ÂHIRET'TEN SİMÂLAR - 57

BİR SPİRİTUALİSTİN DÜNYASI

ÂHIRET'TEN SİMÂLAR - 57

Bu, yine rahmetli Medyum Esat ile yapılan bir Celse'dir... Esat Bey'le üç yıl içinde onlarca, tam rakam vermek gerekirse 42 Celse yapılmış, koca bir klâsör dolusu bilgi alınmıştır. Her okuyuşumuzda kendisini hayır dua ile yâdediyoruz.

Varlık1 : Mevlevî HAZRET-İ İSHAK,
Varlık2: YUNUS EMRE
Medyum : Esat
Târih ; 29 Aralık 1964
Usûl : Hipnotik-Manyetik Karma
Hâzirûn : Muhtelif Şahıslar

(Medyum uyutulup, yükseltilmeye başladıktan sonra)

Medyum- ... HAZRET-İ İSHAK geldi...
Varlık1- Bu an Medyum konuşamaz... Ben şunu bildiriyorum:

- Bu akşam Yüksekler'in müsaadesiyle yalnız YUNUS EMRE ile görüşeceksiniz.
Ben sizlen bu kadarcık görüşeceğim. Bundan sonraki Toplantınız'da yalnız benlen
görüşeceksiniz. Bu Toplantı yalnız Yunus Emre içindir. Ondan sonra başka kimseyi
aramayın! Ben zâten ibâdetime gidiyorum.... Fakat hepimiz, bütün bu hepinizle,
hepinizin gönülleriyle münâsebetteyiz. Bu gece yalnız Hazret'le berâbersiniz.
Ondan da, öbür olan Hazretler'le de berâber... Güle güle!.. Daha aydınlıklara
doğru!.. Güle güle!.. İçimdeki hasreti öbür seferki Toplantınız'da dinlendireceğim,
efendim. ALLAH yolunuza nur serpsin, efendim. Güle güle!..

- Yalnız Medyum'u derinleştirin. Derinleştirin ve Medyum'un vücuduyla da alâkadar
olun. Uvarak falan arada sırada... Hiçbir ikaz beklemeden... Derinleştirin,
efendim, şimdi.

İdâreci- Başüstüne!.. TANRI râzı olsun. (Medyum'a manyetik paslar vererek derinleştirir.)
M- ... Sesler geliyor... Tekbir sesleri geliyor... Dalga dalga "ALLAH-I EKBER" diyorlar...
Gene o yeşillikteyim... Ezan.... Tekbir... Aydınlandı... bakamıyorum gene... Bakamıyorum...
Elinizi öpeyim, efendim... Öptüm elini... YUNUS EMRE!..
İ- TANRI râzı olsun.
Varlık2- Merhaba, Sohbet-i Cân Olanlar!.. Cân-ı Sohbet Bilenler, merhaba!
İ- Merhaba, efendim. Şeref verdiniz. Emir ve irşatlarınızı bekliyoruz.
V- "Emir yok," dedik.
İ- Lûtfediniz.
V2- ... Neler duyuluyor?.. Neler düşünülüyor?.. Ne yapalım, söyleyin.
İ- Evvelâ sizi dinlemek istiyoruz, Üstâdım. Yalnız bir ricam olacak, girmek istiyenler var.
V2- Girsinler... Bizim sohbetimizde sen-ben yok!.. Bağlıyalım mı bunu?

BENDE BEN YOK, SENDE DE SEN,
NÛR OLURSUN BUNU BİLSEN!

Anlatabildim mi?.. Gönül kırma da yok!.. Bunu da bağlıyayım mı?

AÇ TA GÖNÜL KAPISINI,
GÖR TANRI'NIN YAPISINI!

Herkes hoş!..
Peki, mâdem ki susuyorsunuz, tabii konuşacağız bu akşam...
Yalnız ben birşey konuşmak istiyorum.

Bir Toplantı yapıldı. Çok tenha bir Toplantı yapıldı. Gene bu Hazret uyudu.
Bir tebliğ verdik. Burada değil... Yalnız bu yanlış oldu. Biraz başka türlü oldu.
Bunu biraz bilenler var gibi... Yalnız ben aynısını daha doğru olarak versem,
kabul buyurur musunuz?
İ- Lûtfediniz.
V- Vereceğim de, benim verdiklerimin bâzılarında ismim olacak, bâzılarında olmıyacak.
İsmim olanlarda yalnız ben varım. Ama demin dediğim "ben" değil; YUNUS var...
İsmim olmıyanlarda ben varım, Mevlâna'mız var, Şems'imiz var, ve var, var, var!..
Şimdi bu okuduğumda bunlar var.

Bundan evvelki Toplantı'da Medyum'u... biraz şaşırtıldı. Etraftan şaşırtıldı.
Olmadı o!.. Şimdi doğrusunu okuyorum ben bunun... Orada da doğrular var ama,
en doğrusu bu... Bunda ismim yok benim... Anladınız, değil mi?..

Yalnız yavaş yavaş veriyorum.. Yalnız Medyum rahat değil oturuşunda...
İ- Ne şekilde, efendim?
V- Aklınıza geldiği şekilde, efendim.
(Medyum'un oturuşu düzeltilir)

FERYÂDIMIZ AŞKIN ÂHI,
BULDUK SEVAPTA GÜNÂHI
LÂ İLÂHE İLLALLÂH'I,
GÖNLE YAZDIK, BİZ ÇOK ŞÜKÜR"

İNKÂR DA BİR, İMÂN DA BİR
SEVEN OLUR AŞKTA KÂFİR
ŞEKLİ BIRAK, MÂNÂYA GİR,
GÖNLE YAZDIK, BİZ ÇOK ŞÜKÜR!

HAK SIRRINA AŞKLA ERDİM
CÂNA GAMDAN NEŞ'E VERDİM
SÖYLENMEZ Kİ BENİM DERDİM,
GÖNLE YAZDIK, BİZ ÇOK ŞÜKÜR!..

Bunu biliyor muydunuz, efendim?
İ- Hayır, efendim.
V- .... "Acaba?" diyenler var... Okusunlar sizlere bıraktıklarımızı.
Eğer aynını bulurlarsa, biz kızaralım, efendim.
İ- Belki benzetmeler olabilir.
V- O da olamaz!..

Yunus Emre Üstâdımız çok kesin olarak "Bu şiir benim hayatta iken yazdıklarımdan değil," diyor!.. İdâreci "benzetme, ona benzer" deyince, "O dahi olamaz" diye kat'i noktayı koyuyor. Bu şiirin benzeri yok, ama bunun hatırlattığı bir şiir var, Yunus Emre'den... "Çok şükür" ifâdesi, "elhamdülillah" demek ya... İşte hatırlattığı şiir:

Hakk'dan inen şerbeti
İçtik elhamdü lillâh
Şol kudret denizini
Geçtik elhamdü lillâh

Şu karşıki dağları
Meşeleri bağları
Sağlık safâlık ile
Aşdık elhamdü lillâh

Kuru idik yaş olduk
Ayak iken baş olduk
Kanatlandık kuş olduk
Uçduk elhamdü lillâh

Vardığımız illere
Şol safâ gönüllere
Halka Tapduk mâ'nîsin
Saçdık elhamdü lillâh

Beri gel, barışalım
Yâd isen bilişelim
Atımız eğerlendi
Eşdik elhamdü lillâh

İndik Rum'u, kışladık
Çok hayr-ü şer işledik
Uş bahar oldu geri
Göçtük elhamdü lillâh

Derildik, pınar olduk
Irıldık, ırmağ olduk
Akdık, denize daldık
Taştık elhamdü lillâh

Tapduğ'un tapusunda
Kul olduk kapusunda
Yûnus miskin çiğ idik,
Pişdik elhamdü lillâh!..

Benzeme yok, hatırlatma var... Yunus Emre bu şiiri daha önce bir Toplantı'da vermiş, ama Medyum'u şaşırtanlar olduğu için vezin-kafiye düşüklüğü filân olmuş. Herhâlde şüpheciler vardı, zihnen menfî yayın yapıyorlardı. Medyum da bu hususta çok hassas olduğu için etkilenmiştir. Yunus Emre şiiri düzelterek veriyor. Onemli olan husus, "İsmimih geçtiği şiirler sâdece bendendir, isimsizler ise müşterek bir üründür" diyor, buna dikkat etmek lâzım. Verdiği şiir de öyle. İçinde Mevlâna var, Şems var, daha nicelerinin inancı, imânı, felsefesi var. Her babayiğit çıkamaz içinden. Küfür daha sananlar olacaktır.

İlk beyit ise, "Bir ben var benden içeru" mısraına yöneliktir. Dıştaki ben, şekil olan, egosu olan, "benlik" dediğimiz şey... Yok olup gitmesi gereken şey. İnkâr da, imân da, günah da, sevap da onda!.. İçerdeki "ben" ise TANRI'nın yapısı!..

Bunlar çok ağır, tasavvufî mevzular... Ağır geliyorsa, bırakın, okuyamayın.

Varlık2- Bakın şimdi, çok hoş bir sohbet başlıyor.
Benzetme gibi bir tâne vereyim size... Şimdi bakın, tamâmen "Hah!" diyeceksiniz ama,
bu mânâ ile bu kelime değil de, kelimenin mânâsı dışında biz varız, efendim.

Bir ilâhiden bir kısım... Sonra bu ilâhiyi tam vereceğiz, başka bir Toplantımız'da.
Veriyorum.

SEFÂDIR AŞKIN CEFÂSI,
VUSLAT TANRI'NIN VEFÂSI,
YUNUS ONUN MÜPTELÂSI,
İNLER "ALLAH, ALLAH!" DEYU...

Benziyor, değil mi bu?.. Ama ne bu kelime var, ne bu mânâ var!..

Üstâd'ın kastettiği "benzer" şiir hepimizin bildiği "Şol Cennet'in Irmakları" şiiri... İlâhî olarak bestelenmiştir:

Şol Cennet'in ırmakları
Akar Allah deyü deyü
Çıkmış İslam bülbülleri
Öter Allah deyü deyü

Salınır tûba dalları
Kur'an okur hem dilleri
Cennet bağının gülleri
Kokar Allah deyü deyü

Kimi yiyip, kimi içer
Hep melekler rahmet saçar
İdris nebi hülle biçer
Diker Allah deyü deyü

Altındandır direkleri
Gümüştendir yaprakları
Uzandıkça budakları
Biter Allah deyü deyü

Aydan arıdır yüzleri
Misk ü amberdir sözleri
Cennet'te huri kızları
Gezer Allah deyü deyü

Hakk'a âşık olan kişi
Akar gözlerinin yaşı
Pür nûr olur içi dışı
Söyler Allah deyü deyü

Ne dilersen Hak'tan dile
Kılavuzla gir bu yola
Bülbül âşık olmuş güle
Öter Allah deyü deyü

Açıldı gökler kapısı
Rahmetle doludu hepisi
Sekiz Cennet'in kapısı
Açar Allah deyü deyü

Rıdvandürür kapı açan
İdrisdürür hülle biçen
Kevser şarabını içen
Kanar Allah deyü deyü

Miskin Yunus var dostuna
Koma bugünü yarına
Yarın Hakk'ın divanına
Varam Allah deyü deyü

Benziyor mu?... Vallahi benziyor, ama biri "ALLAH ALLAH deyu", diğeri "ALLAH deyu deyu" şeklinde... Kelimeler de farklı, mânâ da... Celse'dekinde Cennet tasviri yok. Dikkat çeken bir başka husus da, Yunus Emre Üstâdımız'ın Âhıret Âlemi'nden verdiği şiirler daha derin, daha ağır. Bilmeyeni imândan dahi çıkarır.

