ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 29
Bu sefer bir Geri Varlık ile Medyum'un ortaokuldaki Târih Öğretmeni ile kurulan irtibatı vereceğiz, ve arada Celse Tetkiki yapacağız.
Varlık : Şeyh Said
Medyum- ... Yolum kesildi...
Tarih : 18.8.1961
Usûl : Hipnoz yoluyla rûhî infisâl
Medyum: Ali
İdâreci- Kim kesti, efendim?
M- ... Karanlık... Karanlık... Korkunç sesler duyuyorum... Etrâfımı göremiyorum...
Yerlerde siyah cisimler sürünüyor...
...Çok karanlık!.. Işığımı kaybettim!..
İ- Yükselmeğe bakınız.
M- ... Yolum kesildi... Mağfiret!.. ŞEYH SAİD.... (1) ...
Varlık- Mağfiret!... Mağfiret!... mağfiret!...
M- ... 2.400 mâsumun kanının dökülmesine sebep olmuş...
V- Mağfiret!... Mağfiret!...
İ- Şimdi kurtulacaksınız.
M- ... Ohh!... Kalın, heybetli bir sesle yolum açıldı...
Şeyh Said İsyânı'nı bilmeyen var mı?.. O isyânda en az 2.400 mâsum insan ölmüş!..
(1) Şeyh Said İsyânı'nı herkes duymuştur, ama Şeyh Said'i tanıyan azdır. Üstelik aynı
dönemde üç Said var.
Said Molla ,
Said-i Kürdî ve Şeyh Said...
Bu üçünü birbirine karıştıran okumamışlar da çoktur.
ŞEYH SAİD
iddiaya göre Seyyid bir âileye mensuptur, yâni Peygamber soyundandır. Öyle olsa dahi,
bu birşey ifâde
etmez. Mekke Şerifi Hüseyin de Peygamber soyundandı ama, İngiliz altınlarına tamâhen
Osmanlı'ya ihânet etmişti. Kur'an, Hz. Nuh'un isyânkâr oğlundan (Hud Sûresi, 64. Âyet) ve
Hz. Lût'un söz dinlemeyen karısından (Ankebut Sûresi, 32-33.Âyetler) bahseder. Soy-sop
insanı kurtarmaz, kendisinin adam olması gerek!..
Şeyh Said, Zazalar'ın içinde ikamet eden bir Nakşibendi şeyhi ve aşiret lideridir. Müderris,
Mutasavvıf, Müfessir ve Muhaddis olduğu öne sürülen Şeyh Said, meşhur isyânın lideridir.
1865 yılında, Palu'da doğmuştur. Babası Şeyh Mahmud Fevzi, annesi Gulê Hanım'dır.
Şeyh Mahmud Fevzi'nin de yedi oğlu vardır: Şeyh Said, Şeyh Bahaeddin, Şeyh Diyaeddin,
Şeyh Necmeddin, Şeyh Tâhir, Şeyh Mehdi ve Şeyh Addurrahim... Hepsi şeyh!..
Şeyh Said, babası Şeyh Mahmud Fevzi’nin Palu’dan Hınıs'a göç etmesiyle oraya yerleşmiştir.
Palu, Elâzığ, Diyarbakır ve Muş'ta eğitim gördükten ve babasının vefâtından sonra, Nakşibendi
Tarikatı postnişini olmuştur. Kürtler'in Ermeni kırımına karşı çıkan fetvalar vermiştir.
I. Dünya Savaşı sırasında Rusya İmparatorluğu'nun Doğu Anadolu'ya ilerlemesinden dolayı,
Piran'a taşınmak zorunda kalmış ve savaştan sonra Hınıs, Kolhisar'a yerleşmiştir.
Şeyh Said, dedesi Şeyh Ali Septi'nin halifelerinden Şeyh Ahmed-i Çani'nin kızı Âmine Hanım
ile evlenmiştir. Âmine Hanım, âile Rus Harbi'nden dolayı Hınıs’tan Piran'a göç ettiği zaman
rahatsızlanmış ve vefat etmiştir. Hanımı vefat ettikten sonra Şeyh Said, Kürt Miralayı
Hamidiye Alayları'nın liderlerinden
Cibranlı Hâlit Bey'in kızkardeşi Fatma Hanım ile
evlenmiştir. Yine Hâlit Bey'in kardeşi olan Güllü Hanım da, Şeyh Said'e ihânet eden
Binbaşı Kasım (Ataç) ile evliydi. Şeyh Said'in beşi kız, beşi erkek olmak üzere on çocuğu
olmuştur.
Şeyh Said, Birinci Meclis'in Bitlis milletvekili Yusuf Ziya tarafından aşiretler arasındaki
tanınmışlığı ve sözünün geçmesi nedeniyle, gizli Kürt İstiklâl Komitesi'ne ("Âzâdi" örgütü) üye
yapıldı. 1924 yılında Yusuf Ziya tutuklandı. Suçunu itîraf eden Yusuf Ziya Bey, Cibranlı Hâlit,
Hasananlı Hâlit, Hacı Mûsa ile birlikte Şeyh Said'in de adını verdi. Şâhit olarak
ifâde vermek için Bitlis Harp Divânı'na dâvet edildiğinde kuşkulandığından, yaşlı ve hasta
olduğunu ileri sürdü. İfâde vermeye gitmeyince, ifâdesi Hınıs'ta alındı.
Daha sonra doğu illerindeki aşiretleri
dolaşan Şeyh Said, Cumhuriyet ve Mustafa Kemâl'in dinsizliğinden, çıkarılan yasalar ile
İslâmiyet'in, nikâh, ırz ve nâmusun, Kuran'ın ortadan kalkacağından, ağaların ve hocaların
idâm edileceği veya sürüleceğinden bahseden propagandalar yaptı. Kayınbirâderi Albay
Cibranlı Hâlit Bey'in adamları Cemiyet-i Akvam'a haber vereceklerini, bölgede Devlet'in askerî
güçlerinin bulunmadığını ve kolayca bölgeyi ele geçirebileceklerini söyledi. Cumhuriyet'e
ve devrimlere karşı bir ayaklanma fetvâsı hazırlayarak "devrimlere destek verenlerin canları
ve mallarının helâl olduğunu" yazdı. Fetvâyı aşiretlerin ileri gelenlerine gönderdi. Varto'daki
Hormek aşireti Devlet yanlısı olduğu için ayaklanmaya uymayacaklarını açıkladı.
Şeyh Said, Diyarbakır, Çapakçur, Ergani ve Genç illerinde
bir ay kadar dolaştıktan sonra 13 Şubat 1925 târihinde Piran'daki kardeşinin evine yerleşti.
Bu arada İstanbul'da, örgüt mensupları kendisine İngiliz ajanı süsü veren ve hiç
bilmemesine rağmen İngilizce konuşma taklidi yapan bir Türk polisinin oyununa gelip, onunla
"İngiliz" diye görüştüler... Metin Toker bu olayı çok
güzel anlatır... Örgüt, İngiltere'nin, çıkacak bir ayaklanma sonunda kurulacak
Kürdistan'ı maddî ve mânevî yönden desteklemesi isteklerini ve programını şöyle belirtti :
1- İngiltere, Kürt Emirliği 'nin kurulmasını destekleyecek ve koruyacak.
