BİR SPİRİTUALİSTİN DÜNYASI

ÂHIRETTEN SİMÂLAR -45

Bu sefer bir Geri Varlık ve Hz. Mevlâna'nın babası ile kurulan irtibatı nakledeceğiz.

Varlık : Hamdi Çavuş
Tarih : 8.10.1962
Usûl : Hipnoz yoluyla rûhî infisâl
Medyum: Ali

Medyum- ... MAHBES-İ İLÂHÎ... Yolum kesildi... halsiz değilim... Etrâfım kalabalıklaştı...
Etrâfım kalabalıklaştı... Zift gibi, katran gibi... Kolları, vücutları kaplı... Ayakları görünmüyor...
Simsiyah yüzleri... Bembeyaz yalnız gözlerinde... İnlemeye benzeyen sesler
çıkarıyorlar ama,
yarı bellerine kadar gömülü...

... Birisi doğruldu... Birisi doğruldu... Birisi doğruldu... "Necat!.. Necat!.. Mağfiret!.. Necat!.." diyor...
O, "Necat!" diyor, binlerce ses, "Necat!" diye bağırıyorlar...
Varlıklar- ... Mağfiret!... mağfiret!... Necat!... Mağfiret!.. necat!...
M- ... HAMDİ ÇAVUŞ... (1)
İdâreci- Kimmiş bu muhterem? Bize kendisi hakkında mâlûmat versin.
M- ... 31 MART İSYÂNI'nın elebaşısı... (1)
Varlık- ... Necat!... mağfiret!...
İ- TANRI günahlarını affetsin!
M- ... Mâsum üç Mekteb-i Harbiye talebesini kendi eliyle öldürmüş... Mâsum üç Mekteb-i Harbiye
talebesini kendi eliyle öldürmüş...
V- Mağfiret1... Necat!...
İ- Yükselmeyen devam edin!
M- ... İniltiler altında yükselmeye devam ediyorum... Elim iki yanımda, "hazırol" vaziyetinde yapışmış...
Dimdik, asansördeymişim gibi çıkıyorum... Halsiz değilim... Çok sıcak burası... Karanlık!...
Korkunç!... Geniş bir borunun içinden yukarıya çıkıyorum... Simsiyah, zift kaplı ...
Her taraf, simsiyah!.. İniltiden, binlerce ağızdan çıkan iniltiden kurtulamıyorum... Sanki onlar da
benimle berâber geliyorlar gibi...
Uzaklaştım ama, gene benim yanımda gibi...
Varlıklar- Necat!... Necat!... Mağfiret!.. Necat!.. Mağfiret!.. Necat!... mağfiret!.. Mağfiret!.. Mağfiret!...

Burada biraz duralım...
(1) HAMDİ ÇAVUŞ , 31 Mart İsyânı'nın baş aktörüdür. Kendisine yardımcı olarak seçtiği Erzurumlu hemşerisi Hâlis Özçelik onu şu şekilde anlatır:

- "Avcı Taburları'ndan birinde Hamdi Çavuş adında, Erzurumlu bir hemşerim vardı.
daha geldiklerinin haftasında İstanbul kışlalarını taramış, Erzurumlu aramıştı.
Çabucak anlaşıp kaynaştık kendisiyle... Bu adam orta boylu, pos bıyıklı, 25-26 yaşlarında, mert bir askerdi."

- "Câhildi, Kur'an yazısını bile okuyamazdı, ama dini bütündü. 'ALLAH!' dedi mi, gözleri iri iri açılır,
sanki ALLAH'ını inkâr eden varmış gibi, etrafa dik dik bakmaya başlardı. Küçüklükten beri yokluk içinde büyümüş,
tıpkı benim gibi, çekmediği cefa kalmamıştı. Sık sık buluşur, Azapkapı'da küçük bir meyhâneye giderdik.
Bir okka içerdi her oturuşta!.. Hızlı da para tutardı. Nereden, nasıl, bilmem."

- "Arada Cuma namazı için fâsıla verir, ağzımızı yüzüzü yıkar, çoğu kere Tophane Câmii'nde
ya da Ortaköy Câmii'nde namaz kılardık. Çok düşünceli adamdı doğrusu, Hamdi Çavuş.
Memleketin hâlinden ahvâlinden söz açar, olur olmaz mekteplilerin akıllarının ermeceği bahislere dalardı.
Bilhassa Pâdişâh'a karşı gelen, hürriyet ve Meclis-i Mebusan isteyen adamlara diş biliyordu.
Hele din-i islâm'ın akaidini, şeriât-ı garrâ-i Muhammedi'yi terk ederek Avrupa usûllerinin
memlekete sokulmasını isteyenlerin adlarını diş gıcırtıları arasında anlatıyor, sövüp sayıyordu:

" 'Ne demek,' diyordu, 'Pâdişâhımız Efendimiz Hazretleri'nin hilâfeti ve Saltanât-ı Seniyeleri
bir tarafa itilecek, bu gavurlar başımıza geçip bizi idâre edecekler, öyle mi? Tövbe vallâhi, tövbe!..
Silâhı kapar, tek başıma en ileri gelen on tânesini, yarım saat içinde temizlerim. Sonra Yıldız'a koşar,
Huzur-u Şahâne'ye yüz sürer, 'İşte geldim, Pâdişâh'ım, ister as, ister kes,' derim,.' derdi."

