BİR SPİRİTUALİSTİN DÜNYASI

ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 43

Bu sefer bir Geri Varlık ile bir Din Âlimi ile yapılan Celse'yi sunacağız.

Varlık : Mehmet
Tarih : 14.9.1962
Usûl : Hipnoz yoluyla rûhî infisâl
Medyum: Ali

Medyum- ... Yolumu kestiler... Zifîrî karanlıktayım... Korkunç başlar görüyorum... Sâdece baş ...
Sâdece baş... kadın mı, erkek mi olduğunu tefrik edemiyorum... Korkunç başlar...

... Birisi bulunduğu yerden yükselmeye başladı... Simsiyah... sanki katrana bürünmüş
bir vücut şeklinde dümdüz bir durumda karşımda duruyor ... Korkunç!... korkunç!...
Yüzü korkunç!.. Buradan çıkmak istiyorum... Korkmuyorum... Konuşuyor...

İdâreci- Kendisini lûtfen bize tanıtsın.
M- ... "Mehmet" derlermiş...
İ- hangi senede yaşamış?
M- ... Devr-i Hamidî'de... Devr-i Hamidî'de... ÇAKIRCALI MEHMET'in eniştesiymiş...
HACI MEHMET... Hacı Mehmet... "Hacı" derlermiş... Hacı'ya gitmemiş... 54 cana kıymış...
Aydın Vâlisi KÂMİL PAŞA'nın tâkip kuvvetleri tarafından Çataldağ'da öldürülmüş... Çataldağ'da...
Ödemiş'in Gölcük yakınında... 1312... Yanındakiler de "mağfiret!.. mağfiret!...Mağfiret!.. Dua!.." ...
MENZİL-İ MAHBES... Menzil-i Mahbes... ....
(anlaşılmıyor) ... nâmına dileniyormuş...

ÇAKIRCALI MEHMET üç devre önce ayrılmış... Hep o teşvik ediyormuş...

Varlık- ... Mağfiret!... Mağfiret!...
M- ... Kurtuldum!... Kurtuldum!...
İ- Rahat bir şekilde yükselmeye devam edin.
M- ... Tepemde dâire şeklinde ışık görüyorum... Yavaş yavaş yükseliyorum... Yavaş yavaş yükseliyorum...
Etraf simsiyah... Simsiyah!.. Altımda çığlıklar... Uğultu... Korkunç bir karanlık...
Altımda bırakıyorum... Çığlıklar... Uğultu... Korkunç bir karanlık...

Burada biraz duralım... Mehmet diye biri geliyor, "ÇAKIRCALI MEHMET'in eniştesiymiş... "Hacı" derlermiş... Aydın Vâlisi KÂMİL PAŞA'nın tâkip kuvvetleri tarafından Çataldağ'da öldürülmüş... Çataldağ'da... Ödemiş'in Gölcük yakınında... 1312.." diye kendisi hakkında bilgi veriyor... Bakalım, doğru mu?

Hatırlıyacaksınız, 29.9.1961 târihinde Çakırcalı Mehmet Efe ile karşılaşmış, hayat hikâyesini vermiştik. Tekrar Çakırcalı Mehmet Efe sayfalarına dönüyoruz... Şunu öğreniyoruz: İzmir Valisi Nâşit Paşa, belli ki İstanbul'un dışında bir karar almış ve daha önce affedilen efeleri yine dağa çıkarlar korkusuyla, teker teker öldürtmüştü.. Yıl 1883 idi.. Pusuya düşürülüp öldürülen Çakırcalı Ahmet'in oğlu Çakırcalı Mehmet'i, Hacı Mehmet Efe yanına almış, adam etmişti... Böylece bir "Hacı" lâkablı Mehmet Efe buluyoruz, doğru bilgi... . Ama eniştesi olduğu kuşkulu...

Çakırcalı'nın adı ilk kez Ödemiş'teki bir cinâyetle duyuldu. Cinâyetin işleniş tarzı, meselenin bir nâmus meselesi olduğunu gösteriyordu. Bir rençber ile karısı bıçaklanmış, çırılçıplak yatıyorlardı. Kesilmiş kafaları göbeklerinin üzerine konmuştu.Öldürülen kadın Çakırcalı'nın babalığı Hacı Mehmet Efe'nin eski karısıydı. Rençber de Hacı Mehmet Efe'nin yanında yanaşma iken kadını ayartmıştı... Bu kadın Çakırcalı'nın kızkardeşi olabilir mi?.. Bizce değil...

Bu cinâyetle suçlanan Çakırcalı Mehmet, bir sabah Hasan Çavuş tarafından, Ayasuluğ köyünde yakalanıp, elleri urganla bağlı olarak götürüldü. Onu hapishâneye tıkmalarına rağmen, cinâyeti bir türlü üstüne yıkamadılar. Elde delil, belge yoktu. Hasan Çavuş bir gün onun evine gidip ortalığı kırıp dökmüş, anasını dipçikle dövmüştü. Serbest kalan Çakırcalı bir sonbaharda Bozdağ'a çıkıp ilk vukuatını işledi. Ardından da Hasan Çavuş'a bir haber yolladı : "Artık bu dağlar benimdir.. Cesâreti korkunun koynunda görmüş, toprağa baş, yıldızlara düş sermişlerdenim.. Ateşler yakarım, ateş böcekleriyle... Sıra gelmiştir seni yakmaya!" diye...

Böylece işe başlayan Çakırcalı'nın eylemleri Mâbeyin'de dehşet uyandırmıştı. Çakırcalı soygun ve tecâvüz yapan Çerkes ve Arnavut çetelerin kıyımına başlamıştı. Arnavut Ramazan Efe ile sekiz adamını yakarak öldürmüştü. Hünkâr'ın Çerkes ve Arnavut kapıkulları intikam ateşiyle yanıyordu. Sultan II. Abdülhamid'den İzmir Valisi Kâmil Paşa'ya, oradan Ödemiş, Nazilli, Aydın'a uzanan emirnâme ayrıntılıydı: "Çakırcalı'nın ya ölüsü, ya da dirisi!" ... Demek ki "Devr-i Hamid" ve Kâmil Paşa da doğru, yalnız Aydın Vâlisi değil; İzmir Vâlisi imiş... Bizleri araştırmaya sevketmek için böyle yanlışlar verildiğini artık biliyorsunuz. Bir kısmı Varlığın yanlış hatırlaması, veya Medyum'un yanlış nakletme ihtimâli olmasına rağmen, çoğu öyle...

Boşnak Hasan Çavuş, "Ben vücudumu yedi mecidiyeye satmışlardanım" diyordu ve Çakırcalı'yı arıyordu. Nihâyet Kaymakçı'da karşılaştılar.. Üç el silah sesi ve kurşunlar Hasan Çavuş'un kafasında patladı. Babasını öldüren korkusuz Boşnak da artık cezasını bulmuştu. Çakırcalı eğildi ve Hasan Çavuş'un elinin kenetlendiği tüfeği çekti, aldı. Kabzası gümüş kakma işlemeli tüfek babasına âitti..

Saray'dakiler onu yok etmek için Arnavut ve Çerkes müfrezesine Makedonya'nın baldırı çıplak ve gözünü kan bürümüş belâlılarından da katıp, and içmişlerdi.. Sene 1899..

Av sürüyordu.. Çakırcalı Mehmet Efe 27 Arnavut, 3 Çerkes daha öldürmüştü.. Çakırcalı'nın. Cevizalan çatışmalarında yakalanan "kızanları" Kara Ali, Recep ve Mehmet Efe, boyunlarına ip geçirilinceye kadar onu beklemişlerdi. Ama gelip kurtaran olmadı... Varlığın verdiği 1312 senesi 1886'ya denk geliyor. Acaba bu idâm olayı o târihte mi cereyan etti?.. Bu Mehmet Efe, "Hacı" lâkaplı Mehmet Efe mi? Bilemiyoruz... Çünkü Çakırcalı'nın yanında "Hacı" lâkaplı bir de Mustafa var. Ayrıca Çoban Mehmet ve Koca Mehmet adlı iki kişi var. Hangi Mehmet idâm edildi, bilemiyoruz. 54 cana kıyan var mı, hangisi, onu da bilemiyoruz... Çataldağ ise Balıkesir, Susurluk taraflarında... İzmir-Aydın yöresinde değil... Dağ adı yanlış... İzmir-Aydın civârında Aydın Dağları, Nif Dağı, Spil Dağı, Yamanlar Dağı, Bozdağlar, Yunt Dağları var... Çataldağ'da değil, bunlardan birinde vurulmuş olsa gerek...

Böylece 15 yıl dağda geçti... Müfrezeler, haberleşmedeki gelişmeler, jurnalciliğe verilen prim ve uzman komuta heyeti, artık Çakırcalı Mehmet Efe'nin sonunu hazırlıyordu. İlerideki yıllarda Teşkilat-ı Mahsusa'nın sorumlularından biri olacak olan Eşref Sencer (Kuşçubaşı) olayın içindeydi. Çakırcalı'nın evini yakıp, ağaçlarını da kestiren Eşref Bey, müthiş bir gerillacı olarak yıkıcı önlemler geliştiriyordu.