3. Madde dikkatinizi çekti mi?.. Bugün (2016) Suriye'de PYD ile onu destekleyen, ABD,
AB ve hatta Rusya'nın amacı "Akdenize açılan Kürt koridoru" değil mi?.. Halbuki doğal sınırlarımızı belirleyen andımız Misâk-ı Millî
Madde 3'e göre Türkiye-Suriye sınırı şu şekilde olacaktır:
"Sınır, İskenderun körfezinde Sarıseki'den başlayacak ve Çanakkale, Kırmıtlık, Afrinhan,
İbraham (Ahterin'in doğusunda) ve Taşhöyük (Elbeyli nâhiyesinde)'ten geçerek Deliçay'ı tâkip
edecek ve Sacir vadisinde Karataşlı Tepe'nin doğusuna varacaktır. Bu noktadan itibaren Fırat'a
kadar Sacir vadisini, daha sonra Caber Kalesi (Türk Mezarı) ve Rakka'dan geçerek Fırat vadisini
takip edecek ve Fırat'ın güneye doğru eğim gösterdiği Şanuka'dan hareket ederek düz bir çizgi
halinde Giran'a varacak, buradan da Sincar dağlarını takip edecektir. Sınırın geçtiği ve bu
maddede adı geçen bütün yerler Türkiye'ye bırakılacaktır."
Mustafa Kemal Paşa bunu konuşmalarında defalarca tekrarlar:
- "Bu hudut İskenderun körfezi cenubundan Antakya'dan Halep ile Katma istasyonu arasında
Cerablus köprüsü cenubunda Buna dayanarak 1921'de Binbaşı Şevki Bey'e Süleymaniye komutanlığı görevi verilir.
Şevki Bey ve
beraberindekiler, Bubaçiçek Boğazı'ndaki çatışmalara katılırlar. 1922'de Erbil-Revandiz
arasındaki aşiretlere yapılan saldırılar sonrasında yeni bir hazırlık yapılır. Antep Milis Kuvvetleri
komutanı Özdemir Bey, az sayıda subay, aşiretlerden toplanan unsurlar ile Nizip'te Fransız
ordusundan kaçarak Türkiye'ye sığınan Tunus ve Cezayirli askerlerden oluşan küçük bir
müfreze eşliğinde göreve başlar. Mücâdelesi 1923 Nisan'ına kadar devam eder. Bölge halkından
alınan destekle İngilizler'e karşı sayısız çatışmaya girilir.
İngilizler, yüz uçağa kadar ulaşan bir filoyla direnişi kırmaya, destek veren köyleri bombalayarak
ahâliyi yıldırmaya çalışırlar. Bu dönemde hava saldırıları, İngiliz hükûmetinin yaygın sindirme
yöntemine dönüşür. Süleymaniye de, Sincar'daki Yezidi köyleri de İngiliz bombalarından
nasiplerini alırlar.
Düzenli ordu birlikleriyle Musul'a yürümek için yapılan hazırlıklar ve bunların Türkiye'de
çıkartılan isyanlarla nasıl sonuçsuz bırakıldığı, iyi bilinen hususlardır. Lozan'ı tâkip eden
İstanbul'daki müzakerelerin de akâmete uğramasıyla İngilizler, Nasturi isyânının fitilini yakarlar.
Tırmanan gerilim, 1924 Eylül'ünde sıcak temâsa dönüşür. Türk süvâri kolları, İngiliz uçaklarının
saldırılarında 50'ye yakın şehit verirler. Çatışmaların hemen ardından Milletler Cemiyeti, Musul
meselesini görüşmeye başlar. Bu esnada Türkiye, içerde Şeyh Said isyânıyla meşgûl edilecektir.
2- 1926 yılında başlayacak ayaklanmanın ilk hedefi, Diyarbakır'ı ele geçirip,
Musul sınırında İngilizler'le ilişki sağlamaktır.
3- Kurulacak Kürt Emâreti'ne Akdeniz'e çıkış sağlanacak.
4- Emâret'in başına Seyit Abdülkadir getirilecek.
5- Diyarbakır ele geçtikten sonra, İngiltere her çeşit para ve silâh yardımı yapacak.
PKK o
yüzden Mersin'e sürekli Kürt göçünü teşvik etmiyor mu?...
Fırat nehrine mülâki olur. Oradan Deyri Zor'a iner; ba'dehu şarka
temdîd edilerek, Musul, Kerkük,Süleymaniye'yi ihtivâ eder."
Komplo bu kadar da değildi. Doğuda ayaklanma çıkınca, Batı Anadolu 'da ve İstanbul'da da
Hilâfetçi ayaklanmalar çıkartılacak, Ankara iki ateş arasında kalacak ve Vahdettin İstanbul'a
gelecek, tahta oturacaktı.
Piran'da, 13 Şubat 1925 günü jandarmanın 5 suçluyu tutuklama girişimi üzerine çıkan çatışma
sebebiyle, ayaklanma hareketi plânlanandan önce başladı. Şeyh Said önce Tunceli'nin merkezi
Darahini'yi ele geçirmek istedi ve bu amaçla yolda iken kendisine, Paro Oğlu Ömer
Ağa komutasında Butyanlı, Fakih Hasan Oğlu Abdülhamit'in komutasında Mıstanlı, Ömer
Oğlu Haydar komutasında Tavaslı, Molla Ahmet komutasında Silvanlı aşiretleri katıldılar.
16 Şubat 1925'te Darahini'ye saldırdılar. İsyancılar, sanki gavur memleketi gibi yağma ve talana,
tecâvuze giriştiler. Şehir yağmalanırken, Ziraat Bankası'na da el konuldu.
Durumu Ankara'ya bildiren öğretmen Mehmet Zeki; Şeyh Said'le işbirliği yapan Tunceli Vâlisi,
Çapakçur Kaymakamı ve Hâkim Bağdatlı Rızâ'nın telkinleri ile önce hapis, sonra da şehit edildi.
Âsiler, 1- Çapakçur, 2- Muş, 3- Diyarbakır olmak üzere üç kola ayrıldılar. Şeyh Said
Diyarbakır'ı alacaktı. 21 Şubat' ta ilk kez ordu birlikleri ile karşılaşıldı ve bir alayı geri çekilmek
zorunda bıraktılar. Yarbay Cemil Bey komutasındaki bir süvâri alayını ise, pusuya düşürüp
esir aldılar. Ellerinde yeşil bayrak ve Kur'an'la ilerleyen âsilere halk karşı koymuyor ve çoğu
kez yardım ediyordu.
Halkın ve eşrâfın direnmemesi ve askerin bir kısmının kaçması sonucu, komutan Osman
Bey'in bütün çabalarına rağmen, 2 Şubat günü Elâzığ âsilerin eline geçti ve yağma edildi.