İşte böyle biriydi Hamdi Çavuş... Başına geçtiği isyan ise şöyle cereyan etti:

Hatırlıyacaksınız, RESNELİ NİYÂZİ Makedonya'da dağa çıkınca, İttihat ve Terakki mensupları Sultan II. Abdülhamid'e baskı yapıp II. Meşrutiyet'i ilân ettirmişlerdi... İttihat ve Terakki Cemiyeti ezici bir çoğunlukla Meclis'e girince, Sadrâzam Said Paşa’nın yerine Kâmil Paşa’yı getirdiler. Ancak Kâmil Paşa kendisine İttihatçılar'ın emir vermesine hazmedemeyip, İttihatçılar'dan bağımsız hareket etmeye başladı. Bunun üzerine, onu düşürmek istediler. Serbestî gazetesinin başyazarı Hasan Fehmi’nin öldürülmesi bardağı taşıran son damla oldu. Çünkü bâzı iddialara göre Hasan Fehmi’yi öldüren kişinin sırtında subay pelerini vardı. O zaman da subayların çoğu İttihatçılar'dı. Gerçekten de uzun bir zamandan sonra cinâyeti İttihatçılar'ın işledikleri ortaya çıktı. Ancak onlar, hakkında gen soru önergesi vererek Paşa'yı devirdiler. Meclis'te oylama olduğu sırada İttihatçı subayları Meclis'e getirip, oylamanın kaderini değiştirmişlerdi. Hüseyin Hilmi Paşa'yı Sadrâzam yaptılar..

31 MART İSYÂNI 13 Nisan 1909 (Rumî takvime göre 31 Mart) başladı. Sabahının erken saatlerinde Taksim civârında bulunan Taşkışla’daki 4. Avcı Taburu Hamdi Çavuş ve diğer çavuşlar ayaklanarak subaylarını tutuklayıp başka kışlaları da ayaklandırdılar. Daha sonra Sultanahmet’te bulunan Mebusan Meclisi'nin önüne geldiler. Burada "şeriat isteriz" sloganıyla taleplerini dile getirmişlerdi. Durum o kadar ciddi boyutlara ulaştı ki, Sultan Abdülhamit dışarı çıkıp toplananları sâkinleştirmeye çalıştıysa da, başarılı olamadı. Ayaklanmacılar Sadrâzam'ın değiştirilmesini istiyorlardı. En sonda Hüseyin Hilmi Paşa istifa edip, yerine 1879 da Osmanlı-Yunan savaşının kahramanı olan Gazi Ethem Paşa geçti. Yeni Sadrâzam isyancılara af çıkarınca, dağıldılar.

13 gün süren 31 MART İSYÂNI, II. Meşrutiyet döneminin en önemli olaylarından biri olarak kabul edilir. Askerî bir isyan olarak ortaya çıkmasına rağmen, isyâna dâhil olan softaların propagandaları sonucu sonradan dinî bir hâl almıştır. İsyânın ilk günü isyâncılar 4 kişi öldürmüştür ki, Varlık "mâsum üç Mekteb-i Harbiye talebesini kendi eliyle öldürmüş" olduğunu anlatmış... Aynı gün hükûmet istifa etmiş, isyancı askerler 7 gün süre ile İstanbul'a hâkim olmuştur. Bir milletvekili, bir Nâzır ve tespit edilemeyen sayıda asker ve sivilin hayâtını kaybettiği isyan, Selânik'te bulunan 3. Ordu ve Edirne'de bulunan 2. Ordu'ya mensup askerlerin oluşturdukları, Rumeli halkının gönüllü katıldığı “Hareket Ordusu”nun İstanbul'a gelmesi ile bastırıldı. 3 gün süren çarpışmaların ardından sıkıyönetim ilân edildi. Pâdişah II. Abdülhamit tahttan indirilip, yerine V. Mehmed Reşad tahta çıktı. İsyâna katılanlar ve destekleyenler yargılanarak 70 kişi idâm edildi, 420 kişi ise çeşitli hapis cezâlarına çarptırıldı... 31 Mart Vakası'nda ölenlerin anısına İstanbul'da Âbide-i Hürriyet adıyla bir anıt inşâ edildi. Ne var ki, gelen hürriyet değil, 10 yıl içinde Osmanlı Devleti'nin çökmesi oldu. 31 Mart Vak'ası'nın hemen arkasından Sultan II. Abdülhamid'in tahttan indirilmesi, felâketin başlangıcı olmuştur.

Celse'ye devam edelim....

Varlık : Mehmet Bahaeddin-i Belhî
Tarih : 8.10.1962
Usûl : Hipnoz yoluyla rûhî infisâl
Medyum: Ali

Medyum- .... Aydınlığa çıktım... Artık sesler de duyulmuyor... Altıma bakıyorum... Nihâyetsiz bir boşluk...
Yükselmeye devam ediyorum... Sağım renk... Solum renk... Tepem, altım renk... Işık!.. Işık!.. Işık...
Alâim-i semâ renkleri birbirine karışmış... Gene ellerim yapışık çıkıyorum... MENZİL-İ MUVAKKAT'ı geçtim...
Ürpertici bir sesizlik... Hiçbir şey yok... Çıkıyorum... MENZİL-İ AFİF'i geçtim... MENZİL-İ AFİF... Çıkıyorum...
Çıkıyorum... MENZİL-İ FAZL'ı geçtim... Çıkıyorum... Koku... Nefis bir koku başladı... Gene kimse yok...
MENZİL-İ FAZL altımda kaldı... Koku... Nefis koku daha şiddetlendi.... Burnumu sızlıyor güzel kokudan...
Burnumu... nefes alırken o koku burnumu sızlatıyor... Itır kokusu gibi değil... Sümbül kokusu gibi değil... koku...

