BİR SPİRİTUALİSTİN DÜNYASI

EKMİNEZİ - İLK YÜKSELME - İMAJLAR

Elimizdeki Reinkarnasyon vak'alarının tümünü "REİNKARNASYON" sayfasına taşıdık. Burada Ekminezi, İlk Yükselme ve İmaj çalışmaları var.

Şimdi nakledeceğimiz Celse Medyum Şükran Hanım'la yapılan Ekminezi denemesi.... Medyum uyutulur, iyice derinleştirilir, sonra geçmişe götürülür.

Medyum: Şükran
Tarih: Temmuz 1965
Usûl_ Hipnoz
Özelliği : Ekminezi

İdâreci- Sizi üç yaş gençleştiriyorum. Sene 1962... 20 Haziran... Saat 17:00...
Nerdesiniz ve ne yapıyorsunuz?
Medyum- .... Tiyatrodaym.
İ- Ne yapıyorsunuz?
M- İşler yok ki.
İ- Ne yapıyorsunuz?
M- Çene çalıyoruz.... Yaz tâtili...
İ- kiminle?
M- Arkadaşlarla.
İ- Peki. İki sene daha gençleştiriyorum. Sene 1960... 18 Kasım... saat sabah 11:00...
Nerdesiniz ve ne yapıyorsunuz?
M- ... Gene tiyartrodayım.
İ- Ne yapıyorsunuz?
M- Şimdi çok çalışıyoruz.
İ- Ne çalışıyorsunuz?
M- Ekim'de tiyatrolar açılır... 1 Ekim...
i- 18 Kasım...
M- Biliyorum. Anlatacağım... 18 Kasım en verimli devredir bizim için. Perdeler
açılmıştır... Bir sürü eser var.... Bir sürü eser okunacak...
İ- Hangi eseri şimdi çalışıyorsunuz?
M- Jal Sezar... Jül Setar...

Medyum 5 yıl önce hangi eseri sahnelediklerini uyanıkken de hatırlayabilir. Bu bakımdan verdiği ad önemli değil... Ama oynanıp oynanmadğını bulabilseydik, iyi olurdu.

İdâreci- Sene 1955... 10 Şubat...
Medyum- Hah hah hah.... Yaş günüm...
İ- Öyle mi?... Saat 21:00... Nerdesiniz ve ne yapıyorsunuz?
M- Evde kutluyoruz...
İ- Kaçıncı yaş gününüz?
M- 1929 doğumluyum.
İ- Kaç yaşındasınız yâni?
M- 29...
İ- Peki. Sene 1950... 10 Nisan... Saat 20:00...
M- Saat 20:00.... Evdelyim.
İ- Ne yapıyorsunuz?
İ- Yalnız... annemle...
İ- Ne yapıyorsunuz?
M- Dertleşiyorum.
İ- Peki... Sene 1940... 31 Aralık... Saat 23:00... Nerdesiniz ve ne yapıyorsunuz?
M- ... Babam o zaman sağdı... Çok neşeliydik öyle gecelerde...
İ- Ne yapıyorsunuz?
M- Bütün akrabalar bizde toplandık... Güzel bir gece..
İ- Üstünde ne renk bir elbise var?
M- ... Sarı...
İ- Sarıyı çok mu seviyorsun?
M- Seviyorum.
İ- Peki, efendim... Sene 1935... 20 Nisan.. Sabah saat 10:00... Nerdesiniz?
M- Okul çağına gittiniz... İlkokul...
İ- Peki, ne yapıyorsunuz?
M- Mektepteyim... Oynuyorum...
İ- Hangi mektepte?
M- Kayaş'tayım... Kayaş İlkokulu'ndayım...
İ- Kaçıncı sınıfta?
M- Dörtten beşe geçeceğim.
İ- Ne oynuyorsun?
M- ... Halka olmuşuz... Dönüyoruz...
İ- Peki... Sene 1930... 15 Ağustos ... Saat 10:00... Nerdesiniz ve ne yapıyorsunuz?
M- ... İstanbul'dayım.
İ- Ne yapıyorsunuz?
M- Dayım çok hasta... Onun yanındayız...
İ- Kaç yaşındasınız?
M- Okula başlıyacağım. Başlamıyorum çünkü Ankara'ya gelmemiz lâzım.
Babam burada.. .
İ- Bir dakika... Sene 1930... 15 Ağustos...
M- 1930 mu dediniz?
İ- Evet.
M- Ohh!... Ohh!... Bebek...
İ- bebeksiniz... Nerdesiniz?
M- ... Annem oynuyor benimle... Ne kadar da güzel!...
İ- Peki. Sene 1929... 10 Şubat... saat 24:00... Nerdesiniz ve ne yapıyorsunuz?
M- .... Ahh!... Dünyâ'ya geldim!..
İ- Ne kadar oldu Dünyâ'ya geleli?
M- .... İki saat...
İ- Peki... Sene 1929... 10 Şubat... Saat 21:30... Nerdesiniz?
M- ... Annemi hazırlamışlar... Uyudum...
İ- Nerede uyuyorsun?
M- Karyolada...
İ- Peki, saat 21:00... Ne yapıyorsun?
M- ... Yaramazlık yapıyorum... Beni uyutmamak istiyorlar... Ama...
İ- Saat 21:00... Nerdesin ve ne yapıyorsun?
M-
(değiştirir) ... Burada yokum...
İ- Nerdesin?
M- Yokum.
İ- Nerdesin?
M-.... Başka yerde...
İ- Neresi orası? Anlatır mısın?
M- .... Öff!... Dönüyorum... Dönüyorum, dönüyorum... böyle hep dönüyorum...
Dönüyorum, sonra böyle iki kat oluyorum... Ama hiç bir şey görmüyorum...
İ- Peki, 21:15...
M- ... Hep böyle devam ediyor.
İ- 21:30...
M- Çok dar bir yerdeyim... Dar geliyor artık... Üff!.. Nasıl sıkılıyorum, bilseniz
artık... Çok sıkıldım...ama gene de güzel...
İ- 21:40...
M- ... Sanki gözlerim açılıyor benim... Görmek istiyorum Renkler, renkler...
Renkler, renkler... Renkler var..
İ- Peki. 21:50...
M- ONLARDAN BİRİ GELİYOR... "Artık sen bizden değilsin" dedi... Beni "Öbür
Dünya" dedikleri yere gönderecekler...
İ- 22:00...
M-... Böyle bâzan nasıl oluyorum... Sanki bir feryat kulaklarıma geliyor...
ve birisi sanki böyle beni eziyor... Eziliyorum... bir şey bastırıyorlar....
bastırıyorlar beni mütemâdiyen...
İ- 22:10...
M- ... Çok çok sıkıntılıyım... Keşke hiç gelmesem!...
İ- İstemiyorsun gfelmeyi.
M- Burası daha güzel... Her gün ne güzel... hep geliyorlar,. oynuyorduk... Ohh!..
İ- 22:15...
M- ... Bir tâne var, biliyor musun?... Hep bana diyor, "Gitme!"... Durun... Bak!...
Biliyor musunuz, benim bir eşim var... Eleleyiz... İkimiz elele...
İ- Berâber mi geliyorsunuz?
M- Ama o söz verdi. Geri gidecek. Ben kalmak istedim. Sordular bize...
ne kadar güzel o çocuk!.. Keşke ben de gitseydim
(geri) ...
Sarıldık böyle birbirimize...
İ- 22:30...
M- Ohh!...
İ- Neredesiniz ve ne yapıyorsunuz?
M- Artık ÇIKIYORUZ Dünya yüzüne...
İ- 22:45...
M- Hangimiz önden gidelim bu dünyâya, bilmiyorum... O diyor ki, "Ben geri
döneceğim.Ben evvel gideyim." Ben de inat ediyorum, "Gelme" diye...
Ben gitmek istiyorum. ... Nihâyet o gitti... Ben yalnızım...
İ- Saat 23:00...
M- Ben yalnızım... Ben de çıktım ondan sonra...