Halk ancak bundan sonra gerçekle yüz yüze geldi!.. PKK-HDP ile de öyle olmadı mı?.. Halk önce
destekledi, sonra o meşhur "Çözüm
Süreci" boyunca inanılmaz zûlûm gördü...
5 Mart 1925'te Malatya Gazetesi'nin
bu konudaki yayını etkili oldu ve yer yer direnmeler başladı. Diğer yandan Şeyh Abdullah
Muş cephesini tutarak, Varto'yu aldı ve Erzurum'a doğru ilerlemeye başladı. Ergani, Piran
olayından hemen sonra âsilerin eline geçmişti. Ergani ve Eğil yörelerindeki şeyh ve ağaları da
ayaklandırmayı başaran Şeyh Said, 7 Mart'ta dört yönden Diyarbakır'a saldırdı. Ancak kuzey
cephesinde surlar dışında yapılan savunmayla âsiler püskürtüldü. Güney cephesinde ise
içeriden de yardım gören âsiler şehre girdiler. Fakat, General Mürsel'in âsiler üzerine süvâri
kuvvetleri yollaması sonucu, baskına uğrayan âsiler 8 Mart' ta ilk kez yenilerek kaçtılar.
Mustafa Kemâl, işi hafife alan Başvekil Fethi Bey'in yerine İsmet Paşa'yı getirdi.
İsmet Paşa hemen Takrir-i Sükûn Kanunu çıkardı, yâni gazetelerin olur-olmaz yayın yapmasını
önledi. Sıkı Yönetim kararı aldı. Sonra İstiklâl Mahkemeleri kuruldu.
Mardin ve Diyarbakır'a gönderilecek birlik, araç ve malzemenin güney demiryoluyla
gönderilmesi gerekiyordu. Bu demiryolunın bir kısmının geçtiği Suriye, Fransa Mandası'nda
olup, Lozan'da kabul edilmiş olan Ankara Antlaşması gereğince Türkiye bu demiryolundan
asker taşıma hakkına, önceden Fransa'ya bildirmesi şartı ile sâhipti. Bu sebeple Türkiye,
Pâris elçiliği aracılığı ile Fransa Hükûmeti'ne bir nota vererek, Şeyh Said ayaklanması
dolayısıyla demiryolundan asker yollanacağını bildirdi. Fransa bu isteği uygun buldu. Fakat,
İngiltere'nin Pâris elçiliği, durum hakkında bilgi isteyerek, asker naklini geciktirici bir girişimde
bulundu!.. Bu davranış bile İngiltere'nin bu ayaklanma arkasında olduğu görüşünü
kuvvetlendiriyordu.
9 Mart'ta Diyarbakır'a gelen bâzı İngiliz silâh fabrikası katalogları ve mektupların
üzerinde 'Kürdistan Kraliyeti Harbiye Bakanlığı' yazısının bulunması, Diyarbakır'ın Şeyh
Said'in eline geçmesinin en önemli adım olduğunu gösteriyordu ve İngiltere'nin olayı
desteklediğinin bir başka delili idi. Ancak İngiliz yazar Robert Olson, "Kürt Milliyetçiliğinin Kaynakları
ve Şeyh Said İsyânı"
adlı kitabında, yana yakıla "İngilizler'in bu isyânda parmağı olmadığını" yemin billâh anlatır, durur!
Seferber edilen kuvvetlerle 10 Mart' ta Diyarbakır çevresi âsilerden temizlendi,
14 Mart' ta Şeyh Said'in oğullarından biri Varto'da yapılan çatışmada öldü.
16 Mart' ta seferber edilen subaylara ve askere ikişer maaş avans ödenmesi kanunu ve
23 Mart' ta da sıkı yönetimin bir ay uzatılması kabul edildi,
Yığınaklarını tamamlayan ordu birlikleri 26 Mart' tan itibaren Varto, Elâzığ ve Diyarbakır
üzerinden karşı harekâta başladı. Âsiler dört yönden kuşatıldılar, Düzenli bir şekilde çembere
alınarak Irak, İran ve Suriye'ye kaçmaları önlendi. 31 Mart'ta Diyarbakır ve Elâzığ'dan gelen
kuvvetler birleşerek Şeyh Said'in karargâhının bulunduğu Hani'ye girdiler. 2 Nisan'da
kuşatmanın son bölümü de tamamlanınca âsiler ve ana kuvvetler arasında çatışma başladı.
Nisan'da Palu, Silvan ve Piran ele geçti. Bütün âsiler Tunceli yönünde kaçmaya başladılar,
Gittikçe artan başarılı harekât sonunda, ayaklanma Nisan ayı ortasında tamâmen bastırıldı.
Şeyh Said, 1924 Ekim ayından yakalanacakları güne kadar, Hükûmet'le
haberleşmekte olan bacanağı Kasım Bey (Kasım Ataç) tarafından ihbar edilmiştir.
Şeyh Said yakalandıktan sonra yandaşları ile birlikte İsyan
Bölgesi İstiklâl Mahkemesi'ne verildi. İstiklâl Mahkemesi âsilerin idâmına karar verdi ve bu
bir gün sonra gerçekleşti.
Güneydoğu'daki bu isyânın yol açtığı ölü sayısı ve tahribat
silâhlı çatışmaların kaçınılmaz sonucuydu. İngilizler, isyânda 206 köyün, 8.758 evin
yıkıldığı, 15-20 bin kişinin öldüğü, ve bu ayaklanmanın o zamanki para ile 20 milyon sterline
mâlolduğunu ileri sürdüler ki, doğru olabilir. Halkın yağma, saldırı ve tecâvüzden gördüğü
zarar da cabası...
Zarar görenler arasında en az "2.400 mâsumun kanının dökülmesine
sebep olmuş" olan Şeyh Said, o yüzden Âhıret Âlemi'nde ızdırap çeker hâlde
görünmüştü Medyum'umuza!..
Bu isyâna rağmen, Kürt kökenlilerin oyunu almak isteyen politikacılar sâyesinde Şeyh
Said'in oğlu Ali Rıza Efendi'nin oğlu Mehmet Fuat Fırat, 1973'te Erzurum bağımsız milletvekili
olarak TBMM'ye girmiştir. Şeyh Said'in torunu Abdülmelik Fırat
yaşını büyüterek 1957'de Demokrat Parti'den milletvekili oldu. Sonra üst üste defalarca
milletvekili seçildi. Şimdi ise Abdulillah Fırat
AKP Erzurum milletvekilidir. Aynı âileden Ali Rıza
Septi de milletvekili olanlardandır.
Elazığ, Palu'da Mehmed Said Ozsoy ismindeki şahsın oğlu, Palu Belediye Başkanlığı'nı
25 yıl sürdürmüş ve halk arasında muteber olduğu söylenen bir şahsın rivâyetiyle,
Şeyh Said 10 Kasım 1938 gece yarısı rüyasında görünerek "Kemâl'le mahkemem var,
onun için rûz-i mahşere gidiyorum" diyerek "Cenab-ı Hak katında en yüce mertebe olan
şehitliğe ulaştığını" beyan etmiş!.. 206 köyün, 8.758 evin yıkıldığı, 15-20 bin kişinin öldüğü bu
isyânın müsebbibi, Mustafa Kemâl Paşa'yla mahkemede karşılaşsa ne olur?.. Herhalde yukarda
kendi anlattığı gibi kendi sürünmeye mahkûm olur!..
