BİR SPİRİTUALİSTİN DÜNYASI

ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 53

Geçen yazımızda 27 Kasım 1964 târihli YUNUS EMRE'nin ilk Celsesi'ni vermiştik. Onu verebilmek için de bir önceki Celse'yi atlamıştık. Şimdi o Celse'yi size sunuyoruz.

Varlık : Geri Varlık, Başörtülü Kadın, Mevlevî HAZRET-İ İSHAK, BEYTÎ
Medyum : Esat
Târih ; 25 Kasım 1964
Usûl : Hipnotik-Manyetik Karma
Hâzirûn : Muhtelif Şahıslar

(Medyum uyutulup, yükseltilmeye başladıktan sonra)
Medyum- .... "Kal" diyor...
İdâreci- Kimdir?.. Lûtfen bize kendini bildirsin.
M- ... "Sana ne, ulan?" diyor...
İ- Konuşmak istemiyor mu?
M- ... "Düştük mü?" diyor...
İ- Görüşmek istemiyorsa, yükselmenize devam ediniz.
M- ... "Kandır" diyor...
İ- Öyleyse ismini bildirsin.
M- ... "Ölmeden ne işin var, ulan," diyor, "burada senin?"
İ- Ziyârete geldik sizleri... Fenâ mı?
M- ... "Sen git babanın mezarını ziyâret et," diyor...
İ- Onu da yapıyoruz, bunu da... İstemiyorsanız, niçin çıktınız karşımıza?
Varlık- Rahatımı kaçırdınız.
İ- Neden?... Medyum size ne yaptı ki?
V- Daha ne yapacak, be!
İ- Ne yaptı?
M- ... Herife bak," diyor... Biri geldi çekti onu... "Olmaz!" diyor... "Olur" diyor o...
"Günah" diyor... "Ne, ulan," diyor, "günah?" ...
İ- Kimmiş o Varlık?
M- ... "Bir bilsem" diyor, "ismimi!.. O zaman zâten rahat olurum," diyor...
İ- Suçu nedir?
V- Söylenmez, be!.. Çok kötü!..
İ- Nedir, söyleyin.
V- Canım, söylenmez!
İ- Ne var?
V- Herşey var!
İ- Dua ederiz. TANRI'dan yalvarırız. Niyazda bulunuruz. Üstün Varlıklar'dan rica ederiz.
V- ... Bir oğlum var, bana hep okutur ama... Daha ben çıkamıyorum Buradan!..
Birden değiştirdiniz beni, be!.
İ- Lûtfen konuşun.
V- Ben kötü bir adam değilim.
İ- Değilsiniz tabii.
V- Vallahi değilim!.. Ne yaptıysa, işte o.. Konuşamam ben!..
İ- Nedir suçun?.. TANRI'dan niyazda bulunalım. TANRI'ya yalvar sende.
V- O kadar suçum var ki!.. TANRI'nın huzuruna çıkmaya korkuyorum ben...
Onun için Burada kalayım... Bırakın beni!.. Gülegüle!..
İ- TANRI günahlarını affetsin.
V- Ediyor da!..
İ- İnşaallah yakın bir zamanda kurtulur, rahata kavuşursun.
V- Siz gene, "ALLAH rahmet etsin," deyin...
İ- ALLAH rahmet eylesin. İnşaallah bu dertlerinden kurtulursun. Yalnız TANRI'ya yalvar.
Üstün Varlıklar'dan yardım iste.
V-
(duymamış gibi idevam eder) ... Çünkü daha rahata gitmek için, rahmet bize basamak Burada.
O olmadan yükselemeyiz zâten... Gülegüle!.. Ben gene Karanlığıma gömüleyim... Gülegüle size!..
İ- TANRI kurtarsın inşaallah...
(Medyum'a) Yükselmenize devam ediniz.

Burada durup olan biteni değerlendirelim... Celse İdârecisi, o târihlerde moda olan "Arapça'dan kaçma" uygulamasından dolayı hep "TANRI" diyor. Yanlış değil!.. Fakat ALLAH kelimesini kullanmaktan kaçınmak doğru değil. Çünkü onun dışında bütün kelimelerin çoğulu vardır. GOD-GODS, TANRI-TANRILAR, İİLÂH-İLÂHLAR, ELİ-ELOHİM... Bir tek MANİTU galiba tekil... ALLAH kelimesinin çoğulu olmadığı gibi, ondan bir harf, baştaki "elif"i atsanız, geriye LİLLÂH kalır, o da ALLAH demektir. "Lâm"ın birini atsanız, İLÂH kalır, o da ALLAH demektir. Öteki "lâm"ı da atsanız "H" kalır HU da ALLAH demektir.

İkincisi, ölmüşler için DUA ne kadar önemli onu görüyoruz. Karanlıkta olan bu Varlık RAHMET istiyor. RAHMAN ve RAHİM, ALLAH'ın güzel isimlerinden ikisidir.
RAHMAN , "Dünyâ'daki bütün yaratıklara rızık ve sayısız nimetler veren, İyiler'e de, Kötüler'e de rahmet eden" anlamına gelmektedir. RAHMAN adı Kur'an-ı Kerim'de 57 defa geçmektedir. RAHMAN ismi kullarından hiç birine verilmez.
RAHİM , "Âhiret'te yalnız müminlere, inananlara merhamet eden" anlamına gelmektedir. Ahzap Sûresi 43. Âyet, "Allah mü'minlere karşı çok merhametlidir" der. RAHİM adı Kur'an-ı Kerim'de 115 defa geçmektedir. RAHİM insanlarda isim olarak kullanılabilir.
RAHMET , "merhamet, acıma, esirgeme, koruma, yarlığama, ihsan" demektir. RAHMET ETMEK, "merhamet göstermek, acımak, şefkat etmek, ihsan etmek, esirgemek" anlamına gelir. Halk arasında yağmura "rahmet" denir, çünkü toprağın ürün vermesini, hayvanların, ağaçların sulanmasını sağlar, ALLAH'ın bir ihsanı, bir nimetidir.

DUA üzerine çok Celsemiz var. İnşaallah ilerde veririz.

Medyum- ... Bir yeşillik yer... ÇILDIRTAN BİR RENK BU!.. İlk defa görüyorum ben bunu...
İlk defa... Ve BEYAZ BAŞÖRTÜLÜ bir hanım var Burada... Ya "S", ya "Z" harfiyle başlıyor
(adı)...
Burada bir yakını varmış güyâ!... İyi bilmiyor ama...
İdâreci- Bizim aramızda mı, efendim?
M- ... Öyleymiş...
İ- ... Yokmuş...
M- ... "Söyliyemem," diyor. Yalnız, işte.. TERTEMİZ YÜZLÜ...Yuvarlak yüzlü... Şişmanca... Yuvarlak biraz ...
Çok olmamış öleli galiba... Onun için birşey bilmiyormuş...
İ- Âile efrâdına birşey söylemek ister mi?
M- ... "Beni tanımıyorlar ki!.. Ne söyliyeyim?" diyor.
İ- Ama isminizi vermediniz ki!
M- ... "O kadar bilmiyorum ki... Zeliha mı desem... Saadet mi desem... Seniha mı desem." ... Bir şey diyor işte...
İ- Nerede ölmüşler?
M- ... "Bulunduğunuz şehirde değil," diyor... "Oldukça uzak bir yerde... Mezar böyle, toprak daha...
Kurumadı bile" diyor....
İ- ALLAH rahmet eylesin.. İnşaallah kurtulur... Bizlerden bir istediği var mı?
Varlık- Ne istediğimi bilmiyorum daha...
M- ... Ve ben çok sür'atle gidiyorum şimdi artık... Çekiyorlar beni Yukar'dan... Çekiyorlar!
İ- Yükselmenize devam ediniz.
M- Başım döndü... Çok çekiyorlar Yukarı'ya...
Birşey aldım... AŞAĞI TABAKALAR'DA BENİ OYALIYORLARMIŞ... HİÇ BİRİ HAKİKAT DEĞİLMİŞ ONLARIN!..
Çekiyorlar!... Ohhh!.. Evet... HAZRET-İ İSHAK...
İ- Hoş geldiler. TANRI râzı olsun. Hürmet ve sevgilerimizi söyleyiniz.
Hazret-i İshak- Hepimiz hoş bulduk.
M- Yalnız diyor ki,"Aşağıı Tabakalar'dayken" diyor, "dâima birşeyler okuyun.
Çünkü Medyum'a boyuna asılıyorlar," diyor.
İ- Peki, muhterem Üstâdım.

Burada mutlaka durmak gerek... Neymiş?.. karanlık Tabakalar'da Medyum'u aldatmaya çalışmışlar, Yukarı Tabakalar'daki dostlar da onu sür'atle çekip almış... Kandırma öyle ki, ortalığı "çıldırtan bir yeşillik"te gösterebiliyorlar. "beyaz başörtüsü ile dindar bir kadın" gibi görünebiliyorlar. Yüzlerini bile "tertemiz" yapabiliyorlar. Bunların hepsi Medyum'un zihnine gönderilen İmajlar... Üstelik bir de "S" ve "Z" yemiyle olta atıyorlar, zokayı yutar mıyız diye... "Acaba Hâzirûn'da böyle bir yakınını kaybetmiş olan var mı?" diye... ALLAH'tan yokmuş... Olsaydı, bu aldatmadan yardımsız sıyrılmak zorlaşırdı. Çünkü ortada bir aldatma olduğuna işâret eden hiçbir emâre yok!.. Bu durumda Yukarı'dan müdâhale ediyorlar ve Medyum'u çekip Karanlık Tabakalar'dan çıkarıyorlar... İyiniyetli Medyumlar, hâlisâne yapılan Celseler böyle yardımlara muhatap olur. Lâkin Medyum'u, İdâreci'si, Katılan'ı gayrıciddi, artniyetli Toplantılar bu tarz yardım görmez. En fazla ikaz edilirler.

İdâreci- Medyumumuz biraz daha yüksek sesle konuşursa, daha iyi anlaşılacak.
Hazret-i İshak- Yalnız ondan evvel, bir şüpheyi dağıtmak istiyorum ben.
Medyum'un sağ eline, şiryana ratlamamak üzere, iğneyi batırın, bırakın. Enine değil, dikine!..
İ- Peki. Bir dakika.
(Medyum'un uyuduğundan şüphe edenleri ikna için, Telkin verildi,
Medyum'un eline, atardamara rastgelmemek kaydıyle derinlemesine iğne batırıldı, orada
bırakıldı. Medyum hiç acı duymadı, çünkü uykunun derin somnambül devresinde idi.)
V- Tebliğ-i Evvel... Bu çok kısa olacak... Yalnız iyice düşünün!.. Bir diğer Celse'de konuşacağız bunun üzerinde...

Evvelâ, İMÂN'ı târif edeyim... ve onun neticesini söyliyeceğim. Bütün Tebliğ üç cümleyi geçmiyecek zâten.
İMÂN, İNANMA KUDRETİNİN AŞKTAKİ İFÂDESİDİR... EĞER BUNU DUYABİLİYORSANIZ, SİZDEN UZAKTA
OLMAYAN VE SİZİN İÇİNİZDE YAŞAYAN CEHENNEM'DEN KENDİNİ SIYIRIR, CENNET'E KAVUŞURSUNUZ...
ŞUNU BİLİN Kİ, CEHENNEM VE CENNET SİZE ANLATILDIĞI GİBİ SİZDEN ÖTEDE DEĞİL; SİZİN İÇİNİZDEDİR
VE BUNU ANCAK İMÂNLA HUZUR DOLU CENNET'E KAVUŞABİLİRSİNİZ.

Üstâdımızın "CEHENNEM VE CENNET SİZE ANLATILDIĞI GİBİ SİZDEN ÖTEDE DEĞİL; SİZİN İÇİNİZDEDİR" ifâdesini belki önceden duymuşsunuzdur. Ama bunun izâhını en güzel Şeyh Bedreddin "Vâridat" adlı eserinde verir. CENNET, "gizli, örtülü" kökünden türemiştir. Şöyle der o muhterem zat:

- Bilesin ki, Âhıret işleri câhillerin düşündüğü gibi değildir.
Çünkü bu işler avâmın sandığı gibi, Görünen Âlem'den değil;
Ruhlar Âlemi'ndendirler. Peygamberler, seçkin ermişler
sözleriyle bunun böyle olduğunu doğrulamışlardır ama iş,
Söylediklerini anlamakta!..

Bilesin ve şüphe etmiyesin ki, Kitaplar'da gelen ve ağızlarda
dolaşan Cennet, Huri, köşkler, ağaçlar, meyveler, ırmaklar,
işkence, ateş ve benzerlerinin anlamları, açık anlamlarından
ibâret değildir. Bunların ancak seçkin evliyalar tarafından
bilinen başka anlamları da vardır.

Peygamber Aleyhisselâm, "Kim 'TANRI'dan özge tanrı yoktur' derse,
Cennet'e girer" demiş...
Cennet'in 1. anlamı, herkesin bildiği gibi, "huriler, köşkler
ve benzerleri ile süslenmiş yer"dir.
2.si, kâfirler esirliğe, yağmaya, ölüme uğradıkları, ya da
savaşla karşı karşıya geldikleri zaman, şehâdet getirdiler mi,
bundan kurtulur, "Güven Kalesi"ne girmiş olurlar. Bu durumda,
bir bahçe olan Cennet'e girmiş sayılırlar.
3.sü, şehâdet getiren onunla örtünmüş olur. Orasını kendine, malına,
âilesine Cennet yapmış olur. Burada "Cennet'e girdi" demek, "kötülüklere
karşı örtündü" demektir.
4.sü, Evren'de ve iki dünyâda TANRI'dan başka birşey bulunmadığını bilen,
Madde Âlemi'ni ayrı tutmaktan kurtulur ve güzel Cennet'e girer.
5.si, Onunla gerçekleşip Ulu TANRI'da yok olan
Cehennem kirlerinde pas tutmuş karanlık varlığından kurtularak
ölümsüzlük ve Cennetlik varlığa girer.
Katılıklara ve acılara karşı onunla örtünmüş olur.
Ama 6.sı, her iyi duruma CENNET denir, her kötü duruma da
CEHENNEM ve ATEŞ...
7.si, "TANRI'dan başka tanrı yoktur" diyen; görünür
ve somut varlıklar olan putlara tapmaktan uzaklaşıp, duyumları
etkilemiyen ve kendisine GÖRÜNMEYEN TANRI'ya yönelir. Somuttan
çıkıp, gizlenmiş olduğu için CENNET denilen soyuta girer.

Şeyh Bedreddin Hazretleri 7 ayrı Cennet târifi yapmış... Anlamadıysanız, bir daha okuyun. Gene anlamadıysanız, Üstâdın târifi ile yetinin.

Varlık- Evet... Şimdi konuşalım bu mevzu üzerinde artık. (Bir önceki celse konusu)
Fazilet yok artık...
Yalnız İMÂN'dan bahsedeceğiz. Münâsebet düşerse, bahsederiz.
İ- Ali Bey, "İmânın esasları nedir?" diyor.
V- ... Şimdi, siz istiyorsunuz ki, ben size İslâm dîni çerçevesinde bunu anlatayım... O gâyet kolay anlaşılır.
Muayyen silsile... ALLAH'a, Peygamber'ine ve dolayısiyle işte, diğerlerine... Buna İMÂN denir ama,
benim burada anlatmak istediğim İMÂN bu değil! Bunu da içine alan İMÂN!.. Bunun da esâsı şu:
HAKİKATİ AKIL YOLUYLA BULUP AŞKINIZA, İLÂHÎ AŞKINIZA MÂLEDECEKSİNİZ...
Anlaşılıyor mu buradan birşey?
İ- Biraz daha açıklar mısınız?
V- İlâhî Aşk'ı anlıyabiliyor muyuz, yalnız?.. Yâni, şunu demek istiyorum: Maddenin şekline bağlı,
arzu olan aşktan bahsetmiyorum ben. DEĞİŞMEYENE DUYULAN, EN GÜZELE, EN İYİYE,
EN DOĞRUYA DUYULAN AŞKTAN BAHSEDİYORUM...
Bu aşkı duyduğunuz takdirde, siz o zaman İMÂN'ın içindesiniz zâten.

İnanıyorsunuz... İnandığınız takdirde de, siz İNANDIĞINIZ'ın himâyesindesinizdir.

Bir tek şüphe kaldı, değil mi?.. Açın onu, ben izah edeyim tekrar, herkes faydalansın ondan...
Üç kişi düşünüyor da, onun için "Açın" diyorum size... Açın!
İ- ...
(Konuşan yok) Sizden rica ediyoruz.
V- Şimdik, ŞÜPHE'den bahsetmek istiyorsunuz siz... İşte ŞÜPHEYİ, YÂNİ RUHUNUZU
ŞÜPHENİN GİRDABINDAN ANCAK İMÂNLA KURTARABİLİRSİNİZ. İNANACAKSINIZ AMA,
DUYARAK İNANACAKSINIZ. BUNU YAPMAK DA BİR RUHUN ASÂLETİDİR...

İNSANIN İÇİ KAYNIYOR!.. KARŞISINA HERŞEY DİKİLİYOR... BU DİKİLENLERİ DEVİRİP,
ONDAN SONRA İNANACAKSINIZ.

Evet, efendim... Söyleyin... Daha ne arzu ediyorsunuz?.. Hayır, hayır...
Aynı şeyi aynı bey sormak istiyor... Sorun!.. Yalnız, çok rica ediyorum, sorun. Bakın...
İ- Handan Hanım, "İnsan imânını kuvvetlendirebilir mi?" diyor.
V- Evet... AŞKINI DERİNLEŞTİRDİKÇE!..
İ- "Yollar var mıdır?" diyorlar.
V- Var tabii... KENDİNİ TEMİZLEMEK... Ondan bahsettik galiba biraz. Şimdi gene
Tekâmül'e dokunuyoruz dolayısiyle. Ona gidiyor iş... Size burada Tekâmül'den evvel
bâzı şeylerin hakikatini anlatmak istiyorum ben.