Burada açıklanması gereken bir kaç husus var... Medyum, İdâreci "21:30" deyince önce kendini karyolada görüyor... Sonra gerie gidip "21:00" dediğinde "Yokum" cevâbını veriyor. Târihi yanlış algılıyor. Bunu 1930 yılı için de yapmıştı... Sonra İdâreci dakika dakika ilerleyerek sorunca bizce doğruyu ve enteresan cevaplar vererek anlatıyor... Doğuma yardım edenler sâdece Bu Dünyâ'da değil... Öbür Dünyâ'da da doğmak üzere olan, dünya değiştirmek üzere olan Varlığa yardım edenler var. Bu ölüm için de böyle... Dâima birileri gelir yardım eder. Biz Buradan uğurlarken, Oradan birileri karşılar...

İşte o yüzden ana karnındaki Varlık, "ONLARDAN BİRİ"nin geldiğini görüyor... Ve o gelen, "Artık sen bizden değilsin. Öbür Dünyâ'ya gidiyorsun" diyor. "Öbür Dünya" dediği bizim dünyâmız... Enteresan değil mi?.. Biz de onlarınkine "Öbür Dünya" diyoruz... Sonra bizim Varlık Dünyâ'ya geleceğine hayıflanınca, o Yardımcı Varlık onu bir nevi teselli ediyor., hattâ birlikte geliyormuş gibi davranıyor. Sarılıyor... Bizim Varlığın tkavrı tıpkı ölemk istemiyen birinin ölüm döşeğindeki hâline benziyor. Gitmek, daha doğrusu buraya gelmek istemiyor. "Burası daha güzel... Her gün ne güzel... hep geliyorlar,. oynuyorduk" diye dert yanıyor... Bu arada annesinin doğum feryatlarını da işitiyor... Sonra "ÇIKIYORUZ" diyor ama Yardımcı Varlık o çıkarken kendi âlemine dönüyor... Bizim varlığın, doğan bebeğin "Keşke ben de gitseydim geri" diye sızlanması boşuna!. Bir kere geldi Dünyâ'ya!..

Ekminezi'nin bu kısmı gerçekten harika... Bakalım bundan sonra ne olacak?

İdâreci- Şimdi daha gerilere gidiyoruz... Sene 1900... Neredesiniz
ve ne yapıyorsunuz?
Medyum- ??? 1900?
(İdâreci ay, gün ve saat verseydi daha iyi olurdu.)
İ- Evet.
M- O zamanki çok başka...
İ- Nedir o?
M- Çok başka...
İ- Nedir o başka olan?
M- Evli bir kadınım...
İ- İsminiz nedir?
M- PERVİN...
İ- Nerede oturuyorsunuz?
M- İstanbul'da... Aksaray'da...
İ- Kaç yaşındasınız?
M- ... 23...
İ- Kocanızın adı nedir?
M- CEMİL...
İ- Kocanızın adı Cemâl, değil mi? Ne iş yapıyor?
M- CEMİL... Subay...
İ- Çocuklarınız var mı, Pervin Hanım?
M- Yok.
İ- Kaç senedir evlisiniz?
M- Üç.
İ- Kocanız kaç yaşında?
M- 28...
İ- Rütbesini söyler misiniz?
M- Üsteğmen... İzinsiz evlendik biz.
İ- Çok mu seviştiniz?
M- Değil öyle.
İ- Nasıl oldu bu iş?
M- Annemin arkadaşının oğlu idi.
İ- Erkek arkadaşının oğlu mu?
M- Hayır, kadın arkadaşının. Aynı mahallede idik.
İ- Sevmedin mi kocanı?
M- Seviyorum. Ama sevişerek evlenmedik.
İ- Peki, hangi sınıftan?
M- Topçu...
İ- O da sizi seviyor mu?
M- Seviyor.
İ- Evet, Pervin Hanım... Şimdi sizi 20 sene gençleştiriyorum... Sene 1880...
Mayıs ayının 8'i... Sabah saat 10:00... Nerdesiniz?
M- .... Hazırlık var.
İ- Nereye?
M- Kıra...
İ- Kıra mı gidiyorsunuz? kimlerle?
M- Dolu...
İ- Kaç yaşındasınız?
M- 12... Yok değil...
İ- 1880...
M- Daha küçüğüm... Daha küçüğüm... Daha küçüğüm...
İ- Üç yaşında... Annezin adı ne?
M- HACER...
İ- Babanızın adı?
M- ALİ...
İ- Ne iş yapıyor babanız?
M- Babamın dükkânı var.
İ- İstanbul'da nerede oturuyorsunuz, Aksaray'da?
M- Aksaray'da.
İ- Aksaray'ın neresinde?
M- Surlar...
(İdâreci bu soruları daha büyük yaşlarda sormalıydı)
Gel bu tarafa...
İ- Surlar... O tarafa doğru geldik..
M- Oradan gir...
İ- Yedikule'den mi?... Haa!.. Yedikule tarafından mı giriyoruz?
M- Çok!...
İ- Oraya gitmiyor muyuz?
M- Çingeneler var orada.
İ- Babanız ne iş yapıyor?
M- "Bakkal dükkânı var" dedim.
İ- Şimdi Pervin Hanım, sizi tekrar yaşlandırıyoum... Sene 1900... 10 Nisan...
Saat 11:00... Nerdesiniz ve ne yapıyorsunuz?
M- ... Evdeyim.
İ- Ne yapıyorsunuz?
M- İş yapıyorum.
İ- Peki. Sene 1905... 7 Haziran... Saat 18:00... Nerdesiniz ve ne yapıyorsunuz?
M- ... Ben hastayım...
İ- Neyiniz var?
M- Mühim değil... Bir yolcumuz var...
İ- Haa!... Ne kadar daha var yolcuya?
M- Üç ay...
İ- Peki... Sene 1905... 10 Eylül... saat 24:00... nerdesiniz ve ne yapıyorsunuz?
M- Kızımla yatıyoruz...
İ- Adını koyydunuz mu? Güzel mi kızınız?
Çok!...
İ- Kendinizi bana târif eder misiniz? Saçlarınız sarı mı?
M- Cıhk...
İ- Siyah mı? Esmer misiniz?
M- Tabii...
İ- Güzel misiniz?
M- Diyorlar.
İ- Kızınız da güzel. Size mi benzemiş?
M- Babasına.
İ- Daha yakışıklı baba.
M- Sarışın...
İ- Çapkın ama.. Ben onu gördüm Aksaray'da. Sulukule'ye gidiyor arada bir.
M- Saatle gelir.
İ- Desene despotsun. Adam da kazakmış ha!
M- İsterse gelmesin!
İ- Şimdi biraz daha yaşlanalım... Sene 1908... 24 Temmuz... Saat 16:00... (1)
M- Evet???
İ- Neredesiniz, anlatın bakalım.
M- ... Off!... Çok kederli günüm.
İ- Ne oldu?
M- Gitti o!..
İ- Kim gitti?
M- Kocam.
İ- Nereye gitti?
M- Harbe...
İ- Nerede harp var? Biliyor musun?
M- Çin'de... Bilmiyorum... Gelmedi hiç...
İ- Peki. Sene 1910... 15 Ocak ... Saat 17:00... Nerdesiniz ve ne yapıyorsunuz?
M- ... Mücâdele ediyorum.
İ- Kiminle?
M- Hayatla...
İ- Neden? ne oldu?
M- Yalnızım.
İ- Kocan ne oldu?
M- Gelmedi...
İ- Ne kadar oldu gideli?
M- 1908'de gitti.
İ- Gidiş o gidiş... Evet... Sene 1915... 5 Eylül... Saat 14:00... Nerdesiniz?
M- ... Bıktım artık!..
İ- Neden bıktın?
M- Hayattan.
İ- Neden?
M- Evlât yetiştirmek çok zor.
İ- Kızın kaç yaşında?
M- Mektep çağını geçti, gidiyor...
İ- Adı ne kızının?
M- PERİHAN...
İ- Peki, efendim... Sene 1920...
M- ... Artık ihtiyarladım ben...
(43 yaşında)
İ- 10 Ekim... Saat 10:00... Sabah... Nerdesin ve ne yapıyorsun?
M- Evdeyim.
İ- Ne yapıyorsun?
M- Yaşlandım artık...
İ- Kaç yaşındasın?
M- Kırkın üstünde.
İ- Peki, Pervin Hanım... Sene 1925... 6 Mayıs... Sabah saat 11:00...
Nerdesiniz ve ne yapıyorsunuz?
M- .... Hastayım...
İ- Neyiniz var?
M- Çok hastayım.
İ- Neyiniz var?
M- Doktor istedik.
İ- Doktor istedin?
M- Kızım...
İ- Ateşin mi var?
M- Hayır, kâlbim...
Peki... Sene 1926...
M- O kadar gitme!
İ- ??? Efendim?
M- O kadar gitme.
İ- Neden? Sene 1926...
M- 25'in içinde ben gittim.
İ- Hangi aydı?
M- 1925...
İ- Hangi ay?
M- Ekim ayı?
İ- Ekim ayı... Kaçında?
M- 18...
İ- Saat kaçta?
M- ... 15:00...
İ- ALLAH rahmet eylesin... Şimdi, Pervin Hanım, Sene 1925.. 6 Mayıs...
Saat 11:00.. Nerde idiniz?
M- Ben evdeydim...
İ- Kızınız ne yapıyor?
M- Çalışıyor...
İ- Nerde çalışıyor? Evli mi?
M- Terzi yanında.
İ- Nerede oturuyorsunuz?
M- Aksaray'da.
İ- Aynı evde mi?
M- Baba evi...
İ- Peki, efendim... Şimdi Sene 1928... 15 Mayıs... Nerdesiniz ve ne yapıyorsunuz?
M- ... Emir bekliyorum..
İ- Efendim???
M- Emir bekliyorum.
İ- Ne bekliyorsunuz? Ne yapmaya?
M- Hazırlıyorlar.
İ- Nereye?
M- Bilmem... Tekrar Dünyâ'ya...

