BİR SPİRİTUALİSTİN DÜNYASI

ÂHIRETTEN SİMÂLAR -18

Gene müşâhade ve mâlûmat yüklü bir Celse'yi sunacağız. Dikkat ve ibretle okuyunuz.

Varlık : ZEYNEL ABİDİN, NAZİF
Tarih : 23.6.1961
Usûl : Hipnoz yoluyla ruhî infisal
Medyum: Ali

Medyum- .... Salmıyorlar!...
İdâreci- Kimdir?... Rahat mısınız?
M- ... 1344'de... Urfa'nın Hirfan kazâsının tapu müdürü ZEYNEL ABİDİN...
i- Suçu neymiş?
M- ... Rüşvet... Fenâ'da bunun cezâsını 13 ve 19 yaşında iki oğluyla karısı çekmiş... Her iki suçun birden cezâsını çekiyormuş...
İ- ALLAH taksirâtını affetsin.
M- ... NAZİF.... ışık istiyor...
İ- Evet, geçen Celse'de görüştüğümüz... Medyumumuzdan ne istiyor acaba?
M- ... Sürünüyor... Gaipten bir ses onu sürüne sürüne uzaklaştırdı...

Burada kısaca duralım... Rüşvet alan bir Tapu Memuru... Tapucuların hep rüşvet aldığı, Türkiye'deki toprak meselesinin
bu yüzden arap saçına döndüğü söylenir. Almıyanlar için, elbette sözüm meclisten dışarı...

Rüşvet ile olmayacak bir işi "olur" etmek, yine rüşvet almak için olacak bir işi yokuşa sürmek, bu sûretle hak yemek,
insanları sıkıntıya sokmak büyük günahtır. Bu konuda âyetler ve hadisler vardır.

- "Mallarınızı aranızda haksız sebeplerle yemeyin!
İnsanların bir kısım mallarını da günah ile yemek için
bile bile hâkimlere aktarmayın!"

(Bakara Sûresi, 188. Âyet)

ifâdesi buna yorulur. Hem yemeyin, hem de yemek için başkaları aracı etmeyin, başkalarının yemesine aracı olmayın.
Rüşvet vererek birinin arsasına, evine, işine, ihâlesine konmayın!..

Peygamberimiz de,

- "‘Rüşvet alan, veren ve aracılık eden ateştedir’’

buyurmuştur. Sâdece alanı değil, başkasına haksızlık yapılması için, meselâ başkasının hakkını gasbederek
işe girmek için verilen rüşveti veren de, aracılık eden de suçludur.

Varlık Urfa'nın Hirfan kazâsı" demiş... Böyle bir kazâ-ilçe yok... Şanlıurfa'nın "H" harfi ile başlayan Halfeti, Haliliye, Harran ilçeleri var.
Bir de Kırşehir, Kaman yakınlaında HİRFANLI Barajı var.

Devam edelim:

Varlık : REFİK ŞEVKET İNCE
Tarih : 23.6.1961
Usûl : Hipnoz yoluyla ruhî infisal
Medyum: Ali

İ- Sür'atle yükseliniz.
M- ... Çok rahatım.... Yükseliyorum... Bulut geldi... Oturuyorum.... MAKSUT MENZİLİ...
İ- Rahat mısınız?
M- Çok rahatım.
İ- Vasatınızı anlatınız lûtfen.
M- ... Görmüyorum... Çok kalabalık var... Müzik sesine benzer sesler geliyor... Altım kesif bulut tabakası... Üstüm çok şeffaf...
Sağım solum buzdan yapılmış bir odada oturuyorum gibi...
... Sesler yaklaşıyor... CANLI VARLIK sesleniyor... Kesif bir bulutun içinde geliyorlar... Yaklaştı bulut...
Yan taraflarından bulut açılmaya başladı... Çok yakınıma geldiler... Yüzlerini seçiyorum.... Kadın, erkek.... kalabalık...
... İki kişi aralarından ilerliyor... Birisi orta yerde durdu... Birisi bana doğru geliyor... Yüzü güleç, fakat kaşları çatık...
Ayağa kalkmama müsaade etmiyor.
İ- Kimmiş bu muhterem?
M- ... REFİK ŞEVKET İNCE... (1)
İ- Dua edelim... Ben ve arkadaşlarım dua ettiler. ALLAH kabul etsin.
M- ... Su istiyormuş...
İ- Bu suyu ne yapalım?
M- ... "İçsinler," diyor.
İ- Arzunuz üzerine suyu içelim... Bu arada bir arzunuz varsa, lûtfedin.
Varlık- ... Refikama söyleyin, okutsun... ve çok soğuk şerbet yapsın!
İ- Refikanızı nerede bulabiliriz, üstâdım?
V- ... İzmir'de Vâsıf Çınar Caddesi'nde... (1)
İ- İsmi nedir?
V- MÜNİRE... (1)
İ- Acaba ev numarası verebilir misiniz?
V- Derhal basit bir nesiç hâline geldiniz... O mıntıkada posta müvezzii dahi iz'anlıdır.
İ- Peki. Arzunuzu yerine getirmeye çalışalım.
V- ... Bir Tebliğim var... REMZİ OĞUZ tarafından söylenmiş...
(şahsa mahsus) .....
"Kendilerini nasıl hoşnut edebilirim?" diyor. "Ama onlar benim küçük ricâmı yapmıyorlar."
Su içiliyor mu?
İ- İçiliyor, efendim... Var mı içmeyen?..
(var) Yapmayınız, tâkip ediliyor, efendim... Getirin lûtfen...
Şimdi, muhterem üstâdım, bizim bâzı ricâlarınız olacak. Öğrenmek kastıyla soracağım:
KÂİNAT nedir, efendim? Bunu bize târif edebilir misiniz?
V- Kâinat, hem tohumdan olan, hem tohumu saklayan bir zarftır.

Burada durmak zorundayım. Varlık, aşağıda göreceksiniz, hayatta iken üç savaşa katılmış, Osmanlı ve Cumhuriyet dönemlerinde yaşamış, milletvekilliği ve Bakanlık yapmış bir siyâset adamı... Celse İdârecisi ona Astronomi ve Psikoloji üzerine sorular soruyor... Cevaplar tartışmaya açık olduğu için kestik. İsterseniz ilk soruya verdiği cevâbı değerlendirin. Ne kadar uzun ve koyu bir sohbet açıldığını göreceksiniz... Yanlış, demiyoruz... Değişik, yorumlara açık cevaplar alındı. Bunlar ancak karşılıklı müzâkerede yararlı olabilir... Bundan önceki Celseler'de de böyle kısımları kesmiştik.

Peki, ne yapmak gerekirdi?.. Önce Varlığın kendi hayâtı hakkında, o üç savaş hakkında, yaşadığı dönemin siyâsî hâdiseleri hakkında sualler sorması gerekirdi. Celse İdârecisi ilerde bunu yapacak.

Devam ediyoruz:

İ- Muhterem üstâdım, bizimle Temâs'a gelirken yanınızda biri daha vardı. O kimdi, efendim?
V- NECÂTİ BEY
İ- Maarif Vekili Necâti Bey mi?
V- Evet.
İ- Acaba sizinle görüştükten sonra kendisiyle görüşebilir miyiz?
V- Bu gece ikimiz de hizmet etme emrini aldık. İhtiyar hakkı size âittir.
İ- Şahsî sorulara geçelim. Sor bakalım, Yücel.
(zihnen)
V- ... Bir şey esasta, mutlak mânâda kirli, mutlak mânâda temiz değildir. Bu, üzerindeki ameliyeye bağlıdır.
İ- Sevim Hanım zihnen soruyorlar.
V- ... Bir yol ne kadar düz olursa olsun, üzerinde yürümek, ayağın mahâretine bağlıdır.
İ- Nuriye Hanım soruyorlar.
V- ... Bir deste anahtar içinde, kolayca açacağınız kapınınkini bulmak isterseniz, evvelden ona belli koyun!
İ- Şimdi Abdullah Aray Bey soruyorlar.
V- ... Bâzan noksan avadanlıkla da iyi eserler meydana getiririlr. Yeter ki, âleti kullanan usta olsun!
İ- Sevinç Hanım zihnen soruyor.
V- ... İlki mi, sonuncusu mu?
İ- "Sonuncusu" diyorlar, efendim.
V- .... Bâzı insanlar, hilekâr manavın elmayı boyaması gibidir. Mahvolmak istemiyorsa, elmayı hiç almasın.
İ- Yücel Bey soruyorlar.
V- ... İç çamaşırları kirlenmişse, yalnız dışı değiştirmek kâfi değildir.
İ- Muhterem üstâdim, şimdi bize Türkiye'nin bugünkü siyâsî durumu hakkında birşey söylemek ister misiniz?
V- HÜDÂ yardımcınız olsun!
İ- Âmin!
M- ... Haşlıyor beni!... Kabahatim yok!
İ- İzah ediniz. Niçin sizi kabahatli buldular?
M- ... Sevgiyi suistimâl ediyormuşum...
İ- Bunu niçin söylediler size?
M- ... Sizle alâkası yokmuş... Bu gece suistimâl etmişim...
İ- Efendim, bugünkü gençlik için bir nasihatiniz, öğütleriniz var mı?

V- İSLÂMİYET, PUTLARIN KIRILMASIDIR!.. (3) BİR PUT KIRILIP, BİR PUT YARATILMAZ!.. GENÇLİK BU NOKTAYA DA DİKKAT ETSİN!..
AKSİ TAKDİRDE EMÂNET-İ MÜBÂREKEYİ OMUZUNDA YETKİYLE TAŞIYAMAZ!..

İ- Bu son sözünüzü biraz açıklar mısınız?
V- Ben ana mektebinde muallim değilim!.. BİR PUT KIRIP, BİR PUT YARATMASINLAR!... Emâneti omuzlarında taşırlarken kendileri hüsrâna uğrarlar! (4)
İ- Tam anlıyamadık, efendim.
V- Ham, sizin yanınızda çok olgundur. Gemi kaptanı tekâmül'e doğru yol alır ama, bu gidişle sen, sana emânet edilen tekneyi karaya oturtursun!..
Bu cevaptır.
İ- Kime cevap?
V- Demin kafasından geçen bir suale.
İ- Muhterem üstâdım, Medyumumuz yorulmak üzeredir. Acaba bu akşam Necâti Bey'le de görüşmek imkânı hâsıl olacak mı?
M- .... NECÂTİ BEY karşınızda. (4)

Burada duralım.

(1) REFİK ŞEVKET İNCE 1885 yılında, Midilli adasının Polihinit şehrinde doğdu. İlk ve orta öğrenimini Eşme İptidâî Mektebi ve İzmir İdâdisi'nde tamamladı. 1911 yılında Selânik Hukuk Mektebi'ni bitirdi. Beylerbeyi İhtiyat Zâbit (yedek subay) Mektebi'ni mülâzım (teğmen) rütbesiyle tamamladı. 1912 yılında Balkan Savaşı'na yedek subay olarak katıldı. Selçuk İstasyonu'nda tren kazasında sol kolundan sakatlanınca terhis edildi. I. Dünya Savaşı'nda 135. Alay İâşe Subayı ve 21. Kolordu Adlî Müşâviri olarak vatanî hizmetini yerine getirdi. Yunanlar'ın İzmir'i işgâl etmesi üzerine, Millî Mücâdele'ye katıldı.

28 Nisan 1920 tarihinde Büyük Millet Meclisi'ne Saruhan (Manisa) Milletvekili olarak girdi. 21 Eylül 1920 tarihinde Kastamonu İstiklâl Mahkemesi Başkanlığı'na seçildi. 2 Mart 1921 târihinde TBMM'deki görevine döndü. 1921-1922 yılları arasında III. İcra Vekilleri Heyeti'nde Adliye Vekilliği yaptı.

1931, 1935 ve 1939 seçimlerinde yine Manisa Milletvekili seçildi. 1945 yılında Demokrat Parti kurucu üyeliğinde bulundu. 1950 seçimlerinde bir kez daha Manisa milletvekili seçildi. 22 Mayıs 1950 tarihinde 1. Menderes Hükûmeti'nde Millî Müdafaa Vekili olarak yer aldı. 9 Mart 1951 târihinde
2. Menderes Hükûmeti'nde Devlet Bakanlığı'na getirildi, fakat parti yöneticileri ile ihtilâfa düşünce, 30 Mart 1951 târihinde Bakanlık'tan istifa etti.
2 Kasım 1951'de Demokrat Parti Meclis Grup Başkanlığı'na seçildi, 17 Haziran 1952 târihine kadar bu görevi sürdürdü.

24 Nisan 1955 günü İstanbul'da vefat etti. İzmir'de Soğukkuyu Mezarlığı'nda toprağa verildi... Ünlü gazeteci-yazar Emin Çölaşan'ın, anne tarafından dedesidir.

Peki, refikası, yâni karısı Münire Hanım mı?... Aradık taradık, Refik Şevket İnce'nin âilesi hakkında hiç bilgi yok!.. Onun biyografisini veren bütün sayfalar birbirinin aynı!.. Yukardaki bilgiler var.

"Vâsıf Çınar Caddesi"ne gelince, İstanbul'da bir tâne var... Mısır Çarşısı'nın arkasında... İzmir'de de 9 Eylül Üniversitesi Rektörlüğü önündeki bulvar!.. Ama "Münire Hanım'ı o bulvardaki postacıya sorun, anlayışlı adamdır" denmesine rağmen, aranmadı, bulunmadı. Böylece Varlığın adına Kur'an okunması, soğuk şerbet dağıtılması talebi yerine getirilmedi... Ama bizce verilen bilgi doğru!

Az kullanılan kelimelere gelince; NESİÇ, "doku" demek!.. Üstât, "basit bir doku hâline geldiniz" demiş oluyor ki, doğru alındıysa, "sizde akıl, iz'an, idrak yok, basit bir hücre gibisiniz" demek istemiş!
İHTİYAR, burada "tercih, dilediği gibi hareket edebilme serbestliği" demektir.
İZ'AN , "Zekâ, anlayış. bildirmek.,ezan okumak" demektir. Burada "zekâ, anlayış" mânâsına kullanılmış. ?

REMZİ OĞUZ ARIK merhum, 7.4.1961 târihinde Celse'ye gelmiş ve güzel bir sohbet yapmış, bir Tebliğ vermişti. Bu sefer de Medyum'a şahsî bir takım hususlardaki Tebliği, Varlık tarafından naklediliyor.

Yine şahsî suallere verilen cevapları da kayda aldık. İki sebepten dolayı... Birincisi, Varlık zihnen sorulan sualleri Telepatik olarak alıyor ve tatmin edici cevaplar veriyor... İkincisi, bu cevaplar herkese yararlanabileceği veciz ifâdeler... Onları kesmek istemedik.

(3) Refik Şevket İnce merhumun Tebliği bizce bu irtibâtın en önemli kısmı... Ne diyor?.. İSLÂMİYET, PUTLARIN KIRILMASIDIR!.. BİR PUT KIRILIP, YENİ BİR PUT YARATILMAZ!..