.... MENZİL-İ ŞÜHEDÂ'yı geçtim... MENZİL-İ SUĞRA.... MENZİL-İ SUĞRA.... ŞÜHEDÂ MENZİLİ'nin üstünde...
MENZİL-İ SUĞRA... ŞÜHEDÂ MENZİLİ'ne girdiğim zaman ayaklarımı kıvırdılar... bağdaş kurarak yükselmeye başladım...
Şimdi bağdaş kurarak oturuyorum... MENZİL-İ ŞÜHEDÂ'dan itibâren kendimi görmüyorum...

... Evvelâ kendimi anlatayım... Sol elimin üzerinde sağ elim karnımda, namaz kılarken gibi duruyorum...
Karnımı hissediyorum... Ellerim benimle berâber... Dizlerimi hissediyouim... Parmaklarımı oynatıyorum...
Omuzlarım benimle berâber... ama hiçbir şey görmüyorum... Vücudum benimle berâber ama,
hiçbir şey görmüyorum... Vücudumu görmüyorum... Etrâfımı görüyorum... Etrâfımı görüyorum...
Sağım sâdece pembe çiçeklerle kaplı... Çiçek de değil ama, çiçekten başka şey olamaz... Açılmış yapraklar gibi
sakları da var... Ama çiçek değil... Pembe... Tatlı pembe... Solda yarısı beyaz, yarısı sarı... Aynı şekilde çiçekler...
Gözümün alabildiğine uzanıyor... Başka sağımda ve solumda hiçbir şey yok... Yüzüme hafif hafif bir rüzgâr geliyor...
Oturduğum yer çok rahat... Minder falan göremiyorum, ama yumuşak bir yerde oturuyorum...
Çok rahat oturuyorum...

... Şimdi önümde yarısı sol taraftaki çiçeklere benzeyen şeylerin renginde... sarı ve beyaz renkle kaplanmış
geniş bir yol... Ne parke, ne asfalt, ne beyazmış gibi... ama yol... Geniş bir yol... Sağımı solumu anlatırken
meydana geldi bu yol... Tam ortasından beyaz bir çizgiyle renkler ayrılmış vaziyette... Yolun ilerisine bakıyorum...
Yolun ilerisine bakıyorum... Çok uzaklardan dağımsı birşey var... Dağımsı birşey... Şekilsiz, inişli çıkışlı...
O yoldan daha geniş genişliği... Bütün karşımdaki ufku kaplıyor... Şekilsiz ama renkli... Rengini seçemiyorum...
... Koku devam ediyor... Koku... Sessizlik... Hiçbir hareket yok... Sağım ve solum gözümün alabildiğine
çiçeğe benzeyen şeylerle dolu...

... Dağa benzeyen büyük şeyden, yolun genişliğinde bir sarkma oldu şimdi... Yolu kapadı...
Şekilsiz şekil de, ileriye doğru yolun genişliğince geliyor... Yolun genişliğince geliyor... Geliş değil,
bulutların kayışı gibi... Geliş değil, bulutların kayışı gibi... Uğultu başladı... Uğultu... Bir uğultu değil,
nizamlı bir uğultu... O dağ gibi nesne yavaş yavaş, kayar gibi geliyor... Uğultu... Şimdi yol genişliğinde şekillendi...
Yolun ortasındaki beyaz çizginin kesiştiği yerde, rengi, sağ taraftaki çiçeklere benzeyen şeyler gibi pembe oldu...
Sol taraftaki çiçeklere benzeyen şeyler gibi sarı ve beyaz karışımı oldu.... Uğultu,,, Tatlı bir uğultu... Heybetli... Ürpertici!..

(Medyum uğultu sesini taklit ederek vermeye çalışır) ... Çıkmıyor... Sesim çıkmıyor... (Tekrar uğraşır) ...
Sesim çıkmıyor... Sesi taklit edemiyorum... Ben de uğultuya katılmak istiyorum...

... Buz parçası gibi bir şekil aldı... Buz parçası gibi bir şekil aldı o şekilsiz dağ parçası...
Pamuk yığını, bulut yığını gibi idi... Pamuk yığını, bulut yığını gibi idi... Buz parçası gibi şeffaf bir şekil aldı...
Geldiği yere kadar uzanan dört köşe mikâp şeklinde bir buz parçası... Şeffaf...

Büyük, yüzlerce davulun bir arada birden tokmaklarını vuruşu gibi bir ses!.. Top patlayışı gibi bir ses!..
Şeffaf dağ parçası ikiye ayrılıp bulut gibi, tül gibi kayboldu gitti... Şimdi karşımda o dağ parçasının
geldiği yere kadar yol üzerinde, gâyet muntazam saflar hâlinde dizilmiş binlerce insan görüyorum...
Yolun ortasındaki beyaz çizginin yolu ikiye ayırdığı gibi, bunlar da üzerlerindeki tüle benzeyen elbiselerinin
rengi aynı... Sağ taraftaki ... çizginin sağ tarafındakiler, sağ taraftaki o bahçeye benzeyen uçsuz bucaksız yerdeki
çiçeklerin renginde... Pembe... Çok tatlı penbe... Başları açık... Kadın mı, erkek mi, bilemiyorum...
Başları açık... Saçları gümûşî renkte... Hepsinin göğüslerine kadar uzamış, omuzlarından taşıyor...
Çizginin sol tarafındakiler beyazla tatlı kanarya sarısı karışımından tüllere sarılmışlar...