Tüm bunlara rağmen Çakırcalı Mehmet Efe'yi öldüren zaptiye kurşunu değil, can dostu Hacı Mustafa'nın kurşunu oldu!.. Çete ikiye ayrılıp mevzi aldığı ve müfrezeyle çatıştığı bir sırada cereyan eder bu olay... Mevzilerin birisine Çakırcalı, diğerine Hacı Mustafa başkanlık etmektedir.. Çatışmanın kesildiği bir anda karşıda gördüğü bir karaltıya ateş eden Hacı Mustafa, yanlışlıkla can dostunu vurur!.. Yıl 1911...

Efe'nin son sözleri de ona olur : "Beni gömecek vaktiniz bile yoktur. Vasiyetimi iyi dinle. Son nefesimi verince, ellerimi ve kafamı kesip, bir yere gömün. Ayrıca göğsümün derisi de yüzülsün. Vücuduma bakıp da, kimse tanıyamasın beni..."

Dediklerini yapanlar... Müfreze başsız vücudu bulup, katır sırtında Nazilli'ye götürdü... Ancak cesedi ilk karısı Iraz (Raziye) Hanım, sırtındaki benden tanıyarak teşhis etti. Başsız cesedi günlerce Ödemiş belediye meydanında ayaklarından asılı kaldı, daha sonra Nazilli'nin Yunus Ağa Mezarlığı yakınındaki Palamutluk'a gömdüler... Mezarı, daha sonra üzerinden yol geçmesi sebebiyle, 1947 yılında, eniştesi Mehmet Akkaş tarafından Kayaköy Mezarlığı'na aktarılır... Hah, "enişte"yi bulduk!... Ancak anladığımız kadarıyla bu enişte efe değil, kızan değil, kaatil değil!.. 1896'da ölmemiş... Lâkabı da "Hacı" değil!.. Varlık yine bize araştırmaya sevketti.

Varlık, Çakırcalı için, "MENZİL-İ MAHPES... ÇAKIRCALI MEHMET üç devre önce ayrılmış..." diyor... Yâni, Çakırcalı Âhıret Hapishânesi'nden kurtulmuş... Gerçekten de 29.9.1961 târihli Celse'de Çakırcalı Mehmet Efe'yi Karanlık Tabaka'da, kendi itirâfı ile " İlk yaktığı 13 Arnavut'un 3 tânesi mâsummuş... BAYINDIRLI YANİ gizlice ihtida etmiş... O da mâsummuş.... Dokuz daha... Dokuz Arnavut daha yakmış... YÜREKLİ HAMİT'in kızı ASİYE'nin ırzına geçmiş..." suçlarından dolayı ısdırap çekerken, Tenkis!... Tenkis!... Tenkis!..." diye feryâd ederek cezâsında kısaltma isterken görmüştük... Biz Âhıret Âlemi'nde işler nasıl yürür, bilemeyiz ama, belki, Celse'nin devâmında, aşağıda öğreniriz.

Devam edelim Celse'ye:

Varlık : Şeyh Molla Vefa
Tarih : 14.9.1962
Usûl : Hipnoz yoluyla rûhî infisâl
Medyum: Ali

Medyum- ... Aydınlıktayım...
İdâreci- Yükselmeye gâyet rahat olarak devam ediniz.
M- Çok rahat şekilde, ellerim vücuduma yapışmış şekilde, dimdik yükseliyorum... Geçtiğim şeyler...
Ne yer.. ne bir cisim.. ne de ağaç, toprak görmüyorum... Gök kuşağı renginde sâdece...
bulut gibi birşeyler arasından geçiyorum... MUVAKKAT MENZİL'i geçtim... MUVAKKAT MENZİL'i geçtim...
MUVAKKAT MENZİL'i geçtim... Çok sür'atli çıkıyorum... Çok sür'atli çıkıyorum...
İ- Derin derin nefes alın.
M- ... MENZİL-İ SUĞRA... Altımdaki ŞUHEDÂ MENZİLİ'ni geçerken ayaklarımı kıvırdılar...
Bağdaş kurmuş şekilde yükseldim oraya... MENZİL-İ SUĞRA... MENZİL-İ SUĞRA... Oturuyorum...
Şimdi gözlerimi açtım... gözlerimi açtım... Efrâfıma bakıyorum... Elim namazdaki gibi karnımın üstünde...
Sağ elim sol elimin üstünde... Ama görmüyorum, hissediyorum... Yumuşak bir yerde
oturduğumu hissediyorum... Ellerimi görmek istedim, göremedim... Ama dizlerimin, vücudumun
benimle berâber olduğunu hissediyorum... Gözlerim açık... Omuzlarıma, sağ omuzuma, sol omuzuma bakıyorum...
Omuzlarımı görmüyorum ama omuzlarım benimle berâber... ... Omuzlarım benimle berâber... ...
Bütün vücudum benimle berâber... Gözlerim etrâfı görüyor ama, ben kendi vücudumu göremiyorum...
Kendi vücudumu göremiyorum... Etrâfıma bakıyorum... Etrâfıma bakıyorum...
Sağ tarafım gözünüzün alabildiğine yemyeşil... yemyeşil... Dâire şeklinde yeşillerin ortasında beyazlıklar var...
Zakkum gibi beyazlıklar var...
Zakkum gibi... Hiç ağaç yok... Hiç ağaç yok... Uçsuz bucaksız bir yeşillik...
Uçsuz bucaksız bir yeşillik... Yeşilliklerin ortasında dâire şeklinde beyazlıklar var... Zakkum gibi beyazlıklar...

... Sol tarafıma bakıyorum... Uçsuz bucaksız bir beyazlık... Uçsuz bucaksız bir beyazlık...
Hiçbir başka renk yok... Beyazlık... beyazlık... Çiğ beyazlık değil... Tatlı beyazlık... Yeşil kısımdaki
zakkum şeklindeki ... çiçek değil ama... bir şey... ona benzer... Sâdece beyazlık...
Sol tarafta uçsuz bucaksız bir beyazlık... Önümde geniş, yol gibi bir düzlük... Önümde geniş,
yol gibi bir düzlük... Bun bu yolun bitiş noktasında oturuyorum.. Yolun yarısı sol taraftaki
beyazlığın aynısı.. sağ tarafı... yarısı sağ taraftaki yeşilliğin aynısı... Uzanıyor, uzanıyor, uzanıyor yol...
Dikkatle bakıyorum, yol bir dağla kapanmış vaziyette... Yol bir dağla kapanmış vaziyette...
Şimdi burnuma nefis bir koku geliyor... Burnuma nefis koku... nefis koku... Sessizlik... Başımı kaldırıyorum,
gökte güneş falan yok, ama gümûşî bir aydınlık var... Gümûşî bir aydınlık...

.... Şimdi bir uğultu başladı... Uğultular... Ama bu bir müzik âletinden çıkan uğultu gibi...
Uğultu... Uğultu başlar başlamaz o yolun benim karşı tarafımdaki dağ da harekete geçti...
Gökteki bulutların gidişi gibi... Bir bulut kümesi gibi geliyor bu tarafa... Benim olduğum tarafa geliyor...
O yolun üzerinden... Sol tarafı bembeyaz, sağ tarafı yemyeşil yolun üzerinden bulut gibi geliyor...
Uğultu ile berâber, yavaş yavaş geliyor... Uğultu... Uğultu...

... Yaklaştı... Şimdi uğultu kesildi... Yolun üstündeki dağ şeklindeki büyük cisim şekillendi...
Üstü traş edilmiş gibi dümdüz, sanki çok büyük bir cam kalıbı... Renksiz bir cam kalıbı... O yolun üzerinde...
Yolun üzerinde... Uğultu tekrar başladı... Bu sefer o cam kalıbının, büyük cam kalıbının genişliği
belki yüz metre... cam kalıbı... Kalınlığı dört metre gibi bir cam kalıbı... Buz parçası,
büyük bir buz parçası gibi cam kalıbı... Bir tarafı yolun sağ taraftaki renklerin rengini aldı...
Zakkum gibi bir beyazlık... Sağ tarafı, yolun dağ tarafındaki yeşilliğin rengini aldı... O buruştu...
Bir balon gibi söndü... Bulut gibi yukarı çıktı... Altından bir sürü başların saf saf dizildikleri
büyük bir kalabalık çıktı... Bir sürü başlar... Dağın geldiği yere kadar uzanıyor... Bir sürü başlar...
Dağın geldiği yere kadar uzanıyor... Ben onlardan şimdi biraz daha yükseğim... Tepelerinden görebiliyorum...
Tepelerinden görebiliyorum... Yüksekçe bir yerde duruyorum... Gittikçe oturduğum yerden meyil azalıyor...
Onları tepelerinden görebiliyorum... Onların renkleri, vücutları görünüyor, elleri görünmüyor...
Sâdece... yarısı zakkum renginde beyaz tüllere bürünmüşler, yarısı yeşil tüllere bürünmüşler...

