BİR SPİRİTUALİSTİN DÜNYASI

ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 6

Bu sefer enteresan bulacağınız iki muhterem varlığı size takdim edeceğiz. Ancak Medyum önce yine Karanlık Tabaka'dan,Ggeri Varlıklar'ın arasından yükseliyor.

Varlık : Çakmakçı Hasan, Nazmiye
Tarih : 13.6.1961
Usûl : Hipnoz yoluyla ruhî infisal
Medyum: Ali

Medyum- Karanlığın...
İdâreci- Sür'atle çıkınız!
M- ... Kurtarın beni!.. Ölmek iste.... Etrâfımı çevirdiler... ÇAKMAKÇI HASAN... Mâni oluyor...
İ- Ne istiyor sizden?. Lûtfen sorunuz.
M- ... Korkunç yüzlü...
İ- Kimmiş bunlar? Ne istiyorlar?
M- ... NAZMİYE isminde bir kadın...
İ- Ne istiyormuş bizden?
M- Sizden birşey istemiyor.
İ- Peki, sizden ne istiyor? Suçu neymiş?
M- ... 338'de Denizli'de ölmüş... Topçu Kaymakamı Mutahip Bey'in karısıymış. Mutahip Bey ikinci defa evlenmiş.
9 yaşında bir üvey kızı varmış. Çok kötü muamele yapmasından çocuk 13 yaşında ölmüş!..
Yeter!... Ben çıkmak istiyorum!...
İ- Sizinle çıkmak istiyor... Biz buna muktedir değiliz. ALLAH taksiratınızı affetsin. Dua edelim... Şimdi ayrılınız!
M- ... Kurtuldum!..
İ- Efendim?
M- Kurtuldum!
İ- Şimdi sür'atle yükseliniz.

Çakmakçı Hasan konuşmadan ayrılmış. Nasıl bir şahsiyet bilemiyoruz.
Nazmiye ise Yarbay Mutahip'in karısı... Mutahip ismi nâdir ... Kadın, kocasının ilk karısından olan kızına öyle bir eziyet etmiş ki, zavallıyı 4 yılda ölüme sürüklemiş. Tabii Âhıret Âlemi'nde yaptığının cezâsını çekiyor.

Medyum bu canavar kadının elinden kurtulup çıkmak isteyince, Celse İdârecisi yanlış anlayıp Varlığın da çıkmak istediğini sanıyor!

Devam ediyoruz Celse'ye... Bakalım bundan sonra kim gelmiş?

Varlık : NEYZEN TEVFİK
Tarih : 13.6.1961
Usûl : Hipnoz yoluyla ruhî infisal
Medyum: Ali

M- ... Çıktım...
İ- Nerdesiniz? Lûtfen vasatınızı bildiriniz.
M- ... Çok değişik eşyalar... Çıkmakta devam ediyorum.
İ- Evet, devam ediniz. Lûtfen vasatınızı anlatarak çıkınız.
M- ... Altım, üstüm, sağım, solum şeffaf... Çok aydınlık...
İ- Rahat mısınız burada?
M- Çok rahatım...
İ- Peki, öyleyse yükselmeye devam ediniz.
M- ... Altıma bulut geldi....
İ- Burada oturacak mısınız?
M- Çıkmam kesildi.
İ- Peki, biraz burada durunuz. Dinleneniz. Ondan sonra çıkalım. Bu arada burasını anlatınız bize.
M- ... Bimiyorum....
İ- Kimse yok mu?
M- ... Pek yok... Sesler var... Hareket ediyor altımdaki... Oturdum... Şeffaf bir sonsuzluk var...
Sesler yaklaşıyor... Koku da yok...
İ- Almadınız mı kokuyu bugün?
M- Hayır.
İ- Biraz daha çıkacağız öyleyse.
M- ... Kalkamıyorum... Oturuyorum.
İ- Peki.
M- ... Hareket etti.... Ufkî olarak dolaşıyorum...
İ- Peki, dolaşın efendim. Dolaşın... Biraz sonra çıkacağız.
M- ... Bulut, seslerin geldiği tarafa doğru gidiyor... Çok uzağımda bir kalabalık belirdi...
Sanki aramızda camdan duvarlar gibi birşeyler var... Yaklaşıyorlar... O duvarlar kayboldu...
Bir sürü başlar belirdi... Bana doğru geliyorlar... Çok yaklaştılar... Flüt gibi sesler geliyor... Birisi ilerledi...
Hemen arkasından birisi onun yanına geldi, durdurdu... İkisi birden geliyordu, döndüler.
Kalabalığa katıldılar.
İ- Sizinle bu akşam görüşmek istemiyorlar mı acaba? Temas temin edebilecek misiniz?
M- ... O birinciyi geri çevirip ilerliyor...
İ- Kimmiş bu muhterem acaba?
M- ... Adını sordum... "Dua falan istemem," dedi.
İ- Kimmiş?
M- ... Asık bir yüzü var... NEYZEN TEVFİK BEY... (1)
İ- Kendilerinin bir arzu var mı? Lûtfetsinler.
M- ... Bu gece esas İSMÂİL DEDE konuşacakmış... Geriye çevirmiş kendisini... İki isteği varmış.
İ- Buyursunlar.
M- ... Birisi Tebliğ, birisi istekmiş...
İ- Buyursunlar, efendim.
M- ...Tebliğini söylüyor...
VELED ÇELEBİ EFENDİ, Işın Su Hanım'a Musallat olan Habis Ruh'u defetmiş!.. (2)
Kendisi meşgûl olduğu için rica etmiş... Artık sıkıntı gelmiyecekmiş...
İ- Bu Habis Ruh kimmiş, efendim?
Varlık- Ana rahmindeyken anasına âşık olan SÜLEYMAN isminde birisi.
İ- Kendisine minnettarız. Biz de bu hususu rica edecektik zâten.
M- Emri.... Ricâsını yine söylüyor... Tasdik ediyor...
V- ŞEFİK'e söyle... (3)
İ- Vasiyeti mi, efendim, bu?
V- Hayır... Kardeşim Şefik'e söyleyin, artık eblehliği bıraksın!.. Bu yaştan sonra
o hâdisenin üzerinde durmasın!
İ- Şefik'in adresini bize verir misiniz, efendim?
M- Peki.... Eski Baytar Umum Müdürü'ymüş.
İ- Peki, nerede bulabileceğiz?
M- Ankara'da oturuyormuş... Bir hafta evvel İstanbul'a gitmiş...
İ- Peki, Ankara'da nerede, hangi semtte oturuyor?
V- GAZİ PAŞA'nın muvakkat ikametgâhı yanı. (4)
İ- Bu yeri bize biraz daha açıklar mısınız? Gazi Paşa'nın muvakkat ikametgâhı Etlik midir?
V- Bana pösteki saydırmayın!
İ- Muhterem üstâdım, biz bu yeri bilmediğimiz için rica ediyoruz. Size zorluk için değil.
Derhal kendisine bildireceğiz.
M- ... Geçen Cuma kendisine tuttuğumu bildirmiş. Anlamamış.
İ- Şimdi muhterem üstâdım, bu adresi bilmiyoruz. Bize sarih olarak verir misiniz?
V- Acaba Lisân-ı Türkî değişti mi?.. Kendisinin Baytar Umum Müdürü olduğunu söyledim.
"Gazi Paşa'nın Fenâ'dayken muvakkat ikametgâhının yanında," dedim.
İ- Başka bizim için birşey söylemek ister misiniz, üstâdım?
M- Gülümsiyerek... "Çok şükür, başka birşey söylemiyeceğim."
İ- Peki efendim. Biz bu akşam muhterem İsmâil Dede ile karşılaşacak mıyız?
M- ... Gülüyor... "Beni Fenâ'da hamlar beğenmedi. Burada da," diyor, "aynı âkıbete uğradık, gitti!.."
İ- Estağfirullah. Bunu demek istemedim. Siz dediğiniz için sordum.
M- ... "Evet," diyor.
İ- Muhterem üstâdım bize güzel bir beyit verir misiniz?
M- ... "EŞREF'ten müsaade almam lâzım," diyor. (15)
İ- Nur içinde yatınız, üstâdım... Bir kaç tâne lûtfeder misiniz?
M- ... "Bir kaç tâne falan söyleyip te bana, rakı-kova-su hikâyesini anlattıracaklar," diyor. (5)
İ- Lûtfen... Bilmiyoruz, üstâdım. Mümkünse anlatın. Hayâtınızdan bahsedin.
Sizin için enteresan vak'aları lûtfediniz.
M- ... "Lâkırdı kıtlığında asmalar budamayı bıraksınlar," diyor... "Nasıl kendilerini hoşnut edebilirim,
onu söylesinler," diyor.
İ- Peki, efendim. Kendi hayâtınıza âit enteresan vak'aları anlatarak bizi hoşnut edebilirsiniz, üstâdım.
Eğer anlatmak arzusunda değilseniz, o zaman suallerimiz var.
V- Fenâ'da yalnız ârifleri hoşnut etmek için calıştım. Benim gıdam oydu. Burada da gıdaya ihtiyaç yok.
İ- Şu halde şahsî suallerimize geçiyoruz, müsaade ederseniz. Nevit Hanım,
"Oğlum imtihanları kazanacak mı?" diye soruyor.
V- Niye daha evvel İRÂDE-Yİ KÜLLİYE ile İRÂDE-Yİ CÜZ'İYE arasındaki farkı sormuyorlar?
İ- Üstâdım, arkadaşlar İrâde-yi Külliye ile İrâde-yi Cüz'iye'nin izâhını istiyorlar.
V- İRÂDE-Yİ KÜLLİYE'nin izâhını erbâbına bırakıyorum.
ALLAH o hanımın oğluna kusursuz İRÂDE-Yİ CÜZ'İYE verdi. Onu kullandığı nisbette muvaffak
veya adem-i muvaffak olacak.
İ-Câhit Bey diyorlar ki, "TANRI'yla yüzgöz olduk.. Hem arkadaş, hem Türk.. İkimiz bir mahallede büyüdük"
diye bir şey yazmışsınız. Bu yazdığınızla bugünkü fikriniz arasında bir fark var mı, yok mu, efendim?
V- Var.
İ- Ne gibi?
V- Yalnız ÂDEM eğesinden HAVVA değil; ben de o Kocaman'ın eğesinden geldim... Fenâ'da bunu söylemedim.
İ- Arkadaşların ricâsı şu: Hayatta iken başınızdan geçen hoş vak'aları nükteli bir şekilde nakleder misiniz?
Kaabil mi?
V- Kim dedi, "Ben İSMÂİL DÜMBÜLLÜ'yüm," diye?.. (6)
İ- Muhterem üstâdım, Tâlih nedir? Bunu bize îzah eder misiniz?
V- Üstüme geliyor!.. Sen hiç ishal oldun mu?
İ- Çook!
V- Tâlih, insan hayâtının bir ishalidir ki, olup olmaması verilen gıdalara bağlıdır.
İ- Bu tâlihin dünya tecrübeleri karşısında saadet ve felâket mefhumlarını nasıl izah edersiniz?
V- Tâlihin felâketle ilgisi yoktur... Biz bir koyunuz. Çobanımızdan, "Canım şunu istiyor, canım bunu istiyor"
diye herhangi birşey taleb edemeyiz. Çobanın arzusuna bağlıdır.
İ- Peki, efendim... Muvaffakiyetsizliklerin karşısında teşebbüslerin kıymeti nedir?
V- Yıkılan binânın karşısında ah-vah etmeye lûzum yoktur. Derhal "Binânın enkazından nasıl binâ yaparım?" ...
Onu düşüneceksin!.. Teşebbüs budur!.. Biz... Ben bunu, haklı olarak Fenâ'da yapmadım. Siz yapın!..
İ- Efendim, Cahit Bey'in ricâsı var: Sâhib-ül Cût ve Zül Kerem ne demektir? (7)
V- Sual sâhibi kafasındakileri atsın, bunun cevâbını vereyim.
İ- Lûtfen, izâhını rica ediyoruz.
V- Neyi?
İ- Sâhib-ül Cût ve Zül Kerem.
V- Cût, "herkesi yalnızlıktan kurtaran, Kendisi Ezel'den Ebed'e yalnız kalan" demektir.
İ- Zül Kerem'i de rica ediyor arkadaşımız.
V- İstemesini bileler!.. DİLEKLERİNİ CÖMERTÇE SU HÂLİNDE AKITAN EBEDÎ ÇEŞME...
İ- Dr. Mehmet Bey'in de bir ricâsı var: "Bundan 23 sene evvel babam ve
4 kardeşim yabancı bir millet tarafından hapsedilmiştir. Âkıbetleri ne oldu?"
V- Cevâba dayanıklı mı?
İ- Evet, efendim.
M- "isbır feinned dehre la yesbır" diyor. (8)
İ- Anlıyamadık. Lûtfen tekrarlayınız.
V- "isbır feinned dehre la yesbır" dediler... Lisân-ı Türkî'de, "Sabret! Dünyâ sabretmez!" demektir...
Bir kayıpla çok yakında diğerlerinden haber alacaktır.
Cevâbı yalan söyledi... Şu andan itibâren içine mânâsız abdest etti!..
METÂNET, AMUD-U FIKARI GİBİDİR. ONSUZ YAŞANMAZ! (9)
İ- Gene Dr. Mehmet Bey'in ricâsı şu: Memleketim işgâl altındadır. Acaba bu işgâlden kurtulacak mı?
V- Onun memleketini işgâl eden düşman, semâvî bir âfet olarak beşeriyetin üzerine inmiştir.
Yalnız o değil, beşeriyet kurtulacaktır!..

HAZRET-İ ÖMER'E BİR GÜN BİR KADIN HABER GÖNDERDİ, "İNEĞİM UYUZ OLDU.
DUA ETSİN DE, GEÇSİN!" DİYE...
ÖMER BİN HATTAB ŞU CEVÂBI VERDİ, TEBESSÜM EDEREK,
"OKUDUM. DUANIN İÇİNE BİRAZ KATRAN KATSIN, KARIŞTIRSIN!" DEDİ.

