ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 31
Spiritizm'de, yâni Ruhlarla İrtibat faaliyetinde öyle "falanca plan, filanca planet, fişmakenca merkez" ile İrtibat'a geçilmez, Dünyâ'da yaşamış, sonra Ölmüş Birinin Ruhu'yula İrtibata geçilir. Şimdiye kadar hep böyle örnekler verdik... Bu sefer bir câsus ve bir Sultan ile kurulan irtibâtı nakledeceğiz.
Varlık : Mustafa Sâgir
Medyum- ... Yoılum kapatıldı...
Tarih : 29.8.1961
Usûl : Hipnoz yoluyla rûhî infisâl
Medyum: Ali
İdâreci- Kimdir bu?
M- ... MUSTAFA SÂGİR... (1)
İ- ??? Bizimle bu akşam görüşmek mi istiyorlar? Ve ne iş yaparmış?
Varlık- .... Mağfiret!... Mağfiret!...
M- ... 1922 yılının 17 Nisanı'nda Ankara'da, Hükûmet Meydanı'nda asılmış...
İ- Suçu neymiş?
M- ... MUSTAFA KEMÂL PAŞA'ya suikast... Hintli İngiliz câsusuymuş... (1)
V- ... Mağfiret!...
İ- ALLAH taksirâtını affetsin!
V- ... Mağfiret!...
İ- Peki, Üst Kademeler'den rica ederiz, efendim.
V- ... Sizden değil!..
İ- Evet, Medyumumuzdan rica ediyorlar.
M- ... Korkunç bir ses geldi... Sürüne sürüne uzaklaştı...
İ- Yüksek sesle.
M-.... Çıkamıyorum...
İ- Ağır ağır çıkınız.
M- ... Altımda boğuk boğuk sesi geliyor...
V- Mağfiret!... Mağfiret!...
Burada duralım.
(1)Prof. Dr. Ergun AYBARS, bir konuyu çok iyi işlemiştir. İstiklal Mahkemeleri... Onun bu addaki kitabından yararlanarak, MUSTAFA SÂGİR konusunu hazırladık. Hem ona, hem de konuyu İnternet'e taşıyanlara şükran borçluyuz...
MUSTAFA SÂGİR , bir İngiliz câsusu idi... İngilizler sömürgeleştirdikleri Hindistan’ın çeşitli yerlerinden her beş yılda bir birkaç Hintli çocuk ayırır, bunları hükûmet adına eğitmek üzere İngiltere’ye gönderirlerdi. Mustafa Sâgir’i de henüz on yaşında iken seçip Londra’ya götürmüş, bir kasabada özel bir okulda okutmuşlardı. Sâgir, Edinburg’da bir yıl çalışarak Oxford sınavlarına hazırlanmış, Oxford’daki Lincoln Koleji’ne girmiş, burada dört yıl öğrenim gördükten sonra diplomasını alarak Hindistan’a dönmüştü. İngilizler kendisine, “İngiltere’ye sâdık kalacağına, Kral'ın taç ve tahtı tehlikeyle karşılaştığı takdirde, bu konuda hayâtını bile fedâ etmekten çekinmeyeceğine” Kur’an-ı Kerim üzerine yemin ettirmişlerdi. Hep öyle yaparlar, dinine imanına yemin ettirirler... Amerikalılar da !.. Biz bir "Andımız"ı okusak, kıyâmet koparırlar!.. Okuyor musunuz, Erdoğan?
Mustafa Sâgir ilk görev olarak 1910 yılında Mısır’a gönderildi. Görevi Mısır milliyetçilerinin durumunu ve eylemlerini incelemekti. Oraya Arapça öğrenmeye gelmiş bir Hintli kimliğiyle, Mısır milliyetçilerinin arasına girmeyi başardı. Hatta başkanları Ali Fehmi Kâmil ile yakın dostluk kurarak, içyüzlerini ve amaçlarını öğrendi, bir raporla İngiliz Hükûmeti'ne bildirdi.
1911’de Povta Vâlisi, Hintli bir anarşist tarafından atılan bomba ile öldürüldü. Kaçmayı başaran terörist hakkında yapılan araştırma, onun Morlu Dehar adlı bir genç olduğunu ortaya çıkardı. İngilizler, Almanya’da öğrenim gören Hintli gençlerden ürkmeye başladılar. Mustafa Sâgir bu kez bu öğrencilerin durumunu izlemek ve incelemek üzere Almanya’ya gönderildi. Orada da kendisine öğrenime gelmiş bir öğrenci süsü vererek Haydelberg Üniversitesi’ne girdi. Bütün Hintli gençlerin durumunu öğrendi ve felsefe doktoru ünvânı alarak İngiltere’ye döndü.
Mustafa Sâgir, artık İngilizler için olgun ve mükemmel bir câsus olmuştu. İngilizler câsuslarını 1913 yılında bir savaş gemisiyle üç ay süren Dünya gezisine çıkardılar. Sâgir, Birinci Dünya Savaşı’nda Hindistan’ın durumu önem kazanınca oraya gönderildi. Bir süre Genel Vâli'nin emrinde çalıştıktan sonra, Genelkurmay Başkanlığı İstihbarat Şubesi’nde görevlendirildi ve Londra’ya geldi. Dünya Savaşı sırasında önemli roller oynadı. Câsusluk ve propaganda teşkilâtıyla meşgûl idi. Özellikle İsviçre’de görevlendirildiği zaman, savaş boyunca orada kendisine Hindistan’ın bağımsızlığı için çalışan Hintli bir vatansever süsü verdi. Birçok Türk ve Alman’ı kandırarak felâketlerine sebep oldu.
Bir aralık da Afganistan’a gönderilmiş, orada İngiltere aleyhindeki faaliyetleri incelemiş, Afganistan aleyhine çalışarak düzenlenen suikastlara karışmıştı. İngiltere’den elde ettiği elli bin sterlini Afganistan’da harcamış, kandırdığı Afganlılar'a işbirliği yaptırmıştı. Sonunda Haydar adında bir Afganlı'ya, Afganistan Emiri'ni öldürtmüş ve Afgan Hükûmeti tarafından tutuklanmıştı. Fakat İngilizler'in baskısıyla sâdece sınırdışı edilerek paçayı kurtarmıştı.
Câsuslukta ustalık ve başarı göstermiş olan Mustafa Sâgir’i İngilizler bu kez görevlerin en önemlisine, Anadolu’da Millî Hareket'i akaamete uğratmak için çalışmaya ve suikastlar düzenlemeye ve yaptırmaya göndermişlerdi. Mustafa Sâgir bize geldiğinde, İran’da Dâvet-ül Halk gazetesinin yayımlanması için İngilizler'in, İngiliz taraftarı olan "İrantü" heyetine para verdiklerini, Kaşgar aşiretlerinin isyânını, İngilizler'in Muhammere Şeyhi’ne verdikleri parayı nasıl kullandığını, İsfahan’daki İngiliz ajanlarının nasıl çalıştıklarını, Yehad gazetesine verilen paralarla neler yaptıklarını, Birinci Dünya Savaşı’nda İran Şâhı’nı nasıl elde ettiklerini, Bağdat’ta gizli örgütte çalışan Muhammed Şâh’ın, Hankin sınırında Rauf Bey’le (Orbay) çatışmaya giren aşiretleri nasıl teşvik ettiğini de anIatmıştı.
Temmuz 1920 başlarında İstanbul’a yuvarlak yüzlü, ince bıyıklı redingot gömlekli, alışılagelmiş çizgili İngiliz kravatlı 40 yaşlarında bir kişi olarak geldi. Adı Mustafa Sâgir ’di. Görevi sözde Hindistan Hilâfet Heyeti İstanbul Murahhası idi. 15 Kasım 1920’de İstanbul Hükûmeti'ne müracaat etti, sekiz gün sonra istihbarat zâbiti Şevket imzalı, ayyıldız mühürlü, fotoğraflı “fevkalâde şâyân-ı itîbar edileceğine dâir” bir kimlik kartı aldı. (Bu kimlik kartı ATASE arşivindedir.) Sâgir, Şehzâdebaşı’nda bir ev tuttu, buradaki gençleri evine dâvet ederek Kuva-yı Milliyeci rolüne bürünerek etrafına topladı. Bir süre sonra kendi evinde yapılan bir toplantıda bilinçli olarak İngiliz polisler evine geldi, toplantıda herkes ile birlikte o da tutuklandı. Sonra tabii serbest kaldı. Birkaç gün sonra Varna yoluyla denizden Anadolu’ya geçmek istedi, Bulgaristan treninde Çatalca civârında Yunanlılar tarafından sözde tutuklandı. Atina’ya götürüldü. Atina’ya gitmesinin nedeni açıktı. Yunan istihbârâtının esas bilgi unsurları ile bilgilendirilecek karşı câsusluk teşkilâtının eylem bilgileri ile donatılacaktı. Ancak İngilizler Mustafa Sâgir’e çok emek vermişlerdi. İngilizler’in stratejisi, gelişen olayları kaynağında görme, boyutları irdeleme, karşı harekette mümkün olduğu kadar öc alma biçimindeydi. Geleneksel anlayış, an'anevi strateji bu idi, ama yine de İngilizler’in bütün endişesi, Türk Millî Hareketi'nin Hindistan Müslümanları'nın üzerindeki etkisi ve Sevr Antlaşması’ndan bu yana gelişen olayların kendilerince nasıl değerlendirildiği konusuydu... Yeni Türk Devleti’nin Hint Müslümanları üzerindeki etkisi, özellikle Bakü ve Diyarbakır’daki danışmanlarının faaliyetleri ne boyutlarda idi?.. Genişleme gösterirse, hangi yol ve hangi araçları kullanabilirdi?.. Bu tehlikeli durum kaynağında öğrenilmeliydi. Bu da, İngiliz İstihbârat Servisi’nin işiydi.
Bu konuya açıklık getirmek açısından, Ankara Hükûmeti’nce görevlendirilen Mülâzım-ı Evvel Hasan Fehmi’nin Mustafa Kemâl’e sunduğu rapora göz atmak yararlı olacaktır Raporun detaylı incelenmesinde görüleceği üzere, Ankara’ya gidip, her yere bir anda burnunu sokan Mustafa Sâgir’in durumundan Merkezî Yönetim işin başından beri farkındaydı:
“Müdafaa-i Milliye Vekâleti'ne
Bir-iki aya mukaddem Ankara’ya gelen Hindistanlı Mustafa Sâgir Bey’in
Elcezire Cephesi İstihbarat Müdürü Cemâl
Şifrenin mahalli kaşidesi : Diyarbakır Şifre Hâli Tarih : 30.2.37 aded
Vürudu : 5.2.37 600 Şifreye hâl eden : Adana
Hint Heyeti riyâsetinde vukû bulan mürâcaatı üzerine,
cephe emrine izâmına müsaade buyrulması, 1317 târihinde arz ve istirham olunmuş idi.
Henüz bir emir ve işâr samimiyetleri size vurûd etmediğinden, âzamî emrinin icâb edenleri
itâsına
ve keyfiyetten cephenin haberdâr edilmesine müsaade buyurulması mâruzdur.
(Üzerindeki not) Millet Meclisi’nden sorduk. Cevap geldi.”
(ATASE Arşivi, Arş. No: 1/4280, Dol.No: 9, Dos.No: 20, Göz.No: 4, KIs. No:555, F.No: 9)
Hindistan’ın Hilâfet temsilcisi rolüne bürünerek 28 Kasım’da İnebolu’ya, 11 Aralık 1920’de Ankara’ya gelen, ama İngiliz istihbârâtının ajanı olarak çalışan ve Mustafa Kemâl’e suikast düzenlemeye yeltenen Mustafa Sâgir, çok geçmeden Yeni Türk Devleti’nin istihbârat servisince tutuklandı.
İstiklâl Mahkemesi tutanaklarından elde edilen bilgilere göre, Hâkimiyet-i Milliye Gazetesi, 9 Mayıs 1921’de Sâgir’in özgeçmişini ortaya koyarak, İngilizler'in “Sömürge siyâsetinin temel taşları"nı Dünya kamuoyuna veciz bir biçimde açıklıyordu.
İngiliz çıkarlarını önde tutmayı kendine şiâr edinmiş Sâgir’in herşeyin bittiğini anladığı anda, idâmından 25 gün önce Albay Wood’a kendi elyazısı ile yazdığı mektup, gerçekten ilginç ve ibret vericidir. (Konuyla ilgili 19 Haziran 1921 tarihli Hâkimiyet-i Milliye gazetesinde çıkan yazıya bakabilirsiniz) İngilizce mektubun ilgili bölümleri incelendiğinde, Mustafa Sâgir'in üst düzey bir hiyerarşik yapı içerisinde olduğu görülür. Lord Curzon (Dışişleri Bakanı), Kraliyet Genelkurmay Başkanı, Malta Askerî Vâlisi, arkadaşı Hindistan Genel Vâlisi ilk ağızdan akla gelen isimlerdir. Aslında böyle bir kişinin Ankara’ya gönderilmesi, diğer açıdan Ankara’ya verilen önemi de kanıtlamaktadır.
Hindistan’ın Hilâfet Temsilcisi olarak gelen bir Hintli Müslüman, İngiliz'den daha iyi İngiliz olduğunu kendi ağzından şöyle belirtiyordu:
- “Herşeyden evvel bir İngiliz teb’asıyım ve çocukluğumdan itibaren onlar tarafından
yetiştirildim.
Şâyet Türkler de bana İngilizler kadar iyi davranmış olsalardı,
o takdirde bütün kalbim ve ruhumla onlar için çalışırdım.”
(ATASE Arşivi, İstiklâl Harbi Albümü, No: 8)
Mektubun başı Yeni Türk Devleti’ne verilen gözdağı, ikinci kısmı kendi teşkilâtına karşı günah çıkarma, son kısmı da her bilinçli bir câsus gibi, üstlerine “ağzımı kapalı tutmayı yeğlerim” şeklindedir.
Mustafa Kemâl, Yeni Türk Devleti’nin kararlılığını, egemenlik ve bağımsızlığın elde bulundurulmasının ilk koşulu olarak öngörüyordu. İngilizler, karşısındaki kararlı biri olunca, hele bu kararlılık halk direnişine dönüşürse, kararlarından hemen cayıyorlardı. Mondros Mütârekesi’nin hemen sonrasında 13 Ocak 1919’da Kars’a Askerî Vâli olarak atanan İngiliz albayının gönderdiği Ermeni Vâli’yi Kars halkı istemeyince, “o olursa Kars’ı kana boyarız” direnişi ile Ermeni Vâli'yi Erivan’a geri göndermişlerdi. Mustafa Kemâl şunu da iyice biliyordu ki, İngiliz politikası; kim olursa olsun, kişileri, toplumları, milletleri kullanıyor, kendi çıkarlarına hizmet ettiriyor, en kötü durumda kaderine terk ediyordu. Bu durumda İngilizler'in politikası, Mustafa Sâgir’in kurtulması değil, idâmından sonra Hindistan’da bir propaganda malzemesi olarak kullanılmasını önlemekti. Sâgir’in serbest bırakılması için İngiliz Yüksek Komiseri Sir. H. Rumbold’un yaptığı başvurulara rağmen, Mustafa Sâgir 23 Mayıs 1921’de Ankara İstiklâl Mahkemesi’nce yargılanarak ölüm cezâsına çarptırıldı, bir gün sonra ivedilikle idâm edildi. İdâm haberini 25 Mayıs 1921 târihli Hâkimiyet-i Milliye gazetesi “Dünkü İdâm: Câsus Mustafa Sâgir Asıldı” başlığı ile verdi.