... Orta yerde seçemediğim bir renkte, hepsinden uzunu boylu bir şahıs ayrıldı... Tam orta yerde...
Şimdi ilerliyor... O meyili sanki kayar gibi, bulut gibi, yavaş yavaş... Uğultu başladı... Uğultu...
Tepesinde muallâkta, yarısı zakkum renginde, yarısı yeşil, dâire şeklinde bir şemsiye ... tam tepesinde...
İki metre üstünde... O yürüdükçe, dâire de yürüyor...

... Yaklaştı... Yaklaştı... Yaklaştıkça boyu çok uzuyor... Yaklaştıkça boyu çok uzuyor... Ve o meyilli yer...
Ben onların ayaklarının hizâsına geliyorum... Meyilli yer kayboluyor... Yaklaştı... Yaklaştı...
Beyaz karışımı tüllerle kaplı kollarını, ellerini, bacaklarını göremiyorum... Sâdece kayar gibi yürüyor...
Gür saçlı... gür saçlı... sakal... yüz... Saçları da bembeyaz... Yüzü gümûşî renkte... Gür saçlı...
Çok yaklaştı... Elimi.. elimi kaldırmak istedim... Elim sanki bağlanmış gibi karnımda duruyor...
Namaz kılarken yaptığım gibi karnımda duruyor... O da başıyla, "Sâkin ol," dedi... ŞEYH MOLLA VEFA...
.... Başüstüne!...
İ- Acaba Şeyh Molla Vefa İstanbul'daki mi?
V- ŞEYH MOLLA VEFA KARAMÂNÎ ... Hicrî 870 vefat... İstanbul'da, Vefa'da bakiye-yi süyufu...
İnna lillah ve inna ileyhi râciûn... İnna lillah ve inna ileyhi râciûn... İnna lillah ve inna ileyhi râciûn...
İ- Acaba bunu tefsir eder misiniz? Bağışlayınız, câhiliz, efendim.
V- HALLÂK-I ÂLEM'den geldiniz, O'na rücû edeceksiniz!.. HALLÂK-I ÂLEM'den geldiniz,
O'na rücû edeceksiniz!.. İnna lillah ve inna ileyhi râciûn... Sorunuz!.. Varlığın esâsı ölçüdür.
Ölçüyü iz'an ve kafanızdan kaçırmayınız!.. İnna lillah ve inna ileyhi râciûn...
İ- Hâlihazırda bakiyeniz bugünkü bulunduğu yerde midir?
V- Bakiyemin olduğu yeri, tâbutuma el süren, omuzuna koyan Hazret-i Fâtih'in koyduğu yerdir.
Emr-i Şahâneleri ile defnedildim. Tâbutumu omuz-u mübâreklerine değdirdiler.
Kabrim de Ceb-i Hümâyûn'undan yaptırıldı.
İ- Suallerimizi başlamadan emir ve arzularınız varsa, lûtfedin.
V- Söylenenler ikidir: İnna lillah ve inna ileyhi râciûn...
İz'anınızla ve kafanızdan Kâinat'ın esâsı olan ölçüyü kaçırmayınız!
İ- Necdet Bey'in ricası: Dünyâ'da her fiil, teşebbüs ve oluşun bir gâyesi mevcuttur.
Dünya, Kâinat'ın bir cüz'ü olduğuna göre, YARADAN Kâinat'ı da bir maksatla yaratmış olacaktır.
Bu gâye hakkında bizi tenvir eder misiniz?
V- Eğer gâye-yi Hilkat'in keşfine izin verilseydi, Hazret-i Âdem'den iki batın sonra bu gâye-yi Hilkat
keşfedilip halledilirdi. Yaratılış iki kısma ayrılır. Birisi cüz-i İrâdenin, Mâkûl Âlem'den hakiki şeklini alıp
sûretini yaptığı yaratılıştır ki o, malzemeleri biri araya getirmektir. Diğeri hakiki yaratılış...
Gâye-yi Hilkat'le ilgilidir. Beşerin ne dün, ne bugün, ne yârın zihnî faaliyeti, itikafî faaliyeti
buna müsâit olmayacak, müsaade edimiyecektir. Mukaddes kitaplara dahi müsaade edilmemiştir.
İ- Sâdi Hoşses Bey'in ricâsı: Hazret-i Nuh'un bindiği geminin Ağrı Dağı'nda olduğu bir hakikat midir?
Dağın hangi kısmına düşer?
V- Hâşâ!... Vâritti, rey'i değildir. Hâşâ!... Vârittir, rey'î değildir.
İ- Bulmak kaabil olacak mıdır?
V- CEHÂLETLE MÜŞERREF OLMAK DA BİR KAABİLİYETTİR!.. CEHL-İ BASİRETLE HAMLE YAPIYORSUNUZ!..
Doğru!... Bu hamleniz ikmal edilmediği için anlamıyorsunuz. İzah edeceğim... Vârittir!..
Hazret-i Nuh böyle bir gemi yapmıştır. Vârittir, reyÎ değildir. Ama bugün asla izi ve bakiyesi mevcut değildir.
İ- Pîrî Mehmet Paşa'nın nasıl şehit edildiğini bize bildirir misiniz?
V- Et tekrâr-ı ahsen... Ancak ahseni tekrar ahsendir... Et tekrârı- ahsen... Ancak ahseni tekrar ahsendir...
KARAMÂNÎ PÎRÎ MEHMET PAŞA karındâşım, hâne-i fakirimden merkadime kadar kimseye sol tarafını
vermemiştir tâbutuma... Evvel emirde Levh-i Mahfuz'da şühedâ rütbesine kavuşacağı yazılıydı.
Tedâbir ittihaz etmedi, diye müverrihler yazmaktadır. Etti... Çok müdebbir bir âdem-i devletti.
Ancak TAKDİRDE YAZILAN TEDBİRLE BOZULMAZ... Bugünkü Üsküdar Câmii'nin bulunduğu yerde yalısı vardı.
Oradaki hânesine VÂSIF isimli bir Hırvat Dönmesi ile KÂZIM isimli bir Arnavut Dönmesi
ve ALİ isimli bir Karamanlı bir yeniçeri... Vâsıf arkadan ilk seyfi vurdu... Düştü... Vâsıf boynunu kesti...

Kolayca öğrenebileceğiniz şeyleri ölçünün dışına çıkarmayınız!.. Tekrar ediyorum: Et tekrâr-ı ahsen...
Ahseni tekrar ahsendir... Et tekrâr-ı ahsen... Ahseni tekrar ahsendir... En güzeli tekrar, tekrar iyidir.
Ancak güzeli tekrar güzeldir. Bu güzel değildir. Üç müverrih-i umurdan her zaman öğrenebilirsiniz.

