ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 10
Bu celsede Medyum, tanıdığı biriyle karşılaşıyor...
Bu her zaman rastlanan bir durum değildir. Hernekadar Amerika ve İngiltere'deki Medyumlar (!) müşterilerinin ölmüşleri ile "şıp" diye İrtibat'a geçtiklerini iddia ederlerse de, çok şükür ki, Türkiye'de böyle bu durum yaygın değildir. Ben meselâ, 50 YILLIK Spiritualist hayâtımda hiçbir ölmüş akrabamla karşılaşmadım. Bir keresinde babamın bir arkadaşı karşımıza çıktı, o kadar!
Neyse, Celse'yi nakletmeye başlıyalım.
Varlık : İhsan Pehlivanlı
İdareci- Gördüklerinizi ve hissettiklerinizi söyleyin lûtfen.
Tarih : 6.1.1961
Usûl : Hipnoz yoluyla rûhî infisal
Medyum: Ali
Medyum - ... Yeşil bulutun üzerinde... Güzel bir müzik var... Güzel bir müzik var...
İ- Başka ne hissediyorsunuz?
M- ... Her taraf yeşil bulutlar...
İ- Biraz daha yükseliniz.
M- ... Bir ses duydum... Sesleniyor...
İ- Durunuz burada... Sesin nerden geldiğini tesbit etmeye çalışınız.
M- ... Oturuyorum.... Yeşil bir bulutun içine giriyorum... Gene ismimi bağırıyor...
Çok tanıdığım bir ses... Açılıyor şimdi...
... İHSAN BEYAMCA...
İ- Kendinizi lûtfen bize tanıtınız... İhsan Bey kim?
M- ... Ben biliyorum... "Tanıtayım mı?" dedim.
İ- Lûtfetsinler.
M- ... "Lûzum yok," dedi.
İ- Bizimle görüşmek istiyorlar mı, efendim?
M- ... Kendisinin bana söyliyecekleri var...
İ- Peki efendim. Size söylesinler. Bu söylediklerini hiç unutmayınız.
M- ... Asıl esas kalması gereken yerdeymişim. Henüz yerleşememiş...
İ- Bu İHSAN PEHLİVANLI mı efendim? (1)
M- Evet.
İ- Bizim de hürmet ve sevgilerimizi lûtfen iletiniz.
M- ... "Sağolsunlar," diyor...
İ- Kendileri için dua edelim. Nur içinde yatsınlar.
.V - .. Çok teşekkür ederim.
M- ...Duamızı alınca, içine daha fazla ferahlık gelmiş...
İ- ALLAH kabul etsin, efendim. Kendileri acaba bize bulundukları yeri anlatırlar mı?
M- ... "Hiçbir mâlûmatım yok," diyor.... Bana söyliyecekleri varmış.
İ- Söylesinler.
M- ... "Teşekkür ederim," diyor... "Vazifen bitmedi," diyor... "Geçimsizlik yapmalarına
mâni ol," diyor...
İ- Bu geçimsizlik nerdedir, efendim?
V- Çocuklar arasında.
İ- Bugün kendi akrabalarından çocuklar buradaydı. Onlar için bir emirleri var mı?
M- ... "Jâle'yle Mediha'ya benim gösterdiğim ihtimamı göstersinler," diyor.
İ- Peki efendim.
M- ... Çağırıyorlarmış... Beni çağırıyorlarmış... Yollarımız ayrıymış... O geç gidecekmiş...
Çıkacakmışım...
İ- Biz biraz çıkacağız. Söylemek istedikleri var mı, efendim?
M- ... Kayboldu.
Burada biraz duralım... Dediğimiz gibi akrabalardan, tanıdıklardan birisiyle görüşme çok nâdir bir olaydır. Ve gördüğünüz gibi kısa sürer. Çok önemli bir mesajı verir, ayrılırlar.
Peki, Medyum'un "İhsan Beyamca" dediği zat kim?... Araştırdık.
(1) AHMET İHSAN PEHLİVANLI , Cumhuriyeti ilan eden İkinci Meclis'e Ankara mebusu olarak girmiş ve bu görevine Üçüncü Meclis'te de devam etmiştir. Milletvekili olmadan önce başarılı bir Adliye mensubu olarak memleketin muhtelif yerlerinde hâkim ve savcı olarak hizmet etmiştir. Ülkenin, I. Dünya Harbi sonrası imzalanan Mondros Mütarekesi’ne dayanılarak emperyalistlerce yer yer işgâl edilmesi üzerine kurulan Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri'nde görev almaktan çekinmemiştir. Kırşehir’de hâkim olarak bulunduğu sırada Kırşehir Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin kuruluşunda rolü olduğu bilinmektedir. Nitekim bu hizmetlerinin karşılığı olarak Cumhuriyet'in ilânından sonra İstiklâl Madalyası ile taltif edilmiştir. Hem hukukçu, hem siyâsetçi, hem de çeşitli devlet kademelerinde bürokrat olarak çok başarılı bir hayat geçirmiştir.
İhsan Bey 1885 (Hicrî 1301) yılında Keskin’in Abdurrahman Bey Obası Köyü’nde dünyaya gelmiştir. Eşi Gülsüm Hanım’dır. Çocukları Mehmet Burhanettin, Meliha, Ahmet Cemâlettin, Mustafa Kemâl, Selâhattin ve Jâle’dir. İhsan Bey 3 Ocak 1961 yılında (Salı gecesi) kısa süren bir kalp krizi sonucu Ankara’da vefat etmiştir. Vefâtından 3 gün sonra celseye gelmiş, hem Medyum'a, hem de çocuklarına mesajını iletmiştir... Medyumun kendisini tanımasından ortada bir aldatma olmadığı inancındayız. Daha yeni olduğu için, bulunduğu yer hakkında "hiçbir mâlûmatım yok" demesi mantıklıdır.
Devam ediyoruz.
Varlık : Yunus Emre
İdâreci- Yükselmeye devam edin.
V- FENÂ'DA VE UKBÂ'DA BİR TEK YÜKSEK VARDIR. O DA HÂLİK-İ ÂLEM'DİR.
Rehber Varlık- Tahammül edeceğini bilsem, YUNUS'un etrafında kimlerin halkalandığını
tazarruda bulunarak gösteririm. V- HAK, HAK'TADIR. HAK, HAKK'INDIR... HAK, HALKINDIR... HAK, HAK'TADIR.
HAK, HAKK'INDIR... HAK, HALKINDIR.
İ- Nur içinde yatınız. Muhterem üstâdım, arkadaşların bir ricası var. Söyliyeyim mi?
V- BÂZI ELLERDE EN KÖTÜ BAMBU KAMIŞI EN GÜZEL NÂY OLUR... BÂZI ELLERDE
EN İYİ NEY, İBRİK ÜLÜĞÜ GİBİ SES VERİR...
M- ... Tavsiyesi varmış.... "Bir fikri anlatmak için süslemeye kalkmayınız. İki taş koyunuz,
hakikat olsun. İnandığınız olsun.
Tarih : 6.1.1961
Usûl : Hipnoz yoluyla ruhî infisal
Medyum: Ali
Medyum- .... Ses geliyor.... Koku başladı...
İ- Bu kokuyu ciğerlerinize çekiniz, doyunuz.
M- ... Durmak istiyorum.
İ- Peki, durunuz...
M- ... Muktedir olamıyorum... Ses.... ses var... Adımı çağırıyor.
İ- Peki, burada durunuz.
M- Hayır, çıkıyorum... ses geliyor, ses...
İ- Bulunduğunuz yeri lûtfen izah ediniz.
M- .... Sessizlik...
İ- Etraf nasıl?
M- ... Bulutlu... Altımdaki bulut değişti.... Yeşil renk oldu...
İ- Öyleyse biraz daha yükseliniz.
M- ... Durdum... Karşımda vücutları buz şeklinde... elleri, ayakları yok... Yalnız yüzlerini
gördüğüm kadın, erkek geliyor...
Ama bilmiyorum... Saçları falan görünmüyor...
İ- Şimdi biraz sonra kendilerini belli ederler.
M- ... Birisi geldi...
İ- Hoş geldiler Meclisimiz'e.... Bizimle görüşmek istiyorlar mı?
M-... İstiyorlar, hem de çok... "Kimsiniz?" dedim... "Söyleyiniz," dedim...
Varlık - Evvelâ ben sana "hoşgeldin," diyeyim...
M- ... Bu Kat'ta durduğuma teşekkür ediyor... Benimle çoktan beri görüşmek istiyormuş...
İ- Ne mutlu!... Kendisini bize tanıtsın.
M- ... O kalabalığın altına da bir bulut geldi... Hepsi oturdular... Ben de oturayım..
İ- Siz de oturunuz.
M- .., Bir dakika... Rica ederim, siz de oturmaz mısınız?... "Hayır," dedi... YUNUS EMRE... (2)
İ- Hoş geldiler meclisimize. Bize şeref verdiler. Bize geldiğini lûtfen bir mısra ile
bildirsinler.
V- HAMDIM, OLDUM,
EĞRİYDİM, DOĞRULDUM.
İ- Acaba üstâdımız yeni birşey verebilirler mi?
V- Ne istiyor ki?
İ- Yeni bir kıt'a rica ediyoruz.
M- ... Demin söylemiş.
İ- O eski bir şey, onu biliyorduk, efendim.
V- Hayır.
İ- Kendilerinin bize bir emirleri var mı? Sonra bizim ricalarımız olacak.
M- ... "Kendisine tavsiyede bulunun," diyor... "Bir daha kim gelirse gelsin, 'Emirleri
var mı?' diye sormasın," diyor...
"Ruh Âlemi'nin sâkinleri bundan üzülür," diyor.
İ- Peki, ne şekilde sorayım? Lûtfediniz.
V- HAK rızâsı için bir yardımda bulunur mu?
İ- Peki. HAK rızâsı için bize bir yardımda bulunurlar mı?
V- O hazzı tattırdığı için teşekkür ederim... Yalnız... Nasıl yardım edebilirim?
İ- Kendilerinden şiir rica ediyorduk. Lûtfetsinler.
V- TAPTUK EMRE'nin yanına gidelim. (3)
İ- Anlaşılmadı.
M- Taptuk Emre'nin yanına gidecekmişiz.
İ- ??? ... Genel vaziyet hakkında bizi aydınlatırlar mı, diye soruyor arkadaşlar.
M- "HAZRET-İ PÎR onları doyurmadı mı?" diyor. (4)
İ- ????... Evet efendim. Benim için birşey söyler mi ?
M- ... Ruhunu yıkamakta devam etsin. Tuttuğu yoldan şaşmasın.
İ- Yâni gidişat iyi... Müsaade ederlerse bir sualim var: Bâzı şahıslara göre
Ruhlar'la konuşmak din açısından günahmış.
Bunu lûtfederler mi?
M- ... Gülüyor... EKMEK TORBASINDA AZIĞI OLMAYAN, AZIK DAĞITABİLİR Mİ?
İ- Üstâdımız bize nazaran çok yüksektirler. Bizlere nazaran daha bilgilidirler.
Bizi irşat etsinler, yol göstersinler.
