BİR SPİRİTUALİSTİN DÜNYASI

ÂHIRET'TEN SİMÂLAR 54

Bu sefer size iki dost muhabbeti sunacağız. Bu vereceğimiz Celse'nin enteresan yönü, bu dostlardan biri bu âlemde, diğeri Öbür Âlem'de... Medyum Zekiye adında genç bir kız... Kendisi ile 1967-1974 târihleri arasında 30 Celse yapılmış.. .

Varlık1: Ermiş Ali
Varlık2 : Necdet Özaktin
Varlık3 : Tahir
Varlık 4 : Lokman
Medyum1: Zekiye
Medyum2: Olcay
İdâreci: Ruhi Selman
Târih: 10 Mart 1968
Usûl: Hipnotik-Manyetik Karma
Hâzirûn: Medyum'un âilesi
Özelliği: Tedâvi için Özel Çalışma

Medyum1, Medyum2'ye gelen Lokman adlı dostumuzun yardımı ile İrtibat kurar.

İdâreci- Emirlerinizi, irşatlarınızı bekliyoruz.
Varlık1- Hepinize bugün de ALLAH'tan iyilikler ihsan etmesini diliyorum.
İ- Âmin, efendim. Yalnız Medyum daha yüksek sesle konuşsun.
V- ... Unutmuş bizi.... Unutmuş....
İ- Evcet. Uzun zamandır görüşmemiştik. Medyum hakkında söylemek istediğiniz var mı?..
Göz durumu ve Tâhir hakkında tavsiyeleriniz...
V- Bunları ilerde konuşuruz. Yalnız, bakın, burada birisi sizinle görüşmek istiyor. Görüşeceksiniz.
M1- .... Necdet Beyamca...

Devam etmeden birkaç hususu aydınlatmamız lâzım. Ermiş Ali, Medyum'un Hâmi Rûhu'dur. Necdet Bey ise, Medyum'un babasının en yakın dostu idi. Bir süre önce vefat etmişti. 55 yaşındaydı. Daha sonra kızı evlendi. Evlilik işleri ile Medyum'un babası Yahya Bey, bir baba gibi ilgilendi. Kızın sonra bir oğlu oldu.

Medyum'un gözleri o târihte nâdir bilinen bir rahatsızlıkla mâlûldü. Numaralı gözlükle dahi göremiyordu. Tâhir ise Medyum'un Opsedör'ü idi. Uzun bir hikâyesi vardır. Aşağıda naklederiz.

Burada belirtmek istediğimiz husus Türkiye'de bir Medyum'un kendi yakınları ile, veya herhangi bir taleplinin Medyum'a gidip kendi anası, babası, çocuğu ile görüşmesi pek nâdirdir. Çoğu zaman, bilhassa Avrupa ve Amerika'da Sahtekâr Medyumlar yakınlarını kaybetmiş kişileri bu vaadle aldatılır, paralarını alırlar. Ender olarak ta bir Rehber Ruh'un veya Hâmi Ruh'un yardımı ile bu Celse'de olduğu gibi bir yakınla İrtibat sağlanır. Bu, daha çok Âhıret'teki yakının arzusu ve Üst Tabakalar'ın müsaadesi ile olur. Yoksa, "Ben babamla, kocamla görüşmek istiyorum," deyip, herhangi bir Medyum aracılığı ile ölmüş akrabayla görüşmek olmaz. Celseyi bu husus iyice anlaşılsın diye naklediyoruz. Yoksa bir dostluk görüşmesinden başka birşey yok.

İ- ALLAH râzı olsun. Hoş geldiniz.
Varlık2- Hoş bulduk....
(Yahya Bey ağlamaktadır) Yoo, ağlamak yok ama...
Ben sana teşekkür etmeye geldim, sen ağlıyorsun.
Yahya Bey- Sevincimden ağlıyorum, Necdet.
V2- Ağlama!.. Bütün yaptıkların için teşekkür ederim.
Y.B.- Ne yaptım ki?
V2- Öyle deme... Elinde ne varsa, yaptın. Kızıma kim senin kadar yakınlık gösterdi?..
Dayısı geldi de, ufacık birşey bile getirmedi...
O kadar memnunum ki!.. Ama bütün bunların mükâfatını burada göreceksin.
Y.B.- Görebilirsem ne mutlu bana.
V2- Göreceksin... Ağlama ama!.. Çok üzülüyorum...
Ne mutlu bana, torunumu bile sevdim. Herşey için sağol!
Y.B.- Yapamıyorum.
V2- Yapıyorsun!
Y.B.- İstanbul'a gideceğim. mezarını yaptırmak istiyorum.
V2- Fena olmaz... Kayboldum... Kayboldum...
Y.B.- Çok aradık, bulamadık.
V- Neyse!.. Gene aldım ya ben
(dualarınızı), yeter bana.
Y.B.- Bir emrin var mı?
V2- Kendine dikkat et. Bak, şimdi tek âileye değil, iki âileye babalık ediyorsun.
Y.B.- Elimden geldiği kadar.
V2- Bak, beni örnek al. Ne oldu?
Y.B.- Sen kendini bedâvaya harcadın.
V2- Ehemmiyet vermedim. Tedâvi olmadım...
(Yine de) Herşeyde bir hayır vardır.
Y.B.- Sen yerini buldun.
V2- Sana da nasip olacak. Ben senin kadar bile değildim. Bak...
Y.B.- O belli olmaz ki, ağbi.
V2- Gören göz kılavuz istemez. ....
Evet... Hepinize iyilikler... ALLAH râzı olsun...
... Okuyan olmadı
(bana).
Y.B.- Babamla buluşma imkânın oldu mu?
V2- Nasip oldu... Çok iyi... Çok Çok Yüksekler'de... Evet...
İ- Müsaadenizle ayrılalım.
(Varlık2 ayrılır.)

Görüyorsunuz, iki eski dostun sohbetinden başka birşey yok, ama ibret verici. Yahya bey, dindar, dürüst, iyi kâlpli bir insandı. O da Celse târihinden 1,5 yıl sonra vefat etti. İnşaallah Varlık2'nin dediği gibi iyi durumdadır. Yahya Bey'in babası ise bir din adamı, Müftü idi. O da çok iyi, muhterem bir zat idi. 1953 yılında vefat etmişti. Onun çok yükseklerde olması tabiidir. Müftülüğünden dolayı değil, iyiliğinden dolayı.... Ancak Varlık2 gerçekten aradaki kat farkına rağmen, onunla buluştu mu, yoksa arkadaşını mutlu etmek için mi öyle söyledi, bilinmez.

İdâreci- Muhterem Üstâdım, sizi fazla rahatsız etmeyelim.
Varlık1- Gidecek yerlerinizi unutmayın! Siz başkasını sevindirin ki,
ALLAH da sizi sevindirsin.
İ- Kısmet olursa... Medyum'un durumu nasıl?
V1- Şiddetli bir buhran geçiriyor.
İ- Gözünden dolayı mı?
V1- Hem onun, hem de ........ ?"........
(anlaşılmıyor) ...
İ- Lûtfen kendisine iyi Telkinler'de bulununuz. Babaannesi hakkında gördüğü rüya
ona tesir ediyor mu?
V1- Dikkat etmezsen, evet.
İ- Ne bakımdan?
V1- Anlamadın mı?
İ- Anladım. Onu sileyim.
V1- Sil!... Yalnız, inerken karşınıza çıkacak. Dokunmayın...
Evet, bu kadar.
İ- Peki. ALLAH râzı olsun.

Medyum, rüyâsında 1965'de vefat etmiş olan babaannesini kötü durumda görmüştü. Varlık1, zâten bunalım içinde, sıkıntıda olan Medyum'un hâfızasından bu rüyânın silinmesini, unutturulmasını istiyor. Bu da, uykuda verilecek bir Telkin'le mümkün.

Medyum inerken karşısına çıkacak olan Varlık, Obsedör'ü Tâhir'dir... Dediğimiz gibi hikâyesi uzun, ama anlatmasak olmaz... Medyum Zekiye, yıllar önce Eskişehir'in bir kazâsında ortaokul öğrencisi olarak okurken, aynı okulda öğrenci olan Tâhir, kıza âşık olmuş. Memur kızı... gözler üzerinde... Okulda zâten fazla kız öğrenci yok. Kız, Tâhir'in davranışlarından rahatsız olunca, işe öğretmenler müdâhele etmiş, ve galiba biri delikanlıya herkesin içinde bağırıp çağırıp, tokat atmış. Gururuna dokunan Tâhir, bu olay üzerine intihar etmiş!.. Kız da hâdiseden etkilenmiş ama, yapacak bir şey yokmuş. Zâten bir süre sonra babası tâyin olmuş, o ilçeden ayrılmışlar... Aradan yıllar geçmiş. Ama Tâhir kızı unutmamış... Tıpkı Julio'nun yaptığı gibi , "devre"sini beklemiş. Medyum'un buhranlı bir ânında yapışmış ona. Sonunda meseleye Celse İdârecisi müdâhale etmiş. Aşağıdaki Celse, kurulan İrtibatlar'dan bir tânesi:

İdâreci- Gayet rahat olarak inin. Dostumuzla karşılaşınca telâşa kapılmayın!
Medyum- ...
(ürker, sıkıntıdan yüzünüz buruşturur) .......
İ- Korkma!.. Korkma!.. Geldi mi?
M- ... Geldi.
İ- Merhaba... Bir dua edelim, efendim.
Varlık3- Merhaba... Biliyor musun, ölmeden yeni bir elbise diktirmişlerdi bana.
Bayram yakındı. Anamdan giymek için istedim de, vermedi.
"İlk defa Bayram'da giyeceksin," dedi.
İ- Nasip olmadı mı?
V3- Olmadı ya!.. Giyemedim!.. Anam hep arkamdan onun için ağlar.
"Ahh, elbiseyi giydiremedim," diye...
İ- Sağlık olsun. Hiç değilse bu Bayram huzur içindesin, değil mi?
V3- Ben her Bayram böyleyimdir.
İ- Bir arzun var mı?
V3- Yok.
İ- Konuşmak ister misin?
V3- Ne konuşacağım?
İ- İçinden ne geliyorsa.
V3- Hiçbir şey gelmiyor.
İ- Hep okuyoruz senin için.
V3- Biliyorum.
İ- İnşaallah ilerde çok görüşeceğiz.
V3- Bilmiyorum.... Ayrılalım.
İ- Müsaadesini isteyin... Rahat olarak Ruh ve Beden münâsebetleriniz birleşmek üzere inin!..

Gördüğünüz gibi, Varlık3 oldukça sâkin görünüyor... Herhalde Bayram olması ve bizim dualarımızı hissetmesi ile ilgili... Ama ilerde, 1969 yılında Medyum'u iki defa intihara sevkedecek, Medyum ancak zamanında müdâhale edilip, midesi yıkanarak kurtulacaktır.

Celse İdârecisi defâlarca Tâhir'le İrtibat kurup onu iknâya çalıştı. Neticede Tâhir, "Medyum'un, mezarını ziyâret etmesi" şartıyla ayrılmaya râzı oldu. Medyum ve İdâreci kalkıp 1969 yılının bir ayında Eskişehir'in o kasabasına gittiler. Araya sora, mezarlığı taraya taraya Tâhir'in kabrini buldular. Kabir dedikse, bir toprak yığını... üzerinde adı yazılı bir tahta parçası... O kadar... Orada portatif teyp cihâzından Kur'an dinleyip, dua ettiler. Ancak ondan sonra Tâhir ayrıldı, kız da rahat etti. Yukarıdaki kısım o pazarlık safhası ve ayrılmadan önceki Celseler'den biri... Kısmet olursa, Pazarlık Celsesi'ni de veririz.

*****
Bir başka Medyum, Handan Hanım....20 yaşlarında, lise mezunu bir kız... Ev hanımı... Bizi pek seven Annette ona da geliyor... Hatırlıyacağınız üzre, Annette, Medyum Hepşen Hanım'ın Obsedörü idi, sonra çalışmalarımızla Karanlık'tan Alaca Aydınlığa doğru yükseldi. Medyum Olcay'a da gelirdi... Celse, Medyum'un gördüğü bir İmajla başlıyor.

Varlık1: Avucu lekeli Adam
Varlık2: Annette
Varlık3 : Neyzen Tevfik
Medyum: Handan
Târih: 6 Mart 1968
Usûl: Hipnotik-Manyetik Karma
Hâzirûn: Muhtelif Şahıslar, Haluk Alpender, Sâdi Hoşses

Medyum- ....... Geçen seferki toplantı yerine geldim yine.... Konuşuyorlar.
İdâreci- Yaklaşınız.
M-..... Ben.... Benimle görüşecek Varlık'tan sonra daha Yukarılar'da
Dostlar varmış...
İ- Toplantıda ne konuşuyorlar?
M- ..... Konuşulmuyor... Mihrap gibi bir yer var... Orada başı önüne eğik bir zat...
Onun önüne oturmuşlar... Hepsinin başı önüne eğik onların da...
İbâdet ediyorlar.
İ- Daha yüksek sesle konuşun.
M- .... Burası o kadar büyükki!... Benim sesim yankı yapıyor... Çok bile
geliyor kulağıma.
İ- Buradan ayrılacak mısınız?
M- .... Bekliyorum.... Bir zat geldi...
İ- Hoş geldiler, efendim.
M- ..... Bana, "Tut elini," diyor.... Anladın mı?
İ-
(Medyum'un elini tutar) Evet?
M- ....."Senin hakkında karar alacaklar" demişti.... O elin sâhibi bâzı şeyler
verecekmiş şimdi.... kuvvet olarak yalnız... Şimdi bembeyaz bir avuç...
Senin tuttuğun avucu görüyorum, ... her şeyden evvel... Ortasında
SİMSİYAH BİR LEKE var... Tam avucunun ortasında... Oradan böyle ışık
saçılıyor sanki... Oradan kuvvet alacakmışım...
İ- ??? İnşaallah, efendim.
M- Bir şey söyledi sana.... Gidecekmiş.... Şöyle

Alıyorum üzüntülerini
Ver bana istediklerini

İ- ALLAH râzı olsun, efendim. Bir dua edelim....

Burada duralım... İmaj'da herkes bir zatın önünde eğilmiş, ibâdet ediyor. Medyum'a yaklaşan zat o değil... avucunda siyah bir leke var... Oradan ışık saçılıyormuş... Siyah olması hoş değil. Üstelik siyah ne ışık saçar?... Hatırlarsınız, Tuğrul'un Celsesi'nde Hacı Bektâş-ı Veli'nin bâriz bir işâretinden bahsetmiştik, o olduğunu iddia eden Varlık gösterememişti. İşâret, Hazret'in avucundaki yeşil ben idi... Şimdi Handan'a gelen Varlık ta ona benzer bir şey yapmaya çalışmış ama becerememiş veya izin vermemişler. Avucunda yeşil bir ben değil, SİMSİYAH BİR LEKE olmuş!... Sözde Medyum'a ve İdâreci'ye güç verecek... Ama İdâreci bunu yüzüne vurmuyor... Sonra uyduruk bir şiir okuyor. "Söyle bana istediklerini" dese, daha mantıklı olacak... İsteğimi nasıl vereyim sana?... Acemi şâir... Ama durun, hemen karara varmıyalım. Medyum Yeşil Ben'i, Siyah diye yorumlamış olabilir.

Medyum- ..... Şimdi oradan ayrıldım.... Gene merdiven başına geldim.
Hep bir merdiven çıkacağım...
İdâreci- Deminki görüştüğümüz dostu tanıyor muydunuz?
M- Yüzü hiç yabancı değil... İlk gördüğüm zat... Uzun, siyah ve beyaz karışık renkli
sakalları var... Saçının da (saçını göremiyorum yalnız) beyaz bir örtü gibi birşey örtünmüş...
... Uzun... Ufacık bir ağız... Koyu siyah gözler... Aynı elindeki o noktanın büyüklüğünde
ve siyahlığında gözler... Çok kuvvetli!... Bu kadar!...
İ- Peki... şimdi merdiveni çıkmaya devam ediyor musunuz?
M- Evet... Çıktığım merdivenin sonu yok... Hep devamlı çıkıyorum, çıkıyorum çıkıyorum...
Küçülüyor... Tek adımım kadar oluyor... Genişliyor.... Bir kaç kişinin sığabileceği kadar...

Medyum'un bu Merdiven İmajı son derece güzel... Bir kaç şekilde yorumlanabilir. Görüşeceği Varlığa ulaşmak için çıkıyor olabilir... Veya Tekâmül'ün Basamakları'na işâret olabilir. Sonu olmayışı da Tekâmül'ün sonsuzluğunun ifâdesi...

Medyum- ..... Yine geldim.... Yine geldim o kulübeye....
Varlık2-.... Merhaba!...
İdâreci- Merhaba, efendim. ALLAH razı olsun. Hoş geldiniz...
Bir dua edelim... Kendinizi tanıtmak ister misiniz?
V2- Ben Annette.
İ- Daha tafsilatlı olarak tanıtırsanız...
V2- Artık yeter onlar... Bitsin!... Bana ha bire hatırlatma onları... Sen anlat bırazicik ta
tanımıyanlara.
(İdâreci kısaca Anet'i tanıtır) ... Müşerref oldum hepinizle.
İ- Bu akşam bizim için ne hazırladınız?
V2- Ben mi?... Ben hazırlanmadım... Hazırlıklı olanlar var.
İ- Yukarı'da mı?
V2- Yukarısı var... Yukarı'dan da merhabalaşacağın bir kaç dost var.... Bak, onlardan
bir kaçı ismini vermeyecek ama, buradaki şahıslar onları tanıyacak... O bir... İkincisi,
aranızda var... Bekliyorum... Ben çok konuşuyorum... Bu sefer ben susuyorum, sizi
dinliyorum.... Yine torun kucağımda...
İ- Umûmî mi soralım, Anet?
V2- Tabii, tabii. Umûmî...
İ- Halûk Bey görüşüyor.
HAlûk Alpender- Muhterem Annette Hanım, Fransızca biliyorsunuz muhakkak.
V2- Evet.
HA- Fransızca sorup cevâbını alabilir miyiz?
V2- Valla, Medyum buna hazırlıklı değil... Medyum tek kelime Fransızca bilmez.
HA- Medyum'a intikâl ettiremiyorsunuz, öyle mi?
V2- ... Yegâne şeyim... ancak onun vâsıtasıyla görüşebilirim... Fakat daha ilerde
istediğiniz şekilde suallerinize cevap vereceğim. Hattâ size bâzı eserlerinizde yardım
edeceğim.

Vasat-Altı Varlık Annette biraz ileri mi gitti, bilinmez, ama muhâtabı Halûk Alpender Bey merhum, çok değerli bir Spiritualist yazardı. "Tekâmül'ün Altın Anahtarları" , "Dünya'ya Gelişin Gâyesi" , "Köylü Deyip Geçmeyelim" , "Modern Savunma Mevzileri, Hücum Kıtalarıyla Taarruz" diye kitapları vardır. 20'li yaşlarda iken kendisini telefon rehberinden bulup görüşmüş, Ankara'da, sanırım Bahçelievler'deki ikametgâhında ziyâret etmiş, kitaplarından almış, ve Celselerimiz'e dâvet etmiştim. Çok katkıları olmuştu sohbetleriyle...