Vatanının kurtulması için temennide bulunmak kâfi değildir. GENCE DAĞLARI'ndan
gelen sese kulak versin! (10)

İ- Efendim, buradaki arkadaşlarımıza tavsiyeleriniz var mı?
V- Niye buradakiler için de, mubârek millet için değil?
İ- Evet, efendim. Mubârek milletimiz için.
V- Burada da GAZİ PAŞA'ya ikinci mektubu yazdım. Onu tamamlayınca,
BÜYÜK MÜRŞİD'in huzûruna arzedince, Fenâ'ya indirteceğim. Temennilerim bundadır.
İ- Sevim Hanım'ın ricâsı şu: II. Cihan Harbi'nde işgâl altına giren bir memlekette iki arkadaşı varmış.
"Acaba bunların âkıbeti ne oldu?" diye soruyorlar.
V- Son defâ 1944'te buluştukları mı?
İ- Anlaşılamadı.
V- Kendisinin küffar ilinde 2 değil, 4 arkadaşı var. 1944'te buluşanları mı soruyor?
İ- Buluştuklarını bilmiyor. Marta Birol, Lawrence Wilmar isimleri imiş.
V- Baştan ikincisi son haberden 6 ay sonra kendi inancına kavuştu.
İ- Lawrence, yâni... Muhterem üstâdım, Yassıada Mahkemeleri'nde şu anda tahliye edilecekler var mı?
V- Bana değil, daha size yakın olan Nüddâm'a sorun!... İnnallâhe ye’muru bil adli vel ihsân. (11)
İ- Muhterem üstâdım, biz bunun mânâsını bilmiyoruz. Lûtfeder misiniz?
V- Ben de üç defa gittim ama, çocukluğumda öğretmişlerdi. Üç defa Cuma Namazı'na gittim.
İçinizden biri üç vakit önce gitti.... Hutbenin sonunda hatip "İnnallâhe ye’muru bil adli vel ihsân"
der. Vel adli vel ihsan...
İ- Câhit Bey'in sorusu da şu: Bize Tasavvuf'u tarif eder misiniz?
V- Bütün ömrümde mânevî pislikten arınmak için alkolle yıkandım ama,
ben istemedim. Gerçek mutasavvıflara dâima taabbüd ettim.

TASAVVUF, sizlerin anlıyacağı mânâda, NEFS-İ EMMÂRE'Yİ HÂKİMİYET ALTINA ALIP,
MUTLAK İNSAN OLARAK KEMÂLE ULAŞMAK DEMEKTİR. ONUN İÇİN DE ASRIN MUTASAVVIFLARI
OLABİLİRSİNİZ AMA, TERK-i DÜNYÂ EDEREK DEĞİL! SİZİN NEFS-İ EMMÂRENİZİ HÂKİMİYET ALTINA
ALMANIZ, CEMİYET İÇİNDE OYUNCU OLARAKTAN MUTEBER İNSAN OLMANIZI TEMİN ETMEKTİR.

İ- Tasavvuf bir hâl midir?
V- Hâl olsaydı, bizâtihî eşyânın tabiatında meknuz olurdu. Hâl değil, hâlettir.
İ- Erdoğan Bey'in suali şu: Bugünkü hiciv edebiyâtını beğeniyor musunuz? Kimi beğeniyorsunuz?
V- Fenâ'da ve Ukbâ'da hiçbir zaman kendisini beğenmemiş insan, başkalarını beğenebilir mi?
İ- Efendim, hiciv edebiyâtında küfrün yeri olduğuna kaani misiniz?

V- YERİNDE KULLANILDIĞI ZAMAN KÜFÜR, ÂYET-İ KERİME KADAR İNDALLAH'TA MAKBÛLDÜR. (12)

İ- Câhit Bey diyorlar ki, "Mevlâna ile Şems arasındaki münâsebet nedir? Neden Mevlâna,
Şems'i gördükten sonra Mevlâna olmuştur?"

V- PORTAKAL FİDANI ÇEKİRDEKTEN YETİŞİR. ÇEKİRDEĞİ TOPRAĞA DİKTİĞİNİZDE İÇİNDE
PORTAKAL VAR MIYDI?..
MEVLÂNA PORTAKAL; ŞEMS, DAHA MİLYONLARCA ŞEMS'İN OLDUĞU GİBİ,
ÇEKİRDEKTİR.

Kendisinden birisi, hatun kişi, çok hâinkârlıkla kafasındaki sualin cevâbını öğrenmek istiyor...
Daha küçüktür. O suali de, dayandığı temelleri de yok etsin!
İ- Muhterem üstâdım, bütün hatunlar birbirlerine bakıyorlar, "Acaba bana mıydı?" diye...
Anlıyamadılar. "Acaba hangimize âit?" diyorlar.
V- O sana göre!..
İ- Hiç kimse "Anladık," demiyor, üstâdım.
V- Setr-i avret ihtiyâcı olmasaydı, elbise yaratılmazdı.
İ- Doğan Bey diyorlar ki, sizi hayattayken müteaddit defâlar ziyâret etmek istemiş,
fakat bir türlü muvaffak olamamış. "Acaba bir sebep mi vardı," diyorlar.
V- Çok isâbetli hareket etmiş. Alkol kokusundan burnunun direği kırılırdı.
İ- Üstâdım, bu alkolden dolayı uhreviyette bir suale tâbi tutuldunuz mu?

V- Alkol üzümden yapılır. Üzümü insan değil, HALLÂK-I ÂLEM yaratmıştır.
Hamlar kendi zamirlerinin meydana çıkmaması için bir takım uydurmalarla alkolü
haram etmişler. Benim mayamın ayıp tarafı içsem de, içmesem de yoktur.
Eğer azâb-ı elim ile taazzep edilmiş olsaydım, şimdi sen benimle konuşamazdın! (13)

İ- Muhterem üstâdım, acaba Medyum'umuz için bir şey söyler misiniz? Belki kendisinin bir suali vardır.
V- Elbet... "Bedbaht âna derler ki, elinde cühelânın kahrolmak için kesb-i kemâl-i hüner eyler!" (14)
İ- Bu cevaptan birşey anlıyamadık.
V- Önce dedim ki, "Bedbaht âna derler ki, elinde cühelânın kahrolmak için kesb-i kemâl-i hüner eyler!"
Sofraya gelen çok nefis bir yemeği, yemek tabakta...
İ- Bu son söylediğinizi bir daha tekrar eder misiniz?
V- Hanginiz sofranıza gelen çok nefis bir yemeği, o yemeği taşıyan tabağın yediğini gördünüz?
İ- Doğru... Muhterem üstâdım, burada tabak herhalde Medyum'umuz oluyor. Değil mi?
V- Hele şükür!..
İ- Bülent Hanım'ın bir ricası var. Diyorlar ki, "Benim Hâmi Ruhumu acaba lûtfederler mi?"
V- Hâmi mâmi diye bir Ruh yoktur. Bütün Ruhlar'ın HALLÂK'ı vardır!
Ruhunu bıraksın, servi bülendine Fenâ'da iyi sarılsın!.
İ- Muhterem üstâdım, her insanın bir Hâmi Ruhu olduğunu biliyoruz. Bu cevâbı biraz tasrih ederseniz...
V- "Biliyorum" derken bile cehl-i mürekkebini açığa vuruyorsun!
İ- Efendim, bundan evvel bir çok üstâtlarla görüşürken, bunun hakkında epeyce mâlûmat aldık. O bakımdan rica ettik idi.
Ama siz söylemek istemiyorsanız, sormıyalım.
V- Aldıysan, gül bahçesinin içine fışkı serptirmeye beni niye memur ediyorsun?
İ- Efendim, Ümit Hanım diyorlar ki," NASREDDİN HOCA'nın bir kısım hikâyeleri sonradan mı düzülmüştür,
yoksa hepsi kendisine mi âittir?"
V- Eski Roma'nın süflâya düştüğü zamanda, sırf yemekten zevk almak için, yemek yenir ve kusulurmuş...
Bu suali soranın hâlini ona benzettim.

ASLOLAN HİKÂYELERİN KENDİSİ, BİZE VERDİKLERİ DERSLERDİR!.. BİZ ONLARIN SÂDECE DİRİSİYİZ!..

İSMÂİL DEDE'nin vakti gelmiş.

İSMÂİL DEDE'nin vakti gelmiş ama, maalesef kayıt cihâzında bant bitmiş, o kısım kaydedilmemiş... Veremiyeceğiz.... Önce NEYZEN TEVFİK'i tanıyarak çalışmaya başlıyalım.

(1) TEVFİK KOLAYLI, 24 Mart 1879'da Bodrum'da doğdu, Babası Hasan Fehmi Bey, Neyzen'in tâbiriyle annesi ile birlikte "yüzünde riyâsız, mâsum bir insanlık ifâdesi" bulunan kültürlü, sanatsever ve Tevfik gibi nüktedan bir Rüştiye (ortaokul) öğretmeniydi. Babasının görevleri bulunduğu Urla kasabasında amatör bir neyzenden nota ve usûl bilgileri öğrenerek başladığı ney çalışmalarını kendi kendine ilerletti. İzmir İdâdisi'ne (lise) girdiyse de, bitirmeden ayrıldı. Bu arada gene kendi kendine Farsça öğrendi. İzmir Mevlevîhânesi'ne girdi. Daha sonra İstanbul'a yerleşerek Galata ve Kasımpaşa Mevlevîhâneleri'ne devam etti. 1902'de Bektâşî tarikatından nasip alarak Bektâşî dervişi oldu. Bir yandan da şiirle ilgileniyordu. Şâir Eşref ve Mehmet Âkif'le tanıştı ve şiir konusunda her ikisinden de etkilendi. 1908'den sonra bir süre Mısır'da bulundu. 1913'te İstanbul'a döndü.

Neyzen Tevfik genellikle toplum kurallarına uymadan yaşamını sürdürmüştür. Neyini bir geçim kapısı haline geçirmemek için direnmiş, yalnızca içinden geldiği zaman ney üflemiştir. Neyzenliğini geliştirmek kaygısı duymamış, sanat değeri kalıcı bir müzikçi olmak için uğraşmamıştır. Neydeki başlıca ustalığı iyi üflemesiydi. Belirli müzik kurallarının dışına çıkar, ama hep duyarak üfler ve dinleyenleri etkilerdi. Kendi açıklamasına göre yüze yakın plak doldurmuştur. Neyzen hakkında çok şey yazılmıştır.

Neyzenliğinin yanı sıra adını yergi ve taşlamaları ile de duyurmuştur. Kimi eleştirmenleri göre bu türün Nef'î ve Eşref'ten sonra üçüncü önemli temsilcisi sayılır. Ününün yaygınlaşmasında halk tarafından çok sevilmesinin de çok büyük payı vardır. Yergilerini genellikle siyâsî ve dinî baskıya, çıkarcılığa yöneltmiş, toplumdaki tüm haksızlıkları çekinmeden dile getirmiştir. Soyadı Kanunu çıkınca aslen Samsun'un Bafra ilçesine bağlı Kolay beldesinden olduğu için âilesine "Kolaylı" soyadını almıştır.

Üstât Neyzen Tevfik hep köprüaltında yaşadı. Küçücük odasında bir yer yatağı, testisi ve neyinden başka bir eşyâsı yoktu. 28 Ocak 1953'de İstanbul'da vefat etti. ALLAH gani gani rahmet eylesin!.. Pek çok Celsemize misâfir olmuştur. Bir kısmını ilerde vereceğiz. Ama burada rahmetli Dr. Ferhan Erkey'in (1921-2002) Medyumu Esat Bey aracılığı ile kurduğu İrtibat'ın bir kısmını kaydetmeyi bir borç biliyoruz.

Diş Tabibi FERHAN ERKEY hakkında derleyebildiğimiz bilgiler şunlardır: FERHAN ERKEY, Türk Spiritüel çalışmalarının akademik platforma taşınması için Dr. Bedri Ruhselman gibi zamanının tüm dinamizmini bu alanda harcamıştır. Bizce Bedri Ruhselman'dan sonra Ferhan Erkey gelir. Bu ikisinden başka gerçek Spiritualist azdır memleketimizde.

1921 Afyon doğumlu olan Ferhan Erkey, çocukluğundan beri bir çok paranormal fenomen yaşamıştır. Bir dönem askerî okulda da okuyan Ferhan Erkey, Spiritualizm'le tanıştığı 1960 yılından itibâren çalışmalarını, hayâtının çoğunun geçtiği Ankara'da İzmir Caddesi'ndeki Kocabeyoğlu apartmanındaki dişçi muayenehânesinde, her Salı ve Cuma, halka açık konferanslarla ve Celseler'le sürdürmüştür. Dönemin Devlet büyüklerinin ilgi odağı olmuştur. O dönemin Devlet Bakanı Kemâl Satır, Nüvit Yetkin, İçişleri Bakanı Orhan Öztrak çok kez Celselerinde bulunmuşlardır. İsmet İnönü ile 27 Mayıs İhtilâli ve Trans sırasında alınan gelecek ile ilgili olayların görüştüğünü anlatılmaktadır. Erdal İnönü ve kızı Özden'in Seanslar'dan korktuğunu da bildirilmiştir.

Bütün bu yakın ilişkilere rağmen, Türk Psikiyatri Tıbbı'nın önde gelen isimlerinden rahmetli Prof. Dr. Recep Doksat ve Prof Dr. Şerif Şankal'ın berâberce Bakanlığa sundukları bilimsel araştırma projeleri, Dr. Ruhselman'dan sonra bir kez daha kabul görmemiştir.

Hayâtı yüzlerce Paranormal olayla geçen Ferhan Erkey'in bir Celsesinde Trans hâlindeki Medyum'un çizdiği ve Ruhsal bir Varlık tarafından çizildiği belirtilen Meryem Ana resmi İzmir Efes'teki Meryem Ana kilisesinde bulunmaktadır. Hıristiyan yetkililerce çok beğenilen bu resim ilgilenenlere hatırlatılır.

Bu muayenehânedeki çalışmalar, şâhit olduğumuza göre şöyle cereyan etmekteydi: Cuma günleri herkese açık konferans ve sohbet toplantıları yapılır, bu toplantı esnâsında önceki Celseler'in bantları dinlenilir, üzerinde konuşulurdu. Sali günleri ise, Cuma toplantısına gelenler arasında müdâvimlerden ve bilgili, ilgili kişilerden oluşan bir liste kapıya asılır, içeriye bunlardan başkası alınmazdı. O günkü toplantı gene sohbetle başlar, bir Medyum'un uyutulması ile Celse şeklinde devam ederdi. O celseler bir teyp kayıt cihâzı ile kayda alınırdı. Bâzen başka Medyumlar da uyutulur, Masa Celsesi, Telepati çalışmaları yapılırdı. Yine bâzı Celseler'de ikinci bir teyp cihazından ney dinletilir, böylece Celse'nin ulvî bir ortamda geçmesi sağlanırdı. O Celseler âdetâ bir ibâdet gibi cereyan ederdi. Bu faaliyetlerde Ferhan Erkey'e "asistan" diyebileceğimiz kişiler yardımcı olurdu. Bâzı Celseler'de haftanın sâir günleri, özellikle genç müdâvimler muayenehâneye gelir, Celse bantları birer birer uzun saatler boyunca dinlenir, kâğıda çekilirdi. Sonra müsveddeler birkaç nüsha olmak üzere daktilo edilir, esas nüsha Ferhan Erkey'de kalmak üzere asistanlara, ilgilenen yardımcılara verilir, onların da Celse üzerinde yoğunlaşıp fikir üretmesi beklenirdi... Bu nüshalardan bâzıları elimizde bulunuyor...