Sohbet öyle etkileyicidir ki, Hâzirûn'dan bayılmak üzere olan hanımlar vardır, İdâreci'den önce Medyum hisseder ve Varlık müdâhale eder:

Varlık2- Fenâlaşmayın, efendim!... Fenâlaşmayın!.. Okuyun içinizden!..
Biri fenâlaşıyor, efendim, içinizden...

İ- Üstâdım, müsaade ederseniz, arkadaşıma bakayım. (Fenâlaşan hanım telkinle sâkinleştirilir.)
V2- Bu şeyden oluyor. Çok... Bir tesir tabii bu... Hepinizin üzerinde bir tesir...
Biraz hassas olanlar, bunda biraz sendeliyorlar. Meselâ, "Medyum'a herşeyi yaptırabilirsiniz."...
Yok artık!..
(Bu noktada yaptıramazsınız.)

Bizim bir huyumuz var. Bilginin birebir, yüzyüze naklinden yanayız. Görmediğimiz kişilere bilgi aktarırken, karşımızda kimlerin olduğunu bilmediğimiz için, en basit düzeyde açıklamalar yaparak o bilgiyi vermeye çalışırız. Ama görüyorsunuz, Üstâd'ın Celsesi orada bulunanları bile etkiliyor. Biz bu noktadan sona başlıyacak derin ve ağır sohbeti nasıl nakledelim?... Etmiyeceğiz. Bâzı kısımları atlayacağız.

Varlık2- (Sohbetten sonra) Şimdi, efendim, buyurun. Şiir mi okuyalım?
Konuşalım mı? Ne yapalım?
İdâreci- Evvelâ şiir rica etsek de, sonra konuşsak, Üstâdım?
V2- İstiyor musunuz, efendim? Okuyalım mı?
İ- İstiyoruz. Çünkü verdikleriniz külliyâtınızda yok ki!
V2- Peki. Bir tâne daha söyliyeyim, efendim. Sonra konuşalım.

DERDİMİZDE DERMÂNIMIZ

Yalnız birşey var... Bâzıları ben söyleyince duraklıyorlar.
"Ne demek, hem dert var, hem de bu dertte derman?" ... İşte AŞK-I İLÂHÎ ...
Onun için geldim oraya...

DERDİMİZDE DERMÂNIMIZ
GÖNÜL BUNDAN AZÂD OLMAZ
AŞKTIR BİZİM KUR'AN'IMIZ
GÖNÜL BUNDAN AZÂD OLMAZ!

HAK'LA HAKK'I HAK'TA BULDUK
BİZ HEM SULTAN, HEM DE KULDUK
YUNUS DER Kİ: GAMLA DOLDUK
GÖNÜL BUNDAN AZÂD OLMAZ!

Tamam, efendim.
İ- Çok teşekkür ederiz.
V2- Ben var mıyım bunda?
İ- Siz varsınız.

Üstat niye "Ben var mıyım bunda?" diye soruyor?.. Başta söyledi ya, "Benim verdiklerimin bâzılarında ismim olacak, bâzılarında olmıyacak. İsmim olanlarda yalnız ben varım. YUNUS var... İsmim olmıyanlarda ben varım, Mevlâna'mız var, Şems'imiz var, ve var, var, var!" diyor, bunda sâdece kendisi var. Lâkin, şiirin başka bir özelliği daha var.

Varlık2- Yalnız birşeyi sormuyorsunuz bana... Ben aranızdaymışım gibi okuyorum...
Niye öyle okuyorum?..
İdâreci- Medyum'umuz'u tamâmen işgâl etmiş vaziyettesiniz.
V- Ama, ama niye öyle okuyorum?.. Büyük bir Kudret'e tâbi olarak...
Kul der ki, "ALLAH'ım, beni doğru yola sevket"
(Fâtiha Sûresi, 5. Âyet)
Ama bunu kul demez, ALLAH der. ALLAH, "Böyle de!" der...
Biz tabii O'na benzetmiyoruz kendimizi ama,
Kül'de Cüz'ün cüzüyüz, ... Yâni, sizin aranızda, sizin gibi konuşmak için
böyle söylüyorum, efendim. Demiyorum size "Şöyle yap, böyle yap" ...
Bu biraz da gurur oluyor. Gurur olunca da, . hiçbir şey olmuyor.

Ne demek "Ben aranızdaymışım gibi okuyorum"?.. Sonra niye Fâtiha'dan misâl veriyor?.. Fâtiha Sûresi'ni okuyan kul "Ancak Sana ederiz kulluğu, ibâdeti.., ve ancak Senden dileriz yardımı, inayeti... ALLAH'ım, beni doğru yola sevket! O kendilerine nimet verdiğin mutlu kimselerin yoluna... O gazaba uğramışların ve o sapmışların yoluna değil!" der... Ama bunu demesini ALLAH ister, KUR'AH âyetleri yoluyla bu duayı onun ağzına ALLAH koyar... Üstat da diyor ki, "Onun'la kıyas kabul etmez ama, ben de bu şiirde BİZ diyerek, sizin de böyle hissetmenizi istedim. Sanki aranızdan biri gibi bu şiiri okudum," diyor!.. Ne muhteşem, değil mi?.. Bizim de derdimiz ALLAH, dermânımız da ALLAH olmalı!.. Herşeyi ALLAH için, ALLAH'ı gönlümüzde duyarak, ALLAH adına yapmalıyız!

Varlık2- Buyurun, efendim. Medyum'un solundan sual soracaklar.
İ- Arkadaşımız sualini sormadan önce müsaadenizle birşey soralım.
V2
- Buyurun, efendim. Bir de... (ben sözünüzü kestim)... Biri soruyor: "Sizi irşat edenler kim?"
diyor aklından. Cevap vereyim ben ona da.

SALTUK'LA BARAK
BİTMEZ Kİ SAYARAK!

SALTUK BABA , aslında SARI SALTUK diye bilinen, Anadolu'dan Balkanlar'a kadar uzanan fütuhat sırasında başarıları görülen bir muhterem zattır. 1200'lerde yaşadığı tahmin edilmektedir. Bu açıdan 1238-1320 târihleri arasında yaşamış olan Yunus Emre ile çağdaştır. BARAK BABA ünlü bir Babaî dervişidir.1257-1307 târihleri arasında yaşamıştır. O da Yunus Emre ile çağdaştır. Biz şimdiye kadar Yunus Emre'nin 1210-1300 târihleri arasında yaşadığı tahmin edilen TAPDUK EMRE tarafından yetiştirildiğine inanıyorduk. Kapısında 40 yıl hismet etmiş. Ama Üstat, "Başkaları da var. Bitmez ki sayarak," diyor!.. Bu da son derece mühim bir mâlumat!..

İdâreci- Son zamanlarda sizin kabrinizin nerede olduğu mevzuu münâkaşa hâlinde gazetelere
intikâl etmiştir. Birçok yerde kabrinizin bulunduğu söylenmektedir. Acaba hakiki yeri neresidir?
Varlık2- İki cevap vereyim, efendim. Bir- Hakiki cevap: Bütün gönüllerde...
İkinci cevap: Beni herkesin gönlü nerede biliyorsa, oradayım. Yâni, şimdi
YUNUS denilen yerdeyim ben... Anladınız mı neresi?.. Bilemiyorum o semti... Bilemiyorum...
O yeri bilemiyorum. Fakat ben varım orada. Taşın üstünde ben yazılıyım.
İ- İstanbul'a giderken...
V2- Hayır, hayır!.. Yâni, şimdi nereye ziyâret ediliyorsa, oradayım ben. Ordayım... Ordayım.
İ- Porsuk suyunun Sakarya ırmağına döküldüğü kavşakta. Sarıköy'de...
V2- Ordayım. Evet, ordayım... Ordaymışım, öyle dediler... Ama ben bunu istemem. Hoşuma gitmez.
Toprakta bulunmayı, bilinmeyi istemem ben. Bizi, ne olur, gönüllerde arayın!
Niye toprakta arıyorsunuz?
İ- Çünkü birçok yerde mezarınızın olduğu söylendi.
V2- Niye böyle olduğunu söyliyeyim. Söyliyeyim, efendim. İhtiras... İhtirasın arkasından menfaat...
Menfaatin arkasında gurur... Ondan sonra bu... İşte böyle!.. Ne lüzum var?.. Ama tam cevâbı vereyim:
Evet, şimdi bilinen yerdeyim... Dediler ki... Buna da Hazret-i İshak yetişti...
Ab...dül... bâ... ki'nin dediği yerdeyim... Cevap o... Biri var, yaşıyor... Abdülbâki...
İ- Evet, ABDÜLBÂKİ GÖLPINARLI ...
V2- Onun dediği yerdeyim. O biliyor. O nerede diyorsa, o topraktayım ama, o ben değilim tabii...
İşte o Yunus... O Yunus işte o... Ama ben Yunus değilim. Orada bilinen Yunus...
İ- Orası bilinen Yunus'un yeri.
V2- İşte orası!.. Orası, efendim.
İ- Öyleyse biz de onu bildirelim.
V2- Öyle bildirin.
İ- Şu halde Porsuk çayının Sakarya'ya döküldüğü yerde, Sarıköy'de.
V2- Evet, efendim.
İ- Hulki Bey konuşuyor.
Hulki Bey- Müsaadeleriyle Üstâdın sözlerini teyîden Mevlâna'nın bir beytini okuyacağım:

BÂD EZ VEFAT TÜRBET-İ MÂ DER ZEMİN MECO
EZ SÎNE HÂY-I MERDÜM-Ü ÂRİF MEZÂRI MÂST

V2- Tamam!.. Yalnız efendim, bunu sizle benden başka kimse anlamadı. Siz lûtfen açın
kendi kelimelerinizle bunu. Sonra konuşalım. Dinleyiniz, efendim.
Hulki Bey- "Benim ölümümden sonra mezarımı yerde aramayın!
Ben ârif kişilerin sînesinde medfûnum. Onların sinesinin içindeyim."
V2- Tamam!.. Şimdi bunu ben size mahsus söylettim, efendim. Bunu aynen ben,
biraz evvel söylemedim mi?.. Aynen söylemedim mi size?
Hulki Bey- Evet. Onu teyîden arzettim.
V1- Tamam! Tamam!... Çok yaşayın. Tabii bunu size arzettirdiler. Bu ilhâmı size verdirdiler ki,
daha çok aydınlanalım. Çünki gene içinden birşey geçebilir, "Ne demek?" filân diye...
İşte Mevlâna yetişti. Mevlâna sizde yetişti buna ve daha aydınlandı, zannederim.
Değil mi, efendim?.. Tabii hatâdır toprakta aramak!

Sık sık duruyoruz ama, şart. Her bölüm bir diğerinden ağır ve derin... Hulki Bey merhum, Hz. Mevlâna'nın torunudur. Mesnevî'yi aslından okur ve önemli kısımlarını ezbere bilirdi. Burada da mevzuya uygun bir beyti dile getirmiş...

