BİR SPİRİTUALİSTİN DÜNYASI

ÂHİRETTEN SİMÂLAR - 52

Bu sefer iki muhterem Varlık ile yapılan sohbeti nakledeceğiz. HAZRET-İ İSHAK ile olan ilk karşılaşmayı daha önce vermiştik. Ve onun Peygamber HAZRET-İ İSHAK değil, MEVLEVÎ HAZRET-İ İSHAK olduğunu belirtmiştik. Şimdi hem o, hem de YUNUS EMRE ile olan İrtibatın zabıtlarını vereceğiz.

Yalnız bir husus var... Yunus Emre ile görüştüğünü iddia eden başkaları da var. Hattâ bunlardan birisinin kayıtları İnternet'te yayınlandı. Biz deriz ki, "telefonun ötesi ucunda kim var, bilinmez"... Nasıl ki, kendini polis, savcı diye tanıtıp paraları, altınları götürüyorlarsa; göremediğimiz Âhıret Âlemi'nden de birileri bizi Yunus, Mevlâna, Atatürk diye kandırıp vaktimizi ve aklımızı götürebilir. Gelen Varlığın iddia ettiği kişi olup olmadığı, ancak onun hayatta iken verdiklerine, üslûbuna, felsefesine uygun yeni doneler vermesi ile anlaşılabilir... Meselâ meşhur bir şâir olduğunu iddia eden Varlık, hayatta iken aruzla şiir yazmış ise, Celse'de ya aruz vezni ile yeni bir şiir vermeli, ya da şiirlerdeki üslûbu, temayı meselâ serbest vezinli bir şiirle yansıtmalı... Aksi takdirde alınan "tebliğ"ler, "mesaj"lar, "akış"lar, her ne ise, kuşkuludur!

Yanlış anlaşılmasın, "Bir Varlık, meselâ Yunus Emre, sâdece bir Medyum'la İrtibat kurar" diye birşey yok!.. Bir Varlık, farklı yerlerde bir kaç Medyum'la Temâs'a geçebilir. Medyum'un kaabiliyetine göre biriyle hece vezninde, birinde serbest şiir verebilir. Önemli olan üslûb ve felsefenin Yunus'a uygun olmasıdır.

Şimdi, bakalım, bu aşağıdaki Celse sizi tatmin edecek mi?

Varlık : Mevlevî Hazret-i İshak, Yunus Emre
Medyum : Esat
Târih ; 27 Kasım 1964
Usûl : Hipnotik-Manyetik Karma
Hâzirûn : Muhtelif Şahıslar

(Medyum uyutulup, yükseltilmeye başladıktan sonra)
Medyum- ... Konuşamam... Şimdi öyle çok uzaktan ezan sesi gibi sesler geliyor...
Yeşil renge bürünüyor her taraf... Ezan aksediyor gibi... Ezan... Başım dönüyor...

.... Aydınlandı... Aydınlandı... ve yeşil... Ezan sesi azaldı... Yalnız şimdi "ALLAH...
ALLAH" sesleri geliyor... Ben buraları hiç görmedim... İlk defa geliyorum buraya...

... Bir şey var uzakta... İki... İki... İki... Birini tanıdım... Biri HAZRET-İ İSHAK, ama arkası dönük...
İkisinden birini tanıyorum... Hazret-i İshak... Yanında biri daha var... Ben yaklaşıyor gibiyim ama,
onlar yaklaşıyorlar galiba...

Hazret-i İshak yavaş yavaş uzaklaştı... Benim Rehberim o... Şimdi ne yapacağım??? ...
Kayboldu!.. Ooo!.. Çok parlak bir yüz şimdi, öbürsünde... Çok parlak!... Bakamam!..

İdâreci- Niçin?
M- Çok parlak!.. Çok... Çok parlak!... Bakamıyorum ben!..
İ- Ne şekilde?.. Yüzü mü parlak?
M- Çok!... Zâten her taraf parlak... Fakat o, çok parlak!.. Yaklaşıyorum...
Yaklaşıyorum... Elini öptüm...
İ- Kimmiş bu muhterem?
M- Tanımıyorum.
İ- Lûtfen bize kendilerini tanıtsınlar. ALLAH rızâsı için.
M- ... Bana "Sus" der gibi duruyor öyle... Yaklaştı... İlk defa görüyorum... Çok fenâ!...

(Medyum teşevvüş hâlinde)
İ- Sâkin olarak!..
M- ... Konuşuyor...
İ- Buyurun.
Varlık- Merhaba gönüller!.. Sohbet-i Can'dan Olanlar!
İ- Merhaba.
V- Kimim ben?
İ- Mevlâna Hazretleri.
V- Hayır... Kim olabilirim ben?.. Biraz sonra Uyanık Olanınız... Hani sizin uyuyor gördüğünüz
var ya, esâsında uyanık tabii o... Uyandığı zaman uyuyacak... Anladınız mı mânâyı?..

Ben kimim?.. Yalnız çok az duracağım huzurunuzda. Sebebi de dayanamaz, yorarım...
Müsaade aldım biraz evvel bir diğer Hazret'ten...

M- ... Tanıyorum ben bu yüzü... Şimdi tanıdım... Çok, çok mânâlı bakıyor ama...
V- Kimim, söyleyin... Ben konuşuyorum şimdi yine... Beni hepiniz seversiniz.
Hem çok seversiniz ama... "Gönül" dedim, "can" dedim, "sevmek" dedim...
Ben kimim?.. Bakın, vereceğim
(zihnen) şimdi bir-ikinize ve beni söyliyeceksiniz şimdi.
İ- Lûtfediniz.
V- Hayır, ben size söyleteceğim.
İ- Peki, efendim. Buyurunuz.
V- Söylesin aklına gelenler... Ben kimim?
i- Hazret-i Şems.
V- Hayır.
İ- Resûl-ü Ekrem.
V- Olur mu öyle şey!.. Resûl-ü Ekrem buraya gelir mi?.. Hangi makam?..
Sizlen çok olan biriyim ben... Biraz sonra ne yapacağım, biliyor musunuz?.. Hayır, hayır...
Şiyle yapayım da, beni öyle tanıyın siz. Fakat ondan sonra da çok az konuşup gitmem lâzım.
Bir başka defa daha çok dururum huzurunuzda, olur mu canlar?.. Gönül dostları!..
Sefâ bahşediciler!..

Kim olabilirim ben?...Söylüyorum... Şiir yazdırıyorum... En sonunda kim olduğumu
söyliyeceğim. İlk defa ben sizin huzurunuzdayım. İlk defa sizlere sizler gibi hitap ediyorum.

Yalnız azıcık daha bize yaklaştırın Uyuyanınız'ı.... Uyanık Olanınız'ı aslında...

İ- Lûtfen Üstâd'a biraz daha yaklaşınız.
V- .......

Ben Seni bende bulalı
Vuslatta hicrânı duyalı
Gönül makamın olalı
Aşk oduna yanan biziz.

Gamda neş'e, neş'ede gam
Cân içinde cânı bulsam
Bir katrede cihan olsam
Aşk oduna yanan biziz

Dinle şimdi sen Yunus'u
Ol Çalab'ın aziz kulu
Bir tut varlıkla yokluğu
Aşk oduna yanan biziz

Bunda ben varım ama, sizin bildiğiniz ifâdelerde değil bu, değil mi?.. Buna rastlıyamazsınız, hiç!..
Ben sizden başka iken konuştum şimdi... Bir başka sefer çok daha başka okuyacağız tabii...
Şimdi kâfi değil mi bu şiir?..

Yalnız konuşmak isteyeniniz varsa, uzun değil, konuşsun... Beni imtihan eder gibi bana sual
sormayın sakın!.. Yok, baban kimdi? Anan kimdi, filân değil... Ben bilmem artık onları...
Çünkü ben, bende değilim ki!.. Ben O'ndayım... Anlatabildim mi?
İ- Evet...

Devam etmeden birkaç hususa değinmek isteriz... Birincisi, Üstâdımız Yunus Emre diyor ki, "Bu benim tarzım, benim felsefem, ama bu şiir hayatta verdiklerimden değil. Onlar arasında bulamazsınız." ... Bulsaydık, Niyâzi-i Mısrî'nin şiiri gibi, "aşırma" olacaktı, ve Yunus Emre ile bir Rûhî İrtibat saymıyacaktık... Okurlarımız araştırsınlar, aynı şiiri Yunus Emre külliyâtı içinde bulurlarsa, hemen Spiritualist olmaktan vazgeçerim!

İkincisi, Resûl-ü Ekrem ile, yâni Peygamberimiz Muhammed (s.a.v.) ile görüşmek mümkün değil. Diğer Peygamberler ile de görüşülemez. Dört Halife ile de!.. Herifin biri kalkmış, "Ben ALLAH'la görüyorum. Her gece Peygamber'le görüyorum" demiş, zırvalamış. Ulan, zırtapoz!.. HAZRET-İ MÛSA bile ALLAH'ı göremedi, O'nun dağa tecelli etmesi ile bayıldı, yığıldı kaldı!..

- "Belirlediğimiz vakitte Mûsa gelip de, Rabbi ona hitap buyurunca,
o, 'Rabbim, bana kendini göster de Sana bakayım' dedi.
Allah 'Sen Beni göremezsin,' buyurdu.
'Ama şu dağa bak; eğer o yerinde durursa, o zaman görürsün.'
Rabbi dağa tecellî edince onu paramparça etti,
Mûsa da bayılıp kaldı. Ayıldığında, 'Sen her türlü kusurdan yücesin.
Ben sana tevbe ettim. İman edenlerin de ilki benim" dedi.

(A'raf Sûresi, 143. Âyet)

GÖZLER O'NU GÖREMEZ!.. RÜYÂSINDA DA GÖREMEZ!..

- "Gözler O'nu görmez, O gözleri görür;
O lâtiftir (görülmeyecek kadar ince, seyyal ve soyuttur),
herşeyi haber alandır."

(En'am Sûresi, 103. Âyet)

Üçüncü husus, daha önce de belirtmiştik, Âhıret'e intikal eden Ruhlar, Dünya hayâtındaki olayları, kişileri zaman içinde unuturlar. Ama edindikleri bilgiler, tecrübeler Ruh'ta kalır.

Ve sonuncu; Üstat Yunus Emre, , kim olduğunu zihnen Avradakiler'e vermeye çalışmış, ancak herhalde aralarında telepati kaabiliyeti olan biri bulunmadığı için, veya aldığı halde cesâret edip söyliyemediği için, kimse onun adını vermemiş.

İdâreci- Müsaade ederseniz, BARAK BABA'nın bir beyti var, anlıyamadık.
Lûtfen açıklar mısınız?... "Ben görünüşte Âdem'in oğluyum ama, gerçekte ona baba
olduğuma dâir tanığım var" şeklinde.
Varlık- Sûret değil, sîret var, demek bu... Bir diğer makamdaki, bu görünüşe girmeden
evvelki durumdan bahsediyor... Tabii öyle herkes... Anlaşıldı mı?
İ- Anlıyamadığım "Ona baba olduğuma dâir tanığım var" kısmı.
V- O "baba" kelimesi sizin kabul ettiğiniz mânâda baba değil... En yakınlığı ifâde ediyor...
Daha yakını, en yakını... Arada hiçbir mesâfe olmıyan yakınık bu. Yâni, biz hep aynı
yoldayız... Baba-oğul meselesi değil bu tabii... Kaldır sûretleri... Sîret meselesi...