Çizginin tam üzerinde, boyu herkesten fazla uzun, sâdece kırmızı tüle sarınmış, göbeğinden
aşağıya kadar saçları sarkmış bir şahıs görüyorum... O da dağın bulut gibi kaydığı şekilde,
kollarını, ellerini görmeden, buraya ilerliyor... İlerliyor... İlerliyor... Başının üzerinde dâire şeklinde
yarısı tatlı pembe renginde, yarısı beyaz-kanarya sarısı karışımı renkte şemsiye gibi bir bulutun dâire,
çok muntazam dâire şeklinde geldi, başının üzerinde... Onun gölgesi altında yürüyor... Yürümüyor, kayıyor...
Kayıyor, kayıyor... Yürümüyor...

... Ben onlardan yüksek yerde oturuyorum... Şimdi o dağ kadar boyu yükseldi... Kayıyor...
Çok tatlı bir yüzü var... Uğultu kesildi... Arkasındaki kalabalık ta kayboldu... Yol şimdi bomboş...
Yine en dip tarafta o dağa benzer şeyi görüyorum... Yaklaştı... Sanki beni yapıştırmışlar gibi,
kalkamıyorum... Elimi kaldırmak istedim, elim bağlanmış... MEHMET BAHAEDDİN....
MEHMET BAHAEDDİN.... MEHMET BAHAEDDİN-İ BELHÎ .... PEDER-İ CELÂLEDDİN-İ RÛMÎ...
PEDER-İ CELÂLEDDİN-İ RÛMÎ... Fenâ'dayken sıfatı SULTAN-ÜL ULEMÂ... SULTAN-ÜL ULEMÂ...
SULTAN-ÜL ULEMÂ... SULTAN-ÜL ULEMÂ... PEDER-İ CELÂLEDDİN-İ RÛMÎ...
MEHMET BAHAEDDİN-İ BELHÎ .... MEHMET BAHAEDDİN-İ BELHÎ .... (2)
(Medyum bir makam mırıldanmaya başlar) ...
Varlık- ... Hoşamedi-i Kâbet-ül Uşşâk ... Hoşamedi-i Kâbet-ül Uşşâk ... Hoşamedi-i Kâbet-ül Uşşâk...
(Muhterem Varlığın kendi sesiyle) Hoşamedi-i Kâbet-ül Uşşâk ... Hoşamedi-i Kâbet-ül Uşşâk...
M- ...
( medyum gene bir makam mırıldanır) ...
V- ... Hoşamedi-i Kâbet-ül Uşşâk... Hoşamedi-i Kâbet-ül Uşşâk...
M- ...
(Medyum gene bir makam mırıldanır) .
V- Nur olasız, nûra varasız!....Nur olasız, nûra varasız!....
İ- Nur içinde yatınız. Bu akşam sizden bâzı ricâlarımız olacak.
V- Uzunun bittiği yerde kısa başlar. Cürmümüzün yettiği kısmının öte geçesine geçmeyiniz.
İ- Muhterem Üstâdım, Medyumumuz daha rahat ve yüksek sesle sizin söylediklerinizi bildirsinler.
Huşû içerisinde sizleri dinliyoruz.
V- Huzursuz olan sizsiniz. Medyumunuz uzunun başındadır.
İ- Bir hadis-i şerifte anlıyamadığımız bir kısım var: "min şerril vesvâsil hannâs.
Ellezî yüvesvisû fî sudûrinnasi minel cinneti vennas."
V- Hadis değildir... İlletin Ruh'u kirletmesine âlet etme!.. Bir çakşır yamalı olabilir ama, temiz olması şarttır!...
Tekrar et!.. Sûre-i Bakara'dan
11. âyet-i kerime...
(kendi sesiyle tam bir Arap şivesiyle)
......Min şerril vesvâsil hannâs. Ellezî yüvesvisû fî sudûrinnasi minel cinneti vennas...
Siz nâs olarak nefs-i emmârenizle şeytan olarak tecelli eden nefsinizin iğvâsına kapılırsanız,
Fenâ'daki cinnet getirmişler gibi Ukba'da tecziye edileceksiniz... Min şerril vesvâsil hannâs.
Ellezî yüvesvisû fî sudûrinnasi minel cinneti vennas... Aksi hâlde ne kadar hayır pınarında
kendinizi yıkarsanız yıkayınız, şer denizinde boğulmaktan kurtulamıyacaksınız.
İ- Bir sualimiz de şu: Gurur nedir, efendim? İnsan Tekâmülü'ndeki rôlü, faydası ve zararları...
V- Nefs-i emmârenin esîri olan bir varlığın sevkinden bâtıl ve fâsık histir gurur...
Ve Eşref-i Mahlûkat olmaktan uzaklaşmanın remzidir.... Sorunuz!
İ- Evet, efendim. Şimdi bir de ricâlarımız bilgi üzerinedir.
V- Bitirmediniz.
İ- İnsan Tekâmülü'ndeki rôlü, cemiyetteki rôlü.
V- Hâşâ!.. Hâşâ!.. Sâdece beşeri tereddiye götürür. Asla Tekâmül ettirmez!
İ- Faydası olmadığına göre, zararlıdır.
V- Mâverâyî (?) değildir, fizikîdir. Ruh'la ilgili değildir. Canla ilgilidir. Eşref-i Mahlukât'ın TANRI katında
yüzünü kızartacak nâkisaların başında gelir. Bu yüzdendir ki, Fahr-i Kâinat, "Enâniyet ebediyyen
şefaatimden mahrum olmanın ilk sebebi ve şartıdır," buyurdu. "Enâniyet, gurur, ebediyyen şefaatimden