Halûk Alpender- Eserlerimden haberiniz var muhakkak. Tabii, kudretiniz müsait.
Varlık2- Kudret ALLAH'ın.
HA- Bu eserler için bir sual sorabilir miyiz?
V2- Gâyet tabii.
HA- Bir teşebbüsüm var, biliyorsunuz.
V2- Evet. evet...
HA- Bunda başarıya ulaşacak mıyız?.. Yâni, bu eserleri arzulayanlara ulaştırmak,
onların okumalarını sağlamak neticesine varabilecek miyiz, efendim?
V2- Çok güzel yazacaksınız. Ummadığınız, yâni düşünmediğiniz neticeyi alacaksınız
hattâ... Size bir şey söyliyeceğim.
HA- Buyurun.
V2- Siz.... şimdiye kadar ummadığınız bir mevzu... kimseye... dînî bir mevzuda ama...
muhayyilenizin çok gerilerinde düşündüğünüz dînî bir mevzu üzerinde yazı yazmak
istediğiniz...
HA- Evet...
V2- Onun daha vakti var... Bu mevzuda sizinle ilerde karşılıklı, benim lisânımda
görüşmek istiyorum.
HA- Yâni, şu basılmayan bir eserim var, ondan söz ediyorsunuz.
V2- Evet. Onu kastediyorum, evet.
HA- İsmini söyleyebilir misiniz?
V2- Hayır. Kapattım şimdi, lûzumsuz.
HA- Onu demek ki zâten bıraktık. Zamanı var bunun.
V2-Evet. Vakti var.
HA- Aydınlanacağız fikirlerinizden.
V2- İnşallah.
HA- Basılanlardan yararlanabilecek?
V2- Çook!...
HA- Teşekkür ederim.
V2- Bir şey değil... Evet.

Dediğimiz gibi, Annette Vasat-altı bir Varlık... Buna rağmen elinden geleni yapmaya çalışıyor... Tabii bu arada başaramadıkları oluyor. Meselâ Medyum'u Fransızca konuşturmak gibi... Bunda Medyum'un tecrübesizliği kadar Varlığın da tesirinin yetersizliği söz konusu... Sonra Halûk Bey'in kitabının adını veremiyor, ama bâzı tavsiyelerde bulunuyor. Bunların yerinde olup olmadığını tesbit edemedik, ama Halûk Bey'e mâkûl geliyor... Evet, şimdi Medyum'un annesi Nedret Hanım önemli bir sual yönlendiriyor.

İdâreci- Nedret Hanım görüşüyor.
Nedret Hanım- Sevgili Anet, sizinle görüşmeden evvel bir Varlık'la görüşüldü.
O Varlık size göre daha mı Tekâmül'ü az?
Varlık2- Hayır.
NH- Sizden Yukarı'da mıdır?
V2- Şimdi öyle bir şey söylemiyeceğim de... Ondan geçip bana gelmesi şart...
Aslında o hakikaten çok, çok Yüksekler'de... Hattâ şöyle diyeyim: İlk görüştüğünüz
Varlık var ya,.. Bu değil... Bu değil... Evvelki Medyumunuz'un görüştüğü Varlık...
Fakat öyle icâbediyor... O şekilde bana geliyor...
NH- Yâni, bir Koruyucu olarak Medyum'a...
V2- Evet... Evet.. Bu senin bakımından biraz da... Yâni, için rahat etsin.
NH- Çünkü şu anda bir şey düşündüm... Bağdaştıramadım sonradan seninle görüşenle...
V2- Sen Aşağıda... Siz Burayı "Aşağı-Yukarı" diye nasıl vasıflandırıyorsunuz?.. Bunu bir
açıklar mısınız?
NH- Orayı görmedik, tabii... Bilmiyorum. Biraz önce görüşen Varlık'tan sonra sizin
görüşmenize aklım takıldı. Onun için çok iyi oldu.
V2- Evet. şöyle: Biz Varlıklar "Aşağıda-Yukarıda" diye bir seviye farkı değil de,
fikir farkı olarak Ölçü'ye giriyoruz... Bâzı Varlıklar'ın vereceği fikirler daha yüksek
oluyor. Bâzı Varlık daha Vasat durumda oluyor... Yukarıda-Aşağıda mânâsı bu şekilde...
Yoksa bir Kat yok Burada... Üçüncü Kat'ta, Dördüncü Kat'ta diye bir şey yok.
İ- Yâni, bir Tekâmül sıra
laması yok mu?
V2- Tekâmül Sıra
laması var, Fikir olarak... Ve dünyâ'da yaptığın vazifelere göre...
Ama Üçüncü Kat'ta, Dördüncü Kat'ta diye bir Tekâmül Sıra
lamasına girmiyor bu.

Burada duralım... Nedret Hanım'ın suali çok yerinde... Medyum bir Varlık'tan ayrılıyor, yükseliyor, ve daha Aşağı'da olması gereken Anet ile karşılaşıyor... Anet te diğer Varlığın "daha Üst Seviye'de" olduğunu söylüyor... Akıl karışıyor... Ama bir başka Muhterem Varlığın dediği gibi, "Dünya, Zaman ve Mekân Âlemi.... Âhıret'te mekân yok, Zaman var... ALLAH ise ne Zaman'ın, ne Mekân'ın olmadığı bir hâl..." Mekân yoksa Üst-Alt, Aşağısı-Yukarısı bir anlam taşımıyor... Bir başka Celse'de Katlar'dan söz edince Muhterem Varlık, "Apartman mı bu?" demişti... Ama nasıl anlatacağı bilmediğimiz bir âlemi?.. Yine de bu kelimeleri kullanıyoruz.... Anet te bunu çok güzel açıklıyor... Fark, fikirlerde ve idrakte... Üstün Fikirler, Üstün İdrak var... Buna mukabil Üstün olmayan Fikirler ve İdraksizlik söz konusu...

Siyah harfli düzeltmeler bizden... İdâreci'nin kelime hatâsı Medyum'dan Varlığa bulaşmış... "Tekâmül Sırası" olmaz, "Tekâmül Sıralaması" olur...

Nedret Hanım- Daha önce görüşülen Varlık'la sizin aranızda bir şey
bulamadım da, onun için sordum.
Varlık2- Anladım da, Burada...
NH- ... Yâni, benim anladığım doğru mu acaba?
V2- Tamam, gâyet doğru da... Bâzı düşünen şahıslar var da... Onun için izah ettim.
Tekâmül'ümüze göre sıralanıyoruz... Fakat bir Kat'ımız yok... Yâni, "ben Karanlık'tayım,
o Aydınlık'ta" diye bir şey yok... Dünyâ'da yaptığımız iyilik ve kötülüklere göre
Burada cezâmızı çekiyoruz... veyâhut ta kadrini görüyoruz. Ona göre sıralanıyoruz.

Öyle de, yine anlatabilmek için, veyâhut Varlıklar kendi durumlarını anlayabilsin diye bâzıları kendilerini Karanlık'ta, Yalnızlık'ta hissediyor, bâzıları ise Aydınlık'ta oluyor. Ama unutmayalım, Âhıret Âlemi'nde Mekân yok!... Her şey Varlığın veyâ Medyum'un idrakine göre şekilleniyor.

Nedret Hanım- Yâni, ben şunu anladım: Evvelâ Aşağı'daki Varlıklar'la görüşüldükten
sonra, Yukarı'daki Varlıklar'la görüşülür diye bir sıra yok.
Varlık2- Hayır, yok... O gelen Buraya, bizlerle İrtibat'a geçen Medyum'un hem sıhhati,
hem düşünceleri bakımından lûzumu nasılsa, o şekilde düzenleniyor.
İdâreci- Sâdi Hoşses görüşüyor, efendim.
V2- Evet.
Sâdi Hoşses- Şimdi Bayan Anet şöyle söylediler: "Bizim burada Kat mevzuubahs
değildir. Ancak fikir muvacehesinde ayrı ayrı şeylerimiz var." ... Ve şunu ilâve ettiniz:
"Dünyâ'da yaptığımız iyiliklerle ve kötülüklerle muaheze ediliyoruz ve cezâmızı
çekiyoruz."
V2- Evet.
SH- Güzel ama bizim inandığımız bir şey var ki, insanlar ölür. Ancak Kıyâmet Günü
geldiği zaman insanların iyilikleri ve kötülükleri terâziye vurulur.
V2- Evet.
SH- Ve ondan sonra cezâ ve mükâfat başlar... Ben bunu acaba yanlış mı anladım?

Rahmetli Sâdi Hoşses (1910-1994) Ferhan Erkey'in Celseleri'ne katılırdı. Orada tanışmıştık. Orada Medyum Esat vâsıtasıyla görüşen Yunus Emre'den alınan "Şüphe ile bakma dostum" şiirini de bestelemişti, 1966 yılmda... Şiir sonradan Hacı Hafız Zeki Altun tarafından da bestelenmiş. Ama çok farklı... Üstelik söz yazarı "Nuri Baş" diye verilmiş. Bir şiiri bir kaç kişi farklı besteleyebilir, ona diyeceğimiz yok... Ama bir şiir nasıl hem Yunus Emre'ye, hem de Nuri Baş'a âit olabilir ki?.. Hem dahi sonunda "Yunus" diye damgası, imzâsı var iken!... Ayrıca hem Ferhan Erkey'in kayıtlarında, hem de bu Celse'de, yâni 1968'de Sâdi Hoşses'in kendi sesinden musikî âletsiz okuduğu bu ilâhi var elimizde... Aslını da bulduk İnternet'te!..

Her neyse... Rahmetli Sâdi hoşses Üstat sonradan bizim Celselerimize de katıldı... Sorusu son derece yerinde... Biz hep hesaplar Kıyâmet Günü görülecek diye biliriz. Daha doğrusu imamlar bize böyle anlatır. Hiç kimse Peygamberimiz'in "Her ölenin Kıyâmet'i kopar" hadisini dile getirmez!.. Nasrettin Hoca'nın "Hanım ölürse küçük Kıyâmet, ben ölürsem Büyük Kıyâmet" fıkrası üzerinde bile durulmaz.

Hz. Peygamber Efendimiz'e (s.a.v.) "Kıyâmet'in ne zaman kopacağı" sorulunca, yanında duran bir çocuğa bakarak şu cevabı vermiş:

“Bu çocuk ihtiyarlamadan Kıyâmet size gelip çatacaktır.” Hadis
(Buharî, Rikak 42, Edcb 95; Müslim, Fiten 136-139; Ahmed b. Hanbel, 3/192, 213)

Yâni "Hz. Peygamberin zamanında yaşayan ilk nesil, o çocuk ihtiyarlamadan son ferdine kadar ölüp, Âhiret Âlemi'ne göçeceklerdir" demek istemiş. Bunun üzerine bâzı kimseler bu hadisi “Ölenin Kıyâmet'i kopar” şeklinde yorumlamış... Bu anlamda söylenirse, bu söz doğrudur... Küçük Kıyâmet her ölenindir, Büyük Kıyâmet ise tüm Kâinat'ın hercümerc olacağı, silinip yok olacağı Kıyâmet'tir... Ayrıca Kıyâmet kelimesi, "büyük olaylar, büyük değişiklikler" anlamına da gelir. Peygamberimiz'in o yönde de hadisleri vardır. Meselâ, "Kıyâmet kopmasının şartlarından biri de sizlerin (Araplar'ın) kıldan çarıklar giyen bir kavimle (Türkler'le) harbetmenizdir. "... E, öyle olmadı mı?... Araplar Türkler'e bulaşınca, 750 Talas Savaşı'ndan sonra yavaş yavaş, 1055'te Tuğrul Bey'in Bağdat'a girmesiyle İslâm'ın liderliği tümden Araplar'dan Türkler'e geçmedi mi?.. 1924'e kadar Türkler'de kalmadı mı? Türkler liderliği kaybettikten sonra da Araplar'ın başına gelenler pişmiş tavuğgunkinden beter oldu. Bundan büyük değişiklik, Araplar için bundan büyük Kıyâmet olur mu?...

Peki, Küçük Kıyâmet'i kopunca ne olur?... Kişi, o hayatındaki davranışlarının hesâbını verir. Vicdan azâbını çeker. Yeni bir hayâta hazırlanır. Aksi takdirde Reinkarnasyon'un mevcudiyeti anlaşılmaz... Ee, bizim verdiğimiz Âhıret'ten Simâlar serisinde bu hesaplaşmayı görmüyor muyuz?.. Üstelik çoğu kimsenin düşündüğü gibi insanların ölünce Kıyâmet'e kadar mezarda yatıp uyumadıklarını da biliyoruz.... Bakalım, Vasat-Altı Varlık Anet bu durumu nasıl açıklayacak?

Sadi Hoşses- Ben bunu acaba yanlış mı anladım?
Varlık2- Biraz yanlış oldu, biraz doğru... Şöyle diyeyim: Namaz farz, değil mi?...
SH- Evet, efendim.
V2- Ben Dünyâ'da namaz kılmasını bilmiyordum. Çünkü Hıristiyan'dım. Ama Buraya
geldiğim zaman namaz kılmasını öğrendim. Mecbur edildim... Yâni, şöyle ki, Dünyâ'da
dinin ne olursa olsun, kötülük te yapsan, o kötülüklerin cezâsını muhakkak görüyorsun.
... Ve zamânı geldiği zaman, Burada hakikaten vazifelerini yerine getiriyorsun.
SH- Ama bugünkü takdire göre bu uymadı... Der ki (KUR'AN) "Orada Ruhlar şey edilirken,
Dünyâ'daki hâli görünce, derler ki, 'Yarabbi, bizi bir daha Dünyâ'ya müsaade et, gönder de,
biz Senin ibâdet eden kullarından olalım' diye niyaz ederler." diyor, Cenâb-ı Hak,
Kur'an-ı Kerim'de ... Artık onlara yapacak bir şey yoktur. Nitekim, gelen bir Varlık,
"Birada hiç bir şeye muktedir değiliz. Sizin yapacağınız şey Orada'ydı. Orada yaptığımızın
cezâsını Burada göreceğiz" demişti.
V2- Tamam, tamam.
SH- Binaenaleyh siz artık Orada namaz kılamazsınız. Çünkü Burada ne yaptınızsa,
onunla kalırsınız. "kabul etmem" diyor Cenâb-ı Hak, Kur'an-ı Kerim'de... Ama tabii
ALLAH isterse, o da olur.
V2- Herhâlde ALLAH'ın lûtfuna uğradım, beyefendi.

Devam edeceğiz ama, bir hususa dikkat çekmek istedik. Biz Varlığın her dediğine mutlaka inanmayız. Aklımıza yatana inanırız. İnanmadığımızla çata-çat münâkaşa ederiz, saygı sınırları içinde.... Sâdi Bey bunu yapıyor...Ne yazık ki, bu tarz bir uygulamayı başkalarının çalışmalarında görmüyoruz... Neticede Varlık'tan doğru bulduklarımızı alırız, yanlışları atarız. Ama Varlığı terslemeyiz, onun da bizim gibi insan olduğunu, yanlış yapabileceğini asla unutmayız. İşte bu Celseler'i de yanlışı-doğrusu ile birlikte veriyoruz ki, siz de öyle yapasınız...

Haa, bunu dedik diye, bu Varlığın ifâdelerinin tümü yanlış anlamı çıkmasın!.. İlerde açıklıyacağız. Yalnız burada şunu belirtelim ki, bu Varlık "namaz kılmaya zorlandım" dedi diye, bütün Gayrımüslimler'in Öbür Âlem'de namaza-oruca zorlandığını sanmıyalım. Varlık Sâdi Bey'in dindar yönünü sezdiği için, kendisinin ibâdetini namaz şeklinde yaptığını söylemiş. Bilindiği üzre namaz, KUR'AN'da geçen Arapça aslıyla "salât" aslında "dua, rahmet, sığınma" demektir. Oturarak ta, yatarak ta, göz ile de yapılır, hastalık hâlinde veya yolculukta... Peygamber zamânında deve üstünde otururken bile namaz kılarlardı.

Sâdi Hoşses- Siz şahsen uğradınız o hâlde.
Varlık2- Herhâlde... Öyle bir şey olsa gerek... Ama diğerleri de var tabii bunlardan....
Ben Kitab'ın dışına çıkmıyorum. Fakat ben, demek ki hakikaten ALLAH'ın büyük
lûtfuna uğradım ki, beni affetti. Burada namaz kılmayı öğrendim. Namaz da kılıyorum.

Şöyle ki... Dünyâ'da ... (şimdi karışmasın aklınız)... çeşitli dinler, çeşitli insanlar var...
Kimisi Müslüman oluyor... Müslümanlığı alalım... Kimisi tam müslümanlığın şartlarını
yerine getirerek Buraya geliyor.... Kimisi gösteriş olarak "Ben müslümanlığın her
şartını yerine getiriyorum" diyor, öyle geliyor... Böyle seviye seviye, fark fark ayrılıyor.
Ama Buraya geldiği zaman dinini hiç göstermeyen, en mukaddes şeyde, Kat'ta oluyor...
Kendini dinde gösteren de cezâsını çekiyor. Belki o namaz dahi kılmıyor Burada...
Anlatabildim mi şimdi?

SH- "Kat yok" dediniz, şimdi "Kat" diyorsunuz, olmadı.
V2- Kat'tan şunu kastediyorum: Yâni, Burada meselâ Aşağa Varlıklar - Yukarı Varlıklar
diye vasıflandırıyorsunuz, değil mi Varlıklar'ı?... "Aşağı Varlık" dendiği zaman... faraza...
Şöyle bir misâl verelim: Bir apartmanın alt katında oturanlar, bir apartmanın üst katında
oturanlar diye düşünürsünüz, "Kat" deyince siz.... Biz böyle verdiğimiz zaman...
SH- Kat'ın mânâsı bir sınıf...
V2- Tamam!... Sınıf olarak... Sınıf olarak ayrılıyoruz.

Gene duralım... Anet, Vasat-Altı bir Varlık olarak Celse'yi iyi götürüyor... Kendisi Hıristiyan olarak yaşamış. Sonra inançlı, dindar ama yobaz olmayan bir Müslüman ortama düşmüş nedense... Belki "ALLAH'ın lûtfu" bu idi. Bizlerle irtibat kurmuş. Bizler arasında ALLAH'a yakın olmak için yapılan ne?... Dua, namaz, oruç, Kitap ... O da bunları yapmaya çalışmış... Haa, derseniz ki, "Bunları sizi aldatmak için söylüyor"... O da olabilir. Neticeye ancak Celse'yi iyice inceledikten sonra varabiliriz.