Bu noktadan sonra İdâreci, Şubat 1929 doğumlu olan Medyum'un ana rahmine ilkahını tesbite çalışacak. 1929 Şubat'tan 9 ay geriye gidince, Mayıs 1928'e denk gelir. 10 günü de eklersek, 1928 Mayıs sonu, hattâ 31 Mayıs olması lâzım... İdâreci biraz erken taramaya başlamış. Bakalım ne çıkacak?

İdâreci- Peki, efendim... Sene 1928... Orada mısınız?
Medyum- Daha gelmedim.
İ- Evet... Sene 1928... 21 Mayıs... Saat 23:00... Neredesiniz ve ne yapıyorsunuz?
M- Hazırlıyor.
İ- Nereye? Anlatır mısınız bize, ne şekilde hazırlık oluyor?
M- Bir sürü böyle ... insanlar var... Hepsi güzel... Hepsi iyi...
İ- Nereye hazırlıyorlar sizi?
M- Dünyâ'ya gönderecekler.
İ- Ne zaman gönderecekler, biliyor musunuz?
M- Biliyorum.
İ- Ne zaman?
M- Onlar hazırlıklarını bitirecekler.
İ- Peki.. Sene 1928... 22 Mayıs... Saat 23:00... Neredesiniz ve ne yapıyorsunuz?
M- Artık bütün her şeyi hissediyorum.
İ- Ne gibi? Neler hissediyorsunuz?
M- Kardeşimle.
İ- Kardeşinizle? Onu tanıyor umsunuz?
M- Tanıyorum.
İ- Anneni, babanı tanıyor musun?
M- Cıhk!..
İ- Hiç tanımadın mı?
M- Cıhk!...
İ- Tanımıyorsun, yalnız hazırlık yapıyorsun, öyle mi?... Kardeşin berâber...
kız mı, erkek mi?
M- Erkek...
İ- Peki. 23 Mayıs... Saat 23:00... Nerdesin?
M- Annemdeyiz işte...
İ- Ne kadar oldu annene geleli?
M- Artık yaklaştık, Dünyâ'ya geleceğiz.
İ- Şimdi sizi biraz geriye götürüyorum.. Sene 1928... 15 Mayıs... Nerdesiniz?
M- İşte söyledim demin.
İ- Bir daha lûtfediniz.
M- Hazırlıyorlar bizi...
İ- Ne gibi hazırlıklar/ Ne tavsiye ediyorlar?
M- Onlar bizi hazırlıyorlar.... Biz emir almıyoruz... Onlar bizim
uzuvlarımızı yapıyorlar.
İ- Uzuvlarınızı yapıyorlar. Tabii...
M- Her gün bir parmak... En zoru ne, biliyor musunuz? ... Off!... burun!...
Yapıyorlar, bozuyorlar. Yapıyorlar, bozuyorlar... Günlerce...
Zerrin Bey- Peki, meselâ, bâzısı doğuştan bir ciğeri yok... Bu zafiyet onların
isteyerek mi yapmasından dolayı?
İ- Şunu lûtfen öğrenebilir miyiz? Bâzı bu hazırlanışlarda uzuvlarda
noksanlıklar, zayıf olarak Dünyâ'ya geliyor. Onlar kasten mi yapılıyor?
M- Emir aldıkları yer biliyor...
Siz gelirken bir vazife ile yüklü olarak geldiğinizi biliyor musunuz?
M- En son hazırlıklarımı yaparken... Ellerinde güzel, incecik bir şeyle
ALIN YAZISI yazıyorlar. "İşte senin Alın Yazın" dediler, "Ne yazdıksa,
ölünceye kadar onu çekeceksin" didiler...
Zerrin Bey- Orada o Ruhun ona karşı bir savunması, itirâzı, bir şeyi var mı?
İ- Olmaz. Hazırlıyorlar zâten. Onu isteyerek gelir. Noksanıyla gelir...
Sizin bu Alın Yazınız'dan memnun musunuz?
M- Memnunum...

Celse burada bitiyor. Ama o kadar çok söylenecek şey var ki, bilmem, nefesim yetecek mi?...

Önce anlamadığımız, ve o zaman benim araştırmadığım kısım... Medyum'un bir ikiz kardeşi var mıydı?... Bilmiyorum... Birisiyle birlikte hazırlanmış... "Annemdeyiz işte" dediğine göre var... Ama bir de onu yolcu eden, sonra geri dönen Yardımcı Varlık vardı yanında... Kardeşinden o âna kadar hiç bahsetmiyor.... Sonra 23 Mayıs'ta "Annemdeyiz işte" diyor, o zaman 9 ay 18 günde doğmuş olurlar... Bilemem, doktor değilim... Gecikmiş doğum olabilir mi?.. Yoksa Medyum gene târihleri şaşırdı mı?..

Sonra Medyum bir hazırlıktan bahsediyor. buna hiç itirâzımız yok... İnsan pikniğe giderken bile bir hazırlık yapar. Dünyâ'ya gelmek hazırlıksız olur mu hiç?.. Ama "Uzuvlarınızı yapıyorlar... Her gün bir parmak" diyor. Anlaşıldığına göre uzun bir süreç... Ama biz bedenin ana karnında oluştuğunu biliyoruz. Hazır gelmiyor ki!... Belki de geliyor... Muhtemelen bahsettikleri diğer bedenler... İnsan soğan katları gibi birbirinin üstünei kat kat sarılan bedenlerden oluşuyor. Bunlara Astral Beden, Mental Beden gibi adlar veriyorlar, ben hiç öğrenemedim. Herhalde o bizim görmediğimiz bedenlerde yapıyorlar bu ameliyeyi... Tabii yapılıyorsa!... Bilemeyiz ki!... Biz ancak dinlediklerimizden aklımıza yatanları kabul ediyoruz. Yoksa ispatımız, delilimiz yok... Bunu da Orada Vazifeli Varlıklar yapıyorlarmış... Aldıkları EMİR'e göre yapıyorlarmış... Geldik gene VAZİFE VERENLER, VAZİFE ALANLAR / EMİR VERENLER, EMİR ALANLAR bahsine... Bundan hiç kuşkumuz yok. Çünkü görüştüğümüz hemen her Varlık bunu söylüyor, en azından imâ ediyor...

Ve bir de ALIN YAZISI meselesi var... Medyum bunu fizîken yapılıyormuş gibi anlatıyor, tabii bu bir canlandırma... ALIN YAZISI , KADER ... Onu da anlattık bir kaç defa...

(1) Medyum 24 Temmuz 1908'de kocasının gittiğini ve bir daha gelmediğini, hayat mücâdelesinden bunaldığını anlattı... Kocası Çin'e gitmeyip; dağa mı çıktı?... Çünkü o dönemde dağa çıkan subaylar var... Kendisi II. Abdülhamid devrinde genç bir subay... ve genç subayların hemen hepsi İttihatçı ve Abdülhamid'e karşı ayaklanmak üzereler.