Hepiniz bilirsiniz ki, yâhut daha çok dînî mâlûmatı olanlar bilirler ki, bir TESBİH kelimesi
vardır dinde... Biliyor musunuz?... Ama bu TÂNELİ ŞEKİL DEĞİL!.. O cisim değil!..
ALLAH'I ZİKRETMEKTEN BAHSEDİYORUM... BİLİNİR Kİ, BÜTÜN KÂİNAT ALLAH'I ZİKREDİYOR!..
Bundan ne anlıyorsunuz siz?..

Geleceğim sualin cevâbına... Yalnız buradan başladım. Aynı zamanda biraz evvelki
sual sâhibine de cevap vereceğim. Ondan
(böyle) Ne anlıyorsunuz?..
HERŞEY ALLAH'I ZİKREDİYOR...muş!.. CANLI-CANSIZ...
Meselâ, bir gül ALLAH'ı zikrediyor.. Ne anlıyorsunuz bundan?.. Ne anlıyorsunuz?..
"ALLAH!... ALLAH!" diyormuş gül!..
İ- Saliha Hanım diyor ki, "Gülün "ALLAH ALLAH" diyemiyeceğini biliyoruz.
Gülün Dünyâ'ya gelmesi ve nebat olarak yaşaması, ALLAH'ını zikretmesini gösterir.
V- Şimdi, niye?.. Biliyor musunuz?... Yaklaştınız... Ben azıcık açayım. Sizin cümlenizi
bağlıyorum. SİZ GÜLÜ GÖRDÜĞÜNÜZ ZAMAN, "ALLAH ALLAH!" DİYORSUNUZ... SİZE
TESBİH VÂSITASI OLUYOR!.. İşte onun zikri öyle!.. Anlatabildim mi?
İ- Evet.
V- Biliyor musunuz GÜLÜN TEKÂMÜLÜ NEDİR?.. BÜTÜN GÜZELLİĞE KAVUŞTUĞU ANDA,
SİZ ONU GÖRÜP TE, "ALLAH" DEYİP DE KOPARMANIZ VAR YA, GÜL TEKÂMÜL'ÜN SON
NOKTASINA GELMİŞTİR İŞTE!.. GÂYE DE O ZÂTEN...

BUNU HERŞEYE TEŞMİL EDEBİLİRSİNİZ. MEYVANIN OLGUNLUĞUNA, GÜZELLİĞİNE, LEZZETİNE...
BÜTÜN CANSIZLARDAKİ TEKÂMÜL ODUR.

Şimdi gelelim bundan dolayı size... İMÂN'ı kuvvetlendirmeye... söyliyeyim...
SİZ İKİ CEPHELİSİNİZ, efendim... BİR CEPHENİZ DOĞRU YOLA GİTMEK İSTERKEN,
DİĞER CEPHENİZ ONU ETEKLERİNDEN ÇEKİYOR... İŞTE BU ÇEKENİ MAĞLÛP ETTİĞİNİZ
TAKDİRDE,İMÂNINIZ KUVVETLENİYOR DEMEKTİR Kİ... YALNIZ BUNU
MAĞLÛP EDEBİLMENİZ
İÇİN DE İMÂNIN GENE KUVVETLİ OLMASI LÂZIM. Yâni bundan kurtulmanın içinde
hem İMÂN'ı kuvvetlendirmek var, hem de İMÂN'ın kuvvet bulması var.

Burada duralım, çok işimiz var... Evvelâ belirtelim, SİYAH yazılı eklentiler bizden... Medyum'un bâzı eksik-yanlış nakillerine müdâhale ederek Tebliğ'in düzgün ifâdeli olmasını sağlıyoruz. Bunu da bir "düzmece- tebliğ uyudurma" olmaktan çıkarmak için itiraf ediyoruz. Her Celse'de, her Medyum'da böyle şeyler olur. Her radyo-televizyon spikeri arada bir teklemez mi?.. Medyumlar da bundan âri değildir. Meselâ, MAĞLUP EDEBİLMENİZ diye düzelttiğimizi Medyum, bir önceki nakline takılarak "ÇEKEBİLMENİZ" diye sövlamiş.

İkinci husus, Varlık MADDENİN TEKÂMÜLÜ'nden bahsediyor... Bu çok önemli... Çünkü Spiritualistler'in neredeyse hepsi RUHUN TEKÂMÜLÜ'nü bilir, maddeyi işe katmazlar. İbn-i Sinâ da "Madde'nin Tekâmül'ü" üzerinde durmuştu. RUHUN TEKÂMÜLÜ'nün de ne olduğu ayrı bir konu... Çünkü RUH, ÜFLEYEN'den dolayı (Hicr Sûresi, 29. âyet / Secde Sûresi, 9. Âyet / Sad Sûresi, 72. Âyet) zâten "İlâhî bir lem'a", bir nur, bir ışık... Kastedileni tam anlıyor muyuz acaba?..

Devam edeceğiz de, önce az bilinen kelimeleri verelim... LEM'A , "pırıltı, şimşek gibi çakmak, Güneş ve yıldız gibi parlamak" demektir.
TESBİH , "ALLAH'ı şânına lâyık ifâdelerle yâdetmek, zikretmek, anmak; Sübhanallah demek, "ALLAH'ın Zâtında, Sıfatlarında ve Ef'alinde her türlü noksanlıktan, kusurdan âri, münezzeh olduğunu ifâde etmek" demektir. Bizim "tesbih" dediğimiz tâneler, aslında Arapça'da MESBAH diye bilinir.

Üstâdımız BÜTÜN KÂİNAT ALLAH'I ZİKREDİYOR!.. HERŞEY ALLAH'I ZİKREDİYORMUŞ... CANLI-CANSIZ!.." cümleleri ile aşağıdaki âyetlere atıfta bulunmaktadır:

- "Gökler'deki ve Yer'deki her şey Allah'ı tespih etmektedir.
O, mutlak güç sâhibidir, hüküm ve hikmet sâhibidir."

(Haşr sûresi, 1. âyet) (Saff sûresi, 1. âyet)

- "Gökler'deki ve Yer'deki her şey Allah'ı tespih etmektedir.
Mülk yalnızca O’nundur, hamd de O'na mahsustur.
O, her şeye hakkıyla gücü yetendir."

(Tegabun sûresi, 1. âyet)

- "Gökler'de ve Yer'de olan herşey, Allah'ı yüceltip tesbih etmektedir.
Çünkü O, çok üstün ve güçlüdür,"

(Hadid sûresi, 1. âyet)

- "Yedi Gök ve Yer, bir de bunların içinde bulunanlar
Allah'ı tesbih ve tenzih ederler.
Hiçbir şey yoktur ki, O'nu hamd ile tesbih etmesin!
Fakat siz onların tesbihlerini anlamazsınız."

(İsrâ sûresi, 44. âyet)

TESBİH ETMEK ifâdesini Üstat çok güzel açıkladı. Mustafa İslamoğlu , Ahmet Tekin ve diğer bâzı din adamları da TESBİH'i, "İnsan dışındaki Canlı-Cansız Varlıklar'ın tamamı Allahın koyduğu düzen içinde görevlerini emrolundukları gibi yapmaları, ALLAH adına hareket etmeleri" diye yorumlarlar ki, bizce bu da son derece doğrudur. Güneşi ve Ay'ı şaşmadan görevlerini yaparlar. (Fâtır Sûresi, 13. Âyet) TESBİH; "kulun îlahî buyruklara baş eğerek, Allah-u Teâlâ'yı her türlü noksanlıklardan, beşeri sıfatlardan tenzih etmesi ve O'nu övüp tâzimde bulunması"dır.
TENZİH ETMEK , "Arılamak, aklamak, kusur kondurmamak, suç ve noksanlıktan uzak saymak, ALLAH'ı her çeşit kusur, noksan, kir, pas,
şerik, ortak gibi hâllerden uzak bilip söylemek" demektir.
Belki bir de çok kullandığımız TEKÂMÜL kelimesinin tam karşılığını vermek iyi olacak. TEKÂMÜL , "kemâl bulma, kemâle erme, kâmilleşme, olgunlaşma, gelişim, gelişme, evrim" anlamlarındadır. KEMÂL , "En yüksek değer, tamlık, eksiksizlik, bilgi ve erdem bakımından olgunluk, yetkinlik, erginlik" demektir. KEMÂLE ERMEK, "eksiklerden, kusurlardan kurtulmak, olgunlaşmak" mânâsınadır. Bizler Dünyâ'da Tekâmül ederiz, olgunlaşırız.

Hazret-i İshak- Yalnız ben biraz belki şey konuşuyorum. Böyle öğrendim, böyle konuşuyorum.
Yukarı'dan bana böyle veriyorlar, böyle konuşuyorum. Yâhut böyle anlıyorum,
böyle konuşuyorum. Bana sorun... Eğer ben açamazsam, yâni kelime bulamazsam;
alırım, veririm size, efendim, yâni... Şüphe kalmasın.

İdâreci- Hâzım Akalın Bey diyor ki, "Dogmatik olmaktan kurtulup, şuurlu bir imâna gitmeyi
tavsiye ediyorsunuz. Anladığıma göre..."
V- Evet... Tamam... İDRAKLE... İDRÂKİN İŞTİRÂKIYLE BİR İMÂN... YALNIZ BU İMÂNI
ULVÎ BİR HİSTE YAŞATABİLECEKSİNİZ.
Hâzım Akalın- Ancak şuurlu bir imâna gidiş muayyen Tekâmül seviyesini icâbettirir.
V- Evet.
HA- Herkesten bu imânı bekliyemeyiz.
V- Tabii... HERKES AYNI ŞEYİ, AYNI ŞİDDETLE SEVEMEZ Kİ ZÂTEN!..
HA-- Ancak bugün kadar gelmiş geçmiş bütün dinler, Müslümanlık hâriç,
ki o şuurlu bir imâna doğru bir adım atmıştır.
V- Şimdi siz kendi sualinize, kendiniz cevap veriyorsunuz.
İŞİN BAŞINDA ÖYLE DEĞİLKEN, ŞUURLU İMÂNA GİDİYOR, değil mi?.. AMA AYNI ZAMANDA
İNSAN NESLİ DE TEKÂMÜLE GİDİYOR...

Şimdi HAZRET-İ MUHAMMED... (Yalnız HAZRET-İ MUHAMMED derken muhtelif şekillerde
oturmayın, efendim!..) HAZRET-İ MUHAMMED EĞER HAZRET-İ MÛSÂ ZAMANINDA
İMÂNDAN BAHSETSEYDİ, ANLIYABİLİRLER MİYDİ ONLAR?.. Alıyamazlardı tabii...
TEKÂMÜL'ÜN BİR NOKTASINDAYKEN, O ŞEKİLDE İFÂDE ETMEK ZORUNDAYDI... VE ETTİ...
Şuurlu imân da o zâten.
HA- Ancak Müslümanlık'ta da gâyet açık bir tarzda bahsedilmiyor. Bunlara rağmen...
V- Ben size
izah edeyim mi onu?
HA- Ben anlıyorum.
V- Hayır, hayır... "Siz" dediğim için... Sizin şahsınızda herkes için söylüyorum.

Şimdi tam İMÂN'ı böyle tasavvufî kelimelere gömmiyeyim de, daha açık anlatayım.

İNANACAKSINIZ Kİ, SİZ MUAYYEN BİR NİSBETTE KENDİNİZE SÂHİPSİNİZ. GERİ KALAN
DAHA GENİŞ BİR SAHÂDA SÂHİP DEĞİLSİNİZ... BU SÂHİP OLMAKLA OLMAMAYI BİRLEŞTİREN
BİR KÜLLÎ İRÂDE VAR. BU KÜLLÎ İRÂDE'Yİ MUTLAK KUDRET'E BAĞLIYORUZ... VE BİZ
MUTLAK KUDRET'E DE "ALLAH" DİYORUZ. BUNA İNANACAKSINIZ!.. İMÂNIN BÜTÜN
ANAHTARI BU!..

AMA İŞTE BUNA İNANMA YOLLARINI SİZE GENE BİR TAKIM ÇOK MÜTEKÂMİL GÖRÜNEN,
CİSMİYLE ÖLÇÜLEMİYECEK İNSANLAR GÖSTERECEKLER... ANLATACAKLAR... BUNUN İÇİN
PEYGAMBERLER GELMİŞTİR TABİİ... YALNIZ PEYGAMBERLER DEĞİL TABİİ.. BUNDAN SONRA
BUNLARIN PEŞİNDEN VELÎLER GELMİŞTİR. Tabii ki, herkes bir VELİ kadar, bir PEYGAMBER
kadar duyamaz tabii... AMA İŞTE KUDRETİ NİSBETİNDE DUYAR YA!.. DUYMAZSA NE OLUR?..
Değil mi, efendim?... KOPAR... KENDİNDE KENDİNİ KAYBEDER... VE ÖMÜR DENEN
(Nasıl anlatayım???) GENİŞ BİR UMMANDA SAĞA, SOLA ÇARPA ÇARPA, DALGALARA TÂBİ
OLARAK SÜRÜKLENİR GİDER VE BİR GÜN DİBE ÇÖKER!..

KADER geçti galiba... KADER NE?... Birinin aklından geçti galiba KADER...

İ- Mukaddes Hanım düşünmüşler.
V- KADER'i söyliyeyim mi?.. KADER, YAŞAYAN İNSANLARIN MEZAR TAŞIDIR.
İ- Anlaşılmamış, efendim.
V- Biraz evvel KÜLLÎ-CÜZ'Î'den bahsettik azıcık, değil mi?...
BÂZI HÂDİSELER VAR Kİ, SİZ ONLARA HÂKİM OLABİLİRSİNİZ. Buna şöyle derlerdi bizim
zamanımızda: HANGİ HÂDİSEDEN NÂDİM OLUYORSANIZ, O HÂDİSEDEN SORUMLUSUNUZ SİZ.
ÇÜNKİ ONUN ŞEKLİNİ DEĞİŞTİREBİLİRDİNİZ. Bu size bağlı biraz... BİR DE SİZE BAĞLI
OLMAYAN BİR ZİNCİR VAR... Hiçbir zaman ona bağlı değilsiniz. Yola çıkıyorsunuz...
Başınıza bir taş düşüyor!.. ölüyorsunuz...
Medyum- Canım, senin aklına ne geldiğini biliyorum, beni uyutan!.. Ama işte ağzımdan
kaçtı artık.
V- Ondan sonra ölüyor... Buna hâkim değilsiniz. Bunu değiştiremezsiniz. İşte bu zincir,
KADER'i teşkil ediyor!.. Ama iyi, ama kötü... Bence KÖTÜ KADERİ OLMAK, TEKÂMÜL İÇİN
DAHA ELZEM GÖRÜNÜR. ÇÜNKİ İNSAN ISTIRÂBA KATLANDIKÇA, SABRI RUHUNA GIDA
YAPTIKÇA, DAHA YÜKSEKLERE, ÇOK YÜKSEKLERE GİDER, efendim.
İ- Kasım Bey, " 'Cennet ve Cehennem insanın içindedir,' dediler. Acaba bunu açıklarlar mı?" diyor.
V- Açıklıyayım. Çok kolay... İsim nedir, efendim?
İ- Kasım.
V- SİZ BENİ KISKANSANIZ, BANA BİRŞEY OLUR MU, EFENDİM?..
KB- Hayır.
V- SİZE???
İ- ÜZÜNTÜ OLUR.
V- Kâfi değil mi?.. İşte ÜZÜNTÜ... İŞTE O SİZİN İÇİNİDEKİ CEHENNEM!.. Daha ne arıyorsunuz?
Siz "CEHENNEM" deyince, alev filân kastetmeyin! BEN SİZE RUH KÂBUSUNDAN
BAHSEDİYORUM, "CEHENNEM" DEYİNCE...

Birine HASET duyuyorsunuz... Sizden fazla kazanıyor. Tahammülünüz yok artık böyle.
Kendi kendinizi yiyorsunuz... Kendi huzurunuzu kaçırıyorsunuz. etrâfınızın huzurunu
kaçırıyorsunuz. Hiçbir an mes'ut değilsiniz. BU, CEHENNEM HAYÂTI DEĞİL Mİ?..
Anlatabildim mi?.. İşte bunu izah etmek istedim.

Bir de HERKESİ SEVİYORSUNUZ... Herkesin iyiliğinden, fazla kazandığından, sizden daha iyi
oluşundan memnun oluyorsunuz. Bir de duyduğunuz SAADET var. Bu da duyduğunuz
CENNET'iniz sizin...

DÂİMA CEHENNEMİNİZİ YIKIN VE KENDİ CENNETİNİZİ YAPIN!.. İŞTE BU YOL DA İMÂN YOLUDUR!

Evet, efendim.

İ- Ali Bey "Bekaa Âlemi'nde bâzı Ruhlar'ın rahatsız olduğunu bildiriyorlar. O Dünyâ'da da
bir ıstırap köşesi var mıdır?" diyorlar.
V- İşte söylüyorsunuz ya!... YALNIZ, BEN BUNUN HEPSİNİ AÇIKLIYAMAM, EFENDİM.
Bunlara tamâmen müsaade yok... Yalnız şöyle bir misâl vereyim size. ALLAH göstermesin,
yâni, misâl olarak veriyorum: BİRİNİ ÖLDÜRDÜNÜZ... ve muayyen ömrünüz dolduktan
sonra SİZ DE ÖLDÜNÜZ. Öldürdüğünüzle aynı mekândasınız. ONU DÂİMA KARŞINIZDA
GÖRSENİZ, HİÇBİR ŞEY YAPMASA DA, YALNIZ MÜTEMÂDİYEN BAKSA... NE DUYARDINIZ?
İ- Üzüntü duyarız tabii.
V- Ama yalnız ÜZÜNTÜ kelimesi bunu ifâde eder mi?
İ- VİCDAN AZÂBI DUYARIZ.
V- İşte, var ya o... İŞTE O!.. O DEMİN ANLATTIĞIM ÜZÜNTÜLER O İŞTE!.. Anlatabildim mi,
efendim?
Ali Bey- Ruh Âlemi'ndeki...
V- İşte Ruh Âlemi'nden bahsediyorum. Öldükten sonra bahsediyorum, bundan...
Evet. Anlaştık mı, efendim?
İ- Evet.