Sâdi Hoşses- Buyurdunuz ki, "Cezâmızı görüyoruz".
Varlık2- Muhakkak, tabii.
SH- Evet ama, Kıyâmet Günü'nden evvel hiç bir Ruh muhakeme edilmez.
"Sur üfürülünce" der Kitabımız... Kalkar bütün Ervah, ondan sonra muhakeme başlar.
V2- Evet.
SH- Dünyâ'da vazifesini yapanlar yoluna girer... Yapmayanlar cezâsını çeker...
Ama sizin şeyinize göre "O Gün" gelmeden evvel de Ruhlar imtihan ediliyor.
V2- Gâyet tabii. Şöyle diyeyim...
İdâreci- Kabir azâbı.
SH- Herkes kabir azâbına düçâr değildir.
V2- Bak, şimdi... Uyutan, bak... Ben şimdi bütün ilgiyi kuruyorum herkesle...
İ- Yalnız rahatsız edici olmuyor mu?
V2- Hayır, olmuyor... Merak etme! Olduğu zaman, ben sana söylerim...
Şimdi şöyle izah edeceğim: Çok içki içen bir insan düşünün...
Buna siz tek kelimeyle "ayyaş" dersiniz. Tamam mı?
SH- Evet.
V2- Halbuki o ayyaş tam Tekâmül'üne varmıştır. Buraya geldiği zaman
(yine "Kat" kelimesini kullanacağım) Kat'ını bulur... Böyle bir Varlık'la
bana sual soran çok görüştü, değil mi?
SH- Evet.
(Varlığın kastettiği, Sâdi Bey'in hatırladığı zat
Neyzen Tevfik merhumdur.)
V2- Bunu nasıl izah ediyorsunuz?.. O da hesâbını verdi Burada...
ve Kat'ını buldu... Demek ki Burada bir "hesap verme" var...
Yoksa o zaman biz Aşağı Varlıklar olsak, o zaman bütün insanlara
düşman kesilir... Hani siz bir lâf söylüyorsunuz, "Opsasyon" mu,
nedir... veya Opsasyon işte... tesirimizin altına alır, her şeyi
yaptırabiliriz...

Burada bir kere "Aşağı Varlık" diye bir şey yok... Bütün Varlıklar
ALLAH'ın emrinde... ALLAH'ın irâdesinde... Her birimiz vazifeliyiz...
Birimiz namaz kılıyoruz, birimiz hâlâ kendimizi kurtarmaya çalışıyoruz...
Meyhâne kapısında sabahlıyoruz... İşte böyle geçiyor ömrümüz Burada
bizim...

Burada açıklama gerek... Tabii ki ALLAH'ın Ruhu'ndan bize üflediği Ruhlar da bir Aşağılık, bir Gerilik olmaz... Ama Dünya hayâtında cereyan eden olayları iyi-kötü diye ayırdığımızdan, bunların Tekâmül için elzem olduğunu unuttuğumuzdan, Varlıklar'a da Aşağı-Yukarı, Üstün-Geri diyoruz... Demeden birşeyler anlatmamıza imkân yok.

Sâdi Hoşses- Orada da müsaade ediyorlar mı böyle içmeye? Nasıl oluyor?
Varlık2- Burada tabii içki yoktu. Kendini ayıramıyanlar var.
SH- "Meyhâne kapısında" dediniz de... Şey edemedim... Buyurun.
V2- Tabii, tabii... Açmak istiyorum ben de zâten... Öyle meyhâne kapısında
sabahlıyoruz bâzımız...
SH- Neden?
V2- Valla, onu bilmem de...
İdâreci- Muhterem dostum, Varlıklar'ın Âhıret'e intikâlinden Kıyâmet Günü'ne kadar
hiç boş durmadıkları mâlûm.
V2- Muhakkak.
İ- Eğer bir takım vazifeler görmeseler, bir takım ibâdetlerde, bir takım hareketlerde
bulunmasalar; bütün bu aradaki zaman boş geçmiş olur ki, bu da ilâhî Nizâm'ın
gâyesine aykırıdır.
V2- Gâyet tabii.
İ- O bakımdan ben açıklamayarınızı gâyet mâkûl buldum.
V2- Burada meyhâne kapısında sabahlayanlar da işi Aşağı'daki çok içenler için
dua ediyorlar. "sen de aman içme de, ne olur?.. ALLAH'ım onun günahlarını
affet te, benim gibi böyle gelip te kapılarda sürünmesin" diye dua ediyorlar.
Onlar da işte böyle... Yâni, bunlar için iyi olmayan tarafları da...

Asıl konu, hepimiz cezâmızı görüyoruz, açıkçası... Mâdem ki bizi Tekâmül etmiş
Varlık olarak kabuil ediyorsunuz, Tekâmül etmek için bir imtihandan geçmek
lâzım. Biz de Burada bir imtihandan geçiyoruz. Ona göre sınıflandırılıyoruz.
Ama Kat'landırılmıyoruz... Anlatabildim mi?

Bakalım, anlamış mıyız?... Önce hemen belirtelim, böyle Celseler'e katılan kimselerin çoğu gelen Varlığı hemen Tekâmül etmiş, Üstün bir Ruh olarak görür. Bizim Vasat-Altı dostumuz Anet buna işâret ediyor. "Siz bizi Tekâmül etmiş sayıyorsunuz ama, biz hâlâ imtihandan geçiyoruz" diyor.

Âhıret'te meyhâne olur mu?... Şimdi Cennet'te ırmaklar (Muhammed Sûresi, 15. Âyet) , ağaçlar (Rahman, 48) , köşkler (Zümer, 20) , Şarap (Saffat, 46) , eşler (Bakara, 25) , huriler... Bu arada belirtelim, hurinin cinsi yoktur. ...Huri, "iri, siyah gözlü" demektir. Yâni kadın veya erkek olabilir, olmayabilir de.... Cehennemde zebâniler (Alâk, 18) , odunlar (Cin, 15) , ateş (Beyyine, 6) , demir halkalar (Rad , 5) var... E, niye bir yerlerde meyhâne, pub, bar, gazino olmasın?... Şaka, şaka!:..

Biz böyle İrtibatlar'da Varlığın söylediklerini Tebliğ saymıyoruz, "Sohbet" diyoruz... Nasıl ki, arkadaşlarınızla felsefî, edebî, siyâsî sohbetler yapar; hatta spor, futbol üzerine fikir yürütürseniz, bu da öyle... Nasıl arkadaşınızın her dediğini kabul etmeseniz bile dinler, hattâ tartışırsanız, bu da öyle... Biz Varlığı dinleriz. Onun söyledikleri kendi idrak seviyesine göredir. Bizim idrak seviyemize göre doğru gelenleri kabul ederiz, gelmeyenleri reddederiz.

Ne demiştik, daha önce?... Âhıret Âlemi'nde Mekân yok... Mekân yoksa, meyhâne nasıl oluyor?.. Veya ağaçlar, köşkler, ırmaklar, nehirler. zebâniler, ateş nasıl oluyor?... Bunlar hep bizim zihnimizin yarattığı İmajlar... Âhıret'e intikâl eden Varlıklar da kendi idrak seviyelerine göre bir "mekân", bir "ortam" oluşturuyorlar ve onda yaşıyorlar. Bunun örneklerini hem "Âhıret'ten Simâlar" dizisinde gördük, hem de Ekminezi çalışmalarında iki hayat arasındaki boşlukta rastladık. Anet "Biz Burada fikirlerimizle ayrılıyoruz" demedi mi?.. İşte o ayıran İdrak seviyesi... Tekâmül'e bağlı İdrak Seviyesi...

Yahya Bey- Peki, Kıyâmet Günü'nde ayrıca bir hesap görecek miyiz?
Varlık2- Gâyet tabii... Hepimiz...
YB- Ondan sonra bir cezâ ile veya bir mükâfat ile karşılaşmamız hak değil midir?
V2- Haktır, tabii. Tamam, onu demek istiyorum.
YB- O halde şimdi Âlem-i Ervah'ta görülen cezâ ve mukâfat, bizim "kabir azâbı"
dediğimiz şey midir?
V2- Evet... Tamam... Onu konuşmamızda söylemiştim zâten.
YB-Biz kabre bıraktığımız için öyle söylüyoruz. Haddizâtında Ruh kabir içinde
değildir.
(Orada yalnız kemikler var.)
V2- Değil, tabii... Onu bedeni çekiyor.
İdâreci- ??? Bedeni mi çekiyor?
V2- Bedeni çekiyor, tabii... Ruhu da çekiyor ama, daha çok o Ruhu bedene veriyor ya,
ALLAH... O beden sorumlu oluyor tabii...
İ- Şimdi kabirde Ruh bedeni terketmiş olduğuna göre, bedenin çektiği ızdırabı
nasıl izah edersiniz?
V2- Şöyle diyeyim: Çok basit bir şey bu... Bir anne çocuğunu döver... Ondan sonra
kendi de gider, ağlar, ağlar, ağlar... O çocuk Tekâmül eder, ama anne ağlamaktan
kendini harâb eder.... Anlatabildim mi?
İ- ??? Evet....

Kusura bakma, Anet, anlatamadın... Biz anlatalım: ALLAH'ın bize üflediği Ruh, saftır, temizdir, tek eksiği ALLAH'ın desteği olmaksızın maddeyi kullanmasını bilmemektir. Tekâmül dediğimiz de budur. Bedene bağlanır ama bu, tek bizim gördüğümüz maddî beden değildir. Soğan gibi kat kat bedenler vardır. Bunlara Astral Beden, Mental Beden gibi adlar verilir. Maddî Beden'le de irtibatı Perisperi kurar.... Ruh, Maddî Beden'i terkedince berâberinde neleri götürür, bilinmez. Bâzıları "Mental Beden de birlikte gider" falan der, ama ben bilmem... Herhalde birşeyler götürür ki, Âhıret'te ızdırâbı çeken odur. Onları da sonra terkederek yükselir... Tekrar Dünya'ya gelirken tekrar kat kat bedenlere bürünür... Anet'in anlatmaya çalışıp ta beceremediği husus budur... Ve tabii Ruh hangi Beden'de, hangi Şahsiyet olarak yaşadıysa, onun hesâbını verecektir. Anne-Çocuk misâlinin bağlantısı ne, ben de anlamadım.

Varlık2- Bu şekilde, en basit şekilde izah edeceğim.
İdâreci- Hayattayken de bedenin çektiği ızdıraplar var mıdır?
V2- Muhakkak... Gâyet tabii.
İ- Misâl?
V2- Şöyle diyeyim: Faraza, çok sevdiğin biri senin,.. "Sen onun kölesisin" diyeyim...
Tamam mı?... Eski şeylerden misâl alalım... Sen onun kölesisin. Fakat onu çok
seviyorsun. o seni her an, bedenini, ya kamçılıyor , ya işkence ediyor.... Bedenin zarar
görüyor. aynı zaman da vicdanın da... Ruhunla ona karşı gelmek istiyorsun, fakat bu
sırada onu çok sevdiğin... çok ta iyi bir insan olduğunu düşün... karşı da gelemiyorsun.
Bu arada bedenin tabii hakikaten çok harâb oluyor, çekiyor... Aynı zamanda Ruhun da
çekiyor. Ama.... Bu suale birisi, bunla alâkalı bir şey düşündü... Onu açsın da, ona göre
bir cevap vermek istiyorum şimdi.
HAlûk Alender- Müsaade eder misiniz?
V2- Evet, evet.
HA- Benim düşündüğümü anladılar. Benim arkadaşların söylediği gibi düşünmediğimi
biliyorsunuz.
V2- Evet.
HA- Ruh bedeni terkettiği anda, şüphesiz ki bütün Dünyâ'daki Ruhlar'ın göçmesini
beklemez hesap için.
V2- Evet.
HA- Hesâbını görür; derecesini, mertebesini bulur... Binâenaleyh her ölenin kıyâmeti
kopuyor ve ruz-u mahşer tecelli ediyor, demektir.
V2- Muhakkak, tabii.
HA- Yoksa bütün Dünyâ'daki insanların sonu alınsın, ondan sonra toptan bir hesap
görülsün, bu biraz karışık bir iş... Aslında bu Ruhlar Âlemi'ne intikâl eden Ruhlar
vazifelendiriliyor, biliyorsunuz.
V2- Tabii...
HA- Onların Orada benim göçmemin, senin göçmenin sonunu beklemeye
tahammülleri yok.
V2- Evet... Şimdi anladınız. Onu söylemek istedim.

Sevgili Anet, onu söylemek istedin de, gene köle-efendi, kamçı-işkence diye ortalığı karıştırdın. Rahmetli Halûk Bey toplamasa işin zordu...

İşte o yüzden Varlıklar'a, seviyelerine göre sual sormak gerekir. Biz de geçmişte çok hatâ ettik, nice yanlış Varlığa yanlış sorular yönelttik. Ferhan Erkey de, Bedri Ruhselman da böyle hatâlar yapmıştır. Âhıret'ten Simâlar yazılarımızda bunun çok örneği vardır.

Aslında, Bedri Bey'i bilmem ama, Ferhan bey'in böyle bir "soru listesi" vardı. Sıradan sorardı.... Biz de 400 soruluk bir liste hazırlamıştık. Biz de hatâ eder, sıradan sorardık. Halbuki gelen Varlığın idrak seviyesine göre listeden SEÇİP öyle soru yöneltmek gerekirdi... Anet'i gereksiz yere sıkıştırmışız.

Varlık2- Ben Medyum vâsıtasıyla veremedim bunu... Yalnız (bu) Düşünen İnsan'la
açıklamak istedim.
Halûk Alpender- Yalnız, bir de şunu öğrenmek istiyorum. Tekâmül, Tabiat'ın ezelî
kanunu... Öyle mi. efendim?
V2- Gâyet tabii.
HA- Yâni, bugünkü yüz milyonluk bir pırlantı, 150 milyar sene evvel bir taştan ibâretti.
V2- Evet.
HA- İnsan ömrü bunu kıyaslıyamıyor... Nuansları farkedemiyoruz.... Acaba bu Tekâmül,
yalnız bu Dünyâ'ya mahsus olmasa gerek... Zannediyorum ki, öbür âlemlerde de
burada daha az letâfet kesbederek göçen bir Ruh ta orada Tekâmül ediyor... ve
mertebesi de değişiyor mu acaba?
V2- Demin onu söylemek istedim. Faraza, namaz kılmayan bir insanın Orada Ruhuna
namaz kıldırıyorlar. Biz tabii Buraya gelip te bedenleşmiyoruz. Sâdece Ruh olarak
geliyoruz. Bu da ayrı bir mevzu... Şimdi içinizde "Ruh nedir?" diye düşünen var... O da
başka zaman, başka bir varlık'la görüşeceğiniz zaman açıklayacağımız şeyler... Burada,
meselâ, gelip o vazifemizi ifâ ediyoruz. bu şekilde Tekâmül ederek Kat'ımızı alıyoruz.
Sınıfımızı alıyoruz,
HA- Orada tutumu da değişiyor, değil mi efendim?
V2- Evet. Gâyet tabii ki...
HA- Şüphesiz ki iki taraflı bir Tekâmül mevcut.
V2- Muhakkak.
HA- Bir İlâhî Nizâm dâhilinde cereyan ediyor, değil mi efendim?
V2- Evet... Bu doğru... Yalnız şunu ilâve etmek isterim ki, hiç bir şey okuduğunuz
Kitab'ın dışında değil... Her şey o Kitab'ın içinde
(var)... sizin vermek istedikleriniz,
o Kitap'ta açıklanan şeyleri, biraz önce bizim tarafımızdan da açıklanması...
daha da iyi anlaşılmasına yardım etmek... Bu kadar sâdece!.. Kat'iyyen Kitab'ın dışına
çıkılmıyor.

Burada iki hususa işâret etmek istiyoruz. Birincisi, Varlık Vasat-Altı ama, Medyum çok iyi... Zihinlerden geçenleri telepati vâsıtasıyla alıyor.... İkincisi, gerçekten de bilmemiz gereken şeylerin özü KUR'AN'da var, ama sembollerle... bunlara KUR'AN "mütaşabih" diyor, yâni teşbihli, benzetmeli misâller... Sana Cennet'te huri vaad ediyor ama, Huri ne?... Sen onu Dünyâ'daki güzellere benzetiyorsun. ALLAH anlatabilmek için bu teşbihi kullanmış... O yüzden hacı-hoca takımı bu müteşabih âyetleri kendi kıt idrâkiyle yorumlayıp duruyor. "Cennet'te sana 72 bâkire kız verecekler. Yatıp kalkacaksın, ertesi gece gene bâkire" diye ağızlarından salyalar akarak anlatıyorlar. Halbuki ALLAH, şöyle demiş:

- " Sana kitabı indiren O’dur.
Onun (bir kısım âyetleri muhkemdir (sağlam, kesin),
ki bunlar Kitab'ın esâsıdır.
Diğerleri ise müteşâbihtir.
Kâlplerinde eğrilik bulunanlar, fitne çıkarmak
ve onu (kişisel arzularına göre) te’vil etmek için
ondaki müteşâbihlerin peşine düşerler.
Halbuki onun te’vilini (açıklamasını) ancak Allah bilir;
bir de ilimde yüksek pâyeye erişenler.
Derler ki: 'Ona inandık, hepsi rabbimiz katındandır.'
(Bu inceliği) yalnız aklıselim sâhipleri düşünüp anlar."

(Âl-i İmran Sûresi, 7. Âyet)

Aman siz de o "72 bâkire"nin peşine düşmeyin!.. Hüsrâna uğrarsınız!...

Bir de şu "akl-ı selim" kavramı var "sağlıklı akıl, işe yarar akıl" mânâsınadır. Millet "aklıselim olmak" diye kullanıyor. Hiç olur mu?... Mutlaka "aklıselim sâhibi" diye, ve 'aklıselimle hareket etmek" şeklinde kullanmak gerekir... Yâhu, işi-gücü, Spiritualistliği bıraktık, Türkçe hocalığı yapıyoruz!.. Ne var ki, telâffuz hatâlarını adam karşımızda olmayınca düzeltemiyoruz.

İdâreci- Peygamberimiz'in bir sözü vardır: "Her ölenin Kıyâmet'i kopar" diye...
Üstâdımız onu açmış oldular.
Varlık2- Evet.
Nedret Hanım- Şimdi bütün Ruhlar'ın bir vazifesi olduğunu biliyoruz. Cebrâil
Aleyhisselâm'ında bir vahiy meleği olduğunu biliyoruz. Peygamberler'in sonu
Hz. Muhammed olduğuna göre, Cebrâil Aleyhisselâm'ın vazifesi bitmiş midir?
Bitmişse ne yapar?.. Nasıl bir cevap verirsiniz buna, merak ediyorum.
V2- Bak, ben... beni imtihan ediyorsun şimdi, biliyor musun?.. Ben sana cevâbını
vereyim... Niçin gidiyorsun gezmelere, Büyükler'i gezmeye? Onlara veren kim?..
Tanıdığınız, mürşit tanıdığınız şahıslara ilham veren kim?..
İ- ... Siz söyleyin.
V2- Gâyet tabii imtihan eden bunun cevâbını verdi bana...
İ- Yâni, vahiy değil de ilham...
V2- İlham veriyor tabii ki.

Burada duralım... Çok mu oldu yoksa?... Ama mecburuz...
ALLAH kullarıyla üç yoldan görüşür.... Birincisi Hz. Mûsâ'ya olduğu gibi bir perde arkasından... Ona ağaçtan ses gelmişti... İkincisi Hz. Muhammed'e olduğu gibi vahiy yoluyla... Üçüncüsü diğer kullarına ilham vererek... Bunu biz uydurmuyoruz, bizzat ALLAH açıklamış:

- “Allah, herhangi bir beşerle ilham yoluyla (1),
perde arkasından (2)
veya tercih ettiği şeyi kendi izniyle içine fısıldasın diye
Elçi gönderme (Elçi'ye vahiy 3)
dışında bir yolla konuşmaz."

(Şûrâ Sûresi , 51. Âyet)

Ama iş burada bitmiyor... Bakın şimdi, bizim Vasat-Altı dostumuz Anet neleri hatırlattı, neleri araştırarak öğrenmemizi sağladı ve neleri akıl yürüterek bulmamızı sağladı?... İnanın, şimdi yazacağım bağlantıyı daha önce kurmamıştım... KUR'AN'da şöyle bir âyet daha var:

- "Ve rabbin bal arısına şöyle vahy etti:
"Dağlardan, ağaçlardan ve insanların kurdukları çardaklardan
kendine göz göz ev edin."

