BİR SPİRİTUALİSTİN DÜNYASI

ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 27

Bu sefer bir Geri Varlık ve iki muhterem zat ile kurulmuş olan irtibâtı nakledeceğiz.

Varlık : Kara Şâhin
Tarih : 11.8.1961
Usûl : Hipnoz yoluyla rûhî infisâl
Medyum: Ali

Medyum- ... Karanlık...
İdâreci- Sür'atle geçiniz.
M- ... Yolum kesildi...
İ- Kimin tarafından kesildi?
M- ... KARA ŞÂHİN... (1)
İ- Hangi zamanda ve nerede yaşamış? Lûtfen size bildirsin.
M- ... Ankara'da asılarak ölmüş...
İ- Hangi senede?
M- ... 56'da...
İ- Suçu neymiş?
M- ... Zâhirde câsusluk...
İ- Aslı neymiş?
M- ... Katil...
İ- Anlaşılamadı.
M- ... Onu öldürmüş.... Korkunç bir yüz... Yerde sürünüyor... Annesinin intikamını almış...
İ- Peki, bu katillik suçu meydana çıkmamış mı?
M- ... Hayır... Adâlet tecelli etmiş... 14 yaşında bir bâkirenin bikrini izâle etmiş...
Öldürmüş... Sonunda câsusluktan idâm edilmiş...
İ- Sür'atle yükselmeye bakınız.
M- ... Işığımı kapattı!.. Işık!... Benim ışığımı kapattı!.. Yolumu bulamıyorum!..
İ- Bizimle konuşmak istiyor mu?
M- ... Ne müsaadesi varmış, ne de konuşabilirmiş... Bir ses geldi, sürüne sürüne
yolumdan çekildi... Işığıma kavuştum...
İ- Sür'atle yükseliniz.

(1) Bu sefer farklı bir çalışma yapacağız... Celse İdâresi üzerinde duracağız. Ruhî İrtibatlar'da Celse İdârecisi son derece dikkatli olmak zorundadır. Biz Müslüman olduğumuz için hem Celse İdârecisi, hem Medyum, hem de Avra'da Bulunanlar bu tarz çalışmaları bir nevi İBÂDET kabul edip, ona göre Celse'ye hazır ve temiz gelmelidirler. Hem bedenen, hem zihnen, hem kâlben!.. Celse aynı zamanda İLMÎ bir FAALİYET, hatta bir LÂBORATUVAR ÇALIŞMASI olduğu için de, bir İLİM ADAMI titizliği ve dikkatiyle hareket edilmelidir.

Celseler genelde dikkat dağılmasın diye az ışıklı, loş ortamlarda yapılır. Bu yüzden Celse İdârecisi Medyum'u Geri Varlıklar'ın etkisine girmesin, Rûhî veya bedenî sıkıntılara düçâr olmasın diye dikkatle gözlemelidir. İşin zorluğu buradadır. Çünkü Celse İdârecisi'nin aynı zamanda Avra'da Bulunanlar'ı da tâkip etmesi gerekmektedir. Çünkü o loş ortamda hassas kişiler Trans'a girebilir, kendinden geçebilir, korkabilir. Çığlık atıp diğerlerini de korkutabilir. Rûhen veya bedenen rahatsızlanabilir. Ânında müdâhale etmek gerekir!

İş burada da bitmez... Ama biz bugün yalnız Trans'a giren, uyutulan, Ruhî İnfisal yoluyla İrtibat kuran Medyumlar'ın durumundan söz edeceğiz... Celse İdârecisi, Medyum'un ilk başka büyük ihtimâlle Geri Varlıklar'la karşılaşacağını gözönünde tutarak, Celse'nin seyrini büyük bir dikkatle tâkip etmelidir. Meselâ bu Medyum yükselirken çok heyecanlanmakta, kekelemeye başlamakta, bu yüzden zaman zaman söyledikleri tam anlaşılamamaktadır. O heyecânın tehlikeli bir durum almasını Celse İdârecisi başarılı bir şekilde önlemektedir. Ancak soruları bâzen uygun veya yeterli olmamaktadır... Meselâ, bu Celse'de şunlar da sorulabilirdi:

- Annesinin intikamını kimden almış?
- O 14 yaşındaki kız kimmiş?
- Hangi ülkeye câsuslukla suçlanmış?

Sonra, Geri Varlık için dua etmek, "ALLAH taksirâtını affetsin" demek gerekirdi. Hatta Varlığa kendisinin dua etmesi, ALLAH'tan af ve bağışlanma dilemesi öğütlenebilirdi. Her zaman dediği, ama hiçbir zaman yapmadığı gibi, "Yukar'daki Muhterem Varlıklar'dan sizin için yardım rica ederiz" diyebilirdi... Yâni, burada mesele sâdece Medyum'u Geri Varlık'tan kurtarıp yükselmesini sağlamak değil; karşılaşılan Geri Varlığa da yardımcı olmaktır. Sokakta açlıktan kıvranan bir zavallı görseniz, bakmadan, para veya yiyecek vermeden geçebilir misiniz?.. Âhıret Âlemi'nde de geçmemek gerekir. Bize Üstün Varlıklar öyle ikazda bulunmuşlardır. Âhıret'te kimin, ne olacağı bilinmez ki!.. Belki biz de gidince yardıma muhtaç duruma düşeriz.

Bir de telâffuz hatâları var. Son zamanlarda inanılmaz tarzda arttı... KATİL (kısa A) "adam öldürme" demektir. KAATİL (uzun A) "adam öldüren" demektir. Kara Şâhin KATİL (adam öldürme) suçu işlemiş...

Devam ediyoruz:

Varlık : Şems-i Tebrizî, Doktor Reşit Galip
Tarih : 11.8.1961
Usûl : Hipnoz yoluyla rûhî infisâl
Medyum: Ali

Medyum - ...... Çıktım...
İdâreci- Şu andaki vasatınızı anlatınız.
M- ... Oturdum...
İ- Çıkmaya devam ediniz.
M- ... Durdurun!... Durdurun!... Durdurun!...
İ- Durunuz! Durunuz!... Gâyet rahatsınız.
M- ... Bişnev... Bişnev... Bişnev... ŞEMS-İ TEBRİZÎ... (2)
Varlık- ... Bişnev... Bişnev... Bişnev... Dinle ve duy!.. Vakit diyk, mânâ dakik...
... Arkasında DOKTOR REŞİT GALİP... (3)
İ- Medyumumuzdan rica ediyoruz. Muhterem'i simâ olarak tanımıyoruz.
Bize kendisi tasvir, eşkâlini anlatabilir misiniz?
V- ... Bişnev!... Dinle ve duy!.. Ben târif edilemem, duyulurum... BİŞNEV!..
İ- Kendilerin sual soracak kudrette değiliz. Lûtfetsinler, irşâd etsinler.
V- Bilesiz.. Hoşnut olasız!..
İ- Muhterem üstâdım, irşâd buyursunlar.
V- Bilesiz, irşâd olasız!..
İ- Bişnev'in mânâsı nedir?
V- Bişnev!.. Bişnev!.. Dinle ve duy!..
İ- Muhterem'i dinliyoruz, buyursunlar.
V- NEY GİBİ HEMDERT, NEY GİBİ PANZEHİR OLAMAZ!
... Bişnev!.. Bilesiz, hoşnut olasız!..
İ- Muhterem üstâdım, bizi irşâd eder misiniz?
V- Artıkla geçinenin sadaka vermeye selâhiyeti yoktur. Bilesiz, hoşnut olasız!..
M- .. Seni kaçırmam!... Yapışıyorum eteklerinden!.. Yapıştım eteklerinden!...
İ- ??? Muhterem üstâdım, kendi hayatlarından, Mevlâna ile olan durumlarını anlatırlar mı?
V- Gülü koklamayı bırakıp, ayrık otu toplamasınlar!
İ- ??? Bize nasihatları var mı? V- NÛRU DIŞTA ARAMA, İÇTE ARA!
ONUN TECELLİGÂHINI İNŞÂ ET!
GÖZ KAMAŞTIRMAYA ÇALIŞMA,
GÖZ KAMAŞMAYA ALIŞ!
DUDAKLARIN SUSUZLUKTAN ÇATLADIĞI ZAMAN DA ONUN ZEVKİNE VAR!
ACI, TATLININ PANZEHİRİDİR. ONUNLA ÜLFET ET!
YALNIZ; YALNIZ OLAN'IN, TEK OLAN'IN KARŞISINDA RÜKÛ ET!..
BİŞNEVİN MEDLÛLÜNÜ YAP! VE SONRA... BÂZÂ.. BÂZÂ!.. BÂZÂ!..

M- ... Öpüyor beni... Rehberi imişim...
İ- Medyum'umuzun rehberi misiniz?
M- ... Kendisinden 447 sene evvel Dünyâ'ya gelmişim... Rehberi imişim... Yerim boşmuş..
İ- Acaba kendileri de tekrardan Dünyâ'ya gelecekler mi?
V- Umur, emrin neticesidir... Hizmet edelim, mütelezziz olalım.
İ- Acaba Mevlâna ile durumları ne idi? Ve ne şekilde ona Şemslik ettiniz?
"Şems olmasaydı, Mevlâna olmazdı" diyorlar. Lûtfen izah eder misiniz?
V- Ben, ilâhî çerağın şamdancısıydım... Pervâne idim... Yandım, yok oldum! Savruldum!..
... Yeşil bir duman içinde kayboldu....

Burada yine duralım... Şems-i Tebrizî ve Mevlâna Celâleddin-i Rûmî hakkındaki bilgileri daha aşağıda vereceğiz. Burada sâdece Hz. Mevlâna'yı coşturup büyük bir mutasavvıf hâline gelmesine sebep olan bir zatla yapılan görüşmeyi tahlil edeceğiz.