İlk olarak 3 Temmuz 1908 târihinde Resne'de Kolağası Resneli Niyazi Bey'in 400 asker ve sivilden oluşan bir çete ile dağa çıkması ile başladı. II. Abdülhamid'in ihtilâle yönelik tedbirleri, subayların İttihat ve Terakki Cemiyeti üyesi olmaları nedeniyle işe yaramadı. Cemiyet'in Manastır merkezi, Paâişâh'a, "Kanun-ı Esâsî'yi yürürlüğe koymasını ve 26 Temmuz'a kadar Meclis-i Mebusan'ın açılmasına izin vermesini" isteyen bir telgraf çekti. Eyüp Sabri (Akgöl ) kumandasındaki Ohri Taburu ile Niyazi Bey'in komutasındaki Resne Taburu 22 Temmuz gecesi Manastır'da birleşti ve Manastır Fevkalâde Kumandanı olarak görevli bulunan Miralay Fevzi Bey'i dağa kaldırdılar. 23 Temmuz günü atılan 21 pare top atışı ile Manastır'da İttihat ve Terakki Cemiyeti tarafından Meşrutiyet yönetimi ilân edildi ve karar telgraflarla Yıldız Sarayı'na bildirildi.

24 Temmuz'da, Medyum'un üzüldüğü gün, baskılara daha fazla dayanamayan Sultan II. Abdülhamid Kanun-ı Esâsî'nin yeniden yürürlüğe konmasına karar verdi ve resmî ilân ertesi sabah gazetelerde yayımlandı. Böylece İkinci Meşrutiyet ilân edilmiş oldu. Ama iş orada bitmiyor... Üsteğmen Cemil Selânik'te, Manastır'da değil, İstanbul'da... Dağa çıkmış olamaz.

Medyum, "Çin, savaş" deyince, tüylerim diken diken olmuştu. " İnsan atar ama, bu kadar da palavra olmaz" diye düşünmüştüm. Sonra "Ne olur ne olmaz, bir araştıralım" diye İnternet'e daldım... Meğer Sultan Abdülhamid Han'ın bir Çin Siyâseti varmış. E, bizimkiler Abdülhamid Han'ın saltanat döneminde (1876-1909) yaşadıkları için bir bağlantısı olabilir diye, araştırmaya devam ettim.

II. Abdülhamid’in İslâm Birliği Siyâseti, 1890 senesinden itibâren Çin’deki Müslümanlar arasında Halife sıfatıyla etkisini göstermeye başlamış. Bu dönemde, özellikle Pekin’deki Müslümanlar başta olmak üzere, ülkedeki bütün Müslümanlar Cuma namazlarındaki hutbeyi II. Abdülhamid adına okumaya başlamışlar. Bu ülkede yaşayan Müslümanlar içerisinde, Çinli olanların dışında, Uygur, Kazak, Moğol, Kırgız, Salar, Özbek, Tatar, Dungan kökenli topluluklar da varmış. Bu toplulukların büyük bir kısmı hâlen Doğu Türkistan’da, Çinliler'in 1955 senesinde resmen kurdukları Sincan Uygur Muhtar Bölgesi’nde yaşamaktadırlar.

21 Eylül 1898’de İmparator Kuang Hsu’yu iktidardan devirerek başa geçen İmparatoriçe Tzu Hsi’nin aldığı kararlar, ülkede Avrupa düşmanlığının fitilini ateşlemiştir. İsyana katılan 70 bin Boxer savaşçısı arasında, Kansu eyaletinden gelme 10 bin Müslüman da bulunuyordu ve bunlar Pekin’e yerleşmişlerdi. İşte bu nedenle zâlim, Emperyalist, Hıristiyan Avrupalılar'a karşı Çin’de ayaklanan Müslümanlar'ı yatıştırmak için, Alman İmparatoru II. Wilhelm, Abdülhamid’den yardım istemiştir. Bu talep üzerine Osmanlı Devleti, Çin Müslümanları'yla temasa başlamıştır. Ancak Abdülhamid’in bu teması, II. Wilhelm’in arzuladığı düzeyde olmamış, aksine oradaki Müslümanlar'ın daha düzenli hareket etmeleri neticesini doğurmuştur. Bunun üzerine imparator, başlangıçta Abdülhamid’in Çin’de yapacağı faaliyetleri maddeten destekleyeceğini belirtmesine rağmen, bundan vazgeçmiştir. Ancak Abdülhamid Han hareket tarzından vazgeçmemiş, Çin’e BİRBİRİ ARDINA HEYETLER göndermiş ve İslâm Birliği siyâsetini oluşturmaya orada da devam etmiştir. Abdülhamid Han “İslam Halifesi”dir. Böylece “Halife’nin temsilcisi” olarak onun görevlendirdiği yetkililer, Afrika, Japonya, Türkistan ve Çin’e gitmişlerdir. İslâm Birliği siyâseti içinde Çin’e gelen yetkililerden en önemlisi yaveri Mirliva Enver Paşa’dır, ama bizim bildiğimiz Saray'a damat Enver Paşa değil... Su Enver Paşa, 1848’de Osmanlı Devleti’ne iltica edip Müslüman olmuş, 1878’de Osmanlı ordusunda albaylık rütbesiyle görev yapan Polonyalı bir kontun oğluydu. Enver Paşa’nın başkanlık ettiği heyette, iki kâtip, iki âlim, İKİ ASKER ve çok sayıda personelden oluşmakta idi.... HAH, BULDUK!... Çin'de hem savaş, yâni isyan var, hem bu isyâna katılan müslümanlar var, hem Pâdişah oraya İKİ ASKER göndermiş... Bu askerler "er" olacak değil ya, biri bizim Mülâzım-ı Evvel Cemil olabilir im?

Her şey tutuyor da, târih tutmuyor!... Bu heyet 1898'de gitmiş... Bizim Cemil ise 1908'de... Peki, 1898'den sonra gidenler var mı?... VAR!... Abdülhamid Han, 1902 yılında Muhammed Ali adındaki bir ajanı Çin’e göndererek, oradaki Müslümanlar'la temasa geçirmiştir. 1905 yılında Süleyman Şükrü Bey görevli olarak gitmiştir. 1908 yılında Pekin “Darü’l Ulumi’l Hamidiyye” medresesi, yâni Pekin Hamidiye Üniversitesi açılmış ve kapısında Osmanlı bayrağı dalgalanmaya başlamıştır. Hem de Çin'i sömüren İngiliz, Fransız, Alman, Rus heyetlerinin gözü önünde!... Bu üniversitenin açılması için yine bir heyetin gelmiş olması gerekir. Biz deriz ki, Mülâzım-ı Evvel Cemil Efendi işte bu târihte Çin'e gelmiştir.

Delil yok, ama vallahi ben inandım... Bizim Devlet Tiyatroları Genel Müdürlüğü'nde sıradan bir memur olan Medyum Şükran Hanım, bu teferruatı nereden bilecek?... Çin'deki zâlim, emperyalist, Hıristiyan Batı Devletleri'ne karşı isyânı, yâni iç savaşı, Sultan II. Abdülhamid'in Çin'e heyet, heyette de asker gönderdiğini nereden bilecek?.. Ben câhil dahi bu Celse'yi incelerken şimdi (2020) öğrendim. Celse yapıldığında üzerinde durulmamış...

Ekminezi çalışmalarında teferruatlı sorular sorulur ki, geçmiş hayâtı bir şekilde ispat edebilir miyiz diye... Bir de geçmiş hayattaki şahsiyetin üzerine gidilir ki, Medyum'dan farklı bir karakteri var mı, onu tesbit edelim diye... Bu Celse'de ikisi de yapılmış... Çok değerli bir çalışma oldu şimdiki bulgularla...

Yalnız bir husus kaldı... Üsteğmen Cemil niye Çin'den çok sevdiği karısına dönmedi?... İki sebebi olabilir... Birinci yolda veya orada ölmüş olabilir. O zamanlar şehit olanların âilelerine şimdiki gibi heyet gönderilmiyordu. Âilesinin o yüzden haberi olmamıştır... İkinci sebep Dunganlar...