Ferhan Erkey, çoğu bilim adamı gibi bilgi konusunda cimri, herşeyi kendine saklar olmamıştır...Hiçbir karşılık beklemeden Müjdan Gezen'in tiyatrocu, sanatçı yetirdiği gibi, Spiritualist yetiştirmeye çalışmıştır, ama ardından giden pek olmamıştır.

Ferhan Erkey, çevresindekilerin de tesiri ile 1966 senesinde bir dernek kurmuş, ve çalışmalarını dernek bünyesinde sürdürmek istemiştir. "PARAPSİKOLOJİ ARAŞTIRMALARI DERNEĞİ - SOCIETY FOR PRAPSYCHOLOGICAL RESEARCH" adındaki bu dernek vasıtasıyla yabancı ülkelerdeki Parapsikolojei çalışmaları yapan bilim adamları ile irtibâta geçme gâyesi güdülmüştür. Dernek masrafları için toplantılarda kişi başına 2,5 lira toplanmaya başlamış, ancak çoğu kimse bu miktarı bile vermekten kaçınmıştır. Dernek Yönetim Kurul Ferhan Bey'in işlerine karışmaya kalkınca, çalışmalar gereği gibi yürümemiş, her toplulukta olduğu gibi Medyumlar'ın vazifeleri bitip, miadları doldurup çekilince, hiçbirşey eskisi gibi olmamış, Ferhan Erkey 1969'da İstanbul'a taşınmıştır.

Diş Tabibi Ferhan Erkey'in İstanbul'daki çalışmaları hakkında bilgi edinemedik. Bilen varsa, yazarsa, memnun oluruz... 2002 yılında da Hakk'ın rahmetine kavuşmuştur. ALLAH gani gani rahmet eylesin. Üzerimizde çok emeği vardır.

Dr. FERHAN ERKEY arşivinden seçmeler - 1 Yunus Emre , Sâdi Hoşses'ten beste

Dr. FERHAN ERKEY arşivinden seçmeler - 2 4.10.1966 târihli celse: Ahmet Rasim 22.11.1966'de Sâdi Hoşses'ten beste

Dr. FERHAN ERKEY arşivinden seçmeler - 3 4.10.1866 târihli celse; Neyzen Tevfik, şiir, Sâdi Hoşses'ten gazel

Dr. FERHAN ERKEY arşivinden seçmeler - 4 20.4.1965 târihli celse: , Neyzen Tevfik, Hayri Tümer'den ney, Neyzen'in nihavent saz semaisi

Dr. FERHAN ERKEY arşivinden seçmeler - 5 9.3.1965 târihli celse: Neyzen Tevfik, arkadaşı İbrahim Olgun'la sohbet ediyor.

(2) Neyzen Tevfik'in "Tebliğ" olarak verdiği kısım Obsesyonlu bir kadının kurtarıldığı müjdesi... Bu müjdeyi HAZRET-İ MEVLÂNA'nın oğlu VELED ÇELEBİ veriyor... Yalnız bu isim kafamızda bir istihfam uyanmasına yol açıyor. Ne olduğunu HÜSAMEDDİN ÇELEBİ Celsesinde izah ettik.

(3) Neyzen Tevfik'in kardeşi Ahmet Şefik Kolaylı, Tevfik'e, anılarına ve eserlerine sâhip çıkan, büyük önem veren ve ansiklopedilerde adının yer almasında büyük
pay sâhibi olan vefakâr bir şahsiyettir. Şefik Bey ayrıca sığır vebâsı, tavuk kolerası aşısı, antraktsa teşhis, çiçek aşısı ve Anadolu keçilerinin plöro-paömonisi konularında çalışmalar yapmış bir bakteriyologdu. İstiklâl Savaşı'ndan sonra atandığı Pendik Bakteriyolojihânesi'nde 1939 yılına kadar müdürlük, 1939-1945 yılları arasında Tarım Bakanlığı'nda görev yapmıştı. Varlık "Eski Baytar Umum Müdürü'ymüş." demiş, öyle miydi, bulamadık ama, bizce verilen bilgi doğrudur...Şefik Bey, hangi hâdisenin üzerinde durmıyacak, açıklanmamış tabii ki!..

(4) GAZİ MUSTAFA KEMÂL PAŞA'nın "Fenâ'da iken muvakkat ikametgâhı" , yâni Çankaya Köşkü'nden önceki kaldığı yer neresi acaba?..

27 Aralık 1919’da Ankara’ya gelen Mustafa Kemâl, önce Dışkapı'daki Ziraat Okulu’nu, daha sonra da İstasyon Şefi Köşkü’nü hem konut, hem de çalışma yeri olarak kullanmıştır. Bu binaların Ata’nın çalışma ve dinlenmesi için yetersiz olmaları sebebiyle uygun bir konut arayışı içine girilmiş, daha sâkin ve huzurlu bir ortamda yaşamasını sağlamak amacıyla bağlar bölgesi Çankaya’daki bağ evi Ankara Şehremaneti (Belediyesi) tarafından satın alınıp 30 Mayıs 1921’de Mustafa Kemâl’e armağan edilmiştir... Kastedilen "muvakkat ikametgâh" Dışkapı'da şimdi Veteriner Fakültesi olan binâdır... Bilgi doğrudur.

(5) Neyzen Tevfik merhum anlatmamış ama, biz anlatalım rakı-kova-su hikâyesini...

Rahmetli Atatürk, bir gün Neyzen Tevfik’i davet etti. Sohbet sırasında Atatürk şöyle dedi:

- Senin çok fazla içki içtiğini söylüyorlar; ne kadar içersin?

Neyzen Tevfik, “İki tane kiloluk rakı içerim,” dedi.
“Nasıl içersiniz?” diye sordu Atatürk.
“Canım ne isterse; susuz, mezesiz…”

Neyzen Tevfik’e iki kiloluk rakı getirildi. “İki kiloluk içerim ama, böyle içmem,” dedi Neyzen.
İsteği üzerine masaya kocaman bir emaye kâse getirildi. Neyzen, iki kiloluk rakıyı kâseye boşalttı.Ardından, bir somun ekmek ve irice bir kaşık istedi. istedikleri gelince, Neyzen Tevfik, ekmeği lokma lokma koparıp kâsedeki rakının içine bastırdı. Ve lokmalar rakıyı iyice çektikten sonra çalakaşık yemeye başladı!
Su mu?.. Su katmadı rakıya!..

Biz Celse Açıklamalarımız'da eski kelimeleri veriyoruz ama, TEBLİĞ niteliğindeki ifâdeleri değerlendirmeyi genelde okurlarımıza bırakıyoruz. Bu Celseler'i okuyanlar çocuk değil ki, lokmayı çiğneyip ağızlarına verelim!.. Ancak İRÂDE-Yİ KÜLLİYE ve İRÂDE-Yİ CÜZ'İYE terimlerini açıklamadan geçmek istemiyoruz.

İRÂDE-Yİ KÜLLİYE, ALLAH'IN İRÂDESİ demektir. Bütün irâde ALLAH’a âittir. O murad buyurduğu zaman, ne dilemişse yapar, yaratır, istese yok eder. Bütün KUDRET O'nundur. İRÂDE-Yİ CÜZ'İYE, "kulun irâdesi" demektir. Kula bir parça irâde verilmiş, tercih hakkı tanınmış, demektir. Burada önemli olan İRÂDE kelimesidir, "bir şeyi yapıp yapmamaya karar verme gücü, istek, dilek, murad, istenç" demektir.

- "ALLAH dilediğini yaratır"
(Buruç Sûresi, 16. Âyet)

- " O, her şeyin yaratanıdır."
(Vâkıa Sûresi, 102. Âyet)

- "Eğer Allah dilerse, senin de kalbini mühürler; bâtılı yok eder
ve sözleriyle hakkı gerçekleştirir."

(Şûra Sûresi, 24. Âyet)

- "(Peygamber dedi ki:) Ben size öğüt vermek istemiş olsam da,
eğer ALLAH sizi helâk etmeyi murad ediyorsa,
zaten öğüt vermemin size bir faydası olmaz."

(Hud Sûresi, 34. Âyet)

- "Onlar orada gökler ve yer durdukça duracaklar.
Ancak Rabb'inin diledikleri başka!..
Çünkü Rabbin dilediğini yapandır."

(Hud Sûresi, 107. Âyet)

- "ALLAH dilemedikçe, onlar öğüt alamazlar.
Koruyacak da O'dur, bağışlayacak da!"

(Müddesir Sûresi, 56. Âyet)

- "ALLAH dilediği kimseyi şaşırtır, dilediği kimseyi de doğru yola koyar."
(En'am Sûresi, 39. Âyet)

- "Göklerin ve yerin mülkünün ALLAH'a âit olduğunu, dilediğine azap edip,
dilediğini de bağışladığını bilmedin mi? ALLAH herşeye kaadirdir."

(Mâide Sûresi, 40. Âyet)

- "Dilerse tevbeniz sebebiyle size merhamet eder, dilerse azâb eder."
(İsrâ Sûresi, 54. Âyet)

- "Şüphesiz ALLAH dilediğini yapar."
(Hac Sûresi, 14. Âyet)

- "Kendi nefislerini temize çıkaranları görmüyor musun?
Hayır!.. Ancak ALLAH, dilediğini temize çıkarır."

(Nisâ Sûresi, 49. Âyet)

- "Eğer ALLAH, sana bir zarar dokunduracak olursa,
onu O'ndan başka giderecek yoktur. Ve eğer sana bir hayır dilerse,
o zaman da O'nun hayrını engelleyebilecek kimse yoktur.
O, lütfunu dilediği kuluna nasip eder."

(Yunus Sûresi, 107. Âyet)

- "ALLAH'ın izni olmayınca hiç bir musibet isâbet etmez.
Kim ALLAH'a inanırsa, ALLAH onun kalbini doğruya götürür."

(Teğabun Sûresi, 11. Âyet)

- "Şüphesiz ALLAH her şeye kaadirdir."
(Nahl Sûresi, 77. Âyet , Bakara Sûresi, 20. 148. ve 284. Âyetler)

- "ALLAH, bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir."
(İnsan Sûresi, 30. Âyet)

- "ALLAH O'dur ki, gökleri direksiz yükseltti,
onu görüyorsunuz.
Sonra arş üzerine istiva etti,
Güneş'i ve Ay'ı emrine boyun eğdirdi.
Her biri belli bir vakte kadar akar gider. Bütün işleri O yönetiyor."

(Ra'd Sûresi, 2. Âyet)

- "O, gökten yere, (yukarıdan aşağıya) işleri düzenler."
(Secde Sûresi, 5. Âyet)

- "O öyle bir ilâhtır ki, göklerin ve yerin hükümranlığı kendisinindir...
O, her şeyi yaratıp, bir ölçüye göre düzenleyerek takdir etmiştir."

(Furkan Sûresi, 2. Âyet)

- "Onlar, gökleri ve yeri yaratan ALLAH'ın, kendilerinin aynı olan
insanları yaratmaya da kaadir olduğunu görüp bilmediler mi?
ALLAH onlar için şüphe edilmeyen bir vâde takdir etmiştir."

(İsra Sûresi, 99. Âyet)

- " Ne göklerde ve ne de yerde hiçbir şey ALLAH'ı âciz bırakamaz!
Çünkü O, her şeyi bilendir, her şeye kaadir olandır."

(Fatır Sûresi, 44. Âyet)

- "O zûlmedenler, azâbı görecekleri zaman,
bütün kuvvetin ALLAH'a âit olduğunu ve ALLAH'ın azâbının
gerçekten çok şiddetli bulunduğunu keşke anlasalardı!"

(Bakara Sûresi, 165. Âyet)

- "Şüphesiz ALLAH kuvvetlidir, dâima üstündür."
(Hadid Sûresi, 25. Âyet)

- "Göklerde ve yerde ne varsa hepsi, ister istemez O'na boyun eğmiştir."
(Âl-i İmran Sûresi, 83. Âyet)

- "O'nun kuvveti çok, azabı şiddetlidir."
(Mü'min Sûresi, 22. Âyet)

- "Yeryüzünde hiçbir canlı yoktur ki, idâresi O'nun elinde olmasın!"
(Hud Sûresi, 56. Âyet)

- "Allah O'dur ki, yedi göğü ve yerden de onlar kadarını yarattı.
Emir bunlar arasında iner ki, ALLAH'ın her şeye kaadir olduğunu ve
ALLAH'ın ilminin, her şeyi kuşattığını bilesiniz."

(Talâk Sûresi, 12. Âyet)

- "Göklerde ve yerde olanların hepsi ALLAH'ındır."
(Nisâ Sûresi, 126. Âyet)

- "doğu da ALLAN'ın, batı da ALLAH'ındır. Artık nereye dönerseniz dönün,
orası ALLAH'a çıkar. Şüphe yok ki, ALLAH vasîdir (herşeyi kaplamıştır),
O, her şeyi bilendir.

(Bakara Sûresi, 15. Âyet)

- "Göklerin ve yerin GAYB'ını bilmek yalnızca ALLAH'a mahsustur."
(Hud Sûresi, 123. Âyet)

İSTEMEK, DİLEMEK, HÜKMETMEK, TAKDİR ETMEK (ki, KADER kavramı bu kelimeyle ilgilidir), YAPMAK, YARATMAK, KUDRET, KUVVET, İLİM, HÜKÜM, MÜLK, LÛTUF, KEREM sâdece ALLAH'a âittir. Bu kudretlerinden dilediği kadarını kullarına bahşeder... İşte İRÂDE-Yİ CÜZ'İYE, yâni tercih ederek yaptıklarınız böylece mümkün olur. Başarabildikleriniz O'nun LÛTUF ve KEREM'iyle, İZİN vermesiyle ve MÜLK'ünden bahşettikleriyledir.

- "ALLAH o zâttır ki, emriyle içinde gemilerin seyretmesi,
sizin de O'nun lütfundan rızık aramanız
ve şükretmeniz için denizi emrinize vermiştir."