İlk soru, "Acaba gelen hakikaten Şems-i Tebrizî mi?" ... Buna ancak Celse'de geçen ifâdeleri inceleyerek karar verebiliriz. Celse İdârecisi bu zat ve Hz. Mevlâna hakkında yeteri kadar bilgiye sâhip değil. BİŞNEV kelimesinin mânâsı, hemen arkasından verilmesine rağmen bunu anlamamış, tekrar sormuş. Ama başka soracak sual bulamamış uzun müddet... Varlığın konuşma tarzı kendi dönemine uygun ama, karar vermek için yeterli değil. TEBLİĞ saydığımız için büyük harflerle yazdığımız kısımda bilgiler doğru ve mantıklı, ancak yine karar vermeye yeterli değil!.. Şems-i Tebrizî de olabilir, onun adını veren Vasat-Üstü bir başka Varlık ta olabilir. Tek diyeceğimiz Geri bir Varlık değil.

Az bilinen kelimelere gelince, ÜLFET ETMEK, "tanışmak, görüşüp konuşmak, sohbet etmek" demek... Varlık, "Acıyla ahbap olun" diyor, belki nasıl bal yaptığını anlarsınız diye...
MEDLÛL, "anlamı, derin mânâsı, gösterilen, işâret ettiği" demek. Varlık, "Bişnev'in derin mânâsına in, gösterdiği şeyi yap" diyor. BİŞNEV, "dinle ve gönülden duy" demekti. Neyi dinleyecek, neyi duyacak? (İki anlamlı yazdık: Hem ney dinleyecek, üflenen neyin ne anlattığını duyacak, gönlünde hissedecek... hem de ne dinleyecek, ne duyacak, ona kendi karar verecek)
BÂZÂ, "gel" demek... Hz. Mevlâna'ya atfedilen

Bâzâ, bâzâ her ançi hesti bâzâ, ........ Gel! Gel! Her ne olursan ol, gel!
Ger kâfirü, gebru, putperesti bâzâ, ... İster kâfir ister ateşe tapan, ister putperest ol, gel!
In dergehi mâ dergehi növmîi nist, ... Bu dergâh ümitsizlik dergâhı değil,
Sad bâr eger tövbe şikesti bâzâ. .. ... İster yüz kere tövbeni bozmuş ol, yine gel!

şiirindeki ifâdedir "bâzâ"... Aslında bu ifâde Ebû Said Fazlullah bin Ebi'l-Hayr Ahmed bin Muhammed el-Meyhenî'ye (967-1049) âittir. Ama Mevlâna'ya (1207-1273) da yakışır, en azından sözlü olarak kullanmıştır.

Arkadan incelemesi mümkün olmayan bir iddia geliyor... Medyum, "Kendisinden 447 sene evvel Dünyâ'ya gelmişim, Rehberi imişim... " diyor...

1185-1248 târihleri arasında yaşayıp 1248'de vefat eden Şems'in o hayâtından 447 sene evvel Dünyâ'ya gelmiş ve ona rehberlik etmiş ise; bu 1248 - 447 = 801 yılı eder.. Acaba 801 yılında doğan tanınmış biri var mı?... Araştırdık... Bulduk... Kindî, veya tam adıyla Ebu Yusuf Yakub bin İshak el-Sebbah el-Kindî, 801 yılında, Basra'da doğmuş, 873 yılında, Bağdad'da vefat etmiş... Kindî Felsefe, Tıp, Matematik, Astronomi, İlâhiyat, Psikoloji, Fizik, Kimya ve Musikî'ye kadar pek çok dalda eser yazan bir Arap âlim... Ancak Şems'in aşağıda naklettiğimiz hayâtını inceleyince, Kindî'den ne derece yararlanmış, anlaşılmıyor.

"Rehberlik" meselesine gelince, acaba Medyum, o hayâtında Şems'in rehberi Kindî miydi?.. Bilemeyiz... Medyum bu hayâtında çok muhterem, bilgili, çalışkan ve ahlâklı bir kişiydi. ALLAH rahmet eylesin, 1980 yılında vefat etmiştir. Muhtemeldir ki, o târihte yaşadıysa, gene öyle muhterem biriydi.

Yoksa, Şems, o hayâtından sonra tekrar Dünyâ'ya gelmiş, meselâ 1847 yılında... ve bizim Medyum da ondan 447 yıl önce Dünyâ'ya gelmiş, meselâ 1400 yılında ve ona Âhıret'ten rehberlik mi yapmış?... Böyle bir ihtimâl de var ama, yine bilemeyiz.

Ancak Mevlâna'ya rehberlik etmiş Şems niye tekrar Dünyâ'ya gelsin ki?.. Geldiyse bile, niye Medyum'un o târihteki bedenli hâlinin rehberliğine ihtiyaç duyacak konumda olsun?.. Yâni, Medyum o târihte Şems'e bile rehberlik edecek kadar Üstün bir Varlık mıydı?..

Aşağıda Şems-i Tebrizî'nin hayâtını ve şahsiyetini okuyunca göreceksiniz ki, bu sorular hep cevapsız ve iddianın kabûlü zor!.. Doğrusunu ancak ALLAH bilir!..

Yine de şunu diyebiliriz: Celse'de bundan başka tereddütlü bir husus yok, tehlikeli bir durum da yok. İster inanın, ister inanmayın!... (Böyle bir program vardı, değil mi, TRT'de... "İster İnan, İster İnanma" diye... Enteresan, alışılmamış olayları verirdi.)

Devam edelim:

M- ... DOKTOR REŞİT GALİP BEY...
İ- Ben ve arkadaşlarım dua ettiler. ALLAH kabul etsin. Nur içinde yatsınlar.
M- ... Getirilmiş...
İ- Bizimle bu akşam konuşacaklar mı?
M- ... Bana soruyor.... "Ben neredeyim?" diyor... "Hizmete çağrıldım. Hizmete âmâdeyim."
İ- Ricâmız şu: Din duygusu nedir? Geniş anlamıyla târif eder misiniz?
V- Mücerret olarak din duygusu yoktur. Din fikri vardır. Mahlûkatın içinde nâtık olan
insanın dîne, bir dîne mâlik olmasının illeti, birşeye inanma duygusunun neticesidir.
İ- ??? Evet, efendim.
M- ... Elle "Vah vah!.. Vah vah!" diyor... "Vah vah!... Vah vah!.." diyor...
"Fırsatı ganimet bilemediniz... "Vah vah vah!.." diyor...
V- "Vah vah vah!... Vah vah vah!... Vah vah vah!.. Vah vah vah!"
İ- Biz Muhterem'le çok görüşmek istemiştik ama...
V- Kim dedi, ağlamayan çocuğa meme verilir, diye?..
İ- ??? Arkadaşlarımızın şahsî sualleri var.
V- Üç umûmî sualden sonra şahsî suale geçin!
İ- Nâmus mefhumu nedir?
V- Nâmus, içtimâî bir müessese olan ahlâkın, ferde taalluk eden edebî bir mefhumudur.
İçtimâî müessese temellik yaptığı için, cemiyetten cemiyete, devirden devire değişir.
Ahlâk, içtimâî bir müessese olan ahlâk, iki kaideler toplamıdır. Millî ve beynelmilel olarak ikiye ayrılır.
Beynelmilel ahlâkın âmili, insânî düşünceler; millî ahlâkın kaynağı mâşerî şuurdur.
İ- Arkadaşlarımız, "3. Cihan Harbi olacak mı?" diye soruyorlar.
V- Toplumun elinde... Yirmiden dört çıkınca, tamam!
İ- "Yirmiden dört çıkınca"dan kasıt nedir?
V- Yirmiden dört çıkınca, tamam!
İ- Bunu ay olarak mı söylediniz?
V- Hayır... Sene... Sene... Sene...
İ- Yâni 16 sene sonra mı?
V- Evet.
İ- Nâdire Hanım soruyorlar: Üstâd'ın ATATÜRK'le olan durumunu bize anlatırlar mı?
Enteresan vak'aları bize naklederler mi?
M- ... Gülüyor...
V- Ben sizi Bünyan Halısı gibi düz yoldan yürütmek istiyorum, siz illâ dikenli ve çakıllı yeri istiyorsunuz.
İ- ??? Arkadaşlarımız şahsî suallerini soracaklar.

Bu noktada Dr. Reşit Galip Bey de ayrılıyor... Biz de "duralım, inceleyelim," dedik...

Dr. Reşit Galip Cumhuriyet'in ilk yıllarına âit önemli bir şahsiyet... Ama onun hakkında fazla bilgi sâhibi olan yok!.. Şimdi de yok!.. Ne Cumhuriyet Dönemi hakkında, ne Osmanlı Dönemi hakkında, ne Selçuklular hakkında, ne de Orta Asya Türk Târihi hakkında bilgi sâhibi olan bir gençlik, bir aydın tabaka, bir basın-yayın mensubu grup yok!... Dünya Târihi, Dünya Siyâseti hakkında da bilgi sâhibi olan yok!.. Herkes dinden, imandan bahsediyor ama, doğru-dürüst dinini bilen yok!.. Geçenlerde bir televizyon muhâbiri halka "İmânın ilk şartı nedir?" diye sordu da, 10 ile 40 yaş arasında bilen çıkmadı!.. Herkes müslüman, "imanın şartı"nı bilen yok!.. Herkes Borsa'dan dövizden bahsediyor ama, İktisat'tan anlayan da yok!.. Diplomalı Câhiller Gürûhu var sâdece!..

Neyse, bu ayrı bir mesele, biz Celse'ye dönelim. Dr. Reşit Galip Bey hakkında uzun açıklamayı son kısımda yapacağız.

Üstâd, Şems-i Tebrizî ile görüşmeden hiç yararlanılmamış olmasına hayıflanıp, "Vah vah!" diye diye bir hâl oluyor!.. Bu davranışıyla bundan sonraki Celseler için bir uyarıda bulunuyor.

Sonra DİN üzerine bir Tebliğ veriyor. İncelemesini size bırakıyoruz. Aklınıza yatarsa kabul edersiniz, yatmazsa etmezsiniz.