İ- Hazret-i Şems-i Tebrizî, Mevlâna'dan ne şekilde ayrıldı? Ve nerede medfundur?
V- ESASTA ŞEMS BİR TAYFTI... Dalâlete düşüyorlar. Türbe veya medfen diye dalâlete düşüyorlar.
Şems bir fikr-i ilâhî, bir aşk-ı ilâhînin remzi olan tayftır... Tayftır... Bu yüzden Celâleddin-i Rûmî'ye
indallahta makbûl olmaması için iftiralarda bulunulmuştur. Şems diye bir kimse yoktur.
Şems, bir fikr-i ilâhi, bir aşk-ı ilâhî hâlinde Yeryüzü'nde cismânî şekilde görünmüş bir tayftır.
İ- Fâtih Sultan Mehmed'in şimdiki türbelerinde gömülü olup olmadığı bir münâkaşa konusu oldu.
Hâlen şimdiki türbede mi medfundur?
V- SULTAN İBN-İ SULTAN MEHMED, İLK KONDUĞU YERDEN BİR ZİRÂ ÖTEYE GÖTÜRÜLMEMİŞTİR!..
İlâve etmem farz-ı ayndır. BAKİYE-Yİ MÜBÂREKLERİ ŞU ANDA DAHİ O GÜNÜ MUHAFAZA ETMEKTEDİR.
İ- Zirâ bugünkü ölçüye göre ne kadardır?
V- Bizim devrimizin ölçüsü olup, babalarınızın arşınına tekabül eder.
İ- Geçen Celse'de Medyumumuz tam olarak alamamış olacak ki, Mevlid-i Şerif yazarı SÜLEYMAN ÇELEBİ'nin
ilk mevlidinin bulunduğumuz yerden 400 zirâ ötede bulunan Dil Cemiyeti'nde bulunduğunu bildirdiler.
Bir yanlışlık oldu.
V- Kemâl... Kemâl... EL KEMÂL Esmâ-yı Hüsnâ'dan 71.sidir. CEMÂL yalnız HALLÂK-I ÂLEM'e,
SÂHİB-İ HAKİKİ'ye âittir. EL KEMÂL Esmâ-yı Hüsnâ'dan 71.sidir. O yalnız HALLÂK-I ÂLEM'e âittir.
Vâsıtanızla kemâle hamle yapıyorlar. Fakat bir at kılının ucu kadar dahi Kemâl kimseye (MUTLAK KEMÂL)
Fenâ'da bulaşmamıştır. Ancak kemâlle derâguş Ukba'dadır. EL KEMÂL...
İ- "İnnel ebrâre lefi illiyin" Mânâ ve tefsirini rica ediyorum.
V- İlliyin elbet baruğdan münezzehtir... İlliyin elbet baruğdan, sıfattan münezzehtir.
Baruğ yüzden münezzehtir. Üç defa izah etmesinden sonra tekrar sormasının sebebi fıska sapmasından memûldür.
Hatâsını bâdemâ tashih etsin!
İ- "Men fakade hissen fakade ahsen"
V- KÜLL'ÜN KUDRETİNİ HİSLE İDRAK ETMEK KAABİLDİR. AMA İLİMSİZ İDRAK KÖKSÜZ AĞACA BENZER.
UFAK BİR RÜZGÂRDA YIKILIR.
İ- Biraz evvel İLÂHÎ MAHBES'ten geçerken Çakırcalı Mehmet'in oradan kurtulduğunu öğrendik.
Tamâmen günahlarının cezâsını çekip te kurtuldu mu?
M .....
(Bir süre sessiz... Varlık'la konuşuyor) ... Evet, "Sorunuz," diyor....
Bana söylediklerini gelecek Cuma'ya Seans'ta izah edecek...
Tarafınızdan açıklanmasına müsaade etmiyor... Evet, tekrar edin.
İ- Biraz evvel İLÂHÎ MAHBES'ten geçerken Çakırcalı Mehmet'in oradan kurtulduğunu öğrendik.
Tamâmen günahlarının cezâsını çekip te kurtuldu mu?
V- Berr-i Müminin'in küffârdan halâs olduğu gün, semâvâtî bir af ilân edildi.
Asâkir-i Mustafa Kemâl'in makarr-ı hilâfete girdiği gün semâvâtî bir af ilân edildi. MENZİL-İ MUVAKKAT'e...
Çakırcalı Mehmet Efe namlı kimse, MENZİL-İ MUVAKKAT'e alındı, MAHBES-İ İLÂHÎ'den...
Diğerleri Şefaat-ı Gâffar-ı Kâinat'tan ebediyyen mahrûmdurlar.
İ- Cuma günü Mânâ Âlemi'nde söyliyeceğiniz mevzu, Yûşa Peygamber için miydi?
M- Şahsım için... Bana söyliyecek. Şimdi söylediklerini lûtfedecekler. Mânâ Âlemi'nde bana söyliyecekler...
Şahsımla ilgili... Tarafınızdan söylenmesini arzu buyurmuyorlar.
İ- Sâdi Hoşses Bey'in ricâsı şu: Yûşa Peygamber'in İstanbul'da, Beykoz'da medfundur. Hakiki yeri orası mıdır?
V- Hayır... ONA İZÂFE EDİLEN YERDE, HAZRET-İ FÂTİH'LE GİZLİCE TEMÂSA GEÇEN HRİSANTOS ADLI
BİR RÂHİP YATMAKTADIR Kİ, ŞEREF-İ İSLÂM'LA MÜŞERREF OLMUŞTUR. iSTANBUL'UN ZAPTINDA
BÜYÜK HİZMETLERİ DOKUNMUŞTUR.
İ- Çok güzel!.. Nur içinde yatınız. TANRI olsun. TANRI'nın bütün rahmeti üzerinize olsun.
V- "Başlangıçta iz'an, idrakinizden ölçüye kaybetmeyin," demiştim. HALLÂK-I ÂLEM'in Rahmeti
bizden çok aşağı kademelerindir. İnâyete ihtiyâcınız var, ama inâyete ihtiyâcımız yok!
İ- Umûmî suallerimiz burada bitti. Müsaade ederseniz ve Medyum'umuzun durumu müsaitse,
Şahsî sualler için rica edeceğiz.
V- 41'ler'in münâcaatını kullandınız. 9'lar'ın arzusunu kullanabilirsiniz. 7'ler'i ilâve edemezsiniz.
Bunu şu mânâda: Ancak 41'ler'in ve 9'lar'ın münâcaatı merbul (?) bulmuştur. Ben ona memurum.
9'lar'ın 9 suali daha sorabilirsiniz.
Ârif Yürükoğlu'nun ricâsı: Acaba benim rahatsızlığımın geçmesi için bana yardımda bulunurlar mı?
V- ... İrâde-yi cüz'iyeye taalluk eden hizmetler, taalluk eden kendisi tarafından yapılmaktadır.
Aksi düşünce bâtıldır.
İ- Bu irâde-yi cüz'i tarafından tamâmen çıkmış durumdadır. Tıp bunu tekit etmiştir.
V- İLM-İ TIP BİR TAKIM MİHNETLE ARAŞTIRMALARIN NETİCESİDİR. İrâde-yi cüz'iye, Küll'ün bir parçasıdır.
O mahâretle kullanıldığı takdirde onun tedâvi edemiyeceği marazı... Fenâ'da çok az maraz vardır.
Onun rahatsızlığı doğruca kendi cüz'i irâdesini hekim olarak kullanmakla giderilecektir.
İ- Kadri Göçük Bey de rahatsızlığı hakkında birşey rica ediyorlar.
V- İnâyet pınarından su içmedi mi?.. Daha nasıl izâhatta bulunulsun?
İ- Timuçin Uygur Bey'in oğlu Attilâ Uygur'un rahatsızlığı ver neşvünemâ geriliği, zekâ geriliği var.
V- Rahatsızlıkları, marazları izah etmeyiniz. Sizin izâhatınız izâfîdir. Sâdece niyetini söyleyin.
Ben cevâbını vereceğim.
İ- Attilâ Hatipoğlu da rahatsızmış.
V- Evvelâ nefs-i emmâresine taalluk eden hususlardaki ihtiyatsızlığı bertaraf etsin. Nizâm-ı İlâhî'dir.
Beşerî esâsa ircâ edildiği takdirde, o nizamdan ayrılmak lâzımdır. İhtiyatsızlığı kaldırsın!
Cemiyetin kabul ettiği âdâta göre hareket edip, nefsine hâkim kılsın! Hiçbir sıkıntısı kalmıyacaktır.
Bir de işlemiyen demirin pas tuttuğu gibi, alınteri ile hareket edilecek meşgûliyet bulup,
hassâsiyetle ona devam etsin. Alınterini sarfetmekten mütevellit yorgunluktur onun ilâcı. Yorgunluktur.
İ- Reyhan Erkey Hanım'ın ricâsı: Acaba bir tavsiyede bulunurlar mı?
V- Başlangıçta söylemiştim. Filhakika HALLÂK-I ÂLEM o hiss-i mübâreki bizden almıştır ama,
rücûu unutmasın. Hep GEÇENLERİN, GEÇECEK OLANLARIN BİR GÖLGESİ olduğunu idrak ederek
hulûs-u kâlple hayat yoluna devam etsin... Talebenâ vecedenâ...
İ- Sabahat Göçük Hanım'ın ricâsı: Acaba çocuğumun rahatsızlığı var mıdır?
V- Rahatsızlık çocuğunda değildir. Aşırı şefkatin muhassalası... Rrahatsızlık kendi beynindedir.
Vâlidesinin beynindedir.
İ- Medihe Eldeni Hanım rahatsızlığı hakkında rica ediyor.
V- Taraf-ı semâvî ile halledilecek bir mesele değildir. Maraz-ı âdiyedendir. Ehliyet ulularına sorup,
tavsiye ve etmiyeleri kullansınlar. Tavsiye ve etmiyeleri kullansınlar.
İ- Kenân Sözen Bey'in ricâsı: Ankara'daki çalışmalarım hakkında tavsiyeleri var mıdır?
V- Bir zemini temizledikten sonra tekrar temizliğe başlamak, onu kirletmektir.
İ- Sâliha Yaltı Hanım hakkında birşey söylemek ister misiniz?
V- Nasıl ki nevâzile tutulmuş ta sarınıp sokağa çıkmış bir insan etraftan gelen sesleri duymak için
sardıklarını atar da, nevâzilinin artmasına sebep olursa, kendisi de etraftan gelen, duyulanları anlamaya çalışmasın!
Sarındığı örtüleri çıkarmadan yoluna devam etsin. Bu takdirde sonu selâmettir.
İ- Vermiş olduğunuz hak burada bitti. Yalnız bir tek arkadaş hastası için rica ediyor. Müsaade eder misiniz?
V- 41'ler'inkini birinci kısımda bitirdiniz. 9'lar'ın münâcaatı geldi. Mezun değilim. Başlangıçta söylemiştim.
Varlığın esâsı ölçüdür. İz'an ve fikrinizden ölçüyü kaçırmayınız.
İ- Ricâlarımız burada bitti. Sizi fazla rahatsız etmiyelim.
V- 41'ler'in kısmından son bir sual daha sorabilirsiniz. 41'ler'in kısmından...
İ- Halk Yatırlar'a bir takım niyazlarda bulunarak bir takım adaklar adıyor vve dileklerde bulunuyor.
Acaba bu Muhteremler bu dileklerin tahakkuk etmesi için yardım ediyorlar mı?
V- İnzâl-i İslâmiyet'ten beri işlenilen mâsum günahlardan birine temas ettiler. Kendisi ile müşerref olduğumuz
dinimizin İsevîlik ve Musevîlik'ten üstün tarafı, naklî olmayıp aklî oluşudur. Değil evliyaullaha,
değil Kutb-ül Aktab'a, Hazret-i Peygamber'e dahi adak kesmek câiz değildir... Talebenâ vecedenâ...
Bütün ihsanların kaynağı HÜDÂ'dır. Sâdece O'ndan istenir. Ve bu kaabil adakları hayr-ı ilâhî için tarafsız,
isteksiz olarak, ücret almıyarak yapmanızdır.