DUNGANLAR Çin'de ve Orta Asya'da yaşayan, Çin ve Türk kökenli Müslüman bir halktır. Çin'in Sincan Uygur Özerk Bölgesi'nde yaşayan Türkî halklar da bu etnik grubun üyelerini "Dungan"/"Tunggan" olarak bilirler. Ancak hem Çin, hem de Orta Asya'da yaşayan bu etnik grubun üyeleri kendilerini "Hui" olarak tanımlar. Tipleri Çinliler'den de, Türkler'den de, Araplar'dan da farklıdır. Kazakistan'da (1999 nüfus sayımı) 36.900 kişi, Kırgızistan'da (2009 nüfus sayımı) 58.049 kişi ve Rusya'da (2002 nüfus sayımı) 801 kişi Dungan olarak tesbit edilmiştir. Elbette Çin'de çok daha fazladır... Ben Dunganlar'la karşılaştım. Ne Çinliler'e, ne de bizim Orta Asya Türkleri'ne benziyorlardı. Sorduğumda bana "Çinli kızlarla Arabistan'dan gelen erkeklerin evlenmesinden oluştukları"nı söylediler. Çin'e Kanunî Sultan Süleyman zamanından (1520-1566) beri, hattâ Emevîler zamanından beri heyet ve kervan gidermiş... Emeviler devrinden itibâren gidenlerin kökeni Arap olabilir. "Arabistan" dedikleri sonradan Osmanlı toprağı olan yer... Çünkü Yavuz Sultan Selim'den beri hepsi tek ülke idi. Yâni, Türkiye'den giden Türkler, muhtemelen vazifeyle gidenler de var aralarında, orada uzun müddet kalınca, Çinli kızlarla evlenmişler ve yeni bir halk topluluğu ortaya çıkmış... İşte bizim Üstteğmen Cemil de ikinci ihtimâl olarak orada bir kızla evlenip kalmıştır.

Ne mâcera, değil mi?... Senaristler bu yazıyı okusa, bundan muhteşem bir dizi meydan getirirler.

*****


Medyumlar ile İmaj çalışmaları yapıldığı gibi, Hüviyet-Şahsiyet Değiştirme de uygulanır... Öğrenci Medyum Mustafa'yı tanıyorsunuz... Onun üzerinde böyle bir deneme yapıldı. Kendisine bir Avukat olduğu Telkin edildi ve bir dâvâda savunma yapması istendi. Medyum tereddütsüz, nutuk atar gibi konuşmaya başladı.

Medyum: Mustafa
Celse İdârecisi: Fethi
Tarih : 20 Eylül 1967
Usûl : Hipnoz yoluyla rûhî infisâl
Konu. Hüviyet Değiştirme - : Avukat
Hâzirûn: Muhtelif şahıslar

Avukat Medyum- Yüce Dîvân'ın saygıdeğer üyeleri!

Karşınızda gördüğünüz bu zavallı, işlemediği bir suçtan dolayı hapse mahkûm
edilmek isteniyor!!..

Saygıdeğer üyeler!... Adâlet târihi'ne geçecek bu kara sayfayı sizin yazmanızı
istemiyorum... Bu zavallı bir iftirâya kurban gitti!.. Şimdi yapmadığı bir suçtan
dolayı önünüzde boynu bükük olarak oturuyor. İşte!... İşte!... İşte, burda!...
Bakın, bakın!.. Eğer anlarsanız suçlunun hâlinden, anlayabilirseniz bunun suçluluk
derecesini de tâyin edersiniz. Bu suçlu mudur?... Size soruyorum!.. Suçu ne?...
Hırsızlık mı yapmış?.. Neden, neden?... Kim görmüş?.. Dâvet ediyorum görenleri.
İşte foyaları meydana çıkacak! Kendi sakladıkları paraları bu zavallının üzerine
attılar!... Ben sâdece bir yardımcıyım. Bu nâçiz görevimde size de bir parça
ışık tutabilirsem, ne mutlu bana!.. Adâletin kılıcı keskindir. Fakat mâsumlar
üzerinde denenmemeli! Adâletin kılıcının kestiği yer, hakikat çizgisiyle yalan
çizgisinin tam birleştiği yer olmalı!.. Ayırmalısınız doğruyla, haklıyla haksızı!

Kararı Yüksek Divân'ınıza bırakıyorum.

Ne dersiniz, başımız derde girerse, bu Avukat'ı tutalım mı?... Yalnız kendisi Avukat olmadı, Aktör de olmadı. Muhendis oldu.

*****


Bir Hüviyet değişimi çalışması daha... Yine aynı Öğrenci Medyum'dan... Bu sefer kendisinin Şâir olduğu Telkin edildi, bize şiir okuması istendi. Medyum tereddütsüz başladı okumaya.

Medyum: Mustafa
Celse İdârecisi: Fethi
Tarih : 20 Eylül 1967
Usûl : Hipnoz yoluyla rûhî infisâl
Konu. Hüviyet Değiştirme - : Şâir
Hâzirûn: Muhtelif şahıslar

Şair Medyum-

Mehtap dile gelmiş,
Âheste âheste sallanıyor agaçlar,
Dudaklar kapanmış,
Gözler süzülmüş,
Damla damla akıyor şarkılar
Tellerinden en ulvî sazın

İkinci şiir:

Seni arıyorum, ey güzel sevgili!
Gel artık, gel!
Bak, gözlerimde iki damla yaş
Dudaklarım kurumuş
Kâlbim yanıyor senin için

Dinle beni, ey sevgili!
Yakma hasret ateşinle artık
Bitsin, bitsin bu elemler
Gel, gel artık!
Gel bu ölürcesine sevdiğine, gel!

Yetsin, dinsin,
Kesilsin bütün kötülükler
Sen en temiz mehtap ışığından
Daha temiz olan kâlbini
Ser kâlbimin önüne!

Gel, bir tek gölge olalım
Şu mehtap ışığında
Gel ey güzel sevgili, gel!

Hiç fena değil, değil mi?..

*****


Bu Celse de aynı Operatör'den, ama başka bir Medyum'dan... İkinci yükseliş.... İlk yükselişte Hüseyin Molla diye bir Varlık ile karşılaşılmış Sohbet edilmişti. maelesef kaydı yok.

Medyum uyutulur, iyice derinleştirilir ve yükseltilir. Gördüklerini ve hissettiklerini anlatmaya başlar.

Varlık1 : Yunus
Varlık2: Mevlâna
Varlık3: Hüseyin Molla
Medyum: Tuncer
Celse İdârecisi: Fethi
Tarih : 28 Eylül 1967
Usûl : Hipnoz yoluyla rûhî infisâl
Hâzirûn: Tamer, Leylâ, Handan, Koray, Betül
Belma, Selma, Nur
Özelliği: İlk Yükseliş

İdâreci- Yükseliniz.... Yükseliyorsunuz... Neler görüyorsunuz?. Bize anlatınız.
Medyum- ...... Sâdece kuş gibi yükseldiğimi hissetmekteyim.
İ- Yükselmeye devam ediniz... Çevrenizde hiç bir şey görmüyor musunuz?
M- .... Sağ tarafım yemyeşil... Başka hiç bir şey görmüyorum.
İ- Yükselmeğe devam ediniz.
M- ..... Şimdi yıldızlar arasındayım... Her taraf SİMSİYAH.... Beyaz beyaz noktacıklar...
İ- Yükselmeğe devam ediniz.
M- ... Sanki o yıldızlardan birine doğru gittikçe yaklaşıyorum.
İ- Nasıl bir yıldız o?
M- PARLAK... Yaklaştıkça parlaklığı artıyor zâten.
İ- Daha sür'atli olarak yaklaşınız.
M- ... Bir değil, bir çok yıldız var burda... Ama nedense bunlar yanyana...
İ- ??? Yanaşınız... Daha iyi seçebiliyorsunuz şimdi.
(gereksiz Telkin)
M- Çok AYDINLIK burası... Gözlerim yanıyor!...
(ihtilâçlar, çırpınmalar) ...
Gözlerim yanıyor!..
İ- Rahatsınız!... Son derece rahatsınız...ve rahatça bakabilmektesiniz... Rahat!...
Daha rahat!..
M- .... Bunlar insan galiba...
(çırpınmalar, sarsılmalar devam ediyor)
Hepsi nûrânî görünüşlü ihtiyarlar...
İ- Kimmiş bunlar?
Bilmiyorum... Hepsi bembeyaz giyinmiş... Sakalları var, bembeyaz...
İ- Ka kişi var orada?
M-
(iç inden sayar) .... Yedi.