mahrum olmanın ilk sebebi ve şartıdır," buyurdu... Enâniyet... Gurur...
İ- Efendim, bilgi problemi nedir? Bilginin menşei nereden gelmektedir? İnsan zihni acaba
bu bilgilerimizin temelini teşkil eden bilgilere nasıl sâhip olmuştur?
V- HALLÂK-I ÂLEM sana, bir kısmınıza bilgi imâl eden mükemmel tezgâhlar vermiştir.
Onun adına AKIL derler. Akıl tezgâhıyla tabiatta mevcut bilcümle unsurlardan hasselerinizin vâsıtasıyla
elde ettiğiniz mâlûmat-ı ibtidâiyeyi bilgi olarak imâl edersiniz. Bunda tezgâhın malzemesini HÂFIZA teşkil eder.
Depo vazifesi görür. Bilginin menşei yoktur. Her an devre, duruma, çevreye göre, tezgâhının kuvvetine göre
imâl edersin. Bilgi semâvî değildir. İlm-i Yakîn semâvîdir. O öğrenilmez. İlm-i basit dünyevîdir. Öğrenilir.
Öğrenme derecesi, tezgâhın kuvvet ve kudretine bağlıdır. İmâl edersin. Mâlûmat-ı ibtidâiye havâsın vâsıtasiyle
hâriçten aldığın esaslardır. Bunları hâfıza deposunda muhâfaza ederek, akıl denen tezgâhında bu malzemeyle
yeni bilgiler imâl edersin.
İ- Bunlar deneylerden evvel hiç mevcut değil miydi?
V- Akıl boş bir tezgâhtır ki, kullananın mahâretine tâbi olur. Kimi tezgâhlar dibâ dokur, kimi tezgâhlar
Şam ipeklisi dokur. Kimi tezgâhlar sâdece çul dokur. Çulla kilim arası dokuyan bir tezgâha sâhip olduğun için,
hâlâ murad ettiğim mânâyı anlamadın.
İ- Acaba bu bilgi, ne dereceye kadar hakikate uygundur? Yâni bilgilerimiz eşyânın mâhiyetine uyar mı,
uymaz mı? Kezâ, bilgiler mutlak mıdır, izâfî midir?
V- Akıl, MAHSUS ÂLEM için MÂKÛLLER ALEMİ'ne açılmış bir penceredir. Oradan eşyânın,
hâdisâtın hakiki mâhiyetini akıl denen pencere vâsıtasıyla görür, onu MAHSUS ÂLEM'de imâl edersin.
Bu, mâlûmat-ı basite içindedir. Mâlûmat-ı basite, eşyâ-yı basite ve sebeb-i basite içindir.
İLM-İ YAKÎN'in öğrenilmesi, akılla alâkadar değildir.
İ- Çok teşekkür ederiz... Umûmî sual sormak isteyen var mı?
V- Eğer enâniyet mubah olsaydı, kaabil-i hitap olmayan veya hitap edilme kaabiliyetini
henüz iktisap edememiş sana hitap etmezdim. Temeli hüsn-ü niyete dayanan iz'ansızlıkla mâlûlsün!
İ- Umûmî sual sormıyalım.
V- Sorunuz suâl-i umûmî... Suâl-i hususî vaktiniz çok az kaldı. Kısanın ucuna gelmek üzeresiniz.
İ- Fethi bey'in ricâsı: Ölümde insan ne hisseder?
V- Hiç!.. Uykunuzun geldiğini ve ne zaman uyuduğunuzu tetkik edebildiniz mi?
Ölüm, Fenâ'dan Bekaa'ya bir geçiştir ki, uyku ânıyla müsâvîdir. Harekette ızdırap yoktur.
Ruhun aslî mekânına gidişte ızdırap yoktur. Beden zâten ızdıraptan mahrumdur.
O hâlde tatlı bir uyku ânıdır. Mücâzat ve mükâfat ondan sonra başlar.
İ- Beyhan Hanım'ın ricâsı: Gururla kibir arasında bir fark var mıdır?
V- Cehl-i mürekkeple hemhâlsiniz. Vakti ziyân ediyorsunuz. Bunların hepsi aynı olan şeylerdir.
İ- Tevfik Can Bey'in ricâsı: Önümüzdeki yıllar benim için bir başarı olacak mı?
V- Tarladan alınacak mahsül, tarlaya sarfedilen emekle mebsûten mütenâsiptir.
İ- Fatma Hanım'ın ricâsı şu: Bir arzum vardı. Olacak mı, olmıyacak mı?
V- ... Hem dayanmak istiyorsun, hem de dayandığın yeri mütemâdiyen kesmeye,
baltalamaya çalışıyorsun. Bundan vazgeçmen lâzım! Şimdi bütün teferruatıyla idrak ettin.
Hatânı, işlediğinin üç misli tâmir ettikten sonra murad muhakkaktır...
... Dua!... Dua!...
İ- Sür'atle ininiz.

Yine muhterem bir Varlık'la karşılaşılmış, ama yeteri kadar yararlanılmamış...

(2) MEHMET BAHÂEDDİN-İ BELHÎ , Bahâeddin Veled diye de bilinir, 1150 de Belh’de doğmuş, babasının ve dedesinin mânevî ilimleriyle olgunluğa ermiş; ayrıca Kübreviyye Tarîkati’nin Pîri Necmeddîn-i Kübrâ’dan de feyz almıştır. Bahâeddin Veled, büyükbabası Ahmed-i Hatîbî ile Necmeddîn-i Kübrâ Hazretleri'nin halîfesidir.