Kadem-i İlâhî'de şefaat müslim olsun, gayrımüslim olsun, putperest olsun, mecusî olsun,
sâdece Hazret-i Fahr-ı Kâinat'a âittir. O da şefaat... Şefaat... Dünyevî değildir., uhrevîdir.

YIKANINIZ!.. YIKANINIZ!.. YIKANINIZ!.. Ondan sonra isteyiniz!.. Yalnız, yalnız, yalnız
HALLÂK-I ÂLEM'den isteyiniz!.. İcâbâtını yerine getirdikten sonra , temizlikten sonra, yıkandıktan,
yıkandıktan. yıkandıktan sonra isteyiniz. O'nun ihsan hazinesi tükenmez ve çok geniştir!..

Celsenin bundan sonrası kaydedilmemiş... İyi ki kaydedilmemiş, son derece güzel bir şekilde son buldu. Biz bu son soru ve cevâba dikkatinizi çekmek isteriz. Defalarca ağır ağır okumak ve iyice kavramak gerektiğine inanıyoruz. Yıkanmaktan kastında duş almak olmadığı âşikâr!.. Gönlümüzü yıkamaktan bahsediyor. HAKK'ın rahmetinin bütün kullara açık olduğu söyleniyor.

Bu "yıkanma" ve "temizlenme" konusunda Kutb-ül Aktab Hacı Bektâş-ı Veli'nin çok güzel bir açıklaması var. Yeri gelmişken onun kelimeleri ile sunalım... Bir kaç kere okunursa, dili farklıda olsa anlaşılıyor.

- "Pes imdi, şöyle bilmek gerek: Kem kendüyi arıtmayan, ayrukları arıtamaz."

- "Şeriat katında tene arı su degse, teni arıdur ve hem cenâbatı giderür. Kim ârıflar katında ne ten arı olur ve ne cenâbatı gider."

- "Pes imdi, adam gerek kim suya yaraya, su gerek kim badasta yaraya ve abdast gerek kim namaza yaraya
ve namaz gerek kim Çalab'a yaraya!.."

- "Vay sana içünde kibr-ü hasad, buhul, adâvat, tama, öyke ve gaybat, kahkaha ve maskaralık,
bunlardan maada nice dürlü şeytan fiili olsa, suyla yunub nice arınasın?..

- "İmdi şöyle bil: Arınamazsın!.."

Bundan güzel açıklama olur mu?

"Talebenâ vecedenâ" ifâdesi, "Kul talep ederse, ALLAH icâbet eder, talebini karşılar" demektir. Varlık verdiği cevap ile, bu ifâdeyi açıklamış...

ŞEYH MOLLA VEFA Asıl Adı Mustafa’dır. Lâkabı Muslıhiddin, Şiirdeki mahlâsı Vefa’dır. İbnül Vefa ya da Ebul Vefa da denilmiştir. Konya’da doğmuştur. Bundan dolayı Vefa Konevî diye de bilinir. Doğum tarihi tam olarak tesbit edilemeyen Vefa’nın babası Ahmed Sadri, dedesi Hacı Yahya Efendi'dir. Neseben ve mesleken Sadreddin-i Konevi’ye nisbet edilir.

Vefa Hazretleri ilk tahsilini Konya’da yapmış, ilimde lâyık olduğu makaamı bulmuştur. Tasavvufi ilişkisi evvelâ Edirne’de Tabakçılar İmamı Muslihiddin Efendi’yle başlar. Sonra bu yüce zâtın işaretiyle Abdüllâtif-i Kudsî’nin hizmetinde bulunur, sohbetlerine devam eder. Mânevî ilimlerde de yükselir.

Rivâyete göre Şeyh Vefâ fiziken düzgün ve çok güzel yüzlüdür. Herkes tarafından çok sevilir. Ancak küçük yaşlarda iken bir kusuru vardır. Nerede bir saka (sucu) görse yavaşça arkasına yaklaşır, elindeki şişi kırbasına batırır, suyun akıp gitmesini ve kırbanın boşalmasını zevkle seyredermiş... Sonunda sakalar gelip babasına şikâyet etmişler. Baba üzülmüş ve hanımına “Valla, hâtun, ben onu bunu bilmem! Bu çocuk bu hareketini bizim bir kusurumuzdan dolayı yapmakta. Kusuru onda değil, önce kendimizde arayalım. Sonra kendisine sorarız, ” demiş.

Hanımı “Efendi, galiba ben buldum sebebini. Kusur bende, çocukta değil. Zamanını tam hatırlamıyorum ama, ona hâmile olduğum günlerden birinde idi. Bir gün komşumuzu ziyârete gitmiştim. Masanın üzerindeki limonlara gözüm ilişti. Bir ara evin hanımı dışarıya çıkmıştı. Ben de odada kimsenin olmamasından istifâde ederek birini aldım ve elimdeki çorap şişi ile delerek birkaç damla suyundan içtim” itirâfında bulunmuş.

Baba “Şimdi anlaşıldı mesele. Oğlumuzun ayıbı bu yüzdendir,” demiş. Komşu ile helâlleştikten sonra çocuk artık sakaların kırbasını delmez olmuş... Böyle hassas bir âilede yetişmiştir Ebu’l- Vefa...

Limon denince, aklımıza "Nereden geldi? Ne zaman geldi?" sorusu takıldı. Öyle ya, İngilizcesi "lemon" Acaba domates, patates gibi Amerika kıt'asından mı geldi?.. Hayır!.. Limon bölgemize Hindistan'dan ve 7. Asır'da gelmiş!..

Zeyniyye Şeyhi Abdüllâtif el-Kutsi’ye intisap ederek Meram’da faaliyet gösterdi. II. Bayezid’in tahta geçmesinden sonra Halvetiye ve Bayramiyye tarikatları ön plana çıkarken, Zeyniyye tarikatı biraz geri planda kaldı. Şeyh Vefa Konya-Antalya yolu üzerinden yanında kızı ile berâber Hicaz'a gitti ve dönüşlerinde Rodos şövalyeleri tarafından yakalanıp ve hapsedildi. Kendisine büyük saygı ve muhabbet duyan Karaman Oğlu İbrahim Bey korsanlara gerekli fidyeyi göndererek kurtulmasını sağladı.

Rodos dönüşü İstanbul üzerinden olmuş, İstanbul’da iken Karaman Oğlu İbrahim Beyi’in vefâtı ve arkasından çocukları arasındaki saltanat kavgaları nedeniyle Konya’ya dönmedi ve ölünceye kadar İstanbul’da kaldı. Hâlen adıyla anılmakta olan tekkesi Pâdişah tarafından bizzat yaptırılmıştır. Şeyh Vefa, mürşidinin bâzı eserlerini istinsah ederek bu eserlerin günümüze ulaşmasını sağlamıştır. Üst düzeyde Arapça, Farsça ve Türkçe bilgisine sâhip olan Şeyh Vefa, üç dilde de tasavvufi şiirler kaleme almıştır. Sühreverdi tarikatının bir kolu olan Zeyniyye’ye bağlı bulunan Şeyh Vefa, Zeyniyye-Vefâiyye kolunun da kurucusudur.

Şeyh Vefa bâzı sanat ve ilimlerde son derece derinleşmişti. Hangi işe başlasa, özel bir yolla o işi neticelendirirdi. Zikirleri usûl ve makamlara uygun olarak yaptırırdı. Herkesin kabul ettiği, irfan erbâbınca sevilen biriydi. Son derece ağırbaşlıydı. Bu vasfında dolayı zâhiren ağır, kibir dolu ve sâkin gözükürdü. Ama sohbetleri tam bir tevâzu, güzellik ve cana yakınlık içinde cereyan ederdi. Dünya malına ve Dünya ehline itîbar etmezdi. Ne zaman bir çift söz söylese, hikmet ve nükte ile söylerdi.

Vefa Hazretleri’nin İstanbul hayâtı çok münzeviyâne ve mustağniyâne (gözü-gönlü tok) olarak geçmiştir. Devrin Pâdişâhı Sultan Fâtih ve daha sonra oğlu II. Beyazıd’in onunla görüşmeyi ve sohbetlerine katılmayı çok arzu etmelerine rağmen, Vefa Hazretleri'nin onları dergâhına kabul etmediği belirtilir. Bunun nedeni olarak da Pâdişahlar'ın özellikle dergâhtaki mânevî havadan çok etkilenerek, halkın idârî işlerinde zaaf göstermelerinden endişe etmiş olması gösterilir.