Üstâdımız PEYGAMBERLER'e duyulan ihtiyâcı, onların fonksiyonunu anlattıktan sonra, KADER bahsine geçmiş. Küllî İrâde'den, Cüz'î İrâde'den söz etmiş... Daha sonra Cennet ve Cehennem'den, Âhıret Âlemi'ndeki uygulamadan bahsetmiş... O kadar çok söylenecek söz var ki!..

Daha önce naklettiğimiz 27 Kasım 1964 târihli Celse'de KADER'in ölçü olduğunu belirtmiş, bâzı âyetler vermiştik. KADER; ALLAH'ın herşeyi bir ÖLÇÜ dâhilinde, en uygun şekilde, belirli kurallara bağlı olarak yarattığını gösterir. TAKDİR, MUKADDERAT kelimeleri de aynı köktendir. "Alınyazısı" o anlama gelir. "Yazılan bozulmaz" ifâdesi de KADER'i kasteder, ama ÖLÇÜ, KURAL, KAİDE, DÜZEN hiç akla gelmez; sanki (hâşâ) ALLAH herşeyi keyfî olarak yapmış gibi!.. KÜLLÎ İRÂDE de bununla ilgilidir, hep "ALLAH dilerse" diye ifâde edilir. İRÂDE , "bir şeyi yapmak veya yapmamak için olan iktidar, güç, istek, dilek, karar, istem, emir, ferman, buyruk" demektir. ALLAH'ın her dilediğini yapma kudreti vardır. Canlı, cansız her yarattığına dilediğini yaptırır. Ama hiçbir dileği keyfî değildir; bir ölçüye, bir kaideye, bir sebebe müstenittir. Bu ölçü ve kurala tâbi emirleri apaçık, ama çoğumuzun göremediğimiz bir kitapta yazılıdır. Bu Kitap, "LEVH-İ MAHFUZ (Saklı- Korunmuş Levha) diye bilinir. Örneği de HAZRET-İ MÛSÂ'ya verilen ON EMİR'in yazılı olduğu levhalardır. Üstat bunu, KADER, YAŞAYAN İNSANLARIN MEZAR TAŞIDIR" diyerek belirtmiş. Yâni, kaçamazsınız, eninde sonunda ona çarparsınız. "SİZE BAĞLI OLMAYAN BİR ZİNCİR VAR" sözü KÜLLÎ İRÂDE'yi kastediyor... Bu hususları âyetlerle pek açık olarak beyan edilmiştir:

- "Hiç şüphesiz, Biz herşeyi kader ile yarattık."
(Kamer Sûresi, 51. Âyet)

- "(O) Gökten yere her işi O evirip düzene koyar."
(Secde Sûresi, 5. Âyet)

- "Allah'ın izni olmaksızın hiçbir nefis için ölmek yoktur. O, süresi belirtilmiş bir yazıdır."
(Âl-i İmrân Sûresi, 145. Âyet) YazıLevh-i Mahfuz'da... "Alınyazısı" diye bilinir.

- "Bir grup da, canları derdine düşmüştü. Allah'a karşı haksız yere câhiliye zannıyla
zanlara kapılarak, 'Bu işten bize ne var ki?' diyorlardı. De ki: 'Şüphesiz işin tümü Allah'ındır.'
Onlar, sana açıklamadıkları şeyi içlerinde gizli tutuyorlar,
'Bu işten bize bir şey olsaydı, biz burada öldürülmezdik' diyorlar.
De ki: 'Evlerinizde olsaydınız da üzerlerine öldürülmesi yazılmış olanlar,
yine devrilecekleri yerlere gidecekti. (Bunu) Allah, sinelerinizdekini denemek
ve kâlplerinizde olanı arındırmak için (yaptı).'
Allah, sinelerin özünde saklı duranı bilendir."

(Âl-i İmrân Sûresi, 154. Âyet)
Üstâd'ın "Yola çıkıyorsunuz... Başınıza bir taş düşüyor!.. ölüyorsunuz.
Buna hâkim değilsiniz. Bunu değiştiremezsiniz.
İşte bu zincir, KADER'i teşkil ediyor!"
dediği durum.

- "Sizi çamurdan yaratan, sonra bir ecel belirleyen O'dur.
Adı konulmuş ecel, O'nun Katı'ndadır."

(En'am Sûresi, 2. Âyet) Belirleyen Küllî İrâde... Adı konulmuş "yazılmış" demek.

- "Eğer onların yüz çevirmeleri sana ağır geldiyse,
onlara bir ayet getirmek için yerde bir tünel açmaya
veya göğe bir merdiven dayamaya gücün yetiyorsa (yap).
Eğer Allah dileseydi, onların tümünü hidâyet üzere toplardı.
Öyleyse sakın câhillerden olma."

(En'am Sûresi, 35. Âyet) ALLAH'ın dilemesi, Küllî İrâde...

- "Her ümmet için bir ecel vardır. Onların ecelleri gelince,
ne bir saat ertelenebilirler ne de öne alınabilirler."

(Âraf Sûresi, 34. Âyet) Gene Küllî İrâde...

- "Eğer Allah'ın geçmişte bir yazması olmasaydı,
aldıklarınıza karşılık size gerçekten büyük bir azap dokunurdu."

(Enfâl Sûresi, 68. Âyet) Yazma, "Ölçüye, kurala bağlı Küllî İrâde"...

- "De ki: Allah'ın bizim için yazdıkları dışında, bize kesinlikle hiçbir şey isabet etmez.
O bizim Mevlâ'mızdır. Ve mü'minler yalnızca Allah'a tevekkül etmelidirler."

(Tevbe Sûresi, 68. Âyet) Küllî İrâde, Kader, Alınyazısı... ALLAH'ın yazdığı Küllî İrâde...
Başkalarının Cüz'i İradesi hiçbir şeyi değiştiremez.

- "İnsanlar, tek bir ümmetten başka değildi; sonra anlaşmazlığa düştüler.
Eğer Rabbinden geçmiş (verilmiş) bir söz olmasaydı, anlaşmazlığa düştükleri
şey konusunda mutlaka aralarında hüküm verilmiş olurdu."

(Yunus Sûresi, 19. Âyet) Geçmiş Söz, Yazılmış Olan, Kader...

- "De ki: 'Allah'ın dilemesi dışında, kendim için zarardan
ve yarardan (hiçbir şeye) mâlik değilim.
Her ümmetin bir eceli vardır. Onların ecelleri gelince,
artık ne bir saat ertelenebilirler, ne öne alınabilirler."

(Yunus Sûresi, 49. Âyet) ALLAH'ın dilemesi Küllî İrâde... Ecel, "yazılı ömür"...

- "Yeryüzünde hiçbir canlı yoktur ki, rızkı Allah'a âit olmasın!
Onun karar (yerleşik) yerini de ve geçici bulunduğu yeri de bilir.
(Bunların) Tümü apaçık bir kitapta (yazılı)dır."

(Hud Sûresi, 6. Âyet) Levh-i Mahfuz...

- "Ben gerçekten, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a tevekkül ettim.
O'nun, alnından yakalayıp-denetlemediği hiçbir canlı yoktur.
Muhakkak benim Rabbim, dosdoğru bir yol üzerinedir."

(Hud Sûresi, 56. Âyet) Kader, Alınyazısı, Ölçü ile, Kural ile denetleme...

- "Onlar, Rabbinin dilemesi dışında gökler ve yer sürüp gittikçe,
orada süresiz kalacaklardır. Çünkü Rabbin, gerçekten dilediğini yapandır."

(Hud Sûresi, 107. Âyet) Küllî İrâde...

- "Mutlu olanlar da, artık onlar Cennet'tedirler.
Rabbinin dilemesi dışında gökler ve yer sürüp gittikçe,
orada süresiz kalacaklardır."

(Hud Sûresi, 107. Âyet) Küllî İrâde... O ne dilerse, o olur.

- "Andolsun, Mûsâ'ya Kitab'ı verdik, onda anlaşmazlığa düşüldü.
Eğer Rabbinden bir söz geçmiş (verilmiş) olmasaydı,
mutlaka aralarında hüküm verilmiş olacaktı."

(Hud Sûresi, 110. Âyet) Geçmiş Söz, "Yazılmış Olan, Kader...

- "Gerçekten Allah, kendi nefis (öz)lerinde olanı değiştirip bozuncaya kadar,
bir toplulukta olanı değiştirip-bozmaz. Allah bir topluluğa kötülük istedi mi,
artık onu geri çevirmeye hiçbir (biçimde imkan) yoktur."

(Ra'd Sûresi, 11. Âyet) ALLAH isterse yazdığını bozar.

- "Eğer kendisiyle dağların yürütüldüğü, yerin parçalandığı
veya ölülerin konuşturulduğu bir Kur'an olsaydı
(yine bu Kur'an olurdu). Hayır, emrin tümü Allah'ındır.
İmân edenler hâlâ anlamadılar mı ki, eğer Allah dilemiş olsaydı,
insanların tümünü hidâyete erdirmiş olurdu.
İnkâr edenler, Allah'ın vaadi gelinceye kadar, yaptıkları dolayısıyla
ya başlarına çetin bir belâ çatacak veya yurtlarının yakınına inecek.
Şüphesiz Allah, verdiği sözden dönmez."

(Ra'd Sûresi, 31. Âyet) Küllî İrâde...

- "Andolsun, senden önceki Elçiler'le de alay edildi,
bunun üzerine Ben de o inkâra sapanlara bir süre tanıdım,
sonra onları (kıskıvrak) yakalayıverdim."

(Ra'd Sûresi, 32. Âyet) Küllî İrâde...

- "Andolsun, senden önce de Elçiler gönderdik,
onlara eşler ve çocuklar verdik.
Allah'ın izni olmaksızın (hiç) bir Elçi'ye herhangi bir âyeti
(mûcizeyi) getirmek olacak iş değildi.
Her ecel (tespit edilmiş süre) için bir Kitap (yazı, hüküm, son) vardır."

(Ra'd Sûresi, 38. Âyet) Levh-i Mahfuz...

- "Eğer Allah, insanları zulümleri nedeniyle sorguya çekecek olsaydı,
onun üstünde (Yeryüzü'nde) canlılardan hiçbir şey bırakmazdı.
Ancak onları adı konulmuş bir süreye kadar ertelemektedir.
Onların ecelleri gelince ne bir saat ertelenebilirler, ne de öne alınabilirler."

(Nahl Sûresi, 61. Âyet) "Yazılan bozulmaz!"

- "Hiçbir ülke (veya şehir) olmasın ki, Kıyâmet Günü'nden önce
Biz onu (ya) bir yıkıma uğratacağız veya onu şiddetli bir azapla azaplandıracağız;
bu (muhakkak) o Kitap'ta yazılıdır."

(İsra Sûresi, 58. Âyet) Levh-i Mahfuz...

- "Eğer Rabbinden geçmiş bir söz ve adı konulmuş (belirlenmiş) bir süre (ecel) olmasaydı,
muhakkak (yıkım azâbı) kaçınılmaz olurdu."

(Taha Sûresi, 129. Âyet) Geçmiş Söz, Adı konulmuş Süre "Kader"dir.

- "Ümmetlerden hiçbiri, kendisine tespit edilmiş eceli ne öne alabilir, ne erteleyebilir."
(Mü'minûn Sûresi, 43. Âyet) "Yazılan bozulmaz!"

- "Görmedin mi ki, Allah bulutları sürmekte, sonra aralarını birleştirmekte,
sonra da onları üst üste yığmaktadır. Böylece, yağmurun bunların arasından
akıp-çıktığını görürsün. Gökten içinde dolu bulunan dağlar (gibi bulutlar) indiriverir,
onu dilediğine isabet ettirir de, dilediğinden onu çevirir.
Şimşeğinin parıltısı neredeyse gözleri kamaştırıp götürüverecektir."

(Nûr Sûresi, 43. Âyet) Küllî İrâde...

- "Gökte ve yerde gizli olan hiçbir şey yoktur ki, apaçık olan bir Kitap'ta olmasın!"
(Neml Sûresi, 75. Âyet) Levh-i Mahfuz...

- "Azap konusunda senden acele (davranmanı) istiyorlar. Eğer adı konulmuş bir ecel
(tâyin edilmiş bir vakit) olmasaydı, herhalde onlara azap gelmiş olurdu."

(Ankebut Sûresi, 53. Âyet) Adı konulmuş Ecel, "Kader"dir...

- "Kıyâmet Saati'nin bilgisi, şüphesiz Allah'ın Katı'ndadır. Yağmuru yağdırır;
rahimlerde olanı bilir. Hiç kimse, yarın ne kazanacağını bilmez.
Hiç kimse de, hangi yerde öleceğini bilmez.
Hiç şüphesiz Allah bilendir, haberdârdır."

(Lokman Sûresi, 34. Âyet) Küllî İrâde...

- "Eğer Allah, kazandıkları (eylemleri) dolayısıyla insanları (azap ile)
yakalayıverecek olsaydı, (yerin) sırtı üzerinde hiçbir canlıyı bırakmazdı!
Ancak onları, adı konulmuş bir süreye kadar ertelemektedir."

(Fâtır Sûresi, 45. Âyet) Adı Konmuş Süre "kader"dir.

- "Andolsun, Mûsâ'ya Kitab'ı verdik, fakat onda anlaşmazlığa düşüldü.
Eğer Rabbinden (daha önce) bir söz geçmiş (verilmiş) olmasaydı,
mutlaka aralarında hüküm verilmiş (iş bitirilmiş)ti."

(Fussilet Sûresi, 45. Âyet)

- "Onlar, kendilerine ilim geldikten sonra, yalnızca aralarındaki
'tecavüz ve haksızlık' dolayısıyla
ayrılığa düştüler.
Eğer Rabbinden, adı konulmuş bir ecele kadar geçmiş (verilmiş) bir söz olmasaydı,
muhakkak aralarında hüküm verilmiş (iş bitirilmiş)ti."

(Şûra Sûresi, 14. Âyet) Adı Konmuş Ecel, Geçmiş Söz "Kader"dir.

- "Allah'ın kendisine farz kıldığı bir şeyde Peygamber üzerine hiçbir güçlük yoktur.
(Bu,) Daha önce gelip geçen (ümmet)lerde Allah'ın bir sünnetidir.
Allah'ın emri, takdir edilmiş bir kaderdir."

(Ahzap Sûresi, 38. Âyet) ALLAH'ın Sünneti, koyduğu kurallardır.

- "Göklerde ve yerde zerre ağırlığınca hiçbir şey O'ndan uzak (saklı) kalmaz.
Bundan daha küçük olanı da, daha büyük olanı da, istisnasız,
mutlaka apaçık bir Kitap'ta (yazılı)dır."

(Sebe Sûresi, 3. Âyet) Levh-i Mahfuz...

- "Andolsun Biz sizin benzerlerinizi yıkıma uğrattık. Fakat öğüt alıp-düşünen var mı?
Onların işlemiş oldukları herşey Kitaplar'da (yazılı)dır.
Küçük, büyük herşey satır satır (yazılı)dır."

(Kamer Sûresi, 51-53. Âyetler) Levh-i Mahfuz... ve Semâvî Kitaplar

- "Yeryüzü'nde olan ve sizin nefislerinizde meydana gelen herhangi bir musibet yoktur ki,
Biz onu yaratmadan önce, bir Kitap'ta (yazılı) olmasın!
Şüphesiz bu, Allah'a göre pek kolaydır."

(Hadid Sûresi, 32. Âyet) Levh-i Mahfuz...

- "De ki: Bilmiyorum, size vadedilen (Kıyâmet ve azap) yakın mı,
yoksa Rabbim onun için uzun bir süre mi koymuştur?"

(Cin Sûresi, 25. Âyet) Ne yazdı, bilinmez.

- "(Allah,) onların nezdinde olanları sarıp-kuşatmış ve herşeyi sayı olarak da
sayıp-tespit etmiştir."

(Cin Sûresi, 28. Âyet) Yaptıklarının hepsini yazmış, her insanın defterine...

- "Eğer Allah, onlara sürgünü yazmamış olsaydı,
muhakkak onları (yine) Dünyâ'da azaplandırırdı."

(Haşr Sûresi, 3. Âyet) Levh-i Mahfuz, Kader

- "Allah'ın izni olmaksızın hiçbir musibet (hiç kimseye) isâbet etmez."
(Tegabun Sûresi, 11. Âyet) Küllî İrâde...

- "Elbette Allah, Kendi emrini yerine getirip-gerçekleştirendir.
Allah, herşey için bir Ölçü kılmıştır."

(Talâk Sûresi, 3. Âyet) Küllî İrâde, Kader...

- "Rabbin ise, dilediğini (dilediği gibi) yaratır ve seçer.
Onların (o kulların, bu yaratılışta) seçme hakkı yoktur."

(Kasas Sûresi, 68. Âyet) Yaradılışta Kader, Alınyazısı...

- "Allah, dilediğini ortadan kaldırır ve bırakır. Kitâb'ın anası O'nun Katı'ndadır."
(Ra'd Sûresi, 39. Âyet) "Yazılan bozulmaz" ALLAH için değildir,
O kaldırır veya yerinde bırakır.

- "De ki: Sizin için belirlenmiş bir gün vardır ki, ondan ne bir an ertelenebilirsiniz,
ne de (bir an) öne alınabilirsiniz."

(Sebe Sûresi, 30. Âyet) Yazılanı siz bozamazsınız, isterse O bozar!..

- "Ömür sürene, ömür verilmesi ve onun ömründen kısaltılması da
mutlaka bir Kitap'ta (yazılı)dır. Gerçekten bu, Allah'a göre kolaydır."

(Fâtır Sûresi, 11. Âyet) İster, uzatır, ister kısaltır. Küllî İrâde...