- "Sonra her türlü besleyici ürünlerden ye;
Rabbin'in sana yayılman için belirlediği i yolları tut!" (diye vahyetti.)
Onların karınlarından, farklı renkleri olan çeşit çeşit şerbet çıkar ki,
onda insanlara şifa vardır.
Elbette düşünen kimseler için bunda alınacak ibret vardır."

(Nahl Sûresi, 68-69. Âyetler)

Beni Nurcular bir toplantılarına dâvet etmişlerdi. Uzun uzun konuştular, Said-i Kürdî'nin risâlelerinden parçalar okudular. Ben hep dinledim. Ama ALLAH'ın işi, biri bu 68. âyeti okuyunca, ben "ALLAH balarısına da vahyetmiş, Peygamberler'e ettiği gibi, değil mi?" diye sordum. Hemen itiraz ettiler, "O 'ilham' demek" diye... Tekrar sordum, "İlham olsaydı, ALLAH 'ilham etti' derdi. Kelime haznesi dar mı ki, ikisine de 'vahiy' demiş?" Takılıp kaldılar... Aynı şeyleri tekrarladılar. Aralarında bir de profesör vardı. Bunca yıl konuşmuşlar da, bir teki bile "düşünen insan" olup üzerinde durmamış, ibret almamış, neden "ve evhâ - şöyle vahyetti" demiş diye kafa yormamış!..

Benim anladığım, ALLAH sâdece Peygamberler'e değil; sâdece balarasına değil; bütün yarattıklarına neler yapmaları gerektiğini vahyediyor. Sürekli vahyediyor yeni doğanlara.... Yâni, Cebrâil Aleyhisselâm'ın görevi sürüyor... Sâdece Peygamberler'le de ilgili değil!.. Sâde canlılarla da ilgili değil... Nuh Tufânı'nda ne oldu?.. Yağmur yağdı, yağdı, sonra ne oldu?

- " 'Ey yer, suyunu çek!.. Ve ey gök, suyunu kes!' denildi.
Su çekildi, iş bitirildi. Gemi Cudi'ye oturdu."

(Hud Sûresi, 44. Âyet)

Ne diyordu Anet?... "Her şey o Kitab'ın içinde (var)..." Gerçekten var, ama "düşünen kimseler" için... Ne var ki, Celse'de İdâreci bile "ilham" kelimesi üzerinden gitmiş:

İdâreci- Yalnız bu ilham için arada vâsıtalar yok mu?
Varlık2- Muhakkak var. Ama bu ilhâmı doğrudan doğruya alan zatlar da var. İlham
olarak... "Vahiy" demedim, ilham olarak Doğrudan doğruya ilham alan zatlar da var...
Tamam mı?... Şimdi imtihanı verdik mi?..
Sâdi Hoşses- Bir dahaki sefere Kur'an-ı Kerim'i alarak geleceğim.
V2- Çok memnun olurum.
SH- Belki sizin dediğiniz doğrudur ama, ben 2-3 tercümede okudum. Gene tekrar
ediyorum.
V2- Evet.
SH- Kıyâmet Günü diye bir gün vardır, bizim Kur'an-ı Kerim'imizde... Arkadaşlar,
"beklemez" diyor. Öyle bir bekler ki!.. ALLAH, "Bekle!" derse, bekler.
V2- Bekler tabii.
SH- Belki senelerce uyuyacak Ruhlar'dır.
V2- Uyumıyacak Varlıklar da vardır ama.
SH- O başka... müstesnâ, efendim.
V2- Tamam, müstesnâları söylüyoruz.
SH- Günü var.. Açıklamış... Müslüman şartı hattâ... O hâlde her cenâzede Kıyâmet
kopacak diye Cenâb-ı Hakk'ın bir şeysi yok.
V2- Peki, Hazret-i Muhammed'iniz o zaman niçin böyle bir şey söylemiş?..
Uyutan söyledi.
SH- Bizler için değil, efendim.
V2- Hadis-i Şerif ama.
SH- Peygamberler... O sınıf için olabilir ama, bizler için "Ahmet öldü, Sâdi öldü, hepsi
toplansın, mahkeme kurulsun" olmaz... O yolla müslümanlığın ilk şartı Kıyâmet Günü'ne
inanmak.
V2- Gâyet tabii... Ben dışarı çıkmadım bunda.
SH- Siz Halûk bey'i tasdik ettiniz.Halûk Bey sizi tasdik etti. Her ölen için Kıyâmet
toplanıyor.
V2- Gâyet tabii.
Halûk Alpender- Her inananın Kıyâmet'i kopuyor.
Kıyâmet, ALLAH'a kavuşmak değil.
V2-- Yaa, Dünyâ'nın sonunu alıp ta, bir günde toplanmak değil.
SH- "Hesap Günü'nü görecek" diyor Kur'an-ı Kerim.
HA- Görecek!.. Bizden gidince görecek.
İ- Şimdi şöyle bir durum var.
V2- Evet, dinliyorum.
İ- Bir Kur'an-ı Kerim'deki Kıyâmet Günü var ki, o en sonda.
V2- En sonda.
İ- Onun hakkında hiç birimiz bir şey söylemek kudretine sâhip değiliz.
Dünyâ'ya tekrar tekrar gelip giden Ruhlar'ın neticede bu hayatlarındaki
başarı ve başarısızlıklarının hesâbını verecekleri gün, en sonra.
V2- Evet.
İ- Bir de her seferin hesâbını vermek var ki, bahsedilen "her ölen şahsın
Kıyâmet'inin kopması" ki, bu herkesedir.
V2- Evet.
İ- O hayâtın hesâbını vermek vardır. Zâten vermeden yeni bir hayâta gelemez.
V2- Şöyle diyeyim: Hani ölüyü gömdükleri zaman başında imam durur ve seslenir...
Derler ki, "o imam ölen şahsın günahkâr veya çok iyi bir insan olduğunu bilir"
derler, değil mi?.. Mâdem ki, bildiğine göre orada ona göre hesap vereceğini
hissedebilir... Günahkâr bir insan muhakkak orada hesap vermek mecburiyetindedir.
Ama asıl Hesap Verme Günü, Kıyâmet'tedir... Fakat Tekâmül etmesi için muhakkak ki
o günahlardan bir nebze sıyrılması lâzımdır.

Şöyle diyelim... Yine bak, çok içmiş sarhoşa geldik... Zâten var yâni bir şey de...
İ- Var, var...
V2- Mâdem o kadar içiyor idi... Değil mi?... Çok günahkârdı... Şimdi KUR'AN'da içki
içmek, haram yemek günah değil mi?... Bunlar günah... Mâdem içki içiyordu, şuydu,
buydu... Ama burada çok Yüksek sınıfta... BU NASIL OLUYOR?..
DEMEK Kİ BURADA BİR İMTİHAN
(HESAP) VERİYOR VE O SINIFA YÜKSELİYOR...

Vasat-Altı dostumuz Anet veya Medyum biraz karıştırmış... İmam ölenin durumunu hisseder mi, bilmem... Ama ölene talkın verir. Yâni nasihat eder... Mezara konan beden... O artık duymaz... Peki, kime o talkın?.. Henüz Madde Âlemi'nden tam uzaklaşmamış olan Ruh'a... Ona dinini, imânını hatırlatır. Bunu niye yapar?... Bir müddet sonra vermeye başlayacağı o hayâtın hesâbına hazırlık olsun diye yapar.... Bahsi geçen içkici kişi de Neyzen Tevfik Üstat'tır, Sâdi Bey, Celseler'den kendisini çok iyi tanır.... Büyük Kıyâmet'te, en sonra ne olacak, onu kimse bilemez... Ama İdâreci de, Varlık da her şeyi tatlıya bağlamak için orada "herşeyin tümden hesâbının verileceği"ni söylüyorlar... Doğrusunu ALLAH bilir.

Varlık2- Ama yine Mahşer'de yine hesâbımızı hepimiz vereceğiz....
ve ona göre, ondan sonra (kafile mi diyeyim artık?) kafileler hâlinde tam yolumuza
ayrılacağız.... Bunu demek istedim... Ben Kitap dışına çıkmak istemedim
hiç bir zaman!.. Fakat hakikaten bir ilerki Celse'de...
İdâreci- Sâdi Bey'den rica edelim.
V2- Evet daha iyi olur bu.
Sâdi Hoşses- Tabii... Maksat burada vakit geçirmek değil.
V2- Hiç bir zaman değil.
SH- Hakikati bulmak, değil mi efendim?
V2- Evet, tabii...
SH- Münazarasını yapalım, gelen dostlarımız da hakikisini öğrensinler.
V2- Tabii, evet...
SH- Hacı Bayram Hazretleri'ne biri bir eser getirmiş. "Nasıl buldunuz? " demiş.
"Üç sene gece-gündüz bunu yazdım," demiş. Hazret'in cevâbı şu olmuş: "Bunu
yazacağına üç gönül fethedebilseydin, kazancın daha büyük olurdu."
V2- Evet.
SH- "Çünkü," demiş, "senin şu yazdığın tarzı bir kaç kişi anlar. Ama bunu avam
okursa, biraz imânı varsa, onu da kaybeder," demiş.
V2- Evet.
SH- Binâenaleyh hakikatı bulmak gerek. Sizin söylediklerinizi belki sathî olarak
anlıyoruz. Elimizde en büyük kanun, çok şükür, KUR'AN var.
V2- Muhakkak.
SH- Aradığımızı oradan bulacağız.
V2- Tabii... Bir şey söyliyeceğim.... Ben senin bu Medyum'unu bırakmak
mecburiyetindeyim şu anda.
İ- Yukarı mı çıkacak?
V2- Hayır. Öyle değil... Bırakacağım, uyandıracaksın... Ondan sonra tekrar
uyutacaksın... Öyle icâbediyor... Uyandığı zaman sana sebebini söyleyecek...
Şu anda sana açıktan sebebini söylemiyeceğim.
İ- Tamam, anladım.
V2- Uyandır.... Tekrar sonra istiyorum. Yukarısı var çünkü...
İ- Peki... Temâsı kesiniz... İniniz...

Neden böyle bir inkıta gerekti?... Söyleyelim... Medyumlarımız Geri Varlıklar'la Temas'tan kaçınmazlardı. Ancak bir Obsesyon tehlikesi için de mümkün mertebe uyanık ve tedbirli olurlardı. Bu Medyum da hep dînî konulardan bahsedildiği için abdest alma ihtiyâcı duymuştu. Uyandırıldı. Gidip abdest aldı. Celse'ye böyle bir ara verilmiş oldu. Bu arada Sâhi Hoşses Üstat bize hem o Yunus Emre'den bestelediği şiiri, hem de "Yıldızlı semâlarda" şarkısını hiç bir musikî âleti olmaksızın okudu. Bizi mest etti... Ben de şimdi Yunus'un o şiirini vererek sizi mest edeceğim.

Şiir böyle bir Celse'de alındı... Hâzirûn'dan bâzıları Medyum'un uyumasına, Ruhlar'la, hele ki Yunus Emre ile İrtibat kurmasına şüphe ile baktılar. Bir şey söylemediler ama, Medyum'un telepatik gücü ile Yunus Emre Üstat bunu sezdi ve irticâlen, yâni önceden hazırlıksız olarak şunları söyledi:

Şüphe ile bakma dostum!
Gönüldedir benim postum
Yâr olmaktır sana kastım,
Yunus diye görününce

Sanma senden ayrıdayım,
Yüce HAK'tan gayrıdayım
Dostu dosta çağrıdayım
Yunus diye görününce

Kul olmayı murâd eyle
Tövbe edip feryâd eyle
Şu garibi gel yâd eyle,
Yunus diye görününce!

Sonra tekrar Celse'ye dönüldü. Medyum tekrar uyutuldu, yükseltildi.

Varlık2- Tamam. İşte böyle istiyorum.
İdâreci- Dâima böyle olacak.
V2- .... Evet, nerede kaldık?
İ- Dilek Hanım'ın bir suali var. Yalnız Medyum daha yüksek sesle konuşursa...
V2- Evet, yükselecek... Yavaş yavaş...
Dilek Hanım- Biraz önce Hırustiyan olduğunuzu, ancak Orada namaz kıldığınızı
söylediniz. Şimdiye kadar gelen Varlıklar o âlemde din olmadığından ve
kimsenin birbirinden farklı olmadığından bahsetmişlerdi. Acaba bunu izah
edebilirler mi?
V2- Şimdi bir şey söyliyeceğim ama... Oraya gelenlerin zâten dini yoktu.
Orada da din ayrılığı yoktu... Değil mi?
DH- Ama "Bu Âlem'de din yoktur" dendi. Acaba neden namaz kılmanıza ihtiyaç
duyuldu?
V2- Belki Tekâmül'üm için lâzımdı.
DH- Ama orada söylenmedi.
V2- Valla, oradakiler zâten şimdiye kadar söylenmedi. Oradakilerin, orada
söylenenlerin toplamını şöyle toplasanız,... Çok çok güzel bilgiler var ama,
onu veren... veyâhut ta şöyle diyeyim, oraya gelen Varlıklar'la münâsebette
olan Medyumlar çok nâdirdir. İyi Medyumlar, onlarla görüşen Varlıklar da
zâten böyle bir şey iddia etmediler.
DH- Ama ben başka Celseler'de de bulundum.
V2- Evet... Bütün bulunduğun Celseler'i söylüyorum.
Dİ- O Avra hâricinde bulundum... Öyle bir şey olmadığını söylediler. Halbuki siz
namaz kıldığınızı söylediniz. Bunun izâhını istiyorum.
V2- Valla, bunun izâhı yok... Namaz kılıyorum... Öğrendim... Bütün ibâdetlerim
sizin gibi (Müslümanlar yâni) Müslümanlar gibi ifâ ediyorum. Vazifemi yapıyorum.
Benim gibi bir çok Varlık da var bunları yapan. DİN AYRILIĞI YOK... Çünkü tek dine
dönüyoruz Burada... Onun için...
DH- Başka bir dinin kaidelerini de yerine getiriyor musunuz?
V2- Hayır.
DH- Neden yalnız Müslümanlık?
V2- Tek din olduğu için.
DH- Kaç tâne din var!
V2- O Dünyâ'daki din... Ben Buradaki dinden bahsettim.
DH- Orada sâdece Müslümanlık mı kabul ediliyor?
V2- Herhâlde ki, ekseriyetle Buraya gelenler, hepimiz Müslüman gibi
hareket ediyoruz.
DH- Sebebi ne?
V2- O sebebi işte Yukarı'ya bağlı... Ben daha fazla açamıyacağım.
Tatmin olmadın, biliyorum. Fakat bu kadar açabileceğim. Yâni
Burada, şöyle diyeyim, tek din İslâmiyet kabul edilmiş.
DH- O zaman Dünyâ'da bir çok din olmaması lâzım.
V2- Zâten zamânı gelince Dünyâ'daki dinler de hepsi buna toplanacak,
merak etme!...
DH- Peki, diğer dinden olanlar günahkâr mı kabul ediliyor Orada?
V2- Hayır, günahkâr sayılmıyor. Fakat Buraya gelince böyle bir vazife
alıyorsun. Bu vazifenin şartlarını yerine getirmeye çalışıyorsun...
Bu, Kur'an-ı Kerim'de de vardır. "Kıyâmet kopmadan önce bütün insanlar
tek bir dinde toplanacak. Ondan sonra saf saf ayrılacak. vö toplanan bir
tek din üzerinde hangi saftan Müslüman'sa, ona göre hareket edilecek.
Ona göre karar verilecek. Ona göre sual sorulacak, diye bir âyet var.

Burada durmamız şart oldu. Çünkü Vasat-Altı Varlık Anet dostumuz, sıkıştırılınca atmaya başladı... Söylediklerinin arasında doğrular var. Ama Dilek Hanım'ın sorusuna cevap değil. Üstelik KUR'AN tefsirine kalkınca, işi büsbütün karıştırdı.

Bizim bildiğimiz şöyle: Dinler Dünya içindir, Tekâmül içindir. O da nasıl olur?.. İyi bir insan olmakla, ilim-irfan peşinde koşmakla, sevgiyle, yardımlaşmayla... Bütün dinler bunu verir, bunu ister... Bütün dinlerin esâsı aynıdır. Âhıret Âlemi'nde din yoktur. Daha doğrusu din farkı yoktur. İnsan iyi mi, kötü mü diye bakılır. Biz Dünyâ'da Hıristiyan, Budist, Yahudi, hattâ Aztek olarak yaşamış nice Varlıklar'ın Öbür Âlem'de çok iyi durumda olduğunu gördük. Apaçi Prensesi Karanlık Gecelerde Parlayan Güneş'i hatırlarsınız. hiç te öyle ızdırap çekmiş bir hâli yoktu. Ancak şu var ki, Âhıret'e intikâl eden Ruhlar'dan çoğu hemen Dünya hayâtının etkilerinden kurtulamazlar. O yüzden bir müddet kendilerini Müslüman, Hıristiyan, Budist hisseder ve öyle davranırlar. Anet gibi Hıristiyan olup ta, Müslüman bir çevreye yakınlaşmış Ruhlar da Müslüman gibi davrandıkları takdirde daha çabuk yükseleceklerini zannederler ve muhtemelen de inançlarından dolayı yükselirler. Anet'in namaz kılması bundandır. Yoksa Öbür Alem'de böyle bir mecburiyet, böyle bir zorlama yoktur. Dünyâ'da yok ki, Orada olsun!.. Bu arada hatırlarsınız, Obsedör Varlık Julio kurtulması için kendisine "İncil"den bir sayfa okunması"nı istemişti. Üstün Varlık Hazret-i İshak ise bir Celsesi'nde "Ben ibâdetime gidiyorum" demişti. Bunları "din"le bağlantılı sayabiliriz.

Ama görüyorsunuz, nasıl çata-çat tartışmalı geçiyor Celse?... Böyle olmayan, her lâfa kafa sallanan Celseler'de mutlaka yanlış bir şeyler vardır ve bu neticede insanları sapıtır..... Devam edelim.

İdâreci- Âyeti hatırlayan var mı?
Varlık2- İşte bunu Kur'an-ı Kerim'i getirttiğimiz zaman bunların hepsini
tek tek göreceğiz. Tek tek okuyacağız. Açık açığa o zaman izah edeceğiz.
Şimdi bu kadar diyebileceğim.
İ- Şimdi Adnan Bey soruyor.
V2- Evet, yarım kalmıştı.
Adnan Bey- Bir evvelki konuşmanızda bizim anladığımız mânâda Katlar'ın
olmayışından bahsetmiştiniz. Yine biraz evvel Orada karanlık ve aydınlık
olmayışından bahsetmiştiniz. Başka Varlıklar'la Temâs'ımızda, meselâ,
bir tânesi şöyle demişti: "Henüz Karanlık'tan kurtuldum ve ALLAH diyebildim."
V2- Evet.
AB- Lûtfen bunu açıklar mısınız? Hatâmız mı var?
V2- Hayır. Hatâ değil de, şöyle diyeyim: Karanlık bir odada hareket
etmeniz ne kadardır?.. Etrâfa çarpmamak için çok dikkat edersiniz.
Fakat Aydınlığa çıktığınız zaman yerlere kadar kapanırsınız, değil mi?..
Bu Karanlık'tan bizler "azap" olarak anlıyoruz. Azaptan kurtulup
ALLAH'ımızın yolunu tam olarak buluyoruz.