Bunun iki sembolik eylemi vardır. Birincisi, HZ. İBRÂHİM'in putları kırmasıdır ki, KUR'AN-I KERİM'de şöyle anlatılır:

- “İbrâhim, babası Âzer’e: 'Birtakım putları tanrılar mı ediniyorsun?
Doğrusu ben seni de, kavmini de apaçık bir sapıklık içinde görüyorum,' demişti.
Böylece Biz, kesin imân edenlerden olması için İbrâhim’e göklerin ve yerin melekûtunu gösteriyorduk.
Gecenin karanlığı onu kaplayınca bir yıldız gördü, 'Rabbim budur,' dedi.
Yıldız batınca, 'Batanları sevmem,' dedi.
Ay’ı doğarken görünce, 'Rabbim budur,' dedi.
O da batınca, 'Rabbim bana doğru yolu göstermezse,
elbette yoldan sapan topluluklardan olurum,' dedi.
Güneş'i doğarken görünce de, 'Rabbim budur, zira bu daha büyük,' dedi.
O da batınca, dedi ki: 'Ey kavmim! Ben sizin (Allah’a) ortak koştuğunuz şeylerden uzağım.
Ben HANİFf olarak, yüzümü gökleri ve yeri yoktan yaratan Allah’a çevirdim
ve ben müşriklerden değilim.'
Kavmi onunla tartışmaya girişti.
Onlara dedi ki, 'Beni doğru yola iletmişken, Allah hakkında benimle tartışıyor musunuz?
Ben sizin O’na ortak koştuğunuz şeylerden korkmam!
Ancak, Rabbim’in bir şey dilemesi hâriç. Rabbimin ilmi herşeyi kuşatmıştır.
Hâla ibret almıyor musunuz?
Siz, Allah’ın size haklarında hiçbir hüküm indirmediği şeyleri O’na ortak koşmaktan korkmazken,
ben sizin ortak koştuğunuz şeylerden nasıl korkarım?
Şimdi biliyorsanız (söyleyin), iki gruptan hangisi güvende olmaya daha lâyıktır?'
İnanıp da, imânlarına herhangi bir haksızlık bulaştırmayanlar var ya,
işte güven onlarındır ve onlar doğru yolu bulanlardır.
İşte bu, kavmine karşı İbrâhim’e verdiğimiz delillerimizdir.
Biz dilediğimiz kimselerin derecelerini yükseltiriz.
Şüphesiz ki, (Ey Muhammed) senin Rabbin hikmet sâhibidir, hakkıyle bilendir.”

(En’am Sûresi, 74-83. Âyetler)

- " Bir zaman İbrâhim babasına dedi ki:
'Babacığım! Duymayan, görmeyen ve sana hiçbir fayda sağlamayan bir şeye niçin taparsın?
Babacığım! Hakikaten sana gelmeyen bir ilim bana geldi.
Öyle ise bana uy ki, seni düz yola çıkarayım.
Babacığım! Şeytan'a kulluk etme! Çünkü Şeytan, çok merhametli olan Allah’a âsi oldu.
Babacığım! Allah tarafından sana azap dokunup da, Şeytan'ın yakını olmandan korkuyorum.'
(Babası:) 'Ey İbrâhim!' dedi, 'Sen benim tanrılarımdan yüz mü çeviriyorsun?
Eğer vazgeçmezsen, andolsun, seni taşlarım! Uzun bir zaman benden uzak dur!'
İbrahim, 'Selâm sana,' dedi, 'Rabbimden senin için mağfiret dileyeceğim.
Çünkü O bana karşı çok lütufkârdır.
Sizden de, Allah’ın dışında taptığınız şeylerden de uzaklaşıyor ve Rabbime yalvarıyorum.
Umulur ki (senin için) Rabbime dua etmemle, bedbaht olmam,' (dedi.)"

(Meryem Sûresi, 42-48. Âyetler)

- "Andolsun, Biz İbrâhim’e daha önce rüşdünü vermiştik. Biz onu iyi tanırdık.
O, babasına ve kavmine:
'Şu karşısına geçip tapmakta olduğunuz heykeller de ne oluyor?' demişti.
Dediler ki, 'Biz, babalarımızı bunlara tapar kimseler bulduk.'
(İbrâhim) 'Doğrusu, siz de, babalarınız da açık bir sapıklık içindesiniz,' dedi.
Dediler ki, 'Bize gerçeği mi getirdin, yoksa sen oyunbazlardan biri misin?'
'Hayır,' dedi, 'Sizin Rabbiniz, yarattığı göklerin ve yerin de Rabbi'dir
ve ben buna şâhitlik edenlerdenim.
Allah’a yemin ederim ki, siz ayrılıp gittikten sonra putlarınıza bir oyun oynayacağım!'
(Enbiya Sûresi, 51-57. Âyetler)

- "Hani İbrâhim, babasına ve kavmine,
'Siz kime kulluk ediyorsunuz?' demişti.
'Allah’tan başka bir takım uydurma ilâhlar mı istiyorsunuz?
O halde Âlemlerin Rabbi hakkındaki görüşünüz nedir?'
(İbrâhim) Sonra yıldızlara bir göz attı, 'Ben, doğrusu hastayım,' dedi.
Böylelikle (kabilesindekiler) arkalarını çevirip ondan kaçmaya başladılar.
Bunun üzerine onların ilahlarına sokulup (ve onlerine konulanları gösterip):
'Yemek yemiyor musunuz?' dedi. 'Size ne oluyor ki, konuşmuyorsunuz?'
Derken onların üstüne yürüyüp sağ eliyle bir darbe indirdi.

(Saffat Sûresi, 88-93. Âyetler)

- "Böylece o, yalnızca büyükleri hâriç olmak üzere, onları paramparça etti;
belki ona başvururlar diye (o büyük putu bıraktı).
Kabilesinin putperestleri dönünce, şaşırdılar,
'Bizim ilâhlarımıza bunu kim yaptı? Şüphesiz o, zâlimlerden biridir,' dediler.
'Kendisine İbrâhim denilen bir gencin bunları diline doladığını işittik,' dediler.
Dediler ki: 'Öyleyse, onu insanların gözü önüne getirin ki,
ona (nasıl bir cezâ vereceğimize) şâhit olsunlar.'
Dediler ki: 'Ey İbrâhim, bunu ilâhlarımıza sen mi yaptın?'
'Hayır,' dedi. 'Bu yapmıştır, bu onların büyükleridir,
eğer konuşabiliyorsa, siz onlara soruverin.'
Bunun üzerine kendi vicdanlarına başvurdular da;
'Gerçek şu ki, zâlim olanlar sizlersiniz (biziz),' dediler.
Sonra, yine tepeleri üstüne ters döndüler:
'Andolsun, bunların konuşamayacaklarını sen de bilmektesin,'
(İbrâhim) Dedi ki: 'O halde, Allah'ı bırakıp da sizlere yararı olmayan
ve zararı dokunmayan şeylere mi tapıyorsunuz?
Yuh size ve Allah'tan başka taptıklarınıza!
Siz yine de akıllanmayacak mısınız?' (dedi)

(Enbiya Sûresi, 58-67. Âyetler)

- "Dedi ki: 'Yontmakta olduğunuz şeylere mi tapıyorsunuz?
Oysa sizi de, yapmakta olduklarınızı da Allah yaratmıştır,' (dedi.)"

(Saffat Sûresi, 95-96. Âyetler)

Hz. İBRÂHİM'in putları kırışı, kabilesini Tek Yaratıcı ALLAH'a dâvet edişi böyle!

İkinci sembolik olay, Hz. Muhammed'in Mekke'yi fethettiği zaman ilk iş olarak Kâbe'nin etrâfındaki ve içindeki putları kırmasıdır. Rivâyete göre, 360 put vardı. Bunların en büyüğünü de Ali'yi omuzlarına alarak kaldırmış ve ona kırdırmıştır.

Niye "sembolik eylem" dedik?.. Çünkü bu iki kıssa da gerçek putların kırılması için birer timsâldir. Akıllı hiçbir kimse, geçmişte de, şimdi de taşa, tahtaya, şekerden yapılmış puta tapmaz! Onlar, gerçekte tapılan putun birer sembôlüdür!.. Zamanla bu unutulup, doğrudan o elle yapılmış puta tapanlar da çkmamış değildir. Biz bunun böyle olduğunu bir Hintli profesör ile konuşurken tesbit ettik. Adam Jayinist 'miş... Hintli ya, câhillik edip, "Sizde kaç tanrı var?" diye sorduk. Adam yüzümüze acıyarak baktı ve, "Bir tek TANRI vardır," dedi. Hindular'ın o yüzlerce tanrısı diye sayılanlar, bizim Esmâ-yı Hüsna, yâni ALLAH'ın güzel adlarının karşılığı gibi... Tek Tanrı'nın özellikleri imiş...

Peki, bu iki kıssada kırılan putlar neyin timsâli?.. Bizim kendimize yarattığımız, kırmamız gereken putlara işâret... Ne mi o putlar?.. Onları da ALLAH saymış:

- "TÂGUT'a kulluk etmekten kaçınan
ve ALLAH'a yönelenlere müjde ver!"

(Zümer Sûresi , 17. Âyet)

TÂGUT; "TÛĞYÂN", yâni "azgınlık" kelimesinden türemiştir. Şeytan, İblis, kâfir anlamına da gelir. Azgınlık etmeye yönelenler aslında ALLAH'a değil; TÂGUT'a, yâni kendi yarattıkları Azgınlık Tanrısı'na tapmaktadırlar!

Bir de kendilerini sözümona ALLAH'a yakınlaştırsın diye put edinenler var:

- "Dikkat et, hâlis din yalnız Allah'ındır.
O'nu bırakıp kendilerine bir takım veliler edinenler,
'Onlara, bizi sâdece Allah'a yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz,' derler.
Doğrusu Allah, ayrılığa düştükleri şeylerde aralarında hüküm verecektir.
Şüphesiz Allah, yalancı ve inkârcı kimseyi doğru yola iletmez."

(Zümer Sûresi , 3. Âyet)

İslâm'ın gelmesinden önce de Araplar ALLAH'a inanırlardı. Hz. Muhammed'in (s.a.v.) babasının adı ABDULLAH idi, "ALLAH'IN KULU" demektir. Onların hatâları, bâzı varlıkları ALLAH'a yardımcı olarak görmeleri, O'na ortak-şirk koşmaları idi. Bu yüzden "müşrik" diye anılırlardı.

Bitti mi?.. Hiç gizli putların sayısı biter mi?.. Bir tânesini daha ALLAH belirtiyor:

- "Arzularını ilâh edinen kimseyi gördün mü?
Onlar hayvan gibidir.
Hattâ onların yolu daha da sapıktır."

(Furkan Sûresi, 43-44. Âyetler)

- "Hevesini tanrı edinen,
ve Allah'ın bir bilgiye göre yaptırdığı kimseyi gördün mü?
Şimdi ona Allah'tan sonra kim doğru yolu gösterecek?"

(Câsiye Sûresi, 23. Âyet)

Arzusunu, hevesini, hırsını, ihtirasını, hatta kinini, nefretini, intıkamını herşeyden üstün tutan, ondan başkasını gözü görmeyen kimse; aslında ne derse desin, ne kadar namaz kılıp tesbih çekerse çeksin, ALLAH'a değil; kendi bencil arzusuna, ihtirasına, gururuna tapıyor demektir!.. ALLAH bu gibi kişileri "hayvandan beter" sayıyor!.. Hiç unutulmaya!..

Geldik hemen hiç üzerinde durulmayan putlara:

- "Büyük büyük tuzaklar kurdular. Dediler ki, 'Tanrılarınızı bırakmayın!
Ne VEDD'i, ne SUVA'yı, ne de YEĞUS'u, YE'UK'u ve NESR'i de!'
böylece çok kimseyi yoldan çıkardılar."

(Nuh Sûresi, 22-24. Âyetler)

Bu âyetler mucizevî güzellikte!.. Şu sayılan putların adlarına bir bakın! İnsan dehşete düşüyor.

YEĞUS = "yardım" demek,
YE'UK = "engel",
SUVA = "zaman, zenginlik, kudret",
VEDD = "sevgi",
NESR = "kartal" demek...

Şu halde ALLAH diyor ki, "Ey insanlar!.. Başkalarından gördüğünüz yardım için KUDRET'i,
ENGELLER'den düştüğünüz DEHŞET'i,
PARA'yı, ALTIN'ı, MAL'ı MÜLK'ü, SERVET'i,
bâzı değersiz ve geçici şeylere, kişilere duyduğunuz SEVGİ'yi, HIRS'ı,
BEN'den daha çok öne çıkarıp ta, kendinize PUT edinmeyin!"

Çok uzattık ama, kısacası, putlara tapmak geride falan kalmış değil!.. Putlar taştan, tahtadan değil!.. Para gibi kâğıt olanı da var, soyut olanı da!.. Çoğu kimse ALLAH'a taptığını zannederken fikirleri, duyguları, davranışlaıı ile ŞEYTAN'a, NEFS'ine, PATRON'a, ŞÖHRET'e tapar da, farkında olmaz!.. O yüzdendir ki, İSLÂM PUTLARI KIRMAK ve YENİ PUTLAR YARATMAMAK DİNİDİR... PUT KIRMAK, SÜREKLİ BİR FAALİYETTİR!

Varlık, bu hususu bilhassa GENÇLER'e hatırlatıyor... ATATÜRK'ü de, ERDOĞAN'ı da, hatta MUHAMMED'i de putlaştırmamak, onların İNSAN olduğunu, hatta hataları ile BEŞER olduğunu hiç akıldan çıkarmamak gerek.

KUR'AN-I KERİM'de bir de "İbrâhim'in hanif dini" geçer ki, Peygamberimiz'e dahi "Ben İbrâhim'in hanif dinindenim" demesi söylenmiştir.
(En'am Sûresi, 161. Âyet ; Nahl Sûresi, 123. Âyet; Nisâ Sûresi. 125. Âyet) HANİF , Kur'ah-ı Kerim'de geçtiğinden, pek çok mânâ verilmiş. " "İslâmiyet'ten evvel Allah'ın birliğine inanan ve Hz. İbrâhim'in ) dininden olanların vasfı / İslâmiyet'e kuvvetle bağlı olan ve ilmiyle âmil olan kimse. / eski kötü hallerinden vazgeçip hakka ve doğruluğa yönelen" demek.

Nedir "İbrâhim'in hanif dini?"
Din adamlarımız bu konuda pek çok şeyler yazmışlar... Bizce HANİF DİN, NAKLEN (anadan babadan görme) MÜSLÜMAN olmak değil; AKLEN, yani İBRÂHİM gibi araştırarak, inceliyerek, okuyarak, KÂİNAT'ı gözleyerek ALLAH'ın herşeyin yaratıcısı olduğuna, BİR ve TEK (eşsiz) olduğuna imân ederek, her türlü maddî-mânevî putu kırarak MÜSLÜMAN olmaktır!..

Zor iştir!..

Mevzuyu bir başka Muhterem Varlık'tan alınan bir şiirle bağlayalım:

SAMSAM İLE MÂBUTLARI HER YERDE HELÂK ET!..
TAPMAKLA GELİR PUTLARA BİR KAVME FELÂKET!..

SAMSAM : kılıç

Bu muhteşem Celse'ye, bir başka çok Luhterem bir Varlık ve çok önemli mevzu ile devam edelim:

Varlık : NECÂTİ BEY
Tarih : 23.6.1961
Usûl : Hipnoz yoluyla ruhî infisal
Medyum: Ali

M- .... NECÂTİ BEY karşınızda. (4)
İ- Öyleyse bir sual soruyorum, efendim. Bugünkü Maarif sistemimiz hakkında bizi aydınlatsınlar.
M- ... Konuş!... ... Elini yüzüne kapattı... Parmakları çok uzun... Konuşmuyor...
Biri- Dua etmedik, onun için.
İ- Dua edelim, efendim... Ben ve arkadaşlarım dua ettiler. ALLAH kabul etsin.
V- Onu bilmem... Benim ölümün dua raflarında yer kalmadı.
İ- Deminki sualime cevap verir misiniz, lûtfen?
V- Bugün "Millî Eğitim" dediğiniz Maarif'in ızdırâbı, bugünden 40 sene daha geride!.. (5)
V- KEMİYET, hiçbir zaman KEYFİYET olmaz!.. MAARİF bir KEYFİYET meselesidir. Ne zaman ismini kuvveden fiile getirirlerse,
o zaman bu memlekette FİKRET'in dediği sabah olacaktır. (6)
İ- Maarif'te ne gibi bir sistem kurulursa, bu memleketin kültür sahâsı gelişir?
V- Temelini bu memleketin gerçeklerinden alan Maarif'te gâye efrâdını câmi, ayârını mâni, kuvveden fiile intikâl ettirilmelidir!
Bütün maarifçi geçinenler bunu bir vâsıta-yı geçim addetmedeler!..