Halk ile sohbeti de muayyen zamanlarda olup, İstanbul ekâbirinin ziyâretlerini de ahâli arasında kabul etmekteydi. Yalnız devrin ulemâsından Şeyhülislâmlık yapmış Molla Hüsrev’in ziyâretini iâde ederdi. Hatta Molla Gürânî’ye “Şeyh Vefa vakit vakit Molla Hüsrev’in ziyâretini iâde ettiği hâlde, sizin ziyâretinize niçin rağbet göstermiyor?” dediklerinde, Molla Gürânî, “O ziyâreti vâcib âlim, âmil bir şahsiyettir. Ben saltanat makamları ile fazla ihtilât ettiğim için ziyâretim câiz değidir” cevabını vermiştir.

Vefa Hazretleriyle Fâtih arasındaki köprü vazifesini bir dönem Fâtih’in arkadaşlığını, hocalığını ve vezirliğini yapmış olan Sinan Paşa yapmıştır. Sinan Paşa genç yaşında ulemâ ve devlet erkânı arasında büyük bir şöhrete sâhip olmuştu. Şeyh Vefa’nın da sâdık müritlerinden biridir.

İstanbul’da toplanan ulemânın bir kısmı Şeyh Vefa aleyhine harekete geçmişler ve devrin Şeyhülislâm'ı Molla Gürâni’den onun cezâlandırılmasını istemişlerdi. Güya Şeyh Vefa’nın namaz kılarken mezhepleri karıştırdığı, Hanefî mezhebinden olmasına rağmen, Şâfiler gibi besmeleyi cehren okuduğu söylenir. Bu meyânda Sinan Paşa da dâvet edilir. Sinan Paşa, Molla Gürâni’ye “Buraya gelir de, 'Ben besmeleyi cehren okumaya içtihad ettim, size ne?' derse, ne cevap vereceksiniz?” diye sorar. Bunun üzerine Gürânî “O müçtehid mi?” der. Sinan Paşa da “Evet o, Kuran’ın yedi mânâsına vâkıf, bütün hadisi hâfız ve kavâidi usûle uygun olarak içtihad şartlarını hâizdir.” der. Molla Gürânî “Siz böyle şahâdet eder misiniz?” deyince, Sinan Paşa “Evet” der. Kendisi de Sinan Paşa gibi düşünen Şeyhülislâm Gürânî itirazcı ulemâya dönerek “Bir kimsenin Sinan Paşa gibi kuvvetli bir şâhidi olursa, ona taarruz etmek lâyık değildir. Haydin, şuradan dağılın, efendiler,” der, onları gönderir.

Fâtih Sultan Mehmed Hân’ın cenâze namazını, çok sevdiği, hürmet ettiği, fakat sohbetlerinde bulunamadığı, görüşüp konuşamadığı, adına câmi ve dergâh yaptırdığı devrin büyük velisi Vefa Hazretleri kıldırmıştır.... Yâni, Celse'de "Bakiyemin olduğu yer, tâbutuma el süren, omuzuna koyan Hazret-i Fâtih'in koyduğu yerdir. Emr-i Şahâneleri ile defnedildim. Tâbutumu omuz-u mübâreklerine değdirdiler. Kabrim de Ceb-i Hümâyûn'undan yaptırıldı" ifâdesi yine bizi araştırmaya sevketmek için yanlış verilmiş olsa gerek... Fâtih, Şeyh Vefa'dan 10 yıl önce vefat etmiştir. Belki Fâtih'in tabutuna Şeyh Vefa omuz vermiştir. Bu namaz esnasında II. Bayezid’in Şeyh Vefa’yı görmüş olma ihtimâli vardır. Ancak onun da bu büyük zatla sohbet etme, sözünü dinleme durumu olmamıştır.

Yine Varlık, "KARAMÂNÎ PÎRÎ MEHMET PAŞA karındâşım, hâne-i fakirimden merkadime kadar kimseye sol tarafını vermemiştir tâbutuma" demiş. Bu mümkün... Çünkü Pirî Mehmet Paşa, II. Bayezid'in tahta çıkması üzerine İstanbul'a gelmiş... İkisi çağdaş... Ancak Pirî Mehmet Paşa Karamanlı değil, Aksaraylı... Karamanlı Mehmet Paşa başka bir zat... Fâtih Sultan Mehmed saltanatında 1477-1481 yılları arasında veziriazâmlık yapmış Osmanlı devlet adamıdır.

Ömrü boyunca her türlü Dünya nimetlerinden uzak kalmayı başaran Şeyh Vefa’nın dostları, bulunduğu semtin fakirleri, fukarası, yetimleri, dulları idi. Bütün varlığını onlarla paylaşır, onları herşeyine ortak ederdi. İbâdetlerinin ve zikirlerinin dışında kalan zamanlarını onların dertlerine hasrederdi.

Şeyh Vefa 1491 (896 Hicri Ramazan ayını ilk pazartesi) günü hayâta vedâ ederek kendi adına yapılan câminin yanındaki türbeye defnedilmiştir.... Acaba tabutuna omuz veren, kabrini yaptıran Sultan II. Bayezid miydi?..

Çok kıymetli eserleri vardır. "Makam-ı Sülûk", tasavvufa ait Türkçe manzum bir eserdir. "Sâz-ı İrfan" da Türkçe manzum bir eserdir. "Evrâd-ı Vefa" ve "Ruznâme-i Vefa" adlı eserleri de meşhurdur. Çok güzel şiirleri ve ilâhileri mevcuttur.

Şeyh Vefâ’nın halifesi Abdullâtif Efendi, ziyâret ettiği ender kişilerden biri olan Molla Hüsrev, Karamanî Mehmed Paşa, Sinan Paşa, Molla Lütfî, Ahmed Paşa, Seyyid Emir Buharî, Kâtib, Zenbilli Ali Efendi, Şem’i, Sinoplu Safâyî, Mehmed Muhyiddin Vefâyî, Sabâyî, Şeyh Muslihuddin Efendi, Zâti, Ali Şâh Efendi, Hattât Kâsım ve daha çok sayıda mutasavvıf, âlim, müderris, şâir, veziriâzam, kazasker ve şeyhülislâm, Şeyh Vefâ’nın çevresinde bulunmaktaydılar. Bu da semtin ilim ve kültürel hayâtının ne kadar canlı olduğunun açık bir göstergesidir.

Tahminen 1424 yılında Sinop’ta doğan Sinoplu Safâyî, gemicilik yapardı. Safâyî, Galata’da, 1529 yılında, Şeyh Vefâ'nın vefâtı üzerine onun makaamına geçmiştir. "Vasâyâ-yı Şeyh Vefa"nın yanısıra "Fetihnâme-i İnebahtı" ve "Moton Gazânâmesi" adlı eserlerin müellifidir. Eserine münâcât ile başlayan Safâyî, Hz. Muhammed’in vasıf ve mucizelerini zikreder. Sultan II. Bayezid’i över. Daha sonra Şeyh Vefa’yı anlatır. Onun herkes tarafından sevilen bir zât olduğundan ve kendi şeyhi olduğundan bahseder. Eserinde şeriat, tarikat ve hakikat ile ilgili bilgeleri manzum bir şekilde ifade eden Safâyî, muhtemelen Şeyh Vefâ’nın sohbetlerinden dinlediklerini manzum hale getirmek suretiyle bu eserini yazmıştır. Sinoplu Safâyî 1534 yılında vefat etmiştir... ALLAH cümlesine gani gani rahmet eylesin. .

Daha önce açıklamıştık... Her medyum, Spiritualistler'in Spatyum dedikleri ÂHIRET ÂLEMİ'ni kendi idrâkine göre algılar, kendi hissettiklerine göre târif eder. Biz onların görüp, hissedip, anlattıklarına İMAJ deriz. Çoğu zaman bu İmajlar onlara oradaki Varlıklar tarafından verilir... Bu yüzden Medyumlar'ın Âhıret Âlemi tasvirleri birbirlerinden farklıdır, farklı İmajlar görürler. Buna ek olarak, Âhıret Âlemi'ndeki Varlıklar da bulundukları Vasat'ı kendi idraklerine göre, ve daha Üstün Varlıklar tarafından kendilerine verilen İmajlar'a göre algılarlar ve Medyum'a öyle yansıtırlar. Bu yüzden bir Celse'de alınanlara bakıp, "Âhıret Âlemi şöyleymiş, böyleymiş" demek mümkün değildir. Hele Haşmet Orbay gibi "Spatyumun Haritası"nı yapmak hiç mümkün değildir.