M- Fuzûlî konuşmamanızı tavsiye ediyor.
KENDİ BENLİĞİNİ YIKAMASINI ÖĞRENMİŞLER, TANRI KATINDA MÜSÂVİDİRLER.
Fakat Fenâ'dasın, gidemezsin oraya kadar...
V- Söyle, söyle.
İ- Acaba bize kendi sesleriyle hitap ederler mi, diyorlar.
M- ... Hazırlıklı değilmiş....
İ-??? Ayrılıyorlar mı?
M- Hazırlıklı değilmiş... "Babaları onları çok müsrif yetiştirmiş,". diyor... Onun zamanında
da, bu zamanda da vaktin nakit olduğunu bilmezler.
TANRI'nın kendilerine verdikleri kaabiliyeti
büyütemezler, açığa vuramazlar, nurlandıramazlar.
V- Gidiyorum.
İ- Gidiyorlar mı efendim?
V- Gidiyorum....
M- ... Demin şiir söylemiş... Geçen sefer MOLLA AKŞEMSEDDİN gelememiş.. (5)
Bunlardan birisi ayrılmadığı için gelememiş.
İ- ??? Evet efendim.
M- ... "Ne istiyorlar?" diyor.
İ- Muhterem üstâdım, biz madde âleminde olduğumuz için suallerimiz de madde âlemine
âit oluyor.
Bizi bağışlasınlar. Müsaade ederlerse sual soralım.
Tazarrudan uzak olsun".... Demin çok teferruata girmiş...
Gülüyor... "Üzülmesin," diyor..." Kendisi için bir yardımda bulunmak isterim."
İ- Nur içinde yatsın.
M- ... Arzularınızı yerine getirecekmiş... Zamanı çok azmış. "Ne istiyorlar?" diyor.
İ- Şahsî sorular...
M- ... Gitti... İçimden birdenbire bir tebesbüs... Kayboldu, gitti...
İ- Peki, efendim. Yükselmeye devam ediniz.
Burada yine biraz duralım. Bir varlık geliyor, kendini YUNUS EMRE diye tanıtıyor... Böyle Üstün Varlıklar'ın ismi verilince, hemen dikkat kesilmek gerekir. Gerçekten o ise, kısa sürede anlaşılır. Değilse, bir aldatma olabilir. Medyum için tehlike yaratmayacak şekilde Celse'yi götürmek gerekir.
Bizce bu Celse'de gelen Varlığın Yunus Emre olduğunu gösterecek kadar bilgi yok. Yalnız, vezinsiz verdiği iki mısra gerçekten yeni... Celse idârecisi "o eski" diyor, ama yanılıyor. Onun kastettiği Yunus'un "Hamdım, piştim, yandım" ifâdesi... Halbuki burada Varlık
diyor ki, hem güzel, hem yeni, hem de derin mânâlı... Ahıret âlemi'nden verilen şiirler, Dünyâ'da verilmiş olanlara benzeyebilir, çünkü üslûp ve felsefe aynıdır. Tıpa tıp aynı olmadıkça kabul etmek gerekir.
Hep diyoruz ya, bu celseler bize Öte Âlem'den bilgiler vermekle kalmıyor. Bizim târih, din, edebiyat gibi konularda bilgilenmemiz, bilgilerimizi tâzelememizi sağlıyor.
(2) Yaşamı ve kişiliği üzerine pek az şey bilinen YUNUS EMRE, Anadolu Selçuklu Devleti'nin dağılmaya ve Anadolu'nun çeşitli bölgelerinde büyük-küçük Türk Beylikleri'nin kurulmaya başlandığı 13. yüzyıl ortalarından Osmanlı Beyliği'nin kurulmaya başlandığı 14. yüzyılın ilk çeyreğine kadar Orta Anadolu havzasında doğup yaşamış bir şâir ve erendir. Yunus Emre, Hacı Bektaş-ı Veli Dergâhı'nda bulunduysa da, mânevî yükselişini Hacı Bektaş Veli'nin kendisini yolladığı Taptuk Emre Dergâhı'nda yaşamıştır ve o dergâha çok hizmetler etmiştir.
Bir vakitler Yunus isminde çiftçilikle geçinen çok fakir bir adam vardır. Bir sene kıtlık olur. Daha da fakirleşen Yunus, bir çok kerâmetlerini duyduğu Hacı Bektâş-ı Veli’den yardım almak fikrine kapılır. Sığırının üstüne bir miktar alıç (yabani meyva) koyup Hacı Bektaş'ın dergâhına gider. Hediyesini verir ve bir miktar buğday ister. Hacı Bektâş-ı Veli ona lûtf ile muamele ederek, bir kaç gün dergâhta misâfir eder. Yunus geri dönmek için acele eder. Dervişler Pîr’e Yunus’un acelesini anlatırlar. O da “Buğday mı ister, yoksa erenler himmeti mi? diye haber gönderir. Gafil Yunus buğday ister. Bunu duyan Pîr “İsterse o alıcın her tanesine bir nefes edeyim" der. Yunus buğdayda ısrar eder. Hacı Bektaş üçüncü kez haber gönderip “İsterse alıcın her çekirdek sayısınca himmet edeyim," der. Yunus tekrar buğday ister. Alır buğdayı, yola koyulur. Ancak dönüş yolunda hatâsını anlayıp pişman olur. Derhal geri dönerek kusurunu îtiraf eder. Hacı Bektaş, "Artık onun kilidinin anahtarını Tapduk Emre’ye verildiğini, bu yüzden isterse ona gitmesini" söyler... Yunus o himmete kavuşmak için tam kırk yıl Tapduk Emre dergâhında hizmet eder. Dergâha odun taşır, ama bir tek eğri odun bile getirmez... Sonra şeyhi ona gezmesini emreder. O da Anadolu'da ordan oraya dolaşır. Şiirlerini söyler.
Yunus'un yaşadığı yıllar, Anadolu Türklüğü'nün Moğol akın ve yağmalarıyla, iç kavga ve çekişmelerle, siyasî otorite zayıflığıyla, dahası kıtlık ve kuraklıklarla perişan olduğu yıllardır. 13. Yüzyıl'ın ikinci yarısı, sâdece siyâsî çekişmelerin değil, çeşitli mezhep ve inançların, bâtınî ve mûtezilî görüşlerin de yoğun bir şekilde yayılmaya başladığı bir zamandır. Böyle bir ortamda, Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî, Hacı Bektâş-ı Velî, Ahî Evrân-ı Velî gibi ilim ve irfan önderleriyle birlikte Yûnus Emre, Allah sevgisini, aşk ve güzel ahlâkla ilgili düşüncelerini, İslâm tasavvufunu işleyerek yüceltmiştir. Yûnus Emre, "Risâlet-ün Nushiyye" adlı mesnevîsinin sonunda verdiği;
"Söze târîh yedi yüz yediydi,
Yûnus cânı bu yolda fidîyidi."
beytinden anlaşıldığı kadarıyla Hicrî 707 (Milâdî 1307-8) târihlerinde hayattadır. Yine, Adnan Erzi tarafından Beyazıt Devlet Kütüphânesi'nde bulunan 7912 numaralı yazmada şu ifâdelere rastlanmaktadır: Vefât-ı Yûnus Emre Müddet-i 'Ömr 82 Sene 720"
Bu belgeden anlaşılacağı üzre, Yûnus Emre , Hicrî 648 (Milâdî 1240-1) yılında doğmuş, 82 yıllık bir ömürden sonra 720 (Milâdî 1320) yılında vefat etmiştir. Mezarı Eskişehir yakınlarında, Sarıköy veya Yunus Emre diye bilinen tren istasyonundadır.
İşlediği konularla Anadolu'da gelişen Türk edebiyatının en büyük adlarından sayılan Yûnus Emre, yalnız halk ve tekke şiirini değil, dîvan şiirini de etkiledi. Hece ve aruz vezinleriyle yazdığı şiirlerinde sevgiyi temel aldı. Tasavvufla, İslâm düşüncesiyle beslenen dizelerinde insanın kendisiyle, nesnelerle, ALLAH'la olan ilişkilerini işledi, ölüm, doğum, yaşama bağlılık, İlâhi Adâlet, insan sevgisi gibi konuları ele aldı. Çağının düşünüş biçimini ve kültürünü konuşulan dille, yalın, akıcı bir söyleyişle dile getirdi; kendinden önce yetişmiş İran şâirlerinin, çağdaşlarının yapıtlarında geçen kavramlara yeni bir öz, yeni bir deyiş kattı. Bu yanıyla tasavvuf düşüncesini, Alevî-Bektâşî inançlarını zenginleştirdi. O irşâdı en has yol ile, şiir ile gerçekleştiren bir Hak Dostu idi.
EMRE lâkabının Türkçe'de "âşık" anlamına geldiği, artık dilbilim açısından kesinleşmiş
durumdadır.
TAZARRU, "yakarma" demektir. Celse'de "Tazarrudan
uzak olsun" diye geçiyor, bu "insanlardan dilenci gibi birşeyler istemekten vazgeçsin"
anlamında kullanılmış. ALLAH'a yalvarmak ayrı, tabii.
TEBESBÜS, "yalakalık etme" demektir .. Celse'de neden geçmiş, ne maksatla kullanılmış,
anlaşılamadı. Yanlış nakil olması da bir ihtimal...
Tekrar hatırlatalım ki, Celse'nin büyük kısmı sohbet şeklinde geçmekte, TEBLİĞ saydığımız kısımları, her sayfada yaptığımız gibi, büyük harfler ile yazmış bulunmaktayız. O cümleler üzerinde durmak, düşünmek, belki tekrar düşünmek gerekir.
Celse İdârecisi şiir isteyince Varlık, "Tapduk Emre'nin yanına gidelim" diyor ama, orada da şiir alamıyorlar. Çünkü İdâreci bu cümleyi anlamadığı için başka sorulara geçiyor.
(3) TAPDUK EMRE kim?...
TAPDUK EMRE, kesin olmamakla beraber 1200 ile 1300’lü yıllar arasında günümüzde
Aksaray olarak adlandırılan İç Anadolu bölgesinde yaşamıştır. Tapduk Emre, Hacı Bektâş-ı Veli,
Mevlâna ile aynı çağda yaşamıştır. Yunus Emre’nin hocasıdır. Bu mânâda o, dergâh sâhibi
bir pîr, rehber ve mürşittir.
Rum Erenleri, yâni ta Orta Asya'daki Horasan'dan kalkıp Anadolu'ya, o zamanki Doğu Roma İmparatorluğu topraklarına
geldikleri için bu adla anılan dervişler, Hacı Bektâş-ı Veli’ye giderken Emre’ye “haydi sen de
bizimle gel”, derler. Emre, “Dost divânında erenlere nasip veren Hacı Bektaş adında bir
er görmedik”, der ve Hacı Bektaş’a gitmez. Emre’nin sözünü Hünkâr’a iletirler. Hünkâr,
Sulucakarahöyük’te Kadıncık Ana’nın evine yerleşince, çeşitli bölgelerden gelen muhipler,
müritler toplanmaya başlar. Bu arada Hünkâr, Saru İsmâil’i gönderip Emre’yi çağırtır. Emre
yanına gelince Hacı Bektaş, “Siz, dost divânında erenlere nasip veren Hacı Bektaş adında
bir kimse görmedik, demişsiniz. Siz o nasip veren elin bir nişânesi olduğunu da bilir misiniz?”
diye sorar. Emre, “O divânda bir yeşil perde vardı, onun ardından bir el çıktı, bize nasip verdi.