(Câsiye Sûresi, 12. Âyet)

- "Siz onların (hayvanların) sırtına binip üzerlerine yerleştiğiniz zaman,
Rabbinizin nimetini anarak, 'Bunları bizim hizmetimize veren
ALLAH'ı tenzih ve tesbih ederiz.
Yoksa bizim bunlara gücümüz yetmezdi. ' diyesiniz:"

(Zuhruf Sûresi, 13. Âyet)

- "Yeryüzü'nde vukû bulan ve sizin başınıza gelen herhangi bir musibet yoktur ki,
Biz onu yaratmadan önce, bir Kitap'ta yazılmış olmasın!
Şüphesiz bu ALLAH'a göre kolaydır."

(Hadid Sûresi, 22. Âyet)

- "Haberiniz olsun ki, biz her şeyi bir KADER'e göre yarattık."
(Kamer Sûresi, 49. Âyet)

KADER kelimesinin "ölçü" mânâsı olduğunu daha önce belirtmiş ve KADER 'le ilgili uzun bir açıklama yapmıştık. Orada herşeyin yazılı olduğu KİTAP'tan, yâni LEVH-İ MAHFUZ'dan da bahsetmiştik. Bakmakta yarar vardır... Varlık ne diyordu?.. İRÂDE-Yİ KÜLLİYE'nin izâhını erbâbına bırakıyorum. ALLAH o hanımın oğluna kusursuz İRÂDE-Yİ CÜZ'İYE verdi. Onu kullandığı nisbette muvaffak veya adem-i muvaffak olacak." ...

Biz erbâbı olmadığımız için, İRÂDE-Yİ KÜLLİYE'yi gene KUR'AN âyetleri ile anlatmaya çalıştık. ALLAH herkese İRÂDE'sinden bahşetmiş, kullandığı kadarıyla başarılı olacak, kullanmazsa başarısız kalacak. Varlığın anlattığı HZ. ÖMER kıssası CUZ'İ İRÂDE'ye çok güzel bir örnektir. Kadın ineğine katran sürerse, uyuz geçecek, sürmezse, uyuz geçmiyecek!.. Gayret göstermeyip her işi duaya bırakmak olur mu?..

NEFS-İ EMMÂRE'ye gelince; NEFS , Arapça kökenlidir, sözlükte "bir şeyin kendisi, akıl, insan bedeni, ceset, ruh, kan, azamet, arzu ve kötü istekler" gibi mânâlara gelmektedir Tasavvufta, insan için "kendisinde irâdi hareket, his ve hayat kuvveti bulunan lâtif bir cevher" şeklinde tanımlanır. EMMÂRE, "emreden. zorlayan. cebreden" demektir. Böylece NEFS-İ EMMÂRE, "emreden nefs" olur ama, insana hep kötü şöyleri emreden, kötüye sevkeden yönü kastedilir. Nedir bu kötülükler?... HIRS, KİN, ŞEHVET, ÖFKE, KİBİR, KISKANÇLIK, AÇGÖZLÜLÜK, TEMBELLİK, İFTİRÂ, DEDİKODU, CİMRİLİK, MÜSRİFLİK, SERKEŞLİK, ZULÜM, YALAN, CİNÂYET... Aklınıza EGO, BENCİLLİK, HODBİNLİK olarak ne gelirse, hepsi nefsinizin bu kötü yönündendir. NEFS-İ EMMÂRE'nin en kötü yanı da, yaptıkları kötülükleri "iyi" görmesidir. Kişi hiç pişmanlık duymaz. O kötülükleri âdetâ zevkle yapar!..

(6) İSMÂİL DÜMBÜLLÜ (1897-1973) rahmetli, tuluat tiyatrosunun önde gelen ismiydi. Kavuğunı, komedyenlere bırakmıştır. Pek çok filimde de oynamıştır.
1984 yılında bir celsemize teşrif etmişti.

İsmâil Dümbüllü, 1897 yılında Üsküdar Süleymanağa Mahallesinde doğdu. Babası II. Abdülhamid'in silahşörlerindan Zeynel Abidin Efendi, annesi Fatma Azize Hanım'dır. Üsküdar İttihat-ı Terakki Mektebi'nde okula başlar. Gazeteci Burhan Felek ile aynı okuldan mezun olur. Tiyatro yüzünden Askerî Rüştiye'den atılmasının ardından, 16 yaşında Kel Hasan Efendi’nin Dilkûşa Tiyatrosu'na girer. Şevki Şakrak, Küçük İsmâil Efendi, Kavuklu Hamdi Efendi, Komik Nâşit Efendi gibi zamanın ünlü oyuncularıyla aynı sahneyi paylaşmıştır. Profesyonelliğe Şehzâdebaşı Tiyatrosu'nda başlar.

İsmail Efendi, 'Dümbüllü' adını nasıl aldığını şöyle anlatır:

- "Peruz Hanım vardı, kantocu... Samran'dan evvel... Bu Peruz Hanım o zamanın en birinci kantocusuydu. Hem de beste yapar, güftesini de kendisi yazardı. Dümbüllü diye bir kanto söylerdi. Buna bir gazel ilâve ederek söylemeye başladım. 'Dümbüllü, Dümbüllü, Gabarala, mabarala, Dümbüllü' diye oynardık. Böylece Dümbüllü adı üzerimde kaldı."

Oynadığı oyunlardan en çok Gözlemeci, Kavuklu'ya Hile, Çifte Hamamlar, Ters Biyav ve Kanlı Nigâr'ı severdi. Oynadığı filmlerde de en çok Nasreddin Hoca ile özdeşleşmişti.

Bir trafik kazâsının bir ay sonrasında, 5 Kasım 1973 tarihinde vefat etti. Cenâzesi, İstanbul'da Boğaziçi Köprüsü'nden geçen ilk cenâzedir. Kabri, Üsküdar'da Çiçekçi Câmii karşısında bulunan Karacaahmet Mezarlığı'nda bulunmaktadır.

İsmâil Dümbüllü'nün kavuğu önce Münir Özkul'a, ondan Ferhan Şensoy'a, ondan Râsim Öztekin'e geçmiştir.

(7) Sâhib-i Cût'u bulamadık. Celse'de verilenle yetinmek durumundayız. Beğenmeyen, kabul etmez!.. "Zül Kerem" diye bir ilâhi yapmışlar ama, aslı "Zül Celâl-i Vel İkram"dır. "ALLAH, kudret ve ikram sâhibidir " demektir. Yâni, ALLAH herşeyi yapmaya kaadirdir ve cömerttir. O yüzden Varlık, "DİLEKLERİ CÖMERTÇE SU HÂLİNDE AKITAN EBEDÎ ÇEŞME" diye târif etmiş ve "istemesini bileler" nasihatinde bulunmuş!

(8) "İsbır feinned dehre la yesbır" Arapça tâbiri, Üstâd'ın dediği gibi "Sen sabret, dünya (veyâ zaman) sabretmez" demektir.

(9) METÂNET, "metin olma, dayanma, dayanıklılık" demektir.
AMUD-U FIKARI, "omurga" demektir. Böylece Varlığın vecizesi, "Dayanma gücü, insanın omurgası gibidir, onsuz yaşanmaz" olur.
Diğer az kullanılan kelimeler ise, UFKÎ "yatay" demektir.
MUSALLAT, "tasallut etme hâli, bir kimse veya şeyin üzerine bıktıracak kadar düşen kimse, Spiritualizm'de Obsesyon" demektir.
ERBÂB , "Ulu, ulvî, âlâ" demektir.
SETR, "örtmek" demektir.
AVRET, " "vücudun mahrem yerleri" demektir. SETR-İ AVRET "cinsiyet organlarını örtmek" anlamına gelir.
ZAMİR, "içyüz, iç, yürek, vicdan, gönülde gizli olan sır, varlıkların isimlerin yerini tutan kelime, adıl" demektir. Celse'de "hamlar kendi zamirlerinin meydana çıkmaması" diye geçiyor ki, "kâlplerinde sakladıkları" mânâsınadır.
ÂDEM, mâlûm, ilk insan, Âdem Peygamber... "A" harfi uzatma işâreti (^) ile yazılır. "A" uzun telâffuz edilir.
ADEM , "yokluk, hiçlik, -sız / -siz" demektir. "A" harfi kısa okunur, "adem-i iktidar" tamlaması "iktidar-sız" demektir... Türk Dil Kurumu'nun "şapka"yı kaldırdığı iddiası külliyen yalandır, hâinliktir. Aynı yazılıp farklı okunan kelimelerden kaldırmamıştır. Kaldı ki, bu bile yeterli değildir. Uzun ve ince okunması gereken kelimeler bu işâretten yoksun bırakılınca, dâima yanlış okunmaktadır. Ama önce aynı yazılanlara bakalım. "Kârımızı paylaşalım" ifâdesinde şapka kullanmazsanız, "karımızı paylaşalım" olur, pezevenk, hatta kavat (karısını, kızını satan) olur, çıkarsınız. Aynı şekilde "Ankara'nın râkımı" yerine "rakımı" derseniz, "sulu mu susuz mu rakı istiyorsun?" diye sorarlar. Kırk yıllık Hakkâri döner dolaşır Hakkari olur... "Kâr arttı" yerine "kar arttı" derseniz, hava soğudu, kar yağdı sanırlar... Bildiğiniz kelimelerde uzatıp inceltebilirsiniz, ama ya bilmedikleriniz??? Az duyduklarınız??? İşte o yüzden biz, her inceltilen veya uzatılan kelimeye "şapka" koyuyoruz.

ÂDEM'İN EĞESİ nedir?.. Efendim, TEVRAT'ta "... Âdem uyurken, Rab Tanrı onun kaburga kemiklerinden birini alıp yerini etle kapadı. Âdem'den aldığı bir kaburga kemiğinden bir kadın yaratarak onu Âdem'e getirdi." (Tekvin, 2. Bölüm 21-22) diye geçer. Hattâ Hıristiyanlar erkeklerin gırtlağındaki şişkinliği, yedikleri yasak meyvanın boğazlarına durmasına, insanların son iki kaburge kemiğinin eksik olmasını da "Havva'nın yaradılışında kullanılması"na yorarlar.

KUR'AN ise, kaburgadan bahsetmez, ama itiraz da etmez: “O sizi tek bir nefisten yarattı ve eşini de ondan var etti…"
(Zümer Sûresi, 6. Âyet)

- “Ey insanlar! Sizi tek bir nefisten yaratan, ondan da eşini yaratan
ve her ikisinden birçok erkek ve kadın türetip-yayan Rabbinizden korkup sakının.

(Nisâ Sûresi, 1. Âyet)

- "Sizi bir tek nefisten yaratan, onunla sükûnet bulsun diye eşini de ondan yaratan Allah'tır.
O, eşini kucaklayıp sarılınca (ona yaklaşınca), eşi hafif bir yük yüklendi (hâmile kaldı).
Bir müddet böyle geçti, derken yükü ağırlaştı.
O vakit ikisi birden Rableri olan Allah'a şöyle dua ettiler:
'Eğer bize salih bir evlât verirsen, biz muhakkak şükredenlerden olacağız," (dediler)"

(A’raf Sûresi, 189. Âyet)

KUR'AN hep sembollerle, timsallerle anlatır kıssaları, olayları... Eğe kemiği, "kaburga kemiği"dir. Âdem'in Eğesi'nden yaratılma^", erkeğin önce geldiğini göstermektedir. Bundan ötesi yoruma açıktır.

" Kocaman'ın Eğesi" ne demek, biz yazamadık, siz bulursanız. yazarsınız... Herhalde Üstat, bir nükte yapmak istemiş!

(11) "İnnallâhe ye’muru bil adli vel ihsân" (Nahl Sûresi, 90. âyet) "Şüphesiz ALLAH, adâleti ve ihsanda bulunmayı emreder" demektir. Yakınlara, muhtaç olanlara iyilik yapmak, yardım etmek, haksızlık etmekten kaçınmak kastedilmiştir. Âyetin devâmı, "ve îtâi zîl kurbâ ve yenhâ anil fahşâi vel munkeri vel bagyi, yeizukum leallekum" - "hayâsızlığı, fenâlık ve azgınlığı da yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor" şeklindedir. Üstat, önce soru sorana "Hüddam'a, yâni Cinler'e danışın" diye lâtife ediyor, sonra adâlet için temennide bulunuyor.

(15) Neyzen'in "izin almam lâzım" dediği zat, hicivleriyle, nükteleriyle, küfürleriyle meşhur Şâir EŞREF Üstâd'dır. 1853 yılında doğmuştur. Asıl ismi Mehmet Eşref'tir. Babası nüktedân ve hoşsohbet bir din adamı olan Usûlizâde Hâfız Mustafa Efendi, annesi hâfız ve şâir olduğu rivâyet edilen Ârife Hanım'dır. Gelenbe'de dünyâya geldi. Doğum yılı farklı kaynaklarda 1842-1853 arasında bir yıl olarak belirtilmiştir. Kaynakların çoğuna göre doğum yılı 1847'dir. Mehmet Zeki Pakal’ın, resmî sicili üzerinde yaptığı araştırmalar ise 1853 doğumlu olduğunu gösterir. Büyük dedesi Türk âlim ve matematikçilerinden Gelenbevî İsmâil Efendi’dir.

Mehmet Eşref, ilköğrenimini Gelenbe'de tamamladı. Manisa'da Hâtuniye Medresesi'nde Arapça ve Farsça dersleri aldı. Özel öğretmenlerden matematik, târih öğrendi. 1870'te Manisa Vilâyeti Tahrirat Kalemi'nde memur olarak göreve başladı. Turgutlu, Akhisar ve Alaşehir'de Mal Müdürlüğü yaptı. Fatsa Kaymakamlığı'na atandı. Arkasından Ünye, Acıpayam, Buldan ve diğer birçok ilçede kaymakam olarak çalıştı. Doğu illerinde bulunduğu sırada Ermenice konuşmayı ve Fransızca okumayı öğrendi. Gördes Kaymakamlığı görevi sırasında gördüğü yolsuzlukları şiirleriyle hicvetmesi ve gizli bir cemiyet kurduğu yolunda yapılan suçlamalardan dolayı bir yıl hapse mahkûm edildi.

Cezâsının ardından İzmir'de gözetimde tutuldu. Tekrar bir jurnalle hapse düşme kaygısından ötürü, 1903'te Mısır'a kaçtı. Bir süre Fransa, İsviçre ve Kıbrıs'ta yaşadı. Tekrar Mısır'a döndü, Curcuna isimli mizah dergisinde yazılar yazdı. 1904-1908 yılları arasında altı kitabı yayımlandı.