Biz sitemizin en başında, "ÖLÜM VE SONRASI" sayfasında "Âhıret Âlemi'nde yatan, uyuyan yok!.. İnanın, hepsi 'ayakta'!..O mezarda yatan kemiklerdir. Ruhlar nâdiren kendi kabirlerine uğrarlar. O da dua için gelenleri hissetmek falan içindir. Yoksa orada kimse yok!.." demiştik. Üstat da diyor ki, "Sizin Yunus diye bildiğiniz o toprakta. O 'ben' değilim. Ben, 'ben'den içeru olan 'ben'im" diyor. "Siz orada yatanı ben sanıyorsunuz ama, ben orada değil; buradayım" diyor!..

Varlık2- BÜTÜN İŞ, GÖNLÜ ALLAH'A BAĞLAYAN YOLU AYDINLATABİLMEKTİR.
Başka hiçbir şeye lûzum yok!.. Biliyorsunuz, GÖNÜL YOLU, TANRI YOLUDUR.

Evet. Buyurun, efendim... Medyum'un sol ilerisinde bir hanım var.
Aklından birşey geçiren...

Şükriye Hanım- Şahsî bir sual.
V2- Sorun, efendim.
İdâreci- Şahsî sualleri en sona bıraktığımız için..
V2- Hayır, efendim. Şahsî sualini umûmî gibi sorsunlar, efendim. Mühim bir sual bu.
Ş.H.- Çocuğum felçli. Acaba neticesi ne olacak? Ne yapalım?
V2- İşte, efendim, ben "Gönlünüzü ALLAH'a açın" dedim işte. Bunu ben, şu-bu değil;
ALLAH, MUTLAK KUDRET
(yapabilir,) İsteyin!.. İsteyecek hâldesiniz.
Muhakkak verir, efendim. Yalnız, üzülmeyin. Dedik ki, İNSANI gene İLERİYE GÖTÜREN,
TEKÂMÜLE GÖTÜREN ŞÜKÜRLE SABRIN ORTASINDA OLUŞUR!..
EN BÜYÜK FELÂKETLERE SABIR, EN BÜYÜK RAHMETLERE ŞÜKÜR...

Sabredin... ALLAH, biliyorsunuz, SABREDENLERİN HEP YANINDADIR. Üzülmeyin!..
EĞER HERŞEYİN ALLAH'TAN GELDİĞİNE İNANIYORSANIZ, ÜZÜLMEYİN!..
O zaman içinize çok daha kötü hisler damlar, efendim.

Bakın, ne dedik?.. "CÂNA GAMDAN NEŞ'E VERDİM" dedik, değil mi efendim?.. İşte bu!..

Şükriye Hanım gene kendi şahsî sualini sormuş ama, bizce bu sual umûmî... Yâni, Şükriye Hanım, felçli oğlunu sormuş ama, bir başkası topal kızını sorsaydı, diğeri ölmüş evlâdını, bir diğeri yanmış evini, kaybettiği paraları, hastalığını sorsaydı, aynı cevâbı alırdı. Varlık umûmî cevap vermiş. "Şundan, bundan, evliyâdan, benden istemeyen ALLAH'tan isteyin" demiş, her dert için. E, Fâtiha Sûresi'nde her gün, her namazda, her rekatta "İyyake na'budü ve iyyake neste'in - Yalnız Sana kulluk eder, yalnız Senden yardım isteriz" demiyor muyuz?.. Sonra Fâtiha Sûresine "Elhamdü lillahi rabbil'alemin - Âlemlerin Rabbi'ne hamdolsun, şükürler olsun" diyerek başlamıyor muyuz?.. ALLAH, "Ey imân edenler! Sabrederek ve namaz kılarak Allah'tan yardım dileyin. Şüphe yok ki, Allah sabredenlerle berâberdir." (Bakara sûresi, 153. Âyet) dememiş mi?

"EĞER HERŞEYİN ALLAH'TAN GELDİĞİNE İNANIYORSANIZ, ÜZÜLMEYİN!" diyor Üstat... KUR'AN da "Kendilerine bir iyilik dokunsa 'Bu Allah'tan' derler. başlarına bir kötülük gelince de 'Bu senden' derler. 'Hepsi Allah'tandır' de!" (Nisâ Sûresi, 78. Âyet) diye, müşriklerin her kötülüğü Peygamberimiz'den bildikleri ifâde ediliyor. "Hepsi ALLAH'tandır" diye Peygamberimiz'i yersiz suçladıkları belirtiliyor. Sonra "yanlış anlama olmasın" diye, 79. Âyet'te "Sana gelen iyilik Allah'tandır. Başına gelen kötülük ise nefsindendir." açıklama yapılıyor. "ALLAH'tandır ama, sen o kötülüğü nefsânî davranışlarla haketmişsindir, yoksa ALLAH sana zûlmetmiş değil" deniyor. Herşey ALLAH'tan!.. Ama biz "şer" bildiklerimizi nefsâniyetimizin, egoizmamızın sonucu olduğunu, aslında bize bir ikaz, bir cezâ olduğunu unutmıyalım.

İşte Üstün Varlıklar şahsî suallere bile böyle umûmî cevaplar vererek Hâzirûn'u irşat ederler. Üstünlük budur. Hiç kimse "Ben falanca galaksiden geldim" demeyle Üstün Varlık olmaz!..

Varlık2- Evet, buyurun efendim....... Niye susuyorsunuz?
İdâreci- Geçen Celse'de ilk şiirinizi verdiğiniz zaman, "Bâzı kısımlarını bir dahaki Celse'de
irceleriz," demiştiniz.
V2- Okuyalım, öyleyse.
İ- Meselâ, bunların içinden... Sorduğunuz, " 'CÂN İÇİNDE CÂNI BULSAM' Bundan
ne anlıyorsunuz?" dediniz. Bir de " 'BİR ZERREDE CİHÂN OLSAM' Ne anlıyorsunuz?"
buyurdunuz. Lûtfen açıklayın.
V2- Ne anlaşılıyor?.. Ne anlaşılıyor, efendim?.. BİR ZERREDE CİHÂN OLSAM...
Birşey söyliyeyim... Orayı şöyle ifâde edebiliriz:

CÂN İÇİNDE ARA CÂNI
BİR ZERREDE GÖR CİHÂNI

Öbür şiire bağlıyacağım bunu şimdik:

AŞK VERİR GÖNLE İRFÂNI
GÖNLE YAZDIK BİZ ÇOK ŞÜKÜR!

İ- Bir daha, lûtfen.

V2-

CÂN İÇİNDE ARA CÂNI
BİR ZERREDE GÖR CİHÂNI
AŞK VERİR KÂLBE İRFÂNI
GÖNLE YAZDIK BİZ ÇOK ŞÜKÜR!..

Oldu mu, efendim?.. Bunu da öbür yazdıklarınıza bağlıyalım, efendim.
İ-
(anlamaz) Lûtfedin.
V2- Hayır, söylemiştim demin... "gönle yazdık biz çok şükür"e bağlayın!
Oldu o zaman işte, biraz... Yâni, bunu birinci şiirimden çıkartıp da,
ikincide bu şekilde ifâde edilebilir... Zâten birşey var. Onu anlatayım burda...
BU İŞ BÖYLE MEDYUM İŞLEDİKÇE DAHA İLERİYE GİDECEKTİR... Her şeyde
bir evvelki şiirimizi belki bir başka şekle sokacağız. Nitekim burda soktuk.
Öyle olacak bu iş... Eğer YUKARDAKİLER MÜSAADE EDERLERSE, efendim.
İ- Tabii, ALLAH'ın izniyle.

Biz şiirin şerhine girmiyeceğiz. Herkes kendi idrâkine göre, ne anlıyorsa, odur.

Bizim size naklettiğimiz ilk Yunus Celsesi 27 Kasım 1964 târihli idi. Bu Celse ise, 29 Aralık'ta yapılmış, yâni 4 hafta, 4 Salı, 4 Cuma sonra... O haftalarda yapılmış olan Celseler'in zaptı maalesef yazılı olarak elimizde yok. Şiirler de yok... O Celseler'den birinde gene Yunus Emre Hazretleri gelmiş ve şiirler vermiş, sonra "Bunları ilerde inceleriz" demiş... İdâreci de o şiirlerden anlamadığı mısraları soruyor. Üstat hem şiirin, hem de dilin ustası olduğu için o mısralardan yeni bir şiir meydana getiriyor. Bu arada aynı kıt'ada iki defa "gönül" kelimesi geçmesin diye, ilkini "kâlp" kelimesiyle değiştiriyor. Oluşan 4 mısrayı da Celse'nin başında verdiği 3 kıt'aya, "4. kıt'a olarak ekleyin" diyor... Ne muhteşem, değil mi?..

Varlık2- Şöyle yapalım onu... Cevap vermek istemiyorlar.
Ben istiyorum ki, benim size bıraktıklarımdan, yâhut ta böyle AŞK gibi, GÖNÜL gibi,
SİHİR gibi bizim tâbirlerimizden birşey söyleyin... Ona karşı ya şiir söyliyeyim,
ya konuşalım. Meselâ, iki mısra... Bana, benim şiirimden aklında olan söylesin, efendim.
Kim söylemek isterse...
Ziya Bey-

KARLI DAĞINDA BAŞINDA,
SALKIM SALKIM OLAN BULUT
SAÇIN ÇÖZÜM BENİM İÇİN
YAŞIN YAŞIN AĞLAR MISIN?

V2- Ne demek, efendim, bu?.. Ne güzel sohbet oluyor, değil mi, bu?
Z.B.- Tabii biz idrâkimizce tefsirini yapabileceğiz.
V2- Tabii.
Z.B.- Belki de Aşk-ı İlâhî'ye erişen bir psikoloji içinde...
V2- Mısra mısra izah edin.
Z.B.- Karlı dağların başına konan bulutları, salkım salkım toplanan bulutları,
yaş döken insana benzetişi, burada imaj olarak hârikulâde güzel... Yâni, bulutların dağılıp,
sonra birden yağmurun damla damla inişini ifâde bakımından birden aklıma geldi.
V- Evet ama, daha neler var
(mânâ olarak)!..
Z.B.- Aklıma gelmiyor... Ama biraz evvel üzerinde durduğunuz "BİR 'BEN' VAR 'BEN'DEN İÇERÛ"
V2-Evet, işte!.. Ne o ikinci "ben"?.. Tamam, işte! Biraz evvel onu izah ettim ben. Çok güzel!... Başka???
Mehmet Bey-

ÇIKTIM ERİK DALINA,
ANDA YEDİM ÜZÜMÜ!..

V2- Bunu BEN mi söylemişim???
M.B.- Evet.
V2- Beelki!!!
M.B.- Bunu lûtfen açar mısınız?
V2- "Belki" dedim... Ne anladınız bundan?...

ÇIKTIM ERİK DALINA
ANDA YEDİM ÜZÜMÜ

M.B.- Ben şahsen anladığımı ifâde edemem. Yalnız bunun uzun bir tefsirini okudum.
V2- Ne yazıyor orada?
M.B.- Şimdi aklımda yok.
V2- Tefsiri bırakın, ne geliyor aklınıza?.. Siz ne duyuyorsunuz?
İ- Timuçin Bey, " 'sükût-u hayâl', yâhut ta 'umduğunu değil, bulduğunu yer' " diyor.

V2-

BUNU ANLAMAKTANSA
ÇIKAR BENİM GÖZÜMÜ

Üstat, daha baştan " Bunu BEN mi söylemişim???" diyerek o mısraların kendisine âit olmadığını belirtmişti, ama ısrar sonrası iki mısra daha ekliyerek kendisine âit olmadığını, hattâ o iki mısranın hiçbir mânâsı olmadığını belirtiyor. Ne yazık ki, bir Yunus Emre Uzmanı(!) çıkmış, bu uyduruk mısralara uzun bir şerh yazmış!.. Neresinden uydurmuş, bilinmez!