Bahâeddin Veled, bütün ilimlerde eşi olmayan kâmil bir mânâ sultânı idi. İlâhî hakîkatler ve Rabbânî ilimlerden meydana gelen uçsuz bucaksız bir deniz gibi olan Bahâeddin Veled; Horasan diyârının, en güç mes'elelerini halletmede tek üstâd idi ve vakıftan hiçbir şey almazdı, devlet hazînesinden kendisine tahsîs edilen maaşla geçinirdi.

Kaynakların ittifakla rivâyet ettiklerine göre, devrinin âlimleri ve ulu müftüleri, Peygamberimiz Muhammed Mustafâ sallallahu aleyhi ve sellem’in mânevî işâretiyle, Bahâeddin Veled’e "Sultânü’l-Ulemâ" ünvânını vermişlerdir. Bundan sonra da Bahâeddin Veled bu unvânla yâd edilmiştir.

Türkler, yüksek kaabiliyet ve fazîlet sâhiplerinin tanınmadan kaybolup gitmesine, unutulmasına râzı olmazlardı. Onları halkın gözüne belirtmek, halkı ilim ve irfâna yöneltmek için o gibi büyüklere lâyık oldukları birer ünvân verilirdi. Onlar kazandıkları bu ünvânları kendileri için mânevî bir rütbe sayarlar, nefisleri için bundan asla gurur duymazlardı. An'ane gereğince imzâlarının üstünde bu unvânları kullanmaya mecburdular.

Âlimler gibi giyinen Sultânü’l-Ulemâ, âdeti üzere, sabah namazından sonra halka ders okutur; öğle namazından sonra dostlarıyla sohbette bulunur, Pazartesi günleri de bütün halka vaaz ederdi. Sultânü’l-Ulemâ vaazı esnâsında umûmiyetle, Yunan filozoflarının fikirlerini benimseyenlerin görüşlerini reddeder ve “Semâvî kitapları arkalarına atıp, filozofların silik sözlerini önlerine alıp îtibâr edenlerin nasıl kurtulma ümîdi olur?” derdi.

Bu arada Yunan felsefesini okutan ve savunan Fahreddin-i Râzî’nin ve ona uyan Harzemşâh'ın aleyhinde bulunur; onları bid’at ehli olarak görür
ve şöyle derdi:

- “Muhammed aleyhissalâtü vesselâm’ın yürüyüşünden daha iyi bir yürüyüş; yolundan daha doğru bir yol görmedim.”

Bahâeddin Veled, oğlu Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî’nin ilk mürşididir. Yani Mevlânâ’ya ALLAH yolunu öğretip, tasavvuf usûlünce hakîkatleri ve sırları gösteren tarîkat şeyhidir.

Bahâeddin Veled, 3 Mayıs 1228 târihinde Selçuklular’ın başşehri Konya’yı şereflendirip oraya yerleştikten kısa bir müddet sonra, son derece samimi bir dindar olan Sultân Alâeddin Keykûbat (saltanatı1219-1236), sarayında Bahâeddin Veled’in şerefine büyük bir toplantı tertip etti ve bütün ileri gelenleriyle onun mânevî terbiyesine teslim oldu. Sultânü’l-Ulemâ’ya gönülden bağlı olan Sultân Alâeddin onu, hayranlıkla şöyle över:

- “Heybetinden gönlüm tir tir titriyor; yüzüne bakmaktan korkuyorum. Bu eri gördükçe, gerçekliğim,
dinim artıyor. Bu âlem, benden korkup titrerken ben, bu adamdan korkuyorum. Yâ Rabbî, bu ne hâl?
İyice inandım ki; o, Cihan'da nâdir bulunan ve eşi benzeri olmayan bir ALLAH dostudur.”

Gönüller Sultânı Bahâeddin Veled, 24 Şubat 1231 târihinde Cuma günü kuşluk vaktinde ebedî âleme göçtü. Geriye Muhammed Celâleddîn gibi bir hayırlı oğul ile Maârif gibi bir eser bıraktı. Maârif, Bahâeddin Veled’in meclislerinde, anlattıklarının, vaaz ve nasîhatlarının, kendisi tarafından yazılarak bir araya getirilmesiyle meydana gelmiş tasavvufî, ahlâkî bir eserdir. Konusu, muhtevâsı ve uslûbu ile birinci derecede tasavvufî bir eser olan Maârif, Mevlânâ üzerindeki tesiri bakımından büyük önem taşır.

Sultânü’l-Ulemâ Bahâeddin Veled’in bâkî âleme göç edişinden sonra, oğlu Celâleddin, babasının vasiyeti , dostlarının ve bütün halkın yalvarmalarıyla babasının makaamına geçti.

Avradakiler bu konuda câhil olduklarından Mehmet Bahâeddin-i Belhî'ye kendisi hakkında, eseri Maarif hakkında, dönemi hakkında, Selçuklu Sultanı Alâeddin hakkında sual sormamışlar... O yüzden gelen Varlık "o mu, değil mi?" sorusunu cevaplıyacak durumda değiliz. İnanıp inanmamak size kalmış!.. Biz sâdece şunu söyliyebiliriz: Celse'de imtihan maksadıyla yanlış bilgiler verilmiş olmasına rağmen, biz bu Varlığın geri olduğunu, aldatma maksadıyla geldiğini sanmıyoruz... Bir başka Varlık onun adını vererek gelmiş olabilir mi?.. Bu soruyu da cevaplandırabilecek durumda değiliz. Ancak Celse'nin yararlı, Varlığın zararsız olduğunu söyliyebiliriz... Celse yararlı, çünkü bize araştırma ve yeni bilgiler edinme fırsatını verdi. Zâten böyle olmayan Rûhî İrtibatlar, İspirtizma Celseleri ne işe yarar ki?..