Yalnız ben huzurunuzda fazla duramıyacağım. Zâten geliyor müsaade aldığım Hazret.
Ben sırf buraya size şiir söylemek için geldim.

İ- Çok teşekkür ederiz. TANRI râzı olsun.
V- TANRI'dan dua edin yalnız... Ben hep öyle dua ederdim.
İ- Lûtfediniz.
V- Biliyorsunuz, insanın kendini terk ettiği bir an vardır Yâni ben, beni terk eder.
TANRI'ya deyin ki, "Ben, beni terk ettiğim zaman, sakın Sen beni terk etme!.." Olur mu?..
İ- Teşekkür ederiz.

Gene duralım... Evvelâ az bilinen kelimeler...ALLAH'ın EL LÂTÎF ismi "ince, seyyal, lûtuf ve keremi bol olan,lûtfeden, inâyet ve ihsânı sınırsız olan, kulun yerinde istek ve ihtiyaçlarını yumuşaklıkla ve kolayca ona ulaştıran, en ince, nasıl yapıldığı bilinmeyen işleri bilen, derinliklere ve bilinmezlere nûfuz eden, akla hayâle gelmeyen yollardan ve yerlerden kuluna nimetler, hayırlar ve faydalar çıkaran, sürekli lûtfeden" mânâlarına gelir.
ÇALAB veya ÇELEB Oğuz Türkleri'nde TANRI demektir. Yunus Emre sık kullanır.
BARAK BABA , Yunus Emre'nin dergâhında eğitim gördüğü muhterem zattır. Celse İdârecisi bu soruyu daha önce de Ahmet Vefik Paşa Celsesi'nde sormuş ve cevap almıştı.
SÛRET , "İslam felsefesinde, varlığın görünen yanı, beş duyu ile algılanan yönü, yüz, çehre, biçim, yol, tarz, yazı veya resim kopyası, nüsha, resim, fotoğraf" demektir. Tabii burada "varlığın görünen yanı, beş duyu ile algılanan yönü" anlamında.
SÎRET , "bir kimsenin içi, bir kimsenin mânevî durumu, hâl ve hareketleri, tabiatı ahlâk ve karakteri, hâl ve gidişi. hâl tercümesi, nefis" demektir. (Osmanlıca'da yazılışı: sir'et)

Dua ne güzel, değil mi?... Ben'i bırakmak, benliği bırakmaktır. Çünkü çoğu zaman insan, kendini o "benlik" zanneder. O "ben" dediği benliği bıraktığı zaman, gerçek varlığını bulur. Onun için "Ben, beni (benliğimi, nefsâniyetimi, egomu, menfaatperest yanımı) terk ettiğim zaman, Sen (ALLAH'ım!) beni (Senden olan, Senin üflediğin Ruh olan gerçek varlığımı) terk etme!" diyor... Bu duayı hep hatırlıyalım.

Bir husus daha var... Bâzıları âdeta TANRI kelimesine düşman!... Ordudaki "TANRIMIZ'a hamd olsun" duasını "ALLAHIMIZ'a hamd olsun" şekline çevirdiler. Yanlış mı?.. Elbette değil!... Peki, ilki yanlış mı? O DA DEĞİL!.. Çünkü bütün Güzel İsimler ALLAH'ındır. (Âraf Sûresi, 180. Âyet) GOD da ALLAH'tır, MANİTU da ALLAH'tır. Çünkü O'nu kastediyorlar. HÜDÂ da ALLAH'tır, ÇALAP da ALLAH'tır... Sen nasıl kalkar da, bir güzel ismi dışlarsın?.. Üstelik tâ TENGRİ ile târih öncesi Türkler'e uzanan bir bağı kopartırsın?... Acaba maksat bu mu?..

Varlık- Gülegüle Gönül Yoldaşları!..
Dâima gönüllerinizi gönül yoldaşlarının yoluna serpin, efendim.
İdâreci- Acaba ne zaman görüşebileceğiz?
V- Biz yine Medyum'u size göndeririz, efendim...
Medyum- Bunu Hazret-i İshak söyledi...
(Yunus Emre) Güldü... Gidiyor, efendim...
Hazret-i İshak geldi.
Varlık- Merhaba, efendim.
İ- Hoş geldiler.
V- Hoş bulduk... Yalnız bizimkini yormadan konuşalım...
Ben birşey söyliyecek değilim. Sâdece bir müddet konuşalım.
İ- Muhterem Üstâdım, geçen Celse'de Beytî Varlık hakkında biraz mâlûmat vermeniz...
V- ... Söyliyeceğim size... Onun için ayrı bir konuşma tertip edin. Bu Medyum tamâmen
bize göre, bizim gibi gören,
(bizim gibi) olanlara göre yetiştirilmiştir. Bu, daha çok
bu yollarda, bizim soframızdadır. O şekilde konuşmaları ayrı bir şekilde yapın.
Aynı Medyum, öyle yetişmediği için çok sarsılıyor, çok yoruluyor. Doğrudan
doğruya yaparken bunun hiç bizden... Yâni Medyum'u doğrudan doğruya Beytî ile
Temâsa geçirin... Öyle yapın bu işi...
İ- Biz sizden izin almadan bu işe cesâret edemedik.
V- Yapabilirsiniz. Yalnız bu Celse, tekrar onunla konuşmak işi olmasın.
İ- Peki, efendim.

Burada durup, açıklama yapmamız gerek... Biz Yunus Emre'yi verelim diye bir Celse atladık... 25 kasım 1964 Celsesi'ni... Orada Beytî Dost diye bilinen Varlık hakkında bir görüşme geçmişti. Hazret-i İshak buna atıfta bulunuyor... Bu arada, aranızda bu "hazret" kelimesine takılanlar olabilir. Hazret-i Mevlâna oluyor da, niye Hazret-i İshak olmasın?.. O da muhterem bir Varlık... Sonra açıkladık, Peygamber olan Hazret-i İshak kastedilmiyor. Onun nasıl müjdelendiğini Hazret-i İbrâhim sayfamızda anlatmıştık.

Beytî Dost meselesine gelince, o Celse'de İstanbul'daki Refet Kayserilioğlu ve Ruh Dünyâsı ekibinden Hâzım Akalın vardı. Celse'nin o kısmı şöyle cereyan etti:

İdâreci- Beytî Varlık'la görüşmek kaabil mi?.. İstanbul'da yapılan bir Celse'de
Beytî nâmıyla bir Varlık...
Hazret-i İshak- ... Yâni, başka bir şahısla mı Temâs'a geçireyim sizi istiyorsunuz?
İ- Evet... Mümkün mü?.. Çünkü şöyle demiş: "Ben diğer yerlerdeki Celseler'de de
Tebliğler vereceğim." Bu bakımdan rica ediyoruz.
V- Yâni, bu Seans'ta ben aranızda konuşturayım mı istiyorsunuz?
İ- Mümkün mü?
V- Mümkün olmayan ne var zâten?
İ- Lûtfedin.
V- Yalnız Medyum'u azıcık derinleştirin...
M- .... "Girmedim ki!" diyor.
Beytî- Ne konuşmuşum?... Nerede?
İ- İstanbul'da, bir Celse'de.
Beytî- Ne hakkında?
İ- Uçan Dâireler hakkında ve bir de...
V- Yalnız, ben gene Hazret-i İshak... Alıp veriyorum size... Çünki inemem oraya
kadar da, ondan... Evet, sorun... yalnız ağır vereceğiz, tabii. Alıp vereceğiz çünkü...
İ- Hâzım Bey soruyor.
Hâzım Akalın- Bu Beytî Varlık İstanbul'daki arkadaşların tertip ettikleri Celseler'e gelen
ve oradaki arkadaşlara bilgiler veren Varlık'tır.
V- Evet, efendim.
HA- Bu Varlık İstanbul'da verdiği Tebliğde "İstanbul'un dışındaki Celseler'e de
iştirak edeceğini, oradaki Celseler'de de aynı Tebliğler'i vereceğini" söylemiştir.
V- Evet, efendim.
HA- Bize, soru sormadan önce, spontan olarak bu Celse'de söylemek istediği şeyleri
dinlemek istiyoruz.
V- Şimdi ben biraz başlıyayım size...
KÂİNAT, YALNIZ SİZİN BASTIĞINIZ TOPRAK DEĞİL... DAHA BİRÇOK ADIMLARIN BASTIĞI
TOPRAKLAR VAR... ŞEKİLLER, YAŞAYIŞ ŞEKİLLERİ, OLUŞ ŞEKİLLERİ BAMBAŞKA OLAN
BİRÇOK VARLIKLAR, BİRÇOK YERLERDE YAŞIYORLAR...
(... diye devam eder Tebliğ...
İlerde tümünü vereceğiz)
HA- Spontan olarak bize söyliyecekleriniz bunlar mı?
V-
(Hazret-i İshak'ın nakli ile Beytî) Ânî olarak bu kadar, tabii... Bir başka Celse'de yalnız
benlen yapın, aynı Medyum'lan. Aynı Medyum'u uyutun.
V- Ben gene Hazreti-i İshak... Konuşuyorum ama, onun ağzından konuşuyorum. Beni çağırmayın
yalnız... Hazret-i İshak'ı değil de, o niyetle başlatın ve Medyum size ondan verecektir. Yalnız siz
suallarenizi sorun. Biz cevâbı hazır vaziyetteyiz burada.
HA- Yine İstanbul'dayken verdiği bir Celse'de Uçan Dâireler'in varlığından bahsetmişti.
Uçan Dâireler gerçek mi?.. Gerçekse, bu Uçan Dâireler uç buutlu başka dünyâlardan mı,
yoksa üç buutun dışındaki başka âlemlerden mi gelmektedir?
V-
(Hazret-i İshak'ın nakli ile Beytî) BU İKİSİNE DE ŞÂMİLDİR... YALNIZ HAKİKAT OLUŞUNA
GELİNCE, SİZİN GÖRDÜĞÜNÜZ NİSBETTE HAKİKATTİR. FAKAT ESAS HAKİKATİ, SİZİN
GÖREMEDİĞİNİZ TARAFINDA OLANIDIR.
(... Bu tebliğ de ilerde verilecek.)
M- ... Diyor ki, "Niye bana Beytî deniliyor?" diyor.
HA- ??? Kendisi öyle hitap edilmesini istedi.
Hazret-i İshak- Niye Beytî?... Niye Beytî? Onu da açayım mı size, niye Beytî?
HA0- Lûtfen.
V- Beytî hem kendinden veriyor, hem Çok Yukarı'dan alıp veriyor. Oldu iki...
Beyit de "iki" demektir. Ondan dolayı Beytî... Evet efendim.

İşte bu son kısmı vermek için 25 kasım 1964 Celsesi'nden alıntı yaptık. Beytî, Vasat'ın biraz Üstü bir Varlık... Onun için Hazret-i İshak "inemem oraya kadar" diyerek Beytî'nin kendinden Çok Aşağı'da olduğunu belirtti. Sonra da nasıl Tebliğ verdiğini açıkladı. Hem kendinden, hem Çok Yukarı'dan alıp" veriyor. Tabii kendine göre Çok Yukarı'dan... Bunu yapma kaabiliyeti olsa da, kudreti kendinden değil. Buna müsaade edildiği için, o toplantılara katılanları aydınlatmak için yapabiliyor. Kendinden verdiklerinde hatâlara düşüyor. Bunlardan birisi, Hazret-i İsâ zannedilmesi ve bunu önlememesi...