MAARİF BİNÂSINA DÂİMA MARSİLYA KİREMİDİYLE ÇATIDAN BAŞLAMAK LÂZIMDIR!

İ- Elimizdeki kadro bu olduğuna göre, ne şekilde hareket edilmelidir?
V- BÜYÜK ŞEF'in Yeryüzü'nün en büyük dâvâsına el attığı zaman kadrosu neydi?.. Mevcut kadro kâfi ve vâfidir.
Yeter ki, müteharrik kuvveti bulsun!
İ- Muhterem üstâdım, şimdi aramızda sizin yeğeninizin kocası bulunuyor. Dr. Nuri Turan...
Diyorlar ki, "Acaba yeğeninize ve kardeşiniz Hüsnü Bey'e bir şey söylemek ister misiniz?"
V- En iyi temennilerim kendileriyledir. Ancak Hüsnü geçen ölüm yıldönümüme gelmedi, üzgünüm.
İ- Dâmâdı, Hüsnü Bey'in oraya gittiğini söylüyor.
V- Oraya gelen Hüsnü'nün maddesiydi.
İ- "Bir emirleri var mı?" diye soruyorlar, efendim.
V- Burası emir verenlerin değil, emir alanların mekânıdır.
İ- Efendim, bu Köy Enstitüleri dâvâsı memleket için hayırlı mıdır? (7)
V- Köy Enstitüleri'ni Truva'nın tahta atına benzetirim.
İ- Türk Maarifi hakkında Mumtaz Tarhan'ın bir çalışması var, efendim. Acaba bu Maarif dâvâmızı halledebilecek mi?

V- Tok açın hâlinden nasıl anlıyamazsa, yalnız nazariyatla uğraşanların bir memleketin dâvâlarına yön vermelerine küllîyen imkân yoktur!..
Unutulmaması lâzımdır ki, TÜRK CEMİYETİ'nin geçirdiği sarsıntı ve ittilâklar gerçek âlim noksanlığından neş'et etmektedir.

TÜRK MAARİFİ BÜTÜN DÂVÂLARIN HÂL NOKTASIDIR!.. GORDİYOM'daki düğümü İSKENDER nasıl çözmüşse, bu Türk Maarifi'ni de
marifeti olmayan, fakat ruhunda bunu duyan bir TÜRK çocuğu halledecektir!..

İ- Efendim, Kutlu Bey soruyorlar: Memlekette garplılaşmak için hangi yoldan gidelim?
V- Garplılaşmaya gidilmez, garplılaşılır!.. Bu bir şekil meselesi değil, zihniyet ve metot meselesidir!

Bugün biz Şark bünyesini Garp urbalarıyla donatmış bir kimseye benziyoruz.
ASLOLAN, TÜRK RUHU VE GAZİ'NİN NİYETİ'YLE HAREKET ETMEKTİR!..

BÜYÜK İHTİLÂL'in mezuniyet zamanlarında biz şekle ehemmiyet vermek mecburiyetindeydik.
Bir lâboratuvarı çalışır hâle getirmek için evvelâ lâboratuvarın binâsını yapmak lâzımdır. Biz onu yaptık!
Laboratuvarı çalışır hâle getirdik. Ama lâboratuvarın kapısı örümcek bağlasın diye değil!
i- Efendim, medyumumuz yoruldu. Kendisi için bir şey söylemek ister misiniz?
V- Evvelki TEBLİĞ'e, şu an buradaki bulunanlar da, hepimiz iştirak ediyoruz.
İ- Peki, efendim. Nur içinde yatınız.

Çok güzel, değil mi?

Sondan başlıyalım... Varlık diyor ki, "Evvelki TEBLİĞ'e, şu an buradaki bulunanlar da, hepimiz iştirak ediyoruz." Hangi TEBLİĞ'e iştirak ediyorlarmış?.. Refik Şevket İnce Üstâd'ın "İSLÂMİYET, PUTLARIN KIRILMASIDIR!.. BİR PUT KIRILIP, BİR PUT YARATILMAZ!.. GENÇLİK BU NOKTAYA DA DİKKAT ETSİN!.. AKSİ TAKDİRDE EMÂNET-İ MÜBÂREKEYİ OMUZUNDA YETKİYLE TAŞIYAMAZ!.." TEBLİĞ'ine!.. Peki, kimler iştirak ediyormuş?.. "Şu an burada bulunanlar da, hepimiz" ... Yâni görüşen muhterem Varlık, orada yalnız değil!.. Sohbete belki bir heyet hâlinde katılan diğer bâzı Ruhlar var!.. Bu hemen her Celse'de böyledir. Siz bir kişi ile görüşürsünüz, ama onun etrafında başkaları da vardır. Bâzen sorularınıza cevap onlardan gelir, görüştüğünüz Varlık nakleder.

Peki, gençlerin omuzundaki EMÂNET-İ MÜBÂREKE ne?.. Onların omuzuna yüklenmiş olan MÜBÂREK EMÂNET ne?.. Onu Mustafa Necâti merhumun hayâtını inceledikten sonra verelim.

MUSTAFA NECÂTİ UGURAL BEY , Horasan'dan Anadolu'ya gelip Dârende'ye yerleşen Ahmet Han'ın onuncu batında torunu olup, 1864 yılında İzmir'de Dünyâ'ya gelmiştir. Babası, Dârendeli Halit Bey; annesi Elbistanlı Mustafa Necâti Efendi'nin kızı Nâciye Hanımdır. Dedesi Mustafa Efendi, torunu Dünyâ'ya gelmeden iki-üç ay evvel vefat etmiş ve torununa onun adı verilmiştir.

Çocukluğu İzmir'de geçen Mustafa Necâti, ilk ve orta öğrenimini İzmir'de tamamlamıştır. İzmir İdâdisi'ni bitirdikten sonra, Yükseköğrenim için İstanbul'a gitmiş ve İstanbul Hukuk Okulu'nu bitirdikten sonra, 1914 yılında tekrar İzmir'e dönerek avukatlık ve İzmir Kız Öğretmen Okulu'nda öğretmenlik yapmaya başlamıştır. Daha sonra, yakın arkadaşı Hüseyin Vâsıf (Çınar) Bey'le birlikte 1915 yılında, "Özel Şark Mektebi İdâdisi"ni kurmuşlardır, 1918 yılına kadar Mustafa Necati bu okulun müdürlüğü ve edebiyat öğretmenliği, Hüseyin Vâsıf da müdür yardımcılığı ve tarih öğretmenliği görevlerini yürütmüşlerdir.Bu arada bir süre de "Aydın-Kasaba Demiryolları'nda Hukuk Müşâvirliği" görevini yürütmüştür.

I. Cihan Savaşı sonrasında bir yanda İtilâf Devletleri'nin işlerine son verdiği Aydın-Kasaba demiryolu işçilerinin haklarını savunmuş, "İzmir Demiryolları İslâm Memurîni Teâvün Cemiyeti"nin kurulmasına öncülük etmiş; diğer yanda da savaştan dönen ve işsiz kalan yedek subayların sosyal ve ekonomik sıkıntılarını giderebilmek için çâreler aramıştır. Mustafa Necâti, işinden gücünden veya okulundan koparılarak savaşa götürülen bu gençlerimizin, savaş sonrasında yaşadıkları sıkıntılara köklü bir çâre bulmak için "ihtiyat Zâbitânı Himaye Yurdu" adıyla bir derneğin kurulmasını teklif etmiş ve kısa bir süre sonra da İzmir'de "İhtiyat Zâbitânı Teâvün Cemiyeti" kurulmuştur. Bu derneğin üyesi olan yedek subaylar, işgâlden bir gün önce Maşatlık'ta yapılan toplantıda olduğu gibi daha sonraki dönemde, Batı Anadolu Kuvâ-yi Millîyesi içinde de çok önemli rol oynamışlardır.

İzmir Türk Ocağı'nın faal bir üyesi olan ve daha önce spor kolu çalışmalarını idâre etmiş olmasından dolayı gençlerle içiçe yaşayan Mustafa Necâti, yaklaşmakta olan işgâl tehlikesine karşı tedbir almak için gayret göstermiş; gençler, yedek subaylar ve işten çıkarılmış olan demiryolu işçileri ile olan yakın ilişkilerini devam ettirerek bir direnişin imkânlarını araştırmaktan geri kalmamıştır. Mustafa Necâti ve yakın arkadaşı Hüseyin Vâsıf Bey bu konuda en çok çalışanların başında gelir. Nitekim Türk Ocağı'nda işgâlden 15-20 gün önce yaptığı bir konuşmada :

- "Tehlike yaklaştı. Rumlar harıl harıl silâhlanıyor ve bir şeyler bekliyorlar.
Biz ise kalemle, muhtıra ve nutuklarla nümâyiş ve alâyişle (gösterişle) iş görmeye çalışıyoruz.
Bu doğru değildir. Her ihtimâle karşı bütün Türklüğün silâha sarılması icâbeder.
Ona göre teşkilât yapmalıyız,"

diyordu. Bu teklif orada bulunan pek çok kişiyi telâşlandırdı. Yapılan tartışmalardan, teklifinin oy birliği ile kabul edilmeyeceğini anlayan Mustafa Necâti, Türk Ocağı Yönetim Kurulu üyeliğinden çekildi. Dolayısıyla da bundan sonraki dönemde Türk Ocağı'nda yapılan çalışmaların içinde yer almadı. Buna rağmen bazı kaynaklarda, "izmir'in işgâlinden bir gün önce 'Redd-i İlhak Cemiyeti' imzasıyla yayınlanan ünlü bildiri Mustafa Necâti ve üç arkadaşı tarafından kaleme alınmış" ve "kendisi gibi ateşli arkadaşlarıyla birlikte 'Redd-i İlhak' mitingini tertipleyerek, İzmir gençliğini galeyana getirmiştir" şeklinde yer alan bilgiler, doğru değildir. Çünkü, en yakın arkadaşı olan Hüseyin Vâsıf Bey, işgâlden bir gün önce, savaş dolayısıyla yarıda kalan hukuk tahsilini tamamlamak İstanbul'a gitmiş olduğundan, işgâl günü İzmir'de değildir. Mustafa Necâti de, bildiriyi kaleme almak için bir araya gelen grubun içinde yer almadığı gibi, o gece Maşatlık'ta yapılan toplantıya da katılmamış ve arkadaşı Haydar Rüştü ile birlikte karşı tepelerden, Maşatlık'ta yapılan mitingi seyretmekle yetinmiştir.

İşgâl fâciâsını gören Mustafa Necâti, Haydar Rüştü ile saklandıkları evlerinin etrafının Yunan askerleri tarafından kuşatılmış olması sebebiyle, ancak beş gün sonra İzmir'den kaçabilmiş ve İstanbul'a giderek, beşik kertmesi nişanlısı olan Hâlide Nusret (Zorlutuna) Hanım'ın evine yerleşmiştir. Burada kaldığı dönemde, ağabeyi Hüsnü (Uğural) ile Mehmet Esat ve Hüseyin Vâsıf kardeşler de bu eve gelmişlerdir.

İstanbul'da kalan Mustafa Necâti, Dâhiliye Nezâreti'nde görev almış, Balıkesir'e de ancak, İstanbul Hükûmeti'nin, Mutasarrıf Hilmi Bey'in yerine Karası Mutasarrıflığı'na tâyin ettiği Fatin Bey'in yardımcısı olarak gelmiştir.

Bu dönemde İstanbul Hükûmeti İngiliz baskısıyla Anadolu'yu "bir isyan mıntıkası ve bir âsî ve eşkiyâ yatağı olarak", Anadolu'da devam etmekte olan Millî Mücâdele hareketini de, "Hükûmet'in durumunu tehlikeye düşüren, Devlet'in şeklini değiştirmeye çalışan bir isyan" hareketi olarak nitelendiriyordu. İngilizler'in en büyük korkusu, Doğu Anadolu'da Mustafa Kemâl Paşa'nın başında bulunduğu hareket ile Batı Anadolu'da Balıkesir'de teşkilâtlanmış olan Kuvâ-yı Miliîye'nin birleşmesidir. Bunu önlemek için hemen her yolu denemişlerdir.

İstanbul Hükûmeti; I. Balıkesir Kongresi'nin Eylül ayı başında toplanmasını kararlaştırdığı ve Alaşehir Kongresi'nde (16-25 Ağustos 1919) alınan kararları görüşmek üzere toplanması plânlanan, II. Balıkesir Kongresi'nin (16-22 Eylül 1919) toplanmasına engel olamayınca, Kongre'yi kendi fikirleri yönünde etkilemek için çalışmalarını yoğunlaştırdı. Çünkü II. Balıkesir Kongresi'nin gündemindeki konulardan biri ve en önemlisi, "Sivas Kongresi'ne katılma" konusu idi.

Mustafa Necâti, Balıkesir'de, Heyet-i Merkezîye'de, Hüseyin Vâsıf Bey ve Fırka Kumandanı Köprülülü Kâzım (Özalp) Bey'le birlikte çalışmaya başlamıştır. Balıkesirli olmadığı halde Balıkesir'deki hareketin içinde yer alan bu kişilere o dönemde, "Balıkesir Yârânı" denilmiştir. Mustafa Necâti de böylece, "Balıkesir Yârânı"ndan olmuştur.

Balıkesir'de, oldukça yoğun bir çalışma temposu içinde geçen bu dönem, onun, 29 Nisan 1920 Perşembe günü Saruhan (Manisa) Mebusu olarak BMM'ne katılmak üzere Balıkesir'den ayrılmasına kadar devam etmiş ve Balıkesir'de kaldığı bu yedi ayı aşkın süre içinde Millî Mücâdele Hareketi'ne ve Balıkesir'e çok büyük hizmetlerde bulunmuştur.

Mustafa Necâti, Balıkesir'de bir yandan söz ve yazıları ile Millî Mücâdele Hareketi'ni anlatmaya çalışmış, diğer yandan da elinde silâhı, eniştesi Yüzbaşı Hâlit (Bayrak) Bey ve hemşehrisi Bulgurcu Mehmet Efe'nin yanında çeşitli cephelerde savaşlara katılmıştır. Anzavur İsyânı sırasında kurulan "Balıkesir Tâkip Müfrezesi'nde müfreze kumandanı olarak görev almıştır.

Mustafa Necâti'nin Balıkesir Hareket-i Millîyesi içindeki en büyük hizmeti, Millî Mücâdele basınında seçkin bir yere sâhip olan "Hareket-i Milliye'nin mürevvici (yayın organı)" olan "İzmir'e Doğru" gazetesini çıkarmasıdır.