Hâzirûn, yâni Avra'da Bulunanlar bu zata umûmî sual soracak kadar bilgi sâhibi olmadıkları için, Celse İdârecisi şahsî suallere geçmek istiyor... Ama Varlık, "Yağma yok, o kadar zahmet edip gelmişim. Daha doğrusu, hizmet etmek için gönderilmişim. Bana üç tâne umûmî sual sormadan sizin uyduruk şahsî suallerinize cevap vermem," diyor ve bununla da bir ikazda bulunmuş oluyor!.. Uğraşıp, NÂMUS sorusunu çıkarıyorlar, Üstâd, NÂMUS ve AHLÂK konusunda bizce değerli bir açıklamada bulunuyor. Ne diyor?.. "Nâmus, ferdi alâkadar eder" diyor. Yâni, kişinin nâmusu olur; kocasına, karısına, çocuğuna, âilesine, mahallesine nâmussuzluk bulaşmaz!.. O yüzden birilerinin "Nâmusumu temizledim" diye karısını kızını öldürmesi, veyâ onları intihâra zorlamasının bir mantığı yoktur. Kişinin olsa olsa, karısının kızının düşmesine engel olmadığı için bir sorumluluğu vardır! Bu işte gerçekten sorumluluk vardır. Özellikle erkeklerin!..

Bu hususta örnek zat Peygamberimiz'dir.... Uzundur... Ama uzun uzun anlatmak zorundayız ki, şu "nâmus" konusunda düşülen yanlışlar, hatâlar ve birbirini tâkip eden felâketler önlensin!

Efendim, Peygamberimiz Muhammed Mustafa'nın (s.a.v.) başından geçen bir IFK HADİSESİ veya GERDANLIK OLAYI vardır. Gene İnternet'ten AYNEN alarak, hazırlayana da şükranlarımızı sunarak nakledelim:

Hazret-i Muhammed, Huzâa kabilesinden Müstalikoğulları sülâlesine karşı bir sefer düzenlenmiş ve sefere çıkarken yanına eşlerinden birini almak istemişti. Hazret-i Ayşe'nin aktardığına göre, Muhammed hanımları arasında oklarla kur'a çektirdi ve sefere katılma şansını Ayşe elde etti.

Müstalikoğulları sülâlesine Müreysi su kuyusu yakınlarında baskın yapıldı. Kısa süreli çarpışmaların ardından sülâlenin erkeklerinin çoğunluğu hayâtını kaybetti ve sağ kalanlar kaçtı. Sefer dönüşü ordu geceyi geçirmek üzere Medine yakınlarında konakladı... Peygamber sefere çıkarken karısını niye yanına almak istemişti ki?.. Elbette aşk-u muhabbet için... Peygamberimiz gece Ayşe ile ilişkiye girdi. Sabah Ayşe cünup dolaşmamak için ordugâhtan uzaklaştı, yakındaki gölde yıkandı. Dönüş yolunda gerdanlığını unuttuğunu, veyâ düşürdüğünü farketti, geri döndü.... Hadis rivâyetleri olayın bu kısmını değiştirip "çişini yapmak için çıktı" diyorlar... Öyle olsaydı, ordugâhtan o kadar uzaklaşır mıydı?... Kolyesini çıkarmasına gerek olur muydu?..

Yemen nazar boncuğundan dizilmiş bu gerdanlığı, bir rivâyete göre gelin olduğunda annesi Ümmü Rûman hediye etmişti. Bir başka rivâyete göre ise, kız kardeşi Esma'dan ödünç almıştı. Yâni, kıymetli idi ve mutlaka bulması gerekiyordu. Bu yüzden Ayşe geri döndü. Gerdanlığı buldu. Ancak bu arada ordu toparlanmış, onun kapalı hevdeçini de, kendisinin içinde olduğunu sanarak deveye yüklemiş, yola koyulmuşlardı. Muhafızları dâhil, Peygamberimiz dâhil, kimse onun o dört köşe kapalı hevdeçin içinde olmadığını farketmemişlerdi!... Ayşe'ye göre bunun sebebi kendisinin küçük, zayıf ve hafif olmasıydı.

Ordugâhın olduğu yere varan Ayşe, herkesin gitmiş olduğunu gördü, geri döneceklerini umarak konaklama yerinde beklemeye başladı ve oturduğu yerde uyuyakaldı. Bir süre sonra ordunun artçı muhafızlarından Safvan bin Muattal "Geride kalan var mı? Bir şey unutulmuş mu?" diye dolaşırken, Ayşe'ye rastladı. İstirca edip, yani "Biz Allah`ın kullarıyız ve Allah`a döneceğiz" deyip, başka bir söz söylemeden Ayşe'yi kendi devesine bindirdi ve kendisi de yürümeye başladı.

Kervanı bir sonraki molasında yakaladılar... Ayşe'nin kervanda olmayıp, genç ve yakışıklı bir askerle birlikte sonradan gelmesi dikkat çekti. Ashap arasında söylentiler başladı. İddialar, iftirâlar ilk başlarda Muhammed, Ayşe ve Ebu Bekir ailesinin fertlerinin kulağına gitmedi. Bu arada Ayşe rahatsızlandı ve bir süre evde istirahatte kaldı.

Nihâyet dedikodular Peygamberimiz'in kulağına kadar geldi. "Muhammed'in karısı Ayşe, çölde tek başına genç ve yakışıklı Saffan ile kalmış. Nice zaman sonra birlikte gelip kervana katılmışlar.. fiskos... fiskos... "

Peki, Peygamberimiz, bu dedikoduları duyunca küplere binip, tabancayı çekmiş, o vakitler tabanca yok ya, ekmek bıçağını kapıp, Ayşe'yi 16 yerinden bıçaklamış mı?.. Sokak ortasında "yer misin, yemez misin?" diye sille tokat dövmüş mü?.. Bilip bilmeden karısını sokağa atmış, boşamaya kalkmış mı?.. Hakkında zina dedikodusu çıktı diye karısını intihara, kendini asmaya zorlamış mı?.. Yoo!..

Peki, ne yapmış?.. Okuyalım.

Hz. Muhammed iddiaları duyunca, Ayşe'ye soğuk davranmaya başladı. Ayşe bu soğukluğa bir anlam veremedi. Dedikodular artınca, Muhammed, Hz. Ali'nin tavsiyesine uyarak, olayın gerçek yüzü ortaya çıkıncaya kadar Ayşe'yi babasının evine gönderdi.

Ayşe haksızlığa uğradığını düşünüyordu, babasına "Allah'ın Resûlü beni evinden dışarı attı," dedi. Hz. Ebu Bekir de, tüm ev halkı da çok üzgündü.

Yüce Peygamberimiz Hazret-i Muhammed (s.a.v.) ne yapmış?.. Hakkında zinâ dedikodusu çıkarılan karısını; vurmadan, dövmeden, aslında kovmadan, olay aydınlanıncaya kadar babasının evine göndermiş!.. Bunu unutmıyalım!

Peki, Peygamber'in yaptığı her şeyi sünnet sayanlar, bu davranışı neden sünnet saymazlar?.. Kıçını üç taşla silmeyi dahi sünnet belleyip; yıkanmayan, tuvalet kâğıdı kullanmayan, helâları taşla tıkayanlar, neden bu davranışı benimsemezler, yaymazlar?.. Neden bu konu hutbelerde işlenmez?.. En ufak bir şüphe de karısını, kızını vuran, veya sokağa atıp fâhişe olmasına sebep olan kocalar, babalar, ağabeyler, dayılar, amcalar neden uyarılmaz?.. Bundan âlâ HUTBE, VAAZ, TELEVİZYON SOHBETİ, RADYO SOHBET KONUSU olur mu?.. Uyduruk "nâmus" bahânesiyle kadın cinâyetlerini önlemenin bundan daha iyi bir yolu var mı?.. Kendini müslüman sayan bir erkek bu kıssayı dinledikten sonra, "nâmusum elden gitmiş" diye karısını, kızını vurabilir mi?.. Peygamber'in nâmusu yok muydu, o niye öyle yapmadı, a bre densizler!..

Bitmedi!..

Hiç tevil etmeye kalkmayalım... Peygamberimiz'in karısı Ayşe, "ashab" diye bildiğimiz bâzı dedikoducu kişiler tarafından zinâ ile suçlanmıştı. Genç bir kadın olan Ayşe'nin, yine genç ve yakışıklı bir erkek olan Safvan'la yolda "neler yapmış olabileceği" üzerine söylentiler almış, yürümüştü. Muhammed (s.a.v.) dahi bu söylentilerden etkilenmiş, Ayşe'ye karşı olan her zamanki tutum ve davranışında bir değişme olmuştu. Rivâyete göre, Ayşe durumu şöyle anlatıyor:

- "Medine'ye gelince ben bir ay hastalandım. Meğer o sırada, iftirâcıların dedikoduları dolaşıyormuş.
Hastalığımda beni işkillendiren bir şey oldu. Peygamber'den de, her hastalığımda gördüğüm ilgiyi,
inceliği artık göremiyordum. Yalnızca gelip selâm veriyor ve 'nasılsınız?' diyordu, o kadar!"

Bir rivâyete göre, bu olay üzerine Peygamber Ayşe'yi babası Ebubekir'in evine gönderdi. Başka bir rivâyete göre kendisi Peygamber'den izin alıp gitti. Masumluğunun açıklanmasını ALLAH'tan beklemeye başladı.

Bir gün Hz. Muhammed, Ayşe'yi ziyârete geldi. Ayşe'nin annesi Ümmü Ruman, Muhammed'i saygıyla işâret ederek Ayşe'ye ayağa kalkmasını söyledi. Kırgın Ayşe,

- "Yalnızca ALLAH'a şükretmek için ayağa kalkarım; (Muhammed'e hitaben) sana değil," dedi. Muhammed,

- "Ayşe! Senin hakkında bana şöyle şöyle dedikodular geldi. Eğer bu suçu işlemedinse, ALLAH seni aklayacaktır.
Ama eğer işledinse, bu suçundan dolayı ALLAH'a yönel, tövbe et! Çünkü bir kul, suçunu boynuna alır ve tövbe ederse,
ALLAH ta onun tevbesini kabul eder."

Ayşe, Muhammed'in bu sözlerine, babasının ve anasının karşılık vermelerini istedi. Onlardan ses çıkmayınca, Muhammed'e kendisi cevap verip,

- "Eğer yemin etsem, inanmazsın ve eğer anlatsam, günahsızlığımı kabul etmezsin," dedi ve sonucu sabırla bekleyeceğini söyledi.

Dikkat ettiniz mi?.. Peygamberimiz karısına, "Bu suçu işlediysen, itirâf et, tövbe et. ALLAH tövbeni kabul eder," diyor!.. Atfedilen suç ne?.. Zinâ!.. Peygamberimiz velev ki, zinâ dahi etmiş olsa; Ayşe'yi Vehhâbîler, Selefîler, El Kaideciler, Talibanlar, IŞİD mensupları gibi recmetmeye, bizimkiler gibi öldürmeye kalkıyor mu? Hayır!..

Hatta, bizce ifâdesinden "ALLAH seni affeder. ALLAH'ın affettiğini ben nasıl affetmem?" mânâsı çıkıyor. Yâni, yüce Peygamberimiz karısı Ayşe'yi suçlu dahi olsa, tövbe ettiğinde bağrına basmaya hazır!.. Ve biz eminiz ki, Peygamberimiz bu görüşme esnasında Ayşe'ye "Safvan'ın kendisine sarkıntılık veya tecavüz etmeye yeltenip yeltenmediğini" de sormuştur, onun utancından susacağını düşünerek... Ne var ki, ağızdan ağıza hadis nakledenler suçun dâima kadında olduğunu düşündükleri için, olayın bu kısmını atlamışlardır.

Yılmaz Güney'in "Baba" filminde benzer bir sahne vardır... Başkasının suçunu üstlenerek hapse giren Yılmaz Güney, çıkınca kızını sokağa düşmüş, fâhişelik yaparken bulur... Onu alır, kadınlar hamamına kırklanarak yıkanmaya gönderir. Kızın kırk tas su dökünüp temizlenmesini, o günahtan arınması, tövbe etmesi şeklinde sunar. Sonra kızını bağrına basar... İbret verici bir filimdir... Kızlar, kadınlar sokağa atılmaz!.. Hele hiç öldürülmez!

Kıssaya dönersek, o esnasında Muhammed (s.a.v.), oturduğu minderde kendisine vahiy gelirken büründüğü Ruh hâli içerisine girdi ve Nur Sûresi, 11 ilâ 20. âyetleri indi:

- "O ağır iftirâyı uyduranlar, sizin içinizden bir güruhtur.
Bu iftirayı kendiniz için kötü bir şey sanmayın. Aksine o sizin için bir hayırdır.
Onlardan her biri için, işledikleri günâhın cezâsı vardır.
İçlerinden (elebaşılık ederek) o günâhın büyüğünü üstlenen için ise
ağır bir azap vardır."
(Nur Sûresi, 11. Âyet)

Demek ki, bizim neredeyse hiç günahsız saydığımız ashabdan bâzıları çok büyük bir günah işlemiş, Peygamberimiz'in hanımına iftirâ atmışlar!.. ALLAH ta onları şöyle azarlamış:

- "O iftirâyı işittiğinizde, mü'min erkeklerin ve mü'min kadınların,
kendileri hakkında hayır düşündükleri gibi,
mü'min kardeşleri (Ayşe) hakkında da hayır düşünerek,
'Bu apaçık bir iftirâdır" demeleri gerekmez miydi?"

- "Bu iftirâyı ispat etmek için dört şâhit getirmeli değiller miydi?
Mâdem şâhit getirmediler;
o halde Allah katında onlar yalancıların tâ kendileridir."
(Nur Sûresi, 12-13. Âyetler)

Yaa!.. Öyle bir kişinin zannıyla, iki kişinin "gördüm" demesiyle bir kadına zinâ suçu, kondurulmaz!.. Nâmus lekesi sürülemez!..

Öte yandan Kur'an-ı Kerim'de goy, gıybet, dedikodu yapmayı, "ölmüş kardeşinin etini yemek" diye vasıflandıran şu âyet var, ama kim ona aldırış ediyor ki?..

- "Biriniz diğerinizi arkasından çekiştirmesin!
Biriniz, ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı?
İşte bundan tiksindiniz!"
(Hucûrat,Sûresi, 12. Âyet)

Bir gün Peygamberimiz (s.a.v.) buyurdular ki ; "Gıybetin ne olduğunu biliyor musunuz?" Ashab, "ALLAH ve Resûlü daha iyi bilirler," dediler. Peygamberimiz,

- Birinizin, kardeşini hoşlanmayacağı şeyle anmasıdır,"

dedi. Bir adam dedi ki, "Ya benim söylediğim onda varsa? Bu da mı gıybettir?" Peygamberimiz,

"Eğer söylediğin onda varsa, gıybetini yapmış oldun.
Eğer söylediğin onda yoksa, bir de bühtanda (iftirada) bulundun, demektir,"
buyurdular.

Biliyorsunuz, bizim de bir buhtan, iftira, goy, gıybet, dedikodunun günah olduğunu, Âhıret'te büyük ızdırap kaynağı olduğunu anlatan bir Celsemiz var... Bu konu da HUTBELERDE, VAAZLARDA, TELEVİZYON VE RADYO SOHBETLERİNDE bir güzel anlatılmalı. Erkekler karılarını, kızlarını, kızkardeşlerini, hatta analarını bu konularda uyarmalı, sıkıca tembihlenmelidir... İnsanlar artık câmiye yatıp kalkmaya değil, dini öğrenmeye gittiklerini de anlamalıdırlar!

Peki, Peygamberimiz Ayşe'nin mâsumiyeti âyetle sâbit olduktan sonra ne yaptı?.. Resûl-i Ekrem Efendimiz, konu ile ilgili vahiy geldikten sonra çıkıp halka bir hutbe irâd etti. Sonra da gelen diğer Kur'ân âyetlerini onlara okudu:

- "Eğer Dünyâ'da ve Âhiret'te Allah'ın lûtuf ve rahmeti üzerinizde olmasaydı,
içine daldığınız şey (iftirânız) yüzünden size pek büyük bir azap dokunurdu."

(Nur Sûresi, 14. Âyet)

- "Gerçek mü'minlerseniz,
Allah size bir daha böyle bir günâha aslâ dönmemenizi öğüt veriyor."

- "Âyetlerini de Allah size böylece açıklıyor,
Allah herşeyi hakkıyla bilen, her işi hikmetle yapandır."

- "Îmân edenler hakkında çirkin söz ve hareketlerin yayılmasından hoşlananlar için
Dünyâ'da da, Âhiret'te de pek acı bir azap vardır.
Allah herşeyi bilir; siz ise bilmezsiniz."

- "Eğer üzerinizde Allah'ın lûtuf ve rahmeti olmasaydı
ve Allah pek şefkatli ve pek merhametli olmasaydı,
helâk olup giderdiniz."
(Nur Sûresi, 17-20. Âyetler)

Bilâhare, yapılan iftirâyı dilleriyle yaymakta en çok ileri giden Mıstah bin Üsâse, Hassan bin Sâbit ile, Hamme binti Cahş'a had vurulmasını emretti. İftirâcılara had olarak 80'er değnek vuruldu... Kadınlara nâmus iftirâsı atmanın cezâsı 80 değnektir.

- "Namuslu kadınlara zinâ isnat edip, sonra da dört şâhit getiremeyenlere
seksen değnek vurun. Artık onların şâhitliğini asla kabul etmeyin!
İşte bunlar fâsık kimselerdir."
(Nur Sûresi, 4. Âyet)

Zinânın cezâsı öyle recm, taşlama falan değil; 100 değnek!..

- "Zinâ eden kadın ve zinâ eden erkekten her birine yüz sopa vurun;
Allah'a ve Âhiret Günü'ne inanıyorsanız,
Allah dini(ni tatbik) hususunda sizi sakın acıma duygusu kaplamasın!
Müminlerden bir grup da onlara uygulanan cezaya şâhit olsun."
(Nur Sûresi, 2. âyet)

Gördünüz mü, iftirâ Dünyâ'da da nasıl cezâlandırılıyor?..

Nerden geldik buraya?.. Haa, NÂMUS konusundan... Üstâdın dediği gibi, NÂMUS ferdîdir, kişiye âittir. Kocasına, çocuklarına, âilesine bulaşmaz... Ama bulaştırırlar, ve ortalık karışır.

Üstâd Reşit Galip yine NÂMUS konusunda "cemiyetten cemiyete, devirden devire değişir" diyor. AHLÂK anlayışı da öyledir. E, şimdi bakın, Türkiye'de bekâret ne kadar önemli. Avrupa'da, Amerika'da ise kimse buna önem vermiyor. Kızlar da, erkekler de evleninceye kadar eş değiştiriyor. Onlarda NÂMUS evlendikten sonra başlıyor. Evli bir kadın veyâ erkek başkasıyla ilişkiye girerse, eşi bunu problem yapıyor!.. Evlenmeden önce olup bitenler hiçbir zaman âilenin saadetine engel sayılmıyor. Türkiye'de öyle 3-5 erkekle dolaşmış bir kadını eş diye alan azdır.

BEYNELMİLEL kelimesini çok severim. Aynı şekilde ÂLEM ŞUMÛL kelimesini de!.. Biri "milletlerarası", diğeri "bu Dünyâ'ya âit" demektir. EVRENSEL kelimesini de hiç sevmem. Çok iddialı bir kelimedir. "Evrensel hukuk kanunları" falan diyenler; Evren dedikleri Kâinat'ın 15 milyar ışık yılı , yâni 15.000.000.000 X 365 X 24 X 60 X 60 X 300.000 kilometre boyutunda olduğunu unutup, Kâinat'ın her köşesinde aynı hukuk kurallarının uygulandığını öne sürmekteler... Üstelik bunu yapanlar da yıllar yılı mürekkep yalamış, "aydın" sayılan kişiler!.. Yâhu, Dünyâ'da bile ülkeden ülkeye hukuk kuralları değişiyor!.. "Evren"sel hiçbir şeyi bilmemiz kaabil değil!.. .

Bunlar Tebliğ üzerine bizim fikirlerimiz... Gene ister kabul edersiniz, ister etmezsiniz, size kalmış!..

Sonra Üstâd'a bir GAYB sorusu, yani BİLİNMEYENLER DERYÂSI'na dâir bir soru yöneltiliyor, o da Yirmiden dört çıkınca, tamam! şeklinde yine bilinmez bir cevap veriyor. Zorlayınca, "16 sene sonrası"na EVET diyor... Celse târihinden 16 sene sonrası 1977... 1977'de acaba neler oldu? Cihan Savaşı çıkmadığı kesin ama, İstanbul'da, Taksim'de 1 Mayıs İşçi Bayramı kutlamalarında, mitinginin dağılmasına doğru, sağcı ve solcuları çatıştırmak isteyenler tarafından, meydanın çevresindeki farklı noktalardan ateş açıldı. Açılan ateş ve panik nedeniyle 34 kişi can verdi... Bunun kastedilmiş olması bizce mümkün değil!.. Varlığın 3. Cihan Savaşı'nın ne zaman çıkacağını bilmesi mümkün değil. Çıkıp çıkmaması gene Toplumun elinde"!..

Peki, o zaman Varlık niye "Yirmiden dört çıkınca, tamam!" dedi?.. Bizce gaipten haber vermeye zorlandığı için!.. "Yirmiden dört çıkınca"nın yanlış yorumlanmış olması mümkün mü?.. O da mümkün... Zorlarsak, "2020'den 4 çıkınca = 2016" diyebiliriz... Dünyânın dört bir yanında sürmekte olan savaşlar var ama, bunlar 1985'den beri Afrika'da, Irak'ta, Afganistan'da, Libya'da, Mısır'da, Suriye'de, Myanmar'da ve Türkiye'de artarak devam ediyor. "3. Dünya Savaşı bu tarz, zahar" dersek, olabilir... Ama 2016'da başlıyan bir şey yok. İnşaallah sonra da olmaz!

Velhâsıl, Varlıklar'a gaipten haber sormak doğru değil!.. Akıl karıştırıcı cevaplar alabilirsiniz.

Sıkılmadınızsa, Celse'ye devam edelim. Ama peşin söyliyelim, şahsî sorular var.

M- ... ŞEMS...
V- Sorasız, hoşnut olasız.
İ- TANRI rızâsı için bizleri irşâd ediniz.
V- Sorasız, hoşnut olasız.
İ- Cânân Hanım zihnen soruyorlar.
V- ... AK MÂNEVİYÂTA, BEYAZ MADDİYÂTA TAALLUK EDER. BEYAZI ELDE ETMEK İÇİN
YEDİ RENGİ KARIŞTIRIRSIN.
İ- Cânân Hanım, "Anlıyamadım;" diyor. Biraz daha açıklarlar mı?
V- Yedi unsur birleşirse, netice müsbettir... İkisini biliyorlar, beşini hissetmeden tahakkuk edecek.
İ- Menduha Hanım soruyorlar.
V- ... Toprağı neyle karıştırırsanız, karıştırınız, altın elde edemezsiniz.
İ- Anlıyamamışlar.
V- ... Toprağı neyle karıştırırsanız, karıştırınız, altın elde edemezsiniz.
İ- Neclâ Hanım soruyorlar.
V- ... SEMERE, EMEKLE MEBSÛTEN MÜTENÂSİPTİR. Evvelâ emeği ayarlasın.
İ- Şerâfettin Bey soruyorlar.
V- ... "Teri emer" diye yazın yün çorap giyilmez.
İ- Özer Yılmaz bey, "Babamla bu akşam Temas temin ettirebilir mi?" diyorlar.
V- Hangi eve, hangi işe delilsiz girilir?
İ- Buradaki "delil"in mânâsı anlaşılamadı.
V- Hanginiz emr-i ilâhî olmadan nefes alabilirsiniz? ...Delik bakracımla gönlünüzü serinletmek için
âb-ı mânevî taşımaya gayret edeceğim.
M- ... Bunu daha evvelkine söylemiş... "Daha nasıl konuşabilirim?" diye soruyor.
İ- Nurten Hanım, "Erdek işi olacak mı?" diye soruyor.
V- ... Isrârını meşrû esaslar dâhilinde yapsın! Aksi hâlde olur, neticesi hüsrâna kâlbolur.
İ- Ali Rıza Bey soruyor.
V- ... Havâ-yı nesimi, bulunduğu yerde bozulmuş... evvelâ penceresini, kapısını açsın.
Bol hava ile ikametgâhını temizlesin. Ondan sonra engeli kaldırmak için mevcudu artırsın.
İ- Sâcide Hanım soruyor.
V- ... VÜCUDU HAFİF OLANIN DERE GEÇMEK İÇİN SAĞLAM KÖPRÜYE İHTİYÂCI YOKTUR...
Üzülmesin. Karşı taraf matlûbun kendisidir.
İ- Leylâ Hanım soruyor.
V- ... Sayfa doldu... Sayfa doldu... Sayfa doldu... İkinci sayfaya geçmek mukadder.
İ- Nâdire Hanım diyorlar ki, "Ben çocukluğumdan beri Mevlâna Hazretleri'ne dua ederim.
Beni himâyelerine almalarını rica ederim. Acaba dualarım kabul edildi mi?"
V- ÇAMURLU ÇEDİKLE CÂMİYE GİRİLMEZ!..
İ- Sâliha Hanım soruyor.
V- ... Büyük maksatlar küçük temeller üzerine kurulmaz. Olmasını istiyorsa, evvelâ
büyük temel atmanın sırrını öğrensin.
İ- Cânân Hanım soruyor.
V- ... ELİMİZE GELEN NİMET BİZİM NASİBİMİZ OLANDIR. ONU BEĞENMEMEK
HÂLİK'İN GAZÂBINI CÂLİBEDER.
İ- Muhterem Üstâdım, Medyum'umuzun Amerika işi tahakkuk edecek mi?
M- .... Boşluktayım...
İ- Sür'atle ininiz.
M- ... Üşüyorum... ... Üşüyorum... ... Üşüyorum... ... Üşüyorum...
İ- Sür'atle ininiz!
M- ... İniyorum.

Bu kısım hakkında fazla söyliyecek birşey yok... Yalnız, Şems-i Tebrizî gibi bir Üstün Varlığın şahsî suallere cevap vermek üzere geri gelmesi bana tuhaf geldi. Ama olabilir. Üstün Varlıklar da gönülleri hoşnut etmek isterler. Kimseyi kendilerinden aşağı görmezler.

Şahsî suallere verilen cevapları değerlendirmeyi de size bırakıyoruz. Yalnız, Medyum aracılığı ile Varlığın zihnî soruları alması ve tatmin edici cevaplar vermesine dikkatinizi çekmek isteriz. Cevaplar bize dahi yol göstermektedir.

Az bilinen kelimelere gelince; ÂMÂDE, "hazır, hazırlanmış" demektir.
MÜCERRET, "soyut, yalnız" demektir. Üstâd, "Tek başına bir din duygusu yoktur" demiş.
MAHLÛKAT, "halk edilmişler, yaratıklar, varlıklar" demektir.
NÂTIK, "konuşan" demektir.
MÂLİK, "sâhip" demektir.
İLLET, "sebep, neden, hastalık, hastalık derecesine varan alışkanlık, bozukluk, kızdıran, sinirlendiren (şey veya kimse)" demektir.
Burada "sebep" anlamında...
TAALLUK ETMEK, "ilgisi olmak, ilgili bulunmak, alâkalı olmak" demektir.
BEYNELMİLEL, "uluslararası" demektir.
MÂŞER, "insan topluluğu, toplum, cemaat, müttehid cemaat, birinin ehil veya iyâli. insan ve cin cemaati" demektir.
MÂŞERÎ, "cemiyete âit" anlamındadır.
ŞUUR, "bilinç" demektir.
MEBSÛTEN MÜTENÂSİP, "doğru orantılı" demektir.
ÇEDİK, "çarık benzeri bir ayakkabı"dır.
VAKİT DIYK, MÂNÂ DAKİK ifâdesini bir yerde bulamadık, ama DIYK "kıt" olduğuna göre, "vakit kıymetli" anlamına geldiği açık.

(2) ŞEMS-İ TEBRİZÎ, ya da tam adıyla Şemsüddîn Muhammed bin Alî bin Melikdâd Tebrîzî, 1185 doğumlu İranlı bir Azerbaycan Türkü'dür. Tebriz tamâmen bir Türk şehridir. Büyük bir İslâm âlimi ve mutasavvıfıdır. Şemseddin, yâni "dinin güneşi" lâkabıyla anılmıştır. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin gönül dünyâsında büyük değişikliklere sebep olan ve Mevlânâ tarafından yazılan ilâhî aşk şiirlerinden oluşan "Dîvân-ı Şems-î Tebrîzî" adındaki nazım eser sâyesinde tanınan çok kuvvetli bir din âlimidir.

Daha küçük yaşlarda, mânevî ilimleri tahsilde gösterdiği kaabiliyetle dikkat çeken Şems, din ilimleri tahsilden sonra, genç yaşlarında Tebrizli Ebubekir Sellaf'a mürid olmuş, ününü duyduğu bütün meşhur şeyhlerden feyz almaya çalışmış ve bu sebeple diyar diyar dolaşmıştır. Bu gezginliğinden dolayı kendisine "Şemseddin-i Perende" (uçan Şemseddin) denilmiş, ayrıca Tebriz'de tarikat pîrleri ve hakikat ârifleri ona "Kâmil-i Tebrizî" adını vermişlerdir.

Daha sonraları Sacaslı Şeyh Rukneddin, Tebrizli Selâhaddin Mahmut ile mutasavvıf Necmüddin Kübra’nın halifelerinden Centli Baba Kemâl’e intisap ederek onlardan feyz almıştır.

Hz. Muhammed'in ahlâkını örnek alan Şemseddin-i Tebrizî, devâmlı bir arayış içerisinde olmuş, mânevî bir işâret üzerine de Mevlâna Celâleddîn Rûmî'yi arayıp bulmuştur. Dünyâ'ya, kılık ve kıyâfete önem vermeyen Şems, Mevlâna ile üç-üçbuçuk yıl süren berâberliği neticesinde onun hayâtında yeni ufukların açılmasına vesile olmuş, onu ilâhî aşkın potasında eriterek, kâmil bir Hak âşığı olmasına vesile olmuştur.

Şems-i Tebrizî ayrılıp Şam'a gittiğinde, Mevlâna Celâleddîn Rûmî için onun yokluğu dayanılmaz bir hâl almıştır. Şems'in varlığını kabullenemeyen kimseler, Mevlânâ'ya ileri geri lâflar etmişlerdir. Mevlâna'nın bu kimselerden birine verdiği cevap şöyledir:

- "Onun ışığı vurmazdan önce ölü bir nakıştım sâdece, taş duvarlarınızda.
O, elindeki yay ile vurmazdan önce tellerime; hep aynı nâmeyi çalıp söyleyen,
kendi sesine yabancı bir kuru rebabdım. Ben onun avucunda bağlar, bahçeler
ağaçlar görür; deryalar gibi geniş, deryalar kadar berrak sular görürüm.
Onun avucunda çıkan ağaçların gölgesinde dinlenirim.
Lâkin siz bunların hiçbirini göremezsiniz."

Bir süre sonra Şems, Mevlânâ Celâleddîn Rûmî'nin oğlu Sultan Veled'in çağrısı üzere Konya'ya geri gelir. Mevlânâ bir daha şehirden ayrılmasın diye, onu bir kızla evlenmeye iknâ eder; bu kız Celâleddîn Rûmî'nin evinde evlâtlık olan Kimyâ Hâtun'dur. Kimya Hâtun'a gizliden âşık olan, Mevlânâ’nın küçük oğlu Âlâeddin, bu durumu hazmedemez ve Şems aleyhtarlarının yanında yer almaya başlar.

Hulûl görüşü; TANRI'nın insan veya bir canlıda vücut bulmasıdır. Şems-i Tebrizî'nin de bu görüşe sâhip idi. Hulûl inancı, tasavvufu kabul etmeyen İran Şiileri'nde de vardır.

Şems, Hicri 645, Milâdîi 1247 târihinde Mevlânâ'da meydana gelen büyük değişikliği hazmedemeyenler tarafından öldürüldü mü, yoksa geldiği gibi kimseye haber vermeden Konya'yı terk mi etti?.. Bilinmez. Yalnız Mevlâna'nın oğlu Alâaddin'in de katıldığı bir pusu ile öldürüldüğü ve bugün Konya'da Şems Câmii olarak bilinen, halk ve bilhassa Mevlevîlerce Mevlâna Türbesi'nden önce ziyâret edilen mescit-türbede mevcut bir sanduka, altında Şems'in atıldığı söylenen kuyu vardır. Mehmet Önder Bey'in bir hâtırasında anlatıldığı gibi, Şems gerçekten burada gömülüdür... Ben bu sandukanın altındaki kuyuyu gördüm.

Hakkında fazla bir şey bilinmeyen Şems-i Tebrizî'nin dedesi, bir rivâyete göre, Haşhaşiler tarikâtında mürittir. Daha sonra tarikâttan âile kurmak üzere ayrılmak ister ve ayrılır. Âilesini kurar ama tarikat yönetimi değişir ve torun Şems'in tarikâta bağışlanmasını isterler. Dedesi de vermek istemez. Zaten Şems eğitim için Şam'a gitmiştir, Şems'i tâkip bu aşamada başlar. İlk önce bulurlar, lâkin bir müddet sonra kaybederler Şems'i, ama Şems Mevlânâ'dan ayrılıp Şam'a gittiği vakit, tarikattan bir mürit Şems'i fark eder. Çünkü Şems Şam sokaklarında yine bir dervişi, tâbir yerindeyse, rezil etmiştir. Bunun üzerine Şems'i tâkip Konya'ya kadar sürer ve daha sonra Şems bir dergâha çağrılır, tam yedi derviş gelmiştir Şems'i öldürmek için. Şems, o dergâha gitmeden Celâleddîn Rûmî'den ayrılmak üzere izin ister. Bir vedâlaşma hissi vermeden ölüme gider. Dergâha gittiği zaman yedi derviş onu beklemektedir. O her bir dervişle odalarda ayrı ayrı görüşerek hepsini konuşmalarıyla bayıltır. En son derviş en iri cüsseli ve bilgili olandır. Şems dervişlerden namaz kılarken öldürülmesini ister. Hatta ölüme giderken "Rabbim şu kuyu mezarım olsun," diye dua eder. Namaz kılarken zammı sûre olarak Şems suresini okur. Ve öldürülür... İslâm âleminde Hz. Osman'dan sonra gece kılınan ikinci cenâze namazı, Şems Hazretleri'ne âittir, derler.

(3) Dr. REŞİT GALİP BEY Reşit Galip, ya da Mustafa Reşit Baydur, 1893 yılında Rodos'ta doğmuştur. Babası mahkeme reislerinden Mehmet Galip Bey, annesi Rodoslu Münevver Hanım'dır. Diplomat Hüseyin Ragıp Baydur'un kardeşidir.

Reşit Galip İlk ve ortaokulu Rodos'ta okudu. Lise eğitimi sırasında İzmir’e geldi İzmir’deki St. Jean Babtiste Kolleji’ne yazıldı. İzmir’deki Fransız Koleji’nden 1911 yılında mezun olduktan sonra İstanbul Dârulfünû'na bağlı Mekteb-i Tıbbiye’ye giderek, oradan doktor olarak 1917 yılında mezun oldu. Mezun olduktan sonra aynı fakültede asistan olarak çalıştı. Tıbbiye öğrencisi iken arkadaşları için “Hakikat” gazetesi adlı bir gazete ve “Sivrisinek” adlı karikatür dergisi çıkardığı gibi, İstanbul'da çıkan çeşitli gazetelerde yazıları yayımlandı.

Tıbbiye öğrenciliği devam ederken gönüllü olarak Balkan Harbi'ne katıldı ve yaralandı. Ardından I. Dünya Savaşı'na katılmak için gönüllü oldu; Çatalca ve Kafkasya Cephelerinde savaştı, Erzurum’da hastalanarak geri döndü.

I. Dünya Savaşı’ndan sonra İstanbul'da “Köycüler “ adlı cemiyetin kurucularından oldu. Kurtuluş Savaşı başladığında bu derneğin faaliyetleri doğrultusunda Doktor Hasan Ferit ile birlikte Tavşanlı'da köylerde Millî Mücâdele'nin propagandasını yapmaktaydı. Köycüler Cemiyeti'nin dağılması üzerine Aydın, Denizli, Isparta, Burdur, Antalya’da milliyetçi muhâcirlere Hilâl-i Ahmer 5. Sıhhî İmdat Heyet Sertabipliği görevinde bulundu. Sakarya Savaşı'ndan sonra Ankara'da Sağlık Bakanlığı Hıfz-ı Sıhha Dairesi Başkanlığı'na getirildi. 5 Aralık 1921 târihinde kendi isteği ile Mersin hükûmet doktoru olarak atandı. 1924 yılında Gaziantep Sıhhiye Müdürlüğü'ne tâyin edilince, bu görevi kabul etmedi ve istifa ederek Mersin'de serbest hekimlik yapmaya başladı.

Mersin'de bulunduğu sırada hekimliğin yanısıra “Yeni Mersin” gazetesinin başyazarlığını üstlenmiş ve “Yeni Adana” gazetesinde de yazılar yayımlamıştır. Bu yayın organlarında Anadolu'nun ve Türklüğün kurtarılması için temel sorunun köylere hizmet götürmek ve köylüyü eğitmek olduğunu vurgulayan yazılar yazdı. Lozan Anlaşması'nın imzalanmasından sonra anlaşma gereğince Türkiye-Yunanistan arasındaki nüfus değişimini düzenlemek için kurulan Türk-Yunan Mübâdele Komisyonu'nda delege olarak görev yaptı.

1923 yılının Mart ayında hekimlik yaptığı Mersin'e gelen ATATÜRK'e hitâben yaptığı konuşma ile önderi etkileyen Reşit Galip, iki yıl sonra onun önerisiyle milletvekilliğine aday gösterilmiştir. 1925 yılında ara seçimlerinde General İzzettin Çalışlar'ın istifa etmesi ile boşalan Aydın milletvekilliğine seçilerek Meclis'e girdi. Milletvekilliğinin ilk aylarında Meclis içinde milletvekili Ali Çetinkaya'nın tabancasından çıkan kurşunla Hâlit Paşa'nın yaralanması olayı meydana geldi. Paşa’ya ilk müdâhaleyi yaptı, ancak yaralı kurtarılamadı. Bu olaydan birkaç gün sonra başlayan Şeyh Sait İsyânı sırasında, Ali Çetinkaya başkanlığındaki Ankara İstiklâl Mahkemesi’nde üye olarak görev yaptı. Mahkemenin görevi Mart 1927’de sona erdi.

III. ve IV. dönemlerde de Aydın milletvekilliği yapan Reşit Galip, Türk Ocakları'nın 23 Nisan 1930 günkü kurultayında 16 üyeli Türk Târihi Tetkik Heyeti üyeliğine seçildi ve heyetin genel sekreteri oldu. Atatürk'ün isteğiyle Serbest Fırka'ya girdi. Partinin kapanma kararı almasından önce istifa etti. Türk Ocakları'nın kapatılması üzerine onun yerine kurulan Halkevleri örgütünün kurulmasında etkin rol aldı. Sonradan Türk Dil Kurumu'na dönüşecek olan Türk Dili Tetkik Cemiyeti içinde de yer aldı ve bu cemiyetin çıkardığı “Öz Dilimiz” dergisinin baş yazarlığını üstlendi. Atatürk'ün Kasım 1930-Mart 1931 tarihleri arasında gerçekleşen yurt gezisinde ona eşlik eden heyette yer aldı.

Dolmabahçe'de Cumhurbaşkanı'nın sofrasında bulunduğu bir gece, Maarif Vekili Esat Bey'i eleştirmesi, Reşit Galip'in ATATÜRK'le çatışmasına neden olmuş, kısa bir süre için ilişkilerini gölgelemişti... (Bu anektodu aşağıda anlattık.) Ancak çok geçmeden Esat Bey istifa edince, 19 Eylül 1932'de Vekil olarak Reşit Galip Bey atandı. Zirâ, ATATÜRK kin tutmazdı... 26 Eylül 1932'de açılışı yapılan Türk Dil Kurumu'nun Başkanı Samih Rıfat Bey hayâtını yitirdiğinde, Maarif Vekilliği'nin yanısıra bu kurumun başkanlık görevini üstlendi. Vekilliği sırasında ilkokuldan başlayarak öğrencilere ATATÜRK İLKELERİ'ne bağlılık ruhu aşılamaya yönelen Reşit Galip, Cumhuriyet 10. yılını doldururken 23 Nisan 1933 sabahı çocuklarına kendi yazdığı bir andı okutmuş ve o gün Çocuk Haftası’nı açış konuşmasında da bu metni tekrar etmişti. Bu konuşmanın ardından Vekâlet tarafından yayımlanan bir genelge ile Cumhuriyet'in 10. yılından başlayarak okullarda bu and sürekli hep bir ağızdan okutulmuştur.

Dünyâ'nın sayılı müzeleri arasına giren Anadolu Medeniyetleri Müzesi onun Vekilliği döneminde tasarlandı. Millî bir müze kurulmasının yanısıra, Millî Kütüphâne ile İlimler ve Sanatlar Akademisi'nin kurulması, yine onun Vekillik dönemine kararlaştırılmıştı. 1933 yılında Üniversite Reformu yaptı. İstanbul Dârülfünûnu'nun çağdaş bir üniversiteye dönüştürülmesi kararı 1931’de verilmişti. Kararın uygulaması Reşit Galip'in Vekilliği sırasında gerçekleştirildi. Yeni öğretim kadrosunun saptanması Maarif Vekâleti'’nin göreviydi. Kadro oluşturulurken 150'ye yakın müderris ve müderris yardımcısının görevlerine son verildi. Yerleri, Nazi Almanyası'ndan kaçan Alman bilimadamları ile doldurulmaya çalışıldı. Dârülfünûn'un lâğvedilip yerine İstanbul Üniversitesi'nin kurulmasına dâir kanun 31 Mayıs 1933'te TBMM'de kabul edildi. Yasanın yürürlüğe girmesinden önce kadronun saptanmasına ilişkin yoğunlaşan eleştiriler yüzünden, Reşit Galip 13 Temmuz 1933'te Vekillik'ten ayrıldı. Anadolu Ajansı'na verilen demeçte, istifâsının nedeni olarak iki haftadır süren rahatsızlığı gösterildi. Maarif Vekilliği görevini bir süre için Sağlık Bakanı Refik Saydam vekâleten yürüttü, ardından Yusuf Hikmet Bayur Vekilliğe atandı..

Reşit Galip, Zübeyre Panım ile evli olup, 3 kız çocuk babasıydı. 5 Mart 1934 târihinde 41 yaşında zatürreden Ankara’da vefat etti. Cebeci Asrî Mezarlığı'na defnedildi. Ankara'da ve Nazilli'de bir caddeye ismi verilmiştir. Hakkında Yener Güner Oruç tarafından kaleme alınmış bir kitap vardır: "Atatürk'ün Fikir Fedâisi: Dr. Reşit Galip" (2007)

Dr. Reşit Galip merhum, karakterinden ve devrimciliğinden ödün vermeyen bir adamdı. ATATÜRK'e Yakınmaları ile meşhurdur. Bununla ilgili yıllar yılı bir efsâne gibi anlatılacak olayı kısaca özetleyelim:

1931 sonbaharında bir gece Atatürk’ün Sofrası’nda Reşit Galip söz alarak, Maarif vekili Esat Bey’i eleştirir ve gericilikle suçlar. Sofra gerilir ve Atatürk, Vekil'ini zor durumda bırakan bu çıkıştan hoşlanmaz ve “Yoruldunuz, buyurun biraz istirahat edin" diyerek kibarca Reşit Galip'in sofradan ayrılmasını ister. Genç devrimcinin yılmaya niyeti yoktur.

- "Burası sizin değil, milletin sofrasıdır. Milletin işlerini görüşüyoruz. Burada oturmak sizin kadar, benim de hakkımdır,"

der!.. Ortalık buz gibi olur ve Atatürk yanındakilere dönüp "Öyleyse biz kalkalım" der. Sofradaki heyet Reşit Galip'i orada bırakıp çıkarlar.

Sonra neler olur?.. Bu olağanüstü sahnenin devâmı daha da ibret vericidir: Reşit Galip bütün geceyi Dolmabahçe Sarayı'nda pencere kenarındaki bir koltukta geçirir. Atatürk uyandığında Genel Sekreteri'ne Reşit Galip'i sorar. "Sabaha kadar bekledi, mahçûbiyetini size iletmemizi istedi. Ankara'ya gidecek kadar borç para istedi. 25 lira verdik," derler. Atatürk "Ankara'ya gidecek adama 25 lira mı verilir? Bâri benim hesâbımdan birkaç yüz lira verseydiniz. Cebinde beş parası yok ama, karakterinden hiç tâviz vermiyor. Parası yok ama, cesâreti var," diye ekler... Ve çok geçmeden,1932 yılında 39 yaşındaki Reşit Galip Maarif Vekilliği'ne atanır!

Reşit Galip merhum, Türkiye'de 23 Nisan 1933 târihinden itibâren, ve daha sonra KKTC'de ilkokullarında her sabah okunan Andımız metninin yazarıdır. Maarif Vekâleti Tâlim Terbiye Kurulu 10 Mayıs 1933 târih ve 101 sayı kararı ile okullarda "Andımız" okutulmaya başlanan İlk andımız şöyleydi:

TÜRK'üm, doğruyum, çalışkanım.
Yasam; küçüklerimi korumak, büyüklerimi saymak,
yurdumu, budunumu özümden çok sevmektir.
Ülküm; yükselmek, ileri gitmektir.
Varlığım, TÜRK varlığına armağan olsun!

Andımız, 1972 yılında değiştirildi. 29 Ağustos 1972 tarih ve 14291 sayılı Resmî Gazete'de yayımlanan ilkokullar yönetmeliğinin 78. Maddesi'nde And'da yer alan "budunumu" kelimesi "milletimi" olarak değiştirilirken Atatürk ve "Ne mutlu TÜRK'üm diyene" cümlesi eklendi:

TÜRK'üm, doğruyum, çalışkanım.
Yasam; küçüklerimi korumak, büyüklerimi saymak,
yurdumu, milletimi, canımdan çok sevmektir.
Varlığım, TÜRK varlığına armağan olsun!
Ey bu günümüzü sağlayan, Ulu Atatürk! Açtığın yolda, kurduğun ülküde,
gösterdiğin amaçta hiç durmadan yürüyeceğime and içerim.
Ne mutlu TÜRK'üm diyene!

Andımız, 1997 yılında ikinci defa değiştirildi... Millî Eğitim Bakanları ortaya gerçek bir gelişme, ilerleme, düzeltme koyamadıkları için hep şeklî değişiklikler ile kendilerini göstermeye çalışırlar. Zavallılar, ya 10 üzerinde not sistemini 100 üzerinden yaparlar, ya 100 üzerinden not sistemini A-B-C-D-F üzerinden yaparlar. Ya "İlkokul" adını "İlköğretim Okulu" yaparlar, ya da kitapların muhtevâsını değil, kapaklarını değiştirirler!.. "Öğrenci Andı"nın son metni, Millî Eğitim Bakanlığı Tebliğler Dergisi'nin Ekim 1997 tarih 2481 sayısında yayımlanan Millî Eğitim Bakanlığı İlköğretim Kurumları Yönetmeliği'nin 10. Maddesi'yle belirlenmiştir. Bu maddeye göre ilköğretim okulunda öğrenciler, her gün dersler başlamadan önce öğretmenlerin gözetiminde topluca aşağıdaki "Öğrenci Andı"nı söylüyorlar... dı:

TÜRK'üm, doğruyum, çalışkanım.
İlkem; küçüklerimi korumak, büyüklerimi saymak,
yurdumu, milletimi özümden çok sevmektir.
Ülküm; yükselmek, ileri gitmektir.
Ey büyük Atatürk!
Açtığın yolda, gösterdiğin hedefe, hiç durmadan yürüyeceğime and içerim.
Varlığım, TÜRK varlığına armağan olsun!
Ne mutlu TÜRK'üm diyene!

Erdoğan ve AKP iktidârı durur mu?.. Onlar da birşey yapmak istediler. Ama en berbâdını yaptılar. Türklük'ten nasîbini almamış bu kişiler, 8 Ekim 2013 târihli ve 28789 sayılı Resmî Gazete'de yayınlanarak "27/8/2003 târihli ve 25212 sayılı Resmî Gazete'de yayımlanan Millî Eğitim Bakanlığı İlköğretim Kurumları Yönetmeliği'nin 12'nci maddesi yürürlükten kaldırdılar. Buna göre bu târihten sonra okullarda andımız okutulmayacaktı!.. 8 Ekim 2013 günü Başbakan Recep Tayyip Erdoğan tarafından açıklanan "demokratikleşme" paketi aslında "Türk'süzleştirme" paketine dönüştü ve o kapsamında tamâmen kaldırıldı.

Andımız'ın gâyesi, maksadı, hedefi, amacı neydi?... Bir imparatorluk artığı olan TÜRKİYE'de her etnisiteden insan vardı. Üstelik, 300 yıldır da Avrupa'dan, Kafkasya'dan Orta Asya'dan, Arabistan'dan göç alıyordu. Gâye, herkes kilik kâğıdına göre TÜRK'tü ama, etnisitesi ne olursa olsun, Türkiye sınırları içinde yaşamakta olan insanları rûhen ve fikren de bir millet bütünlüğü, TÜRK MİLLETİ içinde tek bir hedefe yönlendirmekti. Andımız, ilkokul öğrencilerinin Vatan, Cumhuriyet,Türk Milleti, Saygı ve Sevgi kavramlarını özümsemesini amaçlıyordu... Halbuki biz; "Sen 'Türk'üm, doğruyum, çalışkanım" dersen, o da "Kürd'üm, doğruyum, çalışkanım" der" diyerek bölücülüğü başlatan Erbakan'dan, "Türk milliyetçiliğini ayaklarımızın altına aldık" diyecek kadar milliyetini kaybetmiş Erdoğan'a geldik! Kürt de, başkası da onu demezdi, çünkü TÜRK kavramı içinde kendisi de vardı. Demeye kalkınca, kendini TÜRK MİLLETİ'nden ayırmış oldu!.. Hele "Ben Gürcü'yüm, karım da Arap" deyip, sonra "36 etnik grup"tan bahsedince, kendi Türklük'ten çıktı!.. 16 yıl sonra yarım yamalak ta olsa, döndü ama ne fayda!.. Ayrılık tohumları ayrık otu gibi içimize düştü.

Meselenin özü şudur: Sen kökün Kurt olabilir, ama sen Vatandaş olarak TÜRK'sün. Çünkü cebinde Türkiye Cümhuriyeti Nüfus Kâğıdı taşıyorsun. Yurt dışına çıkarken TÜRK Pasaportu alıyorsun. Yurtdışında o pasaportu gören seni TÜRK biliyor. Ne kadar yırtınsan, HDP milletvekilinin yabancı gümrük kapısında yaptığı gibi, "Ben Türk değilim, Kürd'üm"" deyince, "Peki, bu ne?" diye pasaportu burnuna dayıyorlar, "HAYIR!...SEN TÜRK'SÜN!" diye esas kimliğini, kendi kimlik kartından hatırlatıyorlar!... Irak'ta, Süriye'deİran'da Kürt vardır, ama TÜRKİYE'de Kürt kökenli TÜRK VATANDAŞI vardır. Bunu dahi anlamıyorlar. Kimse senin Kürt kökenli, Ermeni kökenli, Yahudi kökenli olmana itiraz etmiyor. Ama sen TÜRKİYE'de, yâni TÜRKLER'İN YURDU'nda, TÜRKİYE CUMHURİYETİ DEVLETİ'nin, yâni TÜRK DEVLETİ'nin bir vatandaşı olarak yaşıyorsun, TÜRKLÜK seni diğer vatandaşlara bağlıyor. Sâdece Kürt, sırf Ermeni kalırsan, ayrışmış olursun. Ötekileşmiş olursun, ama bunu biz değil; sen kendine yapmış olursun... İşte ANDIMIZ bu bütünleşmeyi, bu kaynaşmayı sağlıyordu. Bunu farkeden de NE MUTLU TÜRK'ÜM diyordu!.. O yüzden Danıştay'ın 18.10.2018 târihinde verdiği iptal kararı ile ANDIMIZ tekrar okullara dönmelidir.

Bunların câhilliği, hiçbir devlette ESAS UNSUR'un "etnisite, etnik grup" sayılmadığını bilmemesi ve TÜRK ile Kürd'ü, Lâz'ı, Çerkez'i aynı kefeye koymaları idi. Fransa'da Fransızlar "etnik grup" değildir, Ermeniler "etnik grup"tur... Almanya'da Almanlar "etnik grup" değildir, oraya göçmüş Türkler "etnik grup"tur... TÜRKİYE'de de TÜRKLER asla "etnik grup" değildir. Çerkezler, eğer bağımsız olsaydı, Çerkezistan'da esas unsur olurlardı, ama Türkiye'de Çerkezliği ön plana çıkarırlarsa, "etnik grup" olarak kalırlar. Onlar esas bünyeden kopmasın diye "NE MUTLU TÜRK'ÜM DİYENE!" vecizesi vardır. Onun Çerkezliği kendine!.. Âilesine, akrabalarına... Ama MİLLET'le bütünleşmesi için Çerkezliğinin yanısıra TÜRK sayılması şart!.. Yoksa bir Çerkez; bir Laz'la, bir Kürt'le nasıl kaynaşabilir ki???

İşte ANDIMIZ, TÜRKİYE'de yaşayan herkesi, ayırım gözetmeden "TÜRK'ÜM" diyerek "etnik grup" olmaktan kurtarıp, MİLLÎ BÜTÜN'e katıyordu!.. "Kürd'üm" diyerek sâdece kürtlüğünü vurgulayan kimse, ne yaparsa yapsın, "etnik grup"tandır, sen saymasan da, o kendini Mahmut Esat Bozkurt'un dediği gibi "ikinci sınıf" sayar, ve "eşitlik" ister, durur!.. Halbuki kendini TÜRKİYE'de yaşayan "Kürt asıllı TÜRK" saysa, hem kürtlüğüne halel gelmez, hem de Millet'in geri kalanından kopmuş olmaz!.. Öyle yapanlar yükseliyor,iş adamı, memur, müdür, general, milletvekili, bakan, hatta Cumhurbaşkanı bile oluyor!

Hiç hafsalam almıyor, 5.000 kilometre ötedeki TÜRKÇE'sini bile zor anladığımız TUVALAR , ALTAYLAR , ÇUVAŞLAR, okyanus ötesinde Amerika'da Kızılderililer kendilerini TÜRK sayıyor da; bizim içimizde yaşayan bâzı akılsızlar "Ben TÜRK değilim" diyor!..

Dünya TÜRK'ü sayıyor, korkuyor!.. Ey kendini etnik olarak ayıran!.. Seni ne yapıyor?.. Adam yerine koyuyor mu?

Ruhi Selman

selman@journalist.com

***

  • Önemli Sayfalar:

    - BİR SPİRİTUALİSTİN DÜNYASI - ANA SAYFA
    - BİR TEBLİĞ
    - ÖLÜM VE SONRASI
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 1
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 2
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 3
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 4
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 5
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 6
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 7
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 8
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 9
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 10
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 38
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 39
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 40
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 50
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 51
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 52
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 53
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 54
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 55
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 56
    - ÂHIRET'TEN SİMÂLAR - 58
    - ÂHIRET'TEN SİMÂLAR - 59
    - ÂHIRET'TEN SİMÂLAR - 60
    - ÂHIRET'TEN SİMÂLAR - 61
    - ÂHIRET'TEN SİMÂLAR - 62
    - ÂHIRET'TEN SİMÂLAR - 63
    - ÂHIRET'TEN SİMÂLAR - 64
    - İBN-İ SİNÂ CELSESİ
    - TEKÂMÜL'E GİDEN YOL
    - NEYZEN TEVFİK'TEN BİR ŞİİR
    - BİR OBSESYON VAK'ASI
    - ÖTE ÂLEM'DEN ŞİİRLER - 1
    - RÜYÂLAR - 1
    - RÜYÂLAR - 2
    - REİNKARNASYON
    - ANADOLU'DA REİNKARNASYON ŞİİRLERİ
    - İRLANDALI ŞÂİR JAMES CLARENCE MANGAN ANADOLU'DA MI YAŞADI?
    - FİNCAN CELSELERİ - 1
    - FİNCAN CELSELERİ - 2
    - FİNCAN CELSELERİ - 3
    - EKMİNEZİ ÇALIŞMASI
    - RÛHÎ FİLİMLER - 1
    - ENTERESAN RÛHÎ OLAYLAR
    - ERGUN ARIKDAL VE SÂDIKLAR PLÂNI'NI TENKİT
    - BÜLENT ÇORAK VE DÜNYA KARDEŞLİK BİRLİĞİ SAFSATASI
    - CENAP BAŞMAN VE MARON TARİKATI
    - SAPKIN RAEL TARİKATI
    - TRANSANDANTAL MEDİTASYON KANDIRMACASI
    - MELEKLER'DEN MESAJ ALDIĞINI SANAN ŞAŞKINLAR
    - ŞEYTANA TAPAN SATANİSTLER
    - KRYON "TEBLİĞ"LERİ VE LEE CARROLL'UN "MEDYUM"LUĞU
    - J. Z. KNIGHT ADLI KADIN MEDYUM VE RAMTHA "TEBLİĞ"LERİ
    - MEDYUM JANİ KİNG VE VARLIK P'TAAH
    - AKHENATON VE KURGU AGARTA "TEBLİĞ"LERİ
    - SILVER BIRCH TEBLİĞLERİ
    - "SÜPER İNSANLIK" DERNEĞİ VE UYDURUK "TEBLİĞ"LER
    - ZIRVA RA-KA TEBLİĞLERİ
    - SÂDIKLAR PLÂNI'NI TENKİT - 2- MEKTUPLAR