Bir de şu var: Bekaa Âlemi'ne göçmüş Varlıklar, yaşadığı madde dünyâsındaki
hayâtını bir müddet devam ettirir. Ayrılmaz o hayattından. Ruh tamâmen
ilişiğini kesemez o dünyayla... Yâni, sizin yaşadığınız dünyayla, diyeyim...
O dünyâda yaptığı iyilikleri, kötülükleri ölçer, biçer, ondan sonra tövbeye
geçer... Azâbını çeker, tövbe eder ve Aydınlığa çıkar. Anlatabildim mi şimdi?
AB- Çok teşekkür ederim.

Adnan Bey dostumuz "teşekkür ederim" dedi ama, anlatılan onun sorusuna cevap olmadı ki!.. İki sebepten dolayı... Birincisi, ilk paragrafta lâfı karıştırdı ama, demek istediği "Bizim >Karanlık< dediğimiz azaptır, >Aydınlık< dediğimiz de azaptan kurtulup ferâha ermektir"... İkincisi, Vasat-Altı Varlık bu Sohbetler'de sorulara cevap verirken biraz da kendini anlatmak ister. Öyle yaptı gene... Kendi başından geçeni nakletti.

İdâreci- Solmaz Hanım görüşüyor.
Solmaz Hanım- Babam hakkında mâlûmat vermeniz kaabil mi?
Varlık2- .... Biliyorum da.... Onu ben vermiyeceğim. Uyutan sustu... Anladın,
değil mi?.. O da anladı... Korkuyor şimdi... Çarpıntılar başladı...
İ- Aman, korkmasın!
V2- Korkma ondan değil de...
Nedret Hanım- Anet, şimdiye kadar hiç dînî şeylere geçmemiştin. Halbuki
bugün tamâmen dînî şeyler veriyorsun. Neden acaba?... Sende bir Tekâmül'ün
şeyi mi?... Yoksa Avra'nın tesiri mi?
V2- Bu... Tekâmül en büyüğü... Tekâmül etmem için sizin gibi Avra'ya da
muhtâcım... Onlar vâsıtasıyla... o gülün üstündeki ufacık çiğ tâneleri gibi...
Ben de bir kaç kelimecik söylemeye çalışıyorum.
İ- Nur ol Anet.
V2- Evet... Bıyıklı, uyuma!... Uyuma!... Evet... Hadi, Bıyıklı!... Nasıl geçti?
Öğrenci Olcay- İmtihan mı?.. İyi herhâlde.
İ- Çıkmış bütün sualler.
(Bir önceki Celse'de bâzı sualler verilmişti.)
V- Tam çıkmadı da... Dikkat etmedin mi konuşmasına? "Ha ha ha!" dedi,
"Onlar çıkmadı" dedi...
ÖO- Yalan söylemedim.
V2- Bak!... Bir daha böyle bir şey yok, ha!... Hiç benle şeye girişme!
ÖB- Keserim bıyıkları ama.
V2- Sen mi?... Kesme, kesme... Olmaz o iş... Sonra ben keserim, ha!...
ÖO- Kıyabilir misin?
V2- Ee... Bak, ne diyeceğim şimdi... Ben sizin dünyânızda yaşarken
nelere kıydım, nelere!...
İ- Nelere kıydın?
V2- Ah, sorma şimdi... En çok beni kıydılar, ya!.. Şaka şimdi...
Hadi, bakalım, sor... sor...
ÖO- Şimdi benim aklımda olan bir şey var.
V2- İki şey var.
ÖO- Ben uyuduktan sonra Tebliğler'i teypten dinledim. İdâreci'nin
söylediklerine göre çok iyi bilgiler alınıyormuş. Oldukça Yüksek bir
Zat-ı Muhterem'le karşılaşıyormuşum... Öyle kimseler var mı?.. ben bunu
kendi durumumla mukayese edemiyorum.
(Olcay "Kadın Celsesi"ni
veren Ulu Ârif Çelebi'nin Medyumu'dur)
V2- Sen kimsin, yâhu?... Sen kimsin?.. Kendini kiminle mukayese ediyorsun
sen şimdi?
ÖO- Zâten onun için, niye beni seçtiler?.. Başka kimseler dururken... böyle
bilgili...
V2- Tevazuun büyüklüğün bak şimdi, gel!... Gel de, bak tevazuya şimdi!
ÖO- Hakikat o ama.
V2- Sen ortada vâsıtasın, o kadar!
ÖO- Ama niye, işte? Sebep?
V2- Sebebi var herhâlde... Hem senin.... Bak, senin dînî yönünü kuvvetlendirmek
içindir. İkincisi, bâzen şüpheye düştüğün çok noktalar var, iki.
ÖO- Yâni, o şüpheleri ortadan kaldırmak için mi?
V2- Hım!... Bunlar başlıca sebep... Diğeri vazifelisin. En büyüğü.
ÖO- Çok şerefli bir vazife ama.
V2- Muhakkak... Yalnız dikkat et, bu vazifeyle kabarmaya kalkışma, ha!...
ÖO- Yok, canım. Ben, tersine, altında eziliyorum.
V2- Hah, işte ona göre... Belli olmaz da... Ona göre!. Evet, iki... Sual iki...
ÖO- O suali açık sormama imkân yok.
V2- Üstü kapalı sor.
ÖO- Yâni, bizim için sınıfta bâzı durumlar var... O durumlar ne olacak, yâni?
V2- Bak, ne yapacağım sana... İyi olacak..
ÖO- Biz "kapalı soralım," dedik, ama herkes anladı.
V2- Ben böyle cevap veriyorum, yâni ne yapayım?
ÖO- Ama pek parlak gözükmüyor istikbâli.
V2- Hele sen bir istikbâlini garanti altına al da, onu toparlaması kalsın.
Bak, şu Medyum'u nasıl kullanıyorum!.. Valla, şu torun çok işe yarıyor.
ÖO- Uyusun, aman.
V2- Bu uyumazsa, Bıyıklı var... Evvelâ senin arkandayım.
ÖO- Hep sabaha karşı niyetleniyorum buna ama... Ondan sonra bizim
dersler var, biliyorsun.
V2- Ben sana "Orada Masa yap," dedim mi?
ÖO- Sen demedin de, nereden geldi aklıma durup dururken?
V2- Ne demek!.. Yapmaz, yapmazdın... Sen istedin, ben de seni
teşvik ettim.
ÖO- Gördün mü?
V2- Sen, benlen o gün şeye giriştin, oğlum... "Ben uyursam,
imtihan şeyini verecek misin?... Yok, ayağını açacak mısın, kapayacak mısın?...
Masa'yı yıkacak mısın, kıracak mısın, dükecek misin?
ÖO- Peki, bu gecede yapalım mı?
V2- Pek keyiflisin, bakıyorum... Bak, bu gece yaparsan, bu Topluluğa
arkanı dönmen lâzım. Bakmaman lâzım... Beni de kabul etmeyecekler
bundan sonra... Masa'yı, Fincan'ı ben istemiyorum... Zâten bunu torunun
annesine de söyledim. İsterdim onun oturmasını, fakat son yapılan şeyler de lâzımdı...
Fakat bundan sonra her ne olursa olsun, istemiyorum.
ÖO- Yâni, seni çağırmıyalım.
V2- Hayır. Hayır... İstemiyorum... Hayır... Çağırmıyorsunuz da zâten. Ben
mecbûren gelmek mecbûriyetinde kalıyorum... Sizin vâsıtanızlan tabii...
O da başka bir mesele de... Öyle durumlara düşersiniz ki!... Ondan
sonra bu işi sapıtırsınız...
ÖO- Sen başkasını göndersen oradan.
V2- Şimdi bu gideceğin yer var ya, bunu da götüreceksin. Onu da istiyorum.
İ- Cuma'ya...
V2- Dersten hiç korkma...
İ- Masa yapmayalım yâni.
V2- Hayır, kat'iyen istemiyorum.
ÖO- Bir müddet için, değil mi?
V2- Bir müddet için değil... Yok, istemiyorum.
ÖO- Niçin?
V2- Sizin için korktuğumdan.
İ- Şimdi arkadaşın sualleri var... Fakat daha Yukarı ile görüşecektik.
V2- Çıkacağız, tabii... Yukarı'ylan... Fakat çok kısa olacak bu... Merhaba,
bir Fatiha, bir Allahaısmarladık...

Çok uzun gittik, bir ara verelim... Anet, diğer Medyum Bıyıklı Olcay ile görüşüyor...Neden Bıyıklı?.. Olcay'ın çok gür bıyıkları var ve onları palabıyık tarzında uzatmış durumda... Anladığımız şu: Meraklı ve Bıyıklı Olcay, kaldığı öğrenci yurdunda Masa Celsesi yapmış. Anet gelmiş, ona ertesi günkü sınavın sorularını sormuş. Anet de hem Olcay'ın bıyıklarına takılmış, hem de bir şeyler söylemiş. Olcay, "çıkmadı o sualler" diyor... Sonra hemen her Medyum'da olan, ve bir kısmı ayrılmasına sebep olan tereddütlerini dile getiriyor. "Acaba bunları ben mi veriyorum, Ruh mu söylüyor?... O söylüyorsa, niye bana böyle bir lûtuf nasip oldu?" diye... Üçüncü husus, Anet, kesinlikle bizim Toplantılar'ın dışında Celse yapmayı yasaklıyor. Sebebi de açık, Geri Varlıklar'ın aldatmasından, tasallutundan kaçınmak için... Cuma günü İdâreci ve Medyum Olcay, Neclâ Çarpan'ın evine dâvetliler. Annet kendi Medyum'unun da gitmesini istiyor. Zâten bu Topluluk'tan çoğu gidip o Celse'ye katıldı. Bir gün belki o Celse'yi de veririiz.

Belki merak etmişsinizdir, Anet niye "torun, torun" deyip duruyor... Onun söylediğine göre, Medyum Handan evvelki hayâtında Anet'in torunu imiş. Ondan gelip görüşüyormuş...

İdâreci- Şimdi mi soralım?
Varlık2- Yukarı'da sual yok zâten... Şimdi sorun... Üç tâne ama...
Bir hanım var... Bir dakika... İlk Celse başladığı zaman şu koltukta
bir hanım oturuyordu... Nereye gitti?... Bak, neredeki koltukta?...
Karşıdaki aplik var ya, onun altında...
İ- Onlar gitmişler... Bayanlardan yokmuş sual... Sâdi Bey.
Sâdi Hoşses- Şeyi Yukarı'dan cevap ver.
İ- Adnan Bey soruyor.
Adnan Bey- Bir evrak mevzuu vardı... Daha açıklıyayım mı?
V2- ... Kayboldu....
AB- Bunun müsebbibi var. Onu verebilir misiniz?
V2- .... "A" harfli.... uzun boylu... çeneli.... siyah başlı bir zat...
Adı "A"... Çok yakınında bu adam... Zâten bu adamı da vasıta olarak
kullanmışsınız... Bu kadar.
Solmaz Hanım- Anet, Haziran'da imtihana gireceğim... Tavsiyeleriniz
nelerdir?
V2- İnşallah... Hele sen bunun kulağını çek... Ondan sonra yapacağız
bir şeyler evelallah.. Sinirlerine dikkat et... Sana bir tavsiyem var.
Her akşam limon suyu içip yat.
Dilek Hanım- Sıhhatim ve istikbâlim hakkında beni aydınlatabilir misiniz?
V2- Sıhhatin bakımından söylerim. İstikbâlin hakkında söyliyemiyeceğim.
Ben istikbâl hakkında hiç bir şey söyliyemiyorum diye... Bacaklarından
çok şikâyetin var...
DH- Geçti ama...
V2- Geçti ama, gene gelecek, gene... Miden de var senin.
DH- Ne?
V2- Bilmiyorum... midende bozukluk var. Bir de burada uyuyarak
tedâviye girmen lâzım.
İ- Onun esas niyeti istikbâli hakkında idi.
V2- İstikbâli ALLAH bilir... Ben seni severim, bilirsin... Eski dostumsunuz
siz... Sizi ikaybedersem... Yâni, hepiniz gülsünüz, ya.... Hiç bu güllerin
yaprakları dökülmesin isterim... Şimdilik bana iki tâne daha çıktı.
Nedret Hanım- Anet, dün, bugün iki hâdise oldu. Acaba dünkü mü hayırlıdır,
bugünkü mü?
Medyum- ..... Bir dakika..... Cevâbını aldım.... Tamam....
Bir Bay- Başımızda bir gaile var... Teşebbüslerden sonuç alabilecek miyiz?
V2- ... Siz ana yoldan çıkmışsınız da, başka yol denemişsiniz... Uzun
sürecek... Fakat netice iyi...

Hadi, şimdilik Allahaısmarladık....

İ- Bir dua edelim, efendim.... Temâsı kesin ve yükselin...
Varlık3- ...... Merhaba Sâdi...
Sâdi Hoşses- Merhaba, efendim.
V3- Söyle, bakayım... Ben mi çalayım?
SH- Siz çalarsanız, ben de okurum... Yalnız kim olduğunuzu anlayamadım.
V3- Tahmin ettiğin, canım... Bak, ben bu gece bir tek kereye mahsus
olmak üzere... Bir daha gelmiyeceğim zâten... İrtibâtım yok... Sana
geldim... Hadi, bakalım... Bir tânecik te bize oku... Bizim de Ruhumuzu
şâdet, bakalım.
SH- Neyzen mi?
V3- Gâyet tabii... Neyzen bunun toplamı... Neyzen her şeyin toplamı...
İ- O şiiri bir okuyun, Üstâdım.
V3- Onu ben okumam... Onu okuyacak var... Benim burada sempati
duyduğum çok şahıs var... Nedret Hanım okuyacak... Ondan sonra
Sâdi Bey söyleyecek.
SH- Ama siz çalacaksınız.
V3- Evelallah. bir şey çalarım, bakalım.
Nedret Hanım-

Neyin sesi hicrânı
Bülbül sesi figânı
Mey neş'esi hüsrânı
Neyzen bunun toplamı!

SH- Yalnız bana hediye olarak bir şiir rica ediyorum. Ondan sonra
ben de şarkımı okuyacağım.
V3- Bak, şimdi sana bir şey söyliyeyim... Açık, açık... Bu Medyum'un
kafasına veremem sana şiir... Ama bak, sana bir şey söylüyorum,
sana hakikaten bir şiir vereceğim.
SH- Ne zaman, efendim?
V3- Ya sana vereceğim, ya da görüştüğün bâzı şahıslar vâsıtası ile...
SH- Bâzı arkadaşlar var, sizlerle Temâs hâlindelermiş.
V3- Bir Hanım var.
SH- Fersan?
V3- Evet... İşte bir tânesinden bir tânesine vereceğim. Zâten benim
işâretimi de vereceğim.
SH- Evet, ben onu rica ediyorum... O kadar çok oldu ki... Artık
şüphe girdi. Mührünüzü basın şiirin bir tarafına.
V3- Bir neyimin mührünü vuracağım, bir de şişenin mührünü....
Anladın... Dinleyelim şimdi.
Sâdi Hoşses Üstâdımız yine bir Celse'de Ahmet Râsim'den alınmış olan
ve kendisinin bestelediği şarkıyı okudu.)
Tak takıştır gülleri, Her yer gülsitân görünsün
Gel de meclise güzel, gönle dilsitân görünsün
Gonca dehansın, cansın, cânânsın, selvi revansın
Gel de meclise güzel, gönle dilsitan görünsün!

V3- Bu kadar görüşeceğim... Beni mestettiniz... Siz de bir ömür boyu
aşkla mestolun inşallah... Hadi, eyvallah.
İ- ALLAH râzı olsun, efendim... Bir dua edelim...

Nasıl?... Ne uzun Celse, değil mi?... Her şey var içinde... Sualler, Varlığın cevapları, yanılmaları... tartışmalar... şiirler, şarkılar... şahsî sualler... Tam bir Sohbet, Muhabbet ortamı... Sonunda herkes boşalmış, hafiflemiş, mutlu ayrılıyor...

*****
Yine Medyum Handan Hanım'dan bir Celse... Bu sefer merhum Sâdi Hoşses yok, ama musikî Üstâdı ve Spiritualist Erol Sayan var... Daha önceki Celseler'den bir banttan dinlenir. Üzerinde Sohbet edilir. Sonra elektrikler söndürülür, sarfiyatsız küçük bir ampulün ışığında Medyum uyutulur, derinleştirilir ve yükseltilir.

Varlık1: Kadir
Varlık2: Annette
Medyum: Handan
Celse İdârecisi: Ruhi Selman
Târih: 28 Eylül t 1968
Usûl: Hipnotik-Manyetik Karma
Hâzirûn: Muhtelif Şahıslar, Erol Sayan

İdâreci- Sür'atle çıkıyorsunuz... Sükûnetle!
Medyum- ...... Ohh!.... Ohh!.....
İ- Gördükleriniz ve hissettikleriniz anlatınız.
M- ..... Kapıda bekliyorum.
İ- Yüksek sesle konuşunuz. Muktedirsiniz.
Varlık1- .... Selâm, Dostlar!
İ- Aleyküm selâm, efendim... Dua edelim... Ben ve arkadaşlarım aziz Ruhunuz için
ve bütün Ruhlar Âlemi için dua ettiler. Nur içinde yatınız.
V1- Dualarınız yerini bulsun... Ben KADİR... Kadrimi bilenlere geldim. ALLAH râzi
olsun, dostum.
İ- Amin, efendim... Bu akşam bizim için neler hazırladınız?
V1 - Bu akşam, güzel akşam... Yıkandınız, temizlendiniz. ne mutlu sizlere!..
İ- Çok şükür.

BANA GELMEK İSTERSEN
BENİM OLMAK İSTERSEN,
KÂLBE DOLMAK İSTERSEN,
GÖR Kİ, DUY Kİ, SENİNLE SENDEYİM!

Senin bu Medyum'un....
İ- Nesi var, efendim?
V1- Çok heyecanlı.
İ- Lûtfen siz de sâkinleştirin, efendim...
(Medyum'a) Derin derin nefes alınız. İyice sâkinleşiniz...
Kâlp atışlarınız normale iniyor... Evet... Yalnız yüksek sesle! Arkadaşlar duyamıyorlar,
efendim.
V1- Gönülden duymak kâfi... Bu gece herkes dopdolu... En güzel şeyi duydunuz.
Biraz da biz sizi dinleyelim.
İ- Mevzuyu sizi açar mısınız?
V1- Hep biz!
İ- Lûtfen, efendim. Bu ikinci karşılaşmamız olduğu için sizden bekliyoruz.
V1- Evvelâ bir dosttan başlıyalım. Namazların kabul olsun.
İ- Doktor Suat Bey'in sesini duyacaksınız.
Dr. Suat Bey- ALLAHN râzı olsun. Nur içinde yatınız.
V1- Bir namazı iki kişi kılmak ne güzel şey... Bir gün câmiye beklerim.
Dr.S.B.- İnşallah.
V1- Ne konuşalım?... Ne istersiniz?
İ- Var mı, efendim?... Dinî, tasavvufî soruları olan var mı?.. Suat Bey görüşüyor.
Dr.S.B.- Aziz dostum, ben birbirimize yaklaşmaktan, birbirimizi daha iyi duymaktan,
birbirimizle daha fazla olmaktan konuşmak istiyorum. Konuşmanızı istiyorum. Daha
çok doymak istiyorum.
V1- Ya doyarsan, sonra beni aramazsan?
Dr.S.B.- Her zaman ararım.
V1-
OLUKTA SU GİBİSİN,
MAKAMINDA NUR GİBİSİN,
DOSTUNA YÂR GİBİSİN,
DÜNYÂ'DA VAR GİBİSİN!