Medyum Karanlığı geçti. Aydınlık bir ortama geldi. Nûrânî görünüşlü ihtiyarlar ile karşılaştı. Bunlar iyiye işâret ama, yeterli değil... Bembeyaz giyinmiş olmaları, sakalları ve 7 sayısı gene iyi işâretler... Vasat-üstü Varlıkla ile karşılaştığımız intibaı veriyor... Bakalım, doğru mu?

İdâreci- Sor bakalım birisine, "Kimsiniz?" diye.
Varlık1- .....
(ses değişti) İhvân-ı Uşşâk'a hoşgeldiniz, Gönüller.
İ- Hoşbulduk... Kim olduğunuzu öğrenmemiz mümkün mü acaba?
V1- Elbette!.. Ben sizleri tanıyorum ama, siz benim kim olduğumu bilmiyorsunuz.
Ama biraz konuşalım, hemen anlarsınız kim olduğumu.
İ- Güzel. Buyurun o halde, sizi dinliyoruz.
V1-

Ağla gözüm, ağla
Gülmezem ayrık
Gönül dosta gider
Gelmezem ayrık

Ne gam bunda bana
Bin gez ölürsem
Anda ölüm olmaz
Gitmezem ayruk

Fenâ'dan Bakî'ye
Göç eyler olduk
Yöneldim sol yola
Dönmezem ayruk


İçinizde pek çoğunuz anladı bizim kim olduğumuzu, ama biz yine de söyliyelim :

Söyler aşk dilinden
Bunu Yunus
Ger tam âşık isem
Ölmezem ayruk

Dedik ya, böyle Celseler'de ya Atatürk gelir, ya Mevlâna... ya Yunus gelir, ya da Neyzen Tevfik... Uzaylılar'ı falan saymıyoruz... bâzıları hemen inanır, kabul eder. Biz ise hemen reddetmeyiz, inceleriz. her bakımdan!... İşâretler Vasat-üstü bir Varlık ile İrtibat'ta olduğumuz yönünde ama yeterli değil. O işâretler Varlığın Medyum'u etkileyerek verdiği İmajlar olabilir. Başka doneler gerek... Bizi İhvân-ı Uşşak'ta ağırlıyor... Ne demek İhvân-ı Uşşak?.. İHVAN, "sâdık, samimi candan dostlar, yakın dostlar, arkadaşlar, kardeşler, eş, dost, aynı okul veya tarikattan olan kimseler" demek... UŞŞAK ise "âşıklar" demektir. Böylece İhvân-ı Uşşak "âşıklar topluluğu" anlamında... Güzel... Demek ki oradaki ihtiyarların hepsi âşık, Hak Âşığı... ve belki Yunus gibi şâir... Ama bakalım, konuşan Yunus Emre mi?..

Şiirde vezin ve kafiye yok... Hece vezni bile değil. İilk mısra 6 heceli, ikincisi 5... Hadi 6-5 gidiyor diyelim, ona da uymayanlar var... Son kıt'anın ikinci mısrası 4 heceli ... Yunus'un bâzı şiirlerinde kafiye olmadığını biliyoruz. O açıdan önemli değil. Ama bâzı kelimeler de yanlış... Acaba banttan yâğıda gesirilirken mi yanlış yazıldı, yoksa Medyum yanlış mı nakletti, bilemiyoruz. "Ayruk" değil GAYRUK , "artık, bundan böyle" demektir. O zaman mısra bir mânâ kazanıyor, ama şiir kazanmıyor... İlk kıt'a " Artık gülmüyorum, onun için ağla gözlerim" doğru, ama "Gönül Dost'a , yâni ALLAH'a gider, ama ben artık gelmiyorum" yanlış mânâ... Hani bir tek "Gönül ALLAH'a yöneldi ama, nefsim ona uyamıuyor, gelemiyorum" gibi bir mânâ verirseniz, ve "artık" kelimesini atarsanız, olur...

İkinci kıt'a, "gez" değil KEZ , "defa, kere, sefer" demek... GEZ, "okun, kirişe geçen ucundaki kertik, tüfek, tabanca vb. ateşli silahlarda namlunun gerisinde bulunan ve nişan alırken arpacıkla birlikte göz ile hedef arasında aynı doğru üzerine getirilen kertik, yer ölçmeye yarar düğümlü ip, yapı işlerinde kullanılan çekül" demektir. Askerde "gez-göz-arpacık" bir hizâya getirilerek nişan alınır. Bu kıt'a anlamlı... "Bin kere bile ölsem, gam edinmem. ama aslında ölüm yok, ölüp gitmem artık" diyor, güzel...

Üçüncü kıt'a da fena değil... FENÂ , BEKÂ'nın zıddıdır "ölümlü olma, ölümlülük, yokluk. yok olma" demektir. BÂKÎ ise, "kalıcı, sürekli, devamlı. varlığının sonu olmayan. ölümsüz" demektir. Varlık, "Yokluk'tan, ölümlü olmaktan ölümsüzlüe göçer olduk" diyor, güzel... Ama "sola yönelmek" siyâsî mânâda olmasa da İsl^m'da makbûl değildir. "Derken kimin kitabı, sağ yanından verilirse, artık der ki: Gelin, işte okuyun kitabımı" (Hakka Sûresi , 19. âyet)Bunlar Cennet'te sefâ sürer... ve "Ve ama kimin kitabı, sol yanından verilirse artık der ki: 'Keşke verilmeseydi kitabım. Ve keşke bilmeseydim, nedir hesabım. Keşke, ölümle her iş bitmiş olsaydı. Bir fayda vermedi bana mallarım. Helâk olup gitti gücüm kuvvetim.' ... Böyle kimselere denilecek ki: 'Tutun onu da, zincire bağlayın" (Hakka Sûresi , 25-30. âyetler) Sallyın Cehennem'e!:.. Bu yüzden üçüncü mısradaki "sol" kelimesi yanlış alınmış... bizce "son" olmalıydı. Varlık, "Son yola yöneldim, artık dönmem" diyor, güzel...

Dördüncü ve tanıtım kıt'ası şiir açısından hiç güzel değil, ama mânâsı güzel.... "Yunus bunu aşk dilinden, aşk diliyle söylüyor. Eğer ben tam bir Hak âşığı isem, artık bana ölüm yok" diyor Varlık ki, bence çok güzel... Ama vezin-kafiye Hak getire!... Şöyle düzeltebiliriz:

Söyler aşk dilinden
Bunu da Yunus
Ger tam âşık isem
Ölmezem ayruk

Kabul edebiliriz... Ama bu bizim Yunus Emre mi?... Olabilir... Olmayabilir de... Yunus'un Dünyâ'da yazdıklarının üslûbuna benzemiyor. Medyum Esat'a gelen Yunus'un verdiklerine de benzemiyor. Ama mâna açısından benziyor. Daha önce de söylemiştik, Varlıklar her Medyum'da ayrı tezâhür eder. Kelimeler farklı olabilir ama, mânâ aynı ise, kabul ederiz... Yunus adında pek çok şâir var, biri de Âşık Yunus... Verdik onun şiirleri bir Celse'de... Veya azıcık şâirliği olup ta, bize Yunus diye görünmek isteyen bir Vasat Varlık da olabilir... Doğrusunu tesbit için daha çok done gerek... Biz Celse'ye devam edelim.

İdâreci- Evet, Üstâdım... Demek Yunus Emre olduğunuzu söylüyorsunuz.
Bu şiir Dîvânınız'dan mı?
Varlık1- Hayır... Bu verdiğimiz Mekân Âlemi'nde bulamazsınız. O Mekânsızlık Âlemi'nde
yazıldı. Şimdi bir tâne daha verelim... Bu gece daha fazla vermeyi isterdim ama,
bize MÜSAADE edilen bu kadar.