O elin avucunda güzel, yeşil bir ben vardı, şimdi bile görsem, tanırım”, der. Bunun üzerine
Hacı Bektaş elini açar. Emre, Hacı Bektaş’ın avucunda o güzelim yeşil beni görür görmez
üç kez “Tapduk Hünkârım” der!... Bundan sonrada adı, Tapduk Emre kalır.
Emre başındaki tâcı çıkarıp Hünkâr’a teslim eder. Hünkâr, tâcı tekbirleyip tekrar giydirir.
O da izin alıp makamına döner.
Tapduk Emre,
Ehl-i Beyt öğretisiyle onlarca derviş yetiştirmiştir. Bunlar arasında ünü
günümüze kadar gelen ve düşünceleri ile bütün insanlığı kucaklayan Yunus Emre de vardır.
(4) Celse'de geçen "HAZRET-İ PÎR onları doyurmadı mı?"
ifâdesi acaba kimi kastediyor?.. HACI BEKTÂŞ-I VELİ'yi
mi, MEVLÂNA CELÂLEDDİN-İ RÛMÎ'yi mi, yoksa TABDUK EMRE'yi mi?.. Anlaşılamamıştır.
Soran da olmamış!..
Yine Celse'de Geçen sefer MOLLA AKŞEMSEDDİN
gelememiş" deniyor. Daha önce HACI BAYRÂM-I VELİ celsesinde de adı geçmiş, görüşmemiş,
biz de bilgi vermemiştik. Burada kısaca verelim, çünkü bir başka celsede o ismi veren bir
Varlık karşımıza çıkacak.
(5)
MOLLA AKŞEMSEDDİN'in (1389 – 1459) asıl adı Şeyh Muhammed
Şemseddin Bin Hamza'dır. 15. yüzyılın en büyük sûfilerinden biri ve çok yönlü birTürk bilim
adamıdır. 1389 yılında Şam’da doğmuştur. Daha sonra Hacı Bayrâm-ı Veli'ye mürid olmuş,
Fâtih Sultan Mehmet’in hocalarındandır. İlmi konulardaki
önemli başarılardan sonra tasavvuf konusunda da ağırlığını göstermiş, daha sonra da
II. Murad’ın emir ve isteğiyle Fâtih Sultan Mehmet’in hocalığına tâyin edilmişti İstanbul’un
mânevî fâtihi olarak da anılır.
Akşemseddîn Göynük’te 1459 yılına kadar yaşadı. Göynük’teki târihî Süleymân Paşa
Câmii’nin bahçesine defnedildi.
Genel bir değerlendirme yaparsak, Celse'de verilenler arasında, irtibat kurulan Varlığın
Yunus Emre veya Tapduk Emre olup olmadığı hususunda bir kanaat uyandıracak bilgi yoktur.
Ancak gelenin aldatıcı, Geri bir Varlık olduğunu düşündürecek hususlar da yoktur. İstifâdeli
bir irtibat olmuştur.
Devam ediyoruz.
Medyum- .... Yukarı kısımda karanlık meydana geldim... Üşüyorum...
M- Kendisinin de BAŞBUĞ olarak kabul ettiği MUSTAFA KEMÂL bu arzusunu
gerçekleştiremeden öldü. (11) TÜRK MİLLETİ'nin muhtaç olduğu V- Bugün ne ve nasıl hizmette bulunurum?
Kendisi çocukken hocası Kamışlılı Nuri Efendi, onlara Öbür Âlem'de Kirâmeyn Kâtipleri'nin
bulunduğunu, gelenleri gidenleri kaydettiğini, "Arkadaşınızın sualini ona sormak lâzımdır," diyor gülerek... "Ben bir daha karşılaşmak
istemiyorum," diyor.
Amma uzun celseymiş!.. Araştıracak ne kadar çok şey var!..
İdâreci- Yükselmenize devam ediniz... Bu karanlık kısmı geçiniz...
M- ... Üşüyorum...
İ- Biraz daha yukarı çıkarsanız ısınacaksınız... Biraz daha sür'atli çıkın.... Nasıl burası?
M- ... Aydınlık ama, kokuyu kaybettim.... gözlerim kamaşıyor...
İ- Peki, ininiz aşağıya.... Durunuz.... Biraz daha ininiz....
Şimdi kokuyla karşılaşacaksınız... Burası nasıl?
M- Koku duyamıyorum.
İ- Biraz daha ininiz... Burada ufkî olarak dolaşınız. Bizimle görüşmek isteyen Muhterem
Varlıklar'la Temâs'a geçiniz.
M- ... Gâyet güzel!... Diyorum ki, eziyetten kızma... Kazınma...
Altımdaki bulutu değiştirdiler... Sonra ellerimi bağladılar....
Duruyorlar... Yalnız ellerimi görüyorum, kollar yok...
"Dur şimdi," diyorlar... "Kimsiniz?" diye sordum... Başlarını sallıyorlar...
Bulutlar içinden birisi bana doğru geliyor....
... Meşhur ŞİNÂSÎ... (6)
İ- Geldiler mi, efendim?
M- ... Hatâ işlemişim... "Meşhur" demekle... O bana "Yalnız Şinâsî, de," diyor.
İ- Hoş geldiler Meclisimiz'e... Kendileri için dua ediyoruz... ALLAH kabul etsin.
Varlık- Berhüdâr olsunlar...
M- ... Gülüyor... Onlar neyse gerçekte... yalanmış... Arkadaşına söylemiyorum...
... "Meclisimiz'e hoş geldiniz, demesin," diyor.
İ- Peki, efendim. Ne diyelim?
M- ... "Ne istiyorlar?" diyor.
İ- Kendilerinin bize öğütleri var mı, efendim? Evvelâ onları dinleyelim, sonra bizim
ricalarımız olacak.
V- Eskilerin yaptıkları hatâları sizler tekrar etmeyiniz.
M- Kemiklerinin bulunduğu yerin üzerine apartman yapmışlar!..Şimdi yıkılmış ama gene
mezbelelik içinde!.. (14)
İ- Nerede bulunuyormuş kabirleri, efendim?
V- İstanbul'da, Taksim'le Tepebaşı arasında.
İ- Efendim, bize acaba yaşadığı devre âit hâtıralarını lûtfederler mi? .
M- ... "Lüzum yok," diyor... "Benden bir istedikleri var mı?" diyor.
İ- Diğer arkadaşları ile görüştürebilir mi?.. Şimdi ideal arkadaşları ile berâber mi?
M- ... Gülüyor...
V- Burada mekân ve zaman yoktur. Irk, mezhep, din yoktur. Herkes
takdir edilen Derece'ye göre bulunur.
Bir Derece diğer Üst Derece'ye, veya Alt Derece'ye inemez.
İ- Acaba bu Dereceler ne kadardır?..
V- HÜDÂ'dan başka kimse bilemez.
İ- Kendi Kat'ında, kendi Derece'sinde bulunan arkadaşları var mı?
V- VICTOR HUGO (7), REŞİT PAŞA (8), AVNİ... YENİŞEHİRLİ AVNİ (9)...
İ- Anlaşılmadı efendim. Tekrar eder misiniz?
V- Tekrar etmem!... Ne istiyorlar?
İ- Efendim, memleketin bugünkü durumu hakkında bize biraz mâlûmat lûtfeder misiniz?
V- Gaipten haber vermek benim kudretim dâhilinde değil!
İ- Hâlihazır durumdan rica ettik. Meclis kuruldu... II. Cumhuriyet ilân ediliyor...
Memleketin umûmî ahvâli hakkında mümkün olduğu kadar lûtfederler mi?
M- ... "Neyi öğrenmek istiyorlar?" dedi... "Herşey açık," diyor.
İ- Yâni, bu gidiş memleket için hayırlı mı?
M- ... "Çok yakın istikbâle de mâtuf olsa, yârından haber vermek, gaipten haber vermektir.
Benim kudretimin dışındadır," diyor...
"Yârın ne olacağını sorsa da, söyliyemem," diyor.
İ- Efendim, arkadaşlar rica ediyorlar. "Bize kendi sesleriyle bize kendi yaşadıkları devre
âit bir hâtırayı anlatsınlar," diyorlar.
M- Hayattayken kendi sesini hiç beğenmezmiş... "Ne yapacaklar?" diyor.
İ- Kendi seslerini biz hiç işitmedik. Ancak kitaplardan okuduk. Kendisi hakkında
bir parça mâlûmatımız var. Bu bakımdan kendi sesleriyle...
M- "Olmaz," diyor.
İ- Peki efendim. Türkân Hanım bir hâtıralarını rica ediyor.
M- ... Suphi Ziya Tevfik (10) kızarmış.
İ- Niye efendim?
M- "GÜLMEYİ İKİNCİ BİR DİN OLARAK KABUL EDİNİZ," diyor.
İ- Nur içinde yatınız.
bütün esasların düğüm
noktası, TÜRK MİLLETİ'nin gülmeyi öğrenmesi ve gülebilme kudretini kazanmasıdır.
İ- Üstâdım, müsaade ederseniz bir sualim var: Kaabiliyet Ruh'tan mı, bedenden mi gelir?
M- ... Gülüyor... "NE RUH'TAN, NE BEDENDEN... SÂDECE SABIRLA, AZİMLE
ÇALIŞMAKTAN GELİR," diyor.
İ- "Anadan doğma sanatkâr, Ruhu sanatkâr" gibi tâbirlerimiz var. Bunların mâhiyeti nedir?
V- SAN'AT, KAABİLİYET DEĞİL, HASLETTİR.
İ- Şu halde hasletler ruhtan mı gelir, bedenden mi? Sonradan mı kazanılır?
V- Ruh'tan... Beden basit bir maddedir.
İ- Peki, sonradan kazanılan haslet olabilir mi?
V- HASLET DOĞUŞTAN KAZANILIR... KAABİLİYET ÇALIŞMAKLA KAZANILIR.
İ- Üstâdımız bu sualimi bağışlasınlar. Tecessüs sâikasiyle soruyorum. Acaba
tekrar Dünyâ'ya gelecekler mi? Ve ne zaman gelecekler?
M- ... Bilemezmiş... Fakat gelmeyi de hiç arzu etmiyormuş...
İ- Efendim, hayat kaynağı olarak sâdece bizim yaşadığımız yeri biliyoruz. Diğer
dünyalar var mı? Hayat olan dünyalar var mı?
Eğer varsa, oradaki Varlıklar bizim gibi mi?
M- "Dünyâ'dan kasıt nedir?" diyor.
İ- Canlı Varlıklar... Bedenli varlıklar...
V- FENÂ DEDİĞİMİZ BİR TEK YER VARDIR. O DA ÜZERİNDE YAŞADIĞIMIZ DÜNYA...
BAŞKA DÜNYA YOKTUR... NÂMÜTENÂHİ ÂLEMLER VARDIR.