Şeyh Said'le ilgili Robert Olson ve Metin Toker dışında elimizde bir de Hasan İzzettin
Dinamo'nun 15 ciltlik muazzam eserinin "Kutsal Barış" bölümü var... Metin Toker'in 1968'de
yayınlanan "Şeyh Sait ve İsyânı" adlı eseri, 1998'de Cumhuriyet Yayınları arasında çıktı. O
kitap, mahkeme zabıtlarına 1968'de hayatta olan Polis Müdürü Ekrem Bey ile Şeyh Said'in
adamlarını İngiliz taklidi yaparak kandıran Polis Memuru Nizâmettin Bey'in anlattıklarına
dayanıyor. Tavsiye ederiz.
Kitabın 145'inci sayfasında mahkeme zabıtlarından bir bölüm:
- İstiklâl Mahkemesi üyesi
Ali Saip Bey, dosyadan bir mektup çıkarır. Bu, Şeyh Said'in Şeyh Şerif'e yazdığı mektuptur.
Oradan okur ve sorar:
- "Nefis herşeyden müreccahtır. Biz öldükten sonra cihân yıkılsın, diyorsunuz.
Şeyh Said ise "o mektubu boşuna kan dökülmesin diye yazdığı"nı söyliyerek yalanlamaya
çalışır. Birşeyler geveler ama, o dediğini açıklıyamaz!.. "Bizden sonra cihân yıkılsın" diyen bir
adam Cennet'te olabilir mi?... Doğrusunu ALLAH bilir!
Ayrıca İsyân ile ilginizi çekebilecek bir kaç yazı daha bulduk İnternet'te, veriyoruz:
JANDARMA ER
KARAMANLI MEVLÜT'ÜN HÂTIRATI
ŞEYH
SAiT AYAKLANMASINDA İNGİLİZ PARMAĞI
80.YILINDA ŞEYH SAİD AYAKLANMASI VE GERÇEKLER
Efendim, Şeyh Said Nakşıbendi Şeyhi imiş... Bakalım hangi "nakşıbendi" tarikatıymış bu?..
Nakşibendi Tarikatı, Muhammed Bahâuddin Nakşıbendi (1318-1389) tarafından,
daha doğrusu onun adına kurulmuştur. Müritleri onun hayâtını efsâneleştirmişlerdir. Kadirî
Tarikatı da, Abdülkadir Geylânî
(1077-1166) tarafından, daha doğrusu onun adına
kurulmuştur. Müritleri onu da efsâneleştirmişlerdir. Ancak gerçek şudur ki, günümüzdeki
ne Nakşıbendi Tarikatı mensupları Muhammed Nakşıbendi yolunda, ne de Kadırî Tarikatı
mensupları Abdülkadir Geylânî yolundadırlar!... Şeyh Said de değildi!..
"Çok iddialı oldu" derseniz, hemen cevap verelim... Çünkü 19. Asır'da Hâlid adında biri
çıkmış, Süleymâniye yakınlarında Karadağ kasabasında doğmasına rağmen "Bağdadî", yâni
"Bağdadlı" gösterilmiş, ünü artsın diye isminin başına "Mevlâna" ünvânı eklenmiş,
Mevlânâ Hàlid-î Bağdâdî (1779-1823) olmuş
ve bu kişi bütün bu tarikatları ifsat etmiştir. Hâlid, Süleymâniye doğumlu bir Kürt'tür. Diyânet
İşleri Başkanlığı bile onu yere göğe koyamayan bir sayfa hazırlamıştır. O sayfadan
naklediyoruz:
- "Zamanının en büyük âlimlerinden olan; Muhammed bin Âdem-i Kürdî, Sâlih-i Kürdî,
Ama, bu yetmedi, 1809'da Hindistan'a gitti. İddiaya göre orada, bunca eğitimine rağmen Abdullah
Dehlevî'nin talebesi oldu. Abdullah Dehlevî (1743-1824) de
o zamana kadar kimsenin yapmadığı, başka bir
örneği olmayan bir haltı yedi. "Sen, memleketine git. İrşâd ile meşgûl ol. Bütün Seyyidler,
senin ayağının toprağına yüz sürerler ve şerefli zâtına hizmetçi olurlar. Oranın vâlileri,
emînleri, âlimleri, fazilet sâhipleri, mübârek ayağını öperler. Şimdi ne istersen vereyim,
iste yâ Hâlid!" buyurdu...
Seyyid, yâni Peygamber torunu Hâlid'in ayağını öpeceklermiş!.. Hiçbir din âlimi, bırakın
Peygamber torununu, kimseye ayağını öptürmez!.. Gene iddiaya göre, Dehlevî sonra
bu kişiye tam BEŞ AYRI
TARİKAT'ın icâzetini verip, onu BEŞ AYRI TARİKAT'ın halifesi yaptı!.. Bu tarikatlar,
NAKŞİBENDÎ, KADIRÎ, SÜHREVERDİ, KÜBREVÎ ve ÇEŞTÎ'dir.
Şimdi bir insanın başkasını bir tarikatın halifesi yapabilmesi için, kendisinin o tarikatın
pîri olması gerekir!.. Öyleyse Abdullah Dehlevî o BEŞ TARİKAT'ın ve daha bilmem nice
tarikatın pîri miydi?.. Böyle bir iddiası var mı?.. Yoksa Hâlid bunu işkembeden atıp, kendisini
BEŞ TARİKAT'ın halifesi, daha doğrusu Arabistan ve Anadolu'da BEŞ TARİKAT'ın pîri mi
ilân etti?..
Bizce öyle yaptı!.. Kendi kendine "Bediüzzaman" ünvânını veren Said-i Kürdî de
öyle yapmış, kendine hayâlî bir hayat hikâyesi düzmüş,
"Târihçe-yi Hayat" adıyla bastırmıştır. Tümden palavradan ibârettir.
Aslında Mevlâna Hâlidî o târihlerde İngiliz
işgâli altında olan Hindistan'da Budist mâbedleri, budist râhipler ile temâsa geçmiş, onların
büyüsüne kapılmış, muhtemelen İngilizler'den destek alarak Arabistan, Afrika ve Anadolu'da
İslâm'ı ifsat edecek faaliyetlerin temelini atmıştır.
Bitmedi!.. Hâlid, Süleymâniye'ye dönüp daha çok Kürtçe vaaz vererek talebeler yetiştirdi,
bu BEŞ TARİKAT'tan peşpeşe halifeler tâyin etti!..
İşte 1800'lerden beri ülkemizde Nakşıbendî, Kadırî ve (Mevlevilik, Bektâşilik hâriç) pek
çok tarikatın lideri, önderi, pîri, mürşidi, şeyhi-şıhı hep Güneydoğu'daki denetimsiz yeraltı
medreselerinden yetişen Kürtler'den olmuştur!.. Şeyh Said öyleydi, Said-i Kürdî öyledir,
Fethullah da öyledir. Aklınıza kim gelirse, kurcalayın, öyledir.