II. Meşrutiyet ilân edildikten sonra yurda döndü. İzmir'de Edeb Yâhu, İstanbul'da Eşref (daha sonra Musavver Eşref adını aldı) isimli mizah dergisinde başyazarlık yaptı. Bu arada Turgutlu kazasında Kaymakamlık (1908), Adana'da vâli Muavinliği (1909) görevlerinde bulundu. 1909'da emekliye ayrılıp, Kırkağaç'a yerleşti. Yaşamının kalan bölümünü burada geçirdi. Kimi kaynaklara göre 1910, kimilerine göre 1912 yılının 22 Mayıs günü vefat etti.

Şair Eşref’in yergileri, Divan şiiri geleneğinin uzantısıdır; şekil bakımından Nâmık Kemâl ile Ziya Paşa’nın şiirleriyle aynı çizgidedir. Yergi şiiri alanına getirdiği yenilik, içerik yönündedir. Kullandığı “nazım biçimleri”, “gazel”, “kaside”, “mesnevi” ve “kıt’a”dır. Ölçü olarak, hece ölçüsüyle yazdığı bir tek dörtlük dışında, “aruz ölçüsü”nü kullanmıştır. Eserlerinde daha çok toplumsal konulara yer vermiştir.

Eserleri:

- Deccal (2 Kitap, 1904-1907, Kahire)
- İstimdad (1905, Mısır)
- Şah ve Pâdişah (1906, Kahire)
- Hasbihâl yahut Eşref ve Kemâl (1908)
- İran’da Yangın Var (1908, İstanbul).

Ölümünden sonra yayımlananlar:

- Şâir Eşref Külliyatı (1928)
- Meclis-i Mebusan (1928)
- Bergüzar (1928-29)
- Kuyruklu Yıldız (1929)
- Rüya (1929)
- Kıt’alar ve Hikâyeler (1929)

(12) "YERİNDE KULLANILDIĞI ZAMAN KÜFÜR, ÂYET-İ KERİME KADAR İNDALLAH'TA MAKBÛLDÜR" ifâdesi bizce de doğrudur... Tamâmen farklı bir Celse'de, tamâmen farklı mizaçlı bir Varlık aynı yönde beyânda bulunmuştur... Neyzen Tevfik merhum bir başka Celse'de çok küfrettiğini söyliyen kişiye de şöyle cevap vermişti:

Hernekadar derlerse, lâtife lâtif gerek,
Küfür ruha gıdadır, bilmez misin, pezevenk!

Hicivle, küfürle cevap vermekten pek hoşlanan Neyzen Tevfik, acaba bu Celse'de niye hiç küfretmiyor?.. Çünkü Hâzirûn arasında çok sayıda hanım var!.. O yüzden çok sık kullandığı "bok" kelimesi yerine "fışkı"yı tercih ediyor, "gül bahçesinin içine fışkı serptirmeye beni memur etmeyin" diyor!.. Bir başka yerde de, "içine sıçtı" demiyor da, "içine mânâsız abdest etti" diyor!..

(13) Şu alkol meselesi İslâm'da büyük bir tartışma konusudur. Kimi öyle aşırıya gider ki, kolonya dahi sürmez. Hastanelerde yaraların tedâvisi, mikroptan arındırılması için alkol kullanılmasına karşı çıkar! Tıpkı "domuz eti yenmesi"nin yasak olmasının, domuzun kılına kadar uzanan bir "haram" silsilesine dönüşmesi gibi!..

Bizim memlekette Alevîler şaraba "dem" der, "dolu" der, "mey" der, "üzüm suyu" der, haram saymaz, içerler. Sünniler ise hem "haram" der, hem de çoğu içer!.. Günâhı boynuna, Erbakan zamanında bir kısım MSP'liler ayrana rakı katıp içerlerdi!.. Hem "günah" sayıp, hem de "gizli içmek" daha büyük günah olsa gerek!..

Şarabın, veya sarhoşluk verecek içkilerin yasaklanması üç safhada olmuştur. Şöyle ki,

1. Âyetin inişi... Şarap hakkında yasaklama emri gelmeden önce, sahâbîlerden bir kısmı sarhoş oldukları halde yatsı namazına durmuşlardı. Onlara imam olan kafayı bulmuş zat, Kâfirûn Süresi'ndeki “lâ âbudu ma tâbudun (sizin ibâdet ettiklerinize ben ibâdet etmem)" âyetini sarhoşluğun tesiriyle “âbudu ma tâbûdun (sizin ibadet ettiklerinize ben de ibâdet ederim)" şeklinde hatâlı okumuştu. Bunun üzerine Nisa Sûresi'nin meâli "sarhoş olduğunuz hâlde namaza yaklaşmayın" olan 43. âyeti indi. Bundan sonra ise Müslümanlar'dan şarap tiryâkiliğine devam edenler, yatsı namazlarını kıldıktan sonra içmeye başladılar.

2. Âyet'in inişi... Peygambere sorarlar bunun üzerine âyet iner:

- "Sana şarap ve kumardan soruyorlar.
De ki: İkisinde de büyük bir günah,
bir de insanlar için bâzı yararlar vardır;
fakat günahları, yararlarından daha büyüktür."

(Bakara Sûresi, 219. Âyet)

Günahlar dâima insanların zararına, kötülüğüne yol açan hatâlar, kusurlar, kabahatler, suçlardır. İyi ve makbul bir davranış hiçbir zaman günah değildir. Burada da şarabın ve alkolün insanlara kötülüğüne yol açabileceği, ancak bâzı faydaları da olduğu belirtilmektedir. Tıp uzmanları günde bir bardak şarabın, hem kadınlarda hem erkeklerde pek çok kardiyovasküler hastalığı önlediğini belirtirler. Şarap, diyabet, demans ve osteoporoz gibi hastalıkların tedavisinde de faydalıdır. Ama fazlaya kaçmak yuva yıkar, âileyi dağıtır, insanlara zarar verir, cemiyeti huzursuz eder. Zâten 3. âyetle yasaklanması bu tarz olaylardan sonra olmuştur. Yuvalar
yıkan kumarın bulabildiğimiz faydası; kazanabilmek için aklını, zekâsını, mahâretini geliştirme çabasıdır. Belki de o yüzden denir ki, "kumarda kaybedenin günâhı, kazananınkinden fazladır." E, öyle değil mi?.. Kaybedenin yuvası dağılır.

Bu 2. âyette bir yasaklama olmaması yüzünden, o dönemde insanlar şarap içmeye devâm etmişler, hatta sarhoş olmuşlardır.

3. Âyet'in inişi... Muhâcirlerden birisi Sa'd İbni Ebi Vakkas'a, “Gel sana yemek ve şarap ikram edeyim, birlikte kafaları çekelim," anlamında bir dâvet yapar. Saad onun bostanına gider. Yanlarında boğazlanmak üzere bir deve, bir de şarap küpü vardır. Yerler, içerler. Sonra aralarında, geçmiş hâtıralardan konuşurlar... ken tartışma çıkar. Saad, "Muhâcirler (Mekkeliler), Ensar'dan (Medineliler'den) daha hayırlıdır," der. Medineliler'den orada bulunan sarhoş biri, kızar, devenin çene kemiği ile Saad'ın burnuna vurur. Burnu kırılır. Saad, Resülullâh'a o kişiyi şikâyet eder...

Sanırız, bu olay tek değildir. Hz. Ali de şunu anlatır:

- “Bedir Gazası'nda alınan ganimetlerden nasibime yaşlı bir deve düşmüştü. Resülullâh da bana, kendine ait "beşte bir"den de bir yaşlı deve hediye etmişlerdi. Ben Resülullâh'ın kızı Fatma ile ev kurma hazırlığmdaydım. Bu arada semer, ip ve saire ne varsa, hepsini develerle birlikte Ensar'dan bir kişinin evi yanına bırakmış, gitmiştim. Dönüp develeri almağa geldiğimde, gözlerime de inanamıyacağım bir manzara ile karşılaştım!... Develerin ikisinin de koltuk altlarından etler alınmış ve karnı yarılarak ciğerleri sökülmüştü! "Bunu kim yaptı? diye sordum. Bana, 'Hamza yaptı. Şimdi de Ensar'dan Kayne denilen bir şarkıcı kadınla ve arkadaşlarıyla içki içiyor. İşte o, kılıcıyla develerin böğürlerinden etler aldı, ciğerlerini söktü, bağırsaklarını dışarı döktü,' dediler. Ben Resülullâh'a gittim. Resûlullah, başıma geleni biilrcesine bana 'Sana ne oldu?' dedi. Ben de durumu olduğu gibi Resülullâh'a anlattım. Kaftanını istedi ve Hamza'nm bulunduğu eve doğru yürüdü. Hamza'nın bulunduğu evin kapısına gelince izin istedi, içeri girmek için izin aldı. İçeri girince Hamza'yı şaraplanmış (sarhoş) bulduk. Resulullâh, Hamza'yı yaptığı bu işinden ötürü kınadı. Hamza'nın gözleri sarhoşluktan kızarmıştı. Hamza, Resulullâh'a baktı ve gözlerini kaldırıp onun yüzüne çevirdi ve “Siz kimsiniz, babamın köleleri!" dedi. Resulullâh onun çok sarhoş olduğunu anladı ve üzüntü içinde geri döndü, o çıktı, biz de çıktık."

Kıssanın isim kısmında tereddüt vardır. Hamza diye geçen isim, başka rivâyetlerde Ömer olarak yer alır. Bir rivâyette de birinin Hamza'nın devesini kestiği anlatılır... Netice önemlidir... Sarhoş biri, bir başkasına zarar vermiş. Ondan sonra şarabı haram kılan âyetler inmiş:

- "Ey imân edenler!
Ancak şarap, kumar, dikili taşlar ve fal okları, Şeytan'ın işlerinden pis şeylerdir.
Artık bunlardan kaçının. Umulur ki böylece siz felâha erersiniz."

- "Oysa ki Şeytan, şarap ve kumar ile aranıza düşmanlık ve kin sokmak
ve sizi Allah'ı zikretmekten ve namaz kılmaktan alıkoymak ister.
Siz artık (bunlara) son verdiniz mi?"
(Mâide Sûresi, 90 ve 91. Ayetler)

Bu âyetlerin inmesine işte bu olaylar sebep olmuştur... Aleviler, Bektâşiler

- "Ehline helâl, nâehline haram"

derler ki, doğrudur, Neyzen'in azap görmemesinin sırrı bundadır. İçkiyi kıçıyla değil; ağzıyla içebilenler, demlenenler, dertlenenler, muhabbet ehli olanlar için haram değildir. Celselerimize teşrif etmiş olan Ömer Hayyam da hayatta iken şöyle demiştir:

TANRI bize Cennet'te vaadettiği şarabı,
Niçin haram etsin bu dünyada? Akla sığar mı?

"Kendi içmez, içeni kınamaya bayılır,
Yüzünden aldatmaca, sahtekârlık yayılır.
Şarap içmiyor diye kasılıp gezer ama:
Yediği haltlar yanında şarap meze sayılır."

Yine bir şiirinde de şöyle seslenmişti, aruz vezniyle:

Câiz ki şarab, Cennet'e gittin mi içersin,
İtlâb-ı mezak, dost, bu kadar zevkli mi, dersin.
Mâdem ki ol_âb böylece makbûl, niye bekle?
Cennet şu gönüldür, bunu bil, imdi içersin!

(4) Bir başka celsemize teşrif etmiş olan merhum ŞİNÂSÎ'ye âit olan "Bedbaht âna derler ki, elinde cühelânın kahrolmak için kesb-i kemâl-i hüner eyler!" ifâdesi, "Bahtsız kişi diye, sâdece câhillerin elinde oyuncak olmak için hüner kazanana derler" anlamındadır.

(10) GENCE DAĞLARI, Azerbeycan'ın GENCE şehri yakınındadır. Azerbaycan Türkleri'nin bağımsızlık talepleri, bütün Kafkasya'nın ortak talebidir. 1991'de Azerbaycan bağımsığına kavuştu. Ancak Adıgey, Astrahan, Çeçenistan, Dağıstan, İnguşetya, Kabartay, Çerkez, Kalmukya, Balkar, Karaçay ve Osetya hâlâ Rusya'ya bağlıdır. Kopsalar bir türlü, kopmasalar bir türlü... Kopanların bir kısmı ABD ve AB hegemonyasına girdi.

İnşaallah bir gün bütün TÜRK boylaıı rahmetli ATATÜRK'ün tâbiri ile İSTİKLÂL-İ TAM'a kavuşurlar!.. İnşaallah önce KARABAĞ Ermeni işgâlinden kurtulur, sonra NAHÇIVAN'la AZERBAYCAN arasına hançer gibi giren o dilin alt kısmı bir gün kesilip AZERBAYCAN'a geçer de, TÜRKİYE'nin ORTAASYA ile kesintisiz irtibatı sağlanır!

*****

Bu kadar ağır ve yüklü bir Celse'den sonra biraz merak uyandıracak, "Acaba?" dedirtecek bir İrtibat'ı sunacağız.

Varlık : Saliha
Medyum: nermin
Tarih : 16 Mayıs 1961
Usûl : Hipnoz yoluyla ruhî infisal

Medyum uyutulup yükseltildikten sonra bir Varlık'la karşılaşır. İntibalarını anlatmaya başlar.

Medyum- .... Gâyet neseli bir yüzü var... Güzel bir kadın.
İdâreci- Kimmiş bu Muhterem?
M- Sorayım... Diyor ki, "Acaba her ölen Muhterem mi sayılır?"
İ- Evet... Madde Âlemi'nde olan bizlere nazaran öyledirler. Her ne kadar Dünyâ'da
suçları varsa da, o bizi alâkadar etmez. Takdir-i İlâhî'ye bağlıdır.
M- Hayır, suç mevzu-u bahis değil... Elbette... İnsanlar İnsanlar Âlemi'nde suç
işlememiş zâten... Bu kendisini memnun etti. Çok memnun oldu buna...
İ- Kimmiş bu Muhterem? Evvelâ kendisini bize tanıtsın.
M- Evet... Çok muzip bir ifâdeyle gülüyor... "Siz tanıyın beni" diyor... Ama ben onu
ilk defa görüyorum.
İ- Siz tanımadığınıza göre, kendisini bize tanıtsınlar. kendileri için dua ediyoruz...
ALLAH kabul etsin.
M- Evet... "Yok" diyor... "Ben şu kadarını söyliyeyim ki, ATATÜRK'AN ARKADAŞLARINDAN
BİRİSİYİM. Târihi bir sırdır, isim veremem."
İ- İsmini öğrenirsek, kendileriyle daha iyi konuşuruz. Niçin vermiyorlar?
M- "Târihî bir sır" diyor.