Baştan başlıyalım... Önce az kullanılan kelimeler... ALÂİM-İ SEMÂ "gökkuşağı" demektir.
HOŞAMEDİ, daha önce vermiştik, "Hoş geldin" demektir , "hoş geldine gitmek"tir.
KÂBET-ÜL UŞŞÂK , Hz. Mevlâna'nın dergâhıdır. Varlık "Mevlâna'nın dergâhına hoşgeldiniz" demiş.
NECAT , "kurtulma, kurtuluş. selâmet" demektir.
MİKAP , geometri tâbiri, "küp" demektir.
CÜRÜM , "suç, yanlışlık, kusur veya hatâ" demektir. Varlık, tevâzudan "gücümüzün yettiği kadar" demek yerine "cürmümüzün yettiği kısım" demiş, yâni peşînen hatâ edebileceğini belirtmiş.
TECELLİ , "belirme, görünme, ortaya çıkma, zuhûr etme, meydana çıkma, alın yazısı, kader, TANRI'nın insanlarda ve doğada görünmesi, tâlih, TANRI'nın lûtfuna erişme, ALLAH'ın lûtfuna erişme" gibi anlamları vardır. Celse'de "görünme, ortaya çıkma" mânâsına kullanımıştır.
İĞVÂ , "baştan çıkma, yanlış yola sürüklenme" demektir.
TECZİYE , "cezâlandırma" demektir.
FÂSIK , "kötülük eden, fesatçı, fısk çıkaran, ALLAH'ın emirlerini tanımayan, sapkın, bilerek günah işleyen, günahkâr, HAK yolundan hâriç olan, ALLAH'ın emirlerine karşı bilerek hareket eden, bilerek büyük günâhı işleyen veya küçük günahta ısrar eden kimse" demektir.
TEREDDİ , "yozlaşma, soysuzlaşma" demektir.
MÂVERÂYÎ diye bir kelime bulamadık, oraya oturtacak benzer bir kelime de aklımıza gelmedi. Yanlış nakledilmiş veya yanlış kaydedilmiş olsa gerek.
NÂKİSA , "eksiklik, kusur" demektir.
REMZ , daha önce vermiştik, "işâret. sembol , işâretle anlatma" demektir.
ENÂNİYET , "bencillik" demektir.
MAHSUS ÂLEM , "hislerle, beş duyuyla algılanan âlem" demektir. Herkesin, her günde, şu Dünyâ'dan algıladığı kendine bir mahsus âlemi vardır. O âlemin keyfiyeti, kişinin kâlbine ve ameline tâbidir.
MÂKÛL ÂLEM "akledilebilir, mâkûl, tahayyüle ve tasavvura gelen varlık âlemi" demektir. ÂLEM-İ MAHSUS'a da şâmildir. Duyuları aşan kaabiliyet olarak yalnızca akılla kavranan (mundus intelligibles) âlem. Yalnızca akılla kavranan Dünya; karşıt kavramı: mundus sensibilis (hissedilir Dünya). Platon'da İdealar Dünyâsı.,, Kant'ta Duyarlığa gereksinme duymadan ancak akılla erişilebilen İdeler Dünyâsı, noumenon'lar (kendinde şeyler) Dünyâsı...
EŞREF-İ MAHLÛKAT , "ALLAH'ın yarattığı mahlûkların en şereflisi" demektir, İNSAN için kullanılır. KUR'AN'da geçmez.
NEFS-İ EMMÂRE, defaatle geçti ama, siz de araştırasınız diye mânâsı tam vermedik. Bu sefer verelim. "“İnsanın kötü vasıfları barındıran yönü, şehvânî arzulara ve şeytânî yollara itirazsız, severek giren ve dâima kötülüğü emreden içimizdeki düşman varlık” demektir.
İLM-EL YAKÎN "bir konuyu ilim yoluyla, bilgi edinerek öğrenmek" demektir. İslâmî mânâda "ALLAH'la ilim yoluyla yakınlık kurmak" demektir.

Varlığın belirttiği gibi "min şerril vesvâsil hannâs. Ellezî yüvesvisû fîsudûrinnasi minel cinneti vennas" hadis değil, âyettir. Ama bu kadar câhil bir topluluğu uyarmak için NAS SÛRESİ 4-6. âyetleri olan bu ifâdeyi "Sûre-i Bakara'dan 11. âyet-i kerime..." diye vermiş, bakalım, uyanacak olan var mı, diye... Koca Avra'da bir tek kişi uyanmamış!.. Aralarında hiç mi namaz kılan yoktu acaba?.. Verilen kısım

4- "O sinsi vesvesecinin şerrinden,
5- O ki, insanların göğüslerine vesveseler fısıldar.
6- Gerek cinlerden, gerek insanlardan (ALLAH'a sığınırım),"

demektir... Varlık mânâsını da farklı vermiş. Siz nâs olarak nefs-i emmârenizle Şeytan olarak tecelli eden nefsinizin iğvâsına kapılırsanız, Fenâ'daki cinnet getirmişler gibi Ukba'da tecziye edileceksiniz" demiş, âyete yorum getirmiş. "Şeytan'a uymaktan vazgeçmediğiniz takdirde, aksi hâlde, ne kadar hayır pınarında kendinizi yıkarsanız yıkayınız, şer denizinde boğulmaktan kurtulamıyacaksınız" diye devam etmiş... Bu ifâdeler âyetlerin birebir karşılığı değil ama, yorumu sayılabilir.