Bir kaç istisnâ varsa da, onların da hocaları bu çarpık eğitimli Kürtler'dir. Hangi tarikat
Mevlâna Hâlid-i Bağdâdî'yi göklere çıkarıyorsa, o tarikat Kürt eğitiminden geçmiştir.
O yüzden irfan sâhibi halkımız ne der, bilir misiniz?
Maalesef Türkiye'de tarikat sistemi çokmüştür, tefessüh etmiştir. İş Anadolu ile sınırlı kalmamış,
Halid'in şer ile yetiştirdikleri Arabistan'a, Afrika'nın kuzeyine yayılıp oradaki müslümanlar'ı da
uyduruk tarikatler, sahte şeyhler ile ifsat etmiştir. Zamanımızdaki Taliban, Boko Haram, IŞİD,
El Kaide gibi terör örgütlerinin eğitiminde Vehhabîler kadar Hâlidîler'in de katkısı vardır.
Rahmetli
Kuşadalı İbrahim (1773-1847) ne güzel söylemiş:
- "Tekkeler, tarikatlar meyhâneye ve kerhâneye dönüştü!"
Bir de cinâyethâneye dönüştü!..
Biz ne yapıyorduk da, Şeyh Said ve kürt tarikatlerine bu kadar daldık?.. Haa, 18 Ağustos
târihli celseyi naklediyorduk... Devam edelim:
Varlık : Târih Öğretmeni Ferit Bey
İdâreci- Sâkin olarak, sür'atle çıkınız. Lûtfen gördüklerinizi ve hissettiklerinizi anlatınız.
Burada biraz durup kısa bir açıklama yapmak istiyoruz... Dikkat etmişsinizdir, Medyum
ilk Celseler'de bulunduğu vasatı çok kısa anlatıyordu... Zaman geçtikçe, çalışmalar ilerledikçe
algıları gelişti. Gördüklerini, hissettiklerini daha teferruatlı anlatıyor.
Bu son derece mühim... Çünkü Medyum'un hangi şartlar altında bulunduğu, tehlikeli bir
durum olup olmadığı onun anlattıklarından, yüz hatlarından, sıkıntılı veya rahat durumundan
anlaşılabilir. Celse İdârecisi bunun için Medyum'u dikkatle gözlüyor ve her anlattığını titizlikle
değerlendirip komutlarını ona göre veriyor... Meselâ benim dikkatimi "yeşilimsi yüzler"
çekti... Acaba niye öyle?
Bu arada belirtelim, Medyum Somnambûl denilen derin Hipnoz uykusunda olduğu için,
uyandığında hiçbir şey hatırlamıyor. O yüzden Celse İdârecisi
"Bu kokuyu unutmayın" komutunu veriyor....
Daha önce de bilirtmiştik, İNTİZAR MENZİLİ, Ruhlar'ın esas kalacakları mevkiye gitmeden
önce bulundukları geçici yer... MAKSUT MENZİLİ ise Ruhlar'ın veya Medyum'un ulaşması
istenen mevki.. Medyum genelde buradaki Varlıklar ile görüşüyor... Devam edelim...
Medyum- ... "Hoş geldin, Ali Efendi oğlum," diyor... Orta
mektepteki Târih hocam FERİT BEY... (2)
Yine burada durmamız gerekiyor... Çünkü Celse üzerinde yaptığımız incelemede bir
aksaklık tesbit ettik. Doğru ile yanlış karışmış. Şöyle ki, Varlığın YAKÎN konusunda söylediğinde
doğruluk payı var. Kelime, Kur'an-ı Kerim'de geçiyor:
- "... Hüdhüd gelip, şunları söyledi: 'Ben senin bilmediğin
bir şey öğrendim.
Hz. Süleyman'ın bilmediğini Hüdhüd kuşu biliyor!.. Celse'de verilene uyuyor... Ayrıca
Tasavvuf'ta YAKÎN kelimesi İlmel Yâkîn, Aynel Yakîn, Hakkel Yakîn diye geçer. İLMEL
YAKÎN; birşeyi okuyarak, duyarak bilmek... AYNEL YAKÎN, görerek bilmek, HAKKEL YAKÎN
ise yaşayarak, özüne inerek bilmek anlamına gelir. En hakiki bilmek işte bu sonuncusudur ki,
Varlığın verdiği ile uyumludur. Meselâ fedâkârlık, kahramanlık... Çok fedâkârlık ve kahramanlık
hikâyesi duymuşsunuzdur ama bu, bilmenin ilk basamağıdır... Sonra bir askerin fedâkarca birini
kurtarmaktaki kahramanlığını görürsünüz.
Tek başına düşman içine dalar, yaralı arkadaşını kurşun yağmuru altında alır getirir... Bu ilkinden
daha ileridir ama, tam bir bilgi değildir. Kendiniz kahraman olduğunuz zaman, aynı davranışı
kendiniz fedâkârca tehlikeye atılıp, kahramanlık gösterdiğiniz zaman anlarsanız,
ne demek olduğunu!..
Ne var ki, İdâreci'nin yanlış sorusu Varlığın kafasını mı karıştırdı, yoksa Varlık
haddi olmayan bir konuda bilgi vermeye mi kalktı, nedir; İLLİYYİN açıklaması doğru değil!..
Kur'an-ı Kerim'de:
- “Şüphesiz iyilerin kitabı İlliyyûn'dadır.
Demek aslı İLLİYYÛN, illiyyin değil... İyilerin Kitabı oradaymış... Öyle "alelalâde
zümreler"in değil!... Peygamber bile İLLİYYÛN'un ne olduğunu bilmiyormuş!
“...Doğrusu, yoldan sapan kâfirlerin hesap defterleri
Siccîn’dedir.
Şimdi bundan ne anlıyoruz?.. İlliyyûn ile Siccîn birbiriyle alâkalı... Biri iyilerin kitabı, diğeri
kötülerin hatalarının birbir sayıldığı kitap... Varlığın söylediğinin dışında bir durum var.
Ancak Varlık ta tümden hatâlı değil!.. Mutaffifin Sûresi, 21. Âyet şöyle diyor:
- "Allah'a yakınlaşmış olanlar ona şâhit olur."
Yalnız YAKÎN yerine "el mukarrebûne" ifâdesi kullanılmış. KARİP, KURB hep "yakın"
ile ilgilidir. Böylece İLLİYYÛN ile YAKÎN arasında bir ilişki kurulmuş oldu. Bir tek Varlığın
"İLLÎYYİN ancak illetle, ancak hâdiselerin künhüne vâkıf olmaya
çalışan alelalâde zümrelerin elde ettiği bilgidir" şeklinde verdiği İLLİYYÛN tanımı
yanlış kaldı.
Biz bu tesbitten hareketle, Varlığın sorularla ilgili yaptığı bâzı açıklamaları atladık.
Doğru olduğuna inandıklarımızı aldık. Yâni, bir "ayıklama" yaptık ki; her CELSE, her TEBLİĞ
için mutlaka yapılması gereken bir işlemdir.