Heyet-i Merkezîye, Hareket-i Millîye'nin resmî yayın organı olarak Balıkesir'de bir gazete çıkarmaya karar verince Hareket-i Millîye'nin İstihbarat Bürosu Şefi olan Mehmet Esat (Çınar) Bey'e 100 lira sermaye vermiş, Mehmet Esat, Hüseyin Vâsıf ve Mustafa Necâti birleşerek "İzmir'e Doğru" gazetesini çıkarmaya başlamışlardır. Gazetenin sâhibi Hüseyin Vâsıf (Çınar), Yazı İşleri Müdürü Mehmet Esat (Çınar), Başmuharriri (Başyazarı) da Mustafa Necâti Beyler'dir. Mustafa Necâti, Balıkesir'den ayrıldıktan sonra da gazeteye yazı göndermeye devam etmiştir. Son gönderdiği yazı 13 Haziran 1920 tarih ve 70 numaralı gazetede yayınlanan, "Sulh Muahedesi ve Azm-i Millî" başlıklı başmakalesidir. Gazete, 16 Kasım 1919 - 27 Haziran 1919 tarihleri arasında 74 sayı çıkmıştır.

Mustafa Necâti'nin Balıkesir'deki çalışmaları, sâdece Millî Mücâdele hareketi içinde aldığı görevlerle sınırlı kalmamış, geleceğe dönük pek çok çalışmanın da içinde bulunmuştur. Bu çalışmalardan biri, Balıkesir "İdman Yurdu"nun kuruluşudur. 19 Aralık 1919 tarihinde Millî Karargâh'ta yapılan toplantıda kuruluşu gerçekleştirilen İdman Yurdu; gençlerin beden sağlıklarının gerçekleştirilmesi, atış tâlimleri yaptırılması ve hastalıklardan korunma yollarının öğretilmesi gibi çalışmaları yürütecek bir spor kulübüdür. İdman Yurdu Kongresi'nde Mustafa Necâti'nin yanında Hüseyin Vâsıf (Çınar) ve Eski Edremit Kaymakamı Köprülülü Hamdi Bey de görev almışlardır.

Mustafa Necâti, Balıkesir'de, Mehmet Esat Bey'le birlikte, 1920 yılı Ocak ayı başında, Hükümet Caddesi üzerinde bir avukatlık bürosu açmasına rağmen, işlerinin yoğunluğu dolayısıyla herhangi bir dâvâ alıp tâkip etmemiştir. Bu târihlerde Balıkesir'de 11 avukat faaliyet göstermekle birlikte, avukatların meslek kuruluşu olan "Baro" kurulmamıştı. Balıkesir Barosu, 28 Ocak 1920 târihinde Süleyman Sâdi Beyin başkanlığında kuruldu. Bu kuruluşta Mustafa Necâti İkinci Başkan, Mehmet Esat Bey de Yönetim Kurulu üyesi olarak görev almıştır.

İstanbul'un işgâli ve Meclis-i Meb'usan'ın İngilizler tarafından basılması, BMM'nin açılmasına giden yolu açınca, işgâl altında bulunan bölgeler hâriç, ülkenin her tarafında seçimlerin yapılmasına başlanmıştı. Karasi Sancağı ve Balıkesir Kuvâ-yı Millîyesi'nin denetimi altında bulunan Saruhan (Manisa) Sancağı'nda da seçimler yapılmaya başlandı. Saruhan Sancağı için mebus adayı olarak Akhisar Cephe Komutanı Mahmut Celâlettin Bey ile Mustafa Necâti ve Hüseyin Vâsıf (Çınar) Beyler düşünülmüş, fakat Hüseyin Vâsıf Bey'in yaşı tutmayınca, sâdece Mahmut Celâlettin Bey ile Mustafa Necâti Bey Saruhan Mebusu seçilmişlerdir.

Mustafa Necâti, TBMM'nin en faal üyelerinden biri olmuştur. Konulara olan hâkimiyeti, hitâbet gücü ve iknâ kaabiliyeti ile Meclis'in en iyi hatiplerinden biri hâline gelmiştir. I. Meclis'in görev süresi olan 1920-1923 yılları arasındaki üç yıl içinde, bu üç yılın bir buçuk yılı aşkın bölümünde, İstiklâl Mahkemesi üyesi ve başkanı olarak Ankara dışında bulunmasına rağmen, Meclis kürsüsünden 54 ayrı konu üzerinde 74 konuşma yapmıştır. Hem de şimdikiler gibi saçmasapan, ıvır zıvır, küfür ve dediikodu dolu konuşmalar değil, meselenin özüne temâs eden konuşmalardır bunlar!

11 Eylül 1920 tarihinde kurulan ve TBMM'nin 17 Şubat 1921 tarihli kararı ile çalışmaları sona eren, 1. Dönem İstiklâl Mahkemeleri'nden ''Sivas İstiklâl Mahkemesi" üyeliğine seçilmiş, bu mahkemelerin kapatılması üzerine de Ankara'ya dönmüştür. 1921 yılı başında asâyişin bozulması ve Millî Mücâdele hareketine karşı isyanların baş göstermesi üzerine, II. Dönem İstiklâl Mahkemeleri kurulmuş, Mustafa Necâti, çalışma alanında Çankırı, Çorum, Zonguldak, Adapazarı, Bolu ve İzmit'in bulunduğu Kastamonu İstiklâl Mahkemesi Başkanlığı'na seçilmiştir. Mustafa Necâti, Kastamonu İstiklâl Mahkemesi Başkanı olarak 18 Ağustos 1921 günü Kastamonu'ya gelmiş ve 1 Ağustos 1922'de İstiklâl Mahkemeleri'nin çalışmalarına son verilmesi üzerine de, 24 Ağustos 1922 günü Kastamonu'dan ayrılmış ve TBMM'nin, kendisini, 17 Ağustos 1922 tarihinde seçtiği Amasya İstiklâl Mahkemesi Başkanlığı görevine başlamıştır. Kastamonu'da kaldığı bir yıllık süre içinde mahkeme reisliği yanında yoğun bir çalışma temposu içinde olmuş, Kastamonu'da yayınlanan "Açıksöz" gazetesindeki yazıları yanında başta Belediye olmak üzere, Kastamonu Himâye-i Etfâl Cemiyeti'nin (Çocuk Esirgeme Kurumu) ve Kastamonu İlim Cemiyeti'nin kuruluşu; Hilâl-i Ahmer Cemiyeti (Kızılay Derneği), Gençler Mahfili (Gençler Derneği) ve Muallimler Cemiyeti'nin faaliyetlerine katılmış, buralarda unutulmaz hizmetler yapmıştır. Kastamonu Belediyesi, 22 Nisan 1922 târihinde, Kastamonu'ya yaptığı bu hizmetlerinden dolayı Mustafa Necâti Bey'e "Fahrî Hemşehrilik" ünvânı vermiştir.

TBMM'ne II. Dönem İzmir Milletvekili olarak giren Mustafa Necâti, Hüseyin Vâsıf (Çınar) Bey'in de aralarında bulunduğu altı arkadaşı ile birlikte, Anadolu'nun imârı için 21 Ağustos 1923 târihinde bir komisyon oluşturarak Hükûmet'e, "mübâdele, imâr ve iskân" işleri ile ilgili bir Bakanlığın kurulmasını teklif etmişler, bu teklifin Meclis tarafından da benimsenmesi üzerine 13 Ekim 1923 târihinde "Mübâdele, İmâr ve İskân Vekâleti" kurulmuş ve 20 Ekim 1923 târihinde de Mustafa Necati, 165 milletvekilinden 158 tanesinin oyunu alarak ilk "Mübâdele, İmâr ve İskân Vekili" seçilmiştir. 6 Mart 1924 tarihinde kurulan İsmet Paşa Hükûmeti'nde "Adliye Vekili" oluncaya kadar beş ay kaldığı Mübâdele, İmâr ve İskân Vekilliği sırasında, bir yandan Bakanlığın merkez ve taşra teşkilâtının kuruluşunu gerçekleştirirken diğer yandan da ülkemize mübâdele ile gelen göçmenlerin yerleştirilmesi ve savaş sırasında yakılıp yıkılan Anadolu'nun imârı için çok önemli çalışmalar gerçekleştirmiştir.

Mustafa Necâti'nin ikinci Bakanlığı, 6 Mart 1924 tarihinde başladığı, Adliye Vekilliği'dir. Şer'î Mahkemeler, onun Adliye Vekilliği döneminde kaldırılmıştır. Bu dönemde, kısa bir süre doğuda Şeyh Sait İsyânı dolayısıyla kurulan Diyarbakır İstiklâl Mahkemesi'nde savcı olarak görevlendirilmiştir.

Mustafa Necâti'yi asıl unutulmaz kılan ise, Maarif Vekâleti'nde bulunduğu 3 yıl 13 günlük dönemde gerçekleştirdiği büyük hizmetleridir.

Türk Eğitim Târihi'nin İslâmî döneminde Nizâm-ül-Mülk , Dünya'da eğitim politikası ilkelerini ilk koyan ve eğitimi, devlet politikasında önemli bir yere yerleştirerek, kendisinden sonraki dönemlerdeki eğitim politikalarına öncülük ederken; Batılılaşma Dönemi eğitim politikalarının oluşturulmasında da Mustafa Necâti, âdeta aynı rolü oynamıştır.

Türk Eğitim Târihi'nde 19. yüzyıl ortalarından itibâren, dînî esasta kurulmuş olan mektep ve medreseler ile, Batı örneğinde kurulan okullar sebebiyle ikili bir eğitim politikası, iki ayrı okul türü ve iki tip insan yetiştirme faaliyeti ortaya çıkmıştı. Bu problemi çözen Bakan olma ünvânı, Mustafa Necâti'ye âittir.

Mustafa Necâti'ye göre "eğitimin amacı, yeni nesli bedenen ve fikren olduğu kadar seciye ve millî heyecan yönünden de yeni hayâta ve demokrasinin gereklerine hazırlamak"tı. Türklük, bu şekilde içinde bulunduğu medenî milletler arasında yüksek bir yer elde edecekti.

Mustafa Necâti, 20 Aralık 1925 târihinde Maarif Vekili olduğunda, 24 Ağustos 1924 târihinde seçilmiş olduğu "Muallimler Birliği Genel Başkanlığı" görevi de devam ediyordu. Bu durum eğitim câmiasında bir canlanmanın da başlangıcı oldu. Her alanda olduğu gibi, eğitim alanında da başlamış olan inkılâblar, ancak Mustafa Necâti gibi Atatürk'e gönülden bağlanmış, ulaşılmak istenilen hedefi görmüş bir icraat adamının eliyle gerçekleştirilebilirdi.

Mustafa Necâti, eğitim alanında yapılması gereken işleri, "gerçekleştirilebilme özellikleri" açısından gruplandırarak çalışmaya başladı. Eğitim işleri hakkında gazetecilerle yaptığı görüşmede, yapılacak işleri şu şekilde sıralamıştır.

1- Merkez teşkilâtının takviyesi,
2- Terbiye-i Umûmiye Heyeti (genel eğitim komisyonu),
3- Lisan Heyeti teşkili (dil komisyonu kurulması)
4- Mevcut müesseselerin teksifi (mevcut kuruluşların bir araya toplanması,)
5- Öğretmenlerin terfii
6- Vekâletin vilâyet terbiyesinin tevsii (Bakanlığın illerdeki eğitimi yaygınlaştırması)
7- Genel eğitime etkili olup da, şimdiye kadar Hükûmet'in ciddi denetiminden uzak kalmış kurumların ciddi denetime tâbi tutulması,
8- Köy okulları, köy öğretmen okulları, orta ve yüksek öğretmen okulları kurulması,
8- Mıntıka Eminliği.

İlk iş olarak "Heyet-i İlmiye" yi toplayarak Hüseyin Vâsıf (Çınar) Bey zamanında hazırlanmış olan eğitimin genel teşkilât yapısı ile ilgili çalışma bir daha gözden geçirilerek eğitim teşkilâtının hukukî temellerini oluşturacak kanun taslağı hazırlanarak Meclis'e sevk edilmiştir. 22 Mart 1926 târihinde hazırlanan bu metnin TBMM tarafından kabul edilmesiyle, 789 sayılı "Maarif Teşkilâtı'na Dâir Kanun" çıkarılmıştır. Bu kanunla, "Dil Heyeti" ve eğitim teşkilâtının kurmay birimi olan "Tâlim ve Terbiye Dâiresi" gibi merkez kuruluşları ve "Maarif Eminlikleri" ile de Türk Eğitim Târihi'nde oldukça orijinal bir uygulamayı başlatacak olan taşra kuruluşları oluşturulmuştur.

Kanunla, Türkiye 13 Maarif Eminliği bölgesine ayrılmış ve her bölgeye "Maarif Emini" ünvânıyla tâyin edilen görevliler vâsıtasıyla, eğitim işleri vâlilerin kontrolünden çıkarılarak Bakanlığın denetimi altına alınmıştır ki, bu Tevhîd-i Tedrisât Kanunu uygulamalarının da bir parçasıdır.

22 Nisan 1926 târihinde çıkarılan 819 sayılı kanunla, İl Özel İdareleri bütçelerinden ayrılacak % 10'hık paylarla Bakanlık'ça belirlenecek 10 bölge merkezinde birer öğretmen okulu binâsı yapılması kararlaştırılmıştır. Mustafa Necâti Bey, kanunun TBMM'nde görüşülmesi sırasında yaptığı konuşmada:

- "Özel İdareler, Öğretmen Okulları'nı on yılda kurmuşlar, başarılı olamamışlar.
Özel İdareler'in bu işi başaramayacağı anlaşılınca da, genel idareler bu işi yüklenmişlerdir.
Yetmiş okul yerine otuz okul açılmıştır. Üstelik bu okullar için araç, gereç ve öğretmen gereklidir.
Şimdi ülke yılda iki yüz öğretmen yetiştirmektedir. Bu sayı yetersizdir. On yılda otuz bin öğretmene ihtiyaç vardır.
Bu yüzden Özel İdareler bütçelerinden % 10 aktarmakla bir şey kaybetmeyecektir."

Yapılması plânlanan bu öğretmen okullarından ilki, Ankara'da bugünkü Gazi Üniversitesi binâsıdır. O zamanki adıyla "Gazi Orta Muallim Mektebi ve Terbiye Enstitüsü", bu kanunla gerçekleştirilen ilk öğretmen okulu binâsıdır. ikinci önemli öğretmen okulu binası İzmir Erkek Öğretmen Okulu'dur. Üçüncüsü de bugün, "Balıkesir Necâtibey Eğitim Fakültesi" olarak hizmet gören Balıkesir Erkek Muallim Mektebi binâsıdır ki, bunlar eğitim-öğretim için gerekli donanıma sâhip vasıflı binâlardır. 31 Temmuz 1916'da ilk defa temeli atılan fakat savaş, işgâl ve daha sonra da ödenek yokluğu gibi sebeplerle inşaatı yarım kalan bu öğretmen okulu binâsının inşaasının tamamlanması için, bu kanunun çıkmasından sonra hemen harekete geçilmiş, 6 Ekim 1928 târihinde yeniden temeli atılarak, 1931 yılı sonunda inşaat tamamlanmış ve 30 Nisan 1932 târihinde de "Balıkesir Necâti Bey Muallim Mektebi" adıyla resmen eğitim-öğretime açılmıştır.

Her sene ihtiyaç duyulan 3.000 öğretmenin yetiştirilmesini amaçlayan bu öğretmen okulu yapım projesiyle ülkenin öğretmen açığının kapatılması için 10 yıla ihtiyaç vardı. Âcilen ihtiyaç duyulan öğretmenleri yetiştirmek için de, 20 Mayıs 1926 târihinde 842 sayılı "İlk Mektep Kanunu" çıkarılmıştır. Bu kanunla, açılacak bâzı kurs ve imtihanlarla öğretmen ihtiyâcı karşılanmaya çalışılmıştır.