Ben demedim mi, "Merak uyandrıacak" diye... Bizim bildiğimiz Fikriye diye bir sevgilisi vardı. Zübeyde Hanım'ın ikinci kocası Râğıp Bey'in yeğeni idi. Bir de evlendiği Latife Hanım vardı. O kadar değilmiş... Elimize bir çalışma geçti. Mustafa Kemâl Müjgan, Selânikli Hatice, Şevki Paşa'nın kızı Emine. Nazmiye, Âfet İnan'nın yanı sıra Romen kızı Fani, Mara Dimitrina, Nicolina Radoslavofa, Elena Akçova, Hilda Chirstianus, Madame Corinne, Matmazel Edith, Beathe Gaulis, Evelyn Barrett, Madame Baur, artist Zsa Zsa Gabıor'la ilgilenmiş... Nele Nazmiye ile çok evvelden evleniyormuş da, kız "imam nikâhı" diye tutturunca vazgeçmiş. Halbuki o Elçilik'te nikâh kıyısın istiyormuş... Tabii bunlar sevgili mi, flört mü, arkadaş mı, bilemeyiz. Gelen Varlık "Arkadaşlarından birisiyim" dediğine göre, bunlardan birisi mi, sır olan bir başkası mı?..

İdâreci- İsimden "târihî sırr"ın mânâsını anlamadım.
Medyum- .... SÂLİHA T'.....'miş ismi...
İ- Biz bu ismi bilmiyoruz. Lûtfen kedinlerini bize tanıtsınlar.
M- Atatürk'ün arkadaşlarından birisi imiş...
İ- Ne zaman öldünüz ve nerede?
M- ... İsviçre'de... 1941'de ölmüş...
İ- Atatürk'ün arkadaşı olmak bir sır mıdır?
M- .... Söylemek istemiyor...
İ- Hayatta ne iş yaparlarmış?
M- .... Ev kadınymış.... Ama güzel sanatlardan hoşlanırmış...
İ- Bize Atatürk'e âit bir hususu anlatırlar mı?
M- ... "Atatürk; bütün Dünya ve Türk Milleti maddî ve mânevî zenginliklerini o kadar
tanır ki, ben sâdece takdirkâr oldum," diyor... "Yâni, sizlerin bilmediğiniz bir tarafını
nakledebilmek imkânına sâhip değilim."
İ- Atatürk'le arkadaşlığınızın enteresan olup ta bize nakledebileceğiniz bir vak'a
varsa, lûtfediniz.
M- ... "Atatürk'ün bir çok kadın arkadaşı olmuştur... Ne ben, ne bir diğeri bu
arkadaşlıktan pay çıkarıp ta öğünecek hâlde değiliz. Olmamalıyız... Çünkü ATATÜRK,
AŞKA ÂŞIKTI... Duygulu bir insandı" diyor... "Ve bu beşerî aşk, İlâhî Aşk'ın bir merhalesi
olarak düşünülmeli... Onun için bu arkadaşlıkta ayrıca benim bir payım olamaz ki," diyor...
İ- Sizde bir hususiyet varmış ki, Atatürk'e bu aşkı verebilmişsiniz.
Varlık- Tesâdüfler belki.
İ- Çok mu güzeldiniz?
V- Öyle söylerler.
İ- Kendinizi bize biraz târif eder misiniz?
V- Sarı saçlar, yeşil gözler, oldukça mütenâsip bir vücut. Ama bugünün ölçülerine
göre değil tabii... Onun ölçüsüne göre güzel.
Atatürk'le arkadaşlığınız uzun zaman devam etti mi?
V- Yok... Belki bir sene ama, bu bir sene zarfında başka arkadaşlıklar da vardı Atatürk
için... Fakat bu bir sene yalnız onunlan olan maddî arkadaşlığın sene itibâriyle ifâdesidir.
Yoksa benim için ilelebed bu aşk devam etmiştir.
M- ... Ve diyor ki, "Biz ölülerin de Maddî Âlem'deki aşklarımızın aynen devâmı
mevzu-u bahistir. Maddî âlem'deki bütün hissî zenginliklerimiz, bu Ruh Âlemi'nde
bütün hâtıralarımız olduğu gibi yaşar."
İ- İsminizi tam anlıyamadık. Lûtfediniz.
SALİHA T....

Medyum Nermin zamanında çok meşhur bir çocuk psikoloğu olduğu için soyadını vermedik. O da HAKK'ın rahmetine kavuştu... Değerli bir Medyum olduğu bu Celse'den anlaşılıyor.

Varlık çok önemli bir iddada bulundu. Ama iddiasını güzel ifâdelerle savundu. Biz hiçbir açık bulamadık. Rahmetli Atatürk gençliğinde de, siyasetteyken de çapkın biri idi. Saydığımız hâtunlardan bu anlaşılıyor zsâten... Ama o kadrla da kalmadığını tahmin ediyorum. Ve "Hakkıdır" diyorm. Nice varlığı gereksiz zenginler ondan daha fazlasını, hem de iğrenç bir tarzda yapıyor. Varlığın anlattığına göre, Atatürk, işin şehvet yanı değil, aşk-sevgi yanını ön planda tutuyormuş. Latife Hanım da çok genç yaşta dul kalmasına rağmen ondan başkasına bakmamıştı. Bu Varlık ta öyle... Soyadını vermedik, çünkü o ad ve soyadında kişiler var.

İdâreci- Bize Aşk'ı târif eder misiniz?
Varlık- AŞK... Âdeta bir nebâtı, bir buğdayı tâ en ufak köklerine kadar sarsan,
bütün o nebâtı liflerine kadar heyecanla için alan bir usâredir âdeta...
Medyum- ... Ve diyor ki, "AŞK'ta öyle bir merhaleye varmalısınız ki,
sencil arzular hâkim olmalı Ruhunuza... Yâni, diğerkâm duygular...
BEDENİ AŞMALISINIZ!.. 'O beden benim olsun' diye çalışmamalısınız."

"Bir Lübnanlı şâir.. HALİL CİBRAN... kitabında anlatmak istediğim AŞK'ın târifi var.
Onu okuyunuz," diyor...

İ- Biz bu kitabı temin edebilir miyiz?
V- Var.

Halil Cibran'ın (1883-1931) bahsedilen kitabı, NEBİ olsa gerek... Ruh ve Madde bir ara tefrika etmişti. Arayış bulmak lâzım.
İdâreci- Siz Atatürk'le Orada hiç karşılaştınız mı?
Varlık- Görüyorum ama sokulmuyorum. Burada o siyâsî toplantılar yapıyor. Benim
bulunduğum Vasat'tan daha yüksekte. Bilhassa Ruslar bir çok meseleler için Atatürk'e
gidiyorlar ve onunla konuşmak istiyorlar. Tabii bu konuşmaya lâyık olabilecek
Ruhlar'dır
(onlar). Meselâ, geçenlerde Ruslar'ın
başarısında, Atatürk'le münazara ettiler o kimseler... Atatürk o hadiseyi mühimsememiş...
Maddî Âlem'deki bir başarının Mânevî bir Âlem için ne mânâ ifâde edebileceğini sormuş
onlara ve bir hayli de tezyif etmiş...

Size tuhaf gelebilir ama, Ruhlar Öbür Âlem'de hiç boş durmuyorlar. Defalarca söyledik, ama bir kere daha tekrar edelim de, zihinlerden hiç çıkmasın... Hani, "Nur içinde yatsın" diyoruz ya, Orada yatan falan yok!.. Herkes dimdik ayakta ve bir işle meşgûl... Ya kendini kurtarmaya çalışıyor, ya da Dünyâ'da yarım bıraktığı işle ilgileniyor, yâhut birilerine yardım ediyor... Öyle ya, yardım eden olmasa bunca kişi evliyaya, yatıra gider mi?..

rahmetli Atatürk'ün de siyâsetle uğraştığını zâten biliyorduk, elimizde tebliğler'i var... O yüzden şaşırmadık. Sizi şaşırtabilecek olan, Ruslar'la görüşmesi... E, onların da siyâsetle uğraşanları vardır ve siyâset adamlarının birbirleriyle görüşmelerinden daha tabii bir şey olamaz.

Peki, o tarihte Ruslar'ın Uzay'a adam göndermesini niye önemsememiş?.. Benim tahminim, o da öneminin farkında ama, bunu Ruslar'a belli etmek istememiş, ve "Madde Âlemi'ndeki bir başarı Mânâ Âlemi'nde sizleri niye memnun etti? Uzay'a çıkmanın mânevî yönü ne?" diye onları sıkıştırmış.

Yeri gelmişken kelimelerin de mânâlarını verelim ki, Celse daha iyi anlaşılsın.
TEZYİF , ".ir şeyi değersiz, âdi, bayağı, aşağılık göstermeye çalışma, küçültme, alay etme, eğlenme" demektir.
TEZAT , "çelişki, karşıtlık, karşıt olma, zıtlık, kontrast, antagonizma" demektir.
NEBİ , "peygamber" demektir.
DİĞERKÂM , "kendini değil, başkasını düşünen" demektir.
USÂRE , "öz su, 3.Vücud bezlerinden akan faydalı su. Sıkılmış şeylerden çıkan su" demektir.
MERHALE , "derece, basamak, aşama, evre, varılması istenen noktaya kadar aşılması x gereken yerlerin her biri, konak, menzil" demektir.
NEBAT , "bitki" demektir.
İLELEBED , "sonsuza kadar, nihâyetsiz" demektir.
TAKDİR-İ İLÂHÎ , "ALLAH'ın takdiri, tercihi" demektir.

Medyum- .... Şimdi gözlerinde hüzün var...

İdâreci- Niçin?
M- Bilmem... Hem âdeta benden ayrılmak istemiyor bu bahsi açmış olduğum için,
hem de daha fazla konuşmak istemiyor... Tuhaf tezat duygular içerisinde...

... Bir çocuk ta var kucağında şimdi...
İ- Bu çocuk kimin?
M- ... "Benim" diyor...
İ- Kendi çocuğu muymuş?
M- Evet.
İ- kaç çocuğu varmış?
M- Üç...
İ- Kocası hayatta mıymış?
M- Evet.
İ- Diğer iki çocuğu da hayatta mı?
M- Evet.
İ- Çocuklarına ve kocasına söylemek istediği bir arzusu var mı?
Varlık- Kocamın adı HİLMİ T....
İ- nerede oturuyorlar?
V- İstanbul'da.
İ- Adresini bize verebilirler mi?
V- ... Onu çok kırdım.. Onun için ondan hiç bir dileğim olmaz. Olmasın.
İ- Zararı yok. Arzularınız, mesajınız varsa, kendilerine bildirelim. Çocuklarınız
için bir şey söylemek ister misiniz?
V- Çocuğumun birisi mühendistir.
İ- Nerede?
M- Karayolları'nda çalışıyor.
İ- Ankara'da mı?
V- Şimdi Diyarbakır tarafında.
İ- Diğer çocuğu?
V- Bir kızım var. O da evli.
İ- Nerede oturuyorlar?
V- Nişantaşı'nda.
İ- Adı nedir?
V- HİLMİYE...
İ- Kızınız için bir şey söylemek istemez misiniz?
V- Hayır.
İ- Oğlunuzun adı nedir?
V- BASRİ T....
İ- Kızınızın soyadı?
V- O...
İ- Kiminle evli?
V- Bir yüzbaşıyla.
İ- Kocanız sizden sonra evlendi mi?
V- Hayır. Şimdi zâten hasta.
İ- Dargınlığınızın sebebi nedir?
Medyum- ... Söylemek istemiyor...
İ- Kocanız Atatürk'le olan arkadaşlığınızı biliyor muydu?
V- Hayır.
İ- Öyleyse o sebepten değil... Peki, siz hiç aşkınızın cezâsını, veya suçunuz varsa, çektiniz mi Orada?
M- ... Hayır... Çünkü o kadar mânevî bakımdan bağlıymış ki, b.unu bir suç telâkki
edilmemiş.

Son kısımdan başlıyalım... "Allah sizin dış görünüşünüze bakmaz, fakat kalplerinize ve işlerinize bakar" hadisi bize yol göstermekte ve Varlığın son cümlesini açıklamakta... Varlığın kocası, oğlu ve şimdi faal olan torunu çok meşhur bir firmanın sâhibi olduğu için soyadını vermedik. Kızı da öyle... Yalnız bu kadar bilgiyle âile fertleri ile irtibata geçildi mi, bilmiyorum, hatırlamıyorum.

İdâreci- Siz Öbür Âlem'e intikâl ettiğiniz zaman, Atatürk sizi karşıladı mı? Bu kadar
bağlı olduğunuza göre...
Varlık- Sâdece gülümsedi... ama uzaktan... ve hiç bir şey söylemedi... Ve zâten orada
daha çok erkek Ruhlar'la, vaktiyle erkek olarak yaşamış Ruhlar'la meşgûl... Hep
onlarla çok çciddi görüşmeler yapmakta... Biraz evvel söylediğim gibi... Kadınlar
Atatürk'ün etrâfında yok...
İ- Son yaşayışınızdan evel Dünyâ'ya geldiniz mi?
V- Onu sarih olarak bilmiyorum ama, meselâ Hindistan... Müplem olarak hiç görmediğim
hâlde biliyor veya oraya bir hasret duyuyorum.
İ- Ölüm sebebiniz nedir?
V- Tüberküloz.
İ- Kaç yaşındaydınız?
V- 45...
İ- Bizim Celsemiz'e geldiğinizden dolayı çok teşekkür ederiz. Bundan sonra rica
ettiğimiz zaman gelir, konuşur musunuz?
V- Siz o lûtfta bulunduktan sonra... Siz hem bana "Muhterem" gibi çok kutsal bir
ünvanla hitap ettikten sonra... Bundan
daha tabii bir şey olmaz
İ- Sizden bir ricam var.
V- Evet???
İ- İçerdeki odaya bir kâğıda bir sual yazacağım. Cevâbını yazar mısınız/
V- Bir deneyelim.
İ- ... Suali yazdım. Kalemi bıraktım. Lûtfetmenizi rica ediyorum.
V- Evet.
Medyum- .... Biraz alaylı bir ifâdesi var yüzünde.. Diyorki, "Herhâlde Sultan Ahmet
Câmii'nde dua etmesi, namaz kılması gerekecek... Eylül ayı içerisinde kendisine bu
hususta daha çok yardımcı olabilecek bir Ruh'la temas edecek"
İ- Yazdıklarıma burada değil de, kâğıt üzerine yazarak cevap verebilir misiniz?
M- ... Öyle diyor... "Bunun cevâbını Evliya Çelebi verir."
İ- Siz yazamaz mısıız?.. Kim verecekse, onun ismini yazın.
M- ... "Yorgunum" diyor...
İ- kabul etmiştiniz.
V- Ruhlar da insanlar gibidir. Veela Beden'den çözülmekle hemen o anda bütün
bedene âit kusurlardan uzaklaşmak mümkün değil. Nasıl insanlar cevap vermedikleri
hususlarda yongunluk gibi sosyal mazeretler ileri sürerlerse, Ruhlar da,
Tekâmül etmemiş ruhlar da bu yolu tercih ederler. <
M- .... "Özür dilerim" diyor...
İ- siz Tekâmül etmiş bir Ruhsunuz ki, hatânızı tevâzu ile bize bildiriyorsunuz.
M- ... ""Tekâmüle karar vermiş bir Ruh'um" diyor.
İ- İnşaallah... ALLAH yardımcınız olsun.