Şimdi devam edelim:
İ- Efendim, sizin talebelerinizden olan Nâdire Hanım'ın
bir ricası var: "Târihe yakın zamanda iyi sayfalar yazılmış mıdır?" diyorlar.
Bir târihin gerçek mânâsında muhakeme kararını verebilmesi için aradan en az yarım asırlık
bir devrenin geçmesi lâzımdır.... 1919'dan evvelki kısımları sorabilirsiniz ama, 1919'dan
sonra hüküm diye söylemek isterseniz, beni dalâlete sevkedersiniz... Asla!..
OBRUK... Biliyor musunuz obruk ne demektir?
Burada yine duracağız. Varlık'tan şüphe ettik ya, bakalım TÂRİH ve COĞRAFYA hocası
olduğuna göre, bu verdiği bilgiler doğru mu?
"Şüphe ettik," dedim ama, tehlikeli bir durumdan veya bir aldatmadan
bahsetmiyorum. Sâdece Varlığın seviyesini aşan soruya verdiği yanlış cevâbı kastediyorum.
Bunu hepimiz yaparız. En basiti de yol soran birine, bilmediğimiz yeri târife kalkarız. Ben de
bir defa yaptım...
Şeyh Şerif (Şeyh Said'in sağında),
Kalpaklı Binbaşı Kasım (Kasım Ataç, arkada),
Melikanlı Şeyh Abdullah (Bibaşı Kasım'ın solunda siyah sakallı)
Din hükümlerinden bahsediyorsunuz.
Din hükümlerine göre şahsî menfaat amme menfaatine tercih edilebilir mi?"
Abdürrahmân-ı Kürdî, Abdürrahîm Berzenci ve onun kardeşi Abdülkerîm Berzencî,
Abdullah-ı Harpânî ve daha pek çok âlimden (hepsi Kürt) ilim öğrendi. İcâzet aldı."
Sokma avluya!..
Tarih : 18.8.1961
Usûl : Hipnoz yoluyla rûhî infisâl
Medyum: Ali
Medyum- ... İNTİZAR MENZİLİ'ni geçtim..... Ohh!..... MAKSUT MENZİLİ.... Oturdum...... Nefis koku...
İ- Ciğerlerinizi bu nefis kokuyla doldurunuz, efendim. Bu kokuyu asla unutmıyacaksınız.
M- ... Tanıdığım yer... Bu sefer sağımdaki göl suyu yerine bir ırmak akıyor... Irmak
üzeri ağaçtan bir tünel gibi olmuş...
... Çok berrak sular... Çağlıyor ama, sesi yok... Dip
tarafta bir şelâle var... Sular köpüklü olarak dökülüyor... Ses yok...
... Sesler başladı... Arkamdan geliyor... Başımı çevirmek istiyorum, çeviremiyorum...
Kalkıp dereden su içmek istiyorum,
hareket edemiyorum... Sanki çiviliyim... Tepemde hiçbir
ışık yok ama, her tarafım aydınlık... Flüt sesleri... kaval sesleri gibi sesler
arkamdan geliyor...
Uzaklardaki yeşil bulut hareket etti... Arkamdaki ses kesildi... Ohh!... Sanki o kokuyu
yağmur gibi fışkırtıyorlar...
Yüzüme serin serin parçalar geliyor, yüzüm ıslanmıyor... Koku geliyor.
İ- Bu kokuyu asla unutmıyacaksınız.
M- ... Yeşil bulut dağılmaya başladı... Yine muntazam sıralarla dizilmiş vücutlar...
Üzerleri yeşil ipekli ilen kaplanmış...
... bezlerle örtülmüş...
Kollarını, bacaklarını görmüyorum... Yalnız yüzlerini seçiyorum... Onlar da yeşilimsi...
... Gene adım atmıyorlar... Bir makaranın üzerindelermiş gibi kayarak yavaş yavaş
geliyorlar... Biraz önümde durdular...
... En ortalarından birisi yavaş yavaş, kayar gibi önüme geliyor... O kadar güzel bir yüzü
var ki!..
... Yerimden kalkıp elini bulsam... öpmek istiyorum...
Tebessüm ediyor... Bu çehreyi hatırlar gibi oluyorum ama...
... nerede gördüm, bilemiyorum... O gülümsüyor...
İdâreci- Ben ve bütün arkadaşlarım dua ettiler. TANRI kabul etsin. Hoş geldiler.
M- ... O, ellerini göstermeden eğildi, benim alnımdan öptü... Sivri, kısa bir sakalcığı var...
... Gülümsüyor... Geçen sefer görüşecekmiş...İmkân olmamış... Sıra gelmemiş...
İ- Evet, efendim.
M- ... Kendisine "Kitapsızın Ferit" derlermiş... Birinci sınıf... Orta... Târih-Coğrafya
hocası...
"Sana verdiğim emek helâl olsun;" dedi...
Varlık- ... Söyle yavrum, nasıl hoşnut olursunuz?
İ- Kendi âilesi efrâdına bir emirleri var mı?
V- Hayır. Hâşâ!.. Hâşâ!.. Emrim hiç olamaz ya, bir istirhamât-ı şahsiyem de yok.
İ- Peki, efendim. Bizim öğrenmek kastiyle bâzı suallerimiz olacak. Sonra da arkadaşlar
şahsî suallerini soracaklar.
V- Sorsunlar, yavrum, sorsunlar... Nâmünâhiliğin ötesine gidinceye kadar vaktimiz var.
İ- Muhterem üstâdım, Yakîn ile İllîyin arasındaki fark nedir?
V- Bunları izah için evvelâ GÖRME ile BAKMA arasındaki farkı anlatayım. O girizgâh
olacak. Ondan sonra da...
GÖRME bir TANRI vergisidir... BAKMA fizikî, biyolojik bir hâdisedir. YAKÎN'e uğramışlar
kapalı gözle de
gerçeği görenlerdir ki, bir takım mertebeler ilâhî emirle, çalışma neticesindedir.
İLLÎYYİN ancak illetle,
ancak hâdiselerin künhüne vâkıf olmaya çalışan alelalâde zümrelerin
elde ettiği bilgidir.
İşte Yakîn için hudut yok!.. İllîynler için hudut mahduttur.
İ- Teşekkür ederiz, efendim.
Sana Sebe'den yakîn bir haber getirdim."
(Neml Sûresi, 22. Âyet)
İliyyûn’un ne olduğunu sen nereden bileceksin? Yazılmış bir kitabdır.”
(Mutaffifin Sûresi, 18-20. Âyetler)
Siccîn nedir bilir misin? Siccîn numaralanmış bir kitaptır.”
(Mutaffifin Sûresi , 7-9. Âyetler )
V- Kendisini binlerce talebem arasında hatırlıyamadım, yavrum. Kusura bakmasın.
Ben Fenâ'da herşeyi az ve öz olmasını isterdim. Onun için çekinmeden sorunuz.
İ- Muhterem üstâdım, Konya civârında yeni bir kazı yaptılar. Bu kazıdan da Cilâlı
Taş Devri'ne âit yeni bir medeniyet çıktı. Bir saray çıkardılar. Bunun doğruluk derecesi nedir?
V- Evlâdım, kerem buyurun, mefhumları iyi kullanın. Yerinde kullanmazsanız, bir
fikir hiçlemesi olur ve örgünüzün telleri
yanlış tarafa gider ve neticelerini yanlış alırsınız.
Evvelâ mefhumları yerinde kullanınız... Târih hâdiseleri için
derece mefhumu kullanılmaz!
Derece, bir riyâzî ifâdedir ki, bunu ya bir değerlendirmede, ya bir ölçüde,
ya bir mukayesede
kullanırız.
Şimdi sualinize gelelim... Orada yeni bulunan kazı, HİKOK'un şehrinin bakiyet-i
suyûfudur ki, EFLÂTUN orada doğmuştur. (4)
EFLÂTUN, yâni PLATON KONYALI'DIR. (3)
Bir obruk neticesi Milât'tan evvel 700'de bu şehir yok olmuştur. Ondan sonra
aynı yerin
kenarına İKOKON'u kurmuşlardır. O da Milât'tan evvel 63'de harâbolmuştur. (5)
İ- Hayır, efendim... Obruk bir mevkiymiş, efendim.
V- Obruk bir coğrâfî tâbirdir ki, göllerin teşekkül tarzlarını izah eder. Bâzı göller
aşınma neticesi... yer altında çökme meydana gelir,
hâsıl olan çukura OBRUK denir.
(3) EFLÂTUN Konya'da mı doğdu?.. HAYIR!..
ATİNA'da M.Ö. 427 yılında doğdu. İslâm âlimleri ona Eflâtun der ama, lâkabı Platon'dur.
Antik klasik Yunan filozofu, matematikçi ve batı dünyasındaki ilk yüksek öğretim
kurumu olan Atina Akademisi'nin kurucusudur. Bu akademi aynı zamanda günümüzdeki
modern üniversite oluşumunun başlangıcı olarak da kabul edilir. Platon, akıl hocası Sokrates
ve öğrencisi Aristoteles ile birlikte Bilim ve Batı Felsefesi'nin temellerini attı. Eflâtun, aynı
zamanda Sokrat'ın öğrencisiydi. Sokrat'a
dâir bilgilerin çoğu Eflâtun'un diyaloglarından edinilmiştir.
Asıl adı Aristokles olan düşünür, geniş omuzları ve atletik yapısı sebebiyle,
Yunanca Platon (geniş) lâkabı ile anıldı ve tanındı. İslâm âlimlerinin bunu kullanmayıp,
Eflâtun demelerinin sebebi, ona duydukları saygıdır.
Eflâtun, tabii ki
Eflatunculuk ekolönün kurucusudur
İlgi alanları Retorik, Sanat, Edebiyat, Epistemoloji, adâlet, erdem, Politika, Eğitim, âile,
Militarizm idi. Etkilediği Aristoteles, Cicero, Stoacılar, Anselmus, Hobbes, Schopenhauer,
Heidegger, Gadamer, İbn-i Tufeyl, Kindî'dir.
Eflâtun'un felsefesini, beş önemli teori içerisinde toplamak mümkündür. Bunlar,
"bilgi", "idealar", "Ruh'un ölümsüzlüğü", "Kâinat'ın yaradılışı" (Cosmogonie,
Cosmogony - Kâinat'ın oluşumunu inceleyen bilim dalı) ve "devlet" ile ilgili kuramlarıdır. Platon, bütün
hayâtı boyunca
hocası Sokrat'tan edindiği ilham ile gerçek bir ahlâkçı olarak kalmış, bütün bu teorileri,
etik ağırlıklı görüşlerle irdeleyerek geliştirmiştir.
Sokrat ve Eflâtun'a göre Felsefe'nin ana
gâyesi, "insanın mutluluğu ve yetkin hayâtının temini"dir. Yetkin bir hayat, ancak erdemli
yaşamakla elde edilebilir. Erdemin temeli “bilgi”, özü “idealar kavramı”, gerekçesi
“Kâinat'ın yaradılışı”, güvencesi “ölümsüzlük”, hayâtî sığınağı “devlet”tir.
Eflâtun, 50 yıllık uzun bir müddet boyunca bu teorik yapıyı düşünmüş, buna dâir olan
felsefî meselelerle uğraşmış ve bu arada nazariyesini düzeltip olgunlaştırmıştır. Bu yüzden
Eflâtun Felsefesi'nin tetkiki açısından en akılcı yol, bu değişim ve gelişmeyi tâkip ederek,
öğretinin geçirdiği evreleri anlamaya çalışmaktır.
Eflâtun'a göre dört ana erdem vardır.
Eflâtun'un adâlet ve devlet anlayışı çoğu insanı etkilemiştir.
(4) Bakalım HİKOK
diye bir kişi var mı, ve o kişinin yaşadığı bir şehir var mı, Konya yakınlarında?... HICKOK
diye bir Yunan yazar bulduk, ama hayâtı hakkında bir bilgiye rastlamadık... Üstelik Varlığın
dediğine göre bu şehir M.Ö. 700 yılında yok olduğuna göre,
zâten Eflâtun'un orada doğması mümkün değildi... Yanlış bilgi!..
(5) Yine bakalım, İKOKON diye antik bir kent var mı, Konya civârında?... İkokon değil;
İKONİON'muş... Medyum yanlış nakletmiş, veya zapta yanlış geçmiş... Ama Konya'da EKOKON diye
bir gazete varmış, adını nereden almış, tesbit edemedik.
Varlığın "obruk" konusunda verdiği bilgiler doğru... Üstelik bugünlerde (2016) Konya
civârında yeraltı sularını çekip tarla suladıklarından, sık sık yeni obruklar oluşmakta...
Peki, bu Varlık niye Coğrafya bilgisini doğru veriyor da, Târih bilgisinde sallıyor?.. İyimser
bir yaklaşım, bizi imtihan etmek için... Acaba verilenleri araştırıyor muyuz, yoksa hemen doğru
kabul edip inanıyor muyuz diye... Üstün Varlıklar bunu hep yaparlar. Ve araştırmazsanız,
gelir, sizi azarlar, sonra doğrusunu verirler. Bize bir kaç kere oldu. Bu kadar ince eleyip sık
dokumamızın sebebi bu... Ama tabii Varlık bu yanlış bilgileri işkembeden de atmış olabilir.
O yüzden biz bu kısmı sâdece uyarı açısından değerlendiriyoruz.
Şimdi İnternet'te Cavit Utku'nun sunduğu "Yeni Alınan Tebliğler"
görüyorum... Acaba orada alınan "tebliğler"i böyle sıkı inceliyorlar mı?.. Hiç sanmam!
Devam ediyoruz:
İ- Efendim, Nâdire Hanım diyorlar ki, "Konya'da yetiştirdiği
talebelerden memnunlar mı?"
Yorulduk artık, değil mi?.. Celse'de geçen, az kullanılan kelimeleri verip bitirelim.
NÂMÜTENÂHİ , "sonsuz, ucu bucağı olmayan. nihâyetsiz" demektir.
Çok şükür, bu celseyi bitirdik. Misâl olarak seçtiğimiz yanlış bilgi kısmı hâriç, diğer bâzı
yanlış bilgileri de atladık...
Bir Celse'de yanlış bilgi alınması, hattâ bir aldatma olması
"o Celse'den yararlanılmaz" anlamına gelmez!.. İnsanın tecrübesini arttırır.
Ruhi Selman
selman@journalist.com
- BİR SPİRİTUALİSTİN DÜNYASI - ANA SAYFA
- Bilgelik: İdâreciler'in erdemidir.
- Cesâret ve yiğitlik: Koruyucu Kesim'in erdemidir.
- Ölçülülük: Üreten Kesimler'in erdemidir.
- Adâlet: bütün sınıflarla ilgili bir erdemdir.
V- Maalesef!.. Onlar Konya'nın maddiyâtını yaparlarken, mâneviyâtını harâp etmişlerdir.
Tazarru ve niyazda bulunalım,
Hazret-i Pir lânet etmesin. Çünki kendisini bir kazanç
metâhı hâline getiriyorlar.
İnanan da gidiyor, inanmıyan da gidiyor. Bâzen telvis ediliyor.
İ- Nâdire Hanım diyorlar ki, "Muhterem hocam beni tanımadılar. Halbuki bizim evimizin
önünden geçerlerdi.
Ve ben sınıfta biraz yaramazdım.
Sonra babamın da çok aziz bir arkadaşıydı."
V- Hatırlıyamadım, yavrum. Özür dilerim. Kusura kalmasın.
İ- Nâdire Hanım diyorlar ki, "Abim sizin en sevgili talebenizdi. Acaba onun için birşey
söylemek ister misiniz?"
V- HAK yardımcısı olsun. ALLAH taksirâtını affetsin.
İ- Şimdi, efendim, arkadaşlar şahsî suallerini soracaklar.
V- Kerem buyursunlar, yıkasınlar da suallerini, öyle sorsunlar.
İ- Kamrân Hanım diyorlar ki, "Bugüne kadar mesut olduğumu tahmin etmiyorum.
Acaba bundan sonra arzuladığım şekilde
bir hayat geçirebilecek miyim?"
V- En azın kadrini bilmeyen, çoğu bulamaz. Nasıl ki, pekiyi, iyinin düşmanıysa, çok ta
azın, fakat özün düşmanıdır.
İ- Zübeyde Hanım diyorlar ki, " Çocuk bakımı hocasıyım. Psikoloji'de mi, yoksa
Pedagoji'demi çalışayım?"
V- ALLAH insana aklı, hayâtını tanzim etsin diye verdi.
İ- Müsaade ederseniz, ben de bir sual soracağım, zihnen.
V- .... Elbette!... Erik, çağla hâlindeyken ekşidir ama, mürdüm eriği değilsen,
sonradan tatlışacaktır.
İ- Şükran Hanım soruyorlar.
V- ... Hayır, hayır, hayır!.. Aldanmasın, samimi değil! Onun geçici arzularının kurbânı
olursa, hayâtını mahveder.
İ- Muhterem üstâdım, Medyumumuz için bir şey söyler misiniz?
V- ........... Tamam........
İ- Temas hâlinde misiniz?
M- Hayır.
İ- Ayrıldınız mı?
M- Evet.
İSTİRHÂMAT , "istirham etmeler, yalvarmalar, rica etmeler" demektir. İSTİRHAMÂT-I
ŞAHSİYE, "kişisel ricalar" anlamındadır.
DALÂLET , "sapkınlık, doğru yoldan ayrılma" demektir. Sık sık "kılavuzluk, aracılık, ,
iz, işaret" mânâsına olan DELÂLET ile karıştırılır
KEREM , "soyluluk, cömertlik, el açıklığı, bağış, ululuk, büyüklük, asâlet" demektir.
MEFHUM , "kavram" demektir.
BAKİYE , "kalıntı , artan, kalan, geri kalan şey" demektir.
SUYÛF , "yaz" demektir. Varlığın kullandığı BAKİYET-İ SUYÛF , herhalde " güzel
bir yaşantıdan arta kalanlar" anlamındadır.
KÜNH , "öz, kök, içyüz" demektir.
- BİR TEBLİĞ
- ÖLÜM VE SONRASI
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 1
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 2
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 3
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 4
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 5
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 6
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 7
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 8
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 9
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 10
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 11
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 12
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 13
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 14
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 15
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 16
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 17
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 18
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 19
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 20
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 21
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 22
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 23
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 24
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 25
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 26
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 27
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 28
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 30
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 31
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 32
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 33
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 34
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 35
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 36
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 37
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 38
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 39
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 40
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 41
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 42
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 43
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 44
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 45
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 46
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 47
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 48
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 49
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 50
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 51
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 52
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 53
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 54
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 55
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 56
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 57
- BİR OBSESYON VAK'ASI
- ÖTE ÂLEM'DEN ŞİİRLER - 1
- RÜYÂLAR - 1
- RÜYÂLAR - 2
- REİNKARNASYON - 1
- REİNKARNASYON - 2
- ANADOLU'DA REİNKARNASYON ŞİİRLERİ
- İRLANDALI ŞÂİR JAMES CLARENCE MANGAN ANADOLU'DA MI
YAŞADI?
- FİNCAN CELSELERİ - 1
- FİNCAN CELSELERİ - 2
- FİNCAN CELSELERİ - 3
- EKMİNEZİ ÇALIŞMASI
- RÛHÎ FİLİMLER - 1
- ENTERESAN RÛHÎ OLAYLAR
- ERGUN ARIKDAL VE SÂDIKLAR PLÂNI'NI TENKİT
- BÜLENT ÇORAK VE DÜNYA KARDEŞLİK BİRLİĞİ SAFSATASI
- CENAP BAŞMAN VE MARON TARİKATI
- SAPKIN RAEL TARİKATI
- TRANSANDANTAL MEDİTASYON KANDIRMACASI
- MELEKLER'DEN MESAJ ALDIĞINI SANAN ŞAŞKINLAR
- ŞEYTANA TAPAN SATANİSTLER
- KRYON "TEBLİĞ"LERİ VE LEE CARROLL'UN "MEDYUM"LUĞU
- J. Z. KNIGHT ADLI KADIN RAMTHA "TEBLİĞ"LERİ
- SILVER BIRCH TEBLİĞLERİ
- MEDYUM JANİ KİNG VE VARLIK P'TAAH
- "SÜPER İNSANLIK" DERNEĞİ VE UYDURUK "TEBLİĞ"LER
- RA "TEBLİĞ"LERİ
- HAYÂLÎ ANDROMEDA KONSEYİ
- VARMIŞ GİBİ YUTTURULAN PLEİADES KONSEYİ
- HATHOR GEZEGENİNDEN İNANDIRICI OLMAYAN MESAJLAR
- ÜSTAT KUTHUMİ'DEN SAHTE İNCİLER
- ARKTURUSLULAR'DAN ZIRVA MESAJLAR
- MEKTUPLAR