Yaka yaka kül eder
Her dikeni gül eder
HAK'tan yana yol eder
Erenler'in halveti

Sıdk ile giren kişi
Âh u zâr olur işi
Gözden akıtır yaşı
Erenler'in halveti

Toygurur ol illeri
Tiz geçirir belleri
Yakın eder Yolları
Erenler'in halveti

Seni sana bildirir
Ağlar iken güldürür
İrfan ile doldurur
Erenler'in halveti

Yunus, sen var, yürü!
Sanma bunu zâhirî
İçeriden de içeri
Erenler'in halveti

Bu gece bu kadar!... Hoşçakalın dostlar!...
İ- Işığınız bol olsun.

Gene burada duracak, şiiri inceliyeceğiz... Şimdi biliyorsunuz, Muharrem isimli Medyum'a gelen Varlık, bize iki şiir okumuştu, ikisi de aşırma idi, biri Niyâzi-i Mısrî'den... O târihlerde böyle imkân yoktu, Ancak çok bilgili iseniz, durumu tesbit edebilirdiniz. Şimdi ise, çok şükür, İnternet var, bir mısra yazınca o şiir biliniyor mu, bilinmiyor mu, hemen ortaya çıkıyor. Biz de "Erenler'in Halveti" yazdık, tarattık. Bir de ne görelim, ilâhiye dönüşmüş meşhur bir şiir imiş!... Yâni, kendini Yunus diye tanıtan Varlık bunu Mekânsızlık Âlemi'nde yazıp göndermemiş. Bu Varlık da aşırmış.

Yukarıda vermedik, İlk şiir de Yunus Emre'nin hayatta iken yazdıklarından. Verdiği tümü değil. Aslı da şöyle:

Ağla gözüm ağla, gülmezem gayrı,
Gönül dosta gider, gelmezem gayrı.

Ne gam bunda bana bin kez ölürsem,
Orda ölüm olmaz, ölmezem gayrı.

Yansın canım, yansın aşkın oduna,
Aksın kanlı yaşım, silmezem gayrı.

Göyündüm aşk ile ta kül olunca,
Boyandım rengine, solmazam gayrı.

Beni irşâd eden mürşid-i kâmil,
Yeter, bir el daha almazam gayrı.

Varlığım yokluğa değişmişim ben,
Bugün cana başa kalmazam gayrı.

Fenâ'dan Bâkî'ye göç eder olduk,
Yöneldim şu yola, dönmezem gayrı.

Muhabbet bahrının gavvası oldum,
Gerekmez, Ceyhun'a dalmazam gayrı.

Dilerim fazlından ayırmayasın,
Tanrım, senden özge sevmezem gayrı.

Söyler aşık dilinden bunu Yunus,
Eğer aşık isem, ölmezem gayrı

Gördüğünüz gibi vezni, kafiyesi tam... 11 heceli bir şiir...

Biz yukardaki incelemeyi, "şiiri İnternet'te bulamasaydık" anlayışı ile yaptık... Öyle ya, her şiir İnternet'e mi çıkıyor?... Bulamazsak, olduğu gibi kabul mü edecektik?..

Şimdi Varlığın bizi aldatmaya çalıştığı ortaya çıktı. Ama sualler bitmedi. Acaba Varlık bu şiirleri kendi mi biliyordu, yoksa Medyum'un şuurundan, şuurlatından mı aldı?.. Ne yazsak, bir "açıklama" mecburiyeti çıkıyor ortaya... Ne demek "şuur mu, şuuraltı mı"?... Eğer medyum şiiri ezberledi ise, onu şuurundan alır. Eğer Medyum bir vakitler şiiri duymuş ise, o şuuraltına inmiştir, Varlık ta oradan alır.

Aldatma çabasına rağmen Varlıın doğru söylediği iki ifâde var. Dünyâ için "Mekân Âlemi" demiş, doğrudur. Dünya Mekân ve Zaman Âlemi'dir. Farklar Âlemi'dir. Madde Âlemi'dir. Âyem-i Şuhud'dur, yâni bilinen gözle görülen, şâhit olduğumuz âlemdir. Âhıret Âlmemi ise, Varlığın dediği gibi "Mekânsızlık Âlemi"dir. Orada mekân yoktur. İşte onun için kavramakta zorluk çekiyoruz.... Varlık tehlike mi?... Şimdilik hayır... Aldanırsanız, belli olmaz.

Bir husus daha var, bu Varlık ta MÜSAADE'den bahsediyor. Hep söyleriz, Âhıret Âlemi'nde de MÜSAADE ALANLAR, MÜSAADE VERENLER var... Artık Celse'ye devam edebiliriz:

Medyum- ..... Şimdi biri var tam karşımda... Kafası çıplak... Sakalları bembeyaz... Alnı kırış kırış...
İdâreci- Kimmiş bu, sorar mısınız?
M- ... Sordum... Sâdece gülümsüyor... Çok tatlı bir bakışı var...
İ- "Kimsin?" diye sor gene.
M- ... "Hazır ol" diyor bana..."Şimdi öyle bir yere çıkacaksın ki, ömre bedel" diyor...
"Nasıl bir yer?" diye soruyorum... Sâdece "Görürsün" diyor...
İ- Haydi, çıkalım o hâlde.
M- .... Yükseliyorum.... yükseliyorum... yükseliyorum....
İ- Rahatça yükselmenize devam ediniz.
M- ....
(inliyor) ... Gene gözlerim yanıyor... Çok
Aydınlık... Yanıyorum...
İ- Rahatsınız.. Çok rahatsınız...
M- ... Güneşyten daha parlak SANKİ... Hiç bir şey seçemiyorum....

Celse ânında bu bilinemezdi ama, şimdi farkındayız. Medyum ilk yükselmesinde gene gözlerinin yandığından şikâyet etmiş, Yuksek Varlıklar'ın olduğu Vasat'a geldiği intibaı vermişti. Ama Varlığın aldattığı, hattâ yalan söylediği ortaya çıktı. Demek ki o Aydınlık, bir İmaj'dan ibâretti. Bu ikinci Aydınlığın, parlaklığın da öyle olma, bir aldatma olma ihtimâli var... Bakacağız... İkincisi, ilk gruptaki 7 kişi aynı Vasat'ta... Birisi aldattığına göre ikinci Varlık da yükselme, "ömre bedel yer" konusunda aldatıyor olabilir... "Sanki" kelimesi bir işâret... Bakacağız.

Varlık- ... (Sesi değişir)

Hem âyineyim ü hem likâim heme
Sermest-i piyâle-i bekâyım heme
Hem dafi-i rene ü hem şifâim heme
Hem âb-ı hayat ve hem sekâin heme

Bu mısralar banttan çözülebildiği kadarı ile yazılmış. Daha incelemeden kelimelerin doğru olmadığı anlaşılıyor. Ama ne yapalım, kâğıda ne yazılmışsa onu ortaya dökecek, onu inceliyeceğiz. Sizin hepsini okumanıza gerek yok. Sonuca bakın, yeter. Benim tahminim Farsça bir şiir nakletmeye çalışıyor, Medyum.

Varlık2-

Ez hâdise-i cehan zayende ne ters
Ez her çi reset çü nist pâyende ne ters
İn yok deme ömr râ ganimet nidan
Ez refte ne yendiş ü zi ayende ne ters

Sûret heme zillest ü heyelâ midân
Lâhut be nâsut fuürûn ayet lik
Tasvir gereş illet ü ülâ midan
Nâsut zi lâhut hüveyda midân

Biz bunun içinden nasıl çıkacağız?... Spiritualist olmak işte bundan zor... Öyle "Mutfakta kel kafalı birini gördüm. Lemurya'dan 35 bin yıl öncesinden gelmiş. Atlantis'i anlatıyor" diyerek, kişi başı 150 dolara seminerler düzenlemek gibi değil!...

Sanırım Varlık, Mevlâna olduğunu imâ etmeye çalışıyor...Cümleleri İnternet'te taradık. İnternet'te Mevlâna'nın Farsça şiirleri var, ama Arap harfleri ile... Ben okuyamadım... Türk harfleri ile taratınca da bir tek


Ez hâdise-i cihan zayende ne ters

mısrasını bulabildik.... Oevam edelim:

İdâreci- Kimsiniz, Üstâdım? Lûtfeder misiniz isminizi?
Varlık2- Bizde benlik-senlik kalmadı gayrı. İsmin de önemi yok, şan-şerefin de... Bizi
göjnüllerde arayınız, mutlaka bulacaksınız o ummanda bizden bir kırıntı.