Celse İdârecisi bundan sonra şahsî suallere geçiyor... Onları vermemize gerek yok... Varlığın çok kültürlü, düzgün ve aynı zamanda muzip biri olduğunu anlıyoruz. Kendisi de kültürlü Medyum'un şuur ve şuuraltından da yararlanarak çok düzgün konuşuyor. Söylediklerinin doğru olduğuna inanıyoruz... Bu Muhterem Varlık celse'yi "Dualarınızda bizi hatırlayın" diyerek bitiriyor.

Sıra geldi Halil Cibran'a... Ben onun "Prophet-Nebi" kitabını 22 yaşımdayken okumuştum.

Halil Ciran 1883’te, Lübnan’ın Kadîşâ vadisi yakınlarındaki Bişerrî kasabasında doğdu. Ataları XVI. Yüzyıl'da Suriye’den göç ederek önce Baalebek’e, ardından Betrûn’a bağlı Beş‘ale köyüne, daha sonra da (1672) Bişerrî’ye göç etmiştir. Babası tâcir Mihail’in oğlu Halîl, içki müptelâsı bir kişiydi. Annesi Mârûnî papazı İstefan Rahme’nin kızı Kâmile’dir. Halîl, Kâmile’nin üçüncü eşiydi. İlk kocasından Peter, Halîl’den ise Cibrân (Cübrân), Mariana ve Sultane adında çocukları oldu.

Cibrân beş yaşında iken Bişerrî’deki Saint Elişa Okulu’na girdi. Burada resme olan yeteneği farkedilerek tabip Selîm ed-Dâhir rehberliğinde resim çizmeye başladı. Vergi toplama görevini yürüten babası Halîl, bir arkadaşı zimmetine para geçirdiği iddiasıyla tutuklanınca onunla birlikte hapse atıldı, malları müsâdere edildi. Sonuçta âilenin huzuru bozuldu. Bunun üzerine babası Lübnan’da kalırken, annesi 12 yaşındaki Cibrân’ı, Peter, Mariana ve Sultane’yi alıp Boston’a göçtü (1895).

Cibrân burada iki buçuk yıl devam ettiği resmî bir okulda İngilizce öğrendi. Bu sırada Şiir, Tiyatro, Resim gibi güzel sanatların icra edildiği kültür merkezleriyle ilişkisini sürdürdü. 1897’de lise öğrenimi için bir akşam okuluna girdiyse de, ardından Arapça öğrenme isteğiyle e Beyrut’a döndü. El-Hikme Enstitüsü’nde Arapça öğrenimine başladı. Fen bilimlerinde, ayrıca Din, Mitoloji gibi sosyal bilimlerde kendini yetiştirmeye çalıştı. Thomas Bulfinch, Archibald Lampman ve Clara E. Clement’in Mitoloji'ye dair İngilizce eserleriyle İnciller’in Arapça tercümelerini bu sırada inceledi.

Cibrân, 14 yaşındaki kardeşi Sultane’nin ölüm haberi üzerine, 1902 Nisanında Boston’a gitti. 12 Mart 1903’te üvey kardeşi Peter’i ve aynı yılın 28 Haziranı'nda annesini kaybetti. Üçünün de ölüm sebebi tüberkülozdu. Kardeşi Mariana ile yalnız kalan Cibrân, el-Muhâcir gazetesinde yazılar yazarak ve bâzı resimlerini satarak geçimini sürdürmeye çalıştı. 1911 Nisanı'nda New York’a gitti ve hayâtının geri kalan kısmını burada geçirdi. Alman Filozofu Nietzsche ve özellikle "Böyle Buyurdu Zerdüşt" adlı kitabıyla tanışması, bu döneme rastlar. Bu sırada, Arap âleminde şöhret kazanmasına sebep olan "el-Ecni?atü’l-mütekessire adlı romanını yayımladı (1912), Bu arada New York’ta açtığı resim sergileri Amerika’daki ününü arttırdı. Aynı şehirde Metafizik konularına yoğun ilgi duydu, Sigmund Freud, Carl Jung gibi önemli isimlerin eserlerinden etkilendi. Hintli şâir Rabindranath Tagor ile tanıştı ve ondan da faydalandı. 1916’dan itibâren Doğu Dünyâsı'nı ve özellikle Hıristiyan Âlemi'ni eleştiren "The Madman" , "el-Mevâkib" , "el-Avâsıf" , "el-Bedâ'i vel?-tarâ'if"i yayımladı.

1923’te bütün Dünyâda tanınmasını sağlayan en önemli eseri "The Prophet-Nebi"’yi yayımladı. Bu arada çeşitli sergiler açtı. Sağlığının bozulmaya başladığı 1925 yılından itibâren Barbara Young ve Mary Haskell’in yardımıyla İngilizce eserlerini neşretmeye başladı. 10 Nisan 1931’de tüberkülozdan öldü, Beyrut’a götürülerek Bişerrî’de Mar Sarkis Manastırı’nın bahçesine gömüldü. Manastırın yakınında onun anılarını yaşatan Cibrân Müzesi kuruldu.

Eserleri... Kitaplarının çoğu bir kaç kere, ayrı yazarlar tarafından Türkçeye de tercüme edilmiştir.
Arapça: 1. El-Mûsîka (New York 1905). Nihâvend, Isfahan, Sabâ ve Rast makamlarının İnsan Ruhu üzerindeki etkilerini inceleyen eser.
2. ?Arâ'isü’l-Mürûc (New York 1906). Üç hikâyeden oluşur. İlk öyküde Reinkarnasyon'un ve AŞK'ın ebedîliği üzerinde durulmuş, ikincisinde bir erkeğin elinde kötü yola düşmüş kadın ve oğlunun hikâyesi, bu tür kadınların bedeni kirletilse de, Ruhunun temiz kaldığı savına vurgu yapılmış, üçüncüsünde kilise ve râhipler eleştirilmiş, yazar bunları Tanrı’ya şikâyet etmiştir. ("Vâdinin Perileri", İstanbul, 2012)
3. El-Ervâhu’l-Mütemerride (New York 1908). Dört küçük hikâyeden oluşur. Her bir öyküde feodal yapıya, acımasız geleneklere ve bilinçsiz halkı kendi arzularına göre yönetmek isteyen kilise mensuplarına karşı bir duruş sergilenmektedir... Cibrân’ın bu eseri gençliği zehirleyici görülerek Beyrut’ta bir pazar yerinde yakılmış, kendisi de Mârûnî Kilisesi tarafından aforoz edilmiştir. ("Âsî Ruhlar", İstanbul 2002 / "Başkaldıran Ruhlar", İstanbul 2013)
4. El-Ecnihatü’l-Mütekessire (New York 1912). Zorla evlendirilmesi yüzünden mutsuz evlilik sonucunda bebeğiyle birlikte hayâta vedâ eden genç bir kızın öyküsü olup, Cibrân’ın bu hikâyede Beyrut’ta ilk sevdiği Halâ ed-Dâhir ile olan alâkasından esinlendiği belirtilir ("Kırık Kanatlar", İstanbul 1999; / "Kırık Kanatlar", İstanbul 2013)
5. Dem'a ve ibtisâme (New York 1914). El-Muhâcir gazetesinde yayımladığı 56 makaleden oluşur. ("Bir Damla Yaş ve Bir Gülümseyiş", İstanbul 1997 / "Gözyaşları ve Kahkahalar", İstanbul 2012 / "Bir Gözyaşı Bir Tebessüm", İstanbul 2013)
6. El-Mevâkib (New York 1919). Vezin ve kafiyeye bağlı olarak klâsik tarzda yazdığı en uzun şiiridir. Şâir bu kasidesinde mutluluk, özgürlük ve sonsuzluğu ararken, yolunu kaybeden insan kafilelerini tasvir etmektedir. Kasidede gerçeğe ve mutluluğa ermenin yolu insanı Yeryüzü'ne bağlayan bağlardan kurtulmakta ve efendi-köle, adâlet-zûlüm gibi düalizmi yok etmekte görülmektedir. Vahdet-i Vücûd inancını benimseyen yazarın kasidedeki orman motifi, yazarın insan hayâtı için gerçekleştirmeyi arzu ettiği dünyâyı veya arzuladığı doğayı sembolize etmektedir. Gerçekte onun orman motifi şehir hayâtındaki çirkinliklere, düzenbazlıklara baş kaldırıyı sembolleştirmektedir. Şiirdeki ney motifi Birliğin, Sonsuzluğun ve Ruhun sembolü olarak yorumlanmakta ve Mevlânâ’dan esinlendiği belirtilmektedir. ("Gözlerin Fısıltısı ve Kafileler", İstanbul 2000)
7. El-'Avâsıf (1922). Sembolik hikâye ve yazılarından oluşur. ("Fırtınalar", İstanbul 1999 / "Fırtınalar", İstanbul 2013)
8. El-Bedâ'i' ve't-Tarâ'if (Kahire 1923). Eğitim ve toplum meseleleri, Doğu kültürünün önemli simaları hakkındaki makaleleri, mistik havanın hâkim olduğu 14 şiiri ve "İrem Zâti’l-'İmâd" adlı tiyatro eserini kapsar. ("Bütün Şiirler ve Şiirsel Yazılar", 2004)
9. Belâgatü’l-'Arab fi’l-karni’l-'işrîn : Eserde Emîn er-Reyhânî, Mîhâîl Nuayme gibi Amerika mehcer edebiyâtının önemli temsilcilerinden seçmelere yer verilmiştir. Mehcer Edebiyâtı, " XIX. Yüzyıl'da Lübnan, Suriye, Filistin ve Ürdün'den Amerika ve diğer yabancı devletlere göç eden Araplar'ın oluşturduğu Arap edebiyâtı"dır.

İngilizce: 1. The Madman (New York 1918). Kendi benliğine, toplumun geleneklerine ve değer yargılarına savaş açarak, özgürlüğü ve kurtuluşu yakalayan bir delinin şahsında sosyal ve Metafizik konuları ele alan 35 yazıdan oluşur. ("Deli", İstanbul 1998 / "Deli", İstanbul 2003 / "Kaçık", İstanbul 2012)
2. The Forerunner (New York 1920). Yazarın mistik konulardaki görüş ve inançlarını yansıtan mitolojik ve sembolik nitelikte, şiirsel bir üslûpla yazdığı 24 yazıdan oluşur. “Haberci” anlamındaki başlıkta Îsâ’dan önce gelerek, onun geleceğini haber veren Yuhannâ el-Muhammedân’dan esinlenilmiştir. Cibrân bu eseriyle meşhur "The Prophet-Nebi'’ye bir zemin hazırlamak istemiştir. ("Haberci", İstanbul 1998 / "Öncü", İstanbul 2012)
3.The Prophet (New York 1923). Yazarın en popüler eseridir. Cibrân’ın Orphaleseli Mustafa’nın şahsında aşk-evlilik-çocuk, yeme-içme, sevinç-keder, çalışma-ticaret, kanun-suç-ceza, dua, sadakat ve özgürlük gibi konulardaki görüşlerini anlattığı 26 bölümden oluşan eser, genel çerçevesi itibâriyle sembolik bir anlatıma sâhiptir. Başta Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Wilson ile Mahatma Gandi olmak üzere, birçok İngiliz ve Fransız yazarı tarafından övülen eserin 1945 yılında 44. baskısı gerçekleştirilmiş, yazar hayatta iken eserinin 20 dile çevrildiğine tanık olmuş, 1956’ya kadar 800.000 adet satılmıştır ("Hak Erenler", [İstanbul, 1946 / "Nebi", [İstanbul 2001, 2009 / "Ermiş", [İstanbul 1982 / "Tanrı Elçisi", [İstanbul, 2013)
4. Sand and Foam (New York 1926). "The Prophet"in devâmı ve "The Garden of the Prophet" için mukaddime niteliğindeki eser sosyal içerikli 319 sembolik hikâye ve ahlâkî özdeyişten oluşur. ("Kum ve Köpük", İstanbul, 2008 / "Kum ve Köpük", İstanbul, 2012)
5. Jesus, The Son of Man (New York 1928). Eserde, bâzıları Hz. Îsâ’yı yakından tanıyan havârilerden veya ona ihânet edenlerden olmak üzere, İncil’de adları geçen, bâzıları da tamâmen hayâlî olan 77 kişinin Hz. Îsâ’yı tasvirine yer verilmiş, Îsâ’nın her şeyi ile normal bir insan olduğu vurgulanarak ulûhiyyeti reddedilmiştir. ("İnsanoğlu İsâ", İstanbul, 1993)
6. The Earth Gods (New York 1931). Biri hayattan bıkmışlığı, diğeri hayâta sarılıp varlığa hükmetmeyi, üçüncüsü sevgi ve güzelliği esas alan ve gelecek günleri aşkın eline bırakmayı tercih eden üç Yeryüzü Tanrısı'nın arasında geçen diyalogu anlatır... Bu kitabı okumadım ama, ALLAH'tan başka tarnılardan bahsetmeyi, anlatmak için dahi olsa, Halil Cibran'a yakıştıramadım. Okuyan varsa, lûtfen bana yazsın. ("Yeryüzü Tanrıları", İstanbul, 2012)
7. The Wanderer: His Sayings and his Parables (New York 1932). 52 mitolojik ve sembolik hikâyeyi kapsayan eserde, toplumun bozulmuş değerleri, insanların içinde bulunduğu cehâlet ve sapkınlık eleştirilmektedir ("Gezgin", İstanbul, 2010)
8.The Garden of the Prophet (New York 1933). "The Prophet"in devâmı niteliğindeki eserde, Mustafa’nın doğduğu adaya döndükten sonra, ada halkına verdiği öğütleri kapsar. ("Ermişin Bahçesi", İstanbul 1989 / "Ermişin Bahçesi", İstanbul, 2008)
9. Lazarus and his Beloved (New York 1973). Hz. Îsâ’nın târihî kişiliği hakkında tek perdelik bir dramdır. ("Lazarus ve Sevgilisi", İstanbul, 2004)

Mektupları: Cibrân’ın Arapça ve İngilizce olarak yazdığı mektupların sayısının 2000’e ulaştığı söylenir. Bunlar edebî olmaktan çok, yazarın biyografisine ışık tutan ürünlerdir.

1912-1998 yılları arasında Cibrân’ın hayâtı, eserleri ve görüşleri hakkında kitap, makale ve tez olarak 360 eser yazılmıştır. Türkiye'de Hüseyin Günday, "Cübran: Halil Cübran ve Çağdaş Arap Edebiyatı'ndaki Yeri" (doktora tezi), Sultan Şimşek, "Amerika’daki Arap Göç Edebiyatı'nda Din Anlayışı" (doktora tezi) adlarıyla hazırlanmış, ikinci tezde Cibrân’ın din anlayışı ele alınmıştır. (İslâm Ansiklopedisi(nden alıntı)

Peki, Halil Cibran AŞK üzerine neler demiş?... Dikkatli, yavaş ve tekrar tekrar okuyun.

AŞK tarafından, AŞK'ın tâkipçileri olarak seçilmeyenler, AŞK çağırdığında işitmezler.
Bu sözler onlar için değildir. Bu sözleri anlayabilseler bile, kelimelerle giydirilmemiş
ve sayfalarda yazılmamış mecâzî mânâları algılayamayacaklardır.

AŞK'ın kadehinden hiç şarap yudumlamamış o kişi, nasıl bir insandır?

Aşk'ı konuşmak için dudaklarımı kutsanmış ateşle temizledim, ama hiçbir kelime
bulamadım.

AŞK'tan haberdâr olduğumda, sözler cılız bir hıçkırığa dönüştü. Yüreğimdeki şarkı
derin bir sessizliğe gömüldü.

Ey AŞK'ı bulmaya çalışanlar!
AŞK bir hakikattir, hem de rica eden bir hakikat,
Ve onun hâl ve hareketlerini belirleyecektir, sizin AŞK'ı bulup benimseyen
ve koruyan hakikatiniz.
AŞK sizi çağırınca, onu tâkip edin! Yolları sarp ve dik olsa da!...
Ve kanatları açıldığında, bırakın kendinizi,telekleri arasında saklı kılıç,
sizi yaralasa da!..
Ve sizinle konuştuğunda, ona inanın!
kuzey rüzgârının bir bahçeyi harap edişi gibi, sesi tüm hayallerinizi
darmadağın etse de!..
Çünkü AŞK sizi yücelttiği gibi, çarmıha da gerer.
Sizi büyüttüğü ölçü de, budayabilir de.
En yükseklere uzanıp, Güneş'le titreşen en hassas dallarınızı okşasa da,
köklerinize de inecek, ve onları sarsacaktır,
toprağa tutunmaya çalıştıklarında.
Mısır biçen dişliler gibi sizi kendine çeker;çıplak bırakana kadar
döver, harmanlar; kabuklarınızı, çöplerinizi ayıklar, eler.
bembeyaz olana kadar öğütür sizi; esnekleşene kadar yoğurur;
Ve TANRI'nın İlâhî sofrası'na ekmek olasınız diye,
sizi kendi kutsal ateşine savurur.
AŞK bütün bunları, kâlbinizin sırlarını bulasınız diye yapar.
Ve bu bilgi sâyesinde Hayât'ın kâlbinin bir parçası olursunuz.
Fakat eğer korkuyorsanız ve AŞK'ın sâdece huzuru ve hazzını arıyorsanız,
O zaman sizin için en iyisi çıplaklığınızı örtmeniz
ve AŞK'ın harman yerinin dışına çıkmanızdır,
mevsimsiz bir âleme doğru;
Orada güleceksiniz, fakat bütün kahkalarınızla değil;
Ve orada ağlayacaksınız, fakat bütün gözyaşlarınızla değil.

AŞK hiçbir şey vermez, kendinden başka...
ve hiçbir şey almaz, kendinden başka.
AŞK ne sâhip olur, ne de sâhip olunabilir,
çünkü AŞK yeterlidir AŞK'a!

ÂŞIK olduğunuz zaman, “TANRIı benim kâlbimde,” yerine, şöyle deyin,
“Ben kâlbindeyim TANRI’nın”.

Ve sanmayın yön verebilirsiniz AŞK'ın akışına;
çünkü AŞK, kendi yolunu kendi çizer, sizi değer bulduğunda.
AŞK'n hiçbir arzusu yoktur, kendini gerçekleştirmekten başka.
Fakat ÂŞIK olursanız ve kaçınılmaz olarak arzulara sâhip olmanız gerekiyorsa,
bırakın arzularınız şunlar olsun:
Erimek ve akmak... geceye şarkılar sunan bir dere gibi.
İnceliğin fazlasının verdiği acıyı bilmek.
Kendi AŞK anlayışınızla yaralanmak,
ve kanamak yine de istekle ve coşkuyla...
Şafak vakti kanatlanmış bir gönülle uyanmak,
Ve bir AŞK gününe daha şükran duymak...
Öğleyin dinlenmek ve AŞK'ın vecdini düşünmek,
Akşam eve dönmek minnettarlıkla...
Ve daha sonra uyumak, kâlbinizde sevgiliye bir dua
ve dudaklarınızda bir şükür ilâhisiyle.

Ey bana gizlerinin ve mucizelerinin varlığına inandığım AŞK’ı soran sizler!
AŞK peçesiyle beni kuşattığından beri, ben size AŞK'ın gidişini
ve değerini sormaya geliyorum.

İçinizden kim içimdeki benliği bana ve ruhumu ruhuma açıklayabilir?
AŞK adına söyleyin, yüreğimde yanan, gücümü tüketen
ve isteklerimi yok eden bu ateş nedir?
Ruhumu kavrayan bu yumuşak ve kaba gizli eller nedir?
yüreğimi kaplayan bu acı sevinç ve tatlı keder şarabı nedir?
Baktığım bu görünmeyen, merak ettiğim, açıklanamayan,
hissettiğim hissedilemeyen şey nedir?
AŞK diye seslendiğimiz şey nedir?
Söyleyin bana, bütün anlayışlara sızan ve çağlarda gizli olan o sır nedir?
Başlangıçta olan ve herşeyle sonuçlanan bu anlayış nedir?
Hayat'tan ve Ölüm'den, Hayat'dan daha acâyip,
Ölüm'den daha derin bir düş oluşturan bu uyanıklık nedir?
Söyleyin bana dostlar, içinizde Hayat'ın parmakları Ruhuna dokunduğunda
Hayat uykusundan uyanmayan biri var mı?
Yüreğinin sevdiğinin çağrısıyla babasından
ve annesinden vazgeçmeyecek kimse var mı?

Hıçkırıklarımda kahkahanın yankısından daha güzel,
sevinçten daha mutluluk verici bir keder var.
Neden kendimi, beni öldüren ve sonra şafak sökene kadar tekrar dirilten,
hücremi ışığa boğan bu bilinmeyen güce veriyorum?

İçinizden kim Ruhunun seçtiği kişiyi bulmak için uzak denizlere açılmaz,
çölleri aşmaz, dağların doruğuna tırmanmaz?
Hangi gencin yüreği tatlı nefesli, güzel sesi ve büyülü dokunuşlu elleriyle
Ruhunu kendinden geçiren kızın peşinden dünyanın sonuna gitmez?
Hangi varlık dualarını bir yakarış ve bağış olarak dinleyen bir Tanrı’nın önünde
yüreğini tütsü diye yakmaz?
AŞK Ruhlar'dan varlığın sırlarını gizleyen kör edici bir sistir;
yürek tepeler arasında sâdece titreşen arzu hayaletlerini görür
ve sessiz vâdilerin çığlıklarının yankılarını duyar.

AŞK Ruh'un çekirdeğindeki yangından saçılan ve dünyayı aydınlatan bir ışıktır.
Hayâtı bir uyanışla diğeri arasındaki güzel bir düş olarak görmemizi sağlar.

AŞK, insanın TANRI’yı mümkün olduğunca fazla görmesini sağlayan kutsal bir bilgidir.

AŞK, şafağın kızları tarafından sunulan ve güçlü Ruhlar'a güç katıp
onları yıldızlara çıkaran bir şaraptır.

AŞK, ÂŞIK ile MÂŞUK arasında bir maskedir.

AŞK, Cehennem mağaralarında sürünen kara engereklerin ölümcül zehiridir.
Zehir çiğ gibi taze görünür, susuz Ruhlar aceleyle içer onu;
ama bir kere içince hastalanır ve yavaş yavaş ölürler.

AŞK, mezarın sessizliğinde bedenin dinlenmesi,
Sonsuzluğun derinliklerinde Ruh'un huzura ermesidir.

Tutkulu AŞK, giderilmesi mümkün olmayan bir susuzluktur.

AŞK, titreyen bir mutluluktur.

HAYAT iki yarıya ayrılmıştır: biri donar, biri yanar; yanan yanı AŞK'tır.

Çağlara benzer AŞK... Bugünü inşa eder ve yarını yıkar.
Bir TANRI gibidir, felâketler yaratır.
Menekşenin iç çekişinden daha nâziktir AŞK...
Ve daha serttir şiddetli bir fırtınadan.

Her gün her gece kendini yenilemeyen AŞK, bir saplantıya döner
ve bu saplantı çok geçmeden bir kölelik hÂlini alır.

Bana mutluluktan söz etme, anısı beni mutsuz ediyor.
Bana huzurdan söz etme, gölgesi beni korkutuyor;
Ama bak bana; sana, Cennet'in kâlbimin külleri içinde yaktığı
mübârek feneri göstereceğim;
Seni bir annenin tek çocuğunu sevdiği gibi sevdiğimi biliyorsun.
AŞK, seni kendimden bile korumayı öğretti bana.
Beni, seninle birlikte uzak diyarlara gitmekten alıkoyan şey,
ateşle temizlenmiş o AŞK'tır.

AŞK, senin özgürce ve erdemli bir şekilde yaşamana imkan vermek için,
içimdeki arzuyu öldürüyor.

Sınırlı AŞK, sevdiğini sâhiplenmek, sınırsız AŞK ise sâdece kendini ister.

Gençliğin saflığı ve uyanışı arasına düşen AŞK,
kendini sâahiplenme ile tatmin eder ve sarılmalarla büyür.
Ama gökkubbenin kucağında doğan ve gecenin sırlarıyla inen AŞK,
sonsuzluk ve ölümsüzlükten başka hiçbir şeyle huzurlu olamaz;
İlâhî varlık dışında hiçbir şeyin önünde saygıyla eğilemez.
Dünya kuruldu kurulalı bilinir: AŞK derinliğinin farkına,
ancak ayrılık saati gelip çattığında varılır.

Gençliğim süresince AŞK, benim öğretmenim olacak;
orta yaşta yardımcım ve yaşlılıkta da sevincim olacak.

(Bu ifâdeler, Halil Cibran'ın "Kırık Kanatlar" , "Ermiş" kitaplarından ve onun Özdeyişleri'ni derleyen "Z'amansız Sözler" sitesinden alınmıştır. Derleyene şükran borçluyuz.)

Bu Celse'yi naklederken "merak uyandıracak" hafif bir Celse sunmak istiyordum. Ama inanır mısınız, her şey kendiliğinden gelişiyor, başlarken düşündüğümden farklı bir sayfa çıkıyor ortaya... Bu da öyle oldu, gene ağır oldu, kısmetinize....

Ruhi Selman

selman@journalist.com

***

  • Önemli Sayfalar:

    - BİR SPİRİTUALİSTİN DÜNYASI - ANA SAYFA
    - BİR TEBLİĞ
    - ÖLÜM VE SONRASI
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 1
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 2
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 3
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 4
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 5
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 7
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 9
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 10
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 11
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 12
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 13
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 14
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 15
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 16
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 17
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 18
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 19
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 20
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 21
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 22
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 23
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 24
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 25
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 27
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 28
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 29
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 30
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 50
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 51
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 52
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 53
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 54
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 55
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 56
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 57
    - ÂHIRET'TEN SİMÂLAR - 58
    - ÂHIRET'TEN SİMÂLAR - 59
    - ÂHIRET'TEN SİMÂLAR - 60
    - ÂHIRET'TEN SİMÂLAR - 61
    - TEKÂMÜL'E GİDEN YOL
    - NEYZEN TEVFİK'TEN BİR ŞİİR
    - KADIN HAKKINDA BİR TEBLİĞ
    - EKMİNEZİ ÇALIŞMASI
    - İMAJ VE İLK YÜKSELME
    - BİR OBSESYON VAK'ASI
    - ÖTE ÂLEM'DEN ŞİİRLER - 1
    - RÜYÂLAR - 1
    - RÜYÂLAR - 2
    - REİNKARNASYON - 1
    - REİNKARNASYON - 2
    - ANADOLU'DA REİNKARNASYON ŞİİRLERİ
    - İRLANDALI ŞÂİR JAMES CLARENCE MANGAN ANADOLU'DA MI YAŞADI?
    - FİNCAN CELSELERİ - 1
    - FİNCAN CELSELERİ - 2
    - FİNCAN CELSELERİ - 3
    - RÛHÎ FİLİMLER - 1
    - ENTERESAN RÛHÎ OLAYLAR
    - ERGUN ARIKDAL VE SÂDIKLAR PLÂNI'NI TENKİT
    - BÜLENT ÇORAK VE DÜNYA KARDEŞLİK BİRLİĞİ SAFSATASI
    - CENAP BAŞMAN VE MARON TARİKATI
    - SAPKIN RAEL TARİKATI
    - TRANSANDANTAL MEDİTASYON KANDIRMACASI
    - MELEKLER'DEN MESAJ ALDIĞINI SANAN ŞAŞKINLAR
    - ŞEYTANA TAPAN SATANİSTLER
    - KADIN HAKKINDA BİR TEBLİĞ
    - KRYON "TEBLİĞ"LERİ VE LEE CARROLL'UN "MEDYUM"LUĞU
    - J. Z. KNIGHT ADLI KADIN MEDYUM ve RAMTHA "TEBLİĞ"LERİ
    - SILVER BIRCH TEBLİĞLERİ
    - "SÜPER İNSANLIK" DERNEĞİ VE UYDURUK "TEBLİĞ"LER
    - MEKTUPLAR