Aslında... bulamıyorum... Dosta söyleyecek söz bulamıyorum.
Dr.S.B.- ALLAH râzı olsun, efendim. Işığınız bol olsun.

Burada duralım... Bizim Meclis'in Mensupları şiire meraklı kişiler... Katıldıkları Celseler'in çoğunda da meşhur şâirlerden çok güzel şiirler alındı. Onun için hemen her Medyum gelen Varlık'tan şiir bekler oldu. Gelen hemen her Varlık da kendini şiir vermeye mecbur hissetti. Halbuki öyle bir mecbûriyet yok. Kadir Dostumuz Vasat-Üstü bir Varlık... Öyle çok üstün olduğunu kendisi de iddia etmedi, biz de öyle bir zehaba kapılmadık. Nedense daha çok dinden, tasavvuftan bahsetmekten hoşlandı. Fazla derinleşti mi?.. Hayır!.. Ama onun geldiği ortamlarda çok büyük bir huzur duyuldu. Bunda tabii Medyum'un da etkisi var, yukardaki Celse'de fakretmişsinizdir... Dr. Suat Bey ise son derece modern, aklı başında bir zat... ve dindar. Eşiyle birlikte namazını aksatmadan kılar. Medyum bunu görmemiş olmasına rağmen Varlık, "Bir namazı iki kişi kılmaz ne güzel şey" dedi... Celse tatlı bir Sohbet şeklinde devam etti:

İdâreci- Evet, efendim. siz bir mevzu açarsanız, arkadaşlar sual soracaklardır. Lûtfedin.
Varlık1- Dünyâ'daki en hakiki ve O'nun
yansıması olan sevgi üzerinde konuşalım.
İ- Lûtfedin, efendim.
V1- Bundan ne anladınız?
İ- Dünyâ'daki en hakiki...
V1- ... Sevgi ve O'nun görüntüsü... En hakiki sevgi ALLAH...
İ- İlâhî Aşk...
V1- Görüntüsü ana-baba... Ne dersiniz, konuşalım mı?
Dr.S.B.- Aziz dostum...
İ- Suat Bey.
V1- Ben duyuyorum.
Dr. S.B.- Dünyâ'daki en hakiki sevgi, şüphe yok ki ALLAH sevgisi... Ben onun üstünde
bir sevgi daha olacağını tahmin etmiyorum. Ama bunun görüntüsü olarak ta ana-baba
sevgisi, şüphe yok ki bize ALLAH sevgisini daha yakından duyuran, bizi ALLAH sevgisine
götüren bir sevgi olmakla, bizim içinde bulunduğumuz, yaşadığımız ve her an ALLAH
sevgisiyle doyacağımız bir sevgidir. Ben ana-baba sevgisi duymayan bir insanın ALLAH'a
yaklaşabileceğini ve ALLAH sevgisini içinde duyabileceğini zannetmiyorum.

Devam etmeden açıklamamız gereken hususlar var. Medyum'un heyecanlı olduğu söylenmişti. Ne derece sıyrıldı, bilemem. Varlığın söylediklerini tam nakledemiyor... Şimdi diyeceksiniz ki, "Rütuş yapıyorsun." .. Ben Celse'yi idâre eden olarak anladığıımı söyliyeyim de, siz "rütuş" deyin, kabul etmeyin... Medyum "görüntüsü" demiş, biz onu "yansıması" diye düzelttik.

Sonra diyebilirsiniz ki, "Uzaylılar'ı falan suçluyordun, hep 'sevgi, barış' gibi şeylerden bahsettikleri için. Senin Medyumlar'ın da darda kalınca sevgiden bahsediyor." ... Öyle de, bizimkiler bir Sohbet kuruyor, karşılıklı fikirler gidip geliyor. Herkes konuşma imkânı buluyor. Varlık öyle nutuk atar gibi konuşup gitmiyor!

Üçüncü husus, "Ne alâkası var ALLAH sevgisi ile Ana-baba sevgisinin? "diyebilirsiniz... Sonra "ALLAH'ın görüntüsü niye ana-baba?" da akla gelebilir... ALLAH bizi yaratmış... Ana-baba da Dünyâ'ya getirmiş... Bir ilişki var. İkincisi ALLAH bizi besliyor, rızıklandırıyor, türlü türlü nimetler veriyor... Ana-baba da çocuğuna öyle yapmıyor mu?.. İnsan kendisini doğurmuş, beslemiş, yetiştirmiş olan ana-babasını sevmezse; kendisini yaratan, nimetlere boğan ALLAH'ı nasıl duyup sevebilir ki?.. ANa-babasına nankörlük eden birinin ALLAH'a yakın olması, O'nu gerçekten sevmesi mümkün mü/.. Varlık bunu kastetmiş, Dr. Suat Bey de açıklamış.

Şimdi Celse Ortamı'nın gözünüzün önünde canlandırmanızı istiyorum... Dr. Suat Bey'in muayenehanesinin çok geniş bekleme salonunda 25-30 kişi koltuklara, kanepelere, sandalyelere oturmuş, çıt çıkarmadan loş ışıkta zar-zor gördükleri Medyum'u dinliyorlar. Kendilerine söz verilince konuşuyorlar, yoksa sâdece dinliyor ve düşünüyorlar. Söylenenleri anlamaya çalışıyorlar... Her çeşit insan var. Üniversite talebesinden doktoruna, mühendisine, subayına, sanatçısına, ilkokul mezunu şoförüne kadar... Yalnız 18 yaşından küçük çocuk yok, bebek yok... Böyle bir Ortam'da Varlık konuşuyor.

Varlık1- ALLAH Sevgisi... ALLAH kullarını kaç türlü seçer?..
Şöyle diyelim: Kendine kullarını kaç türlü yakın hisseder?.. Yakınında hisseder?...
Kendine seçer?...
İdâreci- Var mı cevap vermek isteyen?
Dr. S.B.- Ana ve baba sevgisi aşılıyarak, hakiki mânâda bir dost sevgisi aşılıyarak, bir
ilim sevgisi aşılıyarak, bir evlât sevgisi aşılıyarak, bir insanlık sevgisi aşılıyarak...
V1- Bu çok güzel... Bir de bunun üç şıkkı var.
İ- Nedret Hanım.
(Medyum'un annesi)
V1- Orayı kurcalıyorum ki, size mevzu açılsın.
İ- Nedret Hanım hazırlıklı değilmiş.
V1- İlmel Yakîn, Aynel Yakîn, Hakkel Yakîn... Oldu mu?
İ- Evet.
V1- Bunları açalım... Ne dersiniz?
İ- Çok iyi olur.
V1- Ve bunun en kuvvetlisi hangisidir, diyelim. Değil mi?... İlmel Yakîn nasıl olur?..
Ben bilmiyorum da, öğrenmek için soruyorum...
İ- Hayri Bey görüşecek.
Hayri Bey- Herhalde ilim yoluyla olsa gerek, ALLAH'a yaklaşmak...
V1- Bu İlmel Lakîn'de iki şeyi berâber götürmeniz gerek. Nedir bunlar?
İ- İlim ve Şüphe...
V1- Madde'yle Mâneviyat... Berâber götürmek şart... Aynel Yakîn... Evet???
İ- Maddeden sıyrılarak yaklaşma.
V1- Bakın şimdi, nasıl çıkıyoruz.
Dr. S.B.- İbâdet yoluyla, taat yoluyla...
V1- ALLAH'ın Kendine seçtiği kulu, en makbûl Hakkel Yakîn... Bunların hepsinin
toplamı BİR olmak!... Sevgi olmak.... Yanmak!.. Yoklukta vârolmak!.. Değil mi?
İ- Evet... Yalnız biraz daha yüksek sesle...

Burada duralım... Varlık SEVGİ'den bahsetti, Uzaylılar da bahsediyor, ama ALLAH'a yakın olmak konusundan bahsedeni duymadık...

Şimdi bir hususu çok kesin olarak açıklamak lâzım... Bir defa ALLAH bütün kullarına, bütün yarattıklarına yakındır. Bunu KUR'AN-I KERİM'de şöyle ifâde eder:

- "İnsanı biz yarattık.. Biz ona şah damarından daha yakınız."
(Kaf Sûresi , 16-17. âyetler)

ŞAHDAMAR

Ne kadar yakın olduğunu görüyorsunuz... Ne var ki, ALLAH'ın kendisine yakın olduğunu bilmeyen insan, ona yaklaşmaya çalışır durur!... İlmel yâkîn ilim yoluyla, Aynel Yakîn görerek, Hakkel Yakîn de yaşayarak demektir... Biz bunu bir yerlerde anlattık galiba, ama nerede, hatırlıyamadım...

Tam anlaşılmadı, değil mi?... Ben de dâhil, o târihte kimse pek bir şey anlıyamamıştı. Bir misâl verelim... Bir kişi kahramanlık konusunda bir kitapi okusa, kahramanlık üzerine az-çok bir fikir edinir. Aynı kişi savaşta bir askerin kahramanlığını görse, kahramanlığı okuduğundan daha iyi anlar. Ama kahramanlığın gerçekten ne olduğunu anlaması için onu yaşaması gerekir. Kendisinin kahraman olması icabeder.

Peki, insanın ALLAH'ın kendisine yakın olduğunu, dolayısiyle kendisinin de ALLAH'a yakın olduğunu anlaması, hissetmesi nasıl olur?.. Öyle ya, ALLAH'ı uzakta zannediyoruz ki, ellerimizi yukarıya, göğe kaldırıyoruz... Bu, okuyarak olur ama, fazla bir şey hissetmezsiniz. Etrafınızdaki her şeyde ALLAH'ın tecellisini, izlerini görmeye başlarsınız, daha iyi hissedersiniz. En sonunda ALLAH'ı gönlünüzde hissedersiniz ve O'nun hiç bir zaman sizden ayrı olmadığını farkedersiniz. İşte buna HAKKEL YAKÎN denir... ALLAH'ı kendinde bulunca, artık siz kalmazsınız. O'nda yok olursunuz. Hallâc-ı Mansur'un "Enel HAK - Ben HAKK'ım" dediği gibi... "Ben yokum, O var" mânâsınadır.

Medyum'un annesi bu konularda sohbetlere katılan birisidir. Celseler'de de bu bahis geçmiş olabilir. Ama o Celseler'e Medyum'dan çok daha faza katılmış olan İdâreci bunları hatırlamamıştır. Çünkü o târihte bu bilgiyi sindirmiş değildi. Varlık, Medyum'un şuurundan böyle bir bilgi alıpta mı verdi?.. Sanmıyoruz... Alsa bile, son derece yararlı bir Sohbet'i açmış oldu.

İdâreci- Nedret Hanım görüşmek istiyor, müsaadenizle.
Nedret Hanım- Efendim, bu bahsettiğiniz üç husus, sonunda birleşmek için birer
basamaktir., değil mi?.. Yâni, Varlık'ta Yok olmak için... Evvelâ İlmel Yakîn, sonra Aynel
Yakîn olmak lâzım ibâdetlerle... Ondan sonra ALLAH'ın yakını olmak lâzım, değil mi?..
Böyle anladım ben.
Varlık1- Sizin... Sizin bildiklerinizden şimdi faydalanalım... Önünüzde bir Hazret-i
Mevlâna var... Okumuş, hatmetmiş... Karşısına çıkan ne yapmış?.. Okuduklarının hepsini
atmış!.. Ondan sonra...
NH- O zaman Aynel Yakîn olmuş. Değil mi, efendim?
V1- Evet... Ondan sonra bırakmış... İşte bu!..

Hazret-i Mevlâna, Şems'te ALLAH'ın tecellisini, Nûrunu görmüş. O Nur ile coşmuş...

İdâreci- Başar Hanım bir şey sormak istiyor.
Başar Hanım- Efendim, İlim'le uğraşan çoğu insan ALLAH'tan uzaklaşıyor.. Maddeye
düşüyor. Mâneviyat sıfıra iniyor. Çoğu böyle yâni.
Varlık1- İlimden ilime fark var... İlim'dir, bakar ki her şeyi ispat ediyor, çıldırır.

"(Niye ALLAH'ı ispat edemiyorum?" diye.. İnanmaz.) İlim'dir, Yunus gibi, âşık olur...
İlim'de en güzeli bilmemek.... Bilmeden Tasavvuf'a girmek... İlmin yolları burda
ayrılıyor... Sizin dünyânızda yaşayan insanlar... Bir insan... ALLAH ona muazzam
bir kafa veriyor. Kalkıyor bu zat, insanın ne olduğunu ispâta çalışıyor... Diyelim, ispat
ediyor. Ne oluyor?.. Sapıtıyor. İnkâr ediyor... Ondan sonra arkasından bir doğru-dürüst
Fâtiha'sını okuyamıyor. Ama bu ilme hizmet etmiş oluyor, değil mi?.. Nasıl oluyor?..

İlim'le Din bir arada giderse, ve gitmek isteyenin önünde de mürşidi varsa, o ilim
insanı aşka götürür.

Bir açıklama daha yapalım... Görüldüğü gibi Medyum tekliyor... Varlığın sözlerini tam kelimelere dökemiyor... Onun için araya kendimi bir cümle koydum... İnsanı inkâra götüren İlim olmaz. İlim sâhibi oldukça kendini bir halt zanneden kişi, kendisi inkâra gider. Halbuki İlim sâhibi oldukça insan ALLAH'ın Kudretini daha çok farkeder ve hayrete düşer... Ben her gün, her akşam 200 küsur Türk kanalında bulup ta seyrettiğim belgesellerde hayretten hayrete düşüyoum. "ALLAH'ım, bunları nasıl (hâşâ) aklettin de yarattın?" diyorum... 8 ayaklı olmasına rağmen, 2 ayağını anten gibi yukarı kaldırıp, kendini karıncya benzeterek onların arasına giren, ilk öldürdüğü karıncayı sırtına alıp onun kokusuyla iyice aralarına karışan ve karınca yiyerek beslenen böceği seyrettiniz mi?.. "Olamaz böyle bir şey!" dersiniz... Renk değiştiren bir tek bokelemunu bilirdik, değil mi?.. Hemen her hayvan, her deniz canlısı, her böcek kamuflaj ustası... Sâdece renk değil, vücudunun şeklini değiştirenler de var!.. Bunları görüp te ALLAH'ı inkâr etmek mümkün mü?.. Ama nefs ağır basarsa, gurur sizi esir alırsa, edersiniz.

Varlık1- Geçen Celseler'inde bir sual vardı.
İdâreci- Hangisi efendim?
V1-Hatırlıyacaksın şimdi... İyilik, kötülük... İbâdette olup olmamak... Soldaki dostum
hatırlıyacaktır. Şöyle bir sualdi: Bir insan bilmeden iyilik yapıyor. İnsanların kötülüğünü
görse dahi, daha çok iyilik yapıyor. Fakat bu insan ibâdetinde değil. Ama "ALLAH'ın
Huzûrunda yeri var" deniyor. Bu nasıl bir insandır?.. Ve nasıl oluyor, ibâdet etmeden
ALLAH onu kademelendiriyor?.. ALLAH'ın yakınında bir insan oluyor.

Şimdi bu suali burdakilere soralım.
İ- Geçen suali?
V1- Evet...
İ- Bilmeden iyilik yapan bir insan, ALLAH nazarında makbûl sayılır ım?.. Ve O'na yakınlaşmış
addedilir mi, ibâdet etmediği hâlde?.. Bu hususta görüşmek isteyen var mı?... Suat Bey.
V1- Ben sona bıraktım seni. Çünkü anlaşıyoruz senlen. bir başka fikir dinleyelim.
Başka var mı?
V1- Bir insan kötülüğe de iyilikle muamele ediyor. Fakat bu insan kat'iyyen ibâdetinde
değil... Tabii diğerlerinin görüşüne göre... İbâdet etmiyor, vazife yapmıyor. Ama
Mertebe almış oluyor. Bu insan makbûl müdür, değil midir?
İ- Neclâ Hanım, "Bence makbûldür" diyor.
Neclâ Hanım- Çünkü ötekiler ibâdet ederler ama, gösterişte ederler. İçlerinde yoktur
tam mânâsıyla bir inanç.
İ- Nedret Hanım konuşuyor.
Nedret Hanım- Efendim, tabii makbûldür ALLAH'ın nazarında. Ama yine bir tarafı eksik
kalır. Rahman ve Rahim olan ALLAH'ımızın yalnız Rahman sıfatıyla müşerref olur. Ama
ibâdetiyle berâber giderse, o zaman Rahim sıfatıyla da müşerref olur. Sâlih kullar
arasına katılır.
V1- Evet.
İ- Erol Sayan Bey konuşuyor.
Erol Sayan- Ben, "Diğer bir şahsın ALLAH katında Mertebe aldığı veya almadığı
hakkında hüküm vermek acaba doğru mudur?" diyorum.
V1- Yaşadğınız dünyâda böyle hükümler veren çok!..
E.S.- Hayır, bu doğru mudur?
V1- O sizin idrâkinize kaldı işte... Muhakkak ki doğru değil. ALLAH'la kulun arasına
kimse giremez, biliyorsunuz. Yalnız bu bir sual... Konuşma mevzuu istediniz, açtık.
N.H.- Şimdi bir şey var. ALLAH'a yaklaşmak için yapılan dinî vazifeler var. Bunlar ALLAH
Sevgisi'ini kazanmak için yapıldığına göre, gene bir kıyaslama olsa gerek.
V1- Şimdi ben şöyle dedim: Her insan ALLAH'ın kendine olan lûtfunu hissettikten sonra,
zâten vazifelerini yapmaz mı?.. Böyle bir şey size oluyor, farzedin... bir günâhınızı
affettirmek için ne kadar dil döküyorsunuz, yalvarıyorsunuz. Bir de böyle insan
olduğunuzu düşünün... ve size ALLAH'ın bütün nimetlerinin yağdığını düşünün...
ne olursunuz?.. Bir değil, binlerce defa vazifenizi yerine getirirsiniz.

Evet, soldaki dostum.

Dr.S.B.- Muhterem dostum, insanları insanlara ve dolayısiyle insanları ALLAH'a yaklaştıran
asıl mesele, içten gelen sevgidir. Cenâb-ı ALLAH hiç bir zaman ne kullarıyla kulları
arasında, ne de kullarıyla Kendisi arasında pazarlığı sevmez. kendisine hakikaten içinden
gelerek, hiç bir maddî tesir altında kalmadan yaklaşmayı ister. İnsanlar ancak diğerlerini
ALLAH rızâsı için, herhangi bir ard düşünce taşımadan yaklaşmışlarsa, bence en makbûl
hareket budur. Bu yüzdendir ki, eğer diğer ibâdetini yapmıyorsa, gene indinde makbûl
ve muteber olur. Ama bütün ibâdetinde kusur eylemediği halde, gerek bu ibâdet ve
taatını, gerekse hemcinslerine karşı olan muamelelerini bir pazarlığa tâbi olarak, bir ard
düşünceyle yapıyorsa, ben o şahsın ibâdetinden şüphe ederim. İnanıyorum ki, ALLAH
indinde böylesi hiç bir zaman makbûl değildir.