Peki, acaba "Sûre-i Bakara'dan 11. âyet-i kerime..." lâf olsun diye mi verildi?.. Bir mânâsı yok mu? Elbette var, uyarıcı bir âyet:

- "Onlara, 'Yeryüzü'nde fesat çıkarmayın,' denildiği zaman, 'Biz ancak ıslâh edicileriz,' derler."

Ee, öyle değil mi?.. Bush Irak'a giderken "Demokrasi ve Özgürlük götürüyoruz," dememiş miydi?.. Yakıp yıktıktan sonra "yeniden inşâ edeceğiz" dememiş miydi?... Etti mi?.. Bütün Batı ülkeleri, Dünyâ'nın geri kalan kısmına, "demokrasi, özgürlük, eşitlik, vicdan özgürlüğü" vaadetmiyor mu?.. Ardından da gidip müslüman ülkeler içinde fesat çıkarmıyor mu?..

Bunu görüp kendi ülkemizde uyanık olmak durumundayız. İnsanların gerçek ihtiyâcı "yiyecek ekmek-pirinç, içecek su, barınak, sağlık hizmeti ve eğitim"dir. Bunları vaadetmiyen, temin etmeyen yalan söylüyor demektir. Kuru kuruya "demokrasi, özgürlük" karın doyurmaz. Üstelik aç olan insanın "özgür" olması mümkün değildir. Erkekse köle statüsünde çalışmak durumunda kalır, kadınsa fâhişe olup sokağa düşer!.. Çocukların hâlini siz düşünün!.. Artık organ mafyası mı dersiniz, sapıklar mı?.. Ne oldu Almanya'da kaybolan 9.000 mülteci çocuğa ?... (2016)

Celse'nin sonunda bir kayıt kesintisi olmuş galiba... Varlık özel sorulara cevap verirken birden "Dua!.. Dua!.. " diyor, İdâreci de hemen inmesini söylüyor... Hiç değilse ne olduğunu sorması gerekirdi... Bir kopukluk var kayıtta.

Varlığın GURUR, BİLGİ, AKIL, HÂFIZA üzerine tebliği önemlidir. Değerlendirmesini her zaman olduğu gibi size bırakıyoruz. Beğenmediğiniz, katılmadığınız yerleri, sormak istediğiniz hususları bize yazabilirsiniz.

Ruhi Selman

selman@journalist.com

***

  • Önemli Sayfalar:

    - BİR SPİRİTUALİSTİN DÜNYASI - ANA SAYFA
    - BİR TEBLİĞ
    - ÖLÜM VE SONRASI
    - KADIN HAKKINDA BİR TEBLİĞ
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 1
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 2
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 3
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 4
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 5
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 6
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 7
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 8
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 9
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 10
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 40
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 41
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 42
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 43
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 44
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 46
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 47
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 48
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 49
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 50
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 51
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 52
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 53
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 54
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 55
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 56
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 57
    - BİR OBSESYON VAK'ASI
    - ÖTE ÂLEM'DEN ŞİİRLER - 1
    - RÜYÂLAR - 1
    - RÜYÂLAR - 2
    - REİNKARNASYON - 1
    - REİNKARNASYON - 2
    - ANADOLU'DA REİNKARNASYON ŞİİRLERİ
    - İRLANDALI ŞÂİR JAMES CLARENCE MANGAN ANADOLU'DA MI YAŞADI?
    - FİNCAN CELSELERİ - 1
    - FİNCAN CELSELERİ - 2
    - FİNCAN CELSELERİ - 3
    - EKMİNEZİ ÇALIŞMASI
    - RÛHÎ FİLİMLER - 1
    - ENTERESAN RÛHÎ OLAYLAR
    - ERGUN ARIKDAL VE SÂDIKLAR PLÂNI'NI TENKİT
    - BÜLENT ÇORAK VE DÜNYA KARDEŞLİK BİRLİĞİ SAFSATASI
    - CENAP BAŞMAN VE MARON TARİKATI
    - SAPKIN RAEL TARİKATI
    - TRANSANDANTAL MEDİTASYON KANDIRMACASI
    - MELEKLER'DEN MESAJ ALDIĞINI SANAN ŞAŞKINLAR
    - ŞEYTANA TAPAN SATANİSTLER
    - KRYON "TEBLİĞ"LERİ VE LEE CARROLL'UN "MEDYUM"LUĞU
    - J. Z. KNIGHT ADLI KADIN RAMTHA "TEBLİĞ"LERİ
    - SILVER BIRCH TEBLİĞLERİ
    - MEDYUM JANİ KİNG VE VARLIK P'TAAH
    - "SÜPER İNSANLIK" DERNEĞİ VE UYDURUK "TEBLİĞ"LER
    - RA "TEBLİĞ"LERİ
    - HAYÂLÎ ANDROMEDA KONSEYİ
    - VARMIŞ GİBİ YUTTURULAN PLEİADES KONSEYİ
    - HATHOR GEZEGENİNDEN İNANDIRICI OLMAYAN MESAJLAR
    - ÜSTAT KUTHUMİ'DEN SAHTE İNCİLER
    - ARKTURUSLULAR'DAN ZIRVA MESAJLAR
    - MEKTUPLAR