Bu olaya dikkatinizi çekeriz... Ülke işgâl altında, ama Mustafa Kemâl, İngiliz'in bastırmalarına rağmen, herifi asıyor!... Hani, nerde 1938'den sonra öyle devlet adamları?.. İngiltere'ye, Amerika'ya LÂF'la değil; FİİLEN kafa tutan çıkmış mı?.. Yunanlar EGE'de 152 ADA'mıza el koydular da, GIK diyen olmadı!.. Misyoner ve câsus Râhip Brunson, Trump "höt" deyince hemen gönderildi. (2019)
Bu câsusluk ve suikast girişimine karşı hazırlıklı olunmalı ve öncelikli olarak “halkla ilişkiler” disiplini açıklıkla kullanılmalıydı. Bu düşünceyle hareket eden Mustafa Kemâl 27 Haziran 1921’de Hint Müslümanları'na hitâben bir beyannâmede, Mustafa Sâgir’in gerçek kimliğini ortaya koyduktan sonra, İngiliz Hükûmeti’nin Ankara’ya atfettiği önemi ustaca belirtti. Halkla ilişkiler disiplininin açıklık ve en yetkili otoriteden bildirilme ilkesi ve kararlılık gösterisi şu şekilde vurgulandı:
- "“Büyük Millet Meclisi Hükûmeti tabiatıyla her
medenî hükûmetin veçhile bu câsusu derhal idâm ettirmiştir.
Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükûmeti Mustafa Sâgir hakkında işa’a
edilmiş şeyleri tekzîben
Hindistan ahâli-i müslümesine hakikî hâli arz eder
ve ahâli-i müslümenin her veçhile
basiretkâr bulunmasını tevhid ederim.”
(ATASE Arşivi, Arş. No: 1/7895, Dos. No: 596, F. No: 63)
Mustafa Kemâl değerli bir adamlarını asarken, İngliizler'in içinde bulunduğu müşgül durumu değerlendirmesini iyi bilmişti. İngilizler Ankara’ya çeşitli komplolar düzenlerken, Hindistan’da durum çok kötü idi. Hindistan’da emperyalizm aleyhine gösteriler mitingler ve grevler birbirini kovalıyor ve Hindistan’daki karışıklıklar Ocak ayından bu yana aralıksız devam ediyordu. Mustafa Kemâl de İngilizler'e değil; Hindistan halkına hitap etmişti!.. Bu duruma paralel olarak, İngiltere’de de savaş ekonomisinden sonra grevler çoğalmıştı. Türk, Fransız, İngiliz, Rus ve Arap basını bu olayları özet olarak aşağıdaki gibi veriyordu:
- 18 Ocak 1921de “L’information” gazetesi 'Daily Mail’den alıntı yaparak Hindistan’daki karışıklıkları şöyle özetliyordu:
- “Ayaklanmalar, Race Barell ilçe merkezinde meydana
gelmekte ve köylüler soylulara saldırmaktadır.
Kaharya pazarındaki yağmayı polis ancak
önleyebilmiş ve elebaşları tutuklanmıştır.
Luckoıv Komiseri'nin son karışıklıklar konusundaki
raporu, politik kışkırtıcıların suç ortaklığını ortaya koymuştur."
(ATASE Arşivi, Arş. No: 1/4280, Dol. No: 9, KIs.No: 543, Dos.No: 193, Göz No: 4, F.No:19)
- "Hindistan’da Allahabad’dan alman bilgiye göre, Esparay bölgesindeki isyan şiddetlenmiştir.
10.000 kişilik bir nümâyişçi grubu isyanda tevkif edilenlerin tahliyeleri için nümâyişlerde
bulunmuşlardır.
Bu nümâyişte ölü ve yaralı olduğu gibi, 600 de tutuklu vardır.”
Tele Havadis, 27 Şubat 1921 târihli sayısında:
- "Hindistan’da başgösteren isyan bütün halka sirâyet etmektedir.
Daily Telegraph gazetesi Hindistan’da vaziyetin pek mühim olduğunu,
1857 senesinden beri bu derece geniş bir isyânın baş göstermemiş bulunduğunu"
yazıyordu.... 27 Şubat 1921 Moskova Telsizi:
- "Berlin-20, Hindistan’dan alınan mâlûmata göre
Britanya Hükûmeti’nin mümessül-i âlisi bulunan
Dük Dokunart’ı hâmil tren Hindistan’ın pâyitahtına gitmekte iken ihtilâlciler
tevkif ettiği cihetle Delhi’ye avdete mecbur olmuştur”
diye bildiriyordu. (ATASE Arşivi, Arş. No: 1/4283, Dol.No: 11, Göz No: 2, Kls. No: 636)
Türkiye Havas ve Reuter Ajansları da “İngiltere’de tren memurlarının grev olasılığı
olduğunu” 18 Nisan 1921 târihli ajans haberi ile veriyordu
(ATASE Arşivi, Arş. No: 1/4283, Dol. No: 11, Göz.No: 2, KIs. No: 709, F. No: 22)
27 Nisan 1921 târihli İzmir gazeteleri "İngiltere’de; mâden kömürü amelelerinin grevi bidâyetinden bugüne kadar husûle gelen zarar, yirmi milyon İngiliz Liras'dır,” şeklinde İngiltere’deki sıkıntıları dile getiriyordu. (ATASE Arşivi, Arş. No: 1/4283, Dol.No: 11, Göz. No: 2, KIs. No: 709, F. No: 83-84)
2 Mayıs 1921 târihli Arap gazetelerinde durum bundan farklı değildi:
- “Hindistan’ın Bengal Vilâyeti’ndeki Recace hapishânesinden 600 mahpus muhafızların
silâhlarını alarak fîrâr etmişlerdir.
Hükûmet rüesâdan iki kişiyi tevkif etmesi üzerine, halkın
infiâli, bunların hükûmetin elinden itfaa muvaffak olmuştur.
Ertesi günü hükûmet aleyhine
büyük bir nümâyiş icrâ edilmiş, hükûmet, zâbit, silâh istimâline mecbur kalarak,
nümâyişçilerden maktûl ve pek çok mecruh olmuştur."
Mustafa Sâğir olayını bir de Altemur Kılıç'ın kaleminden okuyalım:
- "İstiklâl Mahkemesi yargıçlarından Kılıç Ali babam... Onun yaptığı târihî görevle ben
iftihar ederim...
Mustafa Kemâl de NUTUK’ta onu onurlandırmıştı... Kılıç Ali’nin babam
olması, benim zaman zaman
anılarından alıntı yapmama engel olmasa gerek...
Târih'e ışık tutmak ve ders almak için..."
Babası Kılıç Ali ise, bu olayı özetle şöyle anlatır:
- "Ankara İstiklâl Mahkemesi 30 câsusluk dâvâsını karara bağladı.... .Câsusluk dâvâlarının en önemlisi ve ilginci Mustafa Sâgir’inkiydi."
- " İstanbul’da çalışan gizli gruplardan biri, telgrafla, Hint Hilâfet Cemiyeti üyelerinden Mustafa Sâgir’in Anadolu’ya, Hint Hilâfet Komitesi’nin aracılığıyla ve âdeta Hindistan Müslümanları'nı Anadolu’da temsil etmek için gönderildiğini bildiriyordu... Dâhiliye Vekâleti bu bilgiyi önemli saymış, Mustafa Sâgir’e saygı ve kolaylık gösterilmesi için İnebolu’ya emir vermişti. Bir süre sonra İnebolu’ya çıkan Mustafa Sâgir’e gerek halk, gerekse hükûmet yetkilileri tarafından samimi bir karşılama töreni yapılmıştı. Fakat Mustafa Sâgir, Kastamonu’da aynı törenle karşılanmayınca üzülmüş, hatta yetkilileri bir telgrafla Ankara’ya bile şikâyet etmişti. Bu şikâyet üzerine Kastamonu Vâlisi biraz azarlanmıştı."
- "Mustafa Sâgir, Ankara’ya geliyordu. Gazi Paşa, Sâgir’i karşılamakla bizzat beni
görevlendirdi. Ankara’nın Çankırı kapısı dışında Mustafa Sâgir’le ilk karşılaştığımda, kendisi,
arabasında Kemâleddin Sâmi Paşa ile birlikteydik. Gazi’nin selâm ve sevgilerini bildirdim,
O’nun adına 'hoşgeldiniz' dedim. Aynı arabaya binerek kendisini Büyük Millet Meclisi binâsına
getirdim. Orada hemen Gazi ile buluştu. Görüşme yarım saat kadar bile sürmedi. Mustafa
Sâgir, Gazi’nin yanından çıktı ve kendisine ayrılan Hürriyet Oteli’ne götürüldü. O ayrıldıktan
sonra Gazi’nin yanına girdim.
Gazi’nin gözü Mustafa Sâgir’i tutmamıştı. Sözlerinden ve
görüşlerinden hiç de memnun görünmüyordu. İzlenimlerini sorduğumda, bana şu cevabı verdi:
'Dikkatli olmalı! Mükemmel bir câsustur!..' Gazi’nin,
insanları ilk bakışta tanımak gibi üstün bir yeteneği vardı."
- "Dâhiliye Vekili Adnan (Adıvar) Bey de ilk görüşmesinde Mustafa Sâgir’in câsusluğundan kuşku duymuştu. Hint Hilâfet Cemiyeti temsilcisi olarak gelen bu adam, çok sayıda ziyâretçi kabul ediyor, çok sayıda kişi ile görüşüyor, ama asıl ilişkiye girmesi gereken Hükûmet'ten uzak durmayı tercih ediyordu. Yaptığı görüşmelerde İngilizler'den hiç söz etmemesi, sürekli Ruslar'ı kötülemesi dikkati çekiyor ve kuşkuları artırıyordu. Adnan Bey, Mustafa Sâgir’in neyin nesi olduğunu ve Türkiye’ye ne amaçla geldiğini ortaya çıkarmak için isâbetli bir yol izlemiş, sonunda, İstanbul’daki meşhur Nelson’a gönderilmek üzere ilâçlı iki büyük kâğıda yazılmış, ancak iki satırlık mektubu ele geçirmişti!.. Üzerine amonyak dökülünce mektupların içeriği ortaya çıkmış ve Mustafa Sâgir tutuklanmıştı." Yapılan ilk tahkikattan sonra da üyesi bulunduğum Bir Numaralı Ankara İstiklâl Mahkemesi’ne gönderilmişti.
- "Mahkememiz o andan itibâren, yalnız Türkiye için değil, dış dünya için de olağanüstü önemli olan bir olaya el koymuş bulunuyordu. Türk polisi, İngiliz câsusu Hintli Mustafa Sâgir'i plânlarını uygulamaya fırsat bulamadan yakalamayı başarmıştı!"
- "Birçok ülkede ustaca ve başarıyla iş gören bu resmî İngiliz câsusunun, onu, emir ve para vererek harekete geçiren Türkiye'deki İngiliz câsus şebekesinin, ve İngiliz hâriciyesinin bütün gizli faaliyet ve hazırlıklarını meydana çıkarmayı başaran Dâhiliye Vekili Adnan Bey'i kutlamamak mümkün değildi."
- "İngiliz Dışişleri Bakanlığı'nın tâ gençliğinden beri öğrenimine özen gösterdiği ve özellikle Doğu için yetiştirdiği Mustafa Sâgir, müthiş bir câsus olmakla birlikte, o kadar zeki sayılmazdı."
- "O günlerde Ankara'da binâ bulmak zordu. Büyük gayret ve güçlükle, bir emekli subayın evi kiralanmış ve mahkememiz bu evde çalışmaya başlamıştı. Evin üst katında merdivenden çıkınca dar bir salon, bu salonun sağında görüşme salonu ve kâtiplerin çalışma odaları vardı. Duruşmalar bu dar salonda yapılırdı. Salonun siyah perdeli iki dar penceresi önünde at nalı şeklinde küçük bir hâkimler heyeti kürsüsü ve hâkimlerin oturduğu yerin arkasında -tam iki pencere arasında- yeşil bir levha üzerine siyah harflerle "Bir Numaralı İstiklâl Mahkemesi Heyeti, mücâdelesinde sâdece Allah'tan korkar" yazısı vardı. Salon genel olarak heybetliydi. Mustafa Sâgir'in ilk sorgusunu burada, açık yargılamasını ise Ağır Ceza Mahkemesi'nin geniş salonunda yapmıştık."
- "Mustafa Sâgir mahkeme salonuna ilk getirildiğinde, mahkeme heyetinin arkasında asılı levha gözüne çarpmış, ürkmüş ve heyecanlanmıştı. Sinirli bir haldeydi. Sürekli olarak çevreyi ve hâkimler heyetini heyecanla inceliyordu. Adının Mustafa, babasının adının Zekeriya olduğunu söyleyen bu Hintli'nin yaşı 33'ten biraz büyüktü. Ayağında reyye pantolon, sırtında redingot, başında kıpkırmızı bir fes vardı. Kısa boylu ve şişmandı. Rengi, sapsarıydı. Daha ilk sorgusunda öğrendiğimize göre, bu adam İngilizler adına o güne kadar neler yapmamıştı ki!.. Ankara'ya gelişi bile gerçekten ustacaydı."
- "İstanbul'a geldiğinde ise kendisini saf, mütevâzı, yüreği milletimize ve Müslümanlar'a sevgi ile çarpan bir dindaş olarak tanıtmıştı. Millî hareketimizle içten ilgiliymiş gibi görünerek, kurmay binbaşılardan Filibeli Ali Rıza Bey'le (General Ali Rıza Artunkal) ilişki kurmuş ve onun güvenini kazanmıştı. Ali Rıza Bey aracılığıyla süvâri kaymakamlığından emekli Aziz Bey'le tanışmış ve ilk görüşme Filibeli Ali Rıza Bey'in evinin karşısında Mustafa Sâgir'in oturduğu evde gerçekleşmişti."
- "Mustafa Sâgir, bu görüşme sırasında kendini Hint Hilâfet Cemiyeti'nin delegesi olarak tanıtır. İlk görüşmeden sonra Filibeli Ali Rıza Bey, Aziz Bey'e gelerek şöyle der:
- Ayrı ayrı çalışmak olmaz. İstanbul'da Türk-Hint Yardımlaşma Cemiyeti adıyla
bir cemiyet oluşturalım.
Bu adamın İslâm Dünyâsı ile ilgili dikkat çekici incelemeleri var.
Bu sâyede İslâm Dünyâsı ile ilişki kuralım."
- "Aziz Bey, bu öneriyi kabul eder. Bir gün Filibeli Ali Rıza Bey bir tüzük taslağı getirir.
Aziz Bey, taslağı gözden geçirir. 'Zararlı bir şey değil. Bu taslak üzerinde görüşelim' der.
Fakat üç gün sonra Mustafa Sâgir'in evinde toplandıklarında, Filibeli Ali Rıza Bey tarafından
hazırlanan tüzük taslağını tabedilmiş olarak bulur. Bu emrivâkiye sinirlenmekle birlikte, tüzüğü
red de etmez. Yalnız böyle bir cemiyet kurmak için Mustafa Sâgir'in elinde yetki belgesi olup
olmadığını sorar. Buna Ali Rıza Bey cevap verir ve 'Hint Hilâfet Cemiyeti Başkanı Mehmet
Ali Han'dan mektup var. O mektupları ben gördüm. Pasaportunun arkasında da Hint Hilâfet
Cemiyeti mensubu olduğuna dâir resmi belge var,
onu da gördüm,' der. Bunun üzerine Filibeli
Ali Rıza Bey, Aziz Bey, Bahriye Mektebi Müdürü Hamit Naci, Kurmay Binbaşı Müfit ve Hamit
Nâci Bey'in dâmâdından oluşan cemiyet kurulur. Başkanlığa Aziz Bey getirilir. Hatta tüzük
gereğince başkana 100, üyelere 40 lira maaş tahsis edilir."
- "Toplantılardan bir gün sonra, İtilâf Devletleri memurları ile İstanbul Merkez Kumandanlığı'ndan bâzı subaylar, Mustafa Sâgir'in evini basarlar. Mustafa Sâgir biraz önce evden çıkmış olduğu için bulunamaz. Evini ararlar, bâzı belgeleri alırlar. Filibeli Ali Rıza Bey (Artunkal) ile diğer arkadaşları da yakalanarak Merkez Kumandanlığı'na götürülür. Bir süre sonra Mustafa Sâgir Merkez Kumandanlığı'na gelir ve şiddetle bağırmaya başlar:
- Siz ne biçim milletsiniz? Biz uzak yerlerden gelip size hizmet etmek istiyoruz.
Sizde zerre kadar kan yok mu? Ne yapıyorsunuz?"
- "Bunun üzerine Merkez Kumandanı kendisinden özür diler ve yakaladıkları kişileri serbest bırakır!"
- "Filibeli Ali Rıza Bey ve arkadaşlarının önerisiyle, Mustafa Sâgir'in İstanbul'dan uzaklaşması ve Ankara'ya gitmesi uygun görülür. Aslında güyâ Mustafa Sâgir, Mehmet Ali Han'dan Anadolu'ya geçip doğrudan doğruya Kuva-yı Milliye ile temasa geçmesi için emir almıştır. Aziz Bey vâsıtasıyla bütün hareket hazırlıkları yapılır, motor tutulur. Tam hareket edeceği sırada Filibeli Ali Rıza Bey gelir, 'Motor parası fazla tutuyor, motorla gitmesi güç olacak, onu Bulgaristan yoluyla göndereceğim. Filibe'ye uğrar, orada yardım görür, iş daha kolaylaşır' der."
- "Mustafa Sâgir Bulgaristan'a hareket eder, fakat hava muhâlefeti yüzünden yanlışlıkla İğneada'ya düşer. Yunanlılar kendisini yakalayarak Atina'ya götürürler. İngilizler'in müdâhalesiyle oradan da kurtulur. Tekrar İstanbul'a gelerek Filibeli Ali Rıza Bey'in karşısındaki eski evine yerleşir. Maalesef bu kişiler hâlâ bu adamın iyi niyetine inanmaktadırlar. Hatta eline 'güvenilebilir' diye bir belge vererek Ankara'ya gönderirler. Sonradan anlaşıldı ki, Mustafa Sâgir, bu kişilerle olan tüm ilişkilerini ve yaptığı işleri günü gününe İngilizler'e haber veriyordur."
- "Ülkemize kastı ne idi?.. Bu ihâneti neden ve nasıl yapacaktı?.. Bir Müslüman olarak bu görevi neden kabul etmişti?.. Bu soruları sorduğumuzda verdiği cevap şu olmuştu:
- Bu memleketin evlâdı değilim, vatana ihânetle suçlanamam. Ben Türkler'in nimeti ile büyümedim.
Beni İngilizler yetiştirdi. Siz yetiştirmiş olsaydınız, size de aynı hizmeti yapardım."
- "Mustafa Sâgir'in mahkemesi günlerce sürdü. Duruşmalar geniş bir halk topluluğu
tarafından ilgiyle izlendi. Hâkimiyet-i Milliye gazetesi duruşmaları, 1 Mayıs 1921'den başlayıp
günü gününe yayımladı. Deliller çoktu ve kesindi. Mustafa Sâgir herşeyi anlatarak suçunu
itîraf etti. Tanıklar dinlendi, Mustafa Sâgir kendisini savundu. Bir Numaralı Ankara İstiklâl
Mahkemesi olarak, 23 Mayıs 1921'de Mustafa Sâgir'in idâmına
karar verdik."
- "Mustafa Sâgir, 24 Mayıs 1921'de Karaoğlan Çarşısı'na getirilerek, büyük bir kalabalık önünde, mahkeme kâtibi Rıza Bey tarafından mahkemenin kararı okunduktan sonra, asılarak idâm edildi."
Varlık, "1922 yılının 17 Nisanı'nda Ankara'da, Hükûmet Meydanı'nda asıldım," demiş ... Doğru değil!.. Karaoğlan Çarşısı'nın bulunduğu yer, Hükûmet Meydanı sayılır mı, bilmem!... Teşevvüş içinde bulunmasına yorumluyoruz... Ayrıca Karanlıklar içinde sürünür vaziyette bulunması, Mustafa Kemâl'e başaramadığı suikast yüzünden değil; daha önce Müslümanlar'a, Afgan halkına, kendi halkına yaptığı kötülükler yüzünden olduğu anlaşılıyor.
Mustafa Sâgir olayını anlatan bir diğer kişi de, Atatürk'ün mânevî kızı Sabiha Gökçen'dir. Onun da anlattıkları Mustafa Sâgir olayının ilginçliğini bir kez daha gösteriyor:
- "Hayâtım boyunca politikaya hiç mi hiç bulaşmadım.. Politikayı değil, politikaları yaratan olayları dinlemeyi, öğrenmeyi seviyordum. Bu nedenle Atatürk’e 'Mustafa Sâgir olayı nedir?' diye sorduğumda, o tatlı tatlı gülümseyerek sâdece şu yanıtı verdi;
- "'Bir câsusluk olayı, Gökçen… İngilizler'in özel olarak yetiştirdikleri bir Hintli..
Sözümona Hint Hilâfet Cemiyeti üyelerinden biri... Daha doğrusu bize öyle tanıtılmıştı.
İngilizler herkesi budala, ya da kör yerine koyuyorlardı.
Bu zavallı adamın maskesini düşürdüğümüz zaman, buna en çok şaşan
elbette ki İngilizler olmuştu.
Olmuştu ama, Mustafa Sâgir’in kendilerine hizmet ettiğini hiçbir
zaman itîraf etmemişlerdi."
- "Büyük Önder'den Mustafa Sâgir ile ilgili duyduklarımın hepsi bu kadardı..Çankaya’ya geldiğim bir tâtil günü, Atatürk’ün dört günlük geziye çıktığını öğrendim. Yurt gezisine... Bu arada bana kısa bir mektupçuk bırakmıştı: 'Kızım Gökçen,' diyordu.. Anadolu’daki bâzı çalışmaları yerinde görmek üzere gidiyorum. Merak ettiğin Mustafa Sâgir konusunda, en yetkili kişilerden bir olan Ali Kılıç Bey sana geniş bilgi verecektir, gözlerinden öperim…"
- "Ve hemen o akşam Kılıç Ali Bey köşke gelerek beni buldu. Önce İstiklâl Mahkemeleri'nden bahsetti kısaca;
-“Biz TÜRK MİLLETİ olarak tek bir şey istiyorduk, tam bağımsızlık, özgürlük… bunu ne gibi fedâkârlıklarla başardığımızı artık herkes çok yakından biliyor.. Yokluklar, mahrûmiyetler içinde yapılan bu mücâdeleye akıl erdiremeyen bedbahtlar, bu kutsal mücâdelenin ardında yatan vatan bütünlüğü felsefesini idrak edemeyenler, şurada burada çeşitli suikastlara teşebbüs etmişlerdi.. İçerden ve dışardan gelecek böylesine hâince teşebbüsleri engellemek için Meclis'ce, Hükûmet'çe önlemler alınması gerekiyordu. Sarayın emri ile verilen fetvalar, yer yer baş gösteren isyan hareketleri, ordumuzu daha doğmadan boğmaya kalkan girişimler büyük bir tehlikenin alenen çalan çanlarıydı. Millî dâvâyı yetki ile ve büyük bir hassasiyetle ele alan Birinci Büyük Millet Meclisi'miz her türlü vatan hâinleri ile meşgûl olmayı kendisine görev edinmişti.. İstiklâl Mahkemeleri kurulacaktı. Bunun için bir kanun hazırlanması gerekiyordu. Kimisi 'Millet Mahkemesi diyelim,' dedi, kimisi 'Terör Mahkemesi diyelim,' diye tutturdu. Oysa en yakışır isim kuşkusuz İstiklâl Mahkemesi idi…"
"Kılıç Ali Bey bu girişten sonra Mustafa Sâgir olayına geldi ve ağır ağır anlatmaya başladı."
- "İç ve dış olaylar yoğunluk kazanmıştı. Bu yoğunluk ve kargaşalıklar içinde başımıza bir de Mustafa Sâgir olayı çıktı. İstanbul’da gizli olarak çalışan millî gruplardan biri telgrafla, Hint Hilâfet Cemiyeti üyelerinden biri olan Mustafa Sâgir adında birinin Anadolu’ya geçmek istediğini bildirmişti. Bu zat Anadolu’da Hindistan Müslümanları'nı temsil edecekti, verilen bilgilere göre... Dâhiliye Vekâleti bu bilgiyi önce önemli ve inanılır bulduğundan, Mustafa Sâgir hakkında saygı gösterilmesini emretmişti İnebolu’ya. Bundan bir süre sonra İnebolu’ya çıkan Mustafa Sâgir gerek halk, gerekse Hükûmet ilgilileri tarafından çok samimi bir şekilde karşılanmış, konuk edilmiş, kendisine ziyâfetler verilmişti. Sâgir bu ikramdan son derece memnun kalmış, İnebolu’da nutuklar çekmişti... Kastamonu’ya geldiğinde ise bu ilginin azaldığını farkedip, durumu Hükûmet'e telgrafla şikâyet etmişti. Mustafa Sâgir’ın bu üzüntüsünü hafifletmek için olacak, kendisi Ankara’ya yaklaşırken, Atatürk beni bu zâtı bizzat karşılamak üzere göndermişti."
- "Mustafa Sâgir’i Çankırı Kapısı'nda karşıladım. Hintli temsilciye Gazi Paşa Hazretleri nâmına 'hoş geldiniz' dedim. Ve kendisini TBMM’ne götürdüm. Orada Atatürk’le buluştu. Görüşmeleri, yanılmıyorsam, yirmi dakika sürdü. Mustafa Sâgir Paşa'nın yanından çıktı ve doğruca ikaametine ayrılan Hürriyet Oteli'ne götürüldü. O çıktıktan sonra ben Atatürk’ün yanına girdim. Büyük Önder'in yüzü hiç de memnun görünmüyordu. Düşünceli idi. Kaşları çatılmıştı ve şakakları oynuyordu. Sâgir hakkında izlenimlerini sorduğum zaman, bana şu kesin görüşünü açıkladı: 'Dikkatli olmalı, bu adam mükemmel bir câsustur.' Şaşırmıştım. Bu hiç aklıma gelmemişti doğrusu. İlk defa gördüğü bir insan hakkında nasıl bu hükme vardığını soramadım. Sormakta içimden gelmedi. Çünkü Atatürk’ün kendisini hiç yanıltmayan bir önsezisi vardı. O zamanlar Dahiliye Vekili Adnan Adıvar’dı. Soruşturduğumda onun da Sâgir’dan şüphelendiğini öğrendim. Sâgir, Hint Hilâfet Cemiyeti murahhası olarak Ankara’da birçok kişilerle temaslarda bulunuyor, birçok ziyâretler yapıyor ama asıl münâsebette bulunması lâzım gelen Hükûmet'ten kesinlikle uzak duruyordu. Yaptığı temaslarda İngilizler'den hiç bahsetmemesi, buna karşılık Ruslar'ın aleyhinde bulunması dikkat çekmeye yetmişti. Şimdi artık ilgililer tarafından sıkı bir kontrol altında bulunuyordu."
- "Bir gün İstanbul’da ki meşhur Nelson'a gönderilmek üzere eczâ ile büyük bir kâğıt parçasına yazılmış, fakat iki satırdan fazla olmayan mektubu elde edilmişti. Mektubun üzerine amonyak döküldüğünde, içeriği şüpheli görülerek Sâgir tevkif edilmiş ve yapılan tahkikattan sonra yaman bir câsus olduğu saptanarak, üyesi bulunduğum Bir Numaralı Ankara İstiklâl Mahkemesi'ne sevk edilmişti. Böylece adı geçen mahkeme yalnızca ülkemizde değil, dış ülkelerde de yankı uyandıran önemli bir konuya el koymuş bulunuyordu. Sâgir kimdi? Türkiye’ye Anadolu’ya niçin ve nasıl gelmişti? Bu soruların yanıtlarını bulup çıkarmakta mahkeme süresince pek de güçlük çekmiş değiliz.. İngiliz Dışişleri Bakanlığı'nın tâ gençliğinden beri öğretim ve eğitimine önem verdiği Sâgir, özellikle doğu ülkeleri için tam bir istihbâratçı olarak yetiştirilmişti. Son görevi o güne değin yaptıklarından çok daha önemli idi. Bu kez İngilizler bu çok güvendikleri câsusa Anadolu’da her ne pahasına olursa olsun, millî harekâtı baltalamak, başarısızlığa uğratmak, elinden geldiğince suikastlar düzenlemek görevini vermiş!".
- "Hint Müslümanları'nın sözde murahhası olarak Türkiye’ye geldiğinde şöyle diyordu:
- "Müslüman kardeşlerimize yardıma geldim. Elimde bir buçuk milyon altınım var..
Bununla Anadolu’da okullar açacağım, millî ordunun kuvvetlendirilmesine,
modern silâhlar almasına yardımcı olacağım."
- "Tabii kolayca anlaşılacağı gibi, bu parayı veren İngiliz Hükûmeti'ydi. Asıl görevi de millîl harekâtı baltalamak, Mustafa Kemâl Paşa'ya suikast düzenlemekti… Mustafa Sâgir çok akıllı değildi ama: becerikli, çalışkan ve plânlayıcı idi.. Gazi Paşa'nın hayâtını tetkikten ve ona bir suikast tertibi için her türlü hazırlığı yapmaktan geri durmamıştı. Paşa'nın aşçı ve vekilharcının bahşiş alır takımından olmadıkları, Atatürk’e sâdık ve son derece bağlı olduklarından; onları elde edip, aracılıkları ile yemeklerine zehir koydurarak öldürtmenin olanaksızlığını anlamıştı. Öte yandan ata veya otomobile binerken, yâverleri ve yanında bulunan sâdık arkadaşları hemen bu bineklere binmeyerek Gazi'nin binmesini beklerler ve bu süre zarfında da etrâfı gözetlerlerdi. Bu nedenle Paşa'ya kolay kolay silâh atılarak öldürme olanağı yoktu."
- "Bu adamın memleketimize kastı neydi?.. Bir Müslüman olarak bu görevi nasıl kabul etmişti?.. Bu soruları sorduğumuzda aldığımız yanıt şu oldu:
- "Bu memleketin evlâdından değilim. Vatan hâinliği ile suçlanamam.
Ben Türk nimetleri ile bugünlere gelmedim beslenmedim, yetişmedim.
Beni yetiştiren İngilizler'dir. Siz yetiştirmiş olsaydınız.
sizin içinde her yerde aynı görevi seve seve yapardım."
- "Hayat tuhaf şey... İdâm... fakat hayır, korkmuyorum idâmdan.
İslâm’da merhamet vardır. Siz merhamet ederseniz,
size İngilizler'in daha mahrem olaylarını da anlatır ve yazarım.
Biliyordum. Türkiye’de iki türlü kalabilirim:
Merhamet ederseniz, yerin üstünde, etmezseniz yerin altında..."
Günlerce devam eden duruşması sonuncunda, bu mel'unun memleketimizdeki câsusluğu ve hıyâneti tümüyle belirlenmiş, kendisi adâletin pençesinden kurtulamayarak idâm edilmişti."
- "İşte Mustafa Sâgir olayının hiç saptırılmadan gerçek öyküsü budur, Gökçen.. yine bir meseleyi burada vurgulamakta yarar görüyorum. Atatürk’ün onu ilk gördüğünde, hatta kucakladığında, bu adamın yüzündeki melâneti, şeytanlığı ânında hissetmiş olması, ona derhâl tehlikeli bir câsus damgasını vurması, şâyân-ı dikkattir. Savaşta da, barışta da Atatürk hissiyatında hiç yanılmamış bir Dünya lideridir."
Mehmet Âkif’in Ankara’da olduğu dönemde yaşadığı en ilginç olaylardan biri de Mustafa Sâgir vak'asıdır. Mustafa Sâgir isimli Hint asıllı İngiliz câsusu Millî Mücâdele'yi destekleyen tavırlarıyla Mehmet Âkif’le yakın bir ilişki kurmuştur. Âkif’in, Tâceddin Mahallesi’ndeki evinde birçok defalar misâfir ettiği bu zat, Safahat şâirinin adresini kullanarak haberleşmektedir. Hâdisenin devâmını oğlu Emin Âkif’ten dinleyelim:
- “Lâkin Mustafa Sâgir nâmile Hindistan’dan, İstanbul’dan, hattâ Mısır’dan babamın adresine o kadar çok mektuplar, koca koca zarflar geliyordu ki, peder şüphelenmeğe başladı. Hiç unutmam, İstanbul’dan Mustafa Sâgir’e gelen büyük bir zarfın bir ucu kazara yırtıldı. Zarfın muntazaman katlanmış sahifelerce muhteviyâtı gözüküyordu. İkimizin de nazar-ı dikkatini çeken şey, mazrufun yazıdan âri olması oldu. Babam artık dayanamadı. Zarfı yırtarak açtı. Satırsız büyük eser-i cedit kâğıtları bomboştu. Yalnız bu kâğıtları katlayan bir tabakada üç dört satırlık bir yazı vardı. İstanbul’da havaların yağmurlu gittiğinden bahsediyor, Mustafa Sâgir’e muvaffakiyetler temenni ediyordu.”
Bu mühim hâdisenin nihâyetinde Mehmet Âkif, Mustafa Sâgir’i açığa çıkartmış ve Mustafa Kemâl’e düzenlenecek suikasta mâni olmuştur. Rahmetli Mustafa Kemâl de şöyle der:
- "Ankara'daki maksadı; İstanbul'daki Millî Müsellah
Kuvvetlerimiz'in ve MAH Teşkilatı'mızın nasıl çalıştığını anlamaktı.
Onun için sabırlı olmağa ve beklemeye karar vermiştim. Çünkü tâ içimize kadar elini kolunu sallayarak
ve bizim en kadim dostumuz pervasızlığıyla girdiği halde,
binlerce insandan müteşekklil olan
bizim Gizli Teşekküllerimiz,
bakalım bu adamı anlamakta isâbet edecekler mi, diye merak ediyordum.
Çok şükür ki, içimize giren bu habisi tanımakta onlar da gecikmediler. "
İngiliz Câsusu Mustafa Sâgir'in, Ankara Karaoğlan semtinde oturduğu eve MAH mensupları tarafından gizlice girilmiş, bu konularda mütehassis elemanlar tarafından, görünmeyen gizli mürekkeplerle yazılan, ancak görünüşte boş kâğıtlar gibi dizili İngiliz câsusu bu şahsın bütün gizli evrâkı ve İngiliz Gizli Servisi ile bütün muhâberatı okunmuş, bütün rümuzları çözülmüş, şifreleri hâlledilmiş, şüpheli hareketleri tefsir edilerek kat'i ve şaşmaz delillerle Mustafa Sâgir'in câsusluğu meydana çıkarılmıştır. Şimdi bütün bunları itîraf ettirmek kalıyordu. Bunun için de yapılacak hareket kararı alındı. O, penceresi tavanda olan bir odaya hapsettirildi. Yediği yemekler bir ziyâfet masasına yakışacak kadar zengin, ne isterse veriliyor, fevkalâde ikramlar olunuyordu. Odasına da tuvalet ihtiyâcı için büyükçe bir oturak konuldu, vaziyeti ancak onunla karşılıyordu.
Tam 10 gün, havasına tahammül edilemiyen bu odada kalarak çıldıracak bir hâle geldi, korku müthiş... Yatamıyor, uyuyamıyor, nefes alamıyordu.
Bu soğukkanlı İngiliz yetiştirmesinin mukaaveti kırılarak dehşete düşürülmüştü. Nihâyet 10'uncu gün herşeyi itîraf edeceğini bildirerek, Millî Emniyet huzurunda Ankara'ya ne maksatla geldiğini açıkladı.
Mustafa Sâgir Bin Zekeriya'nın beyânatı:
- "Miralay Lawrens, Osmanlı İmparatorluğu'nu altınlarla yıkmıştı.
İngilizler beni de tabanca ile Türkiye Millî Hükûmeti'ni ortadan kaldırmaya memur etti.
Maksadım Mustafa Kemâl'i vurmaktı!..
Mustafa Kemâl'i vurduğumda Türkler'in İstiklâl Savaşı duracak, Millî Hükûmet yıkılacaktı.
Fakat muvaffak olamadık. Suikast plânı benden başka kimse tarafından mâlûm değildir.
Mustafa Kemâl Paşa'yı da Efgan Kralı'nı vurduğum gibi öldürecektim."
Osmanlı Dönemi "Teşkilât-ı Mahsusa" İkinci Başkanı emekli Süvâri Albayı HÜSÂMETTİN ERTÜRK diyor ki:
- "Bu itîraflar, gizlice evinde ele geçirilen evraklar, gizli dolaplarda sakladığı tabanca ve
bombalar,
Mustafa Sâgir'i darağacına götürecek kâfi delillerdi. Derhal İstiklâl Mahkemesi
huzuruna çıkarıldı
ve Heyet-i Hâkimler ittifakla karar aldılar. Karar tebliğ edildiğinde her
zaman küstahca gülümseyen,
kendinden emin olan Mustafa Sâgir'in neşeli suratı evvelâ
mor, sonra sapsarı olmuştu.
MAH Teşkilatı'mızın mühim elemanları mahkeme safhalarını
tâkip etmişler,
icâbeden izâhatı Heyet-i Hâkimler'e vermişlerdir."
HÜSAMETTİN ERTÜRK, İstanbul'un işgâl yıllarında, Gazi Mustafa Kemâl Paşa'nın gizli emriyle kurulan "Gizli ve Müsellah Mukaavemet Teşekkülleri Başkanı, Ankara Erkân-ı Harbiye Umumiye İstihbârâtı'nda Mim Mim Grubu ve Müsallah Müdafaa-i Milîiye Teşkilâtı Kurucu Başkanı idi. (Teşkilâtın adı sonradan MİT olarak değiştirilmiştir)
İstiklâl Mahkemesi 583 no.lu kararı:
- "Mustafa Sâgir hakkında oybirliğiyle, diğer Ferit Câvit ve İzzet hakkında ise oy çokluğuyla alınan idâm cezâsı hükmü - Karar No: 583
"İngilizler'den aldığı tâlimat üzerine kendisine Hint Hilâfet Komitesi'nin delegesi süsünü
vererek câsusluk yapmak üzere Ankara'ya geldiği ve Ankara'da, İstanbul'da 'Ferit Câvid'
adresine kimyasal bir karışım ile gizli olarak yazmış bulunduğu mektuplarla Anadolu
Hükûmeti ve Mustafa Kemâl Paşa hakkında sürekli olarak bilgi gönderdiği iddiasıyla
mahkememize tevdi edilen İngiliz teb'asından Hindistan'ın Peçâver şehrinde mütevellit
34 yaşlarında Mustafa Sâgîr bin Zekeriya ile, Mustafa Sâgîr'in İstanbul'da İngiliz Hafiye
Teşkilâtı'na gönderdiği anlaşılan ve gizli mürekkep ile yazılı raporlarını yerine ulaştırmak
sûretiyle merkumun câsusluğuna katılmak suçuyla, kezâ mahkememize tevdi kılınan
İstanbul'da mütevellit 42 yaşlarından 'İleri' gazetesi yazı kurulundan Mehmet oğlu Ferit Câvid
ile, kezâ İngiliz câsus teşkilâtına dâhil olduğu ve Anadolu'da özellikle Şeyh Sunusî
Hazretleri'nin ahvâl ve harekâtını tâkip etmek üzere görevlendirildiği iddia olunan 25 yaşlarında
deniz teğmenlerinden Ürgüplü Paşazâde Mehmet Ali'nin yapılan açık yargılamalarında Hintli
Mustafa Sâgîr'in gerçekten 10 yaşından beri sâdece İngilizler hesâbına câsusluk yapmak
üzere özel şekilde yetiştirildiği ve bir çok yerlerde İngilizler'in nâm ve menfaatine câsusluk
yaptığı ve sonradan İngiliz Dışişleri Bakanlığı'nın muvâfakati ve İngilizler'in İstanbul'da
câsusluk yapmağa memur ettikleri Miralay Nelson'un emri ile İstanbul'a gelip, Anadolu'nun
itimâdını kazanmış bâzı kimselerle ortak olarak 'Türk-Hint Muhadenet Cemiyeti' adıyla bir
cemiyet kurduğu ve daha sonra Karakol Heyet-i Merkeziyesi'nden aldığı itimatnâme ve
belgeyi hâmilen kendisine Hint Hilâfet Komitesi Olağanüstü Delegesi süsünü vererek
Ankara'ya geldiği ve Ankara'da kimyasal bir karışım ve eczâlı mürekkeple yazılmış
mektuplarla İngilizler'e gizli hususları bildirdiği ve bu sûretle câsusluk yaptığı, gerek ele
geçen delillerle ve gerek kendi itîrafları ve yapılan yargılama esnâsında şâhitlerin beyânı ile
sâbit olan Hintli câsus Mustafa Sâgîr'in asılarak idâmına, Ferit Câvid bin Mehmet Câvid'in
ise İstanbul'da İngiliz câsus teşkilâtı başkanı olduğu anlaşılan İngiliz Miralay Nelson'un
dâire-i itimâtına girerek câsus Mustafa Sâgîr ile bu teşkilâtın başkanı Nelson arasında
haberleşme aracılığı yapmak ve şu sûretle gerek Mustafa Sâgîr'den gizli raporları Nelson'a,
gerekse Nelson'dan aldığı tâlimatı Hintli câsusa getirip götürmesi ve bunu yaparken de para
alması, kendisinin Mustafa Sâgîr'in suçuna iştirak ettiği kanaatini vermiş ise de, Mustafa
Sâgîr'in tutuklanmasından önce içine düşen bir korku ile Hintli'nin gerçek görevini sâbık
İstihbarat Komisyonu Başkanı Binbaşı Rıza Bey'e, gerek Büyük Millet Meclisi Reisi Mustafa
Kemâl Paşa'ya bir mektupla bildirmesi, hafifletici sebeplerden sayılarak adı geçenin
tutuklanma târihi olan 22 Mart 1337 (1921) târihinden itibâren müebbet küreğe mahkûmiyetine,
gene aynı suçlara iştirak eden Bağdat Belediye Reis-i Sâbıkı İzzet'in kasden İngilizler
tarafından câsus olarak Ankara'ya gönderildiğine dâir Mustafa Sâgîr'in kendi ifâdesinden
başka kanaat getirici bir ifâdeye ulaşılmamakla berâber, İzzet'in Ankara'daki hareket tarzının
câlib-i zan ve şüphe bulunması dolayısıyla merkumun millî dâvânın bir mutlu sonla oluşacak
iktidârına kadar Hükûmet'in uygun bulacağı bir yerde kal'a-bend edilmesine ve bahriye
mülazim-ı evveli Mehmet Ali Efendi'nin câsusluğu sâbit olmadığı, yalnız kendisinin bu millî
dâvânın tâkibi için gerekli metin bir karaktere mâlik bulunmadığı anlaşıldığından, bu kişinin de
İstanbul'a iâdesine, Mustafa Sâgîr hakkında oy birliği ile, Ferit Câvid, İzzet ve Mehmet Ali
hakkında oy çokluğuyla ve tümünün yüzlerine karşı karar verildi."
23 Mayıs 1373 (1921) Kılıç Ali , İhsan
Cok uzun bir açıklama oldu ama, önemli ve gerçek bir câsusluk hikâyesi idi... Hatırlıyacaksınız, HAYÂTÎ KARAŞÂHİN de câsusluktan idâm edilmişti ama, o gerçek bir câsus değildi... Celseye devam edelim...
Varlık : Sultan Genç Osman
Medyum- ...... Işığı gördüm...
... O ses şimdi yüzlerce kemanın çıkarttığı ses şekline çevrildi... Hiç bir karışıklık yok!..
... Çok yaklaştı... Durdu... Bulutun üst tarafı kayboldu... Başlar görüyorum... Sanki
bulutun içine
Tarih : 29.8.1961
Usûl : Hipnoz yoluyla rûhî infisâl
Medyum: Ali
İdâreci- Sür'atle yükseliniz, efendim.
M- ... MUVAKKAT MENZİL'i geçiyorum... Altımda çok kalabalık bırakıyorum...
İ- Bu Muvakkat Menzil'de tanıdıklarınız var mıydı, efendim?
M- Çok sür'atli geçtim...
Kimi secdeye kapanmış gibi... Kimi ellerini kavuşturmuş,
bütün... bir ışığa yüzlerini çevirmişler...
İ- Daha yüksek sesle... Muktedirsiniz!
M- .... Hızlandım...
İ- Anlaşılmadı.
M- Hızlandım.
İ- Peki. Yolunuza devam ediniz.
M- ... Yüzüme bir serinlik, bir sıcaklık geliyor... MAKSUT MENZİLİ'ni geçtim...
Çok sür'atlendim...
İ- Gâyet rahat ve sâkin olarak...
M- ... ŞÜHEDÂ MENZİLİ...
İ- Evet, efendim. Burada ufkî olarak dolaşınız ve bizimle görüşmek isteyen
Muhterem Varlıklar'la Temas temin ediniz.
M- .... Oturdum...
İ- Peki. Dinlenininiz biraz. Derin derin nefes alınız!
M- SUSUNUZ!..
İ- Peki.
M- ... Şimdi etrâfımı seçiyorum...
İ- Yüksek sesle!
M- Şimdi etrâfımı seçebiliyorum... Meltem gibi yüzüme serinlik geliyor...
Hiç târif
edemiyeceğim bir çiçek bahçesinde gibiyim... Ama çiçekleri görmüyorum...
İ- His mi ediyorsunuz?
M- ... Sanki bir taraf tamâmen zakkum çiçekleri gibi... Hiç boşluk yok... Bir taraf
sâdece lâle gibi...
Hiç boşluk yok... Sağımda lâle gibi çiçek bahçesi... solumda zakkum
gibi çiçek bahçesi...
Başımı arkaya çeviremiyorum... Önümde hıyâbân gibi bir yol var...
Bu yolun sonu ufuk gibi...
Ne kapalı, ne de açık... ufuk gibi... Ne gürültü, ne uğultu...
Rüzgârın çıkarttığı gibi devamlı bir düdük sesi işitiyorum...
Kimseyi görmüyorum... Hıyâbânın sonundaki ufuk gibi yerden bir bulut parçası kopup
geliyor...
yavaş yavaş... Keman seslerinin temposuna göre, sanki mâtem marşı çalınıyormuş
gibi...
Bir duruyor, bir ilerliyor...
Hıyâbânın iki tarafındaki ağaçlar müselles şeklinde... Yaklaşıyor...
Keman sesleri
başka bir havaya döndü... Yekpâre bir bulut... Sâdece mâvi renkli bir bulut...
Başka bir şey
yok...
gövdeleri oturtulmuş gibi... Çok güzel çehreler... kadın mı, erkek mi,
farkedemiyorum...
En ortadan buluta sarınmış birisi ilerliyor... Başının üstünde bir ateş
parçası, gençliğini aydınlatıyor...
Genç, çok güzel yüzlü bir erkek...
İ- Sâkin olarak!...
M- ... Yalnız başını görüyorum... Hem çok güzel, hem çok korkunç...
O başının üstündeki
ateş parçasından çok sıcak geliyor... (teşevvüş hâlinde)
...... Anlamadım...
(Bu sefer kendi mübârek sesiyle)
Gülşen icre görmedi bir gonca cânâ hârsız,
Dünyâ'da kaabil değil, binlerce var ağyârsız
Kimi ol yâre "benim" der, kimisi dahi benim,
Orta yerde OSMAN ağlar, kaldı yârsız!
... SULTÂN-ÜL RÛY-İ ZEMİN, ZİLLULLAH-I FİL ARZ, GENÇ OSMAN... (3)
İ- Ben ve bütün arkadaşlarım dua ettiler. TANRI kabul etsin! Bütün Ruhlar Âlemi'ne!...
Lûtfetsinler...
V- Kepçemiz yoktur.
İ- ???
V- Ne duruyorsunuz? Susayana âb, acıkana nâb dileyiniz. Münezzehiz...
İ- ??? Muhterem üstâdım, bu akşam sizlerden bâzı şeyler rica edeceğiz.
V- (kendi mübârek sesleriyle) SULTÂN-I
İKLÎM-İ RUM, HALİFE-Yİ RÛY-İ ZEMİN
GENÇ OSMAN'ım!.. Ben üstâd değilim!..
İ- Efendim, şehitlik ânınızı bize lûtfeder misiniz?
V- Yedikule Zindanı'nın üçüncü ortasında İPŞİROĞLU kementle boğdu. (4)
İ- Hangi târihte efendim?
V- Rûmî ... (anlaşılmıyor) ... ?.. , Hicrî 813..
İ- Günlerden neydi, efendim?
V- Dûşembe...
İ- Bunun sebebi neydi, efendim?
V- Ben Sultân-ı İklîm-i Rum'um. Halife-yi Rum'um... Sultan Genç Osman!..
İ- Sebebi o...
V- Tevekkülallah'ı büyük ölçüde sevmem. Ama tecrübemin bir ülkenin pâdişâhı
olacak kadar
fazla olmaması... ve bir de LEVH-İ MAHFUZ... 14 yaşımda tahta oturdum...
Ondokuzumun içinde HÜDÂ'nın emrine mazhar oldum. Şühedâ rütbesine kavuştum.
İ- ??? Evet.
V- Kafanın testeresiyle lâle çiçekleri doğramaktan vazgeç te, hattablığını yap!..
İ- ??? Sizin için enteresan olan vak'aları anlatabilir misiniz, efendim?
V- Sen evvelâ benim kim olduğumu, millete ve bu topraklara neler yaptığımı,
nasıl bu
uğurda hayâtımı kaybettiğimi bilmiyorsun!..
Sonra da cehâletini perdelemek için... (anlaşılmıyor)....
İ- .......
M- ... Beni görmek için Müsaade-yi Rabbanî ile gelmiş... Hizmet Edilenler'denmiş...
Hizmet etmezmiş...
İ- .......
M- Sadâ-yı şeriflerinden kendi şiirlerini vermem .... (anlaşılmıyor)
...... SAADEDDİN EFENDİ'nin kızını sevmiş... (5)
Hayatta tek zevcesiymiş... Bir buçuk sene geçirmişler... Ona yazdığı Dîvân'dan bir şiirmiş...
İ- Efendim, Sâliha Hanım diyorlar ki, "Biraz daha o Divân'dan okurlar mı bize?"
V- Yara sarmak isteyen evvelâ elini temizler!
İ- ???
V- Evet...
İ- Sâliha Hanım diyorlar ki, "O günden bugüne kadar memleketimizde inkılâbları
beğendiniz mi?"
M- .......... (Varlık Medyum'a birşeyler söylüyor,
nakledilmiyor) .... Başüstüne!.......
İ- Temas hâlinde misiniz?
V- Acele edin!... Acele edin!... Acele edin!... Acele edin!...
İ- Peki, efendim. Sâliha Hanım diyorlar ki, "O günden bugüne kadar memleketimizde
inkılâbları beğendiniz mi?"
V- Âyine-yi Devrân size aksettirebilir.
İ- ??? Şimdi arkadaşların şahsî sualleri var. müsaade eder misiniz, efendim?
V- Bin defa "Acele edin," diyorum. Niçin sormuyorsunuz?
İ- Muhterem üstâdım, arkadaşlar suallerini zihnen mi sorsunlar, açık mı sorsunlar?
V- Sen zâten beyn-i zâtisi kıt bir adamsın galiba!.. BEN SULTÂN-I İKLÎM-İ RUM'UM!
HALİFE-Yİ RÛY-İ ZEMİN SÜLBÜNDEN GENÇ OSMAN'IM!..
İzah ettim!... "Üstâdım" diye cenin kadar terbiyen de kıt!.. Ama, "Nâmurad olasın," demem!
İ- "Nâmurad olasın demem," diyor. .. ???
V- Nâmurad olasın, istemem! Sual sorsunlar!..
İ- Vildan Hanım soruyorlar, efendim.
V- ... Meyva üzümde şeker vardır. Ama onu tatmak için sabır iksiriyle arkadaş
olmak lâzımdır.
İ- İbrâhim Tunalı Bey soruyorlar, efendim.
V- ...Hazan hâline gelmiş yapraklar vaktiyle çok dipdiri idi. Gençlik arka yoldan gidiyor,
görmüyor musun?
İ- Âkif Bey soruyorlar.
V- .... Anahtar deliği anahtara değil; anahtar deliğe geçirilir.
İ- Ayçetin Bey soruyorlar.
V- .... Hangisini?... Hangisini?
İ- Hangisini?
V- Başlangıçta mı?.. Sondakini mi?
İ- Başlangıçtakini, efendim.
V- ... Kırk tohum ektiğin buğdaylar kana bulanmış... Kabahat buğdayda değildir.
İ- Nâdire Hanım soruyorlar.
V- ... Ekser ahvâlde urba tersyüz edilerek te giyilir. Yeter ki, temiz olsun!
İ- Gülgün hanım soruyorlar.
V- .... Vahdet!..
İ- Bir soru...
V- .... Güzel görünsün diye ayağına uymayan çedik, elbette o ayağı acıtacaktır...
İ- Figen Hanım soruyorlar.
V- Hazırladığın sofranın kadrini bilmeli!.. Yemezse, üzülmesin!
O sofrayı başkasına da
ikrâm et!.. Takdir tedbirle bozulmaz!
İ- Efendim, burası anlaşılamadı.
V- Hazırladığın sofranın kadrini bilmiyorsa, üzülme!.. Başkasına da ikrâm et!..
Sen de
hoşnut ol, o da hoşnut olsun. Takdir tedbirle bozulmaz!
İ- Âkif Bey rica ediyorlar.
M- ........ İndir beni!..
İ- Temâsı kestiniz mi?
M- Çoktan!
İ- Peki, efendim. Sür'atle aşağı doğru ininiz.
M- İniyorum... Susunuz!
İ- Peki, efendim...
M- .... Alınız...
İ- Sür'atle aşağı doğru ininiz.
M- .... MAKSUT MENZİLİ... geçtim....
İ- Peki, efendim.
Çok önemli, ancak iyi yararlanılamamış bir Celse... Bu hem Celse İdârecisi'nin, hem de Avra'da Bulunanlar'ın Osmanlı Târihi bilgisinin eksik olmasından kaynaklanıyor... Varlık kendisini SULTAN-I İKLÎM-İ RUM diye tanıtıyor, yâni, eski Roma İmparatorluğu topraklarının, ülkelerinin Sultanı... DEVLET-İ ALİYYE'nin, dünyânın en büyük devletinin Sultanı!... Sonra HALİFE-Yİ RÛY-İ ZEMİN'im, diyor... Yâni, Yeryüzü'nde ALLAH'ın emirlerini yerine getirmek üzere, "O'nun adına hareket eden kişiyim" diyor, ikaz ediyor ama İdâreci unutup, alışkanlık eseri ona "üstâdım" diye hitâp ediyor!.. "Sultanım" demesi gerekirdi... Sonra Varlık, Celse İdârecisi'nin şahsında bütün Hâzirûn'u azarlıyor, "Sen evvelâ benim kim olduğumu, millete ve bu topraklara neler yaptığımı, nasıl bu uğurda hayâtımı kaybettiğimi bilmiyorsun!" diye azarlıyor... Biz de tam bilmiyoruz. Araştıracak, inceliyecek şey çok!.. Hemen Başlıyalım...
SULTAN GENÇ OSMAN
3 Kasım 1604 târihinde doğmuştur.
Babası I. Ahmed , annesi Mahfiruz Hatice Sultandır. Annesi Kuzey Kafkasyalı'dır.
Sultan I. Ahmed’in ölümünden sonra, 22 Eylül 1617 günü Osmanlı tahtına, o târihte âdet
olduğu üzre, Devlet'in ileri gelenlerinin mutabakatıyla, III. Mehmed'in oğlu olan
Şehzâde Mustafa geçirildi. Sultan Mustafa, Genç
Osman’ın amcası idi ve saltanat o zamana kadar babadan oğula geçerken, tahta artık
hânedânın hayattaki en yaşlı erkek üyesinin oturtulması kararlaştırılmıştı.
Ancak, Birinci Mustafa’nın aklî durumundaki bozukluk yüzünden Devlet işleri yürümüyordu.
Durumu gören Harem Ağası Mustafa, Pâdişâh'ı tahttan indirmek için bir komplo hazırladı.
26 Şubat 1618 günü askerlere maaş dağıtıldığı sırada, Hükümdâr'ı dâiresine kilitledi ve tahta
Sultan I. Ahmed’in oğlu olan Şehzâde Osman çıkartıldı. Böyle bir emrivâki ile tahtından
olan Sultan I. Mustafa, sadece 97 gün padişahlık edebilmişti!.
14 yaşında tahta geçen Sultan II. Osman, 16. Osmanlı Pâdişâhı'dır. 95. İslâm halifesidir.
Dedesi III. Mehmed'den
sonra sefere çıkan ilk pâdişahtır.
Annesi onun yetişmesi için çok titiz davrandı. Sultan Genç Osman iyi bir terbiye ve tahsil
gördü. Arapça, Farsça, Lâtince, Yunanca ve İtalyanca gibi Doğu ve Batı dillerini klâsiklerinden
tercüme yapabilecek kadar iyi öğrendi.... Ah, nerede, vah nerede şimdi böyle devlet
adamları, parti liderleri, Başbakanlar, Cumhurbaşkanları!... Çoğu Mustafa Sâgir'in İngiltere'de
ölesiye bağlılık eğitiminden geçtiği gibi, ya Exeter Üniversitesi'nde, ya da ABD'de CIA
denetimindeki okullarda yetişiyor. Türkiye'den çok Hıristiyan Batı'ya hizmet ediyor!..
Neyse, devam edelim... Sultan Genç Osman, Fatih Sultan Mehmed devrine kadar
yapıldığı gibi, saray dışından,
Şeyhülislam Es'ad Efendi'nin ve Pertev Paşa'nın kızları ile evlendi. Yâni, Celse'de
" SAADEDDİN EFENDİ'nin kızını sevmiş... Hayatta tek zevcesiymiş... " ifâdesi doğru değil...
Yavuz Sultan Selim
devrinden itibâren pâdişahlar saray dışından evlenmediği için, bu davranış önemli bir değişiklik
oldu. Saltanatı döneminde çok önemli olaylar vardı. Ancak kendisine planlarını
uygulayacak bir sadrazam bulamadı.
Sultan Genç Osman tahta çıktığı sırada Sadrazam Dâmat Halil Paşa, İran seferindeydi.
Osmanlı ordusu Pul-i Şîkeste'de yenilmesine rağmen, İranlılar, mukaddes saydıkları Erdebil
şehrinin Osmanlılar'ın eline geçme ihtimâli üzerine barış istediler. Serav sahrâsında, daha
önce iki devlet arasında imzalanan Nasuh Paşa Antlaşması baz alınarak imzalanan Serav
Antlaşması'yla barış tekrar sağlandı. (26 Eylül 1618)
Kanunî Sultan Süleyman zamanında başlayan "Katolikler'e karşı Protestanlar'a destek
verme" siyâseti, Avrupa' daki Otuz Yıl Savaşları'nda devam etti. Özellikle Transilvanya'da çıkan
Protestan İsyânı'nda, Osmanlı'nın büyük etkisi vardı.
Halil Paşa komutasındaki Osmanlı donanması 1620 yazında Akdeniz seferine çıktı.
İstanbul'dan ayrıldıktan sonra Navarin'e gelen donanma, buradan da kuzeye, Adriyatik'e
doğru yöneldi. Dıraç'da iki İtalyan gemisini ele geçirdikten sonra, İtalya'ya asker çıkardı ve
İspanyollar'a âit olan liman şehri Manfredonia'yı işgâl etti.
Osmanlı Devleti ile Lehistan (Polonya) arasında bir dostluk mevcuttu. Dinyester ırmağı
iki ülke arasında sınır oluşturuyordu. Osmanlı-Avusturya savaşlarında Lehistan ilişkileri
gerginleştiyse de, barış bozulmamıştı. Fakat askerî birliklerin geçimini Lehistan'a yaptığı
akınlarla sağlayan Kırım Hanı, barışa aykırı hareket ediyordu. Bunun yanısıra Lehliler Boğdan
işlerine müdâhaleden geri kalmadıkları gibi, Boğdan'a ait Hotin kalesini işgâl etmişlerdi (1617).
Ayrıca Eflâk ve Erdel'in içişlerine müdâhale etmeye devam ediyorlardı.
Haritada, Romanya'yı oluşturan târihsel bölgelerden en büyük üçü gösterilmektedir:
Eflak (İng. Wallachia), Erdel (İng. Transylvania) ve Boğdan (İng. Moldavia)
Bu olaylar üzerine
Sultan Genç Osman, kendisine yapılan muhâlefete rağmen, Lehistan seferine karar verdi.
Bu arada Özi Beylerbeyi İskender Paşa komutasındaki birlikler, Prut kıyısında bulunan Yaş'ta,
Lehler'i bozguna uğratmıştı. (20 Eylül 1620)
Sultan Genç Osman, 1621 yılının Nisan ayında Lehistan Seferi'ne çıktı. Lehler yeni ve daha
büyük bir ordu meydana getirme çabasındaydılar. Avusturya'dan yardım alarak ordularını
takviye ettiler. Osmanlı Ordusu 2 Eylül 1621'de Hotin önlerine geldi. Kale kuşatıldı ve Hotin
kalesi önlerinde yapılan meydan savaşında, düşman siperlerinin ele geçirilememesi,
askerlerin şevk ve heyecanını oldukça yıprattı. Yeniçerilerin de kendilerini tam olarak savaşa
vermemeleri, bu savaşın kesin bir netice ile sonuçlanmamasına yol açtı. Lehistan elçilerinin
savaşa kendilerinin neden olduklarını bildirmesi üzerine, Hotin Antlaşması yapılarak sefere
son verildi (29 Eylül 1621). Antlaşmaya göre Lehler ve Osmanlılar birbirlerinin topraklarına
saldırmayacak, Lehistan eskiden olduğu gibi Kırım Hanı'na 40.000 düka altın verecekti.
Sultan Genç Osman, ilk iş olarak kendisinin yerine I. Mustafa'nın tahta geçirilmesinde
dahli olduğunu düşündüğü Damat Halil Paşa'yı azletmişti. Ardından da Hotin Seferi'ne
giderken, oyuna gelmemek için Kösem Sultan'ın oğlu olan kardeşi Şehzâde Mehmed'in
idâmını emretmişti. Şehzâde Mehmed de,
- “Osman, Allah’tan dilerim ki, ömrün berbad olsun! Beni hayâtımdan mahrum ettin,
diye beddua etmişti. Bu iki olay halkı da huzursuz etti... Sultan Genç Osman'ın âkıbetinde
bu bedduanın rolü var mıdır, bilinmez!..
Genç yaşına rağmen dirâyetli bir pâdişah olan Sultan Osman, Lehistan seferindeki
başarısızlığının sebebi olarak askerin gayretsizliğini görüyordu. Askerî alanda bazı yenilikler
yapma fikri böylece gelişti. İşe Kapıkulu Ocakları ile başladı. Yaptırdığı sayımda, asker
sayısının, maaş defterindeki kişi sayısından az olduğunu anlayınca, fazladan para vermeyi
kesti. Bu durum da, daha önce fazladan gelen paraları kendi ceplerine atan zâbitlerin,
Sultan Genç Osman'a düşman olmalarına yol açtı.
Sultan Genç Osman; her şeyin farkındaydı, ancak tecrübesiz olması yüzünden istediği
yenilikleri yapamıyordu. İsmâil Hâmi Danişmend'in, "Osmanlı Tarihi Kronolojisi"ne göre
Genç Osman'ın yapmak istediği yenilikler şöyleydi:
- Artık iyice bozulmaya başlayan ve her geçen gün devletin başına iş açan Yeniçeri ve
Sipâhi ocakları ortadan kaldırılarak, bunların yerine Anadolu, Suriye ve Mısır Türkleri'nden
oluşan yeni bir ordu kurulacaktı.
Hatırlatmak isteriz, Sultan Osman bunları düşünürken 17-18 yaşlarında!.. Ama
Arapça, Farsça, Lâtince, Yunanca ve İtalyanca bilir, din ve tasavvuf bilgisine sâhip, sefere
çıkacak kadar cesur bir delikanlıdır... Tasarladıklarını gerçekleştirebilmek için TÜRK soylu
asker toplamak üzere Anadolu'ya bizzat kendisi
gitmek istiyordu. Bu arada İstanbul'a, Lübnan'da Dürzi lider Maanoğlu Fahreddin'in bir isyan
çıkardığı haberi geldi. Sultan Genç Osman bunu bir fırsat bilerek, isyânı bastırmak için
Anadolu'ya gideceğini söyledi. Ancak Sadrazam Dilâver Paşa ve Şeyhülislâm
Hocasadettinzâde Mehmet Esat Efendi, koskoca Pâdişâh'ın küçük bir isyan için Anadolu'ya
gitmesine gerek olmadığını söyleyerek, Sultan Genç Osman'ın Anadolu'ya geçmesini
engellemeye çalıştılar. Başka bir çâresi kalmayan Sultan Genç Osman, bu sefer hacca
gideceğini ilân etti!.. Daha önce hiçbir pâdişah hacca gitmemişti. Sadrazam Dilâver Paşa
ve Şeyhülislâm Es'ad Efendi çok uğraştılarsa da, Sultan Genç Osman fikrinde kararlıydı.
Pâdişâh'ın geçeceği güzergâh üzerindeki vilâyetlerin beylerbeyleri haberdar edildi ve hazırlık
yapmaları istendi.
Sultan'ın yanında 500 yeniçeri ve sipâhi olacak, geri kalan asker İstanbul'un
korunması için İstanbul'da kalacaktı. Sadrazam, defterdâr, nişancı, rikâb ümerâsı, gedikliler,
40 müteferrika ve 40 dîvan kâtibinin de hac kafilesinde yer alması planlamıştı.
Sultan Genç Osman'ın Halep, Erzurum, Şam ve Mısır Beylerbeyleri'ne asker yazdırmak
için gizli bir irâde gönderdiğinin, Saray'da adamları olan Yeniçeriler tarafından öğrenilmesi,
bardağı taşıran son damla oldu. En son da gizlice ordu toplamak amacıyla hacca gideceği
öğrenilince, bu sefer Yeniçeriler devreye girdi ve olay huzursuz halk boyutundan çıkıp, bir
taht kavgasına dönüştü... Ancak, yeniçerilerin haberi aldıktan sonra takındıkları tavır, halk
tarafından benimsenmemiştir.
Özellikle ileri görüşlü Hâce-i Sultanî Ömer Efendi ve Dârüssaade Ağası Süleyman Ağa’nın
teşvik ettiği “yeni bir ordu kurmak” fikriyle Hotin seferi dönüşü harekete geçen Genç Osman’ın
bu niyeti duyulunca, varlıklarını tehlikede gören Yeniçeriler ve Sipâhiler kazan kaldırarak isyan
ettiler ve Sultanahmet Meydanı’nda toplanmaya başlayarak isteklerini Pâdişâh'a bildirdiler.
Sarayda câsusları olan, herşeyden hâberdâr olan isyancı askerler Pâdişâh'a:
- “Hacc-ı Şerif'e gitmek istemişsin, gitmeyesiniz.
dediler. Genç ve tecrübesiz olan, üstelik hiçbir tedbiri de bulunmayan Sultan Osman ise,
Pâdişahlık makamına güvenerek buna:
- "“Bildiklerinden kalmasınlar. Ben Hacc-ı Şerif'e gitmekten fariğ olmam!”
diye cevap verdi. Hatâ etti... Bunun üzerine Şeyhülislâm Esad Efendi’ye giden Yeniçeriler
ondan:
- “Pâdişâh-ı Cihanbân'ı azdurub Beytü’l-mal-i Müslimin’i telef itdürüb
şeklinde fetva aldılar. Bu fetva bir ulema heyeti tarafından sarayda Pâdişâh'a iletildi.
Kendisini bir nevi tehdit mânâsı taşıyan ve şeriat hükmü demek olan bu fetvayı Sultan
Genç Osman, paramparça ederek fırlatıp attı!.. İkinci hatâ!.. Gençlik işte!..
İş iyice alevlendi ve isyânın ikinci gününde askerler Pâdişâh'a yazdıkları bir
arzuhâlle Sadrazam Dilâver Paşa, Hoca Ömer Efendi, Dârüssaade Ağası Süleyman Ağa
başta olmak üzere Pâdişâh'ın yakınlarından olan altı kişinin idâmını istediler. Şeyhülislâm
ise Sultan Osman'ı şu şekilde uyardı:
''Hünkârım, kul taifesi bir araya geldiğinde istediklerini mutlaka alırlar.
Bu talebe karşı delikanlı tabiatlı Genç Osman: “Kimin haddine bana şart koşmak, Müfti
Efendi?” dedi ve bu talebi kabûl etmesi yönünde ısrar eden ulema heyetine de:
- “Evvela sizi, sonra onları kırarım! Onların tedâriki görülmüştür. Kimseyi vermeyeceğim,”
şeklinde bir cevap verdi... Üçüncü hatâ!... Tecrübesiz... Destekçisi de yok!.. Ama
isyancılara kafa tutuyor!
Gönderdikleri heyetin gecikmesi üzerine âsi askerler; Topkapı Sarayı’na saldırmak üzere
harekete geçtiler ve Ayasofya minârelerine gözcüler çıkarıp, Pâdişâh'ın kendilerini tehdit
eden “Evvel sizi kırarım, bâdehû onları! Ol taifenin tedariki görülmüştür” sözlerinin doğru
olmadığını ve savunma için herhangi bir karşı tedbir alınmadığını görünce, tekbirler getirerek,
nârâlar ve tüfekler atarak Sultanahmet Meydanı’ndan yürüyüşe geçtiler, Saray'a girdiler!...
Birinci ve İkinci Avlu’da mukaavemetsiz ilerleyen âsiler, Osmanlı Târihi’nde ilk defa olarak
Harem Kapısı'ndan da içeri girerek,
- “Şer ile Hoca Ömer Efendi'yi isterüz! Şer ile Dilâver Paşa'yı isterüz!
diye bağrıştılar. Sonra içlerinden -muhtemelen Davud Paşa'nın adamlarından- birisi,
- ''Sultan Osman bizi hiçe sayar, ağalar!
dedi... Sonra bütün asker ''Sultan Mustafa, çok yaşa!'' diye bağırmaya başladılar.
Sonra Sultan I. Mustafa’yı hapsolduğu odadan çıkararak ona biat ettiler ve,
- “Biz istediğimizi bulduk, evvelce bizim padişahımız Sultan Mustafa Han idi,
diyerek Genç Osman’ı fiilen hâl ettiler!..
"Sultan Mustafa'yı isteriz" diye bağıran isyancılar, Saray'ın Kadınlar Dâiresi önüne
geldiklerinde, hemen bir kılavuz buluverdiler!.. Ne ihânet ki, bu has odalı, yâni Pâdişah
yakını, has adamı olan kullardan biriydi bu!.. . Parmağı Sultan Mustafa'nın bulunduğu
odayı gösteriyor, ağzı ise kapının kapalı olduğunu, ancak yukarıdan kubbenin delinip,
Sultan Mustafa'yı çıkarabileceklerini anlatıyordu. Bu işâret ve izah üzerine derhal kubbeye
adam çıkardılar, Kısa zamanda kubbeyi delip, aşağı adam indirdiklerinde Sultan Mustafa'yı
yine pâdişahlıkla müjdelediler O ise, "bir bardak su" diyebiliyordu. Çünkü üç gündür süren
hengâme, Saray'da hizmet görecek kimsenin kalmamasına sebeb olmuş, Sultan Mustafa da
tutulduğu bu dâirede hizmetten mahrum kalmıştı!.. Dolayısıyla açlık ve susuzluktan bitap
düşen Sultan Mustafa kendisine yukarıdan maşrapa ile indirilen suyu sünnet-i şerif üzre
içip Allah'a hamd etti. Tahttan indirildiğinden beri bulunduğu odadan dışarı adım atmamış olan
yeni Pâdişah yiyecek ve içecekle fazla alâkadar olmadığından o kadar zayıflamıştı ki,
bindirilmiş olduğu Şeyhülislâm'ın atının üzerinde duracak hâlde değildi. Kendisini attan indirip,
yanında iki vefakâr câriyesi olduğu halde. Arz Odası'na getirdiler.
İsyancılar, Sultan Mustafa'yı tahta çıkardılar ve ulemâya da biat etmeleri hususunda
ikazda bulundular. Ulemâ efendiler; bir tahtta oturan Pâdişâh'a baktılar, bir de tahttan inmesi
gerekeni Sultan Osman'ı düşündüler. Yaptıkları hatâyı belki samimi, belki de gösteriş olarak
telâfi imkânı aramak için,
- "Pâdişah istediklerinizi verdi. Bizde kefil olalım, tahtı sâhibine, Sultan Mustafa'yı
yerine iâde edelim"
dedilerse de, cevap olarak kendilerine kılıçların keskin tarafı gösterildi. Çâresiz biat
ettiler.
Bu sırada kelleleri istenen Sadrazam Dilâver Paşa ve Dârüssaade Ağası Süleyman Ağa,
âsi askerlere teslim edilmiş ve ikisi de paramparça edilerek, cesetleri Sultanahmet Meydanı’na
sürüklenmişti.
Genç Osman, ulemâ ve askerin Sultan Mustafa'ya biat ettiklerini haber alınca, Dilâver
Paşa'nın isyancılara verilmesinden ve onlar tarafından şehid edilmesinden sonra kendisine
Sadrâzam tâyin ettiği Ohrili Hüseyin Paşa'nın tam bir sadakat ve bağlılıkla kendisine
yaptığı ve yapmakta olduğu hizmetlere takdir dolu birkaç söz söyledikten sonra, şunları
söyledi:
-"Paşa, biat işi olmuş bitmiş. Ben derim ki; varalım sâhile, ordan Üsküdar'a geçip,
Bursa'ya gidelim.
Bu teklif beğenildi. Sâhile inildi. Fakat ne bir gemi ne bir kayık, hatta sarılıp karşı kıyıya
geçmelerine yardım edecek bir büyük tahta parçası bile bulamadılar. Padişah sordu:
- " Lalam; tedbir nedir?" Sadrazam,
diye tasdik etti. Bu sıralarda ise tahta çıkarılmış olan Sultan Mustafa'yı Eski Saray'a
getirmişler ve vâlidesi ile buluşturmuşlardı. Ne var ki, nereden geldiği beli olmayan bu haberle
heyecana düştüler. Bu haber şuydu:
- "Siz hatâlı iş yaptınız. Sultan Mustafa'yı tahta çıkarıp Eski Saray'a getirip vâlidesiyle
buluşturdunuz Bunu üzerine yeni Vâlide Sultan da yanında olduğu halde Pâdişâh'ı Orta Câmi'ye
getirdiler. Şehzâdebaşı'nda câmiye dâhil olan Pâdişah kıbleye yönelip, iki rekât mescid
namazı kıldıktan sonra, ellerini kaldırıp
- "Ey Pâdişahlar Pâdişâhı (Allah)!.. Duam odur ki; bana zûlmeden Sultan Osman'ı bu
mescidde göreyim,"
diye niyazda bulundu. Hakikaten ertesi günü o câmide bir araya geldiler. Kerâmet mi,
yoksa tevâfuk mudur, bilen bilir amma, görünen odur ki, tâlihsiz Genç Osman
için kim bedduada bulunsa, yerine gelmektedir.
Genç Osman, Sadrâzam ve Bostancıbaşı yaptıkları meşverette yeniçeriye sığınmanın
plânlarını kuvveden fiile çıkarmaya karar vermişlerdi. Hüseyin Paşa yanına epeyce tutan
bir servet almıştı. Bu servetle askere bazı vaatlerde bulunularak durumu kurtaracağına
dâir samimi inancı vardı. Hatta bu hususta muvaffakiyyet temini için canını vermeye dahi
hazır idi. Genç Osman ve Sadrazam derhal Yeniçeri Ağası'nın yanına, Ağa Kapısı'na
sığındılar. Zâten isyâna taraftar olmayan Yeniçeri Ağası Ali Ağa'yı yanlarına çağırıp, şu
teklifi yaptılar.
- "Yeniçeriler bu işi bırakıp kışlalarına dönerlerse, Sultan Mustafa'yı da teslim ederlerse.
Ayrıca yevmiyelerine de zam yapacaklarını söylediler. Yeniçeri Ağası bu teklifin
kabul edilecek bir husus olduğunu söylerken de şunu unutuyordu. Bu isyan ve neticeyi
ufemâ destekliyor. Ayrıca iktidarı ele geçiren Sultan Mustafa belki akıl etmezdi amma,
Sultan Ahmed döneminden sonra 2. defa Vâlide Sultan olan annesi Abaza asılla Halime Sultan
tecrübenin verdiği kararlılıkla, iktidarın kuvvetiyle dâima ondan fazla direneceğini çoktan
garanti etmişti.
Yeniçeri Ağası bunu hesaplamamanın cezasını; bu teklifi yeniçerilere açıklamaya başladığında
gördü... Ali Ağa, âsi askerlere,
- “Yoldaşlar, Pâdişâhınız mübârek ola! Emma hâli bellü Sultan Osman da Kapu’ya geldi.
Ocağınıza sığındı”
diye söze başlayacağı sırada,
- “Urun, söyletmen!"”
nârâlarıyla üzerine saldırılarak öldürüldü.
Genç Osman keşke çoktan ölseydi de, bu acılı yolculuğu yapmasaydı!.. Fakat tecelli böyle
imiş!.. Ağa Kapısı'nda bulunan Genç Osman’ı
üzerinde beyaz bir entari ve başı açık olduğu halde bir beygire bindirerek hakaretlerle
sokaklardan geçirip, Orta Câmi’ye getirdiler. Dün o genç Pâdişâh'ın emirlerini yerine getirmek
için koşuşanlar, bugün ona en ağır hakaretleri revâ görüyorlardı. Hele bunlardan Altıncıoğlu
isimli bir uğursuz, Cihan Pâdişâhı'nın baldırlarını sıkıyor ve "Osman Çelebi, senin ne güzel
baldırın varmış!!" diye kırılası ağzından pis salyalar akıtıyordu. Dayanamıyan Genç Osman,
- “Behey edebsiz mel’un! Pâdişâh'ınız değil miyim? Nedir bu ettiğiniz cefâ?”
diye ağlamıştı. Bu manzarayı Peçevî, yazdığı târih kitabında,
- “Dünyâda ne kadar müfsid ve fâsid var ise etrafına dizilmişler ve lisânen ettikleri
evzâ-ı garibe diye anlatmıştı.
İsyânın üçüncü gününde Orta Câmi’ye getirilen Genç Osman
Genç Osman, Şehzâdebaşı Câmii'ne girdiğinde, amcası Sultan Mustafa'nın mihrapta
oturduğunu gördü. Dışarıdan gelen bir ses duysa, pencerelere koştuğunu bildiği amcasını
bir müddet seyrettikten sonra, kendini toparlayan Genç Osman,
- "Ağalar, görün, kimi padişah ettiniz başınıza! Siz neslin kesilmesine sebeb olursunuz.
diye gayet tesirli bir hitâbede bulundu. Bu kısa konuşmayı gözyaşlarıyla bitirince,
kendisini dinleyenlerde bir dalgalanma meydana geldi. Bâzı hassas kâlpler bu sözlerden
rikkate geldi, göz pınarlarına yaşlar dolmaya başladı, bâzı aksakallı ihtiyarlar o yaşları
tutamayıp, inci tâneleri gibi dökülmesini seyrettiler...
Genç Osman sözlerini bitirdiğinde Halime Sultan, Sadrazam'a sokulup,
- "Ağalar! Siz bilmezsiniz, bu ne yılandır! Kendi kardeşine acımayan bizlere acır mı hiç?
yollu sözlerle Sadrâzam yaptığı dâmâdı Davud Paşa'yı ikaz etti. Zâten Sadrazam
da Padişâh'ın konuşmasının gerek Yeniçeriler'de, gerekse Sipâhiler'de yaptığı tesiri
gördüğünden, orada bulunan Cebecibaşı'ya işâret edip, kemendi Pâdişâh'ın boynuna
geçirmesini fısıldadı. Genç Osman, Cebecibaşı'nın fırlattığı kemendi görünce, hemen yakaladı.
- ''Siz ne yaparsız, Davud Paşa? Sultan Osman'ın başına bir hâl gelse,
bunca asker hepimizi kırar!''
dediler. Bu kement atma işlemi bir kaç defa daha devam etti ise de, Yeniçeri ileri
gelenleri her defâsında bunu önlediler. Bu sırada günlerden Cuma olması hasebiyle
müezzinler salâ vermeye başlayınca, bir an için günlerden Cuma olduğunu unutan Yeniçeriler
ve Sipâhiler Sultan Hazretleri'nin katlolunduğunu sanarak, derhal verveleyi kopardılar.
- "Pâdişâh'ımız Sultan Mustafa'dır ama, ancak Sultan Osman Hazretleri'nin
kılına dahi zarar gelmesine rızamız yoktur. diye hem fikirlerini söylerler, hem de nümâyiş yaparlardı... Kurnaz Davut Paşa,
yeniçerilere hitâben:
- "Sizin dediğinizden başka bir şey olmaz ve yapılamaz!"
diye teminat vererek, Genç Osman'ı çok âdi bir arabaya bindirerek, Yedikule'ye,
sözde muhafaza altına almak üzere gönderiverdi. Genç Osman Câmi avlusundaki
askerlere hitâben yaptığı konuşmada,
- “Benim Sipâhi ve Yeniçeri Ağalarım!... Beni istemez misiniz?" diye sormuş,
“Seni hilâfete kabul etmeziz!.. Katline dahi rızâmız yoktur” cevâbını alınca,
- “İhtiyar babacıklarım, ocağınıza geldim; çünkü beni katle râzı değilsiniz,
demişti. Buna rağmen Genç Osman,
Cuma Namazı’ndan sonra Sadrâzam Kara Davut Paşa’nın emriyle bir pazar arabasına
konarak yine hakaretlerle Yedikule Zindanı’na nakledilmişti. Genç ve sâbık Pâdişah durumun
mâhiyyetini anlamış, fakat güvendiği hiçbir yerden yardım erişemediği için, çâresiz
kendisine tatbik edilecek kat'i olayının nev'ini tahmin etmeye çalışıyordu.
Genç Osman kapatıldığı zindanda arkasını bir duvara dayanmış, gözlerini kapıya dikmiş
ve kendisinin canını pahalıya ödetmeye
karar vermişti. Cellâtları başta hâin Davut Paşa olduğu halde
hazırlıklarını yapıyorlar, mazlum Pâdişah ise bütün dikkatini kapıya vermiş, onları bekliyordu.
Cellâtlar âniden dört kişi olarak ellerinde kemendle odaya girdiklerinde karşılarında
kendilerini sâkin, fakat ateş saçan gözlerle bekleyen tâlihsiz Genç Osman'ı gördüler. İlk
hamle eden yediği müthiş bir Osmanlı tokadı ile yerlere serildi. Üçü birden saldırdı...
Genç Pâdişâh onlarla baş ediyordu. Ne var ki görünmez olan kader hükmünü vermişti.
Olacak olacaktı ve Bu Vâlide Sultan'ın Kösem Sultan olduğu inancı doğru değildir. I. Ahmed ve I. Mustafa'nın
annesi Halime Sultan'dır.
Kara Davud Paşa'ya gelince, aslen Boşnak olup, Enderun'da yetişmiş
Rumeli Beylerbeyliği ve Kapdân-ı Deryâlık vazifesinde kısa bir müddet bulunmuş, daha sonra
tekrar Rumeli Beylerbeyliği'ne gönderilmişti. Yirmi gün sürecek olan bu Sadrâzamlık vazifesi,
târihin en acı vak'ası olan genç Pâdişâh'ın şehid edilmesindeki rolü İle, dâima lânetle
anılacak ve hatırlanacaktır. Daha sonra Pâdişâh'ın katlinden sorumlu tutulmuş ve idâm
olunmuştur.
Bu Davud Paşa, Sultan Mustafa'nın kızkardeşi ile evli olduğundan aynı zamanda
Hânedân-ı Osmaniyye'nin dâmatlarındandı. Şimdi ki, İstanbul'un Vatan Caddesi'nin
Aksaray'a bakan ucundaki Murad Paşa Câmii önü açılırken, bu adamın mezarı kaldırılıp,
başka yere taşınması gerektiğinde, mezar açılmış ve görülmüştür ki, iskeleti başsızdır.
Naklettiğimiz sahneler, Hüseyin Tuği tarafından "Vak'a-yi Sultan Osman Han” adlı
eserde,
- “Velhasıl ol gece yatsı vaktinde Sadrâzam kendisi, Kethüdâsı ve Cebecibaşı
varıp Sultan Osman’ı katle mübâşeret eyleyüb kemend attıklarında (Genç Osman)
gürbüz dilâver olmağın delirâne hareket edince, 'Kalender Uğrusu' nam sipâhi
merhumun '“hayâlarını sıkıp' ol mahalde cânı teslim eyledi.”
şeklinde anlatılmış ve Peçevi’nin nakline göre: “Ol melun-u bi-din Cebecibaşı dedikleri lâin
derhal alâmet-i mevt olmak içün kulağın, galiba burnun dahi kesip” . Mustafa’nın anası olan
Halime Sultan'a götürmüştü.
Sultan Genç Osman'ın nâşı, ertesi gün Sultan Ahmet Câmii'nde kılınan cenâze
namazından sonra Sultan Ahmet Câmii'nde bulunan babasının türbesine defnedildi.
Sultan Genç Osman'ın şehit edilmesi, Anadolu'da bâzı isyanların çıkmasına sebep oldu...
Celse'de onu ŞÜHEDÂ MENZİLİ'nde görüyoruz.
Tahta çıkar çıkmaz Devlet erkânı içindeki üst düzey yetkilileri değiştiren,
müderris ve kadıların atanma yetkilerini Şeyhülislam'dan alan Sultan Genç Osman çok
yenilikçi bir Pâdişah'tı. En önemli özelliği DEVŞİRME Yeniçeri ve DEVŞİRME Devlet Adamı,
DEVŞİRME eş yerine TÜRK ASKERİ , TÜRK DEVLET ADAMI, TÜRK KADINI koymak
istemesiydi. Bu, FÂTİH'ten bu yana alışılmış uygulamanın günün şartlarına uygun şekilde
değiştirilmesi olacaktı. Fırsat vermediler!.. Haa, "FÂTİH niye DEVŞİRME'yi tercih etti?"
derseniz, onu da FÂTİH CELSESİ'nde anlatırız.
Târihte eşine az rastlanır bir şekilde tahtan indirilerek, çeşitli hakaarete
ve saldırılara mâruz bırakıldıktan sonra, Yedikule zindanlarında boğularak öldürülen
Sultan Genç Osman, bir ayaklanmada hayâtını kaybeden ilk pâdişahtır. Osmanlı
Pâdişahları arasında en genç vefat edendir. Genç Osman’ın saltanatı 4 sene 2 ay 21 gün
sürmüştür... ALLAH gani gani rahmet eylesin! .
Şâir Nef'i, bu acıya dayanamamış, 1622'de "Sultan Osman Han Mersiyesi"ni yazmıştır:
Gâzi Bahâdır Hân idi,
Hükmetmeğe kaadir iken,
Ey dil, ciğerler oldu hûn,
Eşrât-ı sâatdir bu dem,
Genç Osman
aynı zamanda şâir bir Pâdişah idi. Yukarda verdiği şiir kendisine âittir. Ancak hayatta
yazdığından bir kaç kelime değişiktir. Farklı kelimeleri büyük harfle veriyoruz, Vezinin
bozulmadığına dikkatinizi çekeriz:
inşaallah sen de saltanat süremeyesin!”
- Osmanlı İmparatorluğu'nun başkenti İstanbul'dan Anadolu'ya, büyük olasılıkla
Bursa'ya taşınacaktı.
- İlmiye Sınıfı'nın artık yozlaşmaya başlaması nedeniyle, onların ekonomik ve siyâsî
güçleri kırılıp, Devlet üzerindeki etkilerini yok edilecekti.
- Saray gelenekleri değiştirilerek artık Pâdişah ve yakınlarının devşirmelerle evlilik
yapması yerine, Türk âilelerinden kız alması sağlanacaktı.
- Giysilerde değişiklikler yapılarak eski gösterişli kavuk ve kaftanlar yerine, daha yalın
giysilerin giyilmesini sağlanacaktı.
- Fâtih Sultan Mehmet'in ve Kanunî Sultan Süleyman'ın yapmış oldukları kanunlar
yeniden düzenlenerek, İmparatorluğun yeni koşullara uyması sağlanacaktı.
Ve dahi eski kulları cümleten kırıp, yerlerine Halep’ten Şam’dan cedîden kullar yazıp
…taht-ı sultanî kurmak istemişsiniz. Biz âna râzı değiliz”
buna fitne ve fetârete sebeb olan kişilere şer’an ne lâzım gelir?
El-Cevab: Katl lâzım gelür”
Atalarınız döneminde almışlardır, yine alırlar.
Nâcizâne tavsiyem isyan büyümeden, şehir harâb olmadan isyânı durdurmanız,
istediklerini yerine getirmeniz. Yoksa mazallah çok geç olur.''
Şer ile Süleyman Ağa'yı isterüz!''
Onun da bizim gözümüzde bundan sonra hükmü kalmamıştır.
Sultan Osman'ı tahttan indirelim! Biz Sultan Mustafa'yı istiyoruz!''
yine padişahımızdır”
Az zaman sonra amucamın yetersizliği görülür, zaten kendisi taht istemez bir âdemdir."
O zaman biz de Devleti Şâhâne'nin tahtına yeniden çıkarız."
- "Ağa Kapısı'na gidip Yeniçeri'ye sığınmaktır," Dedi. Bostancıbaşı,
- "Evet, Sultan'ım,"
fakat Genç Osman birazdan Bostancılar'la burayı basacak!"
her birine elli duka altını, birer parça da atlas kumaş!"
ve şütum-u acibe kaleme değil, lisâna dahi gelecek değil”
Bu meczup, Devlet'in çöküşüne sebep olup, ocağınızı söndürür.
Kıyâmet'e değin kurtulamazsınız, bu pişmanlıktan!
Gelin, dönün bu hatâdan!"
Buradan sağ çıkarsa, hiç birimizi yaşatmaz!"
Boynuna geçmesine mâni oldu. Atılan kemendi gören bazı kapıkulu ihtiyarları,
Sağlık ve selâmet içinde şimdilik kenarda
beklemelidir. Daha sonra durum ne gösterir, bilinmez,"
Yedikule’ye göndermen, Sultan Mustafa olduğu odaya hapseylen.
Pâdişâhımız mübârek olsun,”
o olacak olan da Genç Osman'ın şehâdeti idi... Meydandaki ekip
kafalarına inen yumruklarla yerleri boyluyor, fakat onların yerini yeni bir ekip alıyordu.
Bu bir kaç ekip olarak devam ettiğinde "Kâlender Uğrusu" adlı nâmerd,
karışıklıktan istifade ederek yerde sürünmüş, genç Pâdişâh'ın hayâlarını yakalıyarak
var kuvvetiyle sıktığında, husyelerin patlamasının verdiği acı, şiddetli bir feryâda sebeb
olmuştu. Bu feryad genç Pâdişâh'ın son sesi oldu. Boğuşma sırasında bir omuzu
baltayla kırılıp, yere düşünce, Cebecibaşı kemendi boynuna geçirdi... ve hunhar eller
onu boğdu... Bu eller daha büyük bir suçu irtikap etmekten
çekinmedi... Bu suç, merhum Pâdişâh'ın bir kulağının kesilip târihin nisyan bulutları arasında
kaybolup gitmiş ve ismi bile bilinmeyen Sultan Mustafa'nın vâlidesine götürülmesi idi.
Şâh-ı Cihân'a kıydılar!
Gayretlü genç aslan iken
Şâh-ı Cihân'a kıydılar!
Âli-neseb Sultan idi.
Nâmiyle Osman Han idi
Şâh-ı Cihân'a kıydılar!
Emr-i Hakk’a nâzır iken
Hacc itmeğe hâzır iken,
Şâh-ı Cihân'a kıydılar!
Derdim bir iken oldu on
Kan ağladı âh-i fünûn
Şâh-ı Cihân'a kıydılar!
Rûz-ı kıyâmetdir bu dem
Kul’a nedâmetdir bu dem,
Şâh-ı Cihân'a kıydılar!
Dünyâ'da hâsıl değil bir nevcivan ağyârsız
Kimi ol yâre benim der, kimisi dahi benim
Orta yerde FÂRİS-İ ÂVÂRE kaldı yârsız..."
(3) kelimelere geldik... ZİLLULLAH-I FİL ARZ , kelime anlamı olarak "ALLAH''ın
yeryüzündeki gölgesi" demektir. Bâzı kendini bilmezler, bu ünvânı pâdişahların kendilerini
övmek için kullandıklarını sanır, "ALLAH'ın gölgesi mi olurmuş?" diye dalga geçerler ama,
bunun mânâsı "ALLAH'ın yapılmasını istediği şeyleri sanki ALLAH yapıyormuş gibi, tamâmen
O'na tâbi olan Pâdişah tarafından yapılması görevi"dir...Tabii her zaman bunu gerçekleştiremezler.
ÂYİNE-Yİ DEVRÂN, "Kâinat'ın aynası" demektir. Celse'de "Bakalım, olaylar ne gösterecek?"
anlamında kullanılmıştır.
HİYÂBAN , "iki tarafı düzgün ağaçlı yol veya bulvar" demektir.
HÂR , "sıcak, kızgın, yakıcı, diken" demektir. HÂRSIZ , "dikensiz, meşaggatsiz, zahmetsiz"
anlamında kullanılmış...
AĞYÂR , "başkaları, yabancılar, eller" demektir, YÂR kelimesinin zıddıdır.
NÂB , "azı dişi, karga veya horoz ibiği" demektir. Herhalde yanlış alınmış... NÂN olması
gerekirdi, "ekmek" demektir. ÂB da "su" demek olduğuna göre,
susayana âb, acıkana nân dileyiniz" olsa, mânâ kazanırdı.
HATTAB , "oduncu, odun satan" demektir. Varlık , İdâreci'ye
"Kafanın testeresiyle lâle çiçekleri doğramaktan vazgeç te, hattablığını yap," demiş...
Testereyle elbette çiçek değil, odun doğranır. Varlık ta, "Aklının testeresiyle gereksiz şeyler
doğrayacağına ipe sapa gelir sualler sor" demek istemiş!
NÂMURAD , "mahrum kalan, murâdına eremeyen, isteklerine kavuşamıyan" demektir.
ÇEDİK , "mesh üzerine giyilen sarı pabuç, terlik" demektir.
TEVEKKÜLALLAH, mânâsı "ALLAH'a güven" diye verilse de, asıl mânâsı "işi ALLAH'a bırak,
vekilin ALLAH olsun" anlamındadır.
- "İş hususunda onlarla müşâvere et (fikirlerini al ).
Müşâvereden sonra da birşeyi yapmağa karar verdin mi,
artık Allah’a güven ve dayan! (işi ALLAH'a bırak)
Gerçekten Allah tevekkül edenleri sever."
(Âl-i imran Sûresi , 159. Âyet)
"Takdir tedbirle bozulmaz!" ifâdesi, "KADER değişmez," demektir. Ne kadar uğraşsan da, ALLAH'ın sana TAKDİR ettiği, KADER diye, ALINYAZISI diye yazdığı bozulmaz. Çünkü o, bir ÖLÇÜ ile yapılmıştır.
(4) Yedikule Zindanı'nın "3. Orta"sı var mı, bilmiyoruz, "Orta" kelimesi daha ziyâde yeniçeri bölükleri için kullanılırdı. Kuleleri vardır. Bir tânesi de Genç Osman Kulesi'dir. Bu kulenin Genç Osman'ın adını alma nedeni aslında Pâdişâh'ın katledildiği yer olmasıdır. İkinci katındadır..
Celsede "İPŞİROĞLU kementle boğdu" deniyor.
Genç Osman'ı boğan kişi İPŞİROĞLU diye verilmiş, kayıtlarda 'Kalender Uğrusu'
diye geçiyor. Hangisi doğru bilemiyoruz... Yeniçeri İpşiroğlu'nu bulamadık ama, Mazhar
Şevket İpşiroğlu diye bir zat var, belki onun soyundan geliyordur... Hicri 813 târihi de doğru değil... Milâdî 1410'a denk
geliyor, arada 211 sene fark var. 1821 yılı, Hicrî 1030 yılıdır.
(5) "SAADEDDİN EFENDİ'nin kızını sevmiş... Tek sevcesi
imiş..." deniyor Celse'de...
Ancak kayıtlara göre Şeyhülislam Es'ad Efendi'nin ve Pertev Paşa'nın kızları ile evlenmiş.
Yâni, iki karısı varmış... Bu yanlış niye, bilemedik... Bir kere daha tekrarlıyalım. Bir varlığın
kendi menfaati olmadan yalan söylemesi için bir sebep yoktur. Ancak geri ve hâin bir Varlık
işletmek için yalan söyleyebilir. Burada öyle bir menfaat sezmiyoruz. Birisi Genç
Osman'ın yerine geçmiş olabilir. O yanlış bilgi vermiş olabilir. Bu Celse'de Medyum'un yanlış
nakletmesi söz konusu değil, çünkü tek bir târih veya isim değil... Varlığın geri olmadığı âşikâr...
Yanlış niye, anlamadık!
Tabii ki, merak etmişsinizdir, "Sultan Genç Osman'ın kanı yerde kaldı mı?" diye... Kalmadı!..
Erzurum Beylerbeyi Abaza Mehmed Paşa, kendi adamlarıyla şehirdeki Yeniçeriler'in arasına
çıkan bir kavga sonucu, bütün Yeniçeriler'i şehirden kovdu. Bununla yetinmeyen Abaza Mehmed
Paşa, pâdişah kaatili ilân ettiği Kapıkulları'nı yakaladığı yerde öldürttü. Sultan II. Osman’ın
intikamını almak amacıyla bir ayaklanma başlattı. Yanına bazı beylerbeyleri ve halkın bir kısmı da
katılarak 30.000 kişiye ulaştılar. Anadolu’da ellerine geçirdikleri tüm Yeniçeri, Cebeci, Topçu gibi
Kapıkulu mensuplarını öldürdüler. Merkezdeki Kapıkulu Sipâhileri ise “pâdişah kaatili” olarak
anılmaktan rahatsız olup, Hükûmet'ten gerçek pâdişah kaatillerini cezalandırmasını istediler.
Şeyhülislâmdan fetva aldılar. Sonunda Sultan I. Mustafa da bir hatt-ı hümâyûn ile Sultan Genç
Osman’ın kaatillerinin cezalandırılmasını istedi.
Bu durum üzerine Veziriazam Gürcü Mehmed Paşa harekete geçti. Pâdişâhı boğan ve
kulağını kesen Cebecibaşı kaçarken yakalandı ve idâm edildi. Kaçıp gizlenen Kara Davud Paşa
da yakalanarak hapsedildi. Ancak tam idâm olunacağı sırada, Davud Paşa taraftarları kargaşa
çıkartarak onu cellâdın elinden kurtardılar. Kendisini yeniden Veziriazam ilân ettiler. Lâkin
Gürcü Mehmed Paşa, Çeşteci Ali Ağa’yı göndererek Davud Paşa’yı yakalattı. Yedikule’de
Sultan II. Osman’ın hapsedildiği yere koydurttu. Ertesi gün dîvânda Kapıkulları Sultan Genç
Osman’ın katlinde etkileri olmadığını söyleyip, af dilediler. Kimsenin Kara Davud Paşa’yı
desteklemediği anlaşılınca Pâdişah I. Mustafa, yeni bir ferman ile gerekenin yapılmasını istedi.
Davud Paşa 8 Ocak’ta, Yedikule’de Sultan Genç Osman’ın öldürüldüğü yerde, yine Genç
Osman’ı boğmak için kullanılan kementle boğularak öldürüldü.
Şimdi "Bu Celse'ye gelen Sultan Genç Osman değil" diyenler çıkabilir... Gelen o olsun, olmasın, biz yine de
Celse'yi yararlı buluyoruz... İçinde aldatıcı bir şey yok... Tehlikeli bir durum olmamış...
Bunca bilgiyi başka hangi vesile ile elde edecektik ki???
Ruhi Selman
selman@journalist.com
- BİR SPİRİTUALİSTİN DÜNYASI - ANA SAYFA
- BİR TEBLİĞ
- ÖLÜM VE SONRASI
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 1
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 2
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 3
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 4
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 5
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 6
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 7
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 8
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 9
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 10
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 40
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 41
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 42
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 43
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 44
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 45
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 46
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 47
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 48
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 49
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 50
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 51
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 52
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 53
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 54
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 55
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 56
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 57
- BİR OBSESYON VAK'ASI
- ÖTE ÂLEM'DEN ŞİİRLER - 1
- RÜYÂLAR - 1
- RÜYÂLAR - 2
- REİNKARNASYON - 1
- REİNKARNASYON - 2
- ANADOLU'DA REİNKARNASYON ŞİİRLERİ
- İRLANDALI ŞÂİR JAMES CLARENCE MANGAN ANADOLU'DA MI
YAŞADI?
- FİNCAN CELSELERİ - 1
- FİNCAN CELSELERİ - 2
- FİNCAN CELSELERİ - 3
- EKMİNEZİ ÇALIŞMASI
- RÛHÎ FİLİMLER - 1
- ENTERESAN RÛHÎ OLAYLAR
- ERGUN ARIKDAL VE SÂDIKLAR PLÂNI'NI TENKİT
- BÜLENT ÇORAK VE DÜNYA KARDEŞLİK BİRLİĞİ SAFSATASI
- CENAP BAŞMAN VE MARON TARİKATI
- SAPKIN RAEL TARİKATI
- TRANSANDANTAL MEDİTASYON KANDIRMACASI
- MELEKLER'DEN MESAJ ALDIĞINI SANAN ŞAŞKINLAR
- ŞEYTANA TAPAN SATANİSTLER
- MEKTUPLAR