Bu his olmadığından, tabiatıyle o insan ilminden ve ibâdetinden beklediği sonucu
alamıyacaktır. Öyle insanlar tanıyoruz ki, ilmî bakımdan hiç bir varlık gösterememektedirler.
kezâ hareketleriyle cemiyeti doyurmamaktadırlar. Ancak hemcinslerine karşı giriştikleri
yardım faaliyetlerinde o derece samimidirler ki, onlar ALLAH indinde belki evliyaullah
mertebesine çıkabilmişlerdir.

Sözünüze geliyorum: Bu kimseler mutlaka sonunda ALLAH'ı bulmuşlar, dolayısiyle ALLAH
indinde makbûl mertebeye erişmişlerdir.

V1- Eriştikten sonra da (yine dönelim, dolaşalım) vazifesini otomatikman yerine getirir...
ALLAH'ın sevgili kulu olmak güzel şey!..

Erol Sayan'ın itibâzı son derece yerinde.... Kulun mertebesini kimse bilemez. ALLAH bile bunun hesâbını Kıyâmet'ten önce yapmaz. Kıyâmet'ten kasıt her ne ise... O konuda yapılan bütün tanımlar, târifler, tıpkı kimin Cennet'e, kimin Cehennem'ee gideceğini "şıp" diye söyleyenlerin veya kimin hangi mertebede olduğunu "şak" diye tesbit edenlerin iddiaları gibi havadadır. Kıyâmet'in ne olduğunu, ne zaman olduğunu ALLAH'tan başka kimse bilmez. Bizim söylediklerimiz, sâdece âyet ve hadislerin kendi âciz yorumlarımızdır.

Varlığın da, Suat Bey'in de söylemek istediği, ALLAH hiç bir iyilik çabasını görmezden gelmez. İbâdet etmiyor diye o iyiliği boşa çıkarmaz... Yoksa, bu söylenenleri kişilere Mertebe tâyin ediyor diye almamak lâzım.

Bu arada İBÂDET kelimesi de yanlış anlaşılan, daha doğrusu eksik mâna verilen, sâdece namaz ve oruç'tan ibâret sanılan bir kelimedir. "TANRI'ya yönelen saygı davranışı, tapınma, TANRI buyruklarını yerine getirme, ALLAH'a kulluk etmek, âyin, kült" gibi anlamları vardır. Kökü ABD'dır ki, KUL demektir. Öyleyse bizim üzerinde durmamız gereken mânâsı "ALLAH'a kulluk etmek" olmalıdır ve bunu gönülden yapmalıdır. ALLAH her yerde ve her şeyde olduğuna göre, aslında insan her an her şeye karşı bir ibâdet hissi içinde olmak gerekir. İnsanlar buna alışsın diye beş vakite inmiş

Bunun çok güzel bir misâli vardır.

- "Fâhişe bir kadın, sıcak bir günde,
bir kuyunun etrafında dönen bir köpek gördü,
susuzluktan dilini çıkarmış soluyordu.
Kadıncağız ayağından mestini çıkararak
onunla kuyudan su alıp köpeği suladı.
Bu sırada oradan geçmekte olan Peygamberimiz bu olayı gördü
ve 'Bu kadın Cennet'ini inşâ ediyor' dedi."
Hadis

Anlatmak istediğimiz bu!.. İBÂDET bu!... İnsanlara, hayvanlara, ağaçlara, bitkilere, balıklara, Tabiat'a ALLAH'ın bütün yarattıklarına hizmet etmek!... ALLAH'a kulluk etmek bu!... Onu da ALLAH Dünyâ'ya geliş gâyesi olarak belirtmiş ama, kimse üzerinde durmuyor:

O, sizi yerden (topraktan) yarattı
ve sizi oranın (Yeryüzü'nün) imarında görevli kıldı."

(Hûd Sûresi , 61. Âyet)

Bu âyetin mealini şöyle verenler de var:

- "Allah sizi topraktan yarattı
ve sizden Yeryüzü'nü imar etmenizi istedi."

- "O sizi yerden var etti
ve size orayı mâmur hâle getirme görevi verdi."

İMÂR , "şenlendirme, bayındırma, yapmak, tâmir etmek,
şenlendirmek, mâmur kılmak, harâbilikten, bakımsızlıktan
ve ıssızlıktan kurtarmak" demektir.

Demek ki ne yapacakmışız?... Dünyâ'yı olduğundan daha güzel hâle getirecekmişiz. Bu görevse; Namaz gibi, Oruç gibi vazife ise, İBÂDET sayılmaz mı?... Niçin kimse bu İBÂDET'in üzerinde durmuyor, hattâ dile bile getirmiyor? Üstelik Yeryüzü'nün o güzelim varlığını rant için, para için tahrip ediyor, çorak çöle dönüştürüyor?..

KUR'AN-I KERİM' de bunun gibi 130 kadar "YAP-YAPMA" emri var, kimse onlardan şöyle bir sıralayarak bahsetmez. Halbuki meselâ Namaz emri hiç bir zaman yalnız gelmez, o emirlerden biriyle berâber gelir.

"Onlar, gaybe inanırlar, namazı dosdoğru kılarlar
ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden infak ederler."

(Bakara Sûresi , 3. Âyet)

Yaa!.. ALLAH'ın sana verdiği imkânlardan başkalarını da besleyip doyurmadıkça Namaz'ın yarım demektir!.. Haa, bir de Namaz'ı DOSDOĞRU kılmak var, mecbûren yatıp-kalkmak değil!!..

Neyse, bu serzeniş bitmeyecek... Celse'ye dönelim:

Varlık1- Öyle insanlara vardır ki yaşadığınız Dünyâ'da, sizin "kusur" diye görmediğiniz şeyi,
o kendine "günah" addedip senelerce senelerce kendini affettirmeye çalışır, eziyet
çeker. Kendini yoklukla terbiye eder... Öyle kullar vardır ki, ALLAH'ın bütün lûtfuna
uğrar, bu lûtufların içinde yapmadığı hatâ kalmaz. Ve aklına geldikçe hatırlayabildiği
kadarını affettirmeye çalışır... O da affolur, o da affolur...

Yâni, demek istediğim, ALLAH bütün yarattığı şeyleri özenle, zevkle, imânla yaratmış.
Günahkâr bir kulunu bile affetmesi mümkün... Sizin onu en kötü bir şekilde "günahkâr"
diye adlandırdığınız bir insanı düşünelim... Yine ALLAH'ın Huzûrunda o bulmuştur
rahmeti...
Yâni, birbirinizin Dünyâ gözüyle birbirine bakması ve onu suçlu, günahkâr veyâhut ta
çok dininde, yolunda görmesi hiç bir şey farkettirmez. Mühim olan ALLAH'ın kulunu
sevmesi!..
İ- Hayri Bey görüşüyorlar.
Hayri Bey- ALLAH, "Cennet'imi Ümmetim'e verdim" diyor... Acaba müslümanlık'tan gayrı
dinlere sâlik olanlar azapta mıdırlar? Azap mı çekecekler?.. Dünyâ'ya, insanlığa, ilme
hizmet edenler; âlimler, mucitler, kâşifler... "Elektrik" dediğimiz zaman, şunun içerisinde
yaşıyoruz. Bunu icâdedenler Cennet'e giremiyecekler midir acaba?.. Bunu sormak
istiyorum.
V1- Aslında bu sual değil... Dünyâ'daki en ufak bir şeyi bile
icât edip, onun insanlara,
insanların yolunda kullanmak... Muhakkak ki böyle insanlar ALLAH'ın Cennet'indedir.
Demin dedik ki, "ALLAH insana bir kafa veriyor." ... Muazzam bir kafa veriyor... Sizin
yaşadığınız Dünyâ'da böyle insanlar çok... Ve bu insan kalkıyor, insan
kudretinin
varlığını ispat etmeye çalışıyor... İspat ettikten sonra, ALLAH'ını inkâr ediyor... Her hâlde
böyle bir (deyiminizle) âlim kalkıp ta Cennet-i Âlâ'nın içinde bulunamaz... Ne dedik?..
İlm'i Din'le berâber yürütmek... Zâten "İlim" derken Tasavvuf'u kastediyoruz.

Medyum'un teklediğinin farkındasınız. Varlığın da kendi sınırını aştığını söyleyebiliriz. Evet, Tasavvuf Ehli, İbn-i Sinâ, Farâbî, Gazâlî gibi âlimler Fizik, Kimya, Astronomi, Matematik ilmiyle uğraşırken hiç bir zaman Din'i akıldan çıkarmamışlardır, TANRI'nın Kâinat'a yansıması olan bütün bu ilimlerde Tasavvuf anlayışının içindedir ama, zamanımızda hiç bir Fizikçi Fizik İlmi'ni böyle düşünmez.

Tekrar belirtelim ki, kimin Cennet'e, kimin Cehennem'e gideceğini kimse bilemez, söyleyemez!... ALLAH bile bunun hesâbını Kıyâmet'ten önce yapmaz. Kıyâmet'ten, Cennet'ten, Cehennem'den ne kastettiği de teşbihler, benzetmeler dışında bilinemez. KUR'AN'da "Cennet'imi Ümmetim'e verdim" şeklinde bir âyet yok. Cennet'e Müslümanlar'ın gireceği kastediliyorsa, Müslüman'den ne kastediğini iyi bilmek gerekir. Hazret-i Muhammed'den önce de Müslümanlar olduğunu daha önce anlatmıştık. İslâm ülkelerinin dışında da "Müslüman" var. Kaldı ki, ALLAH gayrımüslimlere şu müjdeyi veriyor:

- "Şüphesiz, iman edenler; Yahudiler'den,
Hıristiyanlar'dan ve Sâbiîler’den de
Allah’a ve Âhiret Günü'ne inanıp
sâlih amel işleyenler için
Rableri katında mükâfatlar vardır.
Onlar için herhangi bir korku yoktur;
onlar üzüntü de çekmeyecekler. "

(Bakara Sûresi , 62. Âyet)

Daha ne tartışıyoruz ki?.. Üç şart... ALLAH'a imân etmek, Âhıret Günü'ne inanmak ve iyi işler yapmak...

Varlık1- Bugün elinizdeki Büyük Kitab'ınızda bugünlere âit olacak
(ihtiyâcınız olan) her şey mevcut... Haber verilmiş...
En Tekâmül etmiş Kitap... İşte size ilmin en büyüğü... Ama bunu inkâr edersen, her hâlde
Cennet değildir yerin... Anlaştık mı?
Hayri Bey- Sağolun.
Erol Sayan- Biraz evvel, "ALLAH insanlara kafa verdi" dediniz. Bundan maksat AKIL olsa
gerek.
V1-
ve ZEKÂ...
E.S.- Evet... Akıl'la Ruh'un bağıntısından bahsedebilir miyiz? Bir bağıntısı olması lâzım.
V1- Her şeyden evvel Akıl'la Vicdan'ın bağıntısı olması lâzım değil mi?.. Aklını Vicdanınla
bağdaştırabiliyorsan, o zaman zâten Ruh'un bağdaşıyor. Bu mevzu çok derin. Eğer Ruh'a
girmek istiyorsak, evelâ Madde'den girmek lâzım... değil mi?.. Bugün madde'yi ispat
etmiş değilsiniz ki!... Kaldı ki Ruh...
E.S.- Burada VİCDAN kelimesinin mânâsını biraz açmak mümkün mü?.. Vicdan dediğimiz
hangi özelliğimize giriyor insan olarak?.. Ruh'a mı, Akıl'a mı, Düşünce'nin selâmet
yönü müdür?
V1- "İMÂN yönünüz" diyeceğim.
E.S.- Gönül oluyor.
V1- Tabii. eğer Vicdanına danışan insansanız, şüphe yoktur ki imânında...
Hakiki
İnsan, ALLAH Sevgisi'ni duyan insandır. Nasıl ki, "Vicdanının sesini dinle!"
deniyorsa, Vicdan seni, insanı ALLAH yoluna götürür. ALLAH'ın ışığına, nuruna götürür.
Var mı bunun başka türlü izah şekli?
E.S.- İlimle münâsip büyük merhaleler aşan adamlar, dini ne olursa olsun, akıllı insanlar...
Mâdem ki aklı var, şüphesiz ki, "Her şeyi bulabilmeniz için Ben size aklı verdim" diyor
ALLAH... Acaba onlar niçin gerçeği görmüyorlar?
V1- Yine burada bir şey var: GÖNÜL GÖZÜ... Dünyâ'yı, Dünyâ'daki her şeyi siz şu anda
Dünya gözüyle görüyorsunuz. Ama kim istemez ki bir de Gönül Gözü ile görmek?..
Eğer ALLAH insanlara Akıl, Zekâ, Düşünce, İdrak vermeseydi, hepiniz, hepimiz birer
kuklaydık. Fakat Akıl ve İdrak'i vererek doğru yolu buldurup, onda yine insanlığa
(deminki dostumun söylediği gibi) insanların birbirini sevmesini sağlamak, insanların
hizmetini yapabilmek, onlara faydalı olabilmek... Bütün bu toplam!.. Eğer bunun
dışına çıkıyorsak, olmadı işte... Yâni, ben her şeyi İmân'la bağdaştırıyorum. İmân'la olan
her şey hiç bir zaman insanı şaşırtmaz.
E.S.- Evet... Bu akıl nasıl olur da, bu gerçeğe eremez?.. Biz nasıl olur da, bu insanlar
hakkında "şöyledir., böyledir" diye hüküm verebiliriz?.. Bir de ALLAH, "Ben," diyor,
"istediğime veririm." İnsanlara bu kadar faydalı olacak bir keşfi, niçin bir Müslüman
âlime vermiyor da, Hıristiyan âlime veriyor?

Varlık'tan önce biz cevap verelim: Çünkü o Hıristiyan âlimler İslâm'ın emrine bizden daha çok uyup, bizden daha çok çalışıyor!..

- "Ve insan için, çalışmasından başka bir şey yoktur.
Ve çabasının karşılığı ileride mutlaka görülecektir.
Sonra kendisine karşılığı tastamam verilecektir."

(Necm Sûresi, 39-41. Âyetler)

- "Kim de mü´min olarak ahireti ister
ve ona ulaşmak için gereği gibi çalışırsa,
işte bunların çalışmalarının karşılığı verilir."

(İsrâ Sûresi , 19. Âyet)

- "Bunun üzerine Rabbleri, onların dualarını kabul etti.
Dedi ki: “Birbirinizden olduğunuz için erkek olsun, kadın olsun
benim yolumda çaba gösterenlerden
hiç kimsenin çabasını boşa çıkarmayacağım.
Onlar ki, hicret ettiler, yurtlarından çıkarıldılar,
benim yolumda eziyete uğradılar, çarpıştılar ve öldürüldüler,
and olsun, ben de onların kötülüklerini örteceğim
ve onları içinden ırmaklar akan cennetlere koyacağım.
Bu ödül Allah tarafındandır.
Zira ödüllerin en güzeli, Allah katından olanıdır.”

(Âl-i İmran Sûresi, 195. Âyet)

Nobel ödüllü Madam Curie (1867-1934) Radyum'u bulmak için yılmadan, bıkmadan, usanmadan binden fazla deney yapmıştı. Madam Curie- 1943 filmi de vardır, seyretmenizi tavsiye ederim. İkinci Madam Curie de 2016'da çevrilmiş.

Elektriği kullanılır hâle getiren Thomas Edison (1847-1931)... Sâdece elektrik değil, tam 1093 icâdı var, patent aldığı...Edison'un da filmi var, 1929'da çekilmiş. Ben bunları hep seyrettim gençliğimde... Ama mucit olamadım.... Edison'u ancak 2003 yılında Japon mucit Shunpei Yamazaki geçebildi sayıda... Yamazaki'yi de 2017 yılında Kia Silverbrook geçti icatlarıyla... Sâdece Hıristiyanlar değil; Japonlar, Çinliler, Hintliler de çok çalışıyor... Bizim Müslüman âlimler, eğer varsa tabii, ortalıkta pek görünmüyorlar... ya yan gelip yatıyor, maaşları cebe atıyor, ya da para için çalıştıklaından insanlığa faydalı şeyler değil, para getirecek şeyler üretiyorlar.

Hakkını yemeyelim, Behçet hastalığını keşfeden Dermetolog Hulusi Behçet (1889-1943) , Nobel ödüllü, ALLAH uzun ve sağlıklı ömür versin, Prof. Dr. Aziz Sancar gibi bilim adamlarımız var. Ama bir milyar müslümandan bu kadar az mı âlim çıkmalı?..

Bu arada var olan bir şeyi bulursanız o KEŞİF'tir, bulana KÂŞİF denir. Yeni bir şey İCAT ederseniz, bulana MUCİT denir. Bunu karıştıranlar bile olmuş.

Çalışkanlığıyla ünlü iki yaratık nedir?... ARI ile KARINCA, değil mi?... KUR'AN'da her ikisi adına sûre var!... NEML (KARINCA) Sûresi ve NAHL (Hurma, BALMUMU, ARI) Sûresi... İnsanlara örnek gösteriliyor.

Varlık1- Müslümanlık Âlemi'nden geçmiş çok âlimler var.
Şimdi şöyle oldu: Bir nev'i kıskançlık oldu
(sizde) .
E.S.- Evet, hislerim o yönde.
V1- "Seçtiğime veririm" diyor... Bir kul çabalar çabalar, ALLAH yolunda vazifesini
en iyi şekilde yapmak, buradaki yerini en iyi şekilde hazırlayabilmek ve insanlara
faydalı olabilmek
için ... Ama bu insan, bakarsanız, bir karış bile ilerliyememiş.
(Yine dönüyoruz, dolaşıyoruz hep bu mevzu) Bu Taraf'ta da
hiç bir çaba göstermez. Normal vazifelerini yapar, ama bir bakarsın su gibi erişir,
yükselir... Burada söyleyecek fazla bir lâf yok. Yâni ALLAH ister, ALLAH seçer, nasip
eder. O yine ALLAH'a kalmış.
Dr.S.B.- Müsaade eder misiniz, bir kelime ilâve edeyim?
V1- Tabii.
Dr.S.B.- ALLAH "ilmi isteyene, zenginliği istediğime veririm" diye derler...
V1- İsteyebilene... İstemesini bilene...

Gene duracağım.... Birileri çıkacak, "Biz ilim, icat istemez olur muyuz?" diyecekler şimdi... Ama Varlık belirtmiş, İSTEMESİNİ BİLEN... Her istek kabul değil ki!... İsteğin yönünde gayret göstereceksin ki, o istek gerçekleşsin. "Ben doktor olmak istiyorum" de, sonra liseye bile gitme!... Nasıl olacaksın?... Biz şu SABIR ve GAYRET Celsesi'ni İnternet'e çıkarmadan olmayacak galiba.