Nitelikli öğretmen yetiştirme konusunda bu dönemde atılan adımların en önemlilerinden biri de 26 Mayıs 1927 târihinde çıkarılan 1052 sayılı "Meslek Mektepleri Hakkında Kanun" dur. Meslek eğitimini düzenleyen bu kanuna bağlı olarak çıkarılan 17 Temmuz 1927 târih ve 5450 sayılı kararnâme ile uzman öğretmen yetiştirmek üzere Avrupa'ya öğrenci gönderilmesi plânlanmıştır. Ayrıca öğretmen okullarında ve açılacak öğretmenlik kurslarında görevlendirmek üzere en az iki sene fiilen öğretmenlik yapmış olan öğretmen okulu mezunu, resim ve elişi öğretmenleri, yetiştirilmek üzere İsveç ve Danimarka gibi Avrupa ülkelerine gönderilmişlerdir.

Mustafa Necâti'nin bakanlığından önce Türk eğitim sistemini incelemiş olan John Dewey'nin, "köy öğretmen okulları kurulması" yönündeki tavsiyesi de dikkate alınarak, bu dönemde yeni bir öğretmen ve öğretmen okulu modeli geliştirilmeye çalışılmıştır. Köye göre öğretmen yetiştirmek için "Köy Muallim Mektepleri" modeli düşünülmüş ve bunu hayâta geçirmek için de, 1927 yılında Denizli Erkek Muallim Mektebi, "Köy Muallim Mektebi"ne çevrilmiş, Kayseri'de "Zincidere Köy Muallim Mektebi" açılmıştır.

1926 yılında, Avrupa (Fransa, Almanya, Rusya, İtalya, Yunanistan ve Bulgaristan gibi) ülkelerinde uygulanmakta olan ilköğretim programları incelenerek, ülkemiz için yeni bir "ilkokul programı" hazırlanmıştır. Bu programla, derslerin adları yanında müfredatları da belirlenmiş, Dünyâ'da yeni uygulanmaya başlanan "toplu öğretim" Türkiye'de de diğer Avrupa ülkeleri ile hemen, hemen aynı zamanda uygulanmaya başlamıştır. (8)

Mustafa Necâti'nin bakanlığı döneminde ayrıca, Türkiye'deki bütün yabancı okullar (1926) sıkı bir denetim altına alınmmıştır. 822 sayılı kanunla, ortaöğretimde öğrenim parasızlaştırılmıştır. 823 sayılı kanunla, bütün okul kitaplarının Bakanlık'ça bastırılması kararlaştırılmıştır. Daha sonradan özel sektöre devredilen bu "bastırma" işlemi, AKP İiktidârı döneminde yine Devlet eliyle yapılmaya başlamıştır. Yalnız "bastırma" değil de, "bastırtma" olarak!.. Yâni baskı işini yine özel firmalara vererek... Halbuki Millî Eğitim Bakanlığı'nın kendi matbaası vardır.... Vardı... Kim bilir ne oldu?

1927 yılında, meslek ve sanat okullarının program tesbiti, araç-gereç yapımı ve öğretmenlerinin yetiştirilmesi ve istihdâmı görevi Maarif Vekâleti'ne verilmiştir. Millî Eğitim Bakanlığı'nın araç-gereç üretim atölyeleri vardır... daha doğrusu vardı, AKP iktidârı kaldırdı mı, bilemiyoıruz.

Türkiye Muallimler Birliği Genel Başkanı da olan Maarif Vekili Mustafa Necâti'nin 789 sayılı "Maarif Teşkilâtı'na Dair Kanun"a koydurmuş olduğu, "Maarif hizmetinde asıl olan öğretmenliktir." hükmü; eğitimi, içinde bulunduğu karmaşadan kurtarırken, öğretmeni eğitim hizmetlerinde çok önemli bir konuma yükseltmiş, öğretmenlik meslek olarak itibârlı hâle getirilmiştir. Mustafa Necâti merhum, bir gün işe giderken, kaldırım kenarına oturmuş üzgün birini görür. Otomobili durdurur, iner, adamla ilgilenir. Öğretmen olduğunu anlayınca otomobile alır ve derdini dinler. Geçim sıkıntısı içinde olduğunu öğrenince çok üzülür. Bunun üzerine öğretmenlerin tâyin, terfi ve maaş gibi özlük haklan düzenlenmiştir. Rahmetli ATATÜRK'ün, "Milletvekili maaşı, öğretmen maaşını geçmesin" Mustafa Necâti'nin bakanlığı döneminde eğitim alanında gerçekleştirilen en önemli çalışma, "Harf İnkılâbı"dır. Ülkemizde neredeyse üç çeyrek yüzyıldır tartışılmakta ve üzerinde bâzı değişikliklerin yapıldığı "eski yazı"nın tamâmiyle değiştirilmesi konusu, 1925 yılında ciddî olarak yeniden ele alınmış, "Maarif Teşkilâtı'na Dâir Kanun"la kurulan "Dil Heyeti", bir yazı komisyonu gibi çalışmaya başlamış ve 1928 yılı ortasında Lâtin harflerinden oluşturulan "Yeni Türk Alfabesi"nin kabulü yönündeki çalışmalar, Atatürk'ün desteği ile 1928 yılı Ağustosu'nda uygulamaya konulmuştur. 1 Kasım 1928 târihinde çıkarılan ve 3 Kasım 1828 târihinde Resmî Gazete'de yayınlanan kanunla bu büyük değişiklik gerçekleştirilmiştir.

Mustafa Necâti'nin bizzat kaleme aldığı, "Millet Mektepleri Teşkilâtı Tâlimatnâmesi", 11 Kasım 1928 târihinde Bakanlar Kurulu tarafından onaylanmış ve 24 Kasım 1928 târih ve 1048 sayılı Resmî Gazete'de yayınlanarak yürürlüğe girmiştir. Mustafa Necâti'nin, başında bulunduğu Maarif Vekâleti kurduğu "Millet Mektepleri" bir anda bütün Türkiye'yi bir okul hâline getirmiştir. Bu teşkilâtın kurulmasında ve burada okutulacak ders kitaplarının hazırlanmasında Mustafa Necâti'nin büyük emeği vardır.

Bu okulların 1 Ocak 1929 günü açılması plânlanmıştı. Kendisi okulların ve kitapların bu târihte hazır olmasını sağlamak için gece gündüz hiç durmadan çalışmıştır. Bu konu onu çok heyecanlandırmıştır. Hatta o yıl öğretmenlere yazdığı mektupta yeni harflerin öğretilmesi konusunu ele almış, "Muallim Arkadaş," diye başladığı mektubunda:

- "Bilhassa bu sene yeni Türk Harfleri'ni tâmim gibi şerefli bir vazifen daha vardır.
Bütün memleket evlatlarını bir an evvel yeni harflerle okutarak Türkiye'de okuma yazma bilmeyen
bir fert bırakmayacak kadar geniş bir azimle çalışmak mecburiyetindesin!
Bunun için yeni Türk Harfleri'ni çabuk öğren ve hemen herkese öğretmeye başla!..
Bu hedefe varmak için kürsü, mektep lâzım değildir. Her yerde, her gördüğün
kadın, erkek, fakir, zengin, çiftçi, tüccar, köylü ve şehirli tefrik etmeyerek derhal öğreteceksin!
Milletimize yeni bir teâli sahâsı yaratacak olan bu büyük zaferi kısa bir zamanda kazanacağına
mutmain olarak, vazifelerinde muvaffakiyet diler ve işe mübâşeret haberini intizar eylerim,
aziz meslektaşım"

diyerek öğretmenleri gayrete getirmeye çalışmıştır.

Mustafa Necâti, yeni harflerin öğretilmesi ve bunu gerçekleştirecek olan Millet Mektepleri'ne çok önem vermekte ve hatta bu okulların 1 numaralı öğrencisi olarak okulun açılması için çalışırken, kaderin garip bir cilvesi olarak, Millet Mektepleri'nin açılacağı 1 Ocak 1929 Salı günü öğle vakti Hakk'ın rahmetine kavuşmuştur.

"Türkiye'de okuma yazma bilmeyen bir fert bırakmayacak kadar geniş bir azimle çalışmak"tan bahseden Mustafa Necâti, bunun gerçekleştiğini görmeye "ömrünün yetmeyeceği"ni sanki de hissetmiş gibi, ve fakat dâvanın gerçekleşeceğine inanan bir insan ruhunun bahtiyarlığı içinde ölümünden altı ay önce Millet Meclisi huzurunda konuşurken sözlerini şöyle bitiriyordu:

- ""Bir gün, herhangi bir Maarif Vekili mecburî tahsil çağında bulunan çocuklarımızın hepsini
okutmakta olduğunu ve her köyde mektep ve muallim bulunduğunu söylemek bahtiyarlığına kavuşursa,
o zaman Cumhuriyet, ilk tahsilde çizmiş olduğu hedefine varmış olacaktır.
Bu bahtiyar halefimi şimdiden ben gözlerimin karşısında onu görüyorum.
Onun meserretli ve mesut hâlini müşâhede ediyorum,"

diyordu.

Daha 35 yaşında, hayatının baharında iken, fakat çok uzun bir ömre bile kolay kolay sığdırılamayacak kadar çok hizmeti gerçekleştirerek hayâta veda eden bu icraat adamının genç yaşta ölümü, başta Atatürk olmak üzere hemen herkesi derinden sarsmıştır. 2 Ocak 1929 Çarşamba günü Başbakan İsmet Paşa, mezarı başında:

- "Necâti'nin, hiçbir kirli benek taşımayan varlığını, birazdan toprağa vereceğiz.
Onun hâtıraları artık Mefkûreci, Milliyetçi, Cumhuriyetçiler'in hâfızasında kutsî duygularla yaşayacaktır.
İnsanlara mânevî ve mefkûrevî (ülkücü) varlık dışındaki şeylerin boşluğunu hatırlatan bu muazzam anda,
geleceğe dâir düşündüklerimizi bir daha söylemeyi, hayat vazifemize sadâkat,
mefkûre arkadaşımıza hürmet sayarım."

Mesele orada bitmez. Bir tıp tartışması başlar... 29 Aralık 1928 Cumartesi günü hastalanan Mustafa Necâti Bey'e yapılan konsültasyonlarda "akut apandisit" tanısı konmuş, âcil ameliyat önerilmiş, ancak hasta ve âilesi İstanbul’dan gelecek hekimleri beklemeyi yeğlemişlerdir. Durumunun ağırlaşması üzerine Ankara’daki hekimler tarafından 31 Aralık 1928 sabahı Özel Sıhhat Yurdu’nda ameliyat edilmiştir. Ameliyat sonrası durumu giderek bozulan hasta 1 Ocak 1929 Salı günü saat onbir buçukta vefat eder.

Giresun milletvekili Hakkı Tarık’ın (Us) sâhibi olduğu Vakit gazetesinde verilen ölüm haberindeki iki paragraf, başlayacak polemiğin ilk işâretini vermektedir:

- “Merhum Necâti Bey’in hastalığının, muktedir zannettiğimiz doktorlarımız tarafından teşhis edilememesi,
bu feci âkıbette mânevî bir mesuliyet addedilmektedir. Mâmâfih ameliyat ve tedâvi hakkında tenkidi mucip bir nokta görülmemektedir.
Ancak teşhis daha evvel yapılabilmiş olsaydı, bu vahim neticenin husule gelmemesi çok kaabildi.”

Aynı gazete “Tıp âleminden izahat isteriz” başlıklı yazılarla devam eder, 4 Ocak 1929'da ise aynı gazetede tedâvi için Ankara’ya gelen Âkil Muhtar (Özden), M. Kemâl (Öke) ve Neşet Ömer (İrdelp) tarafından "teşhis ve tedâvinin uygun olduğunu ve bu tür sonuçların tıpta zaman zaman kaçınılmaz olduğunu belirten açıklamaları" yer alır.

Hakkı Tarık konuyu bir soru önergesi ile Büyük Millet Meclisi'ne taşır. Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanı Refik (Saydam) Bey’e “tıp âleminde mütehassıs adedini arttırmak hususunda ne yapacağı ve Ankara’da bir ecnebi tabip heyeti bulundurarak Ankara’nın sıhhi teşkilâtını kuvvetlendirmeyi düşünüp düşünmediğini” sorar. Bakan verdiği yanıttan "önceliğin salgın hastalıklar ile mücâdele ve koruyucu hekimlikte olduğunu" söyler ve Ankara’da Numûne Hastanesi, Hıfzısıhha binâsı ve koruyucu hekimlik mektebi ile ilgili gelişmeleri anlatır. Yabancı doktorların getirilmesi için de çalışmaların olduğunu belirtir.

Gazete haberlerinin artması ve Türk Tıp Câmiâsı ile ilgili olumsuz yayınlar üzerine, Tabipler Dostluk Cemiyeti 12 Ocak 1929’da bir toplantı düzenler. Akşam Gazetesi toplantı haberini “Doktorlar gazetecileri tedâvi etmeyecekler mi?” başlığı ile verir. Tabipler Dostluk Cemiyeti başkanı Neşet Osman Bey soruyu, “Biz harpte düşmanı bile tedâvi ederiz” diye yanıtlar. Cemiyet bildirisinde doktorlara destek çıkar, yabancı doktora gerek olmadığını belirtir ve bu tür konuların gazete sütunlarında tartışılmasından duyduğu endişeyi dile getirerek gazetecilere bundan böyle bilgi verilmeyeceğini açıklar. Bu konudaki tartışma ameliyatı yapan Ankara Cebeci Hastanesi Operatörü Şevket Bey’in 22 Ocak 1929’da Vakit ve Cumhuriyet gazetelerinde yayımlanan açıklaması ile son bulur.

Prof. Dr. H. Zafer Kars’ın derlediği, "1929 Polemikleri" isimli eser Cumhuriyet'in ilk yıllarından bugüne kadar basında çıkan sağlık haberlerinin çok da değişmediğini ve hekimlere yönelik eleştiri ve suçlamaların hep ilgi çektiğini ortaya koymaktadır. Ölen kişinin genç bir Bakan olması elbette bu ilgiyi daha da arttırmaktadır. Bu konu haklı olarak dönemin tüm gazetelerinin yaklaşık 20 gün en önemli haberi olmuştur. "Hâkimiyet-i Milliye’’de Falih Rıfkı (Atay) “Türk Hekimliği” ve Milliyet’te Yakup Kadri’nin (Karaosmanoğlu) “Türk Hekimleri” başlıklı yazıları tartışmaları geniş boyutlara taşımıştır.

Bu yapılan tartışmalarda en göze çarpan nokta ise, suçlamaların bir hekime veya hekim grubuna değil de, sisteme yönelmiş olmasıdır. Eleştiriler Ankara’da yeterli sağlık elemanının yokluğu ve genelde uzman eksikliği üzerine yoğunlaşmış ve Ankara’da bir tıp fakültesinin gerekliliği gündeme getirilmiştir. Günümüzde ise oluşan sorunlar hep bir hekim sorunu olarak gündeme getirilmekte ve sistem hiç tartışılmamaktadır. Bir ara Afyon’da yaşanan olayda "görme yeteneğini kaybeden vatandaşların problemi"nin, daha önce yaşamış olduğumuz "bebek ölümleri"nin bir sistem sorunu olduğu ve sağlığı özelleştiren ve "taşaron eleman" uygulaması ile sağlık emeğini ucuzlatıp, özeli teşvik ile hizmeti pahâlılaştıran "Sağlıkta Dönüşüm" programı ile ilişkisi, hiç gündeme gelmemektedir.