Dostlar, bu Celse bile ortaya atılanların Yunus Emre'ye âit mi, değil mi olduğunu tesbite yarayacak bilgiler vermekte. Muhtemelen siz de o erik-üzüm mısralarını duyunca "ALLAH ALLAH, bu da mı Yunus'un?" demişinizdir.

Bu arada bant bitmiş, yeni bant takılıncaya kadar Celse'nin bir kısmı kaydedilememiş... Kaydın başladığı yerden devam ediyoruz.

Varlık2- Bakın, ne oluyor?.. Biri dedi ki, "CAN ve GÖNÜL..."
Bir tâbir vardır, duymuşumdur ben... Hiç sevmezdim onu... Bir gün bunu BARAK BABA'ya söyledim...
Kim Barak Baba?.. Kim Barak Baba?.. İşte beni aydınlığa götürenler tabii bunlar...

İrşat var ya, İRŞAT... Bu ne demektir, bilir misiniz?.. AYNA DEMEKTİR... Ne demek AYNA?..
İRŞAT EDEN IŞIĞI SİZİN GÖNLÜNÜZE AKSETTİRİR. İşte benim Barak Baba'm budur... Anlatabildim mi?..

Meselâ, güneş ışığını aynaya aksettirip bir diğer tarafa aksettiriyorsunuz...
O da AŞK-I İLÂHÎ'yi aksettirip kendi gönlüne, onun gönlündeki aksi, siz kendi gönlünüzde buluyorsunuz...
İşte bu, İRŞAT ve MÜRŞİT münâsebeti... Anladınız mı buraya kadar?.. Şimdi geliyorum, GÖNÜL...

GÖNÜL ne?.. Bir KÂLP diyorsunuz, o ne?.. Nedir bunlar?.. Kim ayırabilir?..
Bu aynı zamanda biraz evvel çok muhterem bir erenin "BEN" sözüne cevap olacaktır.
Onun için sözü buraya getirdim... Buyurun.
Ziya Bey- Kâlp bizim fiziyolojik yapı içerisinde elle tutulur, gözle görülür,
atışını sayabildiğimiz biri maddedir. Gönül ise onun ötesinde, belki de kâlbin
ve benliğin bütün duygularını içinde toplayan daha mefhum bir...
V2- Efendim, oldu mu bu "BEN"le öbür "BEN"ler?
İdâreci- Oldu.
Z.B.- Bu "BEN" ve "BEN" içindeki "BEN"; KÂLP ve GÖNÜL...
V2- BİRİ MADDEYİ YAŞATAN, ÖBÜRÜ MADDESİZLİĞİ NÂMÜTENÂHİLİĞE GÖTÜREN...
İ- Gönül makamın olalı...
( bir şiirinden)
V- Biz bunları hep andık.
Z.B.- "GÖNÜLDE ÖLMEK" denince, o zaman kâlbin duruması meselesinden çok, onun ötesinde,
yâni "BEN"in içindeki "BEN"de ölmek mânâsı... Yâni, egoizmalardan sıydılıp temizlenmek,
VUSLAT'a kavuşmak...
V2- ... "Vuslat dediğin ne ki?" diyor.. Ben vuslatta vuslat olmuşum!.. Ne bu?
Z.B.- Vuslatta vuslat olmak, yâni o mertebeye erdikten sonra, o mertebede
arzu ettiğine ermek... Tabii o... Yâni, sonsuz bir Hekâmül...
V2- Öyle bir derttir ki AŞK-I İLÂHÎ, ummana koysan, ummanın çok ötesine kadar uzanır.
Ama gelgelelim, bir damla gözyaşından taşar, efendim... Gözyaşından taşar gönül...

GÖZYAŞINDAN TAŞAR GÖNÜL
VUSLATI DA AŞAR GÖNÜL

Ne bu böyle?..

TANRI'DA KUL, KULDA TANRI,
LEYLÂ, MECNÛN SANMA AYRI!..

Bu ne?.. Ayrı mı Leylâ ile Mecnûn?

TANRI'DA KUL, KULDA TANRI,
LEYLÂ, MECNÛN SANMA AYRI!..

İ- Burada birşey var.
V2- Ne var?
İ- "Leylâ ile Mecnûn, iki âşık birbirinden ayrı değil," diyorlardı. Madde hayâtını alırsak...
V2- Madde yok bizde... Biz hep mânâdan bahsediyoruz.
İ- Leylâ ile Mecnûn'u o mânâda alıyorsunuz. Bunlar ikisi birbirine kavuşamamış kimsedir.
V2- Hiçbir zaman, hiçbir kitap Leylâ ile Mecnûn'u madde almamıştır. Hepsi mânâ olmuştur...
Okudunuz mu Leylâ ile Mecnûn'u?..
İ- Evet.
(Meşhur yazarlardan okumamıştı)
V2- OKUMAMIŞSINIZ!.. Bakın... Mecnûn çöllerde Leylâ'yı arar... Leylâ ile karşılaşır.
Leylâ'da kendi bulur ve tanımaz bile Leylâ'yı... Hani madde?.. Hani madde?..
İ- Madde kalkar.
C2- Oldu mu, efendim?.. Gücenmedin ya, bana?
İ- Estağfirullah, efendim.

Buraya kadar gelip te LEYLÂ VE MECNÛN kıssasından bahsetmemek olmaz. Herkes duymuştur ama, okuyanı hemen hiç yoktur. Diğer aşk hikâyeleri de, FERHAD İLE ŞİRİN , ASLI İLE KEREM, YUSUF İLE ZÜLEYHA da okunmaz. Halbuki bunlar bilinmeden insan âşık olursa, maddeden sıyrılamaz. Aşkı da çabuk söner. Leylâ ve Mecnûn hikâyesini ilk olarak Ebül Ferec (ölümü 968) yazmış Genceli Nizâmî hikâyeyi Mesnevî hâlinde şiir olarak nakletmiştir. Daha sonra Ali Şir Nevâî, Edirneli Şâhiî, Bihiştî, Hamdullah Hamdi, Ahmed Rıdvan, Kadımî, Celilî, Tebrizli Hakirî, Fuzulî ve Gülşehrî aynı mevzuyu işlemiştir. Türkçe'de 29 ayrı Leylâ ve Mecnûn hikâyesinden 18'ini Agâh Sırrı Levend incelemiştir.

Mecnun, bir kabile reisinin dualar ve adaklarla dünyâya gelmiş olan Kays adlı oğludur. Okulda bir başka kabile reisinin kızı olan Leylâ ile tanışır. Bu iki genç birbirlerine âşık olurlar. Okulda başlayıp gittikçe alevlenen bu mâcerâyı Leylâ'nın annesi öğrenir.

Kızının bu durumuna kızan annesi, kızına çıkışır ve bir daha okula göndermez. Kays okulda Leylâ'yı göremeyince üzüntüden çılgına döner, başını alıp çöllere gider ve Mecnûn (deli, çıldırmış, cinlenmiş) diye anılmaya başlar.

Mecnûn'un babası, oğlunu bu durumdan kurtarmak için Leylâ'yı isterse de, "Oğlan mecnûn oldu" diye Leylâ'yı vermezler. Halbuki o, çölde âhular, ceylanlar ve kuşlarla arkadaşlık etmektedir ve maddî aşktan ilâhî aşka yükselmiştir. Babası Mecnûn'u iyileşmesi için Kâbe'ye götürür. Duâların kabul olduğu bu yerde Mecnûn, kendisindeki aşkını daha da arttırması için Allah-ü Tealâya duâ eder:

"Ya Rab belâ-yı aşk ile kıl âşinâ beni
Bir dem belâ-yı aşkdan etme cüdâ beni."

Duâsı neticesi aşkı daha da çoğalır ve bütün vaktini çöllerde geçirmeye başlar. Diğer tarafta ise Leylâ da aşk ıstırâbı içindedir.

Bir zaman sonra âilesi, Leylâ'yı İbn-i Selâm isimli zengin ve îtibârlı birine verir. Ancak, Leylâ kendisini bir perinin sevdiğini ve eğer kendisine dokunursa ikisinin de mahvolacağını söyleyerek İbn-i Selâm'ı vuslatından uzak tutmayı başarır.

Mecnûn, çölde, Leylâ'nın evlendiğini arkadaşı Zeyd'den işitince çok üzülür. Leylâ'ya acı bir sitem mektubu gönderir. Leylâ da durumunu bir mektupla Mecnûn'a anlatır. Kendisini anlamadığından dolayı o da Mecnûn'a sitem eder.

Bir müddet sonra Mecnûn'un âhı tutarak İbn-i Selâm ölür. Leylâ baba evine döner. Bir çok tereddütten sonra herşeyi göze alarak, Mecnûn'u çölde aramaya başlar. Fakat Mecnûn, dünyâdan elini eteğini çekmiş ilâhî aşk yüzünden Leylâ'nın maddî varlığını unutmuştur. Leylâ, çölde Mecnûn'u bulduğu hâlde, Mecnûn onu tanımaz. Leylâ onun erdiğini anlarsa da, yine onsuz yaşayamaz. Hastalanıp yataklara düşer. Kısa zaman sonra da ölür. Mecnûn, Leylâ'nın ölüm haberini öğrenir. Gelip mezarını kucaklar, ağlayıp inler:

"Ya Rab, banâ cism ü cân gerekmez
Cânânsuz cihân gerekmez."

der, kabri kucaklayarak ölür.

Bir müddet sonra Mecnûn'un sâdık arkadaşı Zeyd rüyâsında, Cennet bahçelerinde birbiriyle buluşmuş iki mesut sevgili görür. "Bunlar kimdir?" diye sorunca, derler ki: "Bunlar Mecnûn ile onun vefâlı sevgilisi Leylâ'dır. Aşk yoluna girip temiz öldükleri, aşklarını dünya hevesleriyle kirletmedikleri için burada buluştular!"

Ama bu böyle "özet" okuyarak olmaz... Esas hikâyeleri bulup, şiirleri ile okumak gerek!

Varlık2- DERVİŞ OLANLAR, HAZZA BATTIĞI KADAR DÂİMA GAMDADIRLAR, efendim...
Anladınız mı bunu?.. HAZ... GAM... İki zıt... GAM'da NEŞ'E... İki zıt...
İKİ ZIT HİSSİ YAŞATAMIYAN ZÂTEN AŞK-I İLÂHÎ'YE GİDEMEZ!.. Götüremez kendini!..
O ZAMAN NEFSÂNİYETE GÖTÜRÜR!.. Yalnız haz... Geçici bir haz... Kahredici bir haz...
Vicdânı karartan bir haz... ve kör bir haz... Halbuki bu öyle değil... Gamın hazzına varıyorsunuz...
(Bunu söyledim galiba ama...) GÖMÜLÜYORSUNUZ GAMA, FAKAT HAZZINDAN GÖNLÜNÜZ SARHOŞ...
İşte bunu duymakla olur bu... Ondan dolayı ben dâima... İşte böyle gösteririz kendimizi...
Biz öyle görünürüz ama, gamdayız ama, bizim hazzımızı, duyan duyar ne derin hazda olduğumuzu...

Evet, konuşalım... Ben durmuştum da, siz konuşacaktınız galiba.