Dr.Suat .Bey.- Evet. Cenâb-ı Hak diyor ki, "Kulum, siz isteyiniz,
arayınız. Ben size vereyim." ... Gelmiş geçmiş bu Dünyâ için, medeniyet için türlü
şekilde icatlar bulunmuş. Faydalı olmuşların hepsine ALLAH, istedikleri için o aklı,
o zekâyı vermiş. Vermiş ama, bir şeyi noksan bırakmış. Asıl en büyük zenginliği
vermemiş onlara. Asıl meseleyi burada çözüyor, buraya bağlıyorum ben. Eğer ALLAH
onlara imânı da vermiş olsaydı, mutlak onlar ALLAH indinde çok kıymetli kişiler olurdu.
Öyle değil mi, aziz dostum?
Varlık1- Evet... Ki, buna rağmen, ALLAH'ın imânı da berâber verdiği kulları var.
Dr.S.B.- Mutlaka... Ne mutlu onlara ki, ikisini bir arada götürebilmek lûtfuna mazhar
olmuşlar.
V1- Demek ki, "istemesini bilmişler." diyeceğim.. Şöyle diyeceğim: "Ben kullarıma,
isteyen kullarıma veriririm. Ama kullarım istemesini bilsin." ... Değil mi? ...
Böyle diyeceğiz
o sözü.

ALLAH'ın ağzından, tövbe hâşâ, pek çok lâf geçti.... Bunlardan “ilmi isteyene, zenginliği istediğime veririm” ifâdesi Hadis'tir. Peygamberimiz ALLAH'ın böyle söylediğini ifâde etmiştir. ALLAH'ın nimeti, rızkı, zenginliği istediğine verdiğini belirten âyetler şunlardır:

- "De ki: "Rabbim rızkı dilediğine bol verir, dilediğine kısar;
fakat insanların çoğu (bunun hikmetini) bilmezler."

(Sebe Sûresi , 36. Âyet)

- "Görmezler mi ki Allah rızkı dilediğine bol veriyor,
dilediğininkini de kısıyor?
Kuşkusuz bunda iman eden kimseler için ibretler vardır."

(Rum Sûresi, 37. Âyet)

- "Bilmiyorlar mı ki Allah rızkı dilediğine bol bol verir,
dilediğine de ölçülü verir.
Kuşkusuz inanan bir topluluk için bunda dersler vardır."

(Zumer Sûresi , 52. Âyet)

- "Kullarından rızkı dilediğine bol bol,
dilediğine de ölçülü veren Allah’tır.
Allah her şeyi hakkıyla bilir."

(Ankebut Sûresi , 62. Âyet)

Celse'le devam edelim:

Varlık1- Evet... Şimdi size doyamadan ayrılacağım.
İdâreci- Emirleriniz var mı, efendim?
V1- Emir değil, dileklerim... ALLAH Sevgisini üzerinizden eksik etmesin!
İ- Âmin!... Bir dua edelim, efendim.
Varlık2- ........ Merhaba!...
İ- Hoş geldiniz.
V2- Hani Annette'e bir dua?
İ- .... Dua ettik.... ALLAH kabul etsin.
V2- Yine merhaba!
İ- Kime dediniz?
V2- Cümlenize dedim. Ey Uyutan!..
Bir ALLAH'ın selâmını söylüyorum da, şaşırıyorsun.
İ- Baştan selâmlamış olduğunuz için...
V2- Ne olacak?... Bir daha merhaba!...
Avradakiler- Merhaba!
İ- Bu akşam ne hazırladınız bizlere?
V2- Bir Masa hazırladım.
İ- İzin çıktı mı Masa Celsesi'ne?
V2- Yoo, yanlış anladın. Hâşâ!.. Yasak ettim. İstemem böyle şeyler.
O zaman bu işler öbür tarafa döner. Maddî Tezâhür... Hep Maddî Tezâhür...
Mühim olan, görmeden inanmak. En makbûlü bu!
İ- Fakat sizin varlığınızı daha yakından hissetmek, bunu maddî dellilerle
göstermeyi istemek kötü mü?
V2- Bir fotoğraf makinesi al da, boy fotoğrafımı çekiver bâri!..
İ- İnşallah o günler de gelecek.
V2- O işlere girmek için senden çok şey isterim sonra.
İ- Elimden geleni yaparım.
V2- İstemiyorum böyle.
İ- Peki.
V2- Şöyle diyelim: Ölmüşlerinizi yâdettiğiniz zaman, yüzlerini şekillendirirsiniz
gözlerinizin önünde, vücudunu mu şekillendirirsiniz?
İ- Hayır.
V2- Nasıl olur peki?
İ- Hissederek.
V2- Daha ne istiyorsun? Ne bizlerle ujğraşıyorsun, görünelim diye?
İ- Tamam, peki.
V2- Bugün ben hışımlıyım... Medyum'un hazırlık olması şart bir kere...
Sonra Medyum'un annesinden izin koparmak lâzım. Ne haber???
İ- Kendi sesinizle hitap edemez misiniz?
V2- Vi Mösyü... Sana demiştim, değil mi?... Onun kitabı için Fransızca
anlaşacaktık.
(Haluk Alpender ile)
İ- Ankara'da değil, efendim. Arıyorum.
V2- Daha da bulursun!
İ- Peki, efendim.
V2- Hadi şu senin kaplılardan bir tânesinden bir sual, en fazla iki sual
soralım, cevap verelim. Ondan sonra da "merhaba" diyeceğim yine.

İnsan "Eyvallah, Hoşçakal, Allahaısmarladık" gibi bir ifâde bekliyor , değil mi, Varlık ayrılırken... Anet yine "Merhaba" diyeceğim demiş... Her gün bir kaç defa kullandığımız MERHABA kelimesi, "selâm, şâdlık, neşeli oluş, 'Geniş ve mâmur yere geldiniz, rahat ediniz, günaydın, hoş geldiniz' anlamlarında bir esenleşme veya selamlaşma" demektir. Anet bunu "Neşeli olun, neşeyle kalın" anlamında kullanıyor.

Varlığın "Kaplılar" dediği, İdâreci'nin aklına gelen soruları kaydettiği kaplanmış defterler... Toplam 400 soru vardı o defterlerde. Ama acemilik işte, her Varlığa ona uygun suallerin seçilip sorulması gerekirken, İdâreci sıradan gidip bundan önceki bir Celse'de NAZAR konusunu sormuştu. Varlık ona takılacak. İdâreci de yine benzer bir hatâ yapacak.

İdâreci- Hangi mevzuda arzu edersiniz?
Varlık2- Aç, aç!.. Bir tâne sor. Ama gözünü seveyim, Nazar'lı olmasın!..
İ- "Kul sıkışmayınca, Hızır yetişmez" sözünün altında yatan hikmeti
açıklar mısınız?
V2- Buna bağlı bir lâf da "ALLAH bir kapıyı kaparsa, bir kapıyı açar" ...
"Derdini veren ALLAH dermânını da verir"... Sen bana atasözü söyledin,
ben de sana söylüyorum.
İ- Bunların mânâlarını açarak...
V2- Be kuzum, mânâsını ben sana ne açayım bunun?.. Açık!.. Sarih!..
Var mı anlaşılmayan bunda bir şey?.. Anlamıyan varsa, açalım.
İ- Neden sıkılınayınca?.. Veya neden sıkılınca?
V2- Şimdi mânâ sıkılınca, sıkılmayınca... Limon yapacaksınız en
sonunda... Kul sıkışmayınca, Hızır yetişmez. Var mı bunu anlamayan?
İ- Muhterem dostum, zâhîrî mânâsını anlıyoruz. Acaba bunun altında
bir hikmet yatmakta mıdır?
V2- Her şeyin altında bir hikmet yatar zâten.
İ- Tamam. Bunun biraz daha açıklanmasını...
Hayri Bey- ALLAH'ın yetişmesi için kulun mutlaka sıkıntıya mı girmesi şart?
V2- ALLAH sevdiği kuluna dert verir. "Bakalım, derdini çekebilip te,
Bana şükrediyor mu?" ... Eğer... Bakar ki şükrediyor, ondan sonra Hızır'ını da
verir zâten. Yetiştirir... Açtık mı?... Anlaştık mı Uyutan?
İ- Şimdi oldu. İşte buydu.
V2- Bu kadarcık... Senin bu Medyum'un da yandı, yandı... Susuzluktan yandı.
İ- İçirelim, dostum.
V2- Uyanınca içirirsin... Yalansın, dursun!... Evet.
İ- "İRÂDE, muayyen bir istikamete tevcih etmek kaabiliyetidir" sözünü
açar mısınız?
V2- Meselâ?
İ- Meselâ, bir insan dikkatini bir noktaya teksif edebiliyorsa, irâdelidir.
V2-
Aynı anda bir kaç noktaya çevirebiliyorsa, irâdesiz mi?
İ- Bir noktada toplayamiyorsa, irâdesizdir. Öyle değil mi?
V2- Öyle.
İ- Bu kaabiliyet nasıl elde edilir?
V2- Tırmanarak, çabalıyarak, susuyarak, yanarak...
İ- ....
( sessizce güler) ....
V2-
(farkeder) Ne gülüyorsun?
İ- Bir kaç kelimeyle çok güzel izah ettiniz.
V2- Bak, ben seni nasıl seyrediyorum
(Medyum'un gözleri kapalı iken bile).
İ- Bu gece her zamankinden daha sert davranıyorsunuz.
V2- Sana karşı hep sertimdir zâten. Hiç yıldızım barışmaz senle... Niye ki?
Dr. Suat Bey- Çok sevdiğiniz için.
V2- Şımaracak!... Sevmem!... Hiç sevmem!...

Bir tâne daha... Son sual!

İ- Var mı sual sormak isteyen?... Nedret Hanım...
Nedret Hanım- Beni unuttu mu?
V2- Nasıl unuturum?... Hiç birinizi unutmam. Hepiniz bendesiniz. Bilmem,
ben de sizlerde miyim?
İ- Muhakkak.
N.S.- Eskiden görünürdün. Şimdi
(Medyum) hiç görmüyor. Neden acaba?
V2- Daha iyi görmemesi.
N.S.- Eskiden korkuları vardı. Sizden miydi?
V2- Evet.
(Varlığın bir başkasına Obsedör olduğu dönemde)
İ- Görünen siz miydiniz?
V2- Evet. Beni gören üç kişi vardı zâten burada.
İ-Muhterem Üstâem, rüyâda gördüklerimizin hepsi Âlem-i Mânâ'ya mı âittir?
V2- Şimdi Ruh Doktorları'na bakarsanız, rüya insanın kendi şahsiyetidir.
Şuurunun altında yatan şahsiyetidir. Senin dediğine göre Âlem-i Mânâ'dır.
Gel, şimdi çık bu problemin içinden!.. Acaba hangisi olsa?
İ- Siz bir yol gösterin de...
V2- Çok yemek yedin, kâbus gördün... Âlem-i Mânâ mı?
İ- Değil.
V2- Abdestsiz yattın. Ne diyelim?.. Kâbe'yi gördün. Bu kâbus mu?
İ- O da değil.
V2- Ne oluyor şimdi?
İ- O Âlem-i Mânâ'ya âit oluyor. Nasıl tefrik ederiz?
V2- Bir uykuya yat bakalım, sen ayırırsan, bana da gel, haber ver.
İ- Bunu ayıranlar var.
V2- Meselâ kim?
İ- Mâlûm... Bu mevzuda derinleşmiş olanlar ayırabiliyor.
V2- Oralara kayarsan...
İ- Zâten onun üzerinde gidiyorum.
V2- Ben de sizin üzerinizde gidiyorum.
İ- Biz de o mertebelere nasıl yaklaşabiliriz?
V2- Ah!... Ahh!... Soldaki doktorcuğum!... Ne diyeyim buna şimdi ben?
Dr. Suat Bey- Gündüz kafamızı meşgûl eden şeyler gece ruyâlarla ortaya
çıkabilirler. Bunlar mutlaka Cenâb-ı HAKK'ın birer lûtfu demek değildir.
Ancak çok ender vak'ada bâzı hakikatler daha evvel buna lâyık olmuş
kullara verilmiştir.
V2- Ve uyandığı zaman da tatbik edilebilir. Yâni, ALLAH seçtiği kullarına
nasip eder... Tamam mı?
İ- Tamam.

Aslında bu konuda bir kanaate varmış ve bunu RÜYÂLAR sayfasında açıklamıştık. RÜYÂLAR bizce üçe ayrılır. Birincisi, fizikî çevreyle ilgilidir. Soğuk bir odada uyuyakalmışsan, üşüyorsan, rüyânda fırtına estiğini, kar yağdığını görebilirsin. İkincisi, şuuraltının etkilediği rüyâlar... Genelde o gün insanın yaşadıkları, seyrettiği filimler, okuduğu kitaptan heyecanlı bölümler rüyaya bir şekilde yansır. Üçüncüsü "haberci rüya" diyorlar ama, bizce mânevî, Rûhî Rüyâlar'dır... Kişinin kendisiyle alâkalı, fakat Ruhlar Âlemi'nden mesajlar, ikazlar veya geçmiş hayâtıyla ilgili bölümler rüyâda yer alır...

Varlık2- Eğer o yola da.... Bıktım şu senin teypinin sesinden
(Makaralı teyp arada cızırdamaktaydı) Eğer Öteki Âlem'i , Bu Âlem'i
gören insanlardan olmak istiyorsan, kaybol! Dal bakalım, bu işin
içine de, Tasavvuf'a vur!.. Bak, o zaman ALLAH nasip ederse, sen de görürsün.
Âlem-i Mânâ'yı hissedersin. Gördüğün rüyâlar çıkar. Ama iste!
Ömer Bey- Efendim, bâzen bu Mânâ Âlemi'ne dalmak istiyoruz da,
sigortamız kâfi gelmiyor. Ne yapalım?
V2- Kısa devre yapıyor, değil mi?.. İşte o sigortayı attırmamak için,
öyle bir yol gösterici lâzım ki, sigortaları yerinde tutsun.
Ö.B.- Ama bunu insan her zaman bulamıyor. Bulmak için de bir yol
gösterir misiniz?
V2- ALLAH nasip ettikten sonra, önünüze set çekseler bile farketmez.
İ- Efendim, bu duruma göre Celse bitmişi oluyor. Bana bir nasihatiniz var mı?
V2- Şaka bir tarafa, ALLAH yolunu açık etsin.
İ- Bir dua edelim.
V2- Efendim, Merhaba!
Avradakiler- Merhaba!...
V2- ALLAH'a emânet olun!

Çok şükür, bitti... Ne kadar uzun bir Celse'ymiş!... Ve ne kadar uyumlu bir Sohbet... Gördüğünüz gibi bir kişi konuşuyor, herkes dinliyor... Öyle Açık Oturumlar'daki gibi herkes bir ağızdan konuşmuyor, En basit âdâb-ı muaşeret, yâni görgü kurallarından biri... Hani köy kahvesinde olsa, diyeceksiniz ki, halk câhil... Ama en okumuş câhiller arasında bile uygulanmayan bir kural... Biz uygularız... Haa, bir de konuyu dağıtma yok... Yâni, bir konu bitmeden başka bir konuya, bir sual cevaplanmadan başka bir suale geçilmez bizim Toplantılarımız'da... O da bir kural... Rahmetli Bedri Bey de, Ferhan Bey de uygulardı. Biz de ondan öğrendik.

Ruhi Selman

selman@journalist.com

***

  • Önemli Sayfalar:

    - BİR SPİRİTUALİSTİN DÜNYASI - ANA SAYFA
    - BİR TEBLİĞ
    - ÖLÜM VE SONRASI
    - ÂHİRETTEN SİMÂLAR - 1
    - ÂHİRETTEN SİMÂLAR - 2
    - ÂHİRETTEN SİMÂLAR - 3
    - ÂHİRETTEN SİMÂLAR - 4
    - ÂHİRETTEN SİMÂLAR - 5
    - ÂHİRETTEN SİMÂLAR - 6
    - ÂHİRETTEN SİMÂLAR - 7
    - ÂHİRETTEN SİMÂLAR - 8
    - ÂHİRETTEN SİMÂLAR - 9
    - ÂHİRETTEN SİMÂLAR - 10
    - ÂHİRETTEN SİMÂLAR - 11
    - ÂHİRETTEN SİMÂLAR - 12
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 50
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 51
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 52
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 53
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 55
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 56
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 57
    - ÂHIRET'TEN SİMÂLAR - 58
    - ÂHIRET'TEN SİMÂLAR - 59
    - ÂHIRET'TEN SİMÂLAR - 60
    - ÂHIRET'TEN SİMÂLAR - 61
    - ÂHIRET'TEN SİMÂLAR - 62
    - ÂHIRET'TEN SİMÂLAR - 63
    - ÂHIRET'TEN SİMÂLAR - 64
    - İBN-İ SİNÂ CELSESİ
    - TEKÂMÜL'E GİDEN YOL
    - NEYZEN TEVFİK'TEN BİR ŞİİR
    - BİR OBSESYON VAK'ASI
    - ÖTE ÂLEM'DEN ŞİİRLER - 1
    - RÜYÂLAR - 1
    - REİNKARNASYON
    - ANADOLU'DA REİNKARNASYON ŞİİRLERİ
    - İRLANDALI ŞÂİR JAMES CLARENCE MANGAN ANADOLU'DA MI YAŞADI?
    - FİNCAN CELSELERİ - 1
    - FİNCAN CELSELERİ - 2
    - FİNCAN CELSELERİ - 3
    - KADIN HAKKINDA BİR TEBLİĞ
    - EKMİNEZİ ÇALIŞMASI
    - RÛHÎ FİLİMLER - 1
    - ENTERESAN RÛHÎ OLAYLAR
    - ERGUN ARIKDAL VE SÂDIKLAR PLÂNI'NI TENKİT
    - BÜLENT ÇORAK VE DÜNYA KARDEŞLİK BİRLİĞİ SAFSATASI
    - Bülent Çorak'tan Uzaylı Tebliğ - ALTON'DAN MESAJ
    - CENAP BAŞMAN VE MARON TARİKATI
    - SAPKIN RAEL TARİKATI
    - TRANSANDANTAL MEDİTASYON KANDIRMACASI
    - MELEKLER'DEN MESAJ ALDIĞINI SANAN ŞAŞKINLAR
    - SİRİUS MİSYONU ZIRVALARI
    - ŞEYTANA TAPAN SATANİSTLER
    - KRYON "TEBLİĞ"LERİ VE LEE CARROLL'UN "MEDYUM"LUĞU
    - J. Z. KNIGHT ADLI KADIN MEDYUM VE RAMTHA "TEBLİĞ"LERİ
    - MEDYUM JANİ KİNG VE VARLIK P'TAAH
    - AKHENATON VE KURGU AGARTA "TEBLİĞ"LERİ
    - SILVER BIRCH TEBLİĞLERİ
    - "SÜPER İNSANLIK" DERNEĞİ VE UYDURUK "TEBLİĞ"LER
    - ZIRVA RA-KA TEBLİĞLERİ
    - SÂDIKLAR PLÂNI'NI TENKİT - 2
    - KASYOPYA CELSELERİ'NDE ATMASYON, KITIRASYONLAR
    - RA "TEBLİĞ"LERİ
    - HAYÂLÎ ANDROMEDA KONSEYİ
    - VARMIŞ GİBİ YUTTURULAN PLEİADES KONSEYİ
    - HATHOR'UN GEZEGENİNDEN İNANDIRICI OLMAYAN MESAJLAR
    - ÜSTAT KUTHUMİ'DEN SAHTE İNCİLER
    - ARKTURUSLULAR'DAN MESAJLAR
    - MEKTUPLAR