
birşey oluyor," diyorlar.
V- Bunu nasıl Tekâmül ettirirsiniz?.. Kim size ışık tutacak?.. Anlatabildim mi?
İ- Teşekkür ettiler.

Burada durmak lâzım... ALLAH'la kul arasına kimse giremez. Peygamberler dahi!.. Üstat bunu, yâni Peygamberler'in fonksiyonunu çok güzel izah etmiş... Yalnız kafası karışmasın diye suali soranın "ALLAH'ın parçası" ifâdesi üzerinde durmamış!.. ALLAH'ın "parça"sı olmaz!.. ALLAH, hâşâ, parçalanamaz!.. Parçalardan biri veya birkaçı eksilince, otomobil gibi yolda mı kalacak?.. Olur mu öyle şey!.. İnsan, başka bir Tebliğ'de söylendiği gibi, "İlâhî bir Lem'a"dır, ALLAH'tan bir nûrdur.

Varlık - Öylesiniz ama, sizin yolunuzun üzerindeki karanlığı silmek lâzım...
Daha doğrusu, şöyle diyeyim buna: Gönlünüzün pasını silmek lâzım. Bunun için de
İlâhî bir El lâzım. PEYGAMBERLER GÖNÜL PASINI SİLİYORLAR!
İdâreci- Hanımefendi, "insanların ALLAH'tan bir parça olduğu"nu anladılar.
V- Öyle değil, efendim.
İ- İnsanlar gerçekten "ALLAH'ın bir parçası" olarak mı kabul ediliyor?
V- HAYIR, efendim... Bunu gene size büyük MEVLÂNÂ'dan bir sözle bitireyim:
"Her insanın gönlünde O'ndan bir IŞIK vardır," demektir bu!.. Hani, (diyor) anlatmak
istedim ben... Alatabildim mi, efendim?.. Gönül pasını silince, ışık çıkacak. O zaman
insan bu ışığın altında yolunu bulacak tabii. Değil mi efendim?
İ- Faziletli olmak için Fazilet'in şartlarını yerine getirirken, bir de müslümanlıkta abdest
almak, namaz kılmak gibi bir takım şeyler vardır. Bunlar yapılmasa, ne derece Faziletli
olabilir?
V- Şimdi, dedikleriniz ilk nazarda ŞEKİL'dir. Bahsettiklerin... Tabii şekildir bunlar...
Bâzı insan da ya şekil olarak kılar... O zaman onların Fazilet'i sahtedir. Eğer bu ŞEKİL'de
MÂNÂ'sına inmişlerse, o zaman Faziletli'dirler. Ama o şeklin mânâsına inmekle, muhakkak
şekli yapmakla... (Nasıl anlatayım?..) mükellef değildir.

Yâni, muhakkak aynı şekil tatbik edilmiyebilir, ama mânâsı biliniyordur. O mânâya göre
hareket yapılırsa, Fazilet'tir tabii... Ben öyle insanlar biliyorum ki, benim zamanımda...
Babamın kardeşi vardı. Beş vakit namazındaydı. 7 defa hacca gitmişti. 4 tâne karısı vardı.
Fâizle para verirdi... Ne oldu bu?..

İşte gene bir cümleyle bağlıyayım bunu. Sözün başında biraz açtık ama, biraz daha açayım.
İBÂDET, TAŞ DUVARLAR ARASINDA YAPILAN HAREKET DEĞİLDİR!.. Bu, DİN için ibâdettir.
ASIL İBÂDET, BAŞKASININ GÖNLÜNDE, GÖNLÜNÜ BİR MÂBED KABUL EDEREK, ONA GİRİP
İBÂDETTİR. Böylece herkesin gönlünü mâbed yapıp, herkes birbirinin gönlünü mâbed
yapıp, ibâdet ederse, o zaman gâye olur. Ve tek kelimeyle, bütün insanlık FAZİLET'tir,
efendim... Anlatabildim mi?

Bunu kim söylemiştir evvelâ, biliyor musunuz?.. Sevmenin şart olduğunu, inananın sevdiğini,
sevenin inancının kuvvetli olduğunu ve böyle olunca, kurtulacağını... Tabii büyük
Peygamber İSÂ!..

Meselâ, ben sorayım şimdi: Niye "dinler" diyorsunuz?.. Neye bakarak "dinler" diyorsunuz?

İ- Her dinin bir ibâdet tarzı var.
V- Şekle bakarak diyorsunuz... Mânâya baksaydınız eğen, sâdece "din" diyecektiniz.
Gördünüz mü?.. Şekil sizi aldattı.

Şimdi, bir şey aldım... Zannediyorum ki, HAZRET-İ İSÂ''ya çok yakın biri var... Hayır,
Müslüman... Müslüman... Ama böyle,.. İşte şey... Çok yakın ama... Konuşabilir mi,
efendim?
İ- Nuriye Hanım, "Ben varım, zannediyorum," diyor.
V- Şimdi kendilerine... Bir hâdise var... Kendi başlarından geçmiştir o hâdise...
Ben şimdi bunu bir Aziz'den aldım. Yâni, bir Hıristiyan Ermişi'nden aldım, veriyorum size...
O söyledi.
Nuriye Hanım- Ben miyim acaba?
V- Evet, efendim... Hani Kötürüm Hâdisesi'ni... Kötürümmüş galiba... Felç.. Kötürüm...
Böyle bir hâdise... Sizle alâkalı bir hâdise... MERYEM ANA'NIN EVİ'nde...
İ- Nuriye Hanım konuşacak şimdi.
Nuriye Hanım- Efendim, geçen sene MERYEM ANA'yı ziyârete gidiyorduk. Bu ziyâretimde
"MERYEM ANA'nın odasına girdim. Bu arada kendilerine bir Yâsin-i Şerif okumuştum.
Yâsin-i Şerif'i okuduktan sonra, bütün vücudum titriyordu. O kadar çok titriyordu ki,
oradaki bir tabureye tutunrmak mecburiyetinde kaldım. Tam bir vecd hâlindeydim.

Sonra orda bir mesaj aldım. Mesajdan sonra MERYEM ANA'nın heykeli önündeydim.
Tekrardan burada dua ediyordum. Birden arkamda bulunan bir felçlinin çok böyle
ıstırap içinde olduğunu, ıstırap ve yalvarışını hissettim. Kendimde olmıyarak âniden
döndüm. Âniden döner dönmez, gene kendimde olmıyarak felçlinin elini elime aldım.
Ve paslar yapmaya başladım. Bu paslar bir müddet devam etti. Felçli çok memnundu
hayâtından ve hıçkırarak ağlıyordu.

Bu hâdiseden sonra merdivenlerden indim. MERYEM ANA suyu var... Bunun karşısındaki
duvarın üzerinde oturuyordum. Felçli merdivenlerden kolunda bir kimseyle yavaş yavaş
iniyordu. Tam suyun başına geldiği zaman, yanında hiçbir yardımcı yoktu. Gâyet güzel
ve rahat basabiliyordu. Onun hâline çok sevindim... Fakat neticeyi bilmiyorum. Bizim
araba vardı. Gitmek üzereydik. Bizi çağırdılar.

V- Şimdi bunu niçin anlattırdım, efendim?..
İşte harekette olmayıp ta, MÂNÂ'da olduğunu göstermek için... Görüyorsunuz, iş MÂNÂ'da!..
DİNLER YOK, DİN VAR!.. Her peygamber kendi vazifesini Tekâmül'e götürmüş. Ve Tekâmül
muayyen bir hizâya kadar gelmiştir...

Buyurun!
Nuriye Hanım- Acaba o felçli iyi oldu mu sonradan?
V- Tamâmen olmadı ama, hayâtından memnun, efendim.

Ne enteresan bir Celse, değil mi?.. GÖNÜL YOLU'dan, FAZİLET'ten, EVLİLİK'ten, KUMAR'dan, SUÇ kavramından, AHLÂK'tan, HİCAP DUYGUSU'ndan, KÂİNAT'TAKİ ZITLIKLAR'dan, PEYGAMBERLER'İN VAZİFESİ'nden, HZ. İSÂ'dan, SEVGİ'den, İBÂDET'ten, ŞEKİL ve MÂNÂ'dan bahsedildi... Sonra Celse'de, başkaları "mucize" der ama, bizce üç Ruhî Kaabiliyet olayı meydana geldi. Birincisi Medyum'un Telepati gücüyle gerçek bir vak'ayı tüm teferruatıyla Nuriye Hanım'ın zihninden alması... İkincisi Yüksek Varlık Hazret-i İshak'ın ortamına bir Hıristiyan Aziz'in, Üstâd'ın tâbiriyle Hıristiyan Ermişi'nin bu vak'ayı teferruatıyla Medyum'a nakletmesi... Üçüncü olay da ENTERESAN BİR ŞİFÂ çalışması... Nuriye Hanım'ın Meryem Ana Evi'nde hiç tanımadığı birinin ızdırâbını hissedip, onu yürütmesi... Hiç o Uzaylılar'dan, Agartalılar'dan hatta "melek"lerden alınan "akış"larda böyle bilgilere rastlıyor musunuz?

En hayret verici kısım, Hıristiyan Ermiş'le ilgili.... Hani Müslüman olmayanların tümü Cehennem'e gidiyordu?... YOK, ÖYLE BİR ŞEY!.. Bu KUR'AN'da dahi yok!.. Hadis'te dahi yok!.. Zıpçıktı hocaların uydurması!... Tersi var.

- "İncil’e tâbi olanlar da Allah’ın onda indirdiği hükümlerle hükmetsinler.
Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse. işte onlar fâsıkların kendileridir."

(Mâide Sûresi, 47. Âyet)

Demek ki İncil'in emriyle hareket edeni bizim kalkıp Müslüman yapmaya çalışmamıza gerek yokmuş. Belki de o, ALLAH'ın Kitab'ına, Emirler'ine uymakla Müslüman olmuştur da, bizim haberimiz yoktur. Biz Âhıret'te böyle iyi durumda olan, hatta Ermiş olan Hıristiyanlar'la çok karşılaştık. Hacı-Hoca'nın iddialarının gerçek olmadığı çok gördük.

Âyet'ten anladığımız bir ikinci husus ta, İncil'in tümünün tahrif olmadığı... Öyle ya, hepsi tahrif olsa, biz niye Dört Kitab'a inanalım?.. Tahrif olmuşa inanılır mı hiç?.. ALLAH "İncil'e uyun!" der mi hiç?.. Uyulması gereken âyetler tahrif olmamış.

Peki, ya Yahudiler?.. Daha doğrusu Mûsevîler?... Yahudi hahamların bâzı âyetleri işlerine geldiği gibi değiştirdikleri, yorumladıkları doğrudur. Ama onlar dahi tümünü tahrif edememişlerdir.

- "Biz, içinde doğruya rehberlik ve nur olduğu halde Tevrat'ı indirdik.
Kendilerini (Allah'a) vermiş peygamberler onunla Yahudiler'e hükmederlerdi.
Allah'ın Kitab'ını korumaları kendilerinden istendiği için Rablerine teslim olmuş
zâhidler ve bilginler de (onunla hükmederlerdi).
Hepsi ona (hak olduğuna) şahitlerdi. Şu halde (Ey Yahudiler ve hâkimler!)
İnsanlardan korkmayın, Benden korkun.
Âyetlerimi az bir bedel karşılığında satmayın.
Kim Allah'ın indirdiği (hükümler) ile hükmetmezse,
işte onlar kâfirlerin ta kendileridir."

(Mâide Sûresi, 44. Âyet)

Demek ki Mûsevîler de Tevrat'ın hükümlerine uyarlarsa, bizim onları Müslüman yapmamıza gerek yok. Demek ki Tevrat'ın, daha doğrusu Kitâb-ı Mukaddes'in (diğer Peygamberler'e inmiş olan sahifeler ve Zebur'un da) tahrif olmamış çok kısımları var. Onun için ALLAH Yahudiler'e "Tevrat'a uyun! diyor... Tevrat'ta ALLAH kelâmı var... O yüzden bizim Dört Kitâb'a imân etmemiz İslâm gereği!..

Kaldı ki, ALLAH böyle iyi kulların kurtulacağını müjdelemiş te, perdeli gözler hâlâ görmüyor:

- "Şüphesiz, İmân Edenler; Yahudiler'den, Hıristiyanlar'dan
ve Sâbiîler’den de (yıldıza tapanlardan) Allah’a ve Âhiret Günü'ne inanıp,
sâlih amel işleyenler için Rableri Katı'nda mükâfatlar vardır.
Onlar için herhangi bir korku yoktur; onlar üzüntü de çekmeyeceklerdir."

(Bakara Sûresi, 62. Âyet)

Aynı ifêdeler durgun zekâlılar için KUR'AN'da bir kere daha tekrarlanır:

- “Şüphesiz İnananlar ile Yahûdîler, Sâbiîler ve Hıristiyanlar'dan
Allah’a ve Âhiret Günü'ne inanan
ve sâlih ameller işleyenler için hiçbir korku yoktur.
Onlar mahzun da olmayacaklardır.”

(Mâide Sûresi, 69. Âyet)

Celse'ye dönersek, anlattığı hâdise ile Nuriye Hanım'ın niye başta "Ben Şifâcı Medyum muyum?" diye sorduğu anlaşılmış oldu. Geçmişte birine şifa vermiş te, ondan!..

Varlık- Şahsî sual sorsunlar ama, hiç kimsenin içinde şüphe kalmasın.
ŞÜPHE, insanı inkâra götürür. İnkâr imansızlığa götürür. İmânsızlık
insanı
batırır ondan sonra!..
İdâreci- Ali Bey'in ricâsı: Muhtelif dinlere neden ihtiyaç görülmüştür acaba?
V- Tekâmül için.
Ali Bey- Niçin bir peygamber gelmemiştir de, muhtelif peygamberler gelmiştir?
V- Bir devir kâfi değil Tekâmül'e... SİZ ZANNEDİYOR MUSUNUZ ŞİMDİ BOŞSUNUZ?..
HİÇ KİMSE SİZİNLE UĞRAŞMIYOR???? Öyle mi zannediyorsunuz?.. Nasıl kâfi gelir?..
Nâmütenâhiye giden bir Tekâmül... Nasıl kâfi gelir?..

Farzedelim bir peygamber geldi... İBRÂHİM ne olacaktı?.. Şimdi de, devrinde de ne
olacaktı?.. Ne bilinecekti ona âit?..

Biraz evvel bir beyefendi "zıtlar dâima Tekâmül'e götürür" dedi. Tabii... Götürüyor işte...
Bu da böyle olacak. Onun zıddı gibi görünecek... Uygun gibi görünecek... Ama mânâ bir!..

Bunu biraz daha her günkü konuşma şekline sokayım... Bütün dinlerde ALLAH birdir.
Şimdi diyeceksiniz ki, "ALLAH'ın oğlu" diyorlar, "Hazret-i İSÂ'ya..." İnanın, esas mânâ
öyle değil!.. Orada bir hatâya kurban gidiyor bütün insanlık ama...
Bu işi iyice duyanlar, Hıristiyan da olsa, "ALLAH'ın oğlu" demiyor ki Hazret-i İSÂ'ya!..
"Peygamberimiz" diyor... Bunu diyebilen var. İşte "oğlu" diyenler var ya, şekle bağlı,
fakat mânâyı anlamamış olanlar "oğlu" diyor. Yoksa hiçbir kimse "oğlu" diye iddia etmez.
Çünki RAB kelimesi "oğlu" demek değildir ki!.. Yalnız, Hazret-i İSÂ, ALLAH'ın sesini içinde
hissettiği için, ona öyle TEBLİĞ verildiği için, öyle konuşmuştur. Ve bu konuşmayı da
ondan sonra gelenler yanlış bir yolda tefsir etmişlerdir.

Yukarıda anlattık, Hıristiyan'ın da Aziz'i, Ermiş'i, Evliya'sı olur...

AZİZ, "veli, evliya, ermiş, muhterem, sayın sevgili, az bulunur, ALLAH'ın izzetli kıldığı, mü’min, sevgide üstün tutulan, muazzez" demektir. Celse'de "veli, evliya, mümin, ALLAH'ın izzetli kıldığı" anlamında kullanılmış.
EVLİYA, "veliler, ALLAH'ın dostları, ALLAH'a yakın olanlar, imân edip sâlih amel işleyenler, ALLAH yolunda malları ve canlarıyla cihad edenler, ALLAH'ın emâneti olan dinini ve hükümlerini Yeryüzü'nde tevelli ederek korumaya çalışanlar, nefsine değil, dâima HAKK'ın rızâsına tâbi olmağa çalışanlar, ibâdet ve taatta, takva ve riyâzatta çok yüksek mertebelere ulaşıp ALLAH'ın yakını, karibi olan büyük ve ender zatlar, erenler, ermişler, koruyanlar, himâye edenler" demektir... Aslında kelime çoğuldur, ama halk arasında tekil gibi kullanılır. Bir anlamı da "yatır"dır, yâni, "türbesinde kendisinden yardım istenen ölmüş bir muhterem zat" demektir.

Üstat Elmalılı Hamdi Yazır muhterem, KUR'AN Tefsiri'nde "Hazret-i İSA, ALLAH'a 'Baba' dediyse, bunu 'Büyüğüm, Koruyucum' anlamında kullanmıştır." meâlinde bir açıklama yapar. E, biz de Devlet'e "Baba" demez miyiz?.. "Arka Sokaklar" dizisisin Rıza Baba'sı, kızından başka kimin nüfus kâğıdında "baba" diye geçiyor?.. Pazarcılar ak saçlarımdan dolayı bana "Baba" diyor; şimdi ben onların biolojik babası mı oldum?..

Yanlış düşünenler var elbette... ALLAH onların yardımcısı olsun.

Varlık- TEK DİN olur da, muhtelif peygamber olacak... Her biri, bir Tekâmül'e götürecek!

Meselâ, aynı sözü hepsinde bulursunuz... Ama daha derin mânâ ifade eder şekilde
kelimeler yanyana gelmiştir. Hiç tetkik buyurdunuz mu?.. Bakın... Yârından itibâren
bakın... Alın, tâ Hazret-i İBRÂHİM'deki bir cümleyi alın, Hazret-i MUHAMMED'e getirin.
Göreceksiniz ki, mânâ bir gibi, aynı gibi geliyor. Fakat Tekâmül'e gittikçe cümleler daha
derin mânâlar ifâde ediyorlar. Yoksa hepsi aynı şey için konuşmuşlardır. Bu şart!..

Siz niye varsınız Dünyâ'da, söyler misiniz?

Ali Bey- Yaşamak için.
V- O kadar mı?.. Mâdem yaşamak için vârolup, sonra yok olacaksınız... Değil mi?..
Size göre... Neden yok olacaksınız, niye varsınız?
Ali Bey- O TANRI'nın bileceği şey.
V- Oldu o zaman. Kendinizi kendiniz naksedip neticeye bağladık.
İ- Teşekkür ettiler. Şahsî suallerden bahsetmiştiniz.
V- Yalnız birşey rica edeceğim: "Zihinden sorun" demiyeceğim, çünki verdiğim cevaplarda
üzüntü ve ıstırap çekme oluyor. Taraftar değilim gönül karmaşasına. Lûtfen açık soran bana.
İ- Mukaddes Hanım "Medyumluğu olup olmadığı"nı soruyor.
V- Herkes inandığı kadar Medyum'dur.

(Celsenin bundan sonra kaydedilmemiş. Bant yetmemiş.)

Sondan başlıyarak bitirelim. "Herkes inandığı kadar Medyum" ama, neye inandığı kadar?.. Kendi Medyumluğuna mı?... Hayır!.. Yukarda belirttik, "ALLAH'a ve Âhıret Günü'ne inandığı" kadar!.. Ve bir de "sâlih amel işlediği" kadar!.. Yoksa Geri Varlıklar'ın elinde oyuncak olur.

Mukaddes Hanım ilerde Medyumluk yaptı. Kendisi Marie Antionette'ın İrtibât'ına, Tasallut'una mâruz kaldı. Marie Antionette hiç Fransızca bilmeyen Mukaddes Hanım'ın ağzından merâmını Fransızca anlattı. Pek zarar vermedi, ama Medyum'u Hıristiyan yapmak istedi, boynuna haç taktırdı. Aradan bunca zaman geçmesine rağmen, ızdırap çekiyor, hâlâ başını arayıp duruyordu!..

****
Yukarıda verdiğimiz Celse'de dinî konular ağırlıktaydı. Daha doğrusu DİN'in insanda sağlaması gereken Tekâmül, ve buna yol açan Fazilet'ten, Ahlâk'tan bahsedilmişti. Yoksa kuru kuruya DİN hiç bir işe yaramaz, hattâ IŞİD'ciler gibi insanı sapıttırabilir.

Şimdi aşağıda rakledeceğimiz Celse'de okumuş, kelli-ferli birinin cehâletini göreceksiniz. Celse'nin sâdece o bölümü alınmıştır.

Varlık : Hâfız Sinan
Medyum : Güney
Târih ; 27 Mart 1962
Usûl : Hipnotik-Manyetik Karma
Hâzirûn : Muhtelif Şahıslar

İdâreci- Dr. İbrahim Bey, "Peygamberler'in mekânı hakkında benim bildiğim doğru mu?"
diyor.
Varlık- Anlama hatâsı olabilir. Fakat HAKİKATİ ANLAMAMAK DEĞİŞTİRMEZ Kİ!..
Anlamıyor iseler, anlamaya çalışsınlar. Bilmiyor iseler, bilmeye
(öğrenmeye) çalışsınlar.
Çalışmadan, emek vermeden neticenin kıymeti olmaz.
İ- Dr. İbrahim'in ikinci suali,"Bir kitapta halifenin içki içtiğini okudum. Nereden
olduğunu hiç bir literatür göstermiyor. Doğru mu, değil mi?" diyor.
V- Önce öğrenmesi gereken mesele HİLÂFET ve HALİFELİK... Ondan sonra kullandığı halife,
ve ondan sonra da onların kullandığı alkol ve keyif verici maddeler...

Kendi kendini ikna etmek istiyorsa, içkinin neden haram olduğunu, hangi hadise üzerine
haramlandığını öğrensin. O zaman ikna olur, zannederim.

İ- Dr. İbrahim diyor ki, "Peygamberimiz bir gün giderken halkın içki içtiğini görmüş.
Ondan sonra kendisi de içmiş. İyi olmadığını anlayınca, yasak etmiş. Peygamberimiz
yaptıkları Sünnet'tir. Binaenaleyh bizim de içmememiz Sünnet'tir".
V- OKUMA olmayıp ta, KULAKTAN DOLMA bilgidir... Okuduğunu söylemekle YALAN söylüyor.
Ancak bunun böyle olduğunu işitmiştir. Tâ ki kendisi okuyana kadar, bunun böyle olduğunu

(veya olmadığını) öğrenene kadar ben cevap vermiyeyim.
Eğer merâkı, eğer inancı var ise, benim söylemem fayda etmez. Kendi elde ettiği inanç,
kendi elde ettiği bilgi benim söylememden daha kıymetli olur. Onun için neticesini kendi
tâyin etsin. Aynı suali, arzu ediyorsa, bir kaç Celse sonra sorsun. o zaman ben de
mâlûmat vereyim kendisine.

Dayanamadım, burada duracağım. Bu doktor İbrahim 6 sene üniversitede okumuş, benden 2 sene fazla... Uzmanlığı falan varsa, daha da okumuş olabilir... Yalnız bir durum var. Türkiye'de üniversite mezunu olmak, Amerika veya İngiltere'de, veya Almanya, Fransa'da, herhangi bir Avrupa ülkesinde üniversite mezunlarına benzemez, çok kötüdür. Bizim üniversitelerimiz lise benzeridir. Yâni bir nev'i üst-lisede okuyor gibi olursun. Halbuki Batı ülkelerinde, ve muhtemelen Rusya ve Çin'de üniversiteye kadar eğitim başka, üniversiteden sonraki eğitim bambaşkadır. Zihni açar, idrâki genişletir. Amerika'da birisi "I have a college degree" derse, yâni "Benim üniversite diplomam var" derse, sıradan eğitim görmüş insanlardan ayrılır. Çünkü o, gerçekten de bilim ve hayat görüşü açısından ayrıca yoğrulmuştur. Ayrı bir kimlik kazanmıştır. Olaylara bakışı sıradan insanlardan farklıdır. Bizde öyle mi, ya?...

O tarz bir üniversite, Orta Doğu Teknik Üniversitesi kurulmuş idi, İhsan Doğramacı adlı biri gelip yıktı, batırdı, bir de üstüne tüy dikti. Ardından YÖK kanunu ile bütün üniversiteleri tek şablon altında topladı, bu sefer tüm üniversite eğitimini yıktı, batırdı. Sonra Boğaiçi Üniversitesi ile Doğramacı'nın Bilkent Üniversitesi öne çıktı. Onlar da, daha sonra kurulan bâzı vakıf üniversiteleri de emperyalist Batı şirketlerine köle eleman yetiştiren kurumlar hâline geldiler. Zâten Turgut Özal'dan bu yana özelleştire özelleştire, gavurlaştıra gavurlaştıra ülkede Türk Bankası, Türk Şirketi kalmadı ki!...

Alın bu doktoru... Anlattığı hikâyeyi bir yerde duyan, okuyan var mı?.. İçki öyle mi yasaklanmış?.. Peki, doktor, halifelerin içki içip içmediğini merak ediyor, ve sözümona bunu "literatür"de araştırmış ta, bizim Halife Sultan II. Selim'in lâkabının "sarhoş" olduğunu hiç duymamış mı?... Yıldırım Bayezid'in Bursa'da Ulu Cami'yi yaptırdıktan sonra Emir Sultan'a "Nasıl olmuş?" diye sorduğunda, din âlimi Emir Sultan'ın "Eksik olmuş, dört tarafına da dört meyhâne yaptırsaydın" diyerek onun içkiciliğini eleştirdiğini de mi duymamış?...

Yavuz Sultan Selim 1517'de halifeliği üstlendiği târihten Saltanat'ın kaldırılışına kadar bütün Osmanlı padişahları Halife'dir. Halife Sultan IV. Murad şarap içer, ama halka içirmezdi. Başkaları da var.... Bir ara bir İlâhiyat mezunu çıkmış, "Hiç bir pâdişah içki içmemiştir" diye iddia etmiş, iddiasını da Saray mutfak hesaplarına dayandırmıştı. Halbuki padişahlar bu tip özel masrafları kendi ceplerinden yapar, Devlet hazinesine yüklemezlerdi. Şimdikilerden farklıydılar. O yüzden sarap, Saray hesaplarında görülmemiştir.

Bilgiç doktorun içki yasağı üzerine söylediklerini biz düzeltelim. Bilmem, bir yerde daha yazdık galiba... Sayfalar artınca hatırlıyamaz oldum... Yazmışız, Hem de bütün teferruatıyla... Neyzen Tevfik Celsesi 'ne bakın... Onun için burada kısaca anlatacağız.

KUR'AN'da İçkiden üç ayrı safhada, dört ayrı âyette, söz edilir.

- “SANA ŞARAP VE KUMARI SORARLAR.
DE Kİ: İKİSİNDE DE HEM BÜYÜK ZARAR
HEM DE İNSANLAR İÇİN BÂZI FAYDALAR VARDIR.
FAKAT ZARARLARI FAYDALARINDAN DAHA BÜYÜKTÜR."

(BAKARA SÛRESİ 219. ÂYET)

Bazı açıkgöz "ileri müslüman" geçinenler, KUR'AN'ı bile çarpıtmaktan kaçınmayıp, ZARAR kelimesi yerine peşinen GÜNAH yazarlar. Halbuki, bu âyet indiğinde içki yasaklanmamıştı. Müslümanlar içmeye devam ediyordu. Âyet sâdece alkolün zararları bildirmek için inmişti.

Sonra günün birinde Müslüman'ın biri câmiye sarhoş geldi. Namaz kılınırken gevelemeye, etrâfı rahatsız etmeye, dikkat dağıtmaya başladı. Bunun üzerine ikinci âyet indi.

- "EY İNANANLAR!.. SARHOŞKEN NAMAZA YAKLAŞMAYIN!"
(NİSÂ SÛRESİ , 4. ÂYET)

İçki, hattâ sarhoşluk bu âyetle bile yasaklanmadı, günah sayılmadı. Sâdece, içki içen değil; SARHOŞ OLAN'ın câmiye gelmesi yasaklandı. O açıkgöz, ileri Müslüman Hacı-Hoca takımı maalesef buna bir kulp bulamadı.

Sonra bir gün sarhoşluk yüzünden bir olay çıkar... Belki aynı târihte Kumar veya Falcılığın yol açtığı tatsiz bir olay da vardır.

- "EY İNANANLAR! ŞARAP, KUMAR, PUTLAR
VE FAL OKLARI ŞEYTAN İŞİDİR. BUNLAR PİSTİR!
BUNLARDAN KAÇININIZ Kİ, MUTLULUĞA ERESİNİZ."

(MÂİDE SÛRESİ , 90. ÂYET)

Bu âyette de bir yasaklama yok. Sâdece "Kaçınırsanız, içkinin size vereceği mutluluktan daha fazlasını elde edersiniz" diyor. Nâzikçe kaçınma tavsiyesi hemen ardından gelen âyette:

- "ŞEYTAN HİLEYLE, ŞARAP VE KUMAR YOLUYLA
ARANIZA NİFAK VE DÜŞMANLIK SOKMAK İSTER.
SİZİ ALLAH'I ANMAKTAN, NAMAZDAN ALIKOYMAK ÇALIŞIR.
ARTIK BUNLARI BIRAKIYORSUNUZ, DEĞİL Mİ?"

(MÂİDE SÛRESİ , 91. ÂYET)

Tekrarlamak gerekirse, şarap ve içki Hicret'e kadar (610'dan 622'ye kadar) yasak edilmemiştir. Sonra sırasıyla yukardaki âyetler inmiş ve içki 630'a yakın yasak sayılmıştır. Ancak hatırlatalım ki, mueyyidesi yoktur. Yâni içki içmenin cezâsı yoktur. Sarhoş olup toplum içinde olay çıkarma için halifeler bir takım cezâlar koymuştur. Günah ise, hesâbını ALLAH'a verir.

Kaldı ki, KUR'AN acıkıp ta yiyecek bulamayana yasak şeyleri yeme; susayıp ta su veya benzeri içecek bulamayınca, ihtiyâcı giderecek kadar içmeye ruhsat dahi verir.

- "DE Kİ: 'BANA VAHYOLUNANDA,
ANCAK LEŞ, VEYÂ AKITILMIŞ KAN VEYA DOMUZ ETİ,
Kİ BU, GERÇEKTEN PİSTİR,
YÂHUT ALLAH'TAN BAŞKASI ADINA KESİLMİŞ BİR HAYVANDAN BAŞKA,
YEMEK YEMEYE HATIRLANAN BİR KİMSE İÇİN,
HARÂM EDİLMİŞ BİR ŞEY BULAMIYORUM.
BAŞKASININ HAKKINA TECÂVÜZ ETMEMEK
ZARÛRET SINIRINI AŞMAMAK KAYDIYLA,
KİM (ACIKIP TA BUNLARDAN) YEMEK ZORUNDA KALIRSA;
BİLSİN Kİ, RABBİN BAĞIŞLAYAN VE ESİRGEYENDİR."

(EN'AM SÛRESİ , 145. ÂYET)

Dömuz eti, ölü hayvan eti ve kan için acıkıp ta darda kalana verilen ruhsat; içki açısından susuz kalan için de geçerlidir. ALLAH, "Korkma, aç kalma, ye! Susuz kalma, iç! Senin hayâtını böylece korur, üstelik günahını da Ben bağışlarım" diyor!.. İslâm işte böyle bir dindir.

"HAMR" kelimesi "sarhoşluk verici mayalı içki" anlamında olduğuna göre, insanı kendinden geçiren her türlü UYUŞTURUCU da haramdır, günahtır. Hattâ şaraptan, İÇKİ'den daha fazla üzerinde durulmalıdır. Çünkü uyuşturucu bir alışkanlık hâline geldiğinde, insanın hayâtını mahveder. Hem kimyevî açıdan çok zararlı, hem de pahalıdır. Erkekleri hırsızlığa, saldırıya, hattâ adam öldürmeye; kadınları da fuhşa sürükler. Üstelik insanı kısa zamanda öldürür. Mutlaka kaçınılmalıdır.

Son olarak; Bektâşiler "içki" demezler, "dem" derler, "mey" derler, Aleviler "dolu" der. Ve her iki grup da mey için "Ehline helâl, nâehline haram" derler. yâni içmesini bilene, onu bir sohbet-muhabbet aracı olarak görene helâl; içip içip azıtana haram sayarlar. Her iyi, güzel ve yararlı olan HELÂL'dir, her iyi, güzel ve yararlı hareket SEVAP'tır. Her kötü, çirkin ve zararlı şey HARAM, her kötü, çirkin ve zararlı davranış ise GÜNAH'tır. İnanmazsanız, Neyzen Tevfik'in açıklamasını okuyun... Üstelik ŞARAP, CENNET'te bize ikram edilecektir, helâldir. Ömer Hayyam bunu şöyle dile getirmiş:

CÂİZ Kİ ŞARAB, CENNETE GİTTİN Mİ İÇERSİN
İTLÂB-I MEZAK DOST, BU KADAR ZEVKLİ Mİ DERSİN
MÂDEM Kİ OL ÂB BÖYLECE MAKBUL, NİYE BEKLE?
CENNET ŞU GÖNÜLDÜR, BUNU GÖR, İMDİ İÇERSİN!

CÂİZ: yapılmasına izin verilen
İTLÂB-I MEZAK: damak zevki
MAKBÛL: kabul edilen, beğenilen, hoş karşılanan.
ÂB : Su Ruhi Selman

selman@journalist.com

***

  • Önemli Sayfalar:

    - BİR SPİRİTUALİSTİN DÜNYASI - ANA SAYFA
    - BİR TEBLİĞ
    - ÖLÜM VE SONRASI
    - ÂHİRETTEN SİMÂLAR - 1
    - ÂHİRETTEN SİMÂLAR - 2
    - ÂHİRETTEN SİMÂLAR - 3
    - ÂHİRETTEN SİMÂLAR - 4
    - ÂHİRETTEN SİMÂLAR - 5
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 15
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 36
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 37
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 38
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 39
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 40
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 41
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 42
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 43
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 44
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 45
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 46
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 47
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 48
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 49
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 50
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 52
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 54
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 55
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 56
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 57
    - ÂHIRET'TEN SİMÂLAR - 58
    - ÂHIRET'TEN SİMÂLAR - 59
    - ÂHIRET'TEN SİMÂLAR - 60
    - ÂHIRET'TEN SİMÂLAR - 61
    - ÂHIRET'TEN SİMÂLAR - 62
    - ÂHIRET'TEN SİMÂLAR - 63
    - ÂHIRET'TEN SİMÂLAR - 64
    - İBN-İ SİNÂ CELSESİ
    - TEKÂMÜL'E GİDEN YOL
    - NEYZEN TEVFİK'TEN BİR ŞİİR
    - KADIN HAKKINDA BİR TEBLİĞ
    - İMAJ VE İLK YÜKSELME
    - EKMİNEZİ - İLK YÜKSELME - İMAJLAR
    - BİR OBSESYON VAK'ASI
    - ÖTE ÂLEM'DEN ŞİİRLER - 1
    - RÜYÂLAR - 1
    - RÜYÂLAR - 2
    - REİNKARNASYON
    - ANADOLU'DA REİNKARNASYON ŞİİRLERİ
    - İRLANDALI ŞÂİR JAMES CLARENCE MANGAN ANADOLU'DA MI YAŞADI?
    - FİNCAN CELSELERİ - 1
    - FİNCAN CELSELERİ - 2
    - FİNCAN CELSELERİ - 3
    - EKMİNEZİ ÇALIŞMASI
    - RÛHÎ FİLİMLER - 1
    - ENTERESAN RÛHÎ OLAYLAR
    - ERGUN ARIKDAL VE SÂDIKLAR PLÂNI'NI TENKİT
    - BÜLENT ÇORAK VE DÜNYA KARDEŞLİK BİRLİĞİ SAFSATASI
    - CENAP BAŞMAN VE MARON TARİKATI
    - SAPKIN RAEL TARİKATI
    - TRANSANDANTAL MEDİTASYON KANDIRMACASI
    - MELEKLER'DEN MESAJ ALDIĞINI SANAN ŞAŞKINLAR
    - ŞEYTANA TAPAN SATANİSTLER
    - SİRİUS MİSYONU ZIRVALARI
    - KRYON "TEBLİĞ"LERİ VE LEE CARROLL'UN "MEDYUM"LUĞU
    - J. Z. KNIGHT ADLI KADIN MEDYUM ve RAMTHA "TEBLİĞ"LERİ
    - MEDYUM JANİ KİNG VE VARLIK P'TAAH
    - AKHENATON VE KURGU AGARTA "TEBLİĞ"LERİ
    - SILVER BIRCH TEBLİĞLERİ
    - "SÜPER İNSANLIK" DERNEĞİ VE UYDURUK "TEBLİĞ"LER
    - SÂDIKLAR PLÂNI'NI TENKİT - 2
    - KASYOPYA CELSELERİ'NDE ATMASYON, KITIRASYONLAR
    - RA "TEBLİĞ"LERİ
    - HAYÂLÎ ANDROMEDA KONSEYİ
    - VARMIŞ GİBİ YUTTURULAN PLEİADES KONSEYİ
    - HATHOR GEZEGENİNDEN İNANDIRICI OLMAYAN MESAJLAR
    - MEKTUPLAR