Konu Mustafa Necâti ve Maarif ile başladı, nerelere geldi!.. Ama kaçınımazdı. 35 yışında böyle verimli bir zâtın ölümü araştırılmadan geçilemezdi. Kaldı ki, Sağlık da Eğitim gibi Devlet tarafından herkese ulaştırılan bir hizmet olmalıdır.

Bir de gençlerin omuzuna yüklenmiş EMÂNET-İ MÜBÂREKE'yi açıklıyacaktık, değil mi?.. Neydi o TEBLİĞ?.. "İSLÂMİYET, PUTLARIN KIRILMASIDIR!.. BİR PUT KIRILIP, BİR PUT YARATILMAZ!.. GENÇLİK BU NOKTAYA DA DİKKAT ETSİN!.. AKSİ TAKDİRDE EMÂNET-İ MÜBÂREKEYİ OMUZUNDA YETKİYLE TAŞIYAMAZ!.." Orada bulunan bütün Varlıklar da bu TEBLİĞ'e iştirak etmişti... Açıklıyalım:

- Ey Türk Gençliği !

Birinci vazifen Türk İstiklâli'ni, Türk Cumhuriyeti'ni ilelebet muhâfaza ve müdâfaa etmektir.

Mevcudiyetinin ve istikbâlinin yegâne temeli budur!
Bu temel senin en kıymetli hazinendir.

İstikbâlde dahi seni bu hazineden mahrum etmek isteyecek dâhilî ve hâricî bedhahların olacaktır.

Bir gün istiklâl ve cumhuriyeti müdafaa mecburiyetine düşersen, vazifeye atılmak için
içinde bulunacağın vaziyetin imkân ve şerâitini düşünmeyeceksin!

Bu imkân ve şerâit çok nâmüsâit bir mâhiyette tezâhür edebilir.
İstiklâl ve cumhuriyetine kastedecek düşmanlar, bütün dünyâda emsâli görülmemiş
bir galibiyetin mümesili olabilirler.
Cebren ve hile ile aziz vatanın bütün kaleleri zaptedilmiş, bütün tersânelerine girilmiş
ve memleketin her köşesi işgâl edilmiş olabilir.

Bütün bu şerâitten daha elim ve daha vahim olmak üzere memleketin dâhilinde
iktidâra ship olanlar, gaflet, dalâlet ve hatta hıyânet içinde bulunabilirler!
Hatta bu iktidar sâhipleri, şahsî menfaatlerini müstevlilerin siyâsî emelleriyle birleştirebilirler.
Millet yokluk ve yoksulluk içinde harap ve bitap düşmüş olabilir.

Ey Türk İstikbâli'nin Evlâdı!..
İşte bu ahvâl ve şerâit içinde dahi vazifen, Türk İstiklâli'ni ve Türk Cumhuriyeti'ni kurtarmaktır!

Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur!

Bu birinci EMÂNET... TÜRK MİLLETİ'nin yaradılışından beri vazifesi İNSANLIĞA HİZMET>'tir. MAZLUMLARI KORUMAK'tır. İkinci EMÂNET de budur. Bunu çocuklarımızın, gençlerimizin ruhuna işlemek gerekir. Dünyâ'da başka hiçbir millette bu özellik yoktur. O yüzdendir ki, KAŞGARLI MAHMUD, Divân-ı Lugat-ıt Türk'te şöyle der:

- Yüce Peygamber’in bir hadisine göre, Allahü Teâlâ ‘Benim bir ordum vardır,
ona TÜRK adını verdim ve onları doğuya yerleştirdim.
Bir ulusa kızdığım zaman TÜRKLER'i o ulus üzerine musallat ederim,’ diyor.

İşte bu, Türkler için bütün insanlara karşı üstünlüktür.
Yüce TANRI, onların adlandırılmasını kendisi üstlenmiş, onları Yeryüzü'nün en yüksek yerinde,
havası en temiz ülkelerinde yerleştirmiş ve onlara ‘Kendi ordum’ demiştir.
Bunların yanı sıra Türkler'in güzellik, sevimlilik, zariflik, incelik, tatlılık, büyüklere saygı,
sözünde durma, sadâkat, alçakgönüllülük, yiğitlik, mertlik gibi her biri ayrı ayrı övülmelerini
gerektirecek erdemlerini anmaya gerek yoktur!"

Bu gerçeğin farkında olan MUSTAFA KEMÂL de şöyle der:

- "Şu kadarını belirtmeliyim ki, ben her şeyden evvel bir TÜRK MİLLİYETÇİSİ'yim!..
Böyle doğdum, böyle öleceğim!..
TÜRK BİRLİĞİ'nin bir gün hakikat olacağına inancım vardır!..
Ben görmesem bile, gözlerimi Dünyâ'ya onun rüyaları içinde kapayacağım!.."

- "YARININ TÂRİHÎ, yeni fasıllarını TÜRK BİRLİĞİ ile açacaktır!..
DÜNYA SÜKÛNUNU, BU FASILLAR İÇİNDE BULACAKTIR!..
Kaşgarlı Mahmud'un "Divan-ı Lügat-ıt TÜRK"ünde dediği gibi,
"TANRI TÜRK'Ü; İNSANLIK, ŞERİRLERİNDEN ŞAKİLERDEN KURTULSUN DİYE YARATTI!.."

Mustafa Necâti'nin Ankara'daki târihe tanıklık etmiş evi, bir ara "Kuru Fasulyeci Hüsrev Lokantası" oldu. 2006 yılında Mustafa Necâti ismi yeniden gündeme geldi. Tepkiler üzerine evi 2008 yılında “Parlamenterler Evi” hâline getirildi... Hep hatâları yazacak değiliz ya, bu da AKP iktidârının lehine kaydedilmesi gereken bir puandır.

(5) 1961'den 40 yıl geriye gidince, 1921'e gelinir.
Birilerinin tesbitine veya iddiasına göre, 1923’te…
Nüfus 13 milyon civarıydı, 11 milyon kişi köyde yaşıyordu.
40 bin köy vardı, 38 bininde okul yoktu.
İddiaya göre, iki milyon kişi sıtmalı, bir milyon kişi frengiliydi.
Verem, tifüs, tifo salgını vardı, üç milyon kişi trahomluydu,
bebek ölüm oranı binde 480’di, her doğan iki bebekten biri ölüyordu.
Gene iddiaya göre, memlekette sâdece 337 doktor vardı.
Sâdece 60 eczacı vardı, sâdece 8’i Türk’tü.
Diş hekimi, sıfırdı. Dört hemşire vardı. 40 bin köy, sadece 136 ebe vardı.
Ortalama ömür yaşı 40’tı.
Burası doğru, yanmış binâ sayısı 115 bin, hasarlı binâ sayısı 12 bindi. Ülkeyi yeniden inşa etmek gerekiyordu
Kiremit bile ithaldi. En makbûlü de Mustafa Necâti'nin dediği Marsilya Kiremiti idi.
Yine iddiaya göre, erkeklerin sadece yüzde yedisi, kadınların sâdece binde dördü okuma-yazma biliyordu... Aslında Kur'an kursu
eğitiminden geçen kişiler okuma biliyordu, ama yazma yetenekleri yoktu. Bir kitap-gazete okuma alışkanlığından mahrumdular.
Okur-yazar erkeklerin çoğunluğu, subay veya gayrimüslimdi. Okul yaşı gelen her dört çocuktan üçü okula gitmiyordu.
Toplam 4894 ilkokul, sâdece 72 ortaokul, sâdece 23 lise vardı.
Yine iddiaya göre, Türkiye’nin tüm liselerinde sâdece 230 kız öğrenci kayıtlıydı.
Öğretmenlerin üçte birinin, öğretmenlik eğitimi yoktu.
Tek üniversite vardı: Darülfünun... Medreseden halliceydi. Ülke bilim’den çoook uzaktı.
İbrahim Müteferrika’dan itibaren 150 sene boyunca basılan kitap sayısı sâdece 417’ydi.
Bunların da çoğu gayrimüslimlerin matbaasından çıkmıştı.

Vaziyet böyle miydi, bilemeyiz ama, gerçekten kötü idi. Mustafa Necâti işte bu durumu düzeltmeye çalışmıştır... Üstâdın celsedeki Maarif, yâni Eğitim üzerine tebliğleri çok dikkatle okunmalı, üzerinde tekrar tekrar düşünülmelidir... Bize kalsa, daha saatlerce yazarız.

Durun, dayanamadım, bir-iki kelime daha edeyim... Aslında bunları başka bir Eğitim sohbeti üzerine başka bir sayfada yazdım ama, tekrardan zarar gelmez!

EĞİTİM kelimesi, MAARİF'in karşılığı olarak kullanılmıştır ama, çoğu kimse anlamı üzerinde pek durmaz. Aslında EĞİTİM, çok büyük bir ağırlığı olan kelimedir. Kendi iç mânâsının dışında MAARİF, TÂLİM, TERBİYE, TEDRİSAT ve TAHSİL olmak üzere beş Arapça asıllı kelimenin yerine kullanılmaktadır. Askerlikte Tâlim, âilede Terbiye, okulda Tedrisat, meslekte Tahsil yerine hep "eğitim" denmekte, anlam daraltılmaktadır.Tedrisat için öğretim deniyorsa da, gene bu kelime yaygındır. Maarif ise, mâlûm, devletin bütün ülkede üstlendiği sorumluluğun üst noktası bakanlığın adı idi.

Şu halde EĞİTİM'den söz ediyorsak, bütün bu kelimelerden ne kastettiğimizi tam olarak bilmemiz gerekir. Çünkü PROBLEMLERİN ÇÖZÜMÜ PRENSİPLERİN TESBİTİNDEN, PRENSİPLERİN TESBİTİ DE KAVRAMLARIN İYİ TANIMLANMASINDAN GEÇER. Ne dediğimizi, ne kastettiğimizi bilmiyorsak, maksadımızı karşımızdakine anlatamıyorsak, bizim dediklerimizden karşımızdaki başka şeyler anlıyorsa, sonuca ulaşmak mümkün olmaz. Türkiye'nin şu anda pek çok konuda içinde bulunduğu karmaşanın gerçek sebebi de budur.

EĞİTİM kelimesinin ilk karşılığı TÂLİM'dir. İLİM kelimesinden türemiştir. Öğrenme veya öğretme anlamlarına geldiği gibi, diğerlerinden farklı yönü egzersiz ile, yâni TEKRAR İLE yapılan eğitim olmasıdır. Bir başka anlamı da meşk ile yetiştirmedir.

Yâni, tâlim sürecinde bilgiyi veya davranışı tekrarlıyarak öğreteceksiniz, ama kişiyi sıkmadan, tekrarın monotonluğuna düşürmeden öğreteceksiniz. Hatta öyle öğreteceksiniz ki, kişi coşkulu bir ortamda meşk ediyormuşcasına zevk alacak. Bu şartlar altında hem kolay öğrenecek, hem de öğrendiğini unutmıyacak.

Görüldüğü gibi, sâdece bu tanım bile bizim Eğitim konusunda ne hatâlar yaptığımızı açıkca ortaya koymaktadır. Bir defa bâzı şeylerin ancak tekrarlıyarak öğrenilebildiğini kabul etmek gerekir. Eskiden ezberletilen alfabe, kerrat cetveli, moleküllerin atom ağırlıkları, târihî olaylar buna dâhil edilebileceği gibi; askerlik, judo, karate gibi savaş sanatları, spor faaliyetleri, müzik, tiyatro ve hemen bütün meslekler, özellikle el sanatları ya zihni tekrarla, ya da bedeni tekrarla mükemmele giden özellikler taşır.

Bunun dışında gündelik hayatımızda, giyinmeden bulaşığa, otomobil kullanmadan sokak süpürmeğe kadar her şey bu tarzda bir eğitim ile, TÂLİM ile hız kazanır, kolaylaşır. Ne var ki, bu saydıklarımızın hiç biri bu anlayış ve bilinç ile ele alınmadığı için, ne gereği gibi öğretilebilmektedir, ne de kişilerde bir şevk, bir coşku, bir vazife duygusu uyandırılabilmektedir. Hepsi tahammül edilmez bir sıkıntı içinde mecburiyetten yapılan işler olarak kalmakta, ve tabii aksamaktadır.

EĞİTİM, ikinci anlamıyla TERBİYE demektir. Bu kelime besleyip büyütme, alıştırma, görgülendirme anlamlarına gelir. Yeni bir şeyler ekliyerek olduğundan daha güzel, daha iyi, daha makbûl hale getirmek demektir. Bu anlamıyla bâzı çorbalara, yemeklere "terbiyeli" denir. Yâni, dışarıdan ilâve edilen maddelerle,meselâ, kerevizin o kendine has, ama pek beğenilmeyen kokusu giderilir.

TERBİYE insanları içinde bulunduğu topluma alıştırma, nerede nasıl davranacağını öğretme, verilmediği takdirde onu zayıf, güçsüz ve zavallı hâle düşürecek önemli bilgilerle onu besleme, ve ona verilen ek hasletlerle ondaki kötü huyları, bencil yönleri ve zaafları ortadan kaldırma demektir.

Hemen kolayca görülür ki, EĞİTİM, TERBİYE açısından da başarısız olduğu için, insanımız büyük bir hızla şehirlere akıyor, ama onlar şehirli olacağına, şehirlerimiz köyleşiyor. İnsanımız sür'atle tekniğe kavuşuyor, televizyonu, vidyosu, çamaşır makinesi, otomobili, hatta bilgisayarı, "akıllı" telefonu oluyor ama bunlar câhilce kullanıldığından büyük tehlikeler, problemler, sıkıntılar yaratıyor.

Çocuklarımız, gençlerimiz radyo, televizyon ve diğer yayınlarla çok değişik alanlarda bilgi bombardımanına mâruz kalıyorlar. Ama bu bilgilerin arasında besleyici nitelikte olanları çok az olduğu için güç vereceğine zaaf getiriyor, çocuklarımızın huyları düzeleceğine başa çıkamadığımız âsi varlıklar oluyorlar, hatta sokağa düşüyorlar. Bütün bunları sebebi gerçek anlamda bir TERBİYE verilemeyişidir. Ne evde, ne okulda, ne yayın organlarında, ne de toplumda!...

EĞİTİM, üçüncü olarak TEDRİSAT demektir. DERS kökünden gelir. Bir konuyu öğrenmek için öğretmenden azar azar alınan telkin, tembih, tâlimat, akıl ve en önemlisi VAZİFE'dir.

Yâni, ders veren kişi öğrencisine kendi bilgi ve tecrübesinin ışığında,akıl verir ve karşısındakinin câhiliğinden kaynaklanan sıkıntıların bilincinde olarak ona yol gösterir, öğütlerde bulunur ve ona öğretilmesi istediği konuda yavaş yavaş sonuca götürecek ödevler verir. Her öğüt, her ödev öğrenciyi bir adım daha gerçeğe yakınlaştırır.

Türkiye'de Eğitim'in bu şekilde yapılmadığı herkesin mâlûmudur. Ödevler birer angarya, uygulamalar birer formaliteden öteye gitmez. Sonuçta öğrenciler hayâta atıldıklarında ilk, orta ve lise eğitimlerinden bir kırıntı bile hatırlamazlar. Hatırladıkları da zâten hemen her an kolaylıkla edinebilecekleri bilgilerdir.

EĞİTİM'in dördüncü anlamı TAHSİL'dir. HUSÛL kelimesiyle aynı kökten türemiştir. Hâsıl etme, elde etme, ele geçirme, TOPLAMA ve TÜRETME demektir. Vergi tahsildârı nasıl gerekirse kapı kapı dolaşır vergi toplarsa, tahsil gören öğrenci de okuduğu okuldan, karşılaştığı kişilerden, gittiği yerlerden bilgi toplar, dağarcığını zenginleştirir.

İş burada da kalmaz. Tahsilli kişi topladığını, yâni dağarcığındakini ortaya çıkarır, ondan yeni bilgiler üretir, türetir, elindekini verimli toprak gibi çoğaltır. Bir almışsa, 20 verir. Öğrendiklerinin muhassalasını alır. Yani onun kafasında bilgiler artık FİZİK, KİMYA, MATEMATİK, TARİH, TÜRKÇE, DİN gibi değişik başlıklar altında değildir. hayâta bütün bu bilgilerin ışığında bir BÜTÜN olarak bakar, bilgisinden yararlanıp kendisinin tabiat ile ilişkisini kurar. Yeni sonuçlar çıkarır. Ancak bu niteliklere sâhip kişi TAHSİLLİ insan sayılabilir. Bunun dışındakiler ise sâdece DİPLOMALI kişilerdir ki, ETİKETLİ herhangi bir maldan farkları yoktur.

Bu noktada EĞİTİM'in çok önemli bir yönü ortaya çıkar. Yâni EĞİTİM, sâdece hocanın kafasındaki veya kitabın sayfalarındaki bilgileri öğrenciye aktarmak değildir. Bu yönüyle EĞİTİM, kişiye sâdece belirli kaynaklardan değil, çeşitli yerlerden bilgi toplamayı, bunları değerlendirmeyi, birbiriyle ilişkisini kurmayı, onlardan sonuç çıkarmayı da öğretir. Bu tarzda bir eğitimle kişinin kendi kendini yetiştirmesin TAHSİL deriz.

Eğer böyle olmuş olsaydı, üniversiteye girememiş gençlerimiz sokaklarda gezmez; dışardan bilgilerini arttırmaya, bir meslek edinmeye gayret ederlerdi. Eğer böyle olsaydı, mühendislerimiz, doktorlarımız, hatta öğretmenlerimiz mezun olduktan sonra da kendilerini yetiştirmeye, geliştirmeye, Dünyâ'da olup biteni öğrenmeye alıştırırlardı. Öyle olmadığı, maalesef ortadadır.

Bütün bu belirttiklerimizde bilgi ve ilim kelimeleri geçiyor. EĞİTİM'in elbette ki en başta gelen amaçlarından biri BİLGİ'dir, İLİM SÂHİBİ olmaktır. Üzerinde ilerde duracağız ama, şimdilik İLİM kelimesinin kısaca tanımını verelim. EĞİTİM, insana İLİM verebilir, ÂLİM yapabilir ama bunun yeterli olmadığını, aramızda ayaklı kütüphâne gibi dolaşıp ta, hiç bir işi başaramıyanları görünce anlıyoruz.

Aslında ülkemizdeki eğitim, bunu bile tam sağlayamamaktadır. Yâni, okumayı bile sevdirememektedir. "Kitap kurdu" tâbir edilen okumaya çok düşkün insan sayımız, son derece düşüktür. İnsanımız eğitim sistemimizdeki aksaklıklardan dolayı okuma alışkanlığı kazanamamakta; değil şevkle zevkle okumak, bilmesi muhakkak gerekli konularda bile kitaba bakmaktan sıkılmaktadır. Kaldı ki kitabÎ bilgi, hakikate ulaşma yolunun sonu değil, olsa olsa başlangıcıdır. Eskilerin İLMEL YAKÎN, AYNEL YAKÎN, HAKKEL YAKÎN diye sıraladıkları olgunlaşma mertebeleri,bugün dahi geçerlidir. OKUYARAK ÖĞRENME, GÖREREK ÖĞRENME ve YAŞIYARAK ÖĞRENME anlamına gelen bu ifâdeler, halk arasında "ÇOK OKUYAN DEĞİL, ÇOK GEZEN BİLİR" şeklinde yer almıştır. Öte yandan Batılılar "audio-visual" dedikleri bu metodu henüz 25 yıl önce farkettikleri halde, bu ifâdeler bizim bunu en az 1000 yıldır kullanmakta olduğumuzu gösterir.

Meselâ, çalışkanlığın çok iyi ve yararlı bir şey olduğunu okursunuz, babanız, öğretmeniniz size söyler, belki kabul de edersiniz. Ama gerçek anlamda bu size fazla bir şey ifâde etmez. Çalışkan olanla dürüst olanın, hatta hiç çalışmayanın farkını pek kavrıyamazsınız...

Eğer okulda veya işyerinde çalışkan birisini görürseniz, bu size okuduğunuzdan daha fazla şey öğretir. Onun nasıl koşturduğunu, nasıl işe kendini verdiğini, nasıl sonuç aldığını, ve nasıl takdir edilip yükseldiğini görürseniz, çalışkanlık hakkından daha fazla bilginiz olur.

Ama bu da yetmez, size yarar sağlamaz. Esas istenen, sizin çalışkan olmanızdır. Ve çalışkan olmanın ne demek olduğunu, ancak kendiniz canınızı dişinize takıp, alnınızdan ter damlar şekilde işe koyulursanız, tam mânâsıyla anlıyabilirsiniz. İşte bu yaşayarak öğrenmektir ki, Eğitim'in gerçek amacı budur. İnsanlara bu hedefin verilmesi icâbeder. Ama tabii okumanın, kitapların, ondan sonra da görmenin, televizyonda bile olsa, seyretmenin gittikçe artan faydasını gözardı etmemek gerekir.

EĞİTİM'in MAARİF anlamına gelince, kökü İRFAN'dır." Bilmek, anlamak, idrak etmek, kültür olarak edinmek" demektir. Ama esas derin anlamı, İlâhî Kudret sonucu fışkıran pınarlar gibi, "İNSANIN İÇİNDEN KÂİNATIN SIRLARINI BİLME KUDRETİNİN TAŞMASI"dır. Yâni, Tâlim ile, Üerbiye ile, Tedrisat ile, Tahsil ile belli bir noktaya gelmiş kişinin artık okumadığı, hiç görmediği karşılaşmadığı meselelere, birikimi ile bakabilmesi, İŞİN ÖZÜNÜ GÖREBİLMESİ ve ÇÖZÜM BULABİLMESİ demektir. Bu noktaya gelmiş insan, ÂRİF'tir. Olgunlaşmanın ulaşabileceği en üst mertebelerden biridir.

Eski Maarif Vekâleti'nin amacı, Mustafa Necâti'nin gâyesi, işte bu nitelikte her meseleye eğilebilen, her problemi çözebilen insan yetiştirmekti! Gerçekleştirememiş olabilirler. Ama biz de insanımızı böyle eğitemiyoruz.

Son olarak EĞİTİM kelimesinin bir de Türkçe anlamı üzerinde durmak gerekir. EĞ-EĞE-EĞER-EĞİR-EĞİT kelimeleri hep aynı köktendir. EĞMEK, "yeniden şekil vermek" demektir. "Ağaç yaş iken eğilir" atasözü, ağaca bile şekil vermek istiyorsak, onun gelişme hâlinin başlangıcından ele almak gerektiğini gösterir. İnsan için bu elbetteki çocukluğundan başlar. İyiye, daha makbûl olana yöneltmek demektir. EĞELEMEK ise, "bir şeyin sivri ve gereksiz taraflarını atıp onu pürüzsüz istenen şekle sokmak" demektir. EGER vurduğunuz ata hükmedersiniz. EĞİRMEK de, bilindiği gibi, koyundan kırkılmış kaba yüne evire çevire şekil vermektir. Onu daha ince, daha çok işe yarar hâle getirmektir.

Şu halde EĞİTİM, İNSANI DEĞİŞTİREREK, EĞRİLİKLERİNİ BÜĞRÜLÜKLERİNİ DÜZELTEREK, ONU TÖRPÜLEYEREK, İNCELTEREK, VE EVİRE ÇEVİRE İŞLİYEREK ONA YEPYENİ BİR NİTELİK KAZANDIRMAK DEMEKTİR . Bu yeni nitelik hiç bir zaman eskisinden daha kötü olamaz. Yani eğitmek dâima daha güzele, daha iyiye, daha makbûl olana yöneltmek demektir.

Bizce HARF İNKILÂBI çok yerinde olmuştur... Ancak eski harflerin yasaklanması, bizi hem târihimizden, edebiyâtımızdan, geçmişimizden koparmış; hem de Orta Asya Türkleri ve diğer Müslüman ülkeler ile bağlarımızı koparmış, köksüz bir millet hâline getirmiştir. OSMANLICA denilen 1000 yıllık dilimiz YAZISI'yla, KELİMELER'iyle TÜRKÇE'dir. Son zamanlarda bu yönde çalışmaların ve ilginin artması gâyet yerindedir.

(6)Celse'de geçen Tevfik Fikret'in "Sabah Olursa " şiiri şöyle.

Bu memlekette de bir gün sabah olursa, Halûk,
Eğer bu memleketin sislenen şu nâsiye-i
Mukadderâtı, kavî bir elin kavî, muhyî
Bir ihtizâz-ı temâsıyla silkinip şu donuk,
Şu paslı çehre-i millet biraz gülerse... O gün
Ben ölmemiş bile olsam, hayâta pek ölgün
Bir irtibâtım olur şüphesiz; -O gün benden
Ümîdi kes, beni kötrüm ve boş muhîtimde
Merâretimle unut; çünkü leng ü pejmürde
Nazarlarım seni mâziye çekmek ister; sen
Bütün hüvviyet ü uzviyyetinle âtîsin:
Terennüm eyliyor el’an kulaklarımda sesin!

Evet, sabah olacaktır, sabah olur, geceler,
Tulû-i haşre kadar sürmez; âkıbet bu semâ,
bu mâi gök bize bir gün acır; melûl olma.
Hayatta neş’e güneştir, melâl içinde beşer,
Çürür bizim gibi... Siz, ey fezâ-yı ferdânın
Küçük güneşleri, artık birer birer uyanın!
Ufukların ebedî iştiyâkı var nûra.
Tenevvür... Asrımızın işte rûh-ı âmâli;
Silin bulutları, silkin zılâl-i ehvâli;
Ziyâ içinde koşun bir halâs-ı meşkûra.
Ümidimiz bu: Ölürsek de biz, yaşar mutlaka.
Vatan sizinle, şu zindan karanlığından uzak!

Artık şiiri incelemek te size âit!.. Bu arada Celse'de geçen isimlerle ilgili bilgiyi burada verdik. Ama o bilgiler içindeki şahıs ve kavramlarla ilgili araştırmaları size bırakarak sâdece linkleri koyduk. Köy Enstitüleri ile de aynı şeyi yapacağız.

(7) KÖY ENSTİTÜLERİ ilkokul öğretmeni ve meslek erbâbı yetiştirmek üzere 17 Nisan 1940 tarihli ve 3803 sayılı yasa ile açılmış okullardır. Tamamen Türkiye'ye özgü olan bu eğitim projesini, 28 Aralık 1938 tarihinde Milli Eğitim Bakanı olan Hasan Âli Yücel bizzat yönetti. (Bak : Köy Enstitüleri listesi)

Üstât, Köy Enstitüleri konusunda "Truva'nın tahta atına benzetirim" diyor... Kimin Türkiye'ye soktuğu at?.. Sovyetler'i kastediyor tabii ki!.. Çünkü Köy Enstitüleri'ni kuran İsmet Paşa, rahmetli MUSTAFA KEMÂL gibi değil, kolayca Sovyet etkisine girebilirdi. Nitekim 1947'den sonra Amerikan etkisine girmiş ve ondan mîras kalan Amerikancı politika, günümüze kadar sürmüş, üstelik tümüyle yanlış olarak ATATÜRK'e atfedilmiştir!.. Bu durumu rahmetli Kemâl Tâhir çok güzel açıklar:

- "Köy Enstitüleri, günlük politikanın Eğitim'e bulaşmasından öte bir şey değildir!..."

- "2. Dünya Savaşı içinde İsmet Paşa'nın TÜRKİYE politikası çok civelek bir politikadır.
Başlarda Almanlar Fransa'yı çiğneyiverince, İsmet Paşa Almanlar'a döndü.
Almanya'da Nazi Partisi, TÜRKİYE'de Halk Partisi... Almanya'da Hitler'in sözü kanun,
TÜRKİYE'de İsmet Paşa'nın... Almanlar her yere bir Nazi ajanı yerleştirmiş..
İsmet Paşa şehirleri Halk Evleri ile avucunun içine almış ama, köyler boş..."

- "Paşa askerlikten kurtulamadığı için , çavuş olan açıkgöz köy çocuklarını kurstan geçirip eğitmen yetiştirdi,
bunların her birini bir köye yerleştirdi. Bu eğitmenler köyleri avuçlarına alacaklar,
sinek uçsa, İsmet Paşa'nın haberi olacak."

- "Ama hesap yanlış çıktı. Almanlar Sovyetler'in bozkırına yenildiler.
İsmet Paşa da "Hadi göreyim sizi" deyip ortaya sürdüğü Turancılar'ı deliğe tıktı.
Yine aynı Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel'i solcuları el üstünde tutan biri hâline getirdi.
DEVLET'i sol rüzgârların uğuldadığı Köy Enstitüleri şampıyonu yaptı."

- "İşte Köy Enstitüleri'nin temelinde bu rezillik yatar. - "Ruslar savaşı kazanıp üç ilimizle Boğazlar'ı isteyince, İsmet Paşa fırt diye döndü
ve İngiltere, Amerika üstüne oynamaya başladı.
Almanlar 12 Ada'yı önerdiler, içi gittiği halde almadı, 3 vilâyeti verir mi hiç?.."

- "Demokrat Parti muhalefeti ağzını açar açmaz da, Köy Enstitüleri'ni tâviz olarak kurban etti.
Çünkü fonksiyonunu çoktan yitirmişti."

- Hâlâ bir takım sosyalist şaşkın, 'köy enstitüleri' diye yazılar yazıyor...
Eğer sosyalist eğitimden yana isen, işte sana binlerce okul...
Değiştir müfredâtı, başla!.. Gücün yoksa, niye 'köy enstitüleri' diye yırtınıyorsun?..
İçinde bu müfredat okutulacaksa, açılsa ne olur, açılmasa ne olur?..
Sen bu kafayı değiştirmedikten sonra Marksist olsan de olur, Faşist olsan ne olur?..
Bilmiyor ki, zihni biraz açılsa, Köy Enstitüleri açılmasa da olur!.."
(10.12.1966 tarihli Sohbet)
(İsmet Bozdağ , KEMAL TAHİR'İN SOHBETLERİ'nden)

MÜFREDAT kelimesi önemli... "bir bütünü oluşturan parçalar, öğretim programı" demektir. Dikkat etmişseniz, son 16 yılda Millî Eğitim'de MÜFREDAT hep arka plânda kaldı. Kalmadığı dönemlerde de zararlı değişiklikler yapıldı. Sâdece bir misâl verelim: Şu batasıca Avrupa Birliği kriterlerine, kurallarına, tâlimatlarına uyarak doğru-dürüst Din Eğitimi verecek ders yerine, "Din Kültürü Dersi kondu, Lise mezunları bile Fâtiha okuyamaz hâle geldi, dinsizleşti. Bu açığı kapatmak için çoğu liseyi "İmam Hatip Okulu"na çevirdiler. Avrupa'da Papaz Okulları var ya, ona benzettiler. Ama bu okul mezunları da iyi bir Eğitim alamaz oldu, üstelik oradan çıkanlar da öyle dindar falan olmadı. Her müfredat değişikliği böyle fiyasko ile sonuçlandı. Bilgisayar dersleri hâriç...

MÜFREDAT ihmâline gelince; bu 16 yılda 14 değişiklik olarak ne yaptılar, biliyor musunuz?.. Sâdece şekil değişikliği, makyaj... Eskiden okul eğitimi 5 + 3 + 3 = 11 yıl idi, 27 Şubat'ın dönme Çevik Bir komutasındaki Batı Çalışma Grubu ve Batıcılar bunu 8 + 3 = 11 yaptılar, sözümona din eğitimini önlediler. Sonra Bu iktidar geldi, ilk önce lise eğitimi 4 yıla çıkardı, sonra nereden geldiği belli olmayan bir ilham ile 4 + 4 + 4+ = 12 yıl yaptı. Bu değişikliklerin çocuklarımızın eğitimine katkısı ne?... koca bir HİÇ!.. Yetmedi, not sistemini değiştirdiler, İlkokulda 5 üzerinden, Ortaokul ve Lisede 10 üzerinden olan notu önce 100 üzerinden yaptılar, sonra Amerikalılar'a özenip A,B,C,D,F diye harf üzerine döndüler... Bu değişikliklerin çocuklarımızın eğitimine katkısı ne?... koca bir HİÇ!.. Ha, bir de İlkokul'nn adını İlk Öğretim Okulu; Ortaokul'un adını Orta Öğretim Okulu yapmışlardı bundan öncekiler... Bu değişikliğin çocuklarımızın eğitimine katkısı ne?... koca bir HİÇ!.. Siyah olan önlükleri, ki, hem kir kaldırır, hem de çocukların arasındaki fakir-zengin farkını gizlerdi, önce mâvi yaptılar, sonra kıyâfet serbestisi getirdiler. Bu arada Özel Okullar'ın her biriin pahalı üniformalar kullanmasına, velilerin bir de bu yönden soyulmasına izin verdiler. Bu değişikliklerin çocuklarımızın eğitimine katkısı ne?... koca bir HİÇ!.. Halbuki resmî-özel bütün okullarda aynı siyah önlük, siyah-gri takım elbise/etek kullanılması, her okulun amblemi öğrencilerin göğsüne küçük bez bir rozet ile takılsa, olmaz mıydı?.. Olmaz!.. Mutlaka ayırım, mutlaka kazıklama!.. Sonra ders saatleri, teneffüs dakikaları ile oynadılar. Bu değişikliklerin çocuklarımızın eğitimine katkısı ne?... koca bir HİÇ!.. Bu arada öğretmenlerin alım gücü düştükçe düştü. İyi öğretmenler başka iş bulabilmek için ayrıldı. Özel okullar düşük maaş verebilmek amacıyla ya genç tecrübesiz öğretmenleri, ya da emekli olmuş, artık pek enerjisi kalmamış öğretmenleri tercih ettiler. Eğitimin kalitesi dibe vurdu. Böylece hem öğretmenler, hem veliler, hem öğrenciler zarara uğratıldı... Sınıflarda, yatılı okullarda kız-erkek ayırımı yapmadan öğrencilerin tâciz, hattâ tecâvüze uğraması... Taşımalı servis şoförlerlerinden okul müdürlerine kadar sapıklıklar!.. Velilerin, gözü dönmüş öğrencilerin saldırısına uğrayan öğretmenler!.. Bu satırlar tuşlara dökülürken bir öğretmenin daha canına kıyıldı! Eğitim sistemi mahvoldu!..

Neyse... Az kullanılan kelimeleri verelim: KEMİYET, "kantite, miktar"
KEYFİYET, "kalite, iyi vasıf" demektir.
MUHTIRA, "hatırlatmak üzere hazırlanan tezkere" , ingilizce tâbiri ile "memorandum" demektir.
NÜMÂYİŞ, "gösteri, yürüyüş",
ALÂYİŞ, "gösteriş" demektir.
VÂFİ , "sözünün eri" demektir. Burada "Onlar bu işe yaparız, diye soyunmuşlar, yaparlar" anlamındadır.

(8) Kelimeleri de verdik. Geldik sonuncuya!.. Devam edelim... İnşaallah yorulmamışsınızdır. Ben yoruldum da!.. Yazıda tape hataları varsa, o da yorgunluktan, bağışlayın!

Efendim, Varlık diyor ki, "Avrupa ülkelerinde uygulanmakta olan ilköğretim programları incelenerek, yeni bir 'ilkokul programı' hazırlanmıştır."... Sonra yine deniyor ki, "Dünyâ'da yeni uygulanmaya başlanan 'toplu öğretim' Türkiye'de de uygulanmaya başlamıştır." ...

Başka ülkelerdeki uygulamaları tâkip etmek, incelemek, bünyemize uygun görünen daha ileri metotları almak, iyi olduğu hâlde bize uymadığı için doğrudan alamadığımız metot ve uygulamaları "adapte" ederek almak, mahzurlu değildir!..

Ancak bir zamanlar Tansu Çiller'in dediği gibi, "Avrupa'da ne varsa, bizde de olacak" tarzında orada olanları AYNEN almak kadar TEHLİKELİ ve MAHZURLU birşey olamaz!..

Sırf eğitimle ilgili iki misâl vereceğim. Tecrübeyle ve müşâhede ile sâbit... Birincisi İlkokullarda uygulanan OKUMA-YAZMA sistemi... 50-60 yıl önce harfleri tanımakla başlar, sonra "Baba bana top al" gibi cümleleri yazarak devam ederdik. Bütün çocuklar, geri zekâlısı dâhil, üç aya kalmaz, okuma-yazma öğrenirdi. Ben okula gitmeden 3 yaşında televizyonda, gazetelerde gördüğü harfleri mum boya kalemleri ile yazan ve okuma-yazma öğrenen çocuklar tanıyorum... 40 yıl kadar önce çizgilerle başlatılan bir sistem geldi. IIII /// - - - CCC OOO gibi çizgiler ve yuvarlaklar çizen öğrenciler onları kullanarak harflere geçiyor ve çok kolay okuma-yazma öğreniyordu.... Ama bunun arkasından Amerika ve İngiltere'nin kullandığı "kelime hâlinde öğrenme" geldi. Küçük kartlar kullanıldı.. Saçmalamış oldular!..

Çünkü Amerika ve İngiltere denen ülkeler medenî bilinir, ancak dilleri yazıldığı gibi okunmaz. Bir tek "C" harfi "K" okunur (cut, close) "Ç" okunur (chair), "Ş" okunur (champaigne), "S" (century)... Okunur da, okunur.... Bu yüzden İngiliz ve Amerikan çocukları şaşkın ördeğe dönerler. Bir türlü okuma-yazma öğrenemezler, "spelling" onlar için başbelâsıdır. Üniversiteye girip okuyamıyanlar vardır. İş o kadarla da kalmaz. Bu karışıklık "disleksi" diye bilinen bir hastalığa yol açar. Çocuk sâdece okuma-yazma özürlü değil; kafası karıştığı için duyma özürlü, anlama özürlü, hatta akıl yürütme özürlü olur.

Şimdi acaba birileri "Avrupa" sistemini tıpatıp alıp Türkiye'de hiç olmayan "disleksi" hastalığını çocuklarımıza mı bulaştırmak istiyor?.. Yoksa bunu da mı FETÖ yapıyor?.. Şaka, şaka... Bunu kelli ferli, "aydın" geçinen eğitimcilerimiz yapıyor. Nasıl yapıyor, neden yapıyor, onu da anlatacağız, aman bilgisayarı kapatıp gitmeyin!..

Bir insanın yazısı bozulsun isterseniz ne yaparsınız?.. İşte son olarak ilkokullarda onu yaptılar!.. Öğrencilere yazmayı harflerle, çizgilerle, kareli defterle değil; ELYAZISI ile öğretmeye kalktılar!.. Hayır, tımarhâneden kaçmış deliler değil, Millî Eğitim'in "uzman"ları bu uygulamayı başlattılar!.. Şimdi çevremdeki çocuklar karınca duası gibi birşeyler karalıyor ama ne ben okuyabiliyorum yazdıklarını, ne de onlar!.. Bir de müjde (!) vereyim. Artık bizde de liseye kadar gelen ama
okuma-yazma bilmeyen çocuklar varmış!.. "Nasıl gelmiş liseye?" demeyin, sınıfta kalmak kaldırıldı. Herkes tıpış tıpış merdiven basamaklarını tırmanıyor!.. Arupa'da, Amerika'da ne varsa, bizde de oluyor artık!.. Sevinin!.. Zil takıp oynayın!..

Sözün özü, bir an önce, okunduğu gibi yazılan dilimze uygun çizgiler ve yuvarlaklarla başlayan sisteme dönelim. 5 yıl İlk, 3 yıl Orta, 3 yıl Lise eğitimine geri dönelim. Borçlu geçmek olsun ama, sınıfta kalma da olsun!..

İkinci misâl dil eğitiminde... Onun sistemini de ya İngiltere'den, ya da Amerika'dan alıyorlar. Dil eğitiminde başta giden ODTÜ bile yabancı kitaplar kullanıyor Hazırlık Sınıfı'nda... Uygun mu?.. Hiç değil!.. Çünkü oralarda yazılan kitaplar hep ticâret amaçlıdır. Sık sık yeni "metot"lar bulurlar!.. Tıpkı şu cep telefonları gibi... Yenisi çıktı mı, eskisi atılır, dünyânın parası verilip yenisi alınır!... Halbuki onlar kendi ülkelerine İngilizce öğrenmeye gelen öğrenciler için yazılmış, Hint-Avrupaî dil anlayışına uygun kitaplardır. Üstelik hepsi birbirinden zırvadır... Bizim dilimiz Ural-Altay grubuna bağlıdır ve mantığı tamâmen farklıdır. Bu yüzden "Kırk yıl oldu, kaynatırım kaynamaz" misâli, insanımız bir türlü İngilizce öğrenemez!.. Öğreneyim diye 3 ay İngiltere'ye gider, gene öğrenemez. Çünkü gördüğü sokaktaki İngilizce'dir. Kitaplardakine benzemez!.. Oradaki okulların sistemi bizdekilerden berbattır. Giden kös kös döner, gelir!..

Peki, buna çâre ne?.. Yine MİLLÎ ve YERLİ bir sistem oluşturulması!.. AKP iktidârı bu ifâdeleri sık sık kullanıyor ama, kendilerinden öncekiler gibi bu hususta da hiç MİLLÎ ve YERLİ davranmıyor!.. Bakın rahmetli MUSTAFA KEMÂL ATATÜRK "millî" ve "yerli"yi nasıl târif etmiş? Erdoğan'la şürekâsının kulağına küpe olsun:

- "ASYA için, AVRUPA için bizim kanunumuz aynıdır:
TAM BAĞIMSIZLIĞIMIZI KORUMAK!..
HER ŞEYİ TÜRK CEPHESİNDEN DEĞERLENDİRMEK!..
Bu, GERÇEKÇİ GÖRÜŞ'tür."
(1921)

- "Milletimizin KUVVETLİ, MESUT ve MUSTAKAR yaşayabilmesi için,
DEVLETİN TAMAMİYLE MİLLÎ BİR SİYASET TAKİP ETMESİ
ve BU SİYASETİN İÇ TEŞKİLATIMIZA TAMAMEN UYGUN OLMASI
ve ONA DAYANMASI LÂZIMDIR."

- "MİLLÎ SİYÂSET'ten kastettiğim mânâ şudur: MİLLÎ SINIRLARIMIZ İÇİNDE
her şeyden önce KENDİ KUVVETİMİZE DAYANARAK VARLIĞIMIZI KORUYUP,
MEMLEKETİN İÇ SAADET VE İMARINA ÇALIŞMAK!..
(Nutuk sf. 276)

Her yönden bağımsızlığını korumadan, millî (tamâmen TÜRK'e âit) siyâset gütmeden; AB'den kanun, ABD'den silâh alarak, her Amerika'ya gittiğinde Yahudi lobisi'ne danışarak hiç "millî"lik olur mu?.. Ülkedeki hemen bütün bankaları, hukuk ve emlâk şirketlerini, hastaneleri gavurlara devretmişken, madenlerimizi, topraklarımızı, sularımızı gavurlar işletirken, yerli tohum satışı kanunla yasaklanmışken, hiç "yerli"lik (tamâmen TÜRK'e âit) olur mu?... Siz benimle alay mı ediyorsunuz?..

Problem nereden kaynaklanıyor?.. Acaba niye bizim Millî Eğiitimci "uzmanlar" böyle uygulamalara kalkışıyorlar?.. Onun da cevâbını 27 yaşında Amerika'da profesör olmuş olan rahmetli Oktay Sinanoğlu vermişti.. 1947 yılından beri Millî Eğitim Bakanlığı'na çöreklenmiş bir Amerikan ekibi var!.. Kararlar onlar alıyor, bizimkiler uyuyor!.. Amaçları ise TÜRK insanını câhil bırakmak!.. Önce TÜRKÇE'yi, sonra TÜRK'ü YERYÜZÜ'nden silip atmak!... Gittikçe de başarılı oluyorlar!

Buna çâre ne?.. Şu Amerikalılar'ı önce Millî Eğitim'den, sonra komisyonlardan, vakıflardan, üslerden, ülkeden atmak!.. Ardından Avrupalılar'ı sepetlemek!.. Atatürk'ün dediği gibi,

HANGİ İSTİKLÂL VARDIR Kİ, YABANCILARIN NASİHATLARIYLA, PLÂNLARIYLA YÜKSELEBİLSİN?..
TÂRİH BÖYLE BİR HÂDİSEYİ KAYDETMEMİŞTİR!..

Ruhi Selman

selman@journalist.com

***

  • Önemli Sayfalar:

    - BİR SPİRİTUALİSTİN DÜNYASI - ANA SAYFA
    - BİR TEBLİĞ
    - ÖLÜM VE SONRASI
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 1
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 2
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 3
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 4
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 5
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 6
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 7
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 8
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 9
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 10
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 11
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 12
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 13
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 14
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 15
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 16
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 17
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 19
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 20
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 21
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 22
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 23
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 24
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 25
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 26
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 27
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 28
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 29
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 30
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 50
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 51
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 52
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 53
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 54
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 55
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 56
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 57
    - BİR OBSESYON VAK'ASI
    - ÖTE ÂLEM'DEN ŞİİRLER - 1
    - RÜYÂLAR - 1
    - RÜYÂLAR - 2
    - REİNKARNASYON - 1
    - REİNKARNASYON - 2
    - ANADOLU'DA REİNKARNASYON ŞİİRLERİ
    - İRLANDALI ŞÂİR JAMES CLARENCE MANGAN ANADOLU'DA MI YAŞADI?
    - FİNCAN CELSELERİ - 1
    - FİNCAN CELSELERİ - 2
    - FİNCAN CELSELERİ - 3
    - EKMİNEZİ ÇALIŞMASI
    - RÛHÎ FİLİMLER - 1
    - ENTERESAN RÛHÎ OLAYLAR
    - ERGUN ARIKDAL VE SÂDIKLAR PLÂNI'NI TENKİT
    - BÜLENT ÇORAK VE DÜNYA KARDEŞLİK BİRLİĞİ SAFSATASI
    - CENAP BAŞMAN VE MARON TARİKATI
    - SAPKIN RAEL TARİKATI
    - TRANSANDANTAL MEDİTASYON KANDIRMACASI
    - MELEKLER'DEN MESAJ ALDIĞINI SANAN ŞAŞKINLAR
    - ŞEYTANA TAPAN SATANİSTLER
    - MEKTUPLAR