Bizim Medyum, Ruh ve beden münâsebetleri gevşetilip, mâna âleminde yükselmeye başladıktan sonra, KARANLIK TABAKALAR görüyor... Sonra MAHBES-İ İLÂHÎ'ye geliyor. Âhıret Âlemi'ndeki İlâhî Hapishâne... Sonra İNTİZAR MENZİLİ'ne geliyor, "Bekleme Salonu" diyebiliriz... MENZİL , "durak, konak yeri" demek... Ardından MENZİL-İ MUVAKKAT'e ulaşıyor... Yâni "Geçici Konaklama Yeri"... Sonra MENZİL-İ İBTİDA geliyor.. Yanî "Başlangıç Menzili, İlk menzil"... Ardından MENZİL-İ MAKSUT'a varıyor... Yâni "Ulaşmak istediği yer, ulaşabileceği mertebe"... Bu Medyum'un İrtibat kurduğu Varlıklar'ın çoğu bu Menzil'den... Sonra MENZİL-İ SUĞRA'ya çıkıyor... "Küçük Menzil" demektir. Ardından MENZİL-İ FAZL"a çıkıyor. Yâni, "Olgunluk Menzili"... Onun arkasından MENZİL-İ ŞÜHEDÂ geliyor, "Şehitlerin Makamı" demektir. MENZİL-İ SUĞRA bâzen MENZİL-İ ŞÜHEDÂ'dan önce, bâzen sonra karşımıza çıkıyor. Nedendir bilinmez... Medyum'un yanlış nakli de olabilir. Veyâ Medyum'un Âhıret Âlemi'ni algılaması kendi Ruh hâline göre değişiyor... Sonra MENZİL-İ HAYR geliyor, yâni "Hayır İşleyenlerin Menzili"... Bir de MENZİL-İ AFİF var, "Temiz ve Nâmuslu Olanların Yeri" demek... İlerde karşılaştığımız bir MENZİL-İ KEMÂL var ki, "MENZİL-İ ŞÜHEDÂ'nın ortasında" diye târif edilmiş... Yâni, bu menzillerin içinde de Katlar, Tabakalar var... MENZİL-İ KEMÂL "Bilgi ve Erdem Menzili" demek... En sonda da PEYGAMBERÂN-I İZ'AM MAKAMI var, yâni "YÜCE Peygamberler Makamı"...

Tekrar belirtelim, bunlar sâdece bir Medyum'un tasnifi... Bedru Ruhselman'ın Celseler'inde bu "Plânlar, Merkezler" şeklinde ifâde edilmiştir. Başkalarının bunu taklit etmesi gülünçtür.

Hatırlıyacaksınız, ŞİNÂSİ Celsesi'nde Varlık, Herkes takdir edilen dereceye göre bulunur. Bir derece, diğer üst dereceye, veya alt dereceye inemez" demişti. İdâreci'nin " Acaba bu dereceler ne kadardır?" sorusuna da, "HÜDÂ'dan başka kimse bilemez!" cevâbını vermişti... Ucu bucağı olmayan Kâinat'ın, havsalamızın almadığı Mükevvenât'ın, 18.000 Âlem'in Yaratıcısı yüce ALLAH'ın, kim bilir Âhıret Alemi'ni kaç Kat, kaç Tabaka, kaç Bölüm ve nasıl yarattığını!..

Varlık, "Pirî Mehmet Paşa nasıl şehit oldu? " sorusuna, Evvel emirde LEVH-İ MAHFUZ'da şühedâ rütbesine kavuşacağı yazılıydı. 'Tedâbir ittihaz etmedi,' diye müverrihler yazmaktadır. Etti... Çok müdebbir bir âdem-i devletti. Ancak TAKDİRDE YAZILAN TEDBİRLE BOZULMAZ... Bugünkü Üsküdar Câmii'nin bulunduğu yerde yalısı vardı. Oradaki hânesine VÂSIF isimli bir Hırvat Dönmesi ile, KÂZIM isimli bir Arnavut Dönmesi ve ALİ isimli bir Karamanlı bir yeniçeri... Vâsıf arkadan ilk seyfi vurdu... Düştü... Vâsıf boynunu kesti..." diye bir senaryo düzmüş. Doğru değil!.. Bizce aldatma için değil; araştırma yapmamız için böyle demiş...

Araştırdık... Pirî Mehmet Paşa, Sadrâzamlık'tan emekli edildikten sonra, Silivri'deki çiftliğine çekilmiş... Üsküdar Camii'nin yanında yalısı olup olmadığını bilemeyiz ama, Üsküdar'da değil; Silivri'de otrurmuş... Ama Saray'a pek sık gidip geldiği, hatta Kanunî Sultan Süleyman ile arasının oldukça iyi olduğu rivâyet ediliyor... Buradan hareketle, Pargalı Dâmat İbrahim Paşa'nın Sadrâzamlığının kendisinden geri alınacağından korktuğu, ve bu korkuyla 1532 yılında, Pirî Mehmed Paşa'nın oğlu Mehmed Efendi ile anlaşarak babasını zehirlettiği rivâyet ediliyor... Silivri'de yaptırmış olduğu câmi yanında bulunan türbeye gömülmüştür... Mehmed Paşa'nın oğlunun adı niye "Mehmed" olsun?.. Bunu da araştırmak gerekiyor. Tabii bir de, "VÂSIF isimli bir Hırvat Dönmesi ile, KÂZIM isimli bir Arnavut Dönmesi ve ALİ isimli bir Karamanlı bir yeniçeri"nin öldürdüğü bir devlet adamı var mı, onu araştırmalı!.. Yapılacak iş çok!..

Gelelim Celse'de geçen az kullanılan kelimelere... TEFRİK , "ayırma, ayırt etme, fark etme" demektir.
MEYİL "eğim, eğilim, eğiklik, temâyül, ilgi, gönül verme" demektir. Celse'de "eğim" anlamında kullanılmış.
MUALLAK, "asılmış, asılı, sonuca bağlanmamış, sürüncemede kalmış" demektir. Celse'de "havada, boşlukta" mânâsına kullanılmış..
BAKİYE, "geri kalan şey ,artık, artan, kalan, kalıntı, (muhasebede) alacak ve borçlar arasındaki fark, ölümsüz şehvetli kadın (isim olarak kullanılmaması uygundur)" anlamları var.
SüYUF, SEYF'in çoğulu "kılıçlar" demektir. İki kelime birleşip te BAKİYE-Yİ SÜYUF olunca "kılıçlar artığı" mânâsına geliyor. Hernekadar Varlık eceliyle ölmüşse de, kabirde çürüyüp giden bedenini "kılıç artığı" diye tavsif etmiş.
CEB-İ HÜMÂYÛN, "Pâdişâh'ın kendi parası, cebinden" demektir.
HİLKAT, "yaradılış" demektir.
MÂKÛL, "akla uygun, akıllıca, akıllıca iş gören, mantıklı, belirli, aşırı olmayan, uygun, elverişli, anlayışlı, mantıklı, aklın kabul edeceği" anlamlarındadır. Celse'de MÂKÛL ÂLEM diye geçiyor, "aklın geçerli olduğu madde âlemi" demektir.
İTİKÂF , "kendini bir konuya verme, Ramazan ayının son on gününde ALLAH rızâsı için dünya işlerinden ilgiyi kesip, câmiye kapanarak ibâdet etme" demektir. Celse'de "kendini bir konuya verme" olarak geçmiştir.
VÂRİT, "olabileceği akla gelen" gelen demektir.
RE'Y "görmek ve görüş" anlamına gelen re'y, bir fıkıh terimi olarak, müçtehitlerin, Kur'ân ve hadiste açıkça bildirilmeyen bir mesele hakkında dinî delillerden çıkarmış oldukları hükümleri ifâade etmektedir... Üstât, Nuh'un Gemisi için Vârittir, rey'i değildir" diyor. Yâni, "Gerçektir, kişilerin kanaati değildir" demek istemiş.
MÜŞERREF , "şereflendirilmiş kendisine şeref verilmiş, şerefli, herkesce kıymetli" demektir... ŞEREF kelimesi yerine ONUR diyorlar, sözümona ŞEREF yabancı kelimeymiş!.. Peki, ONUR ne?.. İngilizce HONOUR kelimesinden gelmiyor mu? Fransızcası da öyle!.. Üstelik TÜRKÇE karşılığı ŞEREF değil, HAYSİYET... Üstât, sual sâhibine takılmış "cehâletle müşerref" demiş, hiç cehâlet insanı şereflendirir mi?..
BASİRET , "doğru görüş, uzağı görüş, seziş, uyanıklık, anlayış, kavrayış, dikkat, sağgörü, göz açıklığı, inceden inceye etraflı derin görüş, ön görüş, gönül gözüyle görüş, hakikatı kâlbiyle hissedip anlama, kâlbde eşyânın hakikatlarını bilen kuvve-i kudsiyye, ferâset. İm'an-ı dikkat" anlamlarına gelir. Celse'de CEHL-İ BASİRET denmiş, yine Üstat sual sâhibine "câhilce görüşlerle hamle yapıyorsunuz, ilerleme kaydediyorsunuz" diye takılmış.
MÜVERRİH , "târihçi, târih yazarı" demek.
UMUR , "işler, görgü, bilgi, deneyim, aldırış etme, önem verme" demektir. MÜVERRİH-İ UMUR "târihî işleri, hâdiseleri yazan kişi" anlamındadır.
REMZ, "İşâret, simge, işâretle anlatmak" demektir. Celse'de "simge, sembol, timsal" anlamında kullanılmış.
DALÂLET , rahmetli ATATÜRK'ün "Gençliğe Hitâbesi"nde geçer, ama nedense bir türlü öğrenemezler... "sapkınlık, doğru yoldan ayrılma, sapınç" demektir.
TAYF , "görüntü, hayâlet, Ruh, hayâl, uykuda veya karanlıkta gözde tecessüm eden şekiller, bileşik bir ışık demetinin bir prizmadan geçtikten sonra ayrıldığı basit renklerden oluşmuş görüntü" demektir. Varlık RUH anlamında kullanmış. Ona göre, ŞEMS, Spiritualistler'in tâbiri ile bir VAZİFELİ RUH'tu. Alelâde bir kimse değildi.
ZÎRA , "Zira, parmak uçlarından dirseğe kadar olan kısma denk düşen uzunluk biriminin adı"dır. 75 cm ile 90 cm arasında değişmektedir.
ARŞIN, "68 santimetreye eşit bir uzunluk ölçüsü'"ür. Buna göre Varlığın "babalarınızın arşınına tekabül eder" ifâdesi yaklaşık olarak doğrudur.
DERÂGUŞ , "kucaklama, sarılma" demektir.
İLLİYiN , “Şüphesiz iyilerin kitabı İlliyyin'dadır. İlliyyîn'in ne olduğunu sana hangi şey bildirdi? O, içinde sâlih insanların amelleri yazılmış (olan, pek şerefli ve müjdeli) bir kitabdır." (Mutaffifîn Sûresi, 18-21. âyetler) de geçer... Celse İdârecisi'nin sormaya çalıştığı "kellâ inne kitâbel ebrâri lefî illiyyîn" (Mutaffifîn Sûresi, 18. Âyet) Meâli yukardaki ilk cümledir.
BARUĞ "dayanak" demektir.
MÜNEZZEH , "temiz, arı, uzak, ilişkisi yok" demektir. Yâni, "İlliyin elbet baruğdan münezzehtir" ifâdesi, " ALLAH'ın sözünü ettiği kitabın dayanağa ispata ihtiyâcı yoktur" mânâsınadır.
SEMÂVAT , "gökler, semâlar" demektir.
BERR-İ MÜMÎNÎN "müminlerin toprağı" demektir. İstanbul'u "müminler toprağı" diye belirtiyor.
İNDALLAH, ÂLLAH katında" demektir.
İNÂYET , "iyilik, kayra, atıfet, ihsan, lütuf, dikkat, gayret, özenme meded etmek" demektir.
FARZ-I AYN , her müslümanın bizzat kendisinin yapması gereken farzdır.
MÜNÂCAAT , ""yakarma, dilekte bulunma" demektir.
MERKAD , "yatacağı yer, yattığı yer" demektir.
TEDÂBİR, "tedbirler, çâreler" demektir.
MÜDEBBİR , "tedbirli, işin arkasını ve sonunu düşünüp, çâre arayan, önlem alan" demektir.
İTTİHAZ , " alma, sayma, tutma" demektir.
MERBUL diye bir kelime bulamadık. Yanlış nakil veya yanlış kayıt olabilir.
TEKÎT , "kuvvetleştirme, sağlamlaştırma, üsteleme" demektir.
MUHASSALA, "bileşke, elde edilen sonuç" demektir.
NEŞVÜNEMÂ , "gelişme, yetişme" demektir.
GAFFAR , ALLAH'ın Güzel İsimleri'nden birinin sıfat hâli "çok bağışlayıcı, bağışlayan" mânâsındadır.
BERTARAF , "kaldırma, giderme" demektir.
İRCÂ , "eski biçimine sokma, çevirme, döndürme, İndirgeme "demektir.
MÜTEVELLİT , "doğmuş, dünyaya gelmiş, meydana gelmiş, ileri gelmiş" mânâları vardır.
MARAZ , "hastalık, illet, dert, belâ, dayanılması güç durum, huysuzluğu ve titizliği ile can sıkan şey" demektir.
KADEM , "ayak, adım, uğur" demektir.