İ- Peki, o âlemlerde hayat var mı?
V- Hayır.... Üçünde hayat olabilirmiş...
İ- Nedir onlar, üstâdım?
V- Bilmiyorum.
İ- Söylemek mi istemiyorlar, yoksa bilmiyorlar mı?
M- ... Bilseymiş, söylermiş...
İ- Peki, efendim... Niyâzi Kıran Bey'in oğlu Demir Kıran acaba hangi Kat'tadır?
Niyâzi Bey,"Kendisiyle görüşebilir miyim?" diye soruyor.
M- ... Gülüyor... Hocası KAMIŞLILI NURİ EFENDİ (12) mahalle mektebinde KİRÂMEYN
KÂTİBİ'nden bahsetmiş (13)... Bu hakikatmış... 98 sene evvel
buraya geldiğinde bir defa
karşılaşmış.... Gülüyor... "Bir daha karşılaşmak istemem," diyor... Onun için, ancak ona
sormak lâzımmış.
günahlarımızı sevaplarımızı yazdığını, ilmühâlde
okuturmuş. 98 sene evvel Fenâ'dan Bekâ'ya göçtüğü zaman (13), bir defa karşılaşmış...
Bilmiyor, onun Kirameyn Kâtibi olup olmadığını... Fakat onun herkesi gönderdiğini,
gelenleri karşıladığını biliyor.
İ- Nur içinde yatsın. Bize nasihatları var mı, efendim?
M- ... Gitti!...
İ- Peki, öyleyse... Lûtfen dolaşınız. Dolaşırken Ali Nazmi Özügür Bey'le temas temin
etmeye çalışınız. Karşılaştığınız Muhterem Varlıklar'dan rica ediniz.
M- Biraz daha aşağıya ineyim.
Yavaş yavaş aşağıya ininiz. Durmak istediğiniz yerde bildiriniz, durduralım.
M- Durayım.
İ- Durunuz... Burada dolaşınız.
(6)Efendim, Edebiyatçı, Gazeteci,, Şâir, Yazar, Yeni Osmanlı diye bilinen devrimcilerden
İBRÂHİM ŞİNÂSİ (1826 – 1871) Türk toplumunda
Tanzimat’ın ilânı ile başlayan batılılaşma
sürecinin ilk ve en önemli yazarlarındandır.
ŞİNÂSİ İstanbul'da 1826 yılında doğdu. Babası, topçu yüzbaşı Mehmet Ağa, annesi ise
Esma Hanım'dı. 1828'te babası Yüzbaşı Mehmet Bey'in Rusya ile yapılan savaşta Şumnu'da
şehit düşmesiyle henüz iki yaşındayken yetim kaldı. Çocukluğu yokluk içinde geçti. 1832'de
Mahalle Mektebi'ne girdi. İlköğretimini Mahalle Sıbyan Mektebi'nde ve Feyziye Okulu'nda
tamamladı. Memuriyet hayatının on beş yaşından önce başladığı tahmin edilir. Annesi
Tophane Müşirliği’nde binbaşı rütbesiyle görevli bir kişiyle evlenince, üvey babası tarafından
Tophane Müşiriyeti Mektubî Kalemi'ne kâtip adayı olarak girmesi sağlandı. Burada görevli
memurlardan İbrahim Efendi'den Arapça ve Farsça öğrendi. Aynı kalemde görevli eski adı
Chateauneuf olan Reşat Bey'den Fransızca dersi aldı. Bu görevindeki çalışkanlığı ve başarısı
nedeniyle, önce memurluk, sonra hulefalık derecesine yükseltildi.
Tophane Müşiriyeti’ne verdiği bir dilekçe üzerine 1849'da mâliye alanında eğitim alması
için devlet tarafından Pâris'e gönderildi. Mustafa Reşid Paşa tarafından mâliye eğitimine
yönlendirildi. Ancak edebiyat ve dil konularındaki çalışmalarını sürdürdü. Oryantalist
De Sacy Ailesi ile dostluk kurdu.
Ernest Renan'la tanıştı, Alphonse de Lamartine'in
toplantılarını
izledi. Oryantalist Pavet de Courteille'e çalışmalarında yardım etti. Ünlü dilbilimci Paul Emile
Littré ile tanıştı. Durûb-ı Emsâl-i Osmâniyye (Osmanlı darb-ı meselleri-atasözleri) adlı eseri
hazırladı (1863’te basılmıştır). Bu eserde Türkçe atasözlerini Farsça ve Arapça karşılıkları
ile karşılaştırdı; varsa Fransızca benzerlerini ilave etti. 1851'de Société Asiatique'e üye
seçildi. Buraya Kemâl Efendi’den (Mart 1850) sonra üye olan ikinci Türk’tür.
1854'te Pâris dönüşünde bir süre Tophane Kalemi'nde çalıştı. Daha sonra Meclis-i Maarif
Üyeliği'ne atandı. Kimi kaynaklara göre Encümen-i Dâniş'te de görev yapmıştır. Koruyucusu
Sadrazam Mustafa Reşit Paşa’nın görevinden ayrılması üzerine Meclis-i Maarif üyeliğinden
çıkarıldı. Görevinden uzaklaştırılmasına sebep olarak memuriyete ve rütbesine yakışmayacak
davranışlarda bulunması ve hatta sakalını tıraş etmesi gösterilmektedir. Reşit Paşa, 1857'de
yeniden sadrazam olunca, Şinâsi de eski görevine döndü. 1858’de Mustafa Reşit Paşa’nın
ölümünden sonra
Yusuf Kâmil Paşa’nın koruyuculuğunu kazandı.
1858-1859 yılları içinde Şinâsi’nin Tiryal Sultan’ın sarayından Nâvekter Hanım’la evlendiği,
ilk kitabı "Tercüme-i Manzûme"’yi yayınladığı ve Kuleli Olayı diye
bilinen Sultan Abdülmecid’e
karşı düzenlenmiş bir suikast olayına adının karıştığı bilinmektedir.
1862’den itibâren çıkardığı Tasvir-i Efkâr
adlı gazetesinde siyâsî otoriteyi rahatsız edecek
bâzı hicivleri ve genellikle eleştirici tutumu yüzünden, doğrudan Sultan Abdülaziz’in
irâdesiyle 4 Temmuz 1863’te Meclis-i Maârif’teki işine son verilerek memuriyetten ihraç edildi.
1865’te Tasvir-i Efkâr’ı Nâmık Kemâl’e bırakıp
Fransa’ya gitti. Pâris’te sözlük çalışmalarına yöneldi. Masrafları Mustafa Fâzıl
Paşa tarafından karşılandı, Jean Pietri vâsıtasıyla Nâmık
Kemâl’le haberleşti. Ancak Nâmık Kemâl ve diğer Yeni Osmanlılar
Pâris’e geldiklerinde onlardan uzak durarak çalışmalarına devam etti. Société Asiatique
Üyeliği'nden ayrıldı.
1867’de Sultan Abdülaziz Pâris’e gelince Pâdişâh'a refakat eden Fuad Paşa ile görüşüp
İstanbul’a dönmesi konusunda söz veren Şinâsi , Pâdişâh'ın maiyetiyle beraber Peşte’ye gitti.
Pâdişâh'ın ayrılmasının ardından orada bir süre daha kalıp Macar dil bilginleri ve şarkiyatçılarla
görüştü. Sâdece birkaç ay İstanbul’da kalan Şinâsi bu arada, Fuad Paşa’ya bir dilekçeyle
başvurup, İstanbul’a dönmesi yolunda yardım ricasında bulunan karısını, bu davranışından
dolayı boşadı. Kısa bir süre sonra tekrar Pâris'e döndü. Burada kaldığı iki yıla yakın sürede,
Fransa Milli Kütüphânesi’nde Osmanlı Lügati için çalıştı. Neredeyse hayâtının tek amacı
hâline gelen bu eser “TI” harfine kadar hazırlanmıştır. Ancak bu çalışmaların günümüze kadar
hiçbir parçası ele geçmemiştir.
Şinâsi, 1869'da İstanbul'a dönüp bir matbaa açtı ve eserlerinin basımıyla uğraşmaya
başladı. Önce Bâbıâli’deki matbaasına yerleşip dizgi işlerini kolaylaştırıcı bir sistem arayışına
girdi, ilâveleriyle beraber 5-600 çeşidi bulan harf sayısını 112’ye indirdi ve bu yeni teknikle
eserlerini bastı. 13 Eylül 1871'de beyin tümöründen vefat etti. Ayaspaşa Mezarlığı’na defnedildi.
Mezarının yeri kaybolmuştur. (14) Celsede verildiği gibi, Şinâsi merhumun mezarı
1961'de belki orası mezbelilikti, şimdi nedir, kimbilir!
Türk toplumunu Batı tarzındaki şiirle tanıştıran ve tiyatro,
makale gibi Batılı edebi türlerin ilk örneklerini veren
Şinâsi, yenilikçi fikirleri ve edebiyat
sahasındaki çalışmalarıyla kendi döneminin aydınlarını etkilemiş önemli bir isimdir.
Geniş halk kitlelerini eğitmek için gazeteyi bir araç olarak gören Şinâsi, ilk Türkçe
özel gazete olan Tercüman-ı Ahvâl'i, Âgâh Efendi ile birlikte çıkardıktan sonra, matbaa
kurup Tasvir-i Efkâr adlı gazeteyi çıkarmış; tefrika, abone gibi kavramları ülkenin gazetecilik
yaşamına getirmiştir.Sanatçı tiyatroyu da eğitime katkı sağlamak üzere bir araç olarak
değerlendirdi ve ilk Türkçe tiyatro olan Şâir Evlenmesi'ni kaleme aldı. Ancak bu tiyatro
sahnelenememiştir. Tasvir-i Efkâr Matbaası'nda kendi ekonomik sermâyesiyle matbaacılık,
yayımcılık yaptı; bastığı eserlerle kültür hayâtına katkı sağladı.
Şinâsi'nin gazeteyi, tiyatroyu
bir "eğitim aracı" olarak görmesi çok önemlidir. Keşke günümüzde onlara ek olarak radyoyu,
televiziyonu, sinemayı, İnternet'i, "sosyal medya"yı gerçek birer eğitim ve kültür aracı olarak
kullanan mütefekkirlerimiz, devlet adamlarımız olsa!..
Kendisi ile aynı mertebede bulunduğunu bildirdiği üç şahsiyet gerçekten orada mıdır,
bilemeyiz. Ancak bu zatlar hakkında bilgi edinebiliriz. En azından aynı dönemde yaşayıp
yaşamadıklarını öğrenebiliriz.
(7) VICTOR HUGO
26 Şubat 1802 tarihinde
doğmuş, 22 Mayıs 1885 tarihinde vefat etmiş, Romantik akıma bağlı Fransız şâir, romancı
ve oyun yazarıdır. Edebî ünü ilk olarak şiirlerinden sonra da romanlarından ve tiyatro
oyunlarından gelir. Fransa dışında en çok Sefiller ve Notre Dame'ın Kamburu romanlarıyla
tanınır. Şinâsi'nin devirdaşıdır. Celse'de verilen bilgi doğru...
(8)
KOCA MUSTAFA REŞİT PAŞA (1800 - 1858), Osmanlı sadrazamı, devlet adamı,
diplomat idi. Osmanlı Devleti'nde Tanzimat'ın mimarı ve devrin en önemli devlet adamlarından
biridir. Sultan Abdülmecit döneminde 6 kez olmak üzere toplam 7 yıl 1 ay sadrazamlık
yapmıştır. Ayrıca 4 kez Hâriciye Nâzırlığı, Edirne Vâliliği, birden fazla kez Pâris ve Londra
elçiliği görevinde bulunmuştur. II. Mahmud döneminde Londra Büyükelçisi iken mason olmuş,
İngilizler'in teşviki ile II. Mahmud'a
1838 Balta Limanı Anlaşması'nı, sonra 17 yaşında tahta geçen tıfıl
pâdişah Abdülmecid'e 1839'da
Gülhâne Hatt-ı Hümâyûnu'nu, yâni Tanzimat Fermânı'nı
imzalatmıştır. Bunlar yenilik sayılır ama, Osmanlı Devleti'nin çöküşünü de hızlandırmıştır.
Koca Mustafa Reşit Paşa, (Bu "koca-büyük" lâkabı masonik bir tâbirdir. Paşa'nın 33.
Derece'den Büyük Mason Üstâdı olduğunu gösterir. Hoşlanmayız, ama kullandık, çünkü bir
MUSTAFA REŞİT PAŞA daha var ki, o makbûl bir zattır. Ondan ayırt etmek istedik.)
Şinâsi'nin devirdaşıdır, onu himâye etmiştir. Celse'de verilen bilgi doğru...
(9)
YENİŞEHİRLİ AVNİ (1826 – 1884), Türk şiirinin Batı'ya açıldığı bir dönemde dîvan şiiri
tarzını devam ettirmiş bir şâirdir. Tanzimat şâirlerinden Nâmık Kemâl, ve Ziya Paşa'nın
hayranlığını kazanan bir şiir ustasıdır. Yahya Kemâl Beyatlı'yı da çok etkilemiştir. Şinâsi'nin
devirdaşıdır. Celse'de verilen bilgi doğru...
Böylece gelen Varlığın ŞİNÂSİ olduğuna inancımız arttı.
Tebliğleri inceleyin, değerlendirmelerinizi bize yazın. Sonra üzerinde birlikte bir
değerlendirme daha yaparız.
Burada sâdece KAABİLİYET ve HASLET kelimelerinin mânâlarını vermekle yetineceğiz.
(10)Suphi Ziya Tevfik diye birini bulamadık. En azından İnternet'te böyle biri yok. Bilen
varsa, lûtfen bize yazsın.
(11) Varlık, MUSTAFA KEMÂL bu arzusunu
gerçekleştiremeden öldü" diyor... Rahmetli ATATÜRK'ün
pek gülen fotoğrafı yoktur, daha doğrusu gülen fotoğraflarını milletten saklarlar, ama milletin
yüzünü güldürmek, mutlu yaşatmak istediği muhakkaktır. Olmadı, ömrü yetmedi... İnşaallah
bunu gerçekleştirebilecek biri çıkar.
(12) KAMIŞLILI NURİ EFENDİ'yi de bulamadık. Bunu normal görüyoruz. Çünkü kendisi
sâdece bir mahalle mektebi hocasıdır. Bugün geçmişteki herhangi bir ilkokul hocasını da İnternet'te
bulamıyabilirsiniz. Benim başöğretmenim gibi... Ancak Kamışlı, Suriye'nin Türkiye sınırında
bir kasabadır. Orada doğmuş, yetişmiş biri olduğunu tahmin ediyoruz.
Geldik bu uzun celsenin son bölümüne... Bakalım karşımıza kim çıkmış?
V- TUNÇ BİR HEYKEL YAPMAK İSTEYEN BİR İNSAN, EVVELÂ ONUN ALÇIDAN
KALIBINI DÖKER... TECELLİ EDEN SANAT, TUNÇTA DEĞİLDİR. YONTULAN KALIPTA,
ALÇIDADIR... RUH, VÜCUDUN ÖZÜ, VÜCUT, RUHUN MİKABIDIR.
İ- Ruh, başlıbaşına bir maddeye tesir edebilir mi?
V- Eder... O, SİZLERİN, BİZLERİN RUHLARI DEĞİLDİR!.. RUH OLARAK MADDEYE
TESİR EDEN, DOĞRUDAN DOĞRUYA TESİR EDEN, YALNIZ VE YALNIZ BÜTÜN RUHLAR'IN
HÂLİK'İDİR.
İ- Evet, efendim.
İNSAN, (ana rahminden itibâren) HAYÂTI, KÜLLÎ İRÂDE TARAFINDAN DEMİRCİLİĞİ
YAPILMIŞ ZİNCİR HALKALARINDAN İBÂRETTİR.
LEVH-İ MAHFUZ'da kendisine şehitlik rütbesi tevzi edilmiş... Boğazlıyan'da bulunup
oranın hakikaten bütün TÜRK ve MÜSLÜMAN halkını kılınçtan geçirmek için hazırlanan
Ermeniler'i tehçir etmiş... Tehçir kararı kendisine gelmemiş... Ancak Boğazlıyan Ermenileri'ne
en ufak bir şekilde kanundışı, ahlâkdışı harekette bulunmamış...
"Esâsen şehitlik rütbesi tevcih edilen kimse TANRI'ya rücû eder, sonra sâdece
karşılanır ve Mahşer Günü'ne kadar misâfir edilir," diyor.
İ- Nur içinde yatsınlar... Yalnız üstâdımız bu şehitlik ânını bize daha geniş anlatırlarsa,
memnun kalırız.
KAABİLİYET, "yetenek, bir kimsenin bir şeyi anlama veya yapabilme becerisi,
br duruma uyma konusunda organizmada bulunan ve doğuştan gelen güç, kapasite,
dışarıdan gelen etkiyi alabilme gücü" diye târif edilmiş, ancak " herhangi bir şeyi öğrenmek,
bir işi yapmak ve tamamlamak, ya da bir duruma başarıyla uymak konusunda organizmada
bulunan ve doğuştan gelen güç, kişinin kalıtımsal olarak öğrenmesini çerçeveleyen sınır"
diye bir de ek yapılmış... Artık kaabiliyet doğuştan gelen mi, sonradan kazanılan mı, doğuştan
gelip sonradan geliştirilen mi, siz karar verin...
HASLET, "İnsanın yaradılışından gelen özellik, huy, insanın yaratılışındaki tabiatı, mizâcı,
insanın yaradılışındaki doğası" demektir. Bu durumda bizce Varlığın açıklaması doğrudur.
Huy ise, "Huy canın altındadır" , "Can çıkmadan huy çıkmaz" halk deyişlerinden hareketle
değişmediğini kabul edebiliriz.
Medyum- ... çok nefis sesler duyuyorum... Kimseyi görmüyorum...
İdâreci- Dolaşınız burada.
M- ... BOĞAZLIYAN KAYMAKAMI ŞEHİT KEMÂL BEY. (13)
i- Nur içinde yatsınlar. Bize şeref verdiler. Kendileri için dua ediyoruz... ALLAH
kabul etsin.
M- ... İngilizler Beyazıt Meydanı'nda asmışlar...
İ- Hangi tarihte, efendim?
M- ... 21 Mart 1919...
İ- Bize yaşadığı devre âit hâtıralarını naklederler mi?.. Şehitlik hikâyesini kendi
ağızlarından dinlemek istiyoruz.
M- ... KÜRT MUSTAFA PAŞA DİVÂNI haksız yere kendisini idâma mahkûm etmiş...
Önce çok üzgünmüş...
Ama buraya geldikten sonra bunun bir LEVH-İ MAHFUZ'da yazılmış
bir teveccüh olduğunu anlamış... Çok bahtiyar şimdi...
İ- Evet efendim.
M- ... Bu bulunduğunuz yere çok yakın bir yerde ADNAN isminde oğlu varmış.
İ- Neredeymiş, efendim? Acaba adresi nedir? Eğer lûtfederseniz, kendilerine gidip
bildirelim, bir mesajı varsa.
M- ... Kumaş dokuyan bir fabrika...
İ- Evet, efendim.
Adnan Ergüder imiş oğlu.
M- ... Beş sokak sağdaymış...
İ- Yani buradan itibâren... Menekşe bir... Sümer iki... Şimdi semt olarak bize
verebilir misiniz?
M- ... "Yorulmasınlar," diyor.,
İ- Yok, bizim için bir şereftir.
V- ... Sâdece bulurlarsa; kendisinin kazadan, belâdan, kuru iftirâdan korunması için her
zaman tazarru ve niyazda bulunuyorum.
İ- Peki, efendim. Yalnız bize bir daha şu adresi sarih olarak verirlerse, hatta evde
telefonları varsa, telefon numarasını da lûtfetsinler.
V- Arkadaşınız çok aceleci... MADDENİN YAKININA GELİNİZ AMA, ÇOK BASİT
ŞEKİLDE TEZÂHÜRÜNÜ SORMAYINIZ.
İ- Peki, efendim.
M- ... "Nasıl memnun edebilirim kendilerini?" diyor.
İ- Bâzı suallerimiz var, efendim. Yalnız suallere başlamadan evvel, kendi yaşamış
oldukları devre âit bir vak'a anlatırlarsa, memnun oluruz.
M- ... Bana müteşekkirmiş... Uzun bir müddet uğraşarak hayâtını tesbit edip yazmışım
ama, esâsen bu gelişlerinde o teşekkürünü iifâde etmek istiyor...
Öldüğü gün o zamanın
gençliği, İngilizler'in bütün tazyikine rağmen, kendisinin millî kahramana yakışır şekilde
hareket etmişler...
Büyük Millet Meclisi kendisine "millî şehit" ünvânı vermiş...
V-Bir de kadirşinas hareket olarak, benim hayâtımı yazdığını sanıyorum.
İ- Evet, efendim.
M- ... "Nasıl yardımda bulunabilirim kendilerine?.. Nasıl memnun edebilirim?" diyor.
İ- Evvelâ bize acaba kendi sesleriyle hitap edebilirler mi?
M- ... "Evet," diyor.
İ- Medyumumuzdan istifâde ederek lûtfediniz, efendim.
M- ... (uğraşır) ....
İ- Medyum biraz rahatsız, efendim.
M- ... Beni çok yormuşsunuz...
İ- Evet, efendim. Peki, öyleyse. Biraz dinlenmek ister misiniz?
M- ... Sorsunlar.
İ- Ruhlar'ın bedene tesir tarzını lûtfeder misiniz?
M- ... "Ne demek?" diyor.
İ- Ruhlar bedene nasıl tesir ediyor?
M- ... "Ne istiyorlar?" diyor.
İ- Üstâdımızı dinlemek istiyoruz...
Efendim, Selâhattin Bey'in ricası şu: Millî Mücâdele esnâsında Boğazlıyan'daki millî
mücâdele hareketlerinden dolayı,
kendileri Öbür Âlem'de bir sorguya muhatap olmuşlar mı?
M- ... Kendisi, 45 seneden beri Millî Mücâdele katliamının üzüntüsü içinde...
M- ... "Arkadaşınız," diyor, "kat'iyen sualini tevelli düşünerek sormuyor," diyor. "Şehitlik
ânından ne kastediyor?" diyor.
İ- Şehit olurkenki durumunuz... ve efkâr-ı umumîyeyi kastediyoruz. O andaki hâlet-i
ruhîyeyi.
M- Başlangıçta izah etmiş... Önce adâletsizce verilmiş hükme üzülmüş... Çocuklarını,
ihtiyar babasını, bütün yalvarmalarına rağmen kendisine son defa göstermemişler... O zaman
fâniymiş... Halbuki şimdi arzu ettiği zaman bol bol görebiliyor, seyredebiliyormuş... Bilâhare
dört sene sonra babası da kendi yanına gelmiş. Kendisine tevcih edilen rütbeden babası da
faydalanmış.
İ- Efendim, bu Boğazlıyan hâdisesinde emir verenler Enver Paşa, Cemâl Paşa, onlar da
şehit mertebesinde mi?
V- Şüphe mi ediyorsunuz?.. Onların pek çok hatâları yanında, son katilleri havâsât-ı
nefsâniyeleri için olmadı. Memleketi mahvetmek isteyen bir şakî grubunu, memleketin
mukadderâtını kurtarmak maksadıyla millî hudutlar dışına çıkardılar... İçlerinde mâsumlar
vardı... Fakat unutmayınız ki, ZARÂR-I ÂMI DEF İÇÜN MENFAAT-İ ŞAHSİYE İHLÂL EDİLİR.
i- Nur içinde yatınız, üstâdım. Bir sualim var, müsaade eder misiniz?
M- Çok az vakitleri kalmış... "Sorsunlar," diyor.
İ-
V- Bitti.
İ- Nur içinde yatsınlar.
MEHMED KEMÂL BEY ,
I. Dünya Savaşı'nın son yıllarında Yozgat
mutasarrıfı ve Boğazlıyan Kaymakamı olan Osmanlı bürokratıdır.
I. Dünya Savaşı'nda Rus hükûmeti ile ilişkili Ermeni ahâliden kurulu çeteler, Türk nüfusa
karşı saldırı ve katliamlar yaptılar. İktidardaki İttihat ve Terakki Fırkası, ilçede bulunan tüm
Ermeniler'in Suriye'ye sevk edilmesini, mülkî âmir olarak Kaymakam Kemâl Bey’e emretti.
Kemâl Bey de bu kararı uyguladı. Celse'de neden "Tehçir kararı
kendisine gelmemiş" dendiğini anlıyamadık. Osmanlı Devleti'nin savaşta yenilmesinden sonra İttihat
ve Terakki Fırkası dağıldı ve Hürriyet ve İtilâf Fırkası iktidara geldi. Yeni hükümet İttihat ve
Terakki Fırkası ile bağlantılı bürokratları görevden alıp, yerlerinde kendine yakın bürokratları
getirdi. Kaymakam Kemâl Bey tehcir sırasında Ermeni ahâlinin ölümünden sorumlu tutularak
yargılandı. Suçlanmasının işgâlci devletlerin baskısıyla olduğu iddia edilmiştir. Kurulan
Âliye Divân-ı Harb-i Örfî'de, (Nemrud Mustafa Paşa Divânı) "kış gününde vatandaşları
can ve mal kaybına uğrattığı,
ayaklarına süngüler bağlayarak ölüme terk ettiği" iddialarıyla suçlandı. O ise, "Ben aldığım
emri yerine getirdim. Sürgün edilenlere insanî şekilde davrandım. Süngü bağlamadım.
Vicdan azâbı duymuyorum. Kimsenin ölümü için emir vermedim," diyerek suçlamalara
karşı çıktı. Yargılama sonucunda, 8 Kasım 1918'de mahkeme idâmına karar verdi.
Ancak Pâdişâh Vahdettin, idâm kararını ülkede olaylar çıkabileceğini gerekçe göstererek
onaylamadı ve dönemin şeyhülislamından fetva istedi. Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi'nin
verdiği fetva ile infaz, 10 Nisan 1919'da İstanbul Beyazıt Meydanı’nda gerçekleştirildi.
Kemâl Bey, daha sonra TBMM'nce 14 Ekim 1922 târihinde çıkarılan bir kânunla "Milli Şehit" olarak
tescil edildi, çocuklarına maaş bağlandı... Ruhu şâd olsun!
MİKAB "topuk mesti" demek... Celsede "ruhu saran, örten" mânâsına kullanılmış.
Celsede gelen Varlığın verdiği bilgilerde yanlışlar var...
İngilizler Beyazıt Meydanı'nda asmışlar"
denmiş, astıran İngilizler de, asanlar Türk memurlar... İdâm yeri tutuyor da, verilen
21 Mart 1919 idâm târihi tutmuyor!.. 10 Nisan 1919'da
asılmış... Oğlu Adnan'ın adresini veriyor. İnternet'te Adnan'ın kendinden önce vefat etmiş
olduğuna, İstanbul, Kuşdili Çayırı'ndaki kabristanda yattığına dâir bir bilgi var. Ayrıca aşağıda
kendi yazdığı öne sürülen mektupta oğlunun ölmüş olduğunu belirtmiş, herhalde İnternet'e de
oradan bulaştı.. Ancak 1963 yılında Meclis'ten âileye yardım için bir teklif geçmiş. Orada
sağ olduğunu yazmışlar. Hem de teferruatıyla!..
Acaba iki kızından başka, ikinci bir oğlu mu vardı?.. İdâmından önce yaptığı öne sürülen
konuşmada da "Üç çocuğumu millet uğruna yetim bırakıyorum." diyor!.. Bir karışıklık var,
bulamıyoruz! Bizce Meclis'in tesbiti doğru!..
Evi araştırıldı mı, bilmiyoruz. Celsede "Kumaş dokuyan
bir fabrika... " diyerek
Sümerbank'ı işaret etmiş. Doğru. Oğlu Adnan orada Dâire Müdürü...
"Beş sokak aşağıda" ifâdesi de doğru. Meclis yazısında dendiği gibi, Anıttepe, Gençlik
Caddesi, Savaş Sokak, 5/1 numaralı yerde oturuyormuş... Bulunabilirdi.
Kanaatimizi sorarsanız, kalan bilgiler de doğru... Peki, yanlışlar neden?.. Varlık teşevvüş,
şaşkınlık içinde de değil. Öyleyse, ya kasıtlı, araştıralım diye yanlış bilgi verdi, ya da Medyum
yanlış aktardı... Bir üçüncü ihtimâl de Kemâl Bey'i tanıyan bir başka Varlık, onun hüviyetinde
görünmüş olabilir... Görüşülen Varlığın geri biri olduğunu düşünmüyoruz. Saçma, zırva, aldatıcı
bir irtibat değil. Tehlikeli bir durum olmadığı için de, bu celsenin yararlı olduğunu düşünüyoruz.
Çünkü bizi pek çok konuda araştırmaya, bilgilenmeye sevketti... Bizce gelen Boğazlıyan
Kaymakamı Kemâl Bey...
Buna dayanarak sorulduğu halde Varlığın anlatmadığı "Şehitlik hikâyesi"ni biz İnternet'teki
bir yazıdan nakledelim. Gerekli izin alındı, ancak bu yazı da derleme. Yukarıda belirttiğimiz
hatâları var:
- Sirkeci Gümrük Müdürlüğünden emekli Ârif Bey,
Bekirağa Bölüğü'nde tutuklu bulunan oğlu Kemâl Bey'e her günkü gibi yemek götürüyordu.
Kadıköy'ündeki evinden çıkmış, Beyazıt Meydanı'na varmıştı.
Vakit akşam üzeriydi... Birden, meydana toplanmış büyük bir kalabalık gördü.
Ne var, ne oluyor, diye merak etti. Kalabalığın arasına sokuldu.
Tiplerinden, konuşmalarından, meydanı dolduranlardan çoğunun Ermeni
olduğu anlaşılıyordu. İçlerinden birine sordu:
- "Bu kalabalık nedir, bir şey mi var?"
Bu cevabı duyan Ârif Bey, birdenbire irkildi ve kalabalığı
yararak, önüne çıkanları ite kaka sehpaya doğru yaklaştı. Sehpada
sallanan, oğlu KEMÂL BEY'in cesediydi!.. Bir feryat kopararak yığıldı.
İdamda hazır bulunmak üzere Beyazıt'a gelmiş olan Merkez Kumandanı
Osman Şâkir Paşa, o tarafa doğru koştu. Ârif Bey'in perişân hâlini görünce sordu:
- "Kimsiniz?"
Yaşlı adamın ağzından bir inilti çıktı:
- "Babasıyım..."
Osman Şâkir Paşa birden kıpkırmızı kesildi, titremeye başladı:
- "Emriniz?"
Derhal emir verildi. Kemâl Bey'in cesedi sehpadan indirildi. Bahtsız
baba hıçkırıklar içinde sarsılarak, oğlunun henüz tamamıyla soğumamış
cesedine kapandı.
Teselya'nın Yenişehir eşrâfından Ârif Bey evlâdının nâşını
Kadıköy'e, teyzesi İsmet Hanım'ın evine nakletti. Ertesi gün, bütün
İstanbul ayaklanmıştı. Özellikle yüksek tahsil gençleri cenâze evinin
önünü doldurmuştu. Üzerinde "Türkler'in büyük şehidi Kemâl Bey" yazılı
bir çelenk getirmişlerdi. Cenâze merâsimi, terör ve baskıya rağmen,
çok mânâlı oldu. Kadıköy İtfâiye Karakolu önündeki bir takım asker,
cenâze geçerken, kendiliğinden selâm durdu. Her adımda kalabalıklaşan
cenâze alayının geçtiği sokaklardaki evlerden kadınlar hıçkırarak
gözyaşları ile mâteme iştirak ettiler. Tabut, gençlerin elleri
üzerinde, muhteşem bir kalabalıkla Kuşdili'ne, Mahmut Baba Türbesi'ne
götürüldü. Kemâl Bey'in oğlu Adnan orada gömülüydü. Artık baba-oğul,
yan yana yatacaklardı.
Cenâzenin başucunda konuşanlar genç, milliyetçi öğrencilerdi. Bir
Tıbbiyeli gencin feryâdını, arkadaşları gözyaşları içinde dinlediler:
- "Kemâl! Sen, şu anda toprağa verdiğimiz bir çiçeksin. Orada
büyüyecek dallar o kadar dikenli olacak ki,
Fâcia 1919 şubatında başlamıştı.
Boğazlıyan Kaymakamı ve Yozgat Mutasarrıf Vekili olan Kemâl Bey,
Ermeni tehcirinde ölümlere sebebiyet verdiği iddiası ve idam isteği
ile yargılanacaktı. Kemâl Bey, aynı iddia ile, daha önce Yozgat
istinaf mahkemesinde yargılanmış ve beraat etmişti. Şimdi, bu
mahkemenin verdiği karar dikkate alınmıyor, yeniden Divân-ı Harp
önüne çıkarılıyordu!..
Devir öyle bir devirdi ki, Kemâl Bey'i savunacak bir avukat bile
bulmak zordu. Fakat Sadeddin Ferid Bey adında cesâret sâhibi bir
dâvâ vekili gönüllü olarak, Kemâl Bey'in müdafaasını üzerine aldı.
Yozgat'ta beraat ettiğini ileri süren Kemâl Bey'in yeniden
yargılanmasına karar veren Divân-ı Harb'in başkanlığını Hayret Paşa
yapıyordu. Divân-ı Harp savcısı Sâmi Bey görüşünü kısaca anlattı.
Yüksek mahkeme heyeti, devletin ve milletin temiz alnına
sürülmüş olan lekeyi ancak bir şekilde temizleyebilirdi: Herkesçe
bilinen fâcialara ve mezâlime sebep olanlar hakkında kaanunî gereklerin
yapılmasıyla!.. Yüzyıllardan beri Osmanlı saltanatında refah ve saadet
içinde yaşayan gayrımüslim unsurların sebep oldukları olaylar, idârî
hatâlardan çok dış tesirlerden doğmuştu. Dosyalardan ve yabancı
basından aldığı bilgilere göre, Ermeniler çok iyi hazırlanmış
teşkilâtlarıyla Osmanlı vilâyetlerinin en önemli ve sınır bakımından
en tehlikeli bölgelerinde bir takım mühim hareketlerde bulunmuşlardı.
Bunun üzerine Savaş Hükümeti 1331 senesi Mayısı'nda tehcire başvurmuş
ve yanlış bir düşünceyle bu işi çocuklara ve kadınlara kadar
yaygınlaştırmıştı. İşte bu tedbirsizlik sebebiyle, bâzı kimseler
şahsî çıkarlarını düşünerek bilinen fâciaları meydana getirmişlerdi!
Boğazlıyan Kaymakamı Kemâl Bey de, savcıya göre, bunlardan biriydi
ve en şiddetli cezâya çarptırılması lâzımdı!
Ondan sonra, nereden çıktıkları bilinmeyen bir sürü şâhit, Kemâl
Bey'in yaptıklarını bir- bir sayıp dökmeye başlamışlardı. Şâhitlerin
çoğu komitacıydı. Başka komitacılar da, İstanbul'da buldukları küçük
Ermeni çocuklarını dahi mahkemeye getiriyor, şâhit olarak
dinletiyorlardı. Mahkeme heyeti, bunların hepsini sabırla ve
dikkatle dinliyordu.
Azgın bir iftira kasırgasının orta yerinde yapayalnız kalmış olan
Kemâl Bey, kendisini uzun uzun savunmaya bile lûzum görmüyordu:
- "Hepsi yalandır," diyordu, "hepsi uydurmadır!"
- "Reis Paşa, ben ne bunların dedikleri Keller (şimdiki Yenipazar)
köyüne gittim, ne de oradan geçtim. Kemâl Bey'in yanıldığı bir nokta vardı!.. Parmaktan çıkmayan yüzüğü
almak için kol kesecek kadar kimsenin alçalacağını zannetmiyordu!..
Van'ın Zeve köyünden Kıymet Başıbüyük'ün çok sonraları târihin kanlı
vesikaları arasına girecek şu ifâdesini elbette ki bilmiyordu:
- "Ermeni komitacılar hâmile kadınların karnını süngü ile yırtıp
çıkardıkları çocukları Ne garip ve acı bir tecellî idi ki, bu vahşeti yapan Ermeni
komitacılarının yerine mâsum bir Türk idârecisi aynı suçla suçlanarak
yargılanıyor ve Ermeni komitacılar da bu zavallının mutlaka asılması,
hem de yine bir Türk mahkemesi tarafından verilecek kararla asılması
için tanık mevkiine oturuyorlardı.
Ve Divân-ı Harp savcısı soruyordu:
- "Demek ki, sizin oradan geçen muhâcir kafileleri bir taarruza uğramamışlardır."
Ermeni şikâyetçilerden biri hemen atılıyordu:
- "Nasıl olur efendim? Keller köyünde yüzlerce ceset bulunmuştur."
Bu sefer Reis soruyordu:
- "Bakın ne diyor? Bu kadar büyük vukuat olsun da mutasarrıfın,
kaymakamın haberi olmasın, olur mu?"
Bu sırada, mahkeme salonunu doldurmuş olan ve çoğunu Ermeni
komitacılarının teşkil ettiği kalabalık kahkahalarla gülmeye
başlıyordu.
Nihayet dâvâ vekili Sadeddin Ferid Bey'in müdafaasından sonra söz
Kemâl Bey'e veriliyordu:
- "Düne kadar bir hâkimler heyeti halinde olan sizler, şu
dakikada bir târih mahkemesi sıfatını almış bulunuyorsunuz."
- "Ermeniler tarafından öldürülen dindaşlarımın ve soydaşlarımın
mâtemi Müslümanların yüreklerini sızlattığı - "Ancak, savaşta yenilişimizin aleyhimizde meydana getirdiği
hezeyanı durdurmak maksadıyla, Bu müdafaaya karşı, Reis:
- "Kemâl Bey", diyordu, "emin olun, mahkeme, hükmünü hiçbir hâricî
hisse kapılmaksızın, Halbuki, Kemâl Bey'in mutlaka asılması için Fransız ve İngiliz
işgâl kumandanlarının, Ermeni komitacılarının ve Ermeni Patriği
Zaven'in ağır baskısı devam etmekteydi.
Bunun üzerine, Divan-ı Harp Reisi Hayret Paşa, Sadrazam Ferid
Paşa ile yaptığı şiddetli bir münakaşadan sonra istifasını veriyordu.
Yerine de "Nemrut" lâkabı ile tanınmış Kürt Mustafa Paşa tâyin
olunuyordu.
Mahkeme, artık mahkeme olmaktan çıkıyor, evvelden verilen bir
emrin yerine getirilmesine memur bir heyet hâlini alıyordu.
Kemâl Bey, Nemrut Mustafa Paşa'ya da:
- "Ben emir aldım," diyordu, "bir memur aldığı emre itaatle
mükelleftir. Ben sürgün olarak kasabadan çıkarılanlara Nemrut Mustafa, oturduğu yerden doğrularak Kemâl Bey'e bağırıyordu:
- "Kış kıyâmette bu kadar insanı, çoluk çocuğu ile dağlara,
yaylalara sürerken Allah'tan hiç korkmadın mı? Sonra sesini daha da yükselterek soruyordu:
- "Memleketimiz dâhilinde yaşayan vatandaşlar, birini diğeri
üzerine sevk ederek can ve mal tecâvüzüne Jandarma Kumandanı Binbaşı Tevfik Bey'e de 15 yıl hapis cezâsı verilmişti.
Gerçekten, idam kararı önceden hazırlanmıştı bile. Mahkeme
sona erer ermez, hazır olan karar, tasdik edilmek üzere Saray'a
gönderildi. Ancak Padişâh'ın bu hususta tereddüt göstermesinden
kuşkulananlar vardı. Bunlar Dâhiliye Nâzırı Mehmet Ali Bey, Adliye
Müsteşarı ve İngiliz Muhipleri Cemiyeti'nin Reisi Sait Molla idi.
Bu iki adam; Dâmad Ferid Paşa'yı âlelacele Saray'a gönderdiler.
Sultan Vahideddin, kararın tasdiki için Şeyhülislam'dan fetvâ
istedi. Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi,
"Kemâl Bey hakkında istenilen fetvâ değildir. 'Kazâya' aittir,
benim ise kazâya yetkim yoktur" mütâlâasında bulunarak fetvâa
vermekten kaçındı. Padişah ısrar edince, umumî mahiyette, "Bir
Müslüman'ın, Müslüman olmayan birini öldürmesi hâlinde idama cevaz
verildiği, ancak bu hükmün verilmesi için, öldürülenin yaralayıcı
bir âletle yaralanması ve ölmesinin, bunun üzerine mirasçılarının
'kısas' istemelerinin şart olduğunu" bildirdi. Fakat, Pâdişâh'ı
tatmin için bir not eklemeyi de ihmal etmedi. Bu notta, "Divân-ı
Harbi-yi Örfî tarafından ölüme mahkûm edilen Kemâl Bey'in muhakemesi
hak ve adâlete uygun yapılmış olduğu takdirde, idam hükmünün muvâfık
bulunduğu," açıklanıyordu.
Bu fetvâ Saray'ı tatmin etti. İrâde hazırlandı, imzalandı. İdam
için gerekli tedbirler alındı, hazırlıklar yapıldı. Sehpa kuruldu.
Kemâl Bey'in olup bitenden haberi yoktu. Bekirağa Bölüğü'nde, tutuklu
arkadaşlarıyla oturmuş, konuşuyordu. Birden dışarı çağırdılar ve
hemen yakalayıp Beyazıt Meydanı'na çıkardılar.
Ermeni komitacıları, mahkemeyi ve infaz için harcanan gayretleri
adım-adım takip ediyorlardı. İstanbul'un çeşitli semtlerinden
pek çok serseri Ermeni'yi meydana toplamışlardı.
İstanbul'un Müslüman halkı da için-için kaynıyordu. Günlerden beri
bu dâvâ ile meşgul olanların kulaklarında acı haber bir anda dolaştı:
"Kemâl Bey'e idam vermişler. Bu akşam asacaklarmış, Beyazıt'ta!"
Halk, akın-akın Beyazıt'a koşuyordu.
Teşkilât-ı Mahsusa'nın ve ozamanki M.M. Grubu'nun mensupları da Beyazıt'ta
bulunuyorlardı.
Herkes bir birine soruyordu:
- "Niçin böyle karanlığa bıraktılar?"
Meydanda olduğu kadar, yollarda ve meydana bakan damlarda da
mahşerî bir kalabalık vardı. İdam sehpâsı, o zaman Harbiye Nezâreti'nin
girişi olan, daha sonraları uzun yıllar rektörlük makamı olarak
kullanılacak küçük binânın önüne kurulmuş, etrafı jandarma ve polis
kordonu altına alınmıştı. İngiliz ve Fransız askerî birlikleri de
binânın önünde duruyorlardı.
Güneş yavaş-yavaş gurup ediyor, pembe bir renk Süleymâniye tarafını
kaplıyordu. Ne tezat!.. Türk'ün bu muhteşem yapısı ve bu küçülüş, bu
eziliş, bu yok oluş tablosu bir birine ne kadar yakındı. Dalgalanan
kalabalık bir anda sustu.
Bir zafer takı gibi süslü Harbiye Nezareti kapısından çıkan bir
müfreze süngülü askerin ortasında Kemâl Bey geliyordu. Yüzü solgun bir
renk almıştı. 35 yaşlarındaydı. İdam mahkûmlarına mahsus beyaz gömleği
giymiş, ağır-ağır yürüyordu. Metindi. Mukadderata teslim olmuş
gibiydi.
Son sözü soruldu. O zaman, Kemâl Bey, halka hitap etti:
- "Sevgili vatandaşlarım! Ben bir Türk memuruyum. Aldığım emri
yerine getirdim. Vazifemi yaptığıma vicdânım emindir. Heyecandan boğulan çâresiz halk bir ağızdan cevap veriyordu:
- "Kahrolsun böyle adâlet!"
- "Benim sevgili kardeşlerim, asîl Türk milletine çocuklarımı
emânet ediyorum. Bu kahraman millet, elbette onlara bakacaktır.
Halk hıçkıra-hıçkıra ağlıyordu. Meydan tam bir mâtem havasına
bürünmüştü. Manzarayı küçük köşkün pencerelerinden seyreden Said
Molla'nın cellatlara emri, Kemâl Beyin sözlerini bastırıyordu:
- "Söyletmeyin bu alçak herifi! Hemen asın bu köpeği! Ne
duruyorsunuz, it oğlu itler!.."
Kemâl Bey, bu mazlum Türk evlâdı, iskemlenin üzerinden kendini
boşluğa bırakmadan birkaç kelime daha söylemek imkânı buluyordu:
- "Borcum var, servetim yok! Üç çocuğumu millet uğruna yetim
bırakıyorum. Yaşasın millet!"
Kemâl Bey'in cesedini, beyaz bir kâğıt gibi, sehpada sallanırken
gören Ermeni komitacıları sevinç çığlıkları atarak alkışlamaya
başlamışlardı. Azgınlıkları son hadde varmıştı. Fakat, süngü takmış
jandarmaların üstlerine yürüdüğünü görünce seslerini kesip dağılmaya
başladılar. Artık yapacakları bir şey kalmamıştı zâten. Yapacaklarını
yapmışlardı.
O gece, köşe başlarını İngiliz ve Fransız askerlerinin makineli
tüfeklerle tuttuğu İstanbul'un üzerine inen karanlık perde, Türklük
nâmına utanç verici, felâket dolu bir güne son veriyordu. Tarih 19 Nisan 1919'du.
Kemal Bey, şunları yazmıştı:
- "Merhum sevgili oğlum Adnan'ın medfun bulunduğu Kadıköy Kuşdili
çayırındaki kabristanda 30 Mart 1335 .... Boğazlıyan Kaymakam-ı Sâbıkı Kemâl."
Kemâl Bey'in âlelacele idam edildiği akşam karanlığında, İstanbul
limanındaki Fransız savaş gemilerinden biri sefere hazırlanıyordu.
Sevr Muâhedesi'ni görüşmek üzere Avrupa'ya gidecek Osmanlı delegeleri,
gaalip devletlerin dikte edecekleri şartların altına imza atmak üzere
hareket edeceklerdi!
Fransız gemisinin adı baş tarafına iri harflerle yazılmıştı: Demokrasi!
Kemâl Bey'in hâtırası millî vicdanda unutulmadı. Türkiye Büyük
Millet Meclisi, 14 Ekim 1922'de çıkardığı özel bir kanunla, kendisini
"Millî Şehit" olarak kabul etti.
Boğazlıyan'da bir mahalleye yıllar sonra "Kaymakam Kemâl Bey
Mahallesi" adı verildi. Aynı kasabada 1972'de Kemâl Bey'in adını
taşıyan bir ilkokul açıldı.... Başöğretmenin odasında "Millî Şehit"in
resmi asılıdır.
Kemâl Bey'in kabri Mülkiyeliler Birliği tarafından yaptırıldı.
Adına "Anıt-Mezar" denildi. 15 Aralık 1973 günü mezar sâde bir törenle
açıldı.
Boğazlıyan'ın şehit Kaymakamı Kemâl Bey, Türk'ün hâfızasında Ermeni komitacılığının
zûlmüne isyan sembolü olarak yaşadı, yaşayacak!
ALLAH GANİ GANİ RAHMET EYLESİN!..
Ruhi Selman
selman@journalist.com
- BİR SPİRİTUALİSTİN DÜNYASI - ANA SAYFA
TEVELLİ "birisini Allah rızası için sevmek" demektir.
LEVH-İ MAHFUZ için TALÂT PAŞA Celsesi'nde açıklama yapmıştık.
"ZARÂR-I ÂMI DEF
İÇÜN MENFAAT-İ ŞAHSİYE İHLÂL EDİLİR" vecizesi daha önceki bir Celse'de geçmişti.
Unutanların oralara bakması gerekir.
.
- "Bir adam asıldı, ona bakıyoruz'"
- "Evlâdımı bana veriniz!"
seni bu akıbete lâyık
görenlerin hepsini param parça edecektir. İntikamın behemehâl
alınacaktır."
Burada vukû bulduğunu söyledikleri
cinâyetlerden de haberim yok.
Hele, parmaktan çıkmayan yüzüğü almak
için kol kesmek?.. Rica ederim, bu vahşeti kim yapar?
Bu derece şen'î
bir işi yapacak bir insan tasavvur edemiyorum.
Esâsen hiçbirini ispat
edemezler. Çünkü hepsi iftirâdan ibârettir.
Benim haberim olmadan bir
şey olmuşsa bilmem.
Fakat bana bu âna kadar bu mevzuda hiçbir
şikâyetçi gelmemiştir.
İlk defa burada, mahkeme huzurunda bu
şikâyetlerle karşılaşıyorum."
yine süngülerinin başında oynatıyorlardı.
Kadın ve kızların kollarındaki altın bilezikleri almak için
çok
kolay bir usul bulmuşlardı. Hemen kasaturayı alıp kolu tamâmen
kesiyorlar,
ondan sonra da bilezik veya yüzük gibi ziynet eşyalarını
alıyorlardı".
- "Yoktur böyle bir şey... Hayır, kat'iyyen haberim yok!.."
- "Yoktur Paşam... Bunların var demesiyle yok olan bir şey vârolmaz."
ve her gün gelen kara
haberlerin halkı tahrik etmekten geri kalmadığı mâlûmdur.
Ermeniler
ise Rus ordularının kâh önüne geçerek, kâh arkasında kalarak,
ekseriya memleketin asker kuvvetinden mahrum kalmasına güvenerek
fâcialar meydana getirmekten çekinmiyorlardı.
İddia edildiği gibi,
Yozgat vilâyeti dâhilinden sevk edilen bâzı Ermeni muhâcir
kaafilelerine,
Ermeniler'in Müslümanlar'a revâ gördükleri fecaate
şâhit olmuş bâzı asker kaçaklarının tecâvüzü ihtimâl dâhilindedir."
iddia makamının da isteği üzere,
kurbanlar verilmesi bir siyâset icâbı savılıyorsa, bu kurban ben
olamam.
Siz kurban seçmekle değil, ancak hak ve adâletle hüküm
vermek vicdânî görevi taşıyan bir yüksek heyetsiniz.
Mutlaka kurban
aranıyorsa herhalde, bütün bu işlerin tertipçisi ve idârecisi olarak
benim gibi küçük bir memur bulunacak değildir."
sırf kanaat-i vicdâniyesine istinat ederek verecektir."
en insânî
harekette bulundum. Nitekim şimdi de hiçbir vicdan azâbı duymuyorum."
Bir gün senden
bunların sorulacağını düşünmedin mi? Hem üstelik jandarmalara onları
süngülemesini de emretmişsin.
Ne dersin?"
- "Hayır, bunu asla kabul etmem. Ben kimsenin ölümü için emir
vermiş bir adam değilim."
- "On binlerce zavallıyı, kadın, çocuk demeden, bu Allah'ın kışında
soğukta, dağ başlarında yürütmek,
sanki süngülemekten daha mı iyidir?
Üstelik, sen bir idâre âmirisin, bunları senin himâyene vermişlerdir."
teşvik etmenin cezâsı
nedir, bilir misin?"
- "İdamdır Paşam..."
- "Kendi hükmünü kendi ağzınla verdin Kemâl Bey, biz de senin için
bu karara varmıştık."
- "İşlerine öyle geliyor da onun için!"
Sizlere yemin
ederim ki ben mâsumum, son sözüm bugün de budur, yarın da budur.
Ecnebî devletlere yaranmak için beni asıyorlar. Eğer adâlet buna
diyorlarsa, kahrolsun böyle adâlet"
Allah vatan ve milletimize zevâl vermesin, Âmin!"
yavrumun yanında gömülmemi diliyorum. Teyzem
ve kardeşim Kadıköy'de sâkindirler.
Teyzemin adresi Mühürdar
Caddesi'nde 67 numaralı hânedir,
adı İsmet Hanım'dır. Defin masrafı
teyzeme tevdî buyurulmalıdır.
Kabir taşım, hamiyetli Türk ve Müslüman
kardeşlerim tarafından dikilmeli ve üstüne şöyle yazılmalıdır:
- "Millet ve memleket uğrunda şehit olan Boğazlıyan Kaymakamı Kemâl'in
ruhuna fâtiha!"
- "Perişân zevcem Hatice'ye, yavrularım Müzehher ve Müşerref'e
muâvenet edilmesini,
yavrularımın tahsil ve terbiyesine ihtimam
buyurulmasını vatandaşlarımdan beklerim.
Babam, Karamürsel âşâr memur-u
sâbıkı Ârif Bey de âcizdir. Kardeşim Münir de kimsesizdir.
Bunlara da
muâvenet olunursa memnun olurum. Türk milleti ebediyen yaşayacak,
Müslümanlık asla zevâl bulmayacaktır. Allah millet ve memlekete zevâl
vermesin.
Fertler ölür, millet yaşar. İnşallah Türk milleti ebediyete
kadar yaşayacaktır."
- BİR TEBLİĞ
- ÖLÜM VE SONRASI
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 1
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 2
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 3
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 4
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 5
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 6
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 7
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 8
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 8
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 11
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 12
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 13
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 14
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 15
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 16
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 17
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 18
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 19
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 20
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 50
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 51
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 52
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 53
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 54
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 55
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 56
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 57
- BİR OBSESYON VAK'ASI
- ÖTE ÂLEM'DEN ŞİİRLER - 1
- KADIN HAKKINDA BİR TEBLİĞ
- RÜYÂLAR - 1
- RÜYÂLAR - 2
- REİNKARNASYON - 1
- REİNKARNASYON - 2
- ANADOLU'DA REİNKARNASYON ŞİİRLERİ
- İRLANDALI ŞÂİR JAMES CLARENCE MANGAN ANADOLU'DA MI
YAŞADI?
- FİNCAN CELSELERİ - 1
- FİNCAN CELSELERİ - 2
- FİNCAN CELSELERİ - 3
- EKMİNEZİ ÇALIŞMASI
- RÛHÎ FİLİMLER - 1
- ENTERESAN RÛHÎ OLAYLAR
- ERGUN ARIKDAL VE SÂDIKLAR PLÂNI'NI TENKİT
- BÜLENT ÇORAK VE DÜNYA KARDEŞLİK BİRLİĞİ SAFSATASI
- CENAP BAŞMAN VE MARON TARİKATI
- SAPKIN RAEL TARİKATI
- TRANSANDANTAL MEDİTASYON KANDIRMACASI
- MELEKLER'DEN MESAJ ALDIĞINI SANAN ŞAŞKINLAR
- ŞEYTANA TAPAN SATANİSTLER
- SİRİUS MİSYONU ZIRVALARI
- SILVER BIRCH TEBLİĞLERİ
- MEKTUPLAR