Uyuyanın şimdilik yanımızda kısa kalması gerekmekte. Ben verdiklerimin açıklamasına
yapmıyacağım bu yüzden. Onu indirin tâ Hüseyin Molla Dostunuz'un seviyesine kadar.
O yapacak gerekli açıklamaları... Bana müsaade... TANRI sizlerle olsun.

İ- Allahaısmarladık.

Şimdi burada çok enteresan bir durum var... Biz tabii gelen Varlığın Mvlâna olduğunu hemen inanmadık. Ama Medyum gerçekten Farsça bir şiir okudu. Büyük ihtimâlle Hazret-i Mevlâna'nın "Dîvân-ı Kebir"inden... Bu nasıl oldu?... Acaba Medyum uyuyacağını bildiği iç in şiiri ezberleyip mi geldi?... Öyle kolay mı 8 mısralı Farsça bir şiiri ezberlemek ve Celse ânında teklemeden okumak?... Bu ihtimâl zayıf... Peki, Medyum Farsça bölümü öğrencisi mi?... Yoksa Mevlâna âşığı, onun kitaplarını hatmekmiş biri mi?... Böyle ise Varlık2 onun şuurundan şiiri alıp bize kakalamış olabilir... Ama değil!... Yoksa, Medyum bu Farsça şiiri daha önceden duydu, Varlık2 de onun şuuraltından alıp verdi?... Belki de Varlık2 bir İranlı'dır ve Mevlâna âşığıdır, şiiri kendi bilgisinden okumuştur... Nasıl tesbit edeceğiz?... Neredeyse imkânsız... Şiir mânâlı mı, değil mi?.. Nereden bileceğiz? ... Devam edelim, bakalım.

M- (Varlık2 ayrılır) ...... Ohh!...
İdâreci- Temâs'ı kesiniz ve sür'atle aşağı doğru inmeğe başlayınız. Taa Hüseyin Molla
Dostumuz'un seviyesine kadar.
M- Düşüyorum!...
(sonra rahatlar) Kuş gibi süzülüyorum.
İ- Sür'atle iniyorsunuz.
V3- ..... Merhaba Dostlar!
İ- Merhaba Hüseyin Molla Dostumuz.
V3- Bugün sizler için çok mutlu olaylar oldu.
İ- Yalnız İkinci Varlığın kim olduğunu çıkartamadık pek. Emin olmak istiyoruz.
V3- Onu tanımayan var mı?.. O bir güneşti, güneş!.. Evet, Şems'e hayran bir şemsti o...
Hazret-i Mevlâna'yı tanımadınız mı?
İ- Evet... Demek gerçekten oymuş.
V3- Biz görevimize geçelim... Şimdi veriyorum şiiri, tümüyle...

Biz hem ayna, hem de ona bakan yüzüz
Biz ebedî piyâlenin sarhoşlarıyız
Biz hem merhem, hem şifâyız
Hem âb-ı hayat, hem onun sâkisiyiz

Dünyâ'nın geçici olaylarından korkma!
Her ne gelirse âimi olmadığını düşün ve aldırma!
Şu bir nefeslik ömrü ganimet bil
Ve geçmişi düşünme! Gelecekten de korkma!

Görünen sûretlerin gölge ve heyulâdan ibâret olduğunu bil!
Bil ki onları resmeden İllet-i Ulâ'dır
Lâhut Âlemi, Nasût'a alçalmaz
Fakat bil ki Nâsut, Lâhut'tan meydana çıkar.

İ- Teşekkür ederiz.
V3- Bir şey değil.

Önce kelimeler..... PİYÂLE , "şarap bardağı, içki kadehi" demektir.
NÂSUT , "insanlık, insanlar, insanlarla alâkalı şeyler" demektir. NÂSUT ÂLEMİ'nden kasıt Dünyâ'dır.
LÂHUT , "TANRI âlemi, ilâhî âlem, ulûhiyet âlemi, Rûhânî, mânevî âlem" demektir.
ÂB-I HAYAT , "içenlere ölümsüzlük sağlayan su, bengi su, ebedî hayat suyu, cana can katan şey, ferahlık veren şey" demektir.
SÂKİ ; "içkili toplantılarda içki dağıtan kimse, su veren, su dağıtan. kadehle içki sunan" demektir.
İİLLET-İ ULÂ , "birinci sebep, ilk sebep" demektir.
HEYULÂ , "korkunç hayâl, ürkütücü hayâlî şey, ne olduğu anlaşılmayan, şekli belirsiz büyük şey" demektir.

Şimdi ne yapacağız?... Tabii ki Türkçe tercüme cümleleri taratacağız... Birinci mısra ile başlıyalım.... Hemen bulduk... Asaf Hâlet Çelebi'nin "Mevlâna'nın Rubaileri" adlı eserinde tüm şiir var!... Şimdi ikinci bir mesele çıkıyor karşımıza... Medyum şiirin hem Farsça'sını, hem de Türkçe'sini mi ezberledi?... Yoksa Varlık3 gerçekten bu ikisini de bilen biri miydi?... Hiç tesbit edemiyeceğiz. Keşke Medyum uyandıktan bir süre sonra kendisine Mevlâna hakkındaki bilgileri sorulsa, şiir merâkı olup olmadığı öğrenilse idi... Bunlar yapılmamış... Ama her şeye rağmen, aldatma ihtimâline rağmen güzel bir Celse... İnsanı araştırmaya, AYNA üzerinde düşünmeye ve Mevlâna'nın eserlerini okumaya teşvik ediyor... Siz ne dersiniz?

AYNA üzerine bir çalışma

Ruhi Selman

selman@journalist.com

***

  • Önemli Sayfalar:

    - BİR SPİRİTUALİSTİN DÜNYASI - ANA SAYFA
    - BİR TEBLİĞ
    - ÖLÜM VE SONRASI
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 1
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 2
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 3
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 4
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 5
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 6
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 7
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 8
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 9
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 10
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 13
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 14
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 15
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 16
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 17
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 19
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 20
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 50
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 51
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 52
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 53
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 54
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 55
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 56
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 57
    - ÂHIRET'TEN SİMÂLAR - 58
    - ÂHIRET'TEN SİMÂLAR - 59
    - ÂHIRET'TEN SİMÂLAR - 60
    - ÂHIRET'TEN SİMÂLAR - 61
    - TEKÂMÜL'E GİDEN YOL
    - NEYZEN TEVFİK'TEN BİR ŞİİR
    - KADIN HAKKINDA BİR TEBLİĞ
    - EKMİNEZİ ÇALIŞMASI
    - İMAJ VE İLK YÜKSELME
    - BİR OBSESYON VAK'ASI
    - ÖTE ÂLEM'DEN ŞİİRLER - 1
    - RÜYÂLAR - 1
    - RÜYÂLAR - 2
    - REİNKARNASYON
    - ANADOLU'DA REİNKARNASYON ŞİİRLERİ
    - İRLANDALI ŞÂİR JAMES CLARENCE MANGAN ANADOLU'DA MI YAŞADI?
    - FİNCAN CELSELERİ - 1
    - FİNCAN CELSELERİ - 2
    - FİNCAN CELSELERİ - 3
    - RÛHÎ FİLİMLER - 1
    - ENTERESAN RÛHÎ OLAYLAR
    - ERGUN ARIKDAL VE SÂDIKLAR PLÂNI'NI TENKİT
    - BÜLENT ÇORAK VE DÜNYA KARDEŞLİK BİRLİĞİ SAFSATASI
    - CENAP BAŞMAN VE MARON TARİKATI
    - SAPKIN RAEL TARİKATI
    - TRANSANDANTAL MEDİTASYON KANDIRMACASI
    - MELEKLER'DEN MESAJ ALDIĞINI SANAN ŞAŞKINLAR
    - ŞEYTANA TAPAN SATANİSTLER
    - SİRİUS MİSYONU ZIRVALARI
    - KADIN HAKKINDA BİR TEBLİĞ
    - SILVER BIRCH TEBLİĞLERİ
    - MEKTUPLAR