EL KEMÂL için "Esmâ-ül Hüsnâ'dan 71.sidir" denmiş... Yanlış!.. ESMÂ-ÜL HUSNÂ, "ALLAH'ın Güzel Adları" demektir, 99 tânedir. Aslında sonsuzdur ama, KUR'AN-I KERİM'de geçen bu 99 üzerinde durulur. Farklı sıralamalar vardır. Yaygın bilinen sıralamada 71.si EL-MUKADDİM'dir, "dilediğini, öne alan, öne geçiren, yükselten" demektir. Bizce en makbûl tasnif, bu konuda derin ve uzun araştırmalar yapmış olan Mustafa İSLÂMOĞLU'nun ESMÂ-ÜL HUSNÂ listesidir. ALLAH'ın KEMÂL diye bir adı yoktur. Çünkü KEMÂL, "bilgi ve erdem bakımından olgunluk, yetkinlik, erginlik, eksiksizlik, en yüksek değer, tamlık" demektir. Bu vasıflara sâhip olana KÂMİL denir, özne odur. Ancak, KEMÂL, TEKÂMÜL ile ilgilidir, tekâmül ettikçe kemâle erer, kâmil olursun. İNSAN-I KÂMİL de beşerin ulaşabileceği en yüksek mertebedir. İşin içine Tekâmül girince, başta eksiklik var, demektir. Bu ALLAH ile bağdaşmaz, o yüzden KEMÂL listede yoktur. KÂMİL de yoktur... Bu ifâdenin bizi araştırmaya sevketmek için verildiği açıktır. KUR'AN'a, âyetlere derinlemesine vâkıf bir Varlığın böyle bir hatâ yapması mümkün değildir... Biz de araştırdık, doğrusunu bulduk.

Cezâsında azaltma isteyen Çakırcalı Mehmet Efe'nin semâvî affa uğrayıp Mahbes'ten çıkması kafaları karıştırmıştır belki. Çünkü Bir önceki Celse'de hapiste... Üstat, "Asâkir-i Mustafa Kemâl'in Makarr-ı Hilâfet'e girdiği gün semâvâtî bir af ilân edildi" diyor,.. TÜRK askerinin İstanbul'a girişi 6 Ekim 1923'te... Eğer af o târihte çıktıysa, niye bir önceki Celse'de hapiste?.. Acaba bir "tenkis-azaltma" çıktı, süre daha sonra mı tamamlandı?... Sonra Âhıret Âlemi'nde de Dünyâ'daki, hele bizdeki gibi sık sık af çıkar mı?... Bilemeyiz... Yalnız, şu kadarını söyliyelim... Zaman mefhumu farklı... ALLAH için zâten ne zaman var, ne mekân!.. O ne isterse yapar, biz de ancak bildirdiği zaman haberdar oluruz. Bir ihtimâl de, af çıkmış, cezâsı hafifletilmiş, ve kalan cezâsını çektikten sonra Mahbes'ten çıkmıştır.

Varlık 41'ler, 9'lar, 7'ler diye bir takım tâbirler kullanıyor... Ne olduğunu anlamadık, ama sormaya hak tanıdığı sualleri sorduk.

"YIKANINIZ!" tebliğini bir kere daha tavsiye ederek bitirelim.

Ruhi Selman

selman@journalist.com

***

  • Önemli Sayfalar:

    - BİR SPİRİTUALİSTİN DÜNYASI - ANA SAYFA
    - BİR TEBLİĞ
    - ÖLÜM VE SONRASI
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 1
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 2
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 3
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 4
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 5
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 6
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 7
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 8
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 9
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 10
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 40
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 41
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 42
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 44
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 45
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 46
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 47
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 48
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 49
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 50
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 51
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 52
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 53
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 54
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 55
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 56
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 57
    - ÂHIRET'TEN SİMÂLAR - 58
    - ÂHIRET'TEN SİMÂLAR - 59
    - ÂHIRET'TEN SİMÂLAR - 60
    - ÂHIRET'TEN SİMÂLAR - 61
    - TEKÂMÜL'E GİDEN YOL
    - NEYZEN TEVFİK'TEN BİR ŞİİR
    - BİR OBSESYON VAK'ASI
    - ÖTE ÂLEM'DEN ŞİİRLER - 1
    - RÜYÂLAR - 1
    - RÜYÂLAR - 2
    - REİNKARNASYON - 1
    - REİNKARNASYON - 2
    - ANADOLU'DA REİNKARNASYON ŞİİRLERİ
    - İRLANDALI ŞÂİR JAMES CLARENCE MANGAN ANADOLU'DA MI YAŞADI?
    - FİNCAN CELSELERİ - 1
    - FİNCAN CELSELERİ - 2
    - FİNCAN CELSELERİ - 3
    - EKMİNEZİ ÇALIŞMASI
    - İMAJ VE İLK YÜKSELME
    - RÛHÎ FİLİMLER - 1
    - ENTERESAN RÛHÎ OLAYLAR
    - ERGUN ARIKDAL VE SÂDIKLAR PLÂNI'NI TENKİT
    - BÜLENT ÇORAK VE DÜNYA KARDEŞLİK BİRLİĞİ SAFSATASI
    - CENAP BAŞMAN VE MARON TARİKATI
    - SAPKIN RAEL TARİKATI
    - TRANSANDANTAL MEDİTASYON KANDIRMACASI
    - MELEKLER'DEN MESAJ ALDIĞINI SANAN ŞAŞKINLAR
    - ŞEYTANA TAPAN SATANİSTLER
    - MEKTUPLAR