İdâreci- Timuçin Bey diyor ki, "Üstat GAM'ı bize târif ederler mi?"
V2- Tam istedikleri gibi târif edeyim... GAM.... kederin değil... Fakat şöyle: KEDERİ
ERİTEN HAZ... Anlaşılmadı... Şöyle diyeyim: IZDIRÂBI SAADETE VEREN DUYGU...
Anlıyabildiniz mi bu gamı?.. Yalnız şu var: Bu... işte, uymuyor o... GAM deyince kederli
bir insan tasavvur ediliyor, değil mi efendi?.... BU GAMDA KEDER YOK!
T.B.- İşte ben onun için öğrenmek istedim.
V2- İşte yok... Onu diyorum işte... Bu gamda keder yok... SİZ GAMDASINIZ AMA, GÖNLÜNÜZ
BU GAMI DUYDUĞU KADAR AYDINLIK, HAZLAN ... kendinizi o kadar TANRI'ya yaklaşıyor
zannediyorsunuz... ve istiyorsunuz ki, "ben bu gamı içeyim, hazzın sarhoşu olayım".
İ- Bu gamın menbaı ne olur?
V2- Tabii, işte İLÂHÎ AŞK TABİİ... Ne olacak?
Ziya Bey- Gam bir kavrmdır. Bunun izâhı son derece güç.
V2- Tabii.
Z.B.- Hazzın içinde eriyen keder... İnsana bir madde olarak bir kavram geliyor. Neş'enin
içinde eriyen bir şey olsa... bu sâdece duyulabilir bir şey.
V2- Tabii... Duyuluyor o, tabii...
Z.B.- Açıklanınca güzelliği kaybolur.
V2- Tabii duyuluyor... Zâten şu var: Bunu duyabildiğiniz kadar anlıyabilirsiniz... ve
anlıyabildiğiniz nisbette de duyuyorsunuzdur... Bunları ifâde edemezsiniz... Beselâ,
"Ben dana çok seviyorum".... Olmaz!.. Bilemezsiniz sevginin ölçüsünü... Bunu size hiç bir
şey vermez... Ama bilirsiniz ki, gamda iken çok huzurdasınız... Ama bu GAM ne?...
Ben oraya gideceğim... Gamın kelime mânâsı ne?... Ama neden gamda iken huzurdasınız?..
Buna ne buyrulur?...

Şimdi sual sorana bunu tevcih ediyoruz, efendim... Gamı anlattık biz. Ama niye, meselâ,
boyuna gam çekmek istiyorsunuz?.. Niye kendinizi gamda görüp te bu huzuru
tadacağınızı biliyorsunuz da, hep o gama batmak istiyorsunuz?.. Neden bu iki zıt his
sizi Tekâmül'e götürüyor?.. Bu ne?

T.B.- Bir muvazene sağlamıyor mu, gamla haz?.. Yan yana bulunması...
V2- Hayır, şöyle oluyor: Ters oluyor... Gama battığınız kadar hazza yükseliyorsunuz.
İ- Handan Hanım, "Her şeyten memnun olabilmek" diyor.
V2- Bakın, bunu size ben çok bilinen bir cümle ile izah edeyim... Eğer siz, size gelen
her şeyin, bilhassa felâketin, sizi Tekâmül'e götüreceği için geldiğini bilirseniz, bu gamdan
dâima haz duyarsınız, efendim... İş, İMÂN'a geliyor!... Bu gam da o imânın içindedir işte...
Niçin Mevlâna demiş ki "ağlamayın!", öleceği zaman?... Neden?.. İşte bundan!.. Niçin
benim hayâtımda bir gün ölüm, hiç geçmedi bile!.. Evvelden korkardım. Fakat bir gün
geldi ki, ölüm benden korkmaya başladı... Çünki ben biliyordum ki, söylediğim gibi,
VARLIKLA YOKLUK AYNI ŞEY!.. BUNLAR ŞEKİLDE BAŞKA BAŞKA GÖRÜNÜYOR... Bir anda
gözünüzü kapıyorsunuz
(bu Dünyâ'da), bir anda gözünüzü açıyorsunuz (Öbür Dünyâ'da)...
Aradaki zamânı ölçmeye imkân yok!.. Hani varlık?... Hani yokluk?... Öyle mi?
İ- Evet, efendim.
V2- Bakın!... mezarlıktan geçince... Bunu hepinizden yalvararak istiyeceğim... BİR
MEZARLIĞA GİRİN... OTURUN BİR MEZARIN BAŞINDA... KENDİNİZİ BOŞALTIN VE YALNIZ
O ANDA AKLINIZA GELENLERİ TESBİTE ÇALIŞIN!... Buru bir Toplantı'da hepinizden
istiyeceğim, "Ne duydunuz?" diye... Bakın, neler duyacaksınız.

Siz zannediyorsunuz ki, Bu Âlem'deyken sâdece sizdeki kelime yığını size anlatabilecek!..
Hayır!... Durun mezarlıkta... bakalım, duygularınız nelere bürünecekler!... Neler ifâde
edecekler!... Sâdece ders değil mezarlıkta... "İşte yarın ben böyle olacağım" filân değil...
Arada bir İrtibat kurun... Herkes kurabilir bunu... Bunu kurmak için bir şart yok... Yalnız
bir tek şart var, o da İMÂN...

Burada durmamız farz oldu... Hemen sondan başlayalım, Üstât İMÂN demiş... Neye İMÂN?... Tabii "ALLAH'a" diyeceksiniz, ama yetmez. Bir de ÂHIRET'E İMÂN var... Lâni, öldükten sonra YOK OLMADIĞINA... Öyle ki, bu ikisine İMÂN eden ve iyi işler yapanları hangi dinden olurlarsa olsunlar, ALLAH müjdeliyor:

- "Şüphesiz iman edenler, Yahudi olanlar, Hristiyan
ve Sabiîlerden her kim Allah’a ve Âhiret Günü'ne iman eder
ve salih amel yaparsa, onlara Rableri katında ecirler vardır.
Onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir de."

(Bakara Sûresi, 62. Âyet)

Yüce ALLAH, belki farketmezler diye ayni ifâdeyi bir kere daha yazdırmış:

- "İman edenler, Yahudiler, Sâbiîler ve Hıristiyanlar,
(bunlardan) Allah’a ve Âhiret Günü'ne inanıp
Dünyâ'ya ve Âhiret'e yararlı işler yapanlara
korku yoktur ve onlar üzülecek de değillerdir. "

(Mâide Sûresi, 69. Âyet)

Üstât, "Sizde bu imân varsa, mezarlıkta bir şeyler duyarsınız" diyor... Ama Suudîler, Selefîler, Vahhâbîler, IŞİD'liler mezarları, kabirleri, türbeleri yıkıyor. Ortada başında oturacak bir mezar bırakmıyorlar. Hem de bunu KUR'AN ayetlerine, Peygamberimiz'in sünnetine aykırı olarak yapıyorlar.

- "Onların arasından (münafıklardan) ölen birinin namazını sakın kılma,
mezarı başında da durma!"

(Tevbe Sûresi, 64. Âyet)

Demek ki Peygamberimiz zamanında başında durulacak mezarlar varmış. Demek ki, Peygamberimiz imanlıların mezarlarının başında durur, tefekküre dalar, dua edermiş... Tabii, kabirleri, türbeleri bez bağlamak, putlaştırmak olmaz. Ama yok etmek te gerekmez.

İdâreci- Muhterem Üstâdım, Medyumumuz'un durumu müsaitse devam edelim, yoksa...
Varlık2- Evet, yoruldular, efendim... Yalnız biraz evvel fenâlık geçiren hanım sorsun.
Zor da olsa, bir şey soracak.
İ- İki kişi oldular, efendim.
V2- Sorsunlar. evvelâ birisi sorsun.
İ- Var mı sual?
V2- Var, var... Korkmadan sorun... Şahsî sual yok, efendim. Hayır... Hayır, hayır.
Bir hanım soracak.
İ- Mediha Hanım'la bir Celse yapmamızı söylemişlerdi.
V2- Hazret-i İshak'la Temâs'a geçin.
İ- Bugün olmaz.
V2- Evet. Olmaz zâten bugün... Bir başka zaman yapalım... Çok mühim bir Celse...
Hattâ Hâzirûn'a bâzı şeyler gösterebiliriz belki.
İ- Günlerden bir şey söyleyebilir misiniz?
V2- Nelerden, efendim?
İ- Zaman tâyin eder misiniz?
V2- Hayır. Biz Medyum'u göndeririz size.
İ- Mediha Hanım çok kısa bir zaman sonra, Pazartesi günü buradan gidiyorlar.
V2- Pazartesi günü olmasın da, Sali günü akşamı olsun. Yapalım onu, efendim. Kalın,
kalın... Yalnız şüpheden temizlenin.
İ- Efendim, yerimiz dar. Bu bakımdan gelenleri nasıl ayarlıyalım? Gelenler hep değişiyor.
V2- Zâten öbür grup ta pek kalabalık olmasın... İsteyen Medyum'la bu Medyum'u... Ben
vermiyorum... Hazret-i İshak veriyor bunu... Yalnız ben şeyde
(İrtibat'ta) olduğum için
veriyorum size... Diğer Medyum'la olacak bâzı şeyler... çünkü o Medyum biraz
dehlizde imiş...

"Yalnız bir şey rica edeceğim ondan... Mümkün olduğu kadar," diyor Hazret-i İshak,
"abdestli gelsinler, efendim". Namaz abdestli gelsinler. Yatarken de alarak yatsınlar.
Bilinmez!... Ne kahrolasıcalar vardır!... Bilinmez...

Peki, efendim.

İ- Çok teşekkür ederiz. ALLAH râzı olsun.
V- Hepimizden.

Üstat, birlikte çalışma yapılacak 2. Medyum'da bir rahatsızlık sezmiş, bunun bir Obsesyon olma ihtimâli var,. Onun içini hem Celse'ye katılanlara, hem de kendisine abdestli gelmesini tavsiye ediyor, bir nev'i korunma tedbiri olarak... Medyum'a ayrıca gece rahat uyuması için abdest alıp yatmasını eklemiş. Sizi koruyacak biri yoksa, ne yaparsınız? Kendiniz korunma tedbirleri alırsınız. E, ALLAH'a sığınmaktan daha güvenli bir tedbir var mı?.. Üstat onu vermiş.

Varlık2- Yalnız bir şey soracağım. Anlıyamadığım bir şey...
Sizin Medyumunuz niye yapayalnız?
İdâreci- Ne gibi, efendim?
V2- Çok şahsî oldu ama, ben girdim böyle... Sızlıyor, sızlıyor için... Uyuyan Medyumunuz...
Niye yapayalnız?.. Yalnız!... korkunç bir yalnızlıkta yuvarlanıyor.
İ- Çâresi nedir, Üstâdım?
V2- Hazret-i İshak muhafaza ediyormuş hep... Yalnız!... Çok yalnız!...
İ- Aramıza almak çok istiyoruz.
V2- Öyle değil... O yalnızlık değil... Sizle berâber o... Hayatta yalnız... Ama nasıl yalnız!...
Pırıl pırıl bir gönül... Böyle, nasıl...Sanki gönlün her boşluğundan içeri karanlık sızıyor...
Bir yalnızlık!... Çok seven var bu Medyumunuz'u... Medyum... mânen çok zengin. Ama ne
kadar zengin!... "ALLAH" dendiği zaman, zerre zerre titriyor... Nasıl bağlı!.. Fakat yalnız!..
Çok yalnız!.. çok!...
İ- Tavsiyeniz nedir?
V2- Tavsiye olmaz buna... Nasip olur... Çok yalnız ama!... Yâni, GARİP kelimesi bunu
ifâde edemez. O kadar yalnız...