Beytî ile yapılan Celse'nin önemi, Uçan Dâireler ve Başka Dünyâlarda Hayat konusunda bilgi alınması... Bunu o Celse'yi verdiğimiz zaman göreceksiniz.

Yalnız burada çok mühim bir husus daha var... Hazım Bey'in "Spontan olarak bize söyliyecekleriniz bunlar mı?" sorusuna BEYTÎ "Ânî olarak bu kadar, tabii" demiş... Bundan ne anlıyoruz?... Üstün Varlıklar, Üstatlar bizim karşımıza hazırlıksız çıkmazlar. Bütün Tebliğler, Sohbetler önceden hazırlanır. Konusu tesbit edilir, iyice hazırlanılır, konferans gibi, seminer gibi verilir... Meselâ aşağıda "MADDENİN TEKÂMÜLÜ"nden bahsedilmiş. Bu Celse'nin târihi 27 Kasım 1964... 45 gün sonra, 14 Ocak 1965 gecesi İBNİ SİNÂ gelmiş ve "MADDENİN TEKÂMÜLÜ"nden bahis açmış!.. Demek ki tâ o târihten beri hazırlanıyor Tebliğ... Üstatlar'ın başka hazırlıkları da var.

Hazret-i İshak- Meselâ, bir başka Medyum'u böyle yapın, isterseniz.
Size bâzı sırlar söyliyeyim: Bu işler devam ettikçe, biz size daha Tefsir vereceğiz...
Mesnevî'yi verdireceğiz... Yukarı'dan verecekler, öyle vereceğiz. Daha güzel şeyler...
İdâreci- Bizim Tekâmülümüze yarıyacak mevzular rica ediyoruz.
V- Öyle vereceğiz. Sonra, biz gönüllere korku salmak, şüphe salmak istemiyoruz.
Şimdi dediler ki, bu iş için Beytî de değil de, o işlerle uğraşanlar var burada.
Vazifeliler var... Onlar Temâsa geçip de, başkasıyla konuşturabilirsiniz. Bunu
bu Medyum'a yaptırabilirsiniz. Yalnız ki, bir başka sefer bu... Olmaz mı?..
Siz o zaman neler anlamak istiyorsanız, sıralayınız. Onun hepsine cevap verelim.
Meselâ, bir sual var... Onu vereceğiz. Yalnız şimdi değil... Bu bizdedir.
MADDENİN TEKÂMÜLÜ... Onu bir müsaade ânında vereceğiz, efendim, size. Onu bir
taraftan hatırlayın, aynen vereceğiz onu. Yalnız sizin anlıyabileceğiniz, idrâkinize
sığacak şekilde vereceğiz. Olur mu, efendim?
İ- Çok teşekkür ederiz.

Gene duracağız... "Sıktın artık," demeyin, lûtfen. Açıklamamız gereken hususlar var... Üstâdımız bize iki vaadde bulundu. Biri KUR'AN TEFSİRİ... Diğeri MESNEVÎ... Artık Hazret-i Mevlâna'dan yeni bir mesnevî mi, yoksa Mesnevî'nin Şerhi mi, yâni açıklaması mı, bilemedik. Bundan sonraki iki senede her ikisi de yapıldı. Yeni bir Mesnevî şiir olarak gelmedi ama, hem şerhi, hem de yeni ifâdeler alındı.

Bir üçüncü vaadi de "Ne anlamak istiyorsanız, sıralayın" diye açık çek verdi. Buna Uçan Dâireler, Maddenin Tekâmülü de dâhil... O dönemde bizim ortamda Mu ve Atlantis biliniyordu ama, Atlantisliler'le Temâs, Agartalılar-Magartalılar aklımızdan bile geçmezdi.

Kısacası, çok şey alındı iki yıl içinde ama, Medyum'un ömrü kalanlara yetmedi. ALLAH gani gani rahmet eylesin.

Hazret-i İshak, Medyumluk hakkında da çok mühim ve değerli bilgiler vermiş... "Beytî için ayrı bir konuşma tertip edin. Bu Medyum tamâmen bize göre, bizim gibi gören, bizim gibi olanlara göre yetiştirilmiştir. Bu, daha çok bu yollarda, bizim soframızdadır. O şekilde, Beytî ile konuşmaları ayrı bir şekilde yapın. Aynı Medyum, öyle yetişmediği için çok sarsılıyor, çok yoruluyor.Yâni Medyum'u doğrudan doğruya Beytî ile Temâsa geçirin" demiş... Buradan şunu anlıyoruz: Bu Medyum, kendi yatkınlığına göre, tasavvuf ehlinden mânevî konularda bilgi alacak frekansa sâhip... Rehberi Hazret-i İshak da onun bu yönde gelişmesini sağlamış... O yüzden "Celse'ye başlarken niyetiniz, hedefiniz Beytî olsun, Medyum'u doğrudan doğruya Beytî ile Temâsa geçirin... Öyle yapın bu işi" diye yol göstermiş. Haa, herkes Beytî ile görüşebilir mi?.. Elbette hayır!.. Ama bir Varlık ile Temâs'a geçebilen bir kaç ayrı Medyum olabilir.

Bunları niye yazıyoruz?.. Çünkü biz sâdece kendi yaptığımız Celseler'i, katıldığımız Celseler'i size nakletmek için yazmıyoruz bu yazıları... Bizim esas amacımız yolundan çok sapmış olan Spiritualizm'i, düzgün bir hizâya getirmek!.. Bir takım Varlıklar'la görüştüğünü zanneden câhilleri, başka ülkelerdeki Sahtekâr Medyumlar'ın zırvalarını okuyarak aydınlandığını sanan zavallıları uyarmak, eğitmek!.. Gerçek Medyumluğun ne olduğunu anlatarak onların gözünü açmak!..

Rahmetli Bedri Ruhselman'ın "Medyumluk" adlı bir eseri vardır. Sonra Sertaç Mehmet Temizel ve Sultan Tarlacı diye birileri çıkmış, onun eserini sözüm ona geliştirerek "Bedri Ruhselman'dan Medyumluk" diye yayınlamışlar. Bu kişilerin Spiritualizm'le, Rûhî İrtibat'la, Celseler'le alâkası kuşkuludur. Bunlar gazetecidir aslında... Biz kendi t tecrübelerimize dayanarak bu Medyumluk ve Rûhî İrtibat mevzuuna açıklık getirmek istiyoruz.

Bir Rûhî İrtibat için Üç Unsur'a ihtiyaç vardır: MEDYUM, OPERATÖR, VARLIK...

MEDYUM, misâl ile anlatmak gerekirse, ÖTE ÂLEM'e açılan bir KAPI gibidir... Yalnız bu KAPI; bir KARANLIK MAHZEN'e, bir ZİNDAN'a, bir BATAKLIK BÖLGE'ye de açılabilir...Bir GECEKONDU'ya, bir EV'e, bir KÖŞK'e, bir SARAY'a, bir GÜL BAHÇESİ'ne de açılabilir... KARANLIK MAHZEN'de, ZİNDAN'da, BATAKLIK'ta GERİ VARLIKLAR vardır... GECEKONDU'da KARANLIK'tan sıyrılma, kendini kurtarıp ferâha erme gayreti içinde olan VARLIKLAR bulunur... EV'de, APARTMAN DÂİRESİ'nde SIRADAN, İYİ, VASAT VARLIKLAR'a rastlarsınız... KÖŞK'te, SARAY'da gittikçe daha ÜSTÜN VARLIKLAR vardır... GÜL BAHÇESİ'nde ise BÜLBÜL gibi şakıyan çok MUHTEREM VARLIKLAR bulunur...

Öte yandan bâzı KAPILAR'ın ardında AVLULAR vardır. Yâni bir KARANLIK MAHZEN'den sonra bir GECEKONDU'ya, oradan bir KÖŞK'e, oradan bir GÜL BAHÇESİ'ne geçilebilir, ama bu çok nâdirdir. Her MEDYUM buna uygun değildir. Çoğu bir tek VARLIK'la İrtibat kurar.

Yalnız bu KAPI'yı açmak için bir ANAHTAR'a ihtiyaç vardır, O da OPERATÖR'dür, yâni CELSE İDÂRECİSİ... Bâzen MEDYUM kendi ANAHTAR'ı ile kendi KAPI'sını açar, Enis Behiç Koryürek'te olduğu gibi... Ama çoğu zaman tek başına yapılan çalışmalarda ÜSTÜN VARLIKLAR gelmez; ALDATICI VARLIKLAR üşüşür MEDYUM'un başına, Ergün Arıkdal'da, Bülent Çorak'ta olduğu gibi... Her OPERATÖR ayrı bir ANAHTAR olduğu için, KAPI aynı olsa da, her ANAHTAR başka bir mekâna açar onu.

Bir Rûhî İrtibat için KAPI ve ANAHTAR yetmez!.. KAPI'NIN ARDINDAKİLER'in elinde SÜRGÜ vardır. KAPI'NIN ARDINDAKİLER o SÜRGÜ'yü çekmedikçe, ANAHTAR kâr etmez, KAPI açılmaz. Yâni, bir İrtibat'ın kurulması, ÖTE ÂLEM'DEKİ VARLIKLAR'a da bağlıdır, onlar istemeden olmaz!..

Bir de şu husus vardır: Her Celse'de karşımızda sâdece İrtibat kurulan VARLIK yoktur, onlar bir HEYET hâlindedirler. MEDYUM görmese de, birbirleriyle temas durumundadırlar. O yüzden Hazret-i İshak "Alıp veriyorum size" demiştir. Bâzı TEBLİĞLER, 7 KADEME'den geçerek MEDYUM'a ulaşır da, siz hissetmezsiniz.

Bilmem, anlatabildim mi?.. Anladığınızı sanıyorsanız bile, bu kısmı tekrar tekrar okuyun... Kullandığımız KAPI , ANAHTAR, SÜRGÜ, MAHZEN, KÖŞK, SARAY gibi kelimelerin mecaz olduğunu unutmayın!

Bunca açıklamadan sonra, artık Celse'ye devam edebiliriz. Nerede kalmıştık?

İdâreci- Müsaadenizle size bâzı ricalarda bulunacağız.
Bunlardan bir tânesi, "Filozofi, Metafizik'tir" diyorlar. "Filozofi'nin işi, âlemin mâhiyetini
mutlak sûrette izah etmektir" diyorlar. Bu ne demektir? İzah eder misiniz?
Hazret-i İshak- Şimdi ben o iki kelimeden birşey anlamadım. Bana açın. Çünki ben
duymadım bu kelimeleri hiç!
İ- Metafizik, "Fizik Ötesi" demektir. Filozofi'nin işi, âlemin mâhiyetini mutlak sûrette
izah etmektir.
V- Yâni, "idrakdışı mevzuları" mı demek istiyorsunuz?.. Benim anladığım bir şey var.
Bâzı şeyleri izah etmek için, daha doğrusu hakikatmiş gibi göstermek için
muhayyilenin engin kudretinden faydalanılır. Kâinat'ı da ele alanların çoğu bunlardan
faydalanmıştır. Ama hakikat mi, değil mi, bu bilinmez!... Filozofu... Neydi o kelime?
İ- Filozofi..
("Felsefe" desene şuna, be adam!)
V- Ben onu... Yalnız Filozof olarak, ki, bizim zamanımızda "herşeyi bilen" demekti o...
Şimdi "Kâinat" deyince, bütün nâmütenâhiyi bahsediyorsunuz, değil mi, efendim?..
Eğer bunlardan bahsetmek iddiasında bir ilim varsa, ona sâdece gülmek icâbeder, efendim.

Neyi ele alarak izah edeceksiniz?.. Görüş hududunuz nereye kadar?.. O huduttan öte
hiçbir şey yok mu?.. Meselâ, bugüne kadar neyi izah etmiş o, söyler misiniz?
İ- Hiçbir şeyi izah edememiştir.
V- Vardır herhâlde... Zamanınızda ilim olduğuna göre, izah ettiği birşey var.
Ne o acaba?.. Yok mu bileniniz?.. İlmin târifini yapıyorsunuz. E, bu târifle münâsebette
olan hakikatler ne?
İ- Filozofi ilmiyle...
V- Anladım, ilim var. Târifi de bu... Meselâ, o ilimden okuyun bir yaprak bize...
Olmaz bu târif öyleyse!..
İ- Efendim, ben bu târifi bir yerde okudum. "Filozofi'nin işi, âlemin mâhiyetini mutlak
sûrette izah etmektir" diyor.
V- MUTLAK sûrette izah edilir mi, edilmez mi?.. O ayrı!.. Olamaz öyle şey!
İ- Olmadığına göre, Filozofi'nin işi hayâle dayanır. Sonra "Filozofi de Metafizik'tir"
diyorlar. Metafiziği de hayâle sokmuş oluyorlar. Tersinden geldik mi, bu çıkıyor.
V- Ele aldığı bir mevzu söyleyin ki,
(bilelim) Neden bahsediyor, meselâ?..
"Şunu bulmuştur... Şunun şunla münâsebeti vardır" deyin. Ondan sonra konuşalım.
Ben ne bileyim o ilmi? "Metafizik şunu söylüyor" deyin.
İ- Fizik Ötesi Âlem hakkında bize bilgi verir.
V- Tamam... Bu bilgiyi almak için oradaki vâsıtalar ne?
İ- Metafizik bizim Spiritüel vâsıtalardan istifâde etmez. Ancak farkında olmadan
Spiritüel vâsıtaları kullanır.
V- Tamam... Meselâ, bir mevzu söyleyin, izah edin.
İ- ??? Bir filozof bir takım tesirler alarak Kâinat hakkında bilgiler...
V- Onu biliyorum. Onu biliyorum. Ben onu söylemek istedim. "Hayâl" dedim,
"muhayyele" dedim.. O başka!.. "İlim" deyince ele alacak şeyi, ve MUTLAK sûrette
izah ettiğine göre, yâni netice kat'i!..
İ- MUTLAK olarak hiçbir şeyi izah edemez.
V- Onu demek istedim. Yâni, bu, hayâta dayanır, daha çok... Yâhut ta aldığı tesirlere...
Tamam... O kadar!
İ- Zâten aramızdaki fark o.
V- Yâni, ilim olayı gibi değil.
İ- Değil.
V- O zaman olmaz, tabii... O zaman değişebilir.
İ- Tabii.
V- Halbuki ilim değişmemeli.
İ- Zâten tam oturmuş birşey değil.
V- İşte o zaman inanmazsınız.
İ- O cümle zâten iddialı bir cümle. Hatâlı!..
V- "MUTLAK" diyor, değil mi, efendim?.. Ben de onun üzerinde durdum zâten.
Benim anlamadığım kelimeler geçiyor. Biraz o kelimeleri bana göre söyleyin. Çünki,
bakın, burada birşey izah edeceğim. Medyum'un şuuru iştirak ederse, o zaman
o kelimeler anlaşılır. Fakat Medyum'un şuurunu körleştirdik biz. Belki Medyum
o kelimeleri biliyor. Ama yok ortada kendisi... Olmayınca anlamıyorum, efendim.
Onu da kullanmak istemiyoruz. Kullanınca, bir itiyat hâline giriyor. O zaman olmuyor.
Karışıyor iş.

Artık burada durmamız ve uzun bir açıklama yapmamız icâbediyor... Önce şu Medyumluk meselesini bağlıyalım. Üstat diyor ki, "Celse esnâsında biz Medyum'u devreden çıkardık. Onun şuurunu işe karıştırmıyoruz. O yüzden bizim zamanımızda ve ortamımızda kullanılmayan kelimeleri anlamıyoruz. Halbuki o kelimeleri Medyum biliyor. Ama onun şuurundan yararlansak, bu itiyat hâlini alacak, olur-olmaz yerde Medyum'un şuuru işe karışacak, ve Tebliğin içine onun kelimeleri, fikirleri girecek. Bu da bir Rûhî İrtibat olmaktan çıkacak," diyor... Haklı mı, değil mi?.. Çoğu çalışmada Medyum devreden çıkarılamadığı için alınan "bilgi"ler ondan mı, yoksa gelen Varlık'tan mı, anlaşılamıyor. Üstâdın anlamadığı iki kelime Filozofi ve Metafizik... Yine de iyi cevap veriyor, "filozof" kelimesinden hareketle...

Şimdi bir de az kullanılan kelimeleri verelim... İTİYAT , "alışkanlık" demektir.
MÂHİYET , "öz, bir şeyin içyüzü, aslı, esâsı bir şeyin neden ibâret olduğu, künhü, hakikatı" demektir. Mâhiyet, hakikatten daha umûmîdir. Hakikat, mevcûdatta, mâhiyet ise, hem mevcûdat hem ma'dumatta müstâmeldir.
MEVCÛDÂT , "vârolan her şey, Kâinat, yaratılmış şeyler, varlıklar" demektir.
MÂDÛMAT , "İlm-i İlâhî'de olup, maddî vücûdu olmayan şeyler, yok olan şeyler (Osmanlıca'da: ma'dumat-ı hârıcîyye), vârolacağı ilm-i İlâhî'de mâlûm olup, henüz mevcud olmayan hâdisat" demektir. (Osmanlıca'da: ma'dumat-ı mümkine)
MUHAYYİLE "kuvve-i hayâliye, hayal kurma merkezi, zihinde bulunan hayâl kuvveti, imgelem, düşlem gücü" demektir.
NÂMÜTENÂHİ , "sonsuz, ucu bucağı olmayan, nihâyetsiz" demektir. (Osmanlıca'da yazılışı: na-mütenâhi)
MÜNÂSEBET , "iki şey arasındaki uygunluk, bağlılık, bağlılık derecesi, bağıntı, sebep, vesile, gerekçe, neden" demektir.
MÜSTÂMEL , "kullanılmış olan, yeni olmayan, eski" demektir.

Celse İdârecisi, "Filozofi" kelimesini kullanıp ortalığı karıştırıyor. "FELSEFE" deseydi, mesele kalmıyacaktı!.. Okuduğu kitapta, "Filozofi'nin işi, âlemin mâhiyetini mutlak sûrette izah etmektir" deniyormuş... Bakalım, gerçekten Filozofi, veya bizim bildiğimiz hâliyle Felsefe'nin işi o muymuş?.. Sözlük FİLOZOFİ'yi "Felsefe ile ilgili, felsefe'ye dayanan" diye vermiş. İngilizce'si PHILOSOPHY ise "felsefe, pratik zekâ, ağır başlılık, soyut düşünüş, dünya görüşü, kalenderlik, sâkinlik, kendi hâlindelik" diye verilmiş. Buradaki "felsefe" kişinin düşünüşü, Dünya görüşünü kastediyor.
FELSEFE ise, "varlığın ve bilginin bilimsel olarak araştırılması / bir bilimin veya bilgi alanının temelini oluşturan ilkeler bütünü / bir filozofun, bir felsefe okulunun, bir çağın öğretisi / Dünya görüşü / bir konuda soyut düşünüş / düşünbilim / gerçeğin (realitenin) tümünü, özdek ve yaşam ile ilgili türlü belirtileri neden, ilke ve erekler, amaçlar bakımından inceleme amacı taşıyan düşünce etkinliği / bilgi, kavram, inanç ve kuramların çözümlenmesi ve eleştirilmesinde açıklık arayan düşünme yöntemi / bir kimsenin kişisel davranış ve düşüncelerine kılavuzluk yapmaya yarayan toplu ve tutarlı görüş/ hikmet" diye târif ediliyor... İkisinde de "âlemin mâhiyetini mutlak sûrette izah etmek" gibi bir görev yok!..

Zâten kim ALLAH'ın yarattığı bu 13,8 milyar ışık yılı boyunda, 4,5 milyar ışık yılı enindeki Âlem'in, yâni Kâinat'ın aslını, esâsını MUTLAK sûrette izah edebilir ki?.. Bu ne Filozofi'nin, ne Felsefe'nin, ne Filozof'un, ne Feylezof'un, ne Hükemâ'nın (hikmet sâhiplerinin), ne âlimlerin, ne bilginlerin kudreti dâhilinde!.. Evet, Filozof Realite'nin, yâni kendi hakikatinin tümünü, özdek ve yaşam ile ilgili türlü belirtileri sebep, ilke ve maksat bakımından inceleme amacı taşıyabilir. Ama VERİTE'yi, MUTLAK HAKİKAT'i hiçbir zaman MUTLAK sûrette bilemez, öğrenemez, idrak edemez. Bilim adamı suallerle doludur. Ama her sual yeni suallere yol açar. Hiç soruların sonunun geleceğine, bütün sorularınızın cevaplanacağına inanabilir misiniz?.. Sorular hiç biter mi?.. Bitmeyince de, MUTLAK HAKİKAT'e ulaşamazsınız. Ne demiş şâir

İdrâk-ı meâli bu küçük akla gerekmez
Zirâ bu terâzi o kadar sikleti çekmez

Üstâdımız da, "idrakdışı mevzular" tâbirini kullanmış... "Bâzı şeyleri izah etmek için, muhayyilenin engin kudretinden faydalanılır. Kâinat'ı da ele alanların çoğu bunlardan faydalanmıştır. Ama (buldukları) hakikat mi, değil mi, bu bilinmez!" demiş... Şimdi 'Kâinat' deyince, bütün nâmütenâhiyi bahsediyorsunuz, değil mi, efendim?.. Eğer bunlardan bahsetmek iddiasında bir ilim varsa, ona sâdece gülmek icâbeder, efendim" diye sözü tamamlamış. Gerçekten hangi ilim, hangi ilim adamı Kâinat'ın tümünü MUTLAK sûrette izah edebilen bir görüş öne sürebilir ki?..

İşte o yüzden biz EVRENSEL kelimesini hiç sevmeyiz. EVREN, "KÂİNAT" demek olduğuna göre; "Evrensel Hukuk" tâbirini kullanan kişi, nasıl 13 milyar ışık yılı ötede de Dünya Hukuk Anlayışı'nın geçerli olduğunu iddia edebilir ki?...

Üstâdımızın "İlim değişmemeli" sözü mühim... BİLİM ve İLİM kelimeleri için kullandığımız tanımları hatırlıyalım. BİLİM, gözle görülür, elle tutulur, tâboratuvara sokulur konulara âittir. Bu değişir. Kuantum Fiziği ile Newton Fiziği değişmiştir. İLİM ise, sezinlediğimiz, vârolduğunu bildiğimiz ama ölçüye koyamadığımız hususlardaki bilgilerdir. Ruh'un varlığı gibi, Âhıret Âlemi gibi...

Devam ediyoruz Celse'ye...

İdâreci- Üstâdım, SEZGİ nedir?.. Ruh'la alâkası var mıdır?
Varlık- O kelimeyi bize göre söyleyin.
İ- Hissetmek... Evvelden olacak hâdiseleri hissetmek.
V- Hisse âit olan herşey Ruh'la münâsebettedir... Meselâ, içiniz sıkılıyor. Sebepsiz sıkıntı...
Biraz sonra haber alıyorsunuz, valideniz ağır hasta!.. Bunu sormak istiyorsunuz,
değil mi, efendim?.. Tabii bu Ruh'la... Bunun bir diğer ismi var. Bilemiyeceğim, siz
kullanıyor musunuz?.. HİSS-İ KABLEL VUKU...
İ- Ruh'la alâkası olduğuna göre, o Ruh diğer Varlıklar'ın tesiri altında demektir.
V- Bakın, sizin esas tarafınızla alâkalı bir iş... Sizin bir âleminiz var. O âlemde
yaşıyorsunuz. İşte o âlemle alâkalı... O âleminiz görünmez. Görünen tarafınız, sizde
o âlemin olduğunu ispat içindir. Siz böyle görünüyorsunuz ama, siz öyle değilsiniz.
Şekliniz sizin öyle... Halbuki mânânız öyle değil... İşte o hâdiseler o tarafınızla sizin,
alâkalı...

Şimdi gelelim diğer şeylere... Diyorsunuz ki, "Diğer Varlıklar'la... (tesir altında)"
Bu iki şekilde olur... Ya sizin kendinizdeki Rûhî Kaabiliyetler'inizi kullanarak bunu
yapıyorsunuzdur... Ki bu, ALLAH'ın size bahşettiği bir kaabiliyettir... Yâhut ta bir
kaabiliyeti vardır da, bunu daha parlak ortaya çıkaran bir takım vâsıtalar vardır, tabii...
Meselâ, öyle oluyor ki, siz Ahmet Efendi'yi görmek istiyorsunuz... İçinizde şiddetli bir
arzu var.. Ahmet Efendi'ye rastlıyorsunuz... Oluyor mu böyle şey?
İ- Evet.
V- İşte size Ahmet Efendi'yi rastlatan ne?..
(hiss-i kablele vuku)

Başka ne öğrenmek istiyorsunuz?.. Faydalı konuşma bu... Çünki, efendim, biraz da
bize göre de, ondan.

İ- Dr. Nuri Bey diyor ki: "Hiss-i kablel vuku hâdisesinin ilmî ve fizikî izahını Üstat
nasıl yapabilir?"
V- Yapacağım... Yalnız biraz eski tâbire göre konuşacağım.
Şimdi, efendim, siz o âlemdeyken, yâni Renk Âlemi'ndeyken sizdeki bâzı kudretler
intişar hâlindedir. Fakat çok yakınlık duyduklarınızın intişârı ile, sizin intişârınız bâzı
anlarda karşılaşıyor, efendim... Ve bu karşılaşmada size dâima MEÇHÛLLER, MÂLUM
olmaya başlıyor... Meselâ, ıstırap çeken biri var... Çok yakınınız... bir tarafta... O anda
çok şiddetli sizi düşünüyor. "Ölürsem, oğlumu göremiyeceğim, kızımı göremiyeceğim!" ...
Bir takım böyle hâller... Bu intişârı öbür tarafta alıyorsunuz, efendim... Bu iki intişârın
muhassalaları bir diğer hissi doğuruyor.

Yalnız sizin zamanınızda bir başka izah şekli varsa, siz söyleyin, biz anlıyalım. Ona göre
yine konuşalım.

İ- Dr. Nuri Bey diyor ki: "Bu intişar hâdisesi nasıl oluyor? Ve bu intişar nedendir?"
V- Sizin bir yapınız var, efendim. Orada bir takım kudret
leriniz var. Bu kudretler size daha
evvelden, bu maddede görülmeden evvel verilmiş bu kudretler... Bu kudretlerin ifâdesi
olan bir takım intişar
lar var... Ama bu kelimeyi öğrendim. Siz buna "elektriklenme"
diyebilirsiniz. Çünki benziyor ona...
Dr.N.B.- O halde hiss-i kablel vuku hâdiseleri esâsında, şahıstan şahsa elektrik akımının
geçtiğini kabul etmek lâzım.
V- Muhakkak... Tabii, efendim.
İ- Teşekkür ettiler
V- Başka bir fikriniz varsa sizin, söyleyin. Böyle mi biliniyor?
İ- Evet... Daha doğrusu, öyle inanıyoruz.
V- Sonra ne oluyor, biliyor musunuz? Bakın, ben size bir de bu hiss-i kablel vukunun
faydası ne, onu söyliyeyim... Yine bir yakınınızdan ayrısınız. Öbür yakınınız sıkıntıda
veya hasta... Size birdenbire fenâlık geliyor... "Gideyim" diyor
sunuz, "Çok özledim,
annemi göreyim." ... Gidiyorsunuz ki, anneniz hasta... Ne yapacaksınız?.. Evvelâ, bir
hekime gitmeniz lâzım, değil mi?.. Hekimi gidip getiriyorsunuz...

Bu hâdise, görüyorsunuz, bir diğerinin yardımı, vâdesi dolmayan o insanın ömrünü
tamamlamasına yardım ediyor... Bâzen bunlar daha çok şiddetli olur. Biliyor musunuz,
bâzen intişârı kendiniz karşılarsınız... Biliyor musunuz böyle bir hâdise?.. Yâni, kendi
kendinizi duyarsınız. Şöyle: Bir felâketle karşılaşmanız muhtemeldir. İçinize gelen bir his,
sizi ondan korur. Yapmazsınız o işi... Gitmezsiniz o istikamete... Fakat o iş olur orada.
İ- Bu kendimizden çıkan birşey mi? Yoksa hâriçten tesir midir?
V- Hâriçten intişar değil, kendi intişârınız ama, o idâre edilir.
İ- Diğer Varlıklar'dan gelen bir tesir değil mi?
V- "İdâre edilir" dedim. Bunu bilmeniz lâzım diye söyledim. Muhakkak dıştan bilmeyin
bunu!

Açıklamalara girmeden önce az bilinen kelimeleri verelim: HİSS-İ KABLEL VUKU , mâlum, "sezgi" demek, ama daha derin izâhı şöyle "olacak bir hâdisenin kâlbe his olarak dogması / olacak bir hâdiseyi önceden bilme, görme, hissetme/ önsezi, içine doğma, altıncı his / Metapsisik adı 'premonisyon, meydana gelecek bir olayı önceden hissetmek" demektir. His bildiğimiz 'his, duygu'... kabl, 'önce' ve "el vuku" da 'vuku bulmuş olay', yâni "gerçekleşmeden hissedilen ve sonrasında gerçekleşen olay" anlamındadır.
İNTİŞAR , "neşretme, yayılım, yayılma, ayrılma, gazete veya dergi çıkarma, yayımlanma" demektir. Kastedilen "yayılan manyetik akım "dır.

Önemli olan Üstâdımızın "Hisse âit olan herşey Ruh'la münâsebettedir" ifâdesi... Çok basit bir misâl verelim: Hipnoz altındaki kişiye "acı duymama" tâlimâtı veriyorsunuz. Eline iğne batırıyorsunuz, acı duymuyor!.. Fizikî hiçbir müdâhalede bulunmadınız, uyuşturucu iğne yapmadınız, beyne giden sinirleri kesmediniz. Ne yaptınız?.. Ruh'a hitap ettiniz, o da Telkin'i kabul etti ve acı hissetmedi.

İkinci husus, görünen tarafımız madde Âlemi'nde, Fark Alemi'nde ki, Üstat buna "Renk Âlemi" diyor, farkediyoruz bedenimizi... Ancak adamın bir kolu gidiyor. kendisi aynı... İki kolu, iki bacağı bombayla parçalanıp gidiyor, gene kendisi aynı... Aynı düşünüyor, konuşuyor, seviyor, kızıyor!... Beden eksiliyor ama, görünmeyen taraf, Ruh aynı... İşte Hazret-i İshak, onun için "Görünen tarafınız, sizde o görünmeyen âlemin olduğunu ispat içindir" demiş... "ALLAH ALLAH!.. Benim kolum-bacağım-bedenim eksildi ama, BEN eksilmedim. Demek ki ben bu Beden'den ibâret değilim" diye düşünmemiz isteniyor. Bedenî kaabiliyetler olduğu gibi Rûhî Kaabiliyetler de olduğunu kabul etmemiz gerekiyor. Herşeyi Beyin'e bağlamak yeterli değil!..

Burada aklıma bir fıkra geldi. Havayı biraz yumuşatmak için nakledeyim. Hapishânenin birinde bir mahkûmun kolu kangren olmuş, kesmişler. Bir süre sonra bir bacağındaki damarlar tıkanmış, onu da kesmişler. Sonra diğer bacağındaki damarlar da tıkanıp kesilmesi icâbedince, Müdür mahkûmu çağırmış, "Farketmedim sanma!.. Parça parça kaçıyorsun." demiş!..

Evet, bizi Ahmet Efendi'ye rastlatan hiss-i kablel vuku... Yâni önsezgi... Varlık, Ruhlar arasında bir iletişim, bir titreşim yayılması ve bu titreşimlerin elektriklenmeye benzer bir şekilde algılama olduğundan bahsediyor... Önsezi, bu titreşimi algılamadır. Peki, biz bundan daha önce bahsettik mi?.. Evet!.. "Gog, Gıybet Celsesi"nde... O kısım şöyle idi:

V- ... Bir gün o kadar kimsenin GOĞ yüzünden azap çekeceklerini bir bilseniz!..
Bilir miyiz ki, yalnız düşüncelerimiz bile birer GOĞ'dur.
İ- Devam edecek misiniz?
V- Evet...

Bir kimse ola ki, arkadaşınız hakkında düşüne!..
Eğer o kimse kendi nefsânîyetinin hükmünü icra ediyor ise, bu yine GIYBET ola!..
Bir kişiyi halâs kapısına götüren yol bu mudur?
Bizler ki, birisi cismânî varlığımıza bir ufak fiske vursa, nârin çiçekler gibi solarız.
Peki, ya Ruhumuza vurulan bu darbeler bizi nasıl yaralar, bilir miyiz?
Yalnız bizlerin bildiğini sanırız.
Halbuki Ruh'un Ruh'la konuştuğuna şâhit olamamışızdır hiç birimiz!

Yâni, biz gönülden GIYBET ile iki şeyi kaybederiz.
Birincisi Ruh'un Ruh'a yardımını.
İkincisi bizi Tekâmüle götürecek yolu!..

Bir de şöyle açıklama yapmışız: Dikkatinizi çekeriz, Varlık "Ruh'un Ruh'la konuştuğu"ndan bahsediyor... Yanımızda olmasa da, birisi hakkında konuştuğumuz zaman, o kişinin bunu hissettiğini söylüyor... Ne demiştik, daha önce?.. Ruhlar arası iletişim, dil aracı ile değil; TELEPATİ yoluyla, kavram ve fikir nakliyle olur. O yüzden kişi hissederek ölüye Arapça dua etse de, bu ona ulaşır. Cesed'e değil, tabii, Ruh'una ulaşır.

O yüzden diriler hakkında da, ölüler hakkında da sözlerimizi, düşüncelerimizi iyiye tebdil edelim.

Şimdi bu açıklamaya İNTİŞAR kısmını ekliyoruz...

Gelelim, "Bâzen intişârı kendiniz karşılarsınız. Yâni, kendi kendinizi duyarsınız" ifâdesine... Buna bir misâl verelim: Bir arkadaşınız ısrarla sizi yanına, Pâris'e çağırıyor... Hattâ size uçak bileti gönderiyor. Ama içinizden bir his size "Canım hiç gitmek istemiyor" dedirtiyor. İstemiye istemiye bavul hazırlıyorsunuz, ama son gün, hattâ son saat "Yok, ben gitmiyeceğim" deyip vazgeçiyorsunuz... Ertesi gün öğreniyorsunuz ki, o biletinizin olduğu uçak düşmüş, bütün yolcular ölmüş... İşte bu sizin kendi kendinize duyduğunuz intişar... Sizden çıkıp, olacakları algılayıp size dönüyor.

İdâreci- Dr. Nuri Bey "Bir hekim olarak çok ağır hastaları muayene ettiğiniz zaman ilmen
hastanın çok ağır olduğunu tesbit etmeme rağmen, içimden bir ses hastanın iyi olacağını
söyler. Halbuki, bugünkü ilmî anlayışımıza göre, hekimlik bilgimize göre, o hastanın iyi
olmasına imkân olmadığı hâlde, hastanın hakikaten bir müddet sonra iyi olduğu
görülür. Bunu ben izah edemiyorum. Nasıl bir ses bana bunu ilham ediyor?
Varlık- Çok kolay, efendim... biraz evvel hâricî tesirlerden bahsettiler size, değil mi?..
Şimdi siz hekim olduğunuza göre... Galiba söyledim, geçen defa... Siz zâten iyiyi,
yâhut ta kötüyü tâyin edemezsiniz. Siz vâsıtasınız... İyiye gitmek muhakkak, yâhut ta
kötüye gitmek... O sizin irâdenizin dışında olan birşeydir. Eğer kötüye gidecekse de,
sizin elinizdeki bütün imkânları kullansanız, onu iyiye götüremezsiniz. Eğer iyiye
gidecekse, kötü bir teşhis de koysanız, onunla tamâmen zıt devâlar da verseniz, yine
o iyiye gider.

Sizin içinizdeki duygu, biraz evvel dedim ki, "kendi kendinize verirsiniz bâzen" dedim.
Ona misâl bu... Hadi, söyleyin orasını... Size bildiriliyor ki, siz devam edin. Çünki onun
vâdesi daha dolmadı. Çünki ilk harften son harfe kadar mesâfe ne ise, bir insanın da
muayyen bir ömrü var. Bunu kısaltıp, kimse uzatamaz.

Ama bâzı ahvâlde bu uzar, kısalır. O ayrı bir mesele... Yalnız bunun kat'i şartı, bunun uzayıp
kısalmaması... Eğer siz... Bakın, şimdi açıyorum onu... Bedbinliğe kapılıp ta, "Nasılsa bu
hasta iyi olmayacak, benim bütün tedbirlerim boşa gidiyor, gidecek" deyip de, ona
şöyle bir üstünkörü bir iş yapmak istiyebilirsiniz. Bunun önüne geçmek için siz ikaz
ediliyorsunuz, efendim. İçinizdeki his bir ikazın ifâdesidir.
İ- Tamam. Bu Yukarı Plânlar'ın işi...
V- Anlatabildim mi?
İ- Yâni, arkadaşımız burada bir Medyum olarak kullanılıyor.
V- Zâten herkes alır, verir, efendim.
İ- Kendisinin zâten şifâlı eli vardır.
V- ALLAH arttırsın kuvvetini.
İ- Âmin.

Burada duralım. Varlığın ifâdelerinde bir çelişki var gibi... Önce bu hissetme, önsezi olayını "Siz vâsıtasınız" diyerek hâricî bir tesire bağlıyor. Sonda da onu söylüyor. Ama arada "bu kendi kendinize verirsiniz bâzen'e misâl" diyor... Eğer " "hâricî tesir"den ise, nasıl aynı zamanda "kendinden kendine" oluyor?.. Kabul etmiyebilirsiniz ama, bizce şöyle: İkaz hâriçten geliyor, ama doktor aynı zamanda kendini inandıracak kadar içinden bir yakınlık duyuyor. Bir intişar oluyor. Hastaya karşı elektriklenme gibi bir his uyanıyor içinde.

İdâreci- Doğan Bey diyorlar ki, "Üstâdın buyurduğu 'bâzı ahvâlde ömrün
kısalıp uzayabileceği' ifâdesi... Yazılan bozulmıyacağına göre, bu nasıl oluyor?"
Varlık- Takdir-i İlâhî'dir, izah edilemez!
İ- Takdir-i İlâhî, "evvelden yazılan"da değil mi?
V- Tamam!.. Ama işte o bâzı sebeplerle şöyle yahut böyle olabilir.
İ- O da şu hâlde Takdir-i İlâhî... Bozulma da Takdir-i İlâhî.
V- Tabii!.. Başka kimin takdiri olabilir zâten?
İ- Onun yazısında öyle var.
V- "Bozulma" diye birşey yok, bâzı sebepler var.
İ- O sebepler nedir?
V- Tek kelimeyle, Tekâmül'le ilgili olan sebepler... İzah edilemez.
Niçin doğuyor da, iki ay sonra ölüyor?.. Yâhut üç saat sonra ölüyor...
Mâdem üç saat sonra ölecekti, neden doğdu?.. Arada birşey yok ki! Fakat...
İ- Büyük birşey var.
V- Bunu da izah... Büyük birşey var ama, herkes bunu anlayacak, inanacak
durumda olmadığı için, kapalı geçiyorum. Onun için...

Şimdi buradaki durum ne?.. Bir de var, seksen sene, yüz sene, yüz on sene yaşıyor...
O niye öyle de, bu niye böyle?.. Şimdi insanın muayyen bir ömrü olduğuna göre...
bir saat, on dakika... yâhut doğar doğmaz ölüyor. Burada ömür diye birşey yok ki artık!..

Ne düşünüyorsunuz?

İ- Hâzım Bey diyor ki, "Birçok sebepler söylenebilir".
V- Meselâ???
Hâzım Akalın-- İlk önce bu çocuk anne-babasının Tekâmül'ü için bir vâsıta olabilir.
Meselâ, uzun zamandır çocuğu olmamış bir anne-babanın bir çocuğu oluyor, doğar
doğmaz hemen ölüyor.
V- Şimdi bu anne-babanın Tekâmül'ü nerede?
HA- Tekâmül'ü şöyle ki: Meselâ, müşfik olmayan bir anne-baba tasavvur edelim.
Çocuk sevgisi bilmiyorlar. Böyle bir çocuğun ne demek olduğunu, çocuk sevgisinin
ne olduğunu, doğar doğmaz ölen bir yavrunun acısını, ıstırâbını çekerek, etrâfındaki
çocuklara karşı alâkalarında büyük bir değişiklik...
V- ... Ben yalnız burada birşey daha açayım size... Burada esas Tekâmül'ü tamamlayan
bir hâdise var... Bu sizin dediğiniz var ya, o da doğru... Ona demiyorum.
Anne-baba üzerine düşen birşey söyliyeceğim: Şimdi çocuk isteyen anne-baba, bunu
senelerce bekliyorlar. Sonra çocukları oluyor. Bir saat sonra ölüyor. Burada duydukları
ne bunların?
İ- İstirab.
V- Istırab... Derin biri acı... Değil mi, efendim? İşte Tekâmül'ün basamağı bu derin acıdır.
İ- İşte bu derin acı onlara sevgiyi, şefkati de öğretiyor.
V- Öğretir. ama anne-babanın sevgisi, şefkati varsa...
İ- Varsa bu yönde, değilse başka yönlerde oluyor
Tekâmül.
V- En büyük sebep, dediğim.
İ- Var veya yok olduğunu biz tâyin edemeyiz ki.
V- Tabii! nereden edeceksiniz?
İ- Kişinin var zannettiği yok olabilir. "Yok" dediği var olabilir.
V- Şimdi bu anne-baba tarafından, Tekâmül nerede?
İ- Çocuk tarafından da büyük fonksiyonlar icrâ ediyor, tabii. Bir varlığın ana rahminde
bedenlenmesi, bedenlenmeden önce Dünyâ'ya inmek üzere hazırladığı plân ve bir
kalıba girmesi ve o plânı tatbik etmesi bakımından...
V- ??? Evet.

Bu kısımda bir kaç husus var... Birincisi, ÖMÜR kısalıp uzayabilir mi?.. İnsanların KADER, ALINYAZISI diye bildikleri birşey var, bunun değişmez olduğunu söylüyor "Yazılan bozulmaz" diye de atasözü olmuş... Ama Üstâdımız diyor ki, "Bâzı ahvâlde bu uzar, kısalır. O ayrı bir mesele" ... Bu nasıl oluyor?

Bir defa KADER ifâdesini doğru anlamak gerek. KADER, bizim kullandığımız KADAR kelimesiyle bağlantılıdır.

- "Ne kadar pirinç istiyorsunuz?"
- İki kilo.

Ne yaptık? Miktar belirttik, ÖLÇÜ ile... KADER, "ölçü" demektir. ALLAH'ın herşeyi bir ÖLÇÜ dâhilinde, en uygun şekilde yarattığını gösterir.... ÖMÜR, ECEL ve KADER, YAZI için KUR'AN'da şöyle âyetler var:

- "Hiç şüphesiz, Biz herşeyi kader (ölçü) ile yarattık."
(Kamer Sûresi, 49. Âyet)

- "Allah'ın izni olmaksızın hiçbir nefis için ölmek yoktur.
O, süresi belirtilmiş bir yazıdır."

(Âl-i İmrân Sûresi, 145. Âyet)

- " (onlar) 'Bu işten bize bir şey olsaydı, biz burada öldürülmezdik' diyorlar.
'Evlerinizde olsaydınız da, üzerlerine öldürülmesi yazılmış olanlar,
yine devrilecekleri yerlere gidecekti,' de."

(Âl-i İmrân Sûresi, 154. Âyet)

- "Sizi çamurdan yaratan, sonra bir ecel belirleyen O'dur.
Adı konulmuş ecel, O'nun Katındadır."

(En'am Sûresi, 2. Âyet)

- "Her ümmet için bir ecel vardır. Onların ecelleri gelince,
ne bir saat ertelenebilirler ne de öne alınabilirler."

(A'raf Sûresi, 34. Âyet)

- "Eğer Allah'ın geçmişte bir yazması olmasaydı, aldıklarınıza karşılık
size gerçekten büyük bir azap dokunurdu."

(Enfal Sûresi, 68. Âyet)

- "De ki: Allah'ın bizim için yazdıkları dışında, bize kesinlikle
hiçbir şey isabet etmez. O bizim Mevlamız'dır."

(Tevbe Sûresi, 51. Âyet)

- "Her ümmetin bir eceli vardır. Onların ecelleri gelince,
artık ne bir saat ertelenebilirler, ne öne alınabilirler."

(Yunus Sûresi, 49. Âyet)

- "Andolsun, onlardan azâbı belirli bir süreye kadar ertelesek,
mutlaka: 'Onu alıkoyan nedir?' derler."

(Hud Sûresi, 8. Âyet) 6 ... Demek ki, "ertelemek" mümkün.

- "Onlar, Rabbinin dilemesi dışında, gökler ve yer sürüp gittikçe,
orada süresiz kalacaklardır. Çünkü Rabbin, gerçekten dilediğini yapandır."

(Hud Sûresi, 107. Âyet)

- "Mutlu olanlar da, artık onlar Cennet'tedirler.
Rabbinin dilemesi dışında, gökler ve yer sürüp gittikçe,
orada süresiz kalacaklardır."

(Hud Sûresi, 107. Âyet) ... Demek ki, herşey ALLAH'ın dilemesine bağlı.

- "O'nun (insanın) önünden ve arkasından izleyenleri vardır,
onu Allah'ın emriyle gözetip-korumaktadırlar.
Gerçekten Allah, kendi nefislerinde olanı değiştirip bozuncaya kadar,
bir toplulukta olanı değiştirip-bozmaz.
Allah bir topluluğa kötülük istedi mi,
artık onu geri çevirmeye hiçbir (biçimde imkan) yoktur;"

(Ra'd Sûresi, 11. Âyet) ... Demek yazılanı değiştirip bozması mümkün.

- "Eğer Allah, insanları zulümleri nedeniyle sorguya çekecek olsaydı,
onun üstünde (Yeryüzü'nde) canlılardan hiçbir şey bırakmazdı.
Ancak onları adı konulmuş bir süreye kadar ertelemektedir.
Onların ecelleri gelince, ne bir saat ertelenebilirler, ne de öne alınabilirler."

(Nahl Sûresi, 61. Âyet)

- "Hiçbir ülke (veya şehir) olmasın ki, Kıyâmet Günü'nden önce
Biz onu ya bir yıkıma uğratacağız veya onu şiddetli bir azapla azaplandıracağız.
Bu o Kitap'ta yazılıdır."

(İsrâ Sûresi, 58. Âyet)

- "Eğer Rabbinden geçmiş bir söz ve adı konulmuş (belirlenmiş)
bir süre (ecel) olmasaydı, muhakkak (yıkım azâbı) kaçınılmaz olurdu."

(Taha Sûresi, 129. Âyet)

- "Ümmetlerden hiçbiri, kendisine tespit edilmiş eceli
ne öne alabilir, ne erteleyebilir."

(Müminûn Sûresi, 43. Âyet)

- "Gökte ve yerde gizli olan hiçbir şey yoktur ki,
apaçık olan bir Kitap'ta (Levh-i Mahfuz'da yazılı) olmasın!"

(Neml Sûresi, 75. Âyet)

- "Azap konusunda senden acele (davranmanı) istiyorlar.
. Eğer adı konulmuş bir ecel olmasaydı,
herhalde onlara azap gelmiş olurdu."

(Ankebut Sûresi, 53. Âyet)

- "Göklerde ve yerde zerre ağırlığınca hiçbir şey O'ndan uzak (saklı) kalmaz.
Bundan daha küçük olanı da, daha büyük olanı da, istisnasız,
mutlaka apaçık bir Kitap'ta (yazılı)dır."

(Sebe Sûresi, 3. Âyet)

- "De ki: Sizin için belirlenmiş bir gün vardır ki,
ondan ne bir an ertelenebilirsiniz, ne de (bir an) öne alınabilirsiniz."

(Sebe Sûresi, 30. Âyet)

- "Ömür sürene, ömür verilmesi ve onun ömründen kısaltılması da
mutlaka Kitap'ta (yazılı)dır. Gerçekten bu, Allah'a göre kolaydır."

(Fâtır Sûresi, 1. Âyet) ... Kısaltma da İlâhî Takdir imiş.

- "Eğer Allah, kazandıkları dolayısıyla insanları (azap ile) yakalayıverecek olsaydı,
(yerin) sırtı üzerinde hiçbir canlıyı bırakmazdı. Ancak onları,
adı konulmuş bir süreye kadar ertelemektedir.
Sonunda ecelleri geldiği zaman, artık şüphesiz Allah Kendi kullarını görendir."

(Fâtır Sûresi, 45. Âyet)

- "Andolsun, Mûsâ'ya kitabı verdik, fakat onda anlaşmazlığa düşüldü.
Eğer Rabbinden (daha önce) bir söz geçmiş (verilmiş) olmasaydı,
mutlaka aralarında hüküm verilmiş (iş bitirilmiş)ti."

(Fussilet Sûresi, 45. Âyet)

- "Eğer Rabbinden, adı konulmuş bir ecele kadar geçmiş (verilmiş) bir söz olmasaydı,
muhakkak aralarında hüküm verilmiş (iş bitirilmiş)ti."

(Şûra Sûresi, 14. Âyet)

- "Yeryüzü'nde olan ve sizin nefislerinizde meydana
gelen herhangi bir musibet yoktur ki, Biz onu yaratmadan önce,
Kitap'ta (yazılı) olmasın. Şüphesiz bu, Allah'a göre pek kolaydır."

(Hadid Sûresi, 22. Âyet)

- Eğer Allah, onlara sürgünü yazmamış olsaydı,
muhakkak onları (yine) Dünyâ'da azaplandırırdı."

(Haşr Sûresi, 3. Âyet)

- "Elbette Allah, Kendi emrini yerine getirip-gerçekleştirendir.
Allah, herşey için bir ölçü (kadrâ) kılmıştır."

(Talâk Sûresi, 3. Âyet) ... İşte KADER bu!

- "Ki günahlarınızı bağışlasın ve sizi adı konulmuş bir ecele kadar ertelesin.
Elbette Allah'ın eceli geldiği zaman, o ertelenmez. Bir bilmiş olsaydınız."

(Nuh Sûresi, 4. Âyet)

- "De ki: Bilmiyorum, size vadedilen (azap) yakın mı,
yoksa Rabbim onun için uzun bir süre mi koymuştur?"

(Cin Sûresi, 25. Âyet)

- "(Allah,) onların nezdinde olanları sarıp-kuşatmış
ve herşeyi sayı olarak da sayıp tespit etmiştir."

(Cin Sûresi, 28. Âyet)

Bizim anladığımız, ALLAH herşeyi bir ÖLÇÜ (KADER) ile tesbit etmiş yazmıştır. Kendi yazdığı istediği zaman bozar. İnsanlar ömrü azaltamaz, kısaltamaz, eceli erteliyemez. Ama ALLAH ne isterse, ne dilerse onu yapar!.. ALLAH için ZAMAN yoktur. O yüzden, "Önce yazdı, sonra sildi" diye düşünmek doğru değildir. ALLAH İÇİN ÖNCE-SONRA YOKTUR Kİ!.. "Önce ve Sonra" biz insanlar içindir. Bize söylenir.

Herkesin hayâtı sâdece kendi Tekâmül'ü değil, çevresindekilerin, hattâ hiç tanımadığı kişilerin Tekâmül'ü ile ilgilidir. Doğduktan hemen sonra ölen bebek anne-babasının acı çekerek Tekâmül'üne yardımcı olduğu gibi, bir vazife ifâ ettiği için, kendisi de Tekâmül eder. Vefâtı, çevredekilere bile tesir eder... Tanımadığı kişiye nasıl yardımcı olur?.. Yolda yürürken dikkatsiz bir şoför size çarpar ve ölümünüze sebep olur. O sizi, siz de ölümünüzle onun Tekâmül'ünü etkilersiniz. Hapse düşüp çektiği acılar, duyduğu pişmanlık hep sizinle ilgilidir.

İdâreci- Efendm, Klervoyans, rûhî görme dediğimiz hâdiseyi soruyorlar.
Varlık- Kendileri görüyorlar mı böyle birşey?
İ- "Görmüyorum" diyorlar.
V- Göreniniz var mı hiç?
İ- Avra'da yok, hayır.
V- Gören ne görüyor?
İ- Uzaktaki bir hâdiseyi, aynı zamandaki bir hâdiseyi.
V- Görmüyor, gösteriyorlar, efendim... Sizin ekranınıza hayâl aksettiriliyor. Olacak olan...
İşte bilinebildiği kadarı... Çok nâdir olarak daha büyükleri de söylenir, tabii. Meselâ, denebilir ki,
"Artık sohbetiniz Burda devam edecek." Yâni, Bu Âlem'e geleceksiniz demektir o... Bu da çıkabilir.
Oluyor böyle şeyler... Hiç duydunuz mu?.. Kendi bilir insan... Derler ki...
"Ben kendimi iyi hissetmiyorum. bir-iki gün sonra, yâhut üç saat sonra ölebilirim.
Hakkını helâl et!" der... Hakikaten o saatte ölür. O da bilmiyor, bildiriliyor. Gördürülüyor...
Duyduruluyor... Çünki bunlar akıl yoluyla izah edilemez. Eğer akıl yoluyla izah edilirse,
o zaman insan, hayâtını ona göre tanzim eder. "30 yaşında öleceğim" der ve ona göre yaşar.

Size göre bunu izah edeyim... Siz bir temâşâyı görseniz, başından sonuna kadar...
Aynı temâşâyı ikinci defa görmeye kalksanız, bilirsiniz, değil mi hareketlerin
ne olacağını, nereye gideceğini?.. İşte bu hâdise... Anlatabildim mi?

Ama onu tabii biz görürüz. O da bâzı mertebelerden sonra... Vazifelendirildiğimiz takdirde...

KLERVOYANS , "transa girmeye gerek duymadan, duyu ötesi şeyleri gören" demektir. Çoğu Spiritualist gibi biz de bunu bir "Rûhî Kaabiliyet" olarak biliriz. Ama Üstat diyor ki, "Görmüyor, gösteriyorlar, efendim." Olabilir. Elimizde aksini iddia için bir delil yok. O takdirde kişinin Medyumluğu, "görmek" değil, "gösterileni almak" olarak tecelli ediyor. İnsanın kendi geleceğini görme gibi bir kaabiliyeti olsaydı, Üstâdın dediği gibi farklı yaşardı. İyi de olmazdı. Tıpkı seyrettiğiniz bir piyesi, ikinci defa gördüğünüzde neler olacağını, nasıl ilerliyeceğini bilmeniz gibi... Hiç heyecânı kalmazdı. Falcılar, iyi falcıları kastediyorum, onlar dahi kendi geleceklerini göremezler. Eğer kaabiliyet onlarda olsa, görmeleri gerekirdi. Demek ki, gösteriliyor.
TEMÂŞA , "temsil, piyes, tiyatro, Oyun, gösterim, hoşlanarak bakma, seyretme. gezme, gezi" demektir. "Orta Asya'da "şaka" anlamında da kullanılır.
EŞ'AR , "en gfüzel şiir söyleyen, şuirler" demektir. Aşağıda geçecek.

Varlık- Biraz evvel Hazret-i Yunus Emre birşey yazdırdılar, zannediyorum.
Şimdi bana verdiler... Diyorlar ki, "Öbür tarafta kalan eş'arımı iyice arasınlar. Belki," diyor,
"bir-ikisinin düşüncesinde şüphe sezdik. Hiçbir yerde bulamıyacaklardır," diyor,
"Şüpheye kapılmasınlar!"
İdâreci- Bu şiiri neşretmek müsaadesini verirler mi?
V- Fayda temin edecekse, hayhay, tabii... Sırası yok bunun. Başka mevzulara
dâir olan,
yine verecekler, zannediyorum. Onları kendileri söylerler.
İ- Teşekkür ederiz... Medyum'un yorgunluğu dolayısiyle Celse'yi müsaadenizle burada
keselim.
V- Zâten bu geceyi daha çok Yunus Emre Hazretleri için yapmıştım.
İ- Arkadaşların şahsî suallerine cevap verecek misiniz?
V- Affetsinler beni.
İ- Estağfirullah, efendim.
V- Zâten bundan sonraki çok defâlar ben sâdece himâyeme alacağım Medyumunuzu
ve çok defa da Yunus Emre'yi kendisine bağlıyacağım artık... O bizden de daha üstün
mertebelerdedir... Kendisi dâima Yunus Emre'den şiirler verecek.
İ- Çok teşekkür ederiz.
V- Bundan sonraki dâima... bu Toplantılarınızda... Yalnız birşey söyliyeceğim:
Bu şekilde olmıyacakmış, efendim. Yunus Emre Hazretleri böyle istemiyor bunu...
Evvelâ herkes kapıdan içeri Besmele ile girecek... Ve tertemiz, pırıl pırıl gelecek.
Herkes yerlerine oturduktan sonra Tekbir getirilecek. Tekbir çekildikten sonra
bu âlemdeki hepimiz için, yalnız Yunus Emre'nin ismi zikredilerek dua edilecek.
Ondan sonra Yunus Emre gelecek, efendim... Bu gece bizim şeyimize geldiler.
Fakat bundan sonra dâvetle, o şekilde gelecekler.
İ- Medyum uyuduktan sonra mı bu dedikleriniz olacak?
V- İçeri giriş Medyum uyumadan... Tekbirler yapılacak... Medyum uyuyacak...
Medyum uyuduktan sonra tekrar Tekbir yapılacak... Dua edilecek... Ve Yunus
Emre'nin ismi yalnız... Meselâ, denilecek ki, "Bütün Öbür Âlem'deki Ruhlar!" ... "İyi"
diye birşey söylemeyin. Hatâya düşülüyor. Çünki iyiler'den daha çok Öbür Ruhlar'ın
ihtiyâcı var duaya... Onları düşünmek lâzım.

Ondan sonra Yunus Emre'yi istiyerek... gönülden yapılacak (dua)...
Fakat bunun çok büyük bir tehlikesi var. İçinizde birinin... "dudağı" demeyeceğim de,
içinde bir tebessüm, alaylı bir ifâde belirirse, çok fecî durumlara girersiniz.
Bir daha da ne Medyum'u uyutabilirsiniz, ne de bir tek Tebliğ alabilirsiniz. Ona
göre hazırlıklı, tedbirli olun, efendim! Onun için bunu çok husûsî ahvâlde yapın!

Bu oldukça zor bir tarz, zannediyorum, böyle yapmak... Muhakkak... O zaman şiirler
alacaksınız ve bu şiirleri Hazret'in sizin tarafınıza bıraktıklarından çok daha farklı, fakat
tamâmen içinde kendisi olarak bulacaksınız. Biraz evvel okuduğunda kendisi var.
Nitekim anlaşıldı okurken daha... Ama
aynı ifâde hiçbir yerinde yok onun (bıraktıklarında).

Meselâ, soralım... Yalnız bir tek sual soralım: Ne anlıyorsunuz, "bir zerrede cihan
olmak"tan?.. Kim, ne anlıyor?.. Ne anlıyorsunuz "cân içinde cân bulmak"tan?...
Tabii ben bunları ondan alarak veriyorum. Ben bilmiyorum çünki durumu...

Bunları düşünün!.. Bunlar hakkında benle konuşacaksınız. Fakat Yunus Hazretleri'nden
yalnız ve yalnız şiir alacaksınız... Olur mu, efendim?
İ- Çok teşekkür ederiz. TANRI râzı olsun.
V- Artık beni ibâdetimle başbaşa bırakın... Hepinize çok parlak bir hayat, size karşı
hasret duysam da, çok çok uzun ömürlü olun, efendim.. Ne kadar çok hasret duyarsak,
o kadar çok uzun ömürlü olun siz!
İ- Çok teşekkür ederiz.
V- Gülegüle!

Belki şaşırtıcı gelmiştir, Varlığın sanki bir tarikat âyininde gibi Besmele, Tekbir, Dua talep etmesi... Çoğu Spiritualist diye bilinen ortamlarda nedense dinî uygulamalar yoktur. Mânevî bir Ortam'a, maddî hayattan sıyrılmadan girilir. Gülüşmeler, lâf atmalar, alaylı ifâdeler, hattâ sarkıntılar, sırnaşmalara bile rastlanır. Bunlar son derece yanlış ve tehlikelidir. Pek çok defa bir Fincan Celsesi'nde alay ettiği Varlığın tesirinden kurtulamamış kişileri tedâvi etmek durumunda kaldım. Tedâvinin en önemli kısmı, o Varlık'tan özürler dileyerek gönlünü almak ve Medyumluğunu yapan kişiyi de biraz mânevî, dinî yöne çekmek şeklinde geçerdi.

Hazret-i İshak, Avra'da bulunanların bir kısmının hiç mânevî yönü olmadığını sezdiği için, onlara Celse'ye abdestli gelmelerini, Besmele ve Tekbir getirmesini öğrenmeleri, ve sâdece İyiler için değil, bütün Ruhlar Âlemi için dua etme alışkanlığını edinmeleri yönünde teşvik ediyor. Tecrübeyle sâbit, bu anlayışla Celseler'e yaklaşım çoğu zaman iyi sonuç verir. BESMELE, mâlûm, "RAHMAN ve RAHİM olan ALLAH'ın adıyla" demektir. Her işe öyle başlanır. TEKBİR ise, "ALLAH-U EKBER" ifâdesidir. "ALLAH en büyüktür" demektir ama, O, küçüğü olmayan büyüktür, TEK BÜYÜK'tür... Biz dostlarımızın câmiye gelir gibi, Celse'ye temiz gelmesini, hiç değilse gusül abdestli olmasını isteriz. ABDEST'in aslında ne olduğunu HACI BEKTÂŞ-I VELİ'nin ağzından anlatmıştık. Ve bir diğer önemli husus da toplantılarda edeb-erkâna, adâb-ı muaşerete riâyet edilmesini arzularız. Sohbet esnâsında kimse kimsenin sözünü kesmez. Kimse yanındakiyle fıs-fıs konuşmaz. Kimse başka şeylerle, meselâ şimdinin cep telefonuyla alâkadar olmaz. Ve konuşanlar da konu dışına çıkmaz. Ortaya boş lâf atmaz... Biz de her Celse'ye dua ederek başlarız. Celse esnâsında edepli oturulur, fisıldaşma, kıkırdaşma, uyuklama olmaz. Dikkat dağıtılmaz. Birşey yenilip içilmez. Herkes mümkün mertebe konuşmalardan yararlanmaya çalışır. Bunları da herkes yapamadığına göre, olur-olmaz kişiler Celse'ye alınmaz... Rahmetli Ferhan Bey her Salı kapısına içeri girip Celse'ye katılabileceklerin listesini asardı. Haftalarca o kapının önüne gelip gitmiştim, girinceye kadar...

Bunları iki sebepten yaparız: Birincisi Varlıklar'a hürmet... İkincisi Geri Varlıklar'ın tesirinden uzak durmak... Çünki nerde bir bataklık varsa, orda mutlaka sivrisinek olur. Ortamı temiz tutarsanız, böyle bir meseleniz olmaz!.

Oh, çok şükür, Celse'yi de, Celse Tetkiki'ni de bitirdik. Darısı inceliyecek olan sizlerin başına!..

Ruhi Selman

selman@journalist.com

***

  • Önemli Sayfalar:

    - BİR SPİRİTUALİSTİN DÜNYASI - ANA SAYFA
    - BİR TEBLİĞ
    - ÖLÜM VE SONRASI
    - ÂHİRETTEN SİMÂLAR - 1
    - ÂHİRETTEN SİMÂLAR - 2
    - ÂHİRETTEN SİMÂLAR - 3
    - ÂHİRETTEN SİMÂLAR - 4
    - ÂHİRETTEN SİMÂLAR - 5
    - ÂHİRETTEN SİMÂLAR - 6
    - ÂHİRETTEN SİMÂLAR - 7
    - ÂHİRETTEN SİMÂLAR - 8
    - ÂHİRETTEN SİMÂLAR - 9
    - ÂHİRETTEN SİMÂLAR - 10
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 30
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 50
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 51
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 53
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 54
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 55
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 56
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 57
    - ÂHIRET'TEN SİMÂLAR - 58
    - ÂHIRET'TEN SİMÂLAR - 59
    - ÂHIRET'TEN SİMÂLAR - 60
    - ÂHIRET'TEN SİMÂLAR - 61
    - ÂHIRET'TEN SİMÂLAR - 62
    - ÂHIRET'TEN SİMÂLAR - 63
    - ÂHIRET'TEN SİMÂLAR - 64
    - İBN-İ SİNÂ CELSESİ
    - TEKÂMÜL'E GİDEN YOL
    - BİR OBSESYON VAK'ASI
    - ÖTE ÂLEM'DEN ŞİİRLER - 1
    - RÜYÂLAR - 1
    - RÜYÂLAR - 2
    - REİNKARNASYON
    - ANADOLU'DA REİNKARNASYON ŞİİRLERİ
    - İRLANDALI ŞÂİR JAMES CLARENCE MANGAN ANADOLU'DA MI YAŞADI?
    - KADIN HAKKINDA BİR TEBLİĞ
    - FİNCAN CELSELERİ - 1
    - FİNCAN CELSELERİ - 2
    - FİNCAN CELSELERİ - 3
    - EKMİNEZİ ÇALIŞMASI
    - RÛHÎ FİLİMLER - 1
    - ENTERESAN RÛHÎ OLAYLAR
    - ERGUN ARIKDAL VE SÂDIKLAR PLÂNI'NI TENKİT
    - BÜLENT ÇORAK VE DÜNYA KARDEŞLİK BİRLİĞİ SAFSATASI
    - CENAP BAŞMAN VE MARON TARİKATI
    - SAPKIN RAEL TARİKATI
    - TRANSANDANTAL MEDİTASYON KANDIRMACASI
    - MELEKLER'DEN MESAJ ALDIĞINI SANAN ŞAŞKINLAR
    - ŞEYTANA TAPAN SATANİSTLER
    - SİRİUS MİSYONU ZIRVALARI
    - KRYON "TEBLİĞ"LERİ VE LEE CARROLL'UN "MEDYUM"LUĞU
    - J. Z. KNIGHT ADLI KADIN MEDYUM ve RAMTHA "TEBLİĞ"LERİ
    - MEDYUM JANİ KİNG VE VARLIK P'TAAH
    - AKHENATON VE KURGU AGARTA "TEBLİĞ"LERİ
    - SILVER BIRCH TEBLİĞLERİ
    - "SÜPER İNSANLIK" DERNEĞİ VE UYDURUK "TEBLİĞ"LER
    - SÂDIKLAR PLÂNI'NI TENKİT - 2
    - KASYOPYA CELSELERİ'NDE ATMASYON, KITIRASYONLAR
    - RA "TEBLİĞ"LERİ
    - HAYÂLÎ ANDROMEDA KONSEYİ
    - VARMIŞ GİBİ YUTTURULAN PLEİADES KONSEYİ
    - HATHOR GEZEGENİNDEN İNANDIRICI OLMAYAN MESAJLAR
    - MEKTUPLAR