- "Ki günahlarınızı bağışlasın ve sizi adı konulmuş bir ecele kadar ertelesin.
Elbette Allah'ın eceli geldiği zaman, o ertelenmez. Bir bilmiş olsaydınız."

(Nuh Sûresi, 4. Âyet)Adı konmuş Ecel "Kader"dir. Ancak O erteleyebilir.

Şimdi bir de CÜZ'İ iRÂDE var, İslam inancına göre "insanlara verilmiş olan ve kaza ve kader sınırları çerçevesinde hareket imkânı tanıyan özgür irade"dir. Cüz'i kelimesi Arapça ve Osmanlı Türkçesi'nde "kısmî, küçük parça" anlamına gelir. Üstâdımız bunu "HANGİ HÂDİSEDEN NÂDİM OLUYORSANIZ, O HÂDİSEDEN SORUMLUSUNUZ SİZ. ÇÜNKİ ONUN ŞEKLİNİ DEĞİŞTİREBİLİRDİNİZ. Bu size bağlı" diyerek çok güzel bir şekilde açıklamış. Cüz'i İrâde, şahsın hür ve serbest irâdesi, istediğini gücü nisbetinde yapabilmesi" demektir... Âyet "Hiç kimse de, hangi yerde öleceğini bilmez" (Lokman Sûresi, 34. Âyet) ve "Sizin için belirlenmiş bir gün vardır ki, ondan ne bir an ertelenebilirsiniz, ne de (bir an) öne alınabilirsiniz" (Sebe Sûresi, 30. Âyet) diyor...

Şimdi biri çıksa dese ki, "Ben kendimi yarın saat 3:45'de Boğaz Köprüsü'nden atarak intihar edeceğim. İşte yeri de, zamanı da belirledim" dese, acaba âyeti yalanlamış olur mu?.. Olmaz!.. Çünkü Boğaz Köprüsü'nden atlayıp ta ölmeyenler var. Kim belirledi onların ömrünü?.. Benim bir arkadaşımın dostu vardı. Kadıncağız kendini 6. kattan attı. Öldü mü?.. Hayır!.. Üstelik yüzüstü veya sırtüstü düşmedi, dimdik ayaklarının üzerine düştü, bacak kemikleri karnına, bağırsaklarına, ciğerlerine saplandı, vücudu kırıklar içinde günlerce ıstırap çekti, kıvrandı, nihâyet kendine takdir olunan gün ve saatte vefat etti. ALLAH taksirâtını affetsin!..

Şimdi artık Celse'ye devam edebiliriz:

Hazret-i İshak- Sorunuz, efendim... Hayır, Medyum'u tanıyan biri sormak istiyor da... Sorun.
İ- Handan Hanım, "Bu ıstırâbı çeken öldüren kişi, ölen kişi günahsız olduğu hâlde devamlı
bu kişinin karşısında nasıl olabiliyor?" diyor.
V- "Günah. günahsız" demedim ben de... Bir misâl getirdim, öyle. Yâni, siz birini öldürmüşsünüz...
O ölmüş... Siz de onlan buluştuğunuz zaman, o size bakıyor nâmütenâhiden mütemâdiyen!..
Ve siz o bakışın bütün şeyini, tazyikini (Nasıl anlatayım???) ne ifâde ediyorsa, onu,
kendiniz hissediyorsunuz. "Ne duyarsınız," diyorum, "o anda?"... İşte o duyduğunuzu!.
İ- Yâni şekil olarak değil de, sâdece mânen.
V- İşte Öbür Âlem'den bahsettim. Öyle sordular da... Öbür Âlem'den...

Gelelim şeye... Dünyâ'ya misâl getireyim mi?.. Nasıl anlatayım???
Bakın, bir misâl vereceğim, kimse alınmasın üzerine... "Bir bey" diyelim de... Daha iyi.. Alınmazlar...
Ama olmadı ki
(bey ile) !.. Evet, oldu...

Bir bey, evli bir hanımı baştan çıkarsa, onu ayırsa,
kendi nikâhlasa, ve hanımın çocukları öbür tarafta kalsa, kocası perişân olsa!..
Bunun perişânlığını hep görse, yakın olsalar birbirlerine... Öbür adam buna baksa, böyle...
Hep rastlasalar... Hangisi daha çok ıstırap içindedir?..
(Yuva) Yıkan mı, (yuvası) yıkılan mı?

İdâreci- Yıkan.
V- İşte Cehennem oldu tabii...
Handan Hanım- Acaba mı?.. Bunu yapacak duruma düşmüş olan bâzı kimseler belki de
bunu o kadar kuvvetle hissetmez.
V- Tabii ben İNSAN'dan bahsediyorum... Bunu duymıyan da olabilir, tabii...
Niye duymazlar, söyliyebilir misiniz?
İ- Acaba duymazlar mı?
V- Duymasınlar ama... Niye duymazlar?..
Bir tek sebebi var, herkesin bildiği burada... İşte biliyorsunuz,
İNSANIN HAYVANLAŞTIĞI HÂLLER VARDIR. İSTEDİĞİ KADAR ULVÎ OLSUN, BÂZEN HAYVANLAŞIR,
işte... BU HAYVANLAŞMA HÂLİ, UZUN SÜREN İNSANLAR BUNU DUYMAZLAR, efendim...
Anlatabildim mi acaba?.. Biraz kapalı geçtim ama, mecbûrum buna...
İ- Acaba hakikaten duymuyor mu? Yoksa göstermiyor mu?
V- Duymaz olur mu?.. Duyuyor da... Duyuyor da... Meselâ... Bir misâl vereyim size:

Kadın evlense, yâni kadın sevse adamı da, kocasını bıraksa... Çocuklar gene kocasında kalsa,
bir müddet sonra çocuğunla kadın karşılaşsa... Tabii çocuğun yetişme şekline göre anasına karşı
(eğer hâdiseyi biliyorsa) tabii kinlenecek. Şu olacak, bu olacak... O anda karşılaşsalar...
(Bakın, "kötülük" demiyeceğim) Çocuğu, annesi olduğu için, annesine büyük bir iyilik yapsa...
Kadın oğlunun yaptığı bu iyilikten haz mı duyar, derin bir ıstırap mı duyar?.. Hangisini duyar, efendim?

Handan Hanım- Değişir.
V- Tabii ben muayyen İNSAN'dan bahsediyorum, tabii... Hiçbir zaman haz duymaz!..
Bir ıstırâba yuvarlanış var bunun içinde, değil mi efendim?.. İşte yine kendi Cehennem'ini yaratır!..

ONUN İÇİN HAYATTA EN BÜYÜK HAKİKAT, SAKIN NÂDİM OLACAĞINIZ HAREKETLER YAPMAYIN,
efendim. PİŞMANLIK DUYDUĞUNUZ BÜTÜN HAREKETLER SİZİ DÂİMA FELÂKETE SÜRÜKLER...
KENDİ HUZURUNUZU KURARKEN, BAŞKALARININ DA HUZURUNU YAPIN!.. YARATIN!..
ÖYLE MES'UT OLUNUR ANCAK... TEK BAŞINA İNSAN MES'UT OLAMAZ ZÂTEN!..

Burada aklıma hemen teröristlerin sık sık attığı "KURTULUŞ YOK TEK BAŞINA!.. YA HEP BERÂBER, YA HİÇBİRİMİZ!" sloganı geldi!.. Arada bir doğru söyledikleri oluyor tabii...

Spiritualizm'de buna MÂŞERÎ TEKÂMÜL denir... Yâni toplumsal tekâmül... Ferdiyetçiliğin kötü olduğunu bildiren başka bir halk deyimimiz vardır, "Kendine Müslüman"... Kendine Müslüman olunmaz; halka, başkasına yararlı Müslüman olmak gerekir. Bir halk şâiri bunu şöyle anlatır:

HAKK'A MAKBÛL OLMAK İSTER,
HALKA MAKBÛL OLMADAN!..

Şiirin aslında "menfûr" kelimesi var ama, biz ikinciyi de "makbûl" yaptık. Mevzumuza daha uygun...

Üstâd'ın anlattıkları Şeyh Bedreddin Hazretleri'nin "Her iyi duruma CENNET denir, her kötü duruma da CEHENNEM" 6. târifine tıpatıp uyuyor.

Şimdi yukarı çıkarsak, Handan Hanım'ın "günahsız birisi Âhıret'te niye kaatiline bakıp dursun?" sorusunun cevâbı, aslında o bakmıyor, o kendi makamında... Kaatil onun kendisine baktığı imajını görüp duruyor... Hani, kırdığınız birisi için, "Hiç aklımdan çıkmıyor. Hiç gözümün önünden gitmiyor" dersiniz ya, öyle!..

Burada ehemmiyetli olan bir diğer husus Üstâd'ın "İNSANIN HAYVANLAŞTIĞI HÂLLER VARDIR. İSTEDİĞİ KADAR ULVÎ OLSUN, BÂZEN HAYVANLAŞIR, işte... BU HAYVANLAŞMA HÂLİ, UZUN SÜREN İNSANLAR BUNU DUYMAZLAR" ifâdesiyle kastettiğidir. Demek ki istisinâsız herkes, ne kadar ulvî olursa olsun, an gelir, hayvanlaşırmış... Bâzıları da uzun süre hayvan gibi kalırmış... İşte kadınları öldürenler, çocuklara tecâvüz edenler, emekli ihtiyârı dövüp parasını çalanlar bu hayvanlık süresini uzun, belki de hiç kesilmeden yaşayanlardır... ALLAH, bizi böyle hayvanlaşmaktan uzak tutsun!..

Hazret-i İshak- Evet, efendim. Medyum'un sol ilerisindeki hanımefendi...
Sorun!.. Bir Hanımefendi var, birşey soracak ama...
İdâreci- Gönül Hanım diyor ki, "Cennet-Cehennem mevzuunu kitaplarda daha başka okuyoruz."
V- Şimdi ben o Kitab'a girmedim...
İ- "Söyledikleriniz mantıkan çok daha doğru... Acaba hangisi doğru?" diyor.
V- Dinden bahsetmedim, hanımefendi ben... Ben Ruh'un mes'ut olması, Ruh'u ele alarak konuşuyorum.
ONLARA DA İNANIN, TABİİ... Yalnız, İÇİNİZDEKİ CEHENNEM'DEN, İÇİNİZDEKİ CENNET'TEN BAHSETTİM.
Gönül Hanım, "İçimdeki Cennet'ten bahsediyor, kabul... Din kitaplarında da bir takım şekiller gösteriliyor.
Cennet ve Cehennem hakkında neden bu fark mevcuttur?" diyor.
V- FARK YOK!.. İÇİNİZDEKİ CENNET'ten bahsediyorum... O, ÂLEM-İ BERZAH'TAKİ CENNET- CEHENNEM...
Onla alâkası yok. BEN SİZİN HAYATTA İKEN CENNET-CEHENNEM'İNİZDEN BAHSEDİYORUM. YAŞARKEN...
Bizim gibi olduğunuz hâlinizden değil. Zâten Cennet-Cehennem tâ, kimbilir ne zaman?.. Bilinmez ki o!..
ALLAH'ın takdir buyuracağı bir zamanda, tabii... O var, onu gene bileceksiniz. Ben sizin içinizdeki
Cennet-Cehennem'den bahsediyorum. Yoksa hayatta yaptıklarınızın hesâbını verdikten sonra
gideceğiniz yerden değil!.. O size dinlerin öğrettiği... Siz gene onu bilin... Ama ben sizi daha çok huzura,
saadete, mes'ut olmaya götüren yolları göstermek istiyorum... Anlatabildim mi?
İ- İç duyuları nazar-ı itibâra almadan ALLAH hakkında objektif kıymetlere dayanan, yalnız zekâ yoluyla
beklenen ve arzu edilen neticeye varmak mümkün müdür?
V- Neticeye varılır ama, tatmin değişir. Öbürsü daha çok tatmin olur. Yâni, duyarak gidilen neticeye...
Çünki onda hem akıl var, hem bütün duyguların coşması var. Halbuki öbürsünde yalnız akıl var.
ÇÜNKİ YALNIZ AKILLA ALLAH'A VARIRSA, BÂZI İNKÂRLAR ÇIKABİLİR BUNUN ARKASINDAN...
MESELÂ, PEYGAMBERİ İNKÂR EDEBİLİR... Öbürsünde edemez. Zâten AKIL YOLU İLE
ALLAH'A VARMAK ÇOK KOLAY!.. BAKMAK KÂFİ!..
İ- HÂLİK'i anarken nasıl bir tahayyül içinde bulunmalıyız?
V- Söyliyeyim... DUYGULARINIZ, DÜNYÂ'YA ÂİT BÜTÜN İNTİBALARDAN TECRİT EDEREK SÂDECE
"ALLAH" DEMEK KÂFİ!.. Bu çok kısa, belki zamanla ölçülemiyecek bir zamanda kendinizi
tecrit edebiliyor musunuz?..Kâfi!.. Gider o zaman hedefe!..

AMA SIKIŞINCA OLMAZ!.. ÇÜNKİ SIKIŞINCA MENFAAT GİRİYOR İŞİN İÇİNE!
O ZAMAN SARSINTILI BİR İMÂNIN İFÂDESİ O!.. Onun için, biliyorsunuz, dinde birşey vardır.
Ama... Hadi gene bahsedeyim ondan... Siz kendinize sâhipken, yâni aklınız idrâkiniz yerinde iken,
"ALLAH" dediniz mi, gider
hedefe. Yoksa bunlardan sıyrıldıktan sonra "ALLAH" deseniz de
ne olur yâni?..

Biliyorsunuz, insan Ölüm Kapısı'ndan içeri girdi mi, ona HÂLET-İ NEZİR derler. Değil mi, efendim?..
O zaman artık hiçbir şey yok! İster tövbe edin, ister "ALLAH" çekin, herşey bitmiştir!..
O âna kadar iş!..

İ- Bir insanda HAK AŞKI'nın en büyük nissî belirtisi nedir?
V- BATMAK!.. Batmak!.. Açalım mı bunu da?.. HERŞEYDE O'NU GÖRMEK!.. Tamam mı?..
Herşeyde ama!.. Herşeyi O'na bağlamak!.. Evet... Anlaştık mı?..
İ- Evet...

Biraz duralım... KUR'AN-I KERİM'de Cennet-Cehennem âyetleri, o âyetlerde tasvirler, hattâ sanki şimdiden bir takım insanlar varmış gibi konuşmalar var. Peygamberimizin bunlara getirdiği açıklamalar var, "HADİS" diyoruz. Bir de muhterem zatların Cennet-Cehennem üzerine sözleri var ki, bu üç kademeden geçerek bize ulaşan bilgileri, Şeyh Bedreddin Hazretleri'nin târiflerinde vermeye çalıştık.

Çoğu din adamı, KUR'AN-I KERİM'deki ifâdeleri lâfzen, yâni doğrudan kelime mânâsıyla aldığı için, işi, içinden çıkılmaz hâle getirmişlerdir. "İmânla göçen bir Müslüman'a Cennet'te 70 bâkire hûri verileceği, onlarla yattıktan sonra, (sanki Âhret'te yırtılan bekâret zarına dikiş atan doktorlar varmış gibi,) ertesi gün tekrar bâkire olacağı"nı dahi yazanlar çıkmıştır. Halbuki HÛRİ'nin cinsiyeti yoktur, erkek de olabilir, dişi de... Âhıret'te öyle bir ayırım varsa tabii.

Biz deriz ki, Üstat da öyle diyor, KUR'AN'a elbet inanın. Ama o tasvirlerin ardında daha derin mânâlar olabileceğini de akıldan çıkarmayın! Ulu kişiler öyle yapmış. Şeyh Bedreddin 7 ayrı târifi öyle bulmuş!

HÂLET-İ NEZİR akla takılabilir. NEZİR, BEŞİR'in, yâni "müjdeleme"nin zıddıdır, "korkutmak" demektir. HÂLET, "dikkate değer hâl, durum" demektir. Şu halde hâlet-i nezir, ölenlerin Âhıret'e intikâl ettiklerinde daha önce korkutuldukları, ikaz edildikleri durumla karşılaşması demektir.

Üstat, "BEN SİZİN HAYATTA İKEN CENNET-CEHENNEM'İNİZDEN BAHSEDİYORUM. YAŞARKEN" demiş ama, aslında yukarda Âhıret'teki Cehennem Azâbı'nı örnek de vermiş. E, biz de hemen her Celse naklinde Geri Varlıklar'ın durumunu yansıtmıyor muyuz?.. Dedikoducu, İftiracı, Zimmetçi, Kaatil, Tecâvuzcü, Eşkiyâ misâlleri vermedik mi?.. Onların neler çektiklerini anlatmadık mı?.. Peygamberimiz Muhammed (s.a.v.) boşuna "Her ölenin kıyâmeti kopar" dememiş!..

İdâreci- Bizim nisbî realitimizin Mutlak Realite karşısındaki durumumuz...
Hazret-i İshak- Yalnız anlamadım. kelimeleri anlamadım.
İ- Hakikat. Nisbî Hakikat...
V- Evet... Ne?.. Meselâ, NE O NİSBÎ HAKİKAT?.. İDRÂKİNİZİN IŞIĞI KADAR...
Ne kadar sen aydınlanabiliyorsan, o kadar bağlısın oraya... Anlatabildim mi?
İ- Biraz daha açıklar mısınız?
V- Şimdi, TAMÂMEN İDRAK ETMENİZE İMKÂN YOK, BİR KERE... SİZ KENDİ KUDRETİNİZ
NİSBETİNDE İDRAK EDEBİLİRSİNİZ. Ama bunu KÜLLÎ İDRAK eden yok mu?.. Durumuna
göre var, tabii... Ama sizin idrak ettiğiniz nisbette duyabiliyorsanız onu, tamamsınız.
O zaman zâten taşacaksınız. Taşınca daha fazla idrak edeceksiniz. Böyle böyle olacak.
İ- Nihâyet MUTLAK'a doğru yaklaşabilecek miyiz?
V- Biliyorsunuz ki, MESÂFE diye birşey yok burada ki!...
İ- Yaklaşma olacak mı?
v- KAYNAŞMA VAR TABİİ.
İ- Kaynaşma olabilecek mi?
V- Zâten her duyan insanda birşeyler var... "Kaynaşma" dediğiniz ne sizin?
İ- MUTLAK'la bizim aramızdaki olan mesâfe, yüksele yüksele nihâyet MUTLAK'a yaklaşma
veya kaynaşma olabilecek mi?
V- Şimdi ben size, buna bir misâlle cevap vereyim.

Siz muayyen sıcak bir suya elinizi sokabilirsiniz... Fakat bir derece gelir ki,
yaklaşamazsınız bile suyun yanına!.. NASIL DAYANACAKSINIZ?

Canım, bunun misâlini okumadınız mı?.. DAĞ MESELESİNİ, HAZRET-İ MÛSÂ'DA!..
Nasıl yaklaşacaksın, yâni?.. Senin bir haddin var, o kadar. Sen haddini doldur, kâfi!:.
Sana Cennet'te baş köşeyi verirler. Ama yalnız doldur!
İ- Evet, efendim.

Daha önce anlattık, Bedri Ruhselman merhumdan... REALİTE-VERİTE, HAKİKAT- MUTLAK HAKİKAT MESELESİ... Beşer olarak kaldığımız sürece MUTLAK HAKİKAT'e ulaşmak mümkün değil, Üstâd'ın "sıcak su" misâli son derece güzel. Yalnız bu ALLAH'ın bizden ırak olduğu anlamına gelmez. "Andolsun insanı biz yarattık ve nefsinin kendisine fısıldadıklarını biliriz. Ve Biz ona şahdamarından daha yakınız." (Kaf Sûresi, 16. Âyet)

Dağ meselesine gelince,

- "Belirlediğimiz vakitte Mûsa gelip de Rabbi ona hitap buyurunca,
o, 'Rabbim, bana kendini göster de, Sana bakayım' dedi.
Allah 'Sen, Beni göremezsin,' buyurdu. 'Ama şu dağa bak;
eğer o yerinde durursa o zaman görürsün.'
Rabbi dağa tecellî edince onu paramparça etti, Mûsa da bayılıp kaldı.
Ayıldığında, 'Sen her türlü kusurdan yücesin,' dedi.
'Ben sana tevbe ettim. İman edenlerin de ilki benim."

(Âraf Sûresi, 143. Âyet)

Hazret-i Mûsa, ALLAH'a yaklaşmak değil, görmek değil; uzaktaki dağa tecellisinde düşüp bayılırsa, biz ne oluruz, kimbilir!.. Haddimizi bilelim, onu dolduralım, yeter!.. Varabileceğimiz üst nokta Üstâd'ın dediği gibi "HERŞEYDE O'NU GÖRMEK"tir. Yâni, bizim için O'nu görmek, "O'nun Kâinat'a yansıyan tecellisini görmek" demektir.

Hazret-i İshak- Evet, efendim. GELELİM MEVZUYA...
Evet, efendim... Sor...
(zihinlere) doğan sualler var.
İdâreci- Müsaadenizle birşey sormak istiyorum.
V- Evet, buyurun... Evet...
İ- Beytî Varlık'la görüşmek kaabil mi?.. İstanbul'da yapılan bir Celse'de BEYTÎ nâmıyla bir Varlık...
V- ... Yâni, başka bir şahısla mı Temâsa geçireyim sizi istiyorsunuz?
İ- Evet... Mümkün mü?.. Çünkü şöyle demiş: "Ben diğer yerlerdeki Celseler'de de
Tebliğler vereceğim." Bu bakımdan rica ediyoruz.
V- Yâni, bu Seans'ta ben aranızda konuşturayım mı istiyorsunuz?
İ- Mümkün mü?
V- Mümkün olmayan ne var zâten?
İ- Lûtfedin.
V- Yalnız Medyum'u azıcık derinleştirin...

Burada bir açıklama yapmamız gerek... Bu Celse'de İstanbul'daki Refet Kayserilioğlu ve Ruh Dünyâsı ekibinden Hâzım Akalın Bey vardı. Kendisi Beytî'nin bu ifâdesinin başka Spiritualist Topluluklar'da gerçekleşip gerçekleşmiyeceğini merak ediyordu. Sorular ile hazırlıklı gelmişti. Celse İdârecisi de onun talebini kıramadı ve Üstâd'a iletti.

Medyum- .... "Girmedim ki!" diyor.
Beytî- .... Ne konuşmuşum?... Nerede?
İ- İstanbul'da, bir Celse'de.
Beytî- Ne hakkında?
İ- Uçan Dâireler hakkında ve bir de...
V- Yalnız, ben gene Hazret-i İshak... Alıp veriyorum size... Çünki inemem oraya
kadar da, ondan... Evet, sorun... yalnız ağır vereceğiz, tabii. Alıp vereceğiz çünkü...
İ- Hâzım Bey soruyor.
Hâzım Akalın- Bu Beytî Varlık İstanbul'daki arkadaşların tertip ettikleri Celseler'e
gelen ve oradaki arkadaşlara bilgiler veren Varlık'tır.
V- Evet, efendim.
HA- Bu Varlık İstanbul'da verdiği Tebliğ'de "İstanbul'un dışındaki Celseler'e de
iştirak edeceğini, oradaki Celseler'de de aynı Tebliğler'i vereceğini" söylemiştir.
V- Evet, efendim.
HA- Bize, soru sormadan önce, spontan olarak bu Celse'de söylemek istediği
şeyleri dinlemek istiyoruz.
V- Şimdi ben biraz başlıyayım size...
V-
(Hazret-i İshak'ın nakli ile Beytî) - KÂİNAT, YALNIZ SİZİN BASTIĞINIZ TOPRAK DEĞİL...
DAHA BİRÇOK ADIMLARIN BASTIĞI TOPRAKLAR VAR... ŞEKİLLER, YAŞAYIŞ ŞEKİLLERİ,
OLUŞ ŞEKİLLERİ BAMBAŞKA OLAN BİR ÇOK VARLIKLAR, BİRÇOK YERLERDE YAŞIYORLAR...
Ben bunların, yâni, bizim gibi olanların değil... CANLILARIN BİR MÜDDET SONRA BİRBİRİNE,
KUDRET-İ İLÂHÎ'NİN MÜSAADESİ NİSBETİNDE ("tanıyacaklarını" diyeyim,) mümkün kılacaklar...
Yâni TANIYACAKLAR... Fakat bunun sonu nereye varır, onu burada izah edemem ben...
Anlatabildim mi?

ŞUNA İNANIN Kİ, CANLI, SİZİN TÂRİFİNİZDEKİ CANLI DEĞİLDİR. TÂRİFİNİZE SIĞMAZ SİZİN
"CANLI" DEDİĞİNİZ ŞEY... Sizin için bu târif doğrudur ama, BU TÂRİFİN DIŞINDA DA
CANLI OLABİLİR. VE BAŞKA TOPRAKLARDA BÖYLE YAŞAYAN CANLILAR, BAŞKA
(ne bileyim???) TOPRAK OLMAYAN, BULUT GİBİ YERLERDE DE YAŞAYAN CANLILAR MEVCUT...
VE BUNLAR ÖLÜ DEĞİL
(sizin târifinize göre)... BUNLAR DA MUAYYEN DEVİRLERİNİ
DOLDURDUKTAN SONRA, GENE BU ÂLEME GELECEKLER, efendim...

Evet, buyurun.
HA- Spontan olarak bize söyliyecekleriniz bunlar mı?
V-
(Hazret-i İshak'ın nakli ile Beytî) - Âni olarak bu kadar tabii. Bir başka Celse'de
yalnız benlen yapın, aynı Medyum'lan. Aynı Medyum'u uyutun.
V- Ben gene Hazreti-i İshak... Konuşuyorum ama, onun ağzından konuşuyorum.
Beni çağırmayın yalnız... Hazret-i İshak'ı değil de, o niyetle başlatın ve Medyum
size ondan verecektir. Yalnız siz suallerinizi sorun. Biz cevâbı hazır vaziyetteyiz burada.
HA- Yine İstanbul'dayken verdiği bir Celse'de Uçan Dâireler'in varlığından bahsetmişti.
Uçan Dâireler gerçek mi?.. Gerçekse, bu Uçan Dâireler uç buutlu başka dünyâlardan mı,
yoksa üç buutun dışındaki başka âlemlerden mi gelmektedir?
V-
(Hazret-i İshak'ın nakli ile Beytî) BU İKİSİNE DE ŞÂMİLDİR...
YALNIZ HAKİKAT OLUŞUNA GELİNCE, SİZİN GÖRDÜĞÜNÜZ NİSBETTE HAKİKATTİR.
FAKAT ESAS HAKİKATİ, SİZİN GÖREMEDİĞİNİZ TARAFINDA OLANIDIR ONLARIN...
Yâni, sizin kudret hududunuz için, idrak hududunuz için hakikat neyse, ÖYLE GÖRÜNMEK
ONLAR İÇİN ZARÛRÎ... ÖYLE GÖRÜNÜYORLAR VE SİZE HAKİKAT OLUYORLAR
O ZAMAN... Çünkü daha başka türlü bir görünüş olsa, sizin hakikat anlayışınızın dışına
çıktığı için, onları bir takım tefsirlere sokacaksınız.... Anlatabildim mi?
HA- Ancak bizim için burada büyük bir fark vardır. Bir üç buutlu âlemden gelmesi başka,
4. Buut'tan gelmesi başka değer ifâde eder.
V-
(Hazret-i İshak'ın nakli ile Beytî) Şimdi bunlar devir devir... HEPSİNDEN GELEBİLİR...
Anlıyorum ne demek istediğinizi sizin... Yalnız SİZE GÖRÜNÜR GİBİ VAR YA, ŞİMDİ...
Yâni size bu mefhum geldiğine göre... Siz bunu birşeye istinâden bana soruyorsunuz...
BUNLAR HAKİKATTİR AMMA, TAM SİZE GÖRÜNÜR ZAMANINDA DEĞİLDİR DAHA...
Daha beklemek lâzım.
HA- Tekâmülümüzle mi alâkalı?
V-
(Hazret-i İshak'ın nakli ile Beytî) İşte YALNIZ FERTLERİN DEĞİL DE, TOPRAĞIN DA
TEKÂMÜLÜNE BAĞLI BU... O DA SON'A YAKLAŞACAK TABİİ...
HA- ??? Gene Celseler'in birinde şöyle demişti: "Nizamları bozmaya çalışıyorsunuz!"
V-
(Hazret-i İshak'ın nakli ile Beytî) Evet.
HA- "Bir gün en büyük düzeni de bozacaksınız."
V-
(Hazret-i İshak'ın nakli ile Beytî) Evet.
HA- "Buna müsaade yok!"
V-!
(Hazret-i İshak'ın nakli ile Beytî) Tamam!..
HA- "Başkaları sizden endişeleniyor. Dâima bilin, sizi sizden daha çok bilenler mahvedecek!"
V-
(Hazret-i İshak'ın nakli ile Beytî) İşte!..
HA- Bu " bizden daha çok bilenler" acaba Uçan Dâireler'le Dünyâmıza görünenler olabilir mi?
V-
(Hazret-i İshak'ın nakli ile Beytî) SİZDEN ÜSTÜN VARLIKLAR... İster öyle görünür,
ister böyle görünür... Yâni, sizin kudretinizin çok daha üstünde kudret taşıyan Varlıklar
bunlar... Şimdi biliyorsunuz ki, HER OLUŞ BİR GÂYEYE DOĞRU İSTİKAMET ALMIŞTIR.
Değil mi, efendim?.. İnkâr götürür mü bu?..
İdâreci- Hayır.
V-
(Hazret-i İshak'ın nakli ile Beytî) KÂİNAT'TA BİRÇOK PARLAK YERLER
GÖRÜYOR MUSUNUZ?... BUNLAR SERESERPE Mİ SERPİLMİŞ ORALARA?
İ- Hayır.
V-
(Hazret-i İshak'ın nakli ile Beytî) Ama size bugün öyle geliyor, değil mi?..
Bir gün oraların hakikatine vardığınız zaman... Ama belki siz varacaksınız,
belki (ne bileyim ben???) 3.000 sene sonra başkası varacak. Varıldığı zaman,
bu dediklerinizin hepsi olacak, efendim.

Burada birşey var, onu açayım biraz daha... O biraz kapalı gitti... NİZAM MESELESİ,
değil mi, efendim?.. SİZ İÇİNİZDEKİ GÜÇ KADAR, TANRI'NIN SİZE VERDİĞİ GÜÇ KADAR
NİZÂMI BOZACAKSINIZ. BU SİZİN GÜCÜNÜZ, HUDUTLU OLAN GÜÇ... O KADAR BOZARSINIZ!..
FAKAT BU GÜCÜN BİTTİĞİ YERDE BAŞLIYACAK MUTLAK GÜÇ, SİZİN NİZÂMINIZI BOZAR!..
SİZ ONUN NİZÂMINI BOZAMAZSINIZ!.. O zaman beyinüstü gelirsiniz işte!..
Fakat bunu doğrudan doğruya bozmaz sizin nizâmınızı. Kudreti altındaki diğer
Varlıklar'ı seferber ederek...

Anlaştık mı, efendim?.. Ona cevap veriyorum işte.
İ- Evet.
V-
(Hazret-i İshak'ın nakli ile Beytî) O zaman oldu, o dediğiniz Uçan Dâireler...
YÂNİ, İNSANLIK FELÂKETE SÜRÜKLENDİĞİ NİSBETTE, DAHA KAHHAR BİR KUVVETİN
SİZİN BEYNİNİZDE PATLIYACAĞINA İNANIN!.. Anlaştık mı yalnız?
HA- Evet... Gene bir Celse'de Uçan Dâireler için...
Medyum-... Diyor ki
(Hazret-i İshak nakli ile Beytî), "Niye bana Beytî deniliyor?" diyor.
HA- ??? Kendisi öyle hitap edilmesini istedi.
Hazret-i İshak- Niye Beytî?... Niye Beytî? Onu da açayım mı size, niye Beytî?
HA- Lûtfen.
V- Beytî hem kendinden veriyor, hem Çok Yukarı'dan alıp veriyor. Oldu iki...
Beyit de "iki" demektir. Ondan dolayı Beytî... Evet efendim.

Bu söylenenden anlıyoruz ki, Beytî, Vasat'ın biraz Üstü bir Varlık... Onun için Hazret-i İshak "inemem oraya kadar" diyerek Beytî'nin kendinden Çok Aşağı'da olduğunu belirtti. Sonra da nasıl Tebliğ verdiğini açıkladı. Hem kendinden, hem Çok Yukarı'dan alıp" veriyor. Tabii kendine göre Çok Yukarı'dan... Bunu yapma kaabiliyeti olsa da, kudreti kendinden değil. Buna müsaade edildiği için, o toplantılara katılanları aydınlatmak için yapabiliyor. Kendinden verdiklerinde hatâlara düşüyor. Bunlardan birisi, Hazret-i İsâ zannedilmesi ve bunu önlememesi...

Beytî ile yapılan Celse'nin önemi, Uçan Dâireler ve Başka Dünyâlar'da Hayat konusunda bilgi alınması... Biz Hazret-i İshak dostumuza güvendiğimiz ve mantıklı geldiği için Beytî'nin Başka Dünyalar'daki Canlılar ve Uçan Dâireler üzerine verdiği tebliği doğru kabul ediyoruz. ALLAH "Göğü, yeri ve ikisi arasındakileri boş yere yaratmadık" diyor KUR'AN'da (Sad Sûresi, 27. Âyet) Başka âyetler de var:

"Biz göğü, yeri ve bu ikisi arasında olanları oyun olsun diye yaratmadık."
(Enbiya Sûresi, 16. Âyet)

"Göklerde ve yerde bulunanlar O'nundur.
Hepsi O'na 'gönülden boyun eğmiş' bulunuyorlar. "

(Rum Sûresi, 26. Âyet)

"O Allah ki, Yaratandır, (en güzel bir biçimde) kusursuzca vâredendir,
'şekil ve sûret' verendir. En güzel isimler O'nundur.
Göklerde ve yerde olanların tümü O'nu tesbih etmektedir. O, Aziz, Hakim'dir."

(Haşr Sûresi, 24. Âyet)

"Geceyi, gündüzü, güneşi ve ayı sizin emrinize verdi.
Yıldızlar da O'nun emriyle emre hazır kılınmıştır.
Şüphesiz bunda, aklını kullanabilen bir topluluk için âyetler (deliller)vardır."

(Nahl Sûresi, 12. Âyet)

"Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün ardarda gelişinde
temiz akıl sâhipleri için gerçekten deliller vardır. Onlar, ayakta iken, otururken,
yan yatarken Allah'ı anarlar ve göklerin ve yerin yaratılışı konusunda düşünürler.
(Ve derler ki:) 'Rabbimiz, Sen bunu boşuna yaratmadın. Sen pek yücesin,
bizi ateşin azabından koru.' (derler.)"

(Al-i İmran Sûresi, 190-191. Âyetler)

"Biz göğü 'büyük bir kudretle' bina ettik ve şüphesiz Biz, (onu) genişleticiyiz."
(Zâriyat Sûresi, 47. Âyet)

"Eğer hak, onların hevalarına (istek ve tutku) uyacak olsaydı hiç tartışmasız,
gökler, yer ve bunların içinde olan herkes (ve her şey) bozulmaya uğrardı."

(Müminûn Sûresi, 71. Âyet)

Öyleyse o dünyâlarda oraların şartlarına uygun hayat olması muhtemel değil, kesin!.. Başka Dünyâlar'da Canlılar, daha doğrusu Dünyadışı Varlıklar elbette vardır. Uçan Dâireler, veya UFO'lar olabilir, bunlar Dünyâmızı da ziyâret ediyor olabilirler. Bunun için bize inandırıcı gelen bir vidyo dahi verebiliriz.

UÇAN DÂİRE GÖRMÜŞ OLAN ADAM

Yalnız dikkat edin, Üstâdımız, "Başka bir Evren'den gelip HATHOR olarak size mesaj veriyorlar" , "Mutfakta karşınıza RAMTHA olarak çıkıp konuşuyorlar," filân demiyor!.. Henüz bilim de bu konuları açığa vurmuş değil. Üstelik bizim sahâmızın dışında. Biz Dünyâ'da yaşamış insanların Âhıret'e intikâlinden sonra, Ruhlar'ıyla sohbet ediyoruz.

Hâzım Akalın- Gene bir Celse'de Uçan Dâireler için "Onları kanınıza giren misâfirler
olarak kabul ediniz" demiştiniz.
Varlık-
(Hazret-i İshak'ın nakli ile Beytî) Orada biraz fazla gitmişim ben!..
Onlar sizin doğrudan doğruya kanınıza giremez ki!.. Küllî Müsaade'ye bağlı o!..
Mutlak Kudret'in Müsaadesi'ne bağlı!.. Eğer sizin kanınıza girilmek onlara emredilmişse,
o zaman girerler. Fakat şuna da inanınız ki, "kana girmek" tâbirini orada şey kullanmışım
ben. Belki de YANLIŞ VERİLMİŞ O!.. KANA GİRMEK YOK!.. "Nefesinizi kesmek" olabilir
sizin de, "kanınıza girmek" biraz çirkin galiba!
HA- Onunla herhâlde direkt olarak kanımıza girmeyi kastetmediniz ama,
müstear olarak başka şeyler söylediniz.
V-
(Hazret-i İshak'ın nakli ile Beytî) Gene ama, gene (doğru değil)...
Yâni, faaliyetlerinizin sonu, ihtiraslarınızın sonu, kötülüklerinizin sonu, "şu sonu,
bu sonu" demek ama o... Gene o cümle biraz şey olmuş... Çünki "kana girmek"
deyince, Mutlak Kudret'le tuhaf oluyor.

Bâzen oluyor bunlar (böyle yanlışlar) yalnız. Birçok yerlerde (birçok irtibatta) oluyor.
Ama değil de o... Ben onu bağlıyayım size.
İdâreci- Lûtfedin.
V-
(Hazret-i İshak'ın nakli ile Beytî) Eğer siz susmasınız bilmiyor da, mütemâdiyen
bağırıyorsanız hakikatin hilâfına, sizin nefesinizi keseceklerdir. Bunun için de
arada bir takım vâsıtalar vardır. Buna inanın siz, kâfi!.. NE BİLİYORSUNUZ,
KONUŞAMIYAN ÇOK UFAK BÂZI MAHLÛKLARIN SİZDEN FAZLA KUDRETİ OLMADIĞINI?..
Yok mu öyle Varlıklar?.. Hiç ölçtünüz mü kendinizi onlarla?.. ALSANIZA BİR ARIYI!..
Arının yaptığını yapabilir misiniz insan olarak?.. Hanginizde kudret çok?..
Hanginizde çok?..
HA- Elbette kudretin büyüklüğünü cesâmetle ölçmüyoruz.
V-
(Hazret-i İshak'ın nakli ile Beytî) Tamam! Yâni, herşeyden çekinmek lâzım,
onu demek istedim.
HA- Bir atomun içerisindeki enerjinin büyüklüğünü biliyoruz.
V-
(Hazret-i İshak'ın nakli ile Beytî) Tabii ya, tabii.
İ- Acaba buradaki "kana girme", atom ötesi bir hayattan bahsetme olmasın, Üstâdım?
Bana öyle geliyor ki, atom ötesi...
V-
(Hazret-i İshak'ın nakli ile Beytî) Söyliyeyim mi ben ne?..
Şimdi bunun hakkında hakkında tam konuşamam tabii. Değil mi, efendim?..
Bu benim konuşma hududumun dışında. Yalnız, şunu söylemek isterim: İstiyorum ki,
BÜTÜN İNSANLAR, ihtiraslarını kendilerine gem yapıp, ihtiraslarını kopararak,
BU İHTİRAS BOCALAMASI İÇİNDE BÜTÜN İNSANLIĞI FELÂKETE GÖTÜREN YOLLARI
SEÇERLER İSE, BUNLAR KENDİLERİNİ KAHREDECEKLERDİR!.. AMA BU DEMEK DEĞİLDİR Kİ,
İNSAN NESLİ TÜKENECEKTİR... BU KAHROLAN NESİLDEN SONRA TEKRAR, YENİDEN,
YEPYENİ BİR HAYAT BAŞLIYACAKTIR. AMA İNSANLAR, öyle zannediyorum ki,
(sizin ifâdelerinizden) KENDİLERİNİ FELÂKETE GÖTÜRECEK YOLLARDA, GALİBA!..
AMA bu da, bu kadar, BUNA DA MUTLAK KUDRET MÜSAADE EDER!.. O DA BELLİ OLMAZ!..
VE KİMSE BUNUN HAKKINDA KARAR VEREMEZ! Yâni, hiçbirimiz diyemeyiz ki,
"Siz şu olacaksınız, bu olacaksınız." Bu tam kelime mânâsıyla TAKDİR-İ İLÂHÎ'dir...
Korkutmayın kendinizi, yâni!
HA- Sizin Tebliğleriniz'den çıkarttık bu soruları.
V-
(Hazret-i İshak'ın nakli ile Beytî) Ama işte, anladım da, korkutmayın kendinizi...
Ben bunu oradaki duruma göre, oradaki insanlara göre konuştum.
Belki öyle konuşmam icâbediyordu. Ondan dolayı öyle...
HA- Evet, bir parça öyle.
V-
(Hazret-i İshak'ın nakli ile Beytî) Belki de orada maddeye sıkı sıkıya sarılmış
insanlar vardı. Belki orada inkârcılar vardı... Belki orada işi alayla kahkaha atanlar vardı.
Bunları biraz ürküttüm. Belki de ürkütmek için konuşmuşumdur...
Fakat şuna inanın ki, HİÇBİR İNSAN YARATTIĞI ESERİ YIKMAZ!
ESER DÂİMA KENDİ KENDİNİ YIKAR!
HA- Ancak konuşmalarınız bir veya birkaç şahsı değil, bütün Dünyâ'yı...
V-
(Hazret-i İshak'ın nakli ile Beytî) ... Zâten şu da muhakkak ki, ben değil, HİÇ KİMSE
BÜTÜN DÜNYÂ'NIN ÂKIBETİNİ BURADAN BİLEMEZ!.. BİZİM DE BİR BİLME
HUDUDUMUZ VAR!.. Değil mi, efendim?.. BU, ALLAH'A ÂİTTİR!..
HA- Şüphesiz!
V-
(Hazret-i İshak'ın nakli ile Beytî) Yoksa ALLAH'ın ne yapacağını benim
evvelden bilmeme imkân, ihtimâl yok!
HA- Ancak biliyoruz ki, ORGANİZATÖR VARLIKLAR vardır.
V-
(Hazret-i İshak'ın nakli ile Beytî) O VAR TABİİ.
HA- HİYERARŞİ, DÜNYÂ'DA OLDUĞU GİBİ, ORADA DAHA BÜYÜK BİR DÜZEN
İÇERİSİNDE GİTMEKTEDİR.
V-
(Hazret-i İshak'ın nakli ile Beytî) TABİİ, TABİİ.
HA- Dünyâları idâre eden Organizatör Varlıklar vardır.
V-
(Hazret-i İshak'ın nakli ile Beytî) VARDIR DA, YALNIZ BUNLAR DA DAHA YUKARI,
DAHA YUKARI, DAHA YUKARI BAĞLIDIRLAR!.. Onu anlatmak istedim size.
YÂNİ, AKLINA ESTİĞİNİ YAPAMAZ HİÇ KİMSE BURADA!..

Artık durma zamanı geldi!.. Sondan başlıyalım... Üstâdımız aracılığıyla Beytî, bir takım işleri yapan, hattâ dünyâları idâre eden Varlıklar'dan bahsediyor. Bu, Spiritualizm'in ve Din'in kabul ettiği, bildiği bir husus... MELEKLER'in görevi olduğunu biliyoruz, daha önce de bahsettik. GÖREV VEREN - GÖREV ALAN VARLIKLAR'dan da söz etmiştik. Bu görev bir cinâyet suçlusunu idâm eden Cellat ile başlar, dünyâları, belki galaksileri idâre eden Varlıklar'a kadar DAHA YUKARI, DAHA YUKARI, DAHA YUKARI BAĞLI" Varlıklar'a kadar yükselir. Hiyerarşik bir nizam içinde... HİYERARŞİ , "makam sırası, basamak sırası, derece düzeni, aşama sırası" demektir. Ancak Dünyâ'da insanlar arasındaki hiyerarşik düzende şaşma olur da, Âhıret'te olmaz. Hani acemi er, "Ben yüzbaşıyı tanıyorum" demiş, kıdemli er, "Keşke başçavuşu tanısaydın" cevâbını vermiş. Çünkü erler arasında başçavuşun sözü daha çok geçer pratikte... Âhıret'te bu olmaz... Ayrıca, bütün bu Varlıklar'ın hepsi MUTLAK KUDRET SÂHİBİ'ne, yâni ALLAH'a tâbidirler, O'nu tesbih ederler. yâni O'nun Emirleri'ne, Hükümleri'ne bağlı olarak kendilerinden istenileni yaparlar. ALLAH'ı tesbih etmek budur.

- "Göklerdeki ve yerdeki her şey Allah'ı tespih etmektedir.
O, mutlak güç sâhibidir, hüküm ve hikmet sâhibidir."

(Saff sûresi, 1. âyet, Haşr Sûresi, 1. Âyet)

Sonra Üstâdımız aracılığı ile Beytî "Bâzen oluyor bunlar. Birçok yerlerde oluyor" diyerek istisnâsız her Celse'de, her Medyum'da, her Varlık'ta böyle yanlışlar, yanlış ifâdeler olduğunu itîraf ediyor!.. Başka bir Celse'de yine bir muhterem Varlık, "Güvenmeyin, bana bile güvenmeyin!" demişti. Hiçbir Varlık herşeyi bilemez!.. İşte o yüzden biz her Celse'yi böyle ince eleyip sık dokuyarak ele alıyoruz.

"Kana girme" meselesine gelince, Beytî gerçekten fazla ileri gitmiş. İnsanın mikrop gibi, bakteri gibi, virüs gibi kanına girmek; olsa olsa Cin türü Varlıklar'ın yapmaya kalkışacağı iş... O da müsaadesi varsa!.. İkaz için, ihtar için olsa dahi!.. Beytî yanlışını hemen düzeltiyor... Sonraki "Nefesinizi Kesecekler" Tebliği gerçekten güzel...

Refet Kayserilioğlu'nun Sevgi Dünyâsı grubu başta hâlis niyetlerle yola çıkmıştı. Sonradan bozulmuş, ileri gitmiş, Beytî'yi Hz. İsâ zannederek sapıtmış olabilir. O bahsedilen Celseler'in yapıldığı toplantılarda istenmiyen davranışlarda bulunan kimseler de olabilir. Hemen her topluluğa bunlar girmeye çalışırlar, girerlerse ortalığı karıştırırlar... Biz mümkün mertebe onları ırak tuttuk.

"HİÇBİR İNSAN YARATTIĞI ESERİ YIKMAZ! ESER DÂİMA KENDİ KENDİNİ YIKAR!" ifâdesini yorumlamayı da size bırakıyoruz. Doğru mu, mantıklı mı, biraz da siz araştırın, kafa yorun.

İdâreci- Şimdi bu Beytî den Varlık bize Celse günühü, görüşmek için verebilir mi?
Hazret-i İshak- Biz zâten göndeririz Medyum'u size, tıpış tıpış. Hiç üzmeyin canınızı....
Ben Hazret-i İshak, konuşuyorum... Beytî şimdi benim çok yakınımda...
Tabii hiçbirimizin hakiki ismi ne Hazret-i İshak, ne de Beytî... BİZ MÜSAADE EDİLDİĞİ
ŞEYLE KENDİMİZİ TANITIYORUZ... Anlatabildim mi?
İ- Evet... Muhterem Üstâdım, Beytî denen Varlığa teşekkür ederiz.
Medyum-.... "Memnun oldum," diyor. "Yalnız beni içinizde korku olarak yaşatmayın," diyor,
"Ve zâten ben de müsaade
istiyecektim. ÇÜNKİ BU GECE BENİM İBÂDET GECEMDİR...
Ama ben gene geleceğim sizin Celselerinize."
İ- Çok teşekkür ederiz.
Beytî- Hattâ doğrudan doğruya Medyumunuz'la Temâs'a geçeceğim. Yâni, yükselirken
yakalıyacağım Medyumunuz'u. Çünki onun da durumu, benim durumuma müsâvi...
Çünki HAZRET-İ İSHAK'LA AYNI YERDEYİM ZÂTEN... Yalnız, şüpheli bir taraf gene yok,
değil mi, efendim?.. Kalmadı. Kaldıysa, lûtfen söyleyin... Çünki ne oluyor,
biliyor musunuz? Ben sonra anlıyorum şüpheli kaldığınız yerleri... Buradaki benim
Tekâmülümle oynanıyor. Bana diyorlar ki, "Niçin tatmin etmedin? Niçin konuşmadın?.."
Beni böyle şeye sevketmeyin. Bakarsınız, BİR GÜN GELİR KONUŞAMAM SİZİNLE SONRA, HİÇ!:.

Burada duralım ve Beytî ile yapılan çalışmayı tamamlıyalım. Her nekadar Beytî "Ben gene geleceğim sizin Celselerinize. Hattâ doğrudan doğruya Medyumunuzla Temâs'a geçeceğim. Yâni, yükselirken yakalıyacağım Medyumunuzu" demişse de, her şey gibi bu da müsaadeye tâbi... Beytî ile başka görüşme olmadı.... Yine Beytî'nin " HAZRET-İ İSHAK'LA AYNI YERDEYİM ZÂTEN" sözü, Hazret-i İshak'ın "Alıp veriyorum size... Çünki inemem oraya kadar da, ondan" ifâdesiyle çelişiyorsa da, merak etmişsinizdir, bir sebebi var. Beytî, Hazret-i İshak'tan daha aşağı bir seviyede... Biz buna inanıyoruz. Çünki Hazret-i İshak'ın yanlış veya kandırmaca bir ifâdesine onlarca Celse'de hiç rastlamadık. Ancak Beytî İstanbul'daki gruba Tebliğ vermeye devam edecek. Ve bu Celse'ye katılmış olan İstanbullu Hâzım Bey Beytî'nin öyle Üstün Varlık falan değil de, Vasat-Üstü Sıradan bir Varlık olduğunu söylerse, görevini yapamıyacak. Onun için Hazret-i İshak'ın ifâdesini unutturacak bir söze müsaade ediliyor, Beytî "Ben de aynı kattayım" diyor.

MÜSAADE deyince aklıma geldi, tıpkı Dünyâ'daki gibi, ama daha hiyerarşik ve etkili bir biçimde Âhıret'te de EMİR ALANLAR - EMİR VERENLER, GÖREV ALANLAR - GÖREV VERENLER, MÜSAADE ALANLAR - MÜSAADE VERENLER olduğunu daha önce uzun uzun anlatmıştık. Şimdi ekliyebiliriz ki, EMİR VERENLER'in de EMİR ALDIĞI DAHA YUKARI MAKAMLAR VAR. ONUN DA DAHA YUKARISI, DAHA YUKARISI, DAHA YUKARISI VAR...

"İdâreci- Şimdilik böyle bir durum yok... Müsaadenizle başka bir mevzuya geçelim.
Hazret-i İshak- Tabii, tabii.
İ- Okuduğumuz ilme göre, bilgilerimize göre, Hayât'ın sulardan başlayıp karalara doğru
bir itim hâlinde olduğu görülüyor. Ve oradan da Tekâmül ede ede sürüngenler,
hayvanlar ve insan şekline geçiyor. İnsan da Tekâmül ede ede bugün karadan havalara
doğru bir itim hâlinde olduğu görülüyor. Acaba ilk yaratılıştan başlayıp karalara doğru
giderken şekil değiştirme olmuş...
V-... Yalnız, Medyum'un kollarını bacaklarını ovsanıza!
(ovulur)
İ- ... Şimdi karadan havalara giderken insanlarda bir şekil değişmesi olacak mı?
V- SİZ BU ŞEKİLDE YARATILDINIZ, BU ŞEKİLDE KALIRSINIZ... ŞARTLARA GÖRE
ŞEKİL OLUR. BU ŞARTLAR BÂKİ KALDIKÇA, SİZ ŞEKİL DEĞİŞTİREMEZSİNİZ.
İ- Ama İnsanoğlu bugün için Fezâ'ya doğru bir akım içinde olduğuna göre...
V- NEREYE GİDERSE GİTSİN, ŞEKLİN İÇİNDE GİDİYOR FEZÂ'YA... KENDİ GİTMİYOR Kİ!..
BAŞKA BİR GÜCÜ KULLANARAK GİDİYOR FEZÂ'YA...
Kendi gitseydi, olabilirdi belki sizin dediğiniz... Yâni, "Uçsaydı, kanatlanırdı,"
diyeceksiniz, değil mi?.. Gagalanırdı. O zaman biraz gagalalardı, şimdi yiyor!..

Yalnız Medyum'un kollarını ve bacaklarını ovsanıza azıcık... (Medyum uzun
uyku ve çalışma süresinden dolayı uyuşmuş vaziyette... Ovuldu)

Yalnız, lûtfen inkâr etmeyin, olmaz mı, efendim?

Şimdi gene başlıyorum ben... Gene Medyum'un sağındaki hanımefendi soracaklar.
Sorsunlar... Takıldılar... Hep Âhıret'i düşünüyorsunuz, yarım saattir de, onun için...
Evet... sorun, efendim. Bir tânesini sorun. En son düşündüğünüzü sorun.
Handan Hanım- Kafamda birçok sual var.
V- "Ben neyim?" sualine cevap vermiyeceğim de, diğer suallerinize cevap vereceğim.
"Benim durumum ne?" filân... Diğer şeyleri... "Peki," diyorsunuz, "BU İNSAN NESLİ
NE OLACAK?"... Değil mi?.. Bir tâne sual... TABİİ KAHROLMIYACAK! BÖYLE, MÜSAADE
EDİLEN ZAMANA KADAR GİDECEK... MÂDEM Kİ BU İŞİN BİR BAŞI VAR, biraz evvel
konuşulduğu gibi, TABİİ SONU DA GELECEK... İşte SONU GELDİKTEN SONRA,,,
(diğer soruya cevap vereyim ben şimdi) GELDİKTEN SONRA, O DEMİN DEDİĞİMİZ
HÂDİSELER MEYDANA GELECEK.
Handan Hanım- Yakın mı, uzak mı?
V- ALLAH BİLİR!.. Ben bilseydim, size fısıldardım tabii, tedbiri alın diye...
Sizin yakınınızda, çok yakınınızda var bir tâne... Sorsunlar... Tabii, tabii...
Neler düşünüyor, biliyor musunuz?.. Babanızı düşündü bir zamanlar.
İ- "Evet." diyorlar.
V- Bir zamanlar gözünün önünde mezarlıklar şekillendi. Bir mahzunluk çöktü içinde...
Sorun şimdi... Dediklerimi düşündünüz mü?
İ- "Evet" diyorlar.
V- Bizim Nuriye Hanım düşünüyor birşey... Soracak, gene ermişliğe âit birşey düşünüyor.
Onu sorun.
İ- Evet. "Kur'an-ı kerim'de seher vakti ibâdetin çok makbûl olduğu ifâde ediliyor.
Acaba sebebi nedir?" diyor.
V- Söyliyeyim. Söyliyeyim... BİR KERE RUH SÜKÛN İÇİNDE... KÖTÜ DUYGULAR,
KÖTÜ DÜŞÜNCELER SİZİ TERKETMİŞ VAZİYETTE BİRAZ... BİR DE ÖNÜNÜZE HAKİKAT
BÜTÜN İHTİŞÂMIYLA SERİLMİŞ, ŞEKİLDEN ŞEKİLE GİRİYOR... Bu andan daha kıymetli bir
zaman olabilir mi?

Meselâ renk değiştiriyor şimdi... Şimdi kendi kendine renk değişir mi?..
Birşey
oluyor önünüzde.. Sizi böyle sürüklüyor... Bir tarafa götürüyor şekil değişiklikleri...
Siz zâten sükûn içindesiniz. O anda tabii en çok... (Yakın kelimesini kullanmıyacağım da
burada) ... ALLAH'ı en çok duyduğunuz an, o an!.. "Mesâfe olmaz," dedim, "ALLAH'la
kul arasında." Mesâfe diye birşey yok ki zâten!.. Mesâfe olsaydı, kâlbinizde olur muydu?..
Her şeyinizi bilebilir miydi?.. Öyle birşey yok!... Evet, efendim.

Şimdi, efendim, "Ben günahkâr mıyım?" ... Gene böyle birşey van (zihinden aldığım),,,
KENDİNİZİ SUÇLUYORSANIZ, GÜNAHKÂRSINIZ TABİİ!.. Ama suçlamıyorsanız değilsiniz.
Fakat hayâtınızı mâdem intizâma soktunuz, ne olur, geçmişleri düşünmeyin artık...
Bu anlaşılmıştır,
onun için birşey söylemiyeceğim... Evet, efendim.
İ- Şimdi Üstâdım, müsaade ederseniz, bant bitti.
V- Buyurun, efendim. Hay hay...
(İdâreci kalktı, cihaza yeni bant koydu.)

Ama maalesef uzun süre bu makara bantlar numaralanıp kayda geçmediği için, bu Celse'nin devâmının hangi bantta olduğu Celse yazılırken tespit edilemedi. Daha sonradan her bandın dinlenip numara verildiği, bir deftere fihrist şeklinde kaydedildiğini öğreniyoruz ama, maalesef o bandın çözümü elimizde yok. Tesellimiz şu ki, Celse sonuna çok yaklaşılmıştı, fazla bir kaybımız olmasa gerek!

Bitirmeden önce belirtelim, siz de farketmişsinizdir, Medyum'un çok yüksek bir telepati kaabiliyeti var. Zihinden geçenleri alıyor. Tabii kuvvetli düşünenler baskın çıkıyor, onlarınkini alıyor. Bâzen zihinden kaç sorunun geçtiğini dahi biliyor, Varlık ise bâzen soruyu açmadan cevâbını veriyor. Bu tür cevapların Beytî'ninki gibi "kişiye göre" olduğunu unutmıyalım. Meselâ, "Ama suçlamıyorsanız, günahkâr değilsiniz" ifâdesi sâdece soru sâhibine yönelik bir cevap... Çoğu suçlular uzun müddet kendilerini suçlamazlar. Halbuki başkalarına zarar vermişlerdir, hem suçlu, hem günahkârdırlar. Bu söz onlara âit değil!..

Ne kadar yüklü, ne kadar yoğun bir Celse, değil mi?..

*****

Şimdi aynı Medyum'un bir başka enteresan Celse'sini naklediyoruz... Bir önceki Celse'de İPEK BÖCEĞİ'nden bahsedilmişti. Üstat o varlığın araştırılmasını, hikmetinin ne olduğunun tesbitini istemişti. Sonra uzun bir süre Medyum gelmemiş, İrtibat kurulamamıştı. Elbette bunun bir sebebi vardı. Üstâdın ilk andaki sert ifâdelerinden bir hatâ yapıldığı anlaşılıyor.

Varlık1 : Yüksek Varlık
Varlık2- Mevlevî HAZRET-İ İSHAK
Varlık3: SAVTÎ DEDE
Celse İdârecisi- Ferhan Erkey
Medyum : Esat
Târih ; 31 Temmuz 1966
Usûl : Hipnotik-Manyetik Karma
Hâzirûn : Muhtelif

Medyum- ..... Bir yerde durdum... Evvelki yer... Yıldız görüyorum... Hep yıldız... Uçuuyor
gibi yuvarlanarak gidiyorum... Çok koyu... ?....
(anlaşılmıyor) görüntü gene... parlak...
Bana mı geliyor.... ben mi gidiyorum?... Çekiliyorum galiba öne doğru... Çekiliyorum ona doğru...
(heyecenlanır)
İdâreci- Sükûnetle!... Rahat olarak....
Varlık- ..... Tamam mısınız?
İ- Çok şükür, efendim.
V- Epeyce oldu, değil mi, gelmediğim?...
İ- Evet, efendim.
V- Hazırlandınız mı?
İ- Maalesef bunu tasavvufî mânâda tesbit edemedik.
V- Onu çözeriz... Siz nasıl oldunuz?
İ- Sizler daha iyi bilirsiniz, efendim.
V- Dediklerimizi yaptınız mı?.. Yoksa dudaklarınız "yaptı" dedi, içiniz gene öyle mi?..
Ne oldu?.. O anlatsın bakalım, ipek böceğini.
İ- Kim anlatmak istiyor?
V- Yalnız gurur istemem, bak! Çıkarırım dışarıya!.. Kendi fikrini beğenmek te istemem.
Ben daha ismimi vermedim. Ama vereceğim. Zâten çok konuşmıyacağım. Biraz sonra gene
bırakacağım bunu yoluna... Hadi, konuşun.
İ- İpek Böceği'nin hikmetini söyliyecek var mı?.. kendi kendinden fedâkârlık etmesi, bir
başkası için... Ondan başka bir şey söylenmedi....
(Belli ki hazırlanmamışlar)
V- Söyle hadi, sağdaki!... Korkma, aldıklarını söyle.
İ- Üstâdım, yeni arkadaşlar var. Meseleyi bir kere daha ortaya koyarsanız...
V- O zaman bırakın bunu da... bu konuyu... Hazırlanınca konuşuruz bunu.
İ- Fakat ne zaman geleceğiniz belli olmuyor.
V- Geleceğim bundan sonra, arka arkaya...
İ- Yalnız arkadaşlar da her zaman değişik...
V- ..... ?.....
( banttan ... anlaşılmıyor) ...
Ben her şeyi tekrar edersem, size faydalı olamam sonra..

Avradakiler hazırlanmadığı için Üstat konuyu daha sonraya bıraktı, bakalım şimdi hangi konuyu açacak?

Varlık- Peki, başka türlü konuşalım.

Siz bir kapıya gittiniz... İçeri gireceksiniz... Kapıyı vurdunuz... İçerde kimlerin olduğunu
bilmiyorsunuz. Yabancısınız... Sizi nasıl karşılıyacaklarını da bilmiyorsunuz...
Ne duyarsınız o kapının önünde?.. Vurdunuz kapıyı... Açacaklar... Ne duyarsınız?
İdâreci- Bir heyecan duyarız.
V- Sizi karşılamaları, sizin hareketleriniize bağlı olacak, o içerdekilerin... Ona göre
bir şeyler duyarsınız, değil mi?.. Korku da olur bu, değil mi?
İ- Evet.
V- Ona göre kendinizi hazırlıyor musunuz?.. Bir gün kapıyı vuracaksınız, sizi karşılıyacaklar...
sonra söz verdiniz daha evvel, "Şöyle yapacağım, böyle yapacağım" diye... Bunu anlatmak
için giriyorsunuz o kapıdan içeriye... Ne kadar hazırlanmışsanız, o kadar rahat girersiniz.
Ama hazırlanmamışsanız, kapının önünde ne vaziyette kalırsınız?.. Değil mi efendim?
İ- Evet, efendim. Fakat bugünkü, bizim idrakimizin dışında kalmış oldu, efendim.
Bilenlerle karşılaşılmak istendi.
V- Neyi?
İ- Bu sizin sormuş olduğunuz şeyi.
V- Burada öyle bir şey yok ki!
İ- İpek Böceği'ni.
V- Onu anlatacağız... Ben şimdi bunu soruyorum, bu KAPI meselesini.

Şunu unutmayınız ki, bir kapının önünde duracaksınız. Açacaklar, gireceksiniz. Ona göre
hazırlayın kendinizi... Ya kapıdan içeriye adımınızı atınca yanlış yere basar yuvarlanırsınız,
yâhut ta aydınlık bir yerden geçer, öbür tarafa gidersiniz. Ona göre hazırlayın kendinizi...
Burada ne kadar hazırlanırsanız, kapının ötesindekini o kadar iyi bilirsiniz, ne olduğunu...
Öyle mi?
İ- Evet.

İdâreci uyumuş, hâlâ İpek Böceği'nden bahsediliyor zannında... Halbuki Üstat, "Başka türlü konuşalım" diyerek konuyu değiştirmiş, KAPI'ya getirmişti... Anlaşılmıştır ama, bir de biz söyleyelim... O kapı Âhıret'e açılan kapı... Ölünce çalacağımız kapı... Ardında ne var, bilmiyoruz. Ancak hazırlanırsak, bizi iyi karşılayacaklar... Peki, hazırlanmak için ne yapmak lâzım?.. Neyle hazırlanacağız?.. Üstat onu anlatmış.

Varlık- Burada size tek ışık tutacak bir şey var. Hep ben onu söylüyorum. Onun için
geldim çünkü buraya... SEVGİ... SEVECEKSİN HER ŞEYİ!... ALLAH NEYİ YARATMIŞSA,
SEVECEKSİNİZ... Hiçbir zaman ALLAH yaratırken fark düşünmedi, hiç birinizin arasında.
Siz de ona göre seveceksiniz. SEVMEZSENİZ, SİZİ DE SEVMEZLER...

Şimdi dikkat edin, İster Uzaylı olsun, İster Melek diye görünsün, başkalarına görünen Varlıklar hep SEVGİ'den bahsederler. Bu onların mecbûrî Vazife'sidir. Bir de Dünyâ'da BARIŞ olsun isterler, o da Vazife'ye dâhildir. Onlara bu İrtibatlar için müsaade edilirken bu Vazifeler verilir, Dünyâ'nın dört bir yanında, hiç değişmez!... Vazife'sini yaptıktan sonrasına karışmazlar. Yâni insanları aldatıyormuş, saçmasapan şeyler söylüyormuş, onun üzerinde durmazlar, çünkü o kısım hem o Varlığın, hem de onu Dinleyenler'in Tekâmül'ü ile alâkalıdır. Kişi kendi göbeğini kendi kesecektir. Aldatılmayacaktır. Aldanıyorsa, aldatılıyorsa, kendi saflığından, aptallığındandır. O kısma karışmazlar VAZİFE VERENLER... Tıpkı Dünyâ'daki gibi... Hırsızlık yapana, dolandırıcılara, hattâ kaatillere Ruhlar karışıyor mu?.. Bunlar kişinin kendi Tekâmül'ü ile ilgili yapması ve ceremesini çekmesi gereken hususlardır.

Varlık- Şimdi gene düşünenler var... Neler, neler!... Peki, sorayım da o suali ben,
verin cevâbı... Hakikat hangi huduttan başlar?.. Hadi!.
İdâreci- Bekaa'ya intikâl ettikten sonra başlar.
V- Hitap... Yok mu?
İ- Beşir Bey konuşuyor.
Beşir Bey- Kendini bildiğinden itibâren başlar.
V- Tabii ya!... Yalnız hakikatı tanımak için görebilmek lâzım... Bilebilmek lâzım... İdrak
edebilmek lâzım... Bunu anladığınız andan itibâren dediğiniz yola düşmüş olursunuz.
Ondan sonra kurtulabilirsiniz. Ama aksi hâlde riyâ çukuruna batar... Een kötüsü de şehvet
mahveder sizi. Çok tabii bir kelimeyle söyliyeyim: Siz Dünyâ'da kendi ayarınızı bulmak
için varsınız... Ne kadar bulursanız, o kadar ayarlı olursunuz. Ona göre!...

Geldik İPEK BÖCEĞİ'ne... Bu o kadar basitti ki!... Ben bunu mahsus bir şeymiş gibi söyledim
size... İpek Böceği'ndeki hikmet, kendini bulduğu anda oldu... Ve kendini bulduğu anda
neslini üretme şuurunu kazandı. Kendini bulması için de, şekil değiştirmesi lâzımdı...
Kudreti elinde... değiştirdi... Bu bir kendini bulma hâdisesiydi... Bulamazsa, neslini üretemez...
Öyle mi?
İ- Evet.
V- Siz de kendinizi bulmak zorundasınız. Bulun bakalım!..

Şimdi ne oldu?... İPEK BÖCEĞİ'ni araştırmak farz oldu...

İpek Böceği Tırtılları

İpek Böceği (Bombyx mori). Baharda taze dut yaprakları üzerindeki yumurtalardan larva halinde çıkan tırtıllar, sık tüylü ve siyahtır. Büyük bir iştahla devamlı dut yaprağı yerler ve dört beş defa gömlek değiştirerek bir-bir buçuk ayda 7 veya 8 santime ulaşırlar. Büyüdükçe renkleri açılır ve tüyleri kaybolur. İyice büyüyüp de hücrelerine yerleşince, üst dudağındaki delikten iplik halinde zamk gibi bir sıvı çıkararak kozasını yapmaya başlar.

İpek Böceği Kozaları

Tırtıl önce kozanın dış kısmını sonra kendi vücudunun etrafını örmeye devam eder ve görünmez olur. Eğer kendi haline bıraklırsa iki üç hafta içinde kelebek hâline gelerek ördüğü kozayı parçalar ve dışarı çıkar. Kelebek hâlindeyken yumurtalarını dut yaprakları üzerine bırakır, yumurtladıktan üç dört gün sonra ölür. Bir kelebek yaklaşık 200-300 yumurta yumurtlar.

İpek ipliği elde etmek için tırtıl kelebek olup kozayı parçalamadan, kozalar toplanır, sıcak suya atılır veya sıcak su buharına tutularak tırtıl öldürülür. Bu kozalardan da tel şeklindeki ipek lifleri çıkarılıp ham ipek üretilir. Bir koza yaklaşık olarak 800 metre uzunluğuna varan bir ipek telinden örülür.

İpek Böceklerin'in ömrü iki ay kadardır. Tek evcil böcek türü olarak bilinirler. Böcekler sınıfından olan pulkanatlılar takımından olan İpek Böceği, kelebeğin tırtılıdır.

İpek Böceği ilk defa M.Ö. 2600 yılında Çin'de beslemeye alınmıştır. Uzun süre Çinliler kozaların yurt dışına çıkmasını yasaklamış, sonra bir yabancıya âşık olan Çinli bir kız bir kaç kozayı saçları arasına saklayarak sevgilisine götürmüş, İpek Böceği böylece Dünyâ'ya yayılmıştır.

Türkiye'de İpek Böcekçiliği 1500 yıllık bir geçmişe sâhiptir ve dut ağacının yetiştiği yerlerde, bilhassa Bursa'da yapılır. Bursa tezgâhlarında ipek lifleri işlenir, ipek kumaşlar üretilir.

İpek Böceği'nin Kozadan Kelebek Olarak Çıkışı

İpek Böceği tırtılken şekil değiştiriyor, kozada şekil değiştiriyor, ancak ondan sonra üreyebiliyor. Peki, hikmeti ne?.. Hazret-i İsâ'nın çok tartışılan bir ifâdesi var: “Iki kere doğmayan Melekut Âlemi'ne giremez” diye... Birinci doğum anne karnından biyolojik doğmaktır ..İkinci doğum ise kendini bulup alınan ilim ile ALLAH'ı Hak ile idrak etmektir. Bu anlayış Bektâşilik'te de vardır. Meşhur şâir Edib Harâbî der ki:

Berzahtan kurtulup çıktım aradan
Onyedi yaşımda doğdum anadan
Muhammed Ali Nimki Dedebaba'dan
Çok şükür, hamdolsun, geldim imkâne ...

Yâni, "Beni ilk anam-babam doğurdu ama, ben Berzah'ta idim, nerede olduğumu bilmez idim, 17 yaşımda bir kere daha doğdum. Bu sefer anam Muhammed Ali Hilmi Bektâşî Dedebabası idi. Kendimi o zaman buldum" diyor rahmetli... İkinci doğuş kendinde kendini bulup, kelebek olup uçmaktır. İpek Böceği işte bu değişimi gösterir. Yerde sürünen bir tırtıl iken, kanatlanıp kelebek olur, uçar ve ürer. Yâni, kendisi gibi pek çok varlık yaratır. Bize de onun için örnektir.

Devam edelim Celse'ye...

Medyum- .... Şimşekler çakıyor!... Benim karşımda bir dağ... Yükseliyorum, efendim...
Varlık2- Merhaba!... Ben Hazret-i İshak.
İdâreci- Merhaba, aziz dostum. ALLAH râzı olsun. Nur içinde yatın.
V- Niye gene yordu... yordular daha başlangıçta, değil mi efendim, bunu?.. Ama bunun
yorulması lâzım bu akşam... Çok yorulması lâzım. Çünkü çok yüklüydü, boşalması lâzım.
Ondan dolayı yorulacak ve uzun sürecek bu oldukcana... Yalnız bu uyandıktan sonra...
belki o anda başka şeyler de olacak... Biraz da maddeyle ilgili devam ettirin bu işi bu
gece... Olur mu, efendim?... Biz belki doğrudan doğruya Temas edemeyiz bu işle, fakat
bâzı hâdiseler olacak. Maddeyi devam ettirin, olur mu?... Bu safha bittikten sonra.
İ- Peki, efendim

Üstat, Medyum'un mânevî yükünü bu Celse'de atmasını, sonra da bâzı Masa Celsesi gibi maddî tezâhürat ile iyice gevşeyip rahatlamasını istiyor. Aynı zamanda bir takım alışılmadık maddî tezâhür hâdiseleri olabileceğini belirtiyor. Bakalım, ne olacak?... Şimdi hatırlamıyorum.

Varlık2- Şimdi ben çok konuşamıyacağım... Belki dönüşte konuşurum... Şimdiki onu
götürüyorsun gene...
Medyum- .... Yalnız, "Şüphelerinizi atın" diyor Hazret-i İshak... "Şüpheleriniz atın. Ne
kadar şüphe etmezseniz, bu Uyuyan'ı o kadar güzel konuşmuş bulursunuz," diyor... "Eğer
şüphe içinden kendinizi kurtaramıyorsanız, buraya gelmeyin! Çünkü Buradakiler" diyor,
"sizi inandırmak için vazifelendirilmediler. İnanmamak ta kaderin... İnanmayın... Çünkü
inananların kıymetinin ortaya çıkması için, inanmıyanların da ortada sırıtması lâzımdır,"
diyor... "Bir çölde bulunan bir suyun kıymetini anlamak için, o çölün kuraklığı da lâzım
tabii... Onun için bırakın şüpheyi de, o İnkâr Çölü'nden kurtarın kendinizi" diyor... Bunu
anladı kime söylediğimi...

..... ALLAH ALLAH!... bir ses... İşitmediğim bir ses... "Ancak" diyor, "buraya girenler
kapkaranlık kâlplerini göğüslerinden söküp atabilenlerdir" diyor...

.... Diyor ki Hazret-i İshak, "Şimdi bu andaki söyleneceklerin biraz benzerini burada
alanlar var," diyor... "Uyuyan'dan alıyorlar şimdi... Alıyorlar...
Konuşturalım mı onları?..
İdâreci- ....
V- Ey Uyutan!..
M- ... "Şey" diyor, "Bak şimdi!... O öbür iki Uyuyan'ı da teker teker konuşturun" diyor...
"Ne duydular? Ne düşündüler şimdik?"
İ- ??? Karşınızdakiler mi?
V- Tabii. Çakıyorlar zâten. İkisini de konuşturun.
İ- Hepşen Hanım.
M- Biz giriyoruz yalnız... Hazret-i İshak
(ile) ...
Hepşen Hanım- Şu anda Karanlık bir yerden çıkıyor gibiyim... Veya bu Karanlığı
aydınlatmamız için neler yapmamız lâzım, onu düşünüyordum.
V- Öbürü de konuşsun.
Neclâ Hanım- Hiç bir şey hissetmedim.
V- Hissetmedi de, düşündü.
İ- "Düşünmedim" diyor.
M- "Düşündü, düşündü... Daha doğrusu," diyor Hazret-i İshak, "düşündürüldü".
NH- Neden boş olduğumu düşündüm.
V- Hani düşünmemişti?.. Tabii onları alırım ben doğrudan doğruya...
M- .... Giriyoruz, efendim... Hazret-i İshak diyor ki, "Döndüğünüz zaman" diyor, "o iki
Uyuyan'lan da bâzı şeyler yapacağız," dedi Hazret-i İshak... Söylemedi başka bir şey...
"Yalnız onların hazırlıkları tamamsa," dedi. Tamam mıymış?
İ- Tamam, efendim.
V- Evet. Çünkü lâzım.
İ- Saliha, "Ben hazır değilim" diyor.
V- Hangi mânâda?
İ- "Kendimi yeterli hissetmiyorum" diyor.
V- Ona lûzum yok zâten... Ona lûzum yok zâten... Zâten öyle uzun müddet olacak bir
şey değil... İki-üç dakikalık iş... Olacak o... Hissetse de , hissetmese de olacak. Yoksa
kendi kendine oturduğu yerde uyur sonra... Söyleyin kendisine!
M- ... Aaa!... Dergâh'a gelecektik... Gidecekmişik... Konya'daki Türbe'nin arkasındayım...
İ- Hangi türbenin?
M- Hazret-i Mevlâna'nın... Tam arkasındayım... Türbenin arkasında... Yalnız buradakiler
bana... taşlar... boynu bükük görünüyorlar... Bir tuhaf!... Haa!.. Diyor ki Hazret-i İshak,
"Türbe'nin ön kapısından girseniz de buradakileri de bırakmayın, " diyor "duasız... Hattâ
mümkünü bulup o tarafa da geçin de, okuyun," diyor.

Medyum'un bahsettiği yer, Mevlâna Türbesi'nin arkasındaki Üçler Mezarlığı'dır. Taşların "boynu bükük" görünmesinin sebebi orada yatanlara okuyan olmamasındadır.

İdâreci- Geçenler var, fakat yerini bulamamışlar, efendim.
Medyum- "Yer değil... Yer değil... Orada yatanların hepsi için" diyor. "Anlatabildim mi?"
İ- Evet, efendim.
M- "Bulamazsınız ki orada
(mezarımı)." Bir derin yer var... Bak, görüyorum ben şimdi...
ne kapı, ne demir... Kapı mı o?... Ama onu kimse açtıramazmış zâten... "Tabi canım,
yerin lûzumu yok" diyor Hazret-i İshak, "Yalnız buradakileri de bırakmayın".

.... Çok yükseldim... Başım dönüyor.... Dergâhı- Uşşak'tayız, efendim... (Celse
Salonu'nda ikinci teyp cihazından ney çalınmaya başlar.) ... Hazret-i İshak diyor ki,
"Eskisi gibi başlıyalım gene... Naydan" dedi.... Giriyorum Dergâh'tan içeriye... Ben
kaybettim kendimden... Yokum!... Kimin konuştuğunu bilmiyorum artık.

Duyabildinse bunu,
Her zerrede aşk olduğunu
Allah da seninle
Nâyın sesi, dinle!

.... Posttayım şimdi... Savtî Dede'nin yanında... Çok parlak bu akşam Savtî Dede... "ALLAH!"
diyor Savtî Dede, "Yerin" dedi... Bir yer gösteriyor... Nasıl??? ... "Yerin" diyor Savtî Dede,
"burası"... Nasıl yerim??? ... Çok acı!.. Benim yerimi hazırlamışlar buraya... Ağlamak
olmazmış burada hiç... Çünkü herkes yer hazırlarmış orada... Ama anlamadım niye?..
(Medyum bu günden kısa bir süre sonra kalp sektesinden vefat etti.)

Gönül ola, aşkı bula
Budur nasip ola kula

dedi... Diyor ki Savtî Dede, "Bu mânâyı... Şimdi biri aklından buna benzer bir mânâyı
başka bir Arapça'yla geçirdi," diyor Savtî Dede... Söyler misiniz?... "Ben o Arapça'nın
vereyim Türkçe'sini" diyor Savtî Dede... "Gönlünü mümin gönüllerine gönül yapanın
mükâfatı elbette katımızdadır, " diyorlarmış... Bulamadı... Düşünüyor...
Behiç Bey- Peygamber Efendimiz'in hadislerindendir, efendim. "Müminleri seveni
TANRI da sever".
M- .... Savtî Dede bana çıkışıyor... Hiç böyle görmedim... "Sen" diyor bana Savtî Dede,
"mâbedi terkedemezsin!.. Sen" diyor, "bununla vazifelisin. Ettiğin takdirde mâbedi terk,
her şeyini kaybedersin,"diyor... Ne demek bu?... ALLAH ALLAH... "Nasıl, anlamıyorum"
diyor... "Sen huzûra gitmektesin," diyor Savtî Dede bana, "Huzura!.. Sen bu mâbedde
bulmadın mı huzûru?" diyor.... "Sana huzur vereceklere burada rastlamadın mı?.. Olmaz!"
ALLAH ALLAH.... "Mâbedin ışığı gönlünü aydınlatıyor senin" diyor, " Sen vazifelisin bu
mâbede gelmekle. Sen ışık verdiğin gibi, sana da ışık verecekler," diyor... "Gidemezsin!
Buraya devam karar edeceksin" diyor Savtî Dede, "Senlen berâber de hep edecekler"...
ALLAH ALLAH.... Elini öptüm Savtî Dede'nin... Yalnız burada benim yerim varmış ama, ben
YERİME OTURMUYORUM... "Elbette oturacaksın" diyor Savtî Dede... Çok sevinçli benim
oraya oturacağıma... AMA NE ZAMAN?... YOKSA ÖLECEK MİYİM BEN?..

Evet... "Şimdi efendim" diyor Savtî Dede, "Dîvan kuruldu, konuşacağız"... Ve ben aradan
çekiliyorum.... Evet... "Zaman ve mekânı bilmiyorum ama, " diyor, "konuşalım".

Savtî Dede- Bir haylı sizlerden feyz aldık biz... Ne kadar feyz verdiğimizi bilmiyorum.
Yalnız konuşalım. İstiyoruz ki, kendinizi mânevî tarafınızdan hazırlayın biraz... Hep maddî
tarafınızdan hazırlanıyorsunuz... Halbuki toprağın altına maddî kıymetinizi ölçerek
gitmiyeceksiniz.

Bugün Yukardaki Huzur'a çıkmıyacağız... Buna da sebep Uyuyan'ın biraz bir tuhaf oluşudur.
Fakat burada konuşacağız. Ondan sonra da size biraz daha... inanmıyanlarınızı inandırmak
için bâzı şeyler yapmak istiyoruz... Fakat konuşalım... O şimdiye kadar konuştuğumuz
Yüksek gibi görünen mânâlardan bahsetmiyeceğiz. Ben bu akşam sizin Meclisiniz'e
geldim, siz bizim Dergâh'a değil... Ben sizden feyz alacağım. Sizi dinliyeceğim. Sizden
faydalanacağım. Ona göre konuşalım.... Konuşalım... Bu Uyuyan'ı yormayın. Bilmiyorsunuz,
nelere katlanıyor buraya gelirken... Ama bir kere bununla vazifelendi ve yıllardır böyle...
İ- Konuşmak isteyen var mı?
V- Ben geldim şimdi... Sizin aranızdayım... Bunu bir kısmınız biraz sonra hissedecek
sizin. Ben bizden faydalanmak istiyorum. Sizden feyz alacağım. Aydınlatın beni... Savtî
Dede'yi aydınlatın. Nûrunuzu verin bizlere, bakalım. Hadi!...
İ- İsmâil Bey, buyurun...
İsmâil Bey- Muhterem Üstâdım, bir hususu öğrenmek isterim. Dünyâmızın muayyen
devirleri var ki, o devirlerde bâzı şahıslar doğuyor, o şahıslar Dünyâmızın icaplarını
gerek Fizik, gerek Metafizik Âlem'de bir takım keşifler yapıyor. Sosyal alanda en
büyükleri meydana getiriyor. Bu devirlerin hedefleri ve sebeplere nelerdir?.. Meselâ,
17. Asır, 19. Asır gerek Edebiyat, gerek ilim olayında en çok keşiflerin yapıldığı devirler.
Bunu lûtfeder misiniz?
V- Dinleyin!... Ayağınızı bastığınız Toprak da ilk meydana geldiği gibi değil tabii... İçinde
bulunduğunuz renkler, şekiller de ilk defa olduğu gibi değil. Bunların hepsi bir
Tekâmül'ün izini tâkip ediyor. Fakat Beşer'in bu Tekâmül'e ayak uydurması lâzım.
Beşer'in bu Tekâmül'ün sırrını çözmesi lâzım... Bu dediğiniz asırlar hamle asırlarıdır.
Bu hamleler bir takım sırları ortaya dökerler. Ondan sonrakiler bunu çözmeye kalkarlar.
Bu hamlenin hududu bitti mi, ikinci bir hamle başlar. Hangi saha yoksunsa, o hamle orada
olur. O biter, diğer tarafta olur. Çünkü bu yaşadığınız Toprağın da Tekâmül'ünü
noksansız tamamlaması lâzımdır. Mâdem ki başı var, sonu gelinceye kadar da
(devam
eder).

Dediğiniz asırda Edebiyat, metafizik gibi, yâhut herhangi bir mevzu çok ilerlemiştir.
Çünkü o asırda o âna kadar onların bilinmesi şarttır. Onları da kendileri vazifelendirilmiş
bir çokları meydana çıkarırlar. Ondan sonrakiler bunu çözmeye kalkarlar... Yalnız
noksan bir şey söylediniz. Öyle bir devir gelir ki, sizden asırlar evvel çözülenleri, siz
çok asırlarca sonra geldiğiniz hâlde, çözemiyecek duruma gelirsiniz. Ama bu,,
Tekâmül'ün duraklaması değil, Beşer idrâkinin bir an için duraklamasıdır. Bu duraklama
Kâinat'ın Tekâmül'ü için şarttır da, ondan... Ondan sonra gelen Tekâmüll'de bu
duraklama da tamamlanır... Anlaşıldı mı, efendim?
İ- Bir nev'i ileri atılmak için geri çekilmeye benziyor.
V- Onu anlatmak istiyorum... Şimdi asrınızda en ileri olan ne?.. Sual sorana soruyorum.
İB- Fizik.
V- Bundan evvel bu tamamlanmamıştı, değil mi?
İB-Hayır
(Tamamlanmamıştı.)
V- Şimdi tamamlanıyor... Ama bu demek değil ki, Fizik ilmi bu kadar hudutlu...

Bu Celse'nin kaydı banttan ancak bu kadar yapılmış... Yazılmaya devam etmesi genek... Ama kim makaralı teyp cihâzının başına oturacak ta, yazacak?... Belki ilerde biri çkar da, yazar.

Ancak bu kadarı da yeter bize. Üstat diyor ki, "Duraksama, duraklama görünen devirler bile Tekâmül içindir. O duraklamadan sonra bir atılım gelir. Bunu Fizik ve Elektronik dallarında 1990'dan beri görüyoruz. Çevirmeli telefondan fener-fotoğraf makinesi-kamera-sinema makinesi-bilgisayar-internet-hesap makinesi-kayıt deposu, hepsi bir arada olan cep telefonlarına gelmedik mi?... Aynı şekilde radyo ve tek kanallı renksiz televizyonlardan çok kanallı, durdurmalı-gere sarmalı-kayıtlı-istediğini seyredeceğin televizyonlara geçtik. Otomobillerdeki değişiklikler, insansız uçaklar hep bu son 30 yılın ürünü...

Tekâmül'ün cilvesi boldur.

Ruhi Selman

selman@journalist.com

  • Önemli Sayfalar:

    - BİR SPİRİTUALİSTİN DÜNYASI - ANA SAYFA
    - BİR TEBLİĞ
    - ÖLÜM VE SONRASI
    - ÂHİRETTEN SİMÂLAR - 1
    - ÂHİRETTEN SİMÂLAR - 2
    - ÂHİRETTEN SİMÂLAR - 3
    - ÂHİRETTEN SİMÂLAR - 4
    - ÂHİRETTEN SİMÂLAR - 5
    - ÂHİRETTEN SİMÂLAR - 6
    - ÂHİRETTEN SİMÂLAR - 7
    - ÂHİRETTEN SİMÂLAR - 8
    - ÂHİRETTEN SİMÂLAR - 9
    - ÂHİRETTEN SİMÂLAR - 10
    - ÂHİRETTEN SİMÂLAR - 11
    - ÂHİRETTEN SİMÂLAR - 12
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 50
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 51
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 52
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 53
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 57
    - ÂHIRET'TEN SİMÂLAR - 58
    - ÂHIRET'TEN SİMÂLAR - 59
    - ÂHIRET'TEN SİMÂLAR - 60
    - ÂHIRET'TEN SİMÂLAR - 61
    - TEKÂMÜL'E GİDEN YOL
    - NEYZEN TEVFİK'TEN BİR ŞİİR
    - BİR OBSESYON VAK'ASI
    - ÖTE ÂLEM'DEN ŞİİRLER - 1
    - RÜYÂLAR - 1
    - REİNKARNASYON - 1
    - REİNKARNASYON - 2
    - KADIN HAKKINDA BİR TEBLİĞ
    - FİNCAN CELSELERİ - 1
    - FİNCAN CELSELERİ - 2
    - FİNCAN CELSELERİ - 3
    - EKMİNEZİ ÇALIŞMASI
    - İMAJ VE İLK YÜKSELME
    - RÛHÎ FİLİMLER - 1
    - ENTERESAN RÛHÎ OLAYLAR
    - ERGUN ARIKDAL VE SÂDIKLAR PLÂNI'NI TENKİT
    - BÜLENT ÇORAK VE DÜNYA KARDEŞLİK BİRLİĞİ SAFSATASI
    - CENAP BAŞMAN VE MARON TARİKATI