Güle güle, efendim.

İ- Nur olunuz.
Varlık1- .... Memnun musunuz?
İ- Çok teşekkür ederiz.
V1- Gelecek sefere benle berâber Kâinat'ta bâzı meseleleri bir diğer Rehber Ruh'la
berâber konuşacağız, efendim.
İ- Hazırlıklı olabilmek için bize ipuçları verebilirler mi?
V1- Evet. Kâinat hakkında bildiklerinizi iyice öğrenin... Dünyâ'yı da... Ve bize sual sorun...
Biz onları öteye götüreceğiz. "Niye var," diyeceğiz, ."MERİH?".. Niye var?.. "Niye
dönüyor o böyle?" .. "Niye bu böyle?".. "KÂİNAT ne?"...

Biraz zaman alıyorum, Ama çok az zaman alacağım... Meselâ, NÂMÜTENÂHİ ne?.. Târif
edebilir misiniz?.. Ben, kusura bakmayın, Yunus Emre gibi derviş değilim. Bâzen
çetinleşir, çetin sual sorarım... Târif edin NÂMETENÂHİ'yi... Yalnız bu aynı zamanda
imtihan olacak. Biraz evvel Hazret'i anladınız mı?.. Onu da anlıyacağım buradan... Ne
NÂMÜTENÂHİ?.. Târif... Târif edeyim. Bunu hiç unutmayın, olur mu?.. NÂMÜTENÂHİ,
BİRDEN BAŞLAYIP BİRE VARMAKTIR... Anlaştık mı?

İ- ??? Bunu açar mısınız?
V1- Bu zâten açılmış. Hepiniz biliyorsunuz. "Cüz" dedik, "Kül" dedik, şu dedik,
bu dedik... "Gönül" dedik, "Aşk" dedik, "Gam" dedik... Hep bunlar birden başlayıp
bire varmaktır... Ben size bunu bir tek cümle ile ifâde etmek için burada öyle söyledim.
Birden varıp... Fenâlaşmayın, efendim!.. Anlatabildim mi?.. Söyleyin, efendim, evet...
Bir ses alıyorum.
Bir Bayan- Kulda vârolup, TANRI'da yok olmak.
V1- Onu biraz evvel Hazret verdi, zannediyorum, bir şiirinde. Onu ezberleyin siz. Olur mu?..
Güle güle...

Haset, kin... Bunları atın, olur mu efendim?.. Gönül pasıdır bunlar... Ancak bunları TANRI
NURU siler... Başka hiç bir şey silemez. O zaman Tekâmüldesiniz.

ALLAH yolunuza hep böyle gönüller... yolunuza hep böyle gönüller ışık tutsun, efendim.
Bir dua etmiştik. Neydi o?.. Kim biliyor?... Yaaa... Siz yazdınız hangi dua... Bakın, şunu
hiç... "Her namazda, "diyorum... Yalnız "namaz" deyince, yalnız şekli kabul etmiyorum.
Tabii namaz kılmaz mecburiyetindeyiz... Bunu yapacağız ama... Dua şu... Dua...
Biliyorsunuz, DUA... GÖNÜLLE TANRI ARASINDAKİ İRTİBATTIR DUA ... DEYİN Kİ,
"YARABBİ!.. BEN BENİ BIRAKTIĞIM AN, SAKIN SEN BENİ BIRAKMA!"
İ- Evet.
Medyum- "Yunus" diyor Hazret-i İshak... Söylüyor... bana hitap ediyor Hazret-i İshak...
Ben olarak konuşmuyormuş artık... "Çünkü" diyor... Uzaklaşıyormuşuz... "Yunus" diyor,
"çok acıdı sana. Öbür toplantıda, bir diğer sefer senin için okuyacakmış." ... Ve benim
için okuyacakmış Yunus Emre... Ben zavallı imişim... Ama neden?... Neden zavallıymışım,
bunu bilmiyorum.
V- Güle güle!
İ- TANRI râzı olsun.

Çok şükür, bitirdik... Şimdi sıra sizde... Okuyup, inceleyin.

****


Üstat Hazret-i İshak, "Gelecek sefere benle berâber Kâinat'ta bâzı meseleleri bir diğer Rehber Ruh'la berâber konuşacağız. 'Niye var' diyeceğiz, 'MERİH niye var? ... Niye dönüyor o böyle? ... Niye bu böyle? ... KÂİNAT ne?" diyerek bir sonraki Celse'nin konusunu vermişti ya, şimdi o Celse'yi nakledeceğiz. Bakalım, kim çıkacak karşımıza?

Medyum uyutulur, derinleştirilir ve yükseltilir... Gördüklerini anlatmaya başlar.

Varlık1 : Neyzen Tevfik
Varlık2: Ahmet Râsim
Varlık3: Mevlevî Hazret-i İshak
Varlık4: İbn-i Sinâ
Varlık5: Yunus Emre
Medyum: Esat Ozan
Celse İdârecisi: Ferhan Erkey
Tarih : 14 Ocak 1965
Usûl : Hipnoz yoluyla rûhî infisâl
Hâzirûn: Bilim adamları, muhtelif şahıslar

Medyum- .... Konuşamıyorum.... Bir gölge var... Yaklaşıyor bu... Gülmek lâzım gibi
böyle... Kabarık bir şey... bir baş... "kokla" diyor... "Bir cümle söyleyip gideceğim,
ama çok düşünün" diyor, "bu cümle üzerinde."
Varlık1- İDÂREDE GAZINIZ AZ KALDI. IŞIĞINIZ SÖNMEK ÜZERE... DİKKAT!... İKİNCİ
BİR IŞIK BULUN, İDÂREDE GAZ BİTMEDEN!... Olur mu?... Anladınız mı?... İDÂREDE GAZ
BİTMEK ÜZERE... FİTİLİNİZ SÖNECEK... O SÖNMEDEN, YÂNİ GAZ BİTMEDEN İKİNCİ BİR
IŞIK VERECEK BULUNUZ!... Güle güle!.. Hadi, ben NEYZEN...
M- "İDÂREYE DİKKAT!" diyor, "GAZI BİTMEK ÜZERE İDÂRENİN."

Hemen burada duralım, çünkü bu kısa TEBLİĞ çok mühim... Verildiği târihte anlamadık. "Çok düşünün!" demesine rağmen üzerinde hiç durmadık. Daha sonra ikinci bir TEBLİĞ ile aynı konuya işâret edildi, o zaman biraz anladık ama, gene bir şey yapılmadı. Ve söylenen gerçek oldu.

İdâre Lâmbası

50 yaşından küçük olanlar bilmez, eskiden memleketin her tarafında elektrik yoktu. Bâzı yerlerde idâre lâmbası, biraz daha hali vakti yerinde olanlarda "lüks" lâmbası ile aydınlanırlardı geceleri... İdare lambası, sac , teneke veya camdan yapılmış bir aydınlatma aracıdır. Ters huniye benzer. Alt kısmındaki hazne kısmına yağ veya gazyağı konulurdu. Üstten yağ veya gazyağı bulunan haznenin içine bir fitil salınırdı.

Lüks Lâmbası

Aydınlatmada ışık şiddeti birimi 'mum', ışık akışı birimi 'lümen' ve aydınlatma birimi ise 'lüks'dür. Lümen bir mum şiddetindeki bir kaynağın bir metre ilerisindeki bir metrekarelik alana dik gönderdiği ışık miktarıdır. Bu alanda meydana gelen aydınlanmaya "lüks" denir... Ama bizim maksadımız ışık hakkında bilgi vermek değil, halk tarafından lüks sayılan bu cihazı tanıtmaktı. Bu da gazyağı ile çalışır. Yalnız altta fitil değil, üstte tülden bir gömlek vardı. Pompaladıkça ampül gibi parlardı.

Lâfı döndürüp dolandırıyorum, çünkü Tebliği açıklamaya dilim varmıyor... Neyzen dostumuz, bizi aydınlatan Medyum'un az ömrünün kaldığını, yakında öleceğini, onun yerine başka bir aydınlanma kaynağı, yeni bir Medyum bulmamızı söylüyor... Daha sonra 31 Temmuz 1966 târihli Celse'de "Dergâh'ta yerinin hazır olduğu" söylenmiş, Medyum "Çok acı!.. Benim yerimi hazırlamışlar buraya... Ağlamak olmazmış burada hiç... Çünkü herkes yer hazırlarmış orada... Ama anlamadın niye?..Acaba ölecek miyim?" diye meraklanmış ama yine üzerinde durulmamıştı... Bu Celse'den takriben 2 yıl sonra, 40'lı yaşlarında iken vefat etti.

İdâreci- Ne gibi bir tavsiyede bulunursunuz?
Varlık1- İçinizden çıkacak adama bağlı... Güle güle!... Yalnız İDÂRENİZDE GAZ BİTİYOR,
DİKKAT!... Hadi, güle güle!..
Medyum- ..... Bir ses.... Bir sesler... Ohh!.. Ama ne sesler!... Aaa!... Ben bu sesleri
tanırım hep... Bir garip sesler... Âlem oluyor gibi... Evet... "Tabii" diyor bir ses...
"Alem oluyor, ya!... Biz hep âlemdeydik. Âlemle buraya geldik. Âlemle gidiyoruz...
"Ama" diyor, "çok müşgülâtlar çektik... Neyse, hadi!"
İ- Kimdir söyleyen?
M- "Vallahi, hepiniz tanımazsınız ama, bak, şöyle bir şey söyliyeyim" diyor. "Tabii
burası Çok Yüksekler filân değil... Öyle falan işte." ... Vasat bir yermiş... Ama çok
eğlence gibi bir şey... Hattâ bana, "Gel" diyorlar, "ne yapacaksın orada?" ... "Gel, bak
ta, cümbüş gör!" ...

Bakın, şimdi... Bir ses var, arada çıkıyor... Bu ses fazla çıkıyor... Diyor, "Kelimeleri
dizemem ama, sonra siz dizin," diyor... "Ben söyliyeyim," diyor... Çünkü bu yerde
kelimeleri dizemiyoruz. Çok Yukarı çıkmak lâzım;" diyor... "Şöyle bir şey hatırlayın,"
diyor.

MEHTAP ERİYOR İNAN, BAKIŞINDA
BİR TATLI HAZ VAR GİBİ GÖNLÜNE AKIŞINDA
KÂFİR, ALDATTIN
NE MÂNÂ VAR O ÇİÇEK TAKIŞINDA

"Haydi, yeter" diyor... "Söyliyeyim mi" diyor, "ismimi?" ... AHMET RÂSİM.... Güle güle...
"Hadi size güle güle," diyor... "Biz çekmekten" diyor, " işte ... çekiyoruz" diyor.
İ- Çok teşekkür ederiz.

Rahmetli şâir, musikişihas Ahmet Râzim bu şiirini 12 Ocak 1965 târihli Celse'de düzeltti. Âhıret'te niye azap çektiğini de anlattı. Ama elbette ki Geri bir Varlık değil. Bulunduğu yer "vasat" ...

Medyum- .... Sür'atle çıkıyorum.... Başım dönüyor benim...
İ- Yavaşlayınız.
M- Dönüyorum... Dönüyorum... Dönüyorum...
Varlık3- Merhaba!...
İ- Merhaba, efendim.
V3- HAZRET-İ İSHAK...
İ- Hoş geldiler. TANRI râzı olsun.
V3-- İki renk var burada... YEŞİL ve SİYAH... iki renk... Şimdi bunları karıştıracağız.
galiba.... Bakalım... Yalnız Medyum yine rahat değil gene... Hep rahat değil.
İ- Ne gibi?... Peki...
(Medyum'un kollarını uvarak, bacaklarını düzelterek
rahatlatmaya çalışır.)
V3- Ben ne yapılacağını söyliyeyim.
İ- Lûtfedin.
V3- Çok kısa olmak üzere... Çünkü çok kısa olması şart. Fakat çok öz olacak bu...
Şimdi sizi İBN-İ SİNÂ ile tanıştıracağım... Ondan sonra, gene çok kısa olmak üzere
YUNUS EMRE ile, ondan sonra benle konuşacağız. Bu arada bâzı şeyler söyliyeceğim.
o kadar...

Yalnız bir şey söyliyeyim. İbn-i Sinâ çok serttir. Konuşmada münâkaşa olmamalıdır.
Dâima biri, bir diğerinin fikrine ışık tutmalıdır, efendim. İnat, taassup oraya da
girmemelidir. Müsamaha içinde neticeye gidelim. Olur mu, efendim?...

Bir hanım okurumuz sitem etmişti, "En son Gazali ile devam edilecekti. :( " diye... Gazâlî'den nerede söz ettik, hatırlamıyorum ama, işte İbn-i Sinâ geldi. Çünkü bir evvelki Celse'de Kâinat üzerinde konuşulacağı vaadedilmişti. Bunun üzerine Ferhan Bey, nasıl yapmış etmişse, bu Celse'ye Fizik âlimlerini çağırmıştı. "Nasıl etmişse" diyorum çünkü, bir düşünün... Bir Fizik Profesörü'ne gidiyorsunuz, "Bizim yarın akşam Ruh Çağırma Seansımız var, gelip Sohbet'e katılır mısınız?" diyorsunuz... Veya bir Astronom'a... Sizi "deli" zannetmez mi?.. İşte bu tehlikeye rağmen, hem de genç, 6-7 bilim adamını toplamıştı rahmetli Ferhan Bey...

Sonra bir ikinci tehlikede Celse esnâsında olay çıkması idi... Bu muhtemelen inanmayan bilim adamları, ya Varlık'la atışmaya başlarsa?... Ben buna hiç cesâret edememiştim açıkçası... Zâten Hazret-i İshak ne diyor?.. "İki renk var burada... YEŞİL ve SİYAH... iki renk... Şimdi bunları karıştıracağız. galiba.... Bakalım" diyor... YEŞİL renk İnançlı Olanlar, SİYAH renk ise İnanmayanlar... Bir sürtüşme olacağını seziyor...

Celse'ye devam etmeden Muhterem Üstâdımız İbn-i Sinâ (980-1037) hakkında kısa bir bilgi vermek isteriz. Gene İslâm Ansiklopedisi'nden ve Ömer Mâhir Alper'in yazısından yararlanıyoruz.

İbn Sînâ yaklaşık 980 yılında, Buhara yakınındaki Efşene köyünde doğdu. Aslen Belhli olan babası Abdullah, Sâmânî Hükümdarı Nûh bin Mansûr döneminde başşehir Buhara’ya yerleşmişti. İyi bir öğrenim gördüğü ve İsmâilî görüşleri benimsediği anlaşılan Abdullah, İsmâilî dâîlerle sürekli irtibat halindeydi. Bu irtibat neticesinde evi Felsefe, Geometri ve Hint Matematiği'yle ilgili konuların tartışıldığı bir merkeze dönüşmüştü. Kendisini bu tartışmaların içinde bulan İbn Sînâ, erken denilebilecek bir çağda felsefî konulara âşinalık kazandı.

İbn Sinâ olağan üstü bir zekâya sâhip olduğu için çok küçük yaşta dikkatleri üzerinde topladı. Önce Kur’an’ı ezberledi. Herhalde 3 yaşında başladı... Değerli din âlimi Bayraktar Bayraklı "kendisinin 3 yaşında KUR'AN okumaya başladığını, 9 yaşında hâfız olduğunu" söyler. Rahmetli Yaşar Nuri de 4 yaşında KUR'AN okumaya başladığını, 9 yaşında hâfız olduğunu anlatmıştı... İbn Sinâ, daha sonra Dil, Edebiyat, Akaid ve Fıkıh öğrenimi gördü. Dil ve Edebiyat alanında Ebû Bekir el-Berki’den ders aldığı sanılmaktadır.

İbn Sînâ ayrıca babasından Geometri, Aritmetik ve Felsefe konusunda ilk bilgilerini aldıktan sonra, babasının isteği üzerine Mahmûd el-Messâh’tan Hint Aritmetiği okudu. Al Nâtilî’den filozof Porphyrios’un (M.S. 234-305) Îsâgucî (Eisagoge) adlı mantık kitabını okumaya ve bu çerçevede tartışmalar yapmaya başladı. Öklid’in (M.Ö. 330 - 275) Elementler’inin baştan 5-6 bölümünü yine Nâtilî’den okudu, kitabın geri kalan kısmını ise kendi kendine çözmeye çalıştı. Ardından Batlamyus’un (M.S. 100-170) el-Mecistî’sine (Almagest) geçti; eserin başlangıç kısımlarını bitirip geometrik şekillerle ilgili bölümüne ulaşınca, hocası kitabın diğer kısımlarını kendi kendine okuyabileceğini söyledi. Sonuçta İbn Sînâ, Astronomi'de de oldukça ileri bir seviyeye ulaştı.

Al Nâtilî, Gürgenç’e gitmek üzere Buhara’dan ayrılınca İbn Sînâ Fizik, Metafizik ve diğer felsefî konularla ilgili metinlere ve bunların şerhlerine yöneldi. Bu çalışmalar neticesinde Felsefe'nin bütün disiplinlerinde iyi bir donanıma sâhip olduktan sonra, Tıp tahsiline başladı. Daha 16 yaşında iken birçok tabibin onu bir Tıp otoritesi sayarak bilgisinden faydalandığı İbn Sînâ, Tıp'ta teoriden pratiğe geçerek bilgilerini daha da geliştirdi.

Bu arada Fıkıh öğrenimini de sürdürerek, münâzaralarda bulunacak kadar bilgisini geliştiren İbn Sînâ, daha sonra Mantık ve Felsefe kitaplarını yeniden gözden geçirmeye koyuldu. Bir buçuk yıl devam eden bu süre zarfında Mantık, Matematik ve Fizik alanlarında ilerleme kaydedip, Metafizik sahasındaki eserleri incelemeye yöneldi. Bu sırada Aristo’nun (M.Ö. 384-322) "Mâ ba'de’t-Tabî'a" (Metafizika) adlı eserini defâlarca okumasına rağmen, Arapça tercümenin bozuk olmasından dolayı anlıyamadı. Lâkin Fârâbî’nin (872-950) bu konudaki "el-İbâne 'an garazi Aristotâlîs fî Kitâbi Mâ ba'de’i-Tabî'a" eserini tesâdüfen elde edip okuyunca, bu problemini çözmüş oldu... Acaba sırf merak gidermek için bile olsa, bu eski Yunan bilim adamlarının eserlerini okuyan var mı günümüzde?.. Ben de okumadım. Bana da yuh!..

Felsefe ve Tıp alanında oldukça ün kazanan İbn Sînâ, Sâmânî Hükümdarı Nûh bin Mansûr’un ağır bir hastalığa yakalanması üzerine Saray'a dâvet edildi. Sultanın tedâvisi konusunda nisbî bir başarı sağladı. 18 yaşında iken Saray Hekimliği'ne getirilen İbn Sînâ, zengin Saray Kütüphanesi'ne girerek Tıp'la ilgili eserleri okuma ve inceleme imkânına kavuştu.

Matematik dışındaki bütün ilimleri içine alan "el-Hikmetü’l-'arûziyye" adlı bir eser kaleme almış, Ebû Bekir el-Berki’nin talebiyle de yaklaşık yirmi ciltlik "el-Hâsıl ve’l-mahsûl ile el-Bir ve’l-ism" adında bir risâle telif etmiştir.

Sâmânî Devleti, İbn Sînâ’nın babasının ölümünden (1003) birkaç yıl önce önemli sarsıntılar geçirmiş, 1005 yılında da çökmüştür. Böylece İbn Sînâ Buhara’yı terketmek zorunda kalmış, İbn Sinâ, kendisine uygun bir yer bulabilmek amacıyla çeşitli bölgelere seyahat etmiştir. İlk olarak Hârizm’de bir kasaba olan Gürgenç’e (Ürgenç) gitti. Kendisi de filozof tabiatlı, erdemli ve sevilen bir kişi olan Gürgenç Emîri Ali bin Me'mun, İbn Sînâ’ya Gürgenç’te kaldığı müddetçe maaş bağladı. Emîrin sarayında Bîrûnî, Ebû Sehl el-Mesîhî, İbnü’l-Hammâr ve İbn Irâk gibi âlimler de bulunuyordu. İbn Sînâ ile Bîrûnî (973-1048) arasında Fizik ve Astronomi'ye dâir bâzı münâzaralar bu sırada gerçekleşti. Cürcân’da muhtemelen iki yıl kalan İbn Sînâ, Rey’e giderek Büveyhî Devleti’nin vâlisi Fahrüddevle’nin eşi Seyyide ve oğlu Mecdüddevle ile buluştu. Burada ilmî otoritesini kabul ettirerek melankoliye yakalanan Mecdüddevle’nin tedâvisini üstlendi. Mecdüddevle, Büveyhîler âilesinin bir mensubu olduğundan, bu hadise İbn Sînâ ile Büveyhîler arasındaki ilişkinin başlangıcını teşkil etti. Ancak Rey'de iken İbn Sînâ’nın evini kuşatan isyancılar onu hapse atıp, bütün mallarına el koydular;

Gazneli Mahmud (971-1030) , âlimleri sarayında toplamak istedi. İbni Sinâ gitmedi. Gittiği yerlerde değerinin bilinmediği ve şahsına yaraşır bir himâye görmediği için 7 yıl boyunca seyahat ettiği anlaşılan İbn Sînâ, 1012'de şiddetli bir hastalığa yakalandı. Aynı yıl içerisinde Cürcân’a döndü. Cürcân’da rahat bir ortama kavuştuğu söylenebilir. İlme düşkün bir kişi olan Ebû Muhammed eş-Şîrâzî, ona bir ev satın aldı ve bâzı imkânlar tanıdı,,. Böyle bir ortamda İbn Sînâ bir yandan eserlerini kaleme alıyor, bir yandan da ilmî ve felsefî konularda ders veriyordu.

Kazvin’e, oradan da Hemedan’a gitti. Bu şehirde Kezbâneveyh’in hizmetine girdi. Ardından kulunç (kolik) hastalığına yakalanan Büveyhî Hükümdarı Şemsüddevle’yi tedâvi etmek için onun sarayında bulundu. Burada hükümdarı iyileştirmeyi başaran İbn Sînâ birçok mükâfatla birlikte hükümdarın dostluğunu da kazandı. Şemsüddevle’nin Karmîsîn’e bir sefer düzenlemesi üzerine onun yanında savaşa katıldı. Kendisine vezirlik teklif edilen İbn Sînâ görevi kabul etti. Fakat ordu içerisinde baş gösteren huzursuzlukların ardından isyan çıktı. İbn Sînâ’nın evini kuşatan isyancılar onu hapse atıp, bütün mallarına el koydular; ayrıca Şemsüddevle’den filozofun öldürülmesini istediler. Bu isteği kabul etmeyen hükümdar isyancıları yatıştırmak için onu görevinden uzaklaştırdı. İbn Sînâ, kırk gün boyunca Şeyh Ebû Sa‘d ed-Dahdûk’un evinde gizlenmek zorunda kaldı. Ancak hastalığı nükseden Şemsüddevle tekrar kendisini tedâvi etmesini isteyince, onu tedâviye başlayan İbn Sînâ yeniden vezirlik makamına getirildiği gibi, öncekinden daha çok ikram ve iltifata nâil oldu. Bu sırada İbn Sînâ öğrenci yetiştirmeyi de ihmal etmiyordu. Gündüzleri devlet işleriyle meşgûl olduğu için, geceleyin ders veriyordu,

Daha sonra İbn Sînâ, Şemsüddevle’nin Tarım üzerine düzenlediği sefere katılmak durumunda kaldı. Tarım yakınlarında hükümdar tekrar hastalanınca askerler kendisini Hemedan’a götürmek istedilerse de, Şemsüddevle yolda öldü ve yerine oğlu Semâüddevle geçti. (1021) Yeni hükümdar İbn Sînâ’dan vezirlik görevini sürdürmesini istediyse de, Filozof bunu kabul etmedi. Bu tavrı yüzünden Büveyhîler’le arasının açılmasına rağmen, Hemedan’dan ayrılamadı.

İbn Sînâ ile Şiî Büveyhîler arasındaki gerginlik artmış, hattâ Şemsüddevle’nin öteki oğlu Tâcülmülk, onun Kâkûyîler (1008-1274) Hükümdarı Alâüddevle Muhammed b. Rüstem ile gizlice mektuplaştığını ileri sürmüştür. İbn Sînâ bu suçlamayı reddettiyse de, kendisine düşmanlık besleyen bâzı kişilerin de aleyhinde bulunması üzerine, Ferdecân Kalesi’ne hapsedildi, (1023) Kalede dört ay kalan Filozof, Alâüddevle’nin Hemedan’a bir sefer düzenleyip, orayı zaptetmesinden sonra serbest bırakılarak 1024 yılına kadar Hemedan’da kaldı.

Nihâyet Hemedan’dan gizlice ayrıldı; sıkıntılı bir yolculuktan sonra İsfahan dolaylarındaki Tâberân’a ulaştı. Dostları ve Sultan Alâüddevle Muhammed b. Rüstem’in yakınları tarafından karşılandı ve Abdullah b. Bâbî’nin evinde misafir edildi. Taberan'da Hükümdar Alâüddevle’nin İbn Sînâ’yı vezirliğe getirdi ve en önemli işleri onun yetkisine bıraktı. Alâüddevle’nin düzenlediği ilmî toplantılar onun şöhretinin İsfahan çevresinde yayılmasını sağladı. Bu dönemde ilmî çalışmalarını da sürdüren İbn Sinâ, "eş-Şifâ'" gibi eksik kalan bâzı eserlerini tamamlamaya çalıştı. Matematik, Astronomi ve Mûsiki konularında yazmış olduğu bir kısım eserlerini daha da geliştirdi, yeni eserler telif etti. İbn Sînâ, Alâüddevle ile birlikte Sâbûrhâst ve Hemedan’a tertip edilen bazı seferlere katıldı.

İsfahan’da kaldığı yıllar boyunca nisbeten sâkin bir hayat süren İbn Sînâ, Gazneli Hükümdârı Sultan Mesud’un İsfahan’ı almasından sonra evinin ve kütüphanesinin yağmalanması üzerine, büyük bir sarsıntı geçirdi. Bu dönemde sağlığı da bozuldu; devrinde yaygın olan kulunç hastalığına yakalandı. Alâüddevle Hemedan’a sefere çıktığında onunla berâber bulunduğu sırada, yolda tekrar hastalandı ve Hemedan’a ulaştıklarında vefat etti... Kabri Hemedan’dadır.

Alâüddevle’nin huzurunda dil âlimi Ebû Mansûr el-Cübbâî ile yaptığı bir tartışmada Cübbâî, İbn Sînâ’ya "dil konusunda bilgisi bulunmadığını" söylemiş, bunun üzerine İbn Sînâ 3 yıl boyunca çalışarak dil alanında üstün bir seviyeye ulaşmış ve konuyla ilgili kitaplar kaleme almıştır. Sonunda Cübbâî ile tekrar görüşerek onu kendisinden özür dileyecek bir durumda bırakmıştır.

İbn Sînâ felsefî sisteminde özellikle Fârâbî’ye çok şey borçludur. Bununla birlikte üstâdını aşmış, târih içerisinde onun adını ikinci derecede bırakmıştır. İbn Sînâ’yı eleştiren Gazzâlî ve Fahreddin er-Râzî gibi İslâm âlimleri da kendisinden etkilenmişlerdir. Çünkü İbn Sinâ mükemmel bir Felsefe sistemi kuran kurmuştur. Pek çok kitabı, makalesi, vardır, "risâle" diye geçer. Şimdi onları sıralıyacağız, siz de sıkılıp atlayacaksınız ama aralarında Ruhiyat'la, yâni Spiritalizm'le ilgili olanlar da var. Atlarsanız, onları görmiyecesiniz. Hiçbirinin ismi Türkçe değil; Arapça veya Farsça... George C. Anawati, "Mü'ellefâtü İbn Sînâ" adlı çalışmasında dünya kütüphânelerinde Filozof'a nisbet edilen 276 adet eser tesbit etmiştir. Batılılar, "Avicenne" dedikleri İbn Sinâ'nın hemen her eserini kendi dillerine tercüme etmişler, ondan yararlanmışlardır. Ama nedense bizde pek az eseri bilinmekte ve tercüme edilmiş bulunmakta... O tercümelerin Tıp Fakülteleri'nin kütüphânelerinde bulunup bulunmadığı, öğrencilere okumaları tavsiye edilip edilmediği de bilinmiyor. Biz bu listeyi yazdık ki, birilerinin kulağına ulaşsın ve İlâhiyat, Arapça, Farça, Kütüphânecilik bölümü öğrencilerine doktora, doçentlik, profesörlük tezi olarak bunlar verilsin. Çoğaltılıp kütüphânelere konsun. Ucuz ucuz piyasada satılsın da, herkes öğrensin. En az Batılılar kadar onu tanısın.

Eserleri:

1. eş-Şifâ' ... Felsefe'ye dâir en önemli eseridir. Ansiklopedik bir tarzda yazılmış olup, Mantık, Tabîiyyât, Riyâziyyât ve İlâhiyyât bölümlerinden meydana gelmektedir. İlk defa bir heyet tarafından Kahire'de 1952-1983 yılları arasında 22 cilt halinde yayımlanmıştır. Bâzı bölümleri Türkçe, Farsça, Süryânîce, Lâtince, İngilizce, Fransızca, Almanca, İspanyolca ve Rusça gibi dillere çevrilmiştir.
2. en-Necât ... Felsefe'nin temel konularında okuyucuya bilgi vermek ve bu alana yönelen kimseleri yetiştirmek amacıyla 1026 veya 1027 yılında kaleme alınmıştır. Önemli ölçüde "eş-Şifâ'"ın Mantık, Tabîiyyât ve İlâhiyyât bölümlerinin bir özetidir. İbn Sînâ’nın yazdığı hâliyle ilk defa Roma’da 1593'de basılmıştır. Hâlen bile Türkiye'de basılmamıştır.
3. el-İşârât ve’t-tenbîhât ... Felsefe'nin Mantık, Tabîiyyât, İlâhiyyât ve Ahlâk konularında yazılmış olup, "eş-Şifâ'"daki ilgili bölümlerin özeti niteliğinde ise de; gerek üslûbu, gerekse kullanılan kavramların farklılığı ve ortaya konulan görüşlerin yeni bir sistematik içerisinde sunulması bakımından özgün bir eserdir. İlk defa Leiden'da 1892'de basılmıştır. Farsça, Fransızca, İngilizce, Rusça ve İspanyolca gibi dillere çevrilmiştir. Ayrıca esere pek çok şerh ve telhis yazılmıştır. Hâlen Türkçe'si yoktur.
4. Dânişnâme-i 'Alâ'î (Hikmet-i 'Alâ'î ['Alâ'iyye], Kitâb-ı 'Alâ'î) ... Felsefe alanında Farsça olarak yazılmış ilk ansiklopedik eserdir. Alâüddevle Muhammed bin Rüstem’e ithâfen kaleme alınan kitap Mantık, Tabîiyyât ve İlâhiyyât olmak üzere üç bölüm hâlinde yazılmıştır. İlk defa Haydarâbâd'da 1891'de basılmıştır.
5. el-Mebde' ve’l-me'âd ... Metafizik ve Ahlâk konusunda yazılmış olup üç bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümde varlık ve kısımları ile ilk ilkenin ispatlanması ve nitelikleri gibi konular ele alınmakta, ikinci bölümde varlıkların ilk ilkeden hiyerarşik bir yapı içerisinde sudûru, âlemin vücuda gelişi ve Tanrı-âlem ilişkisi gibi meseleler incelenmektedir. İlk defa Tahran'da 1984'de basılmıştır.
6. 'Uyûnü’l-Hikme ... Mantık, Tabîiyyât ve Metafizik olmak üzere üç bölümden oluşan kitabın Tabîiyyât bölümü ilk defa İstanbul'da 1881'de neşredilmiştir.
7. et-Ta'lîkat ... Behmenyâr bin Merzübân’ın, hocası İbn Sînâ’dan ders aldığı sırada kaydetmiş olduğu notlarından oluşmaktadır. Felsefe'nin temel konularıyla ilgili çeşitli bilgi ve görüşleri ihtiva eden kitap İbn Sînâ’nın ansiklopedik eserleriyle paralellik arzetmektedir. İlk defa Kahire'de 1973'de basılmıştır.
8. el-Mübâhasât ... İbn Sînâ ile Behmenyâr bin Merzübân ve İbn Zeyle gibi talebeleri arasında geçen felsefî konuşmalardan ve kendisine yöneltilen sorulara verdiği cevaplardan oluşan eserdir. İlk defa Kahire'de 1947'de basılmıştır.
9. Hay b. Yakzân ... Sembolik hikâye tarzında yazılmış bir eseridir. Kitapta, insanın bedenî ve nefsânî güçlerini aşarak bilginin semâvî kaynağı ile temas kurabileceği ve böylece varlık mertebeleri içerisinde kendisinin yerini kavrayabileceği düşüncesi işlenmektedir. Türkçe çevirisi M. Şerefettin Yaltkaya tarafından yapılmı, İstanbul'da 1937'de basılmıştır.
10. el-Hikmetü’l-meşrikıyye ... 1027 veya 1028 yılında yazılan eser İbn Sînâ’nın diğer ansiklopedik çalışmalarında olduğu gibi Mantık, Tabîiyyât, Riyâziyyât ve İlâhiyyât olmak üzere dört ana bölümden oluşmaktadır. İlk defa 1922'de Kahre'de basılmıştır.
11. el-İnşâf ... 1006-1007 yıllarında kaleme alınan ve 20 cilt olduğu belirtilen eser, Sultan Mesud’un 1034'te İsfahan’ı ele geçirmesi esnasında kaybolmuş, sadece “Şerhu Kitâbi Es_ûlûcyâ” (gerçekte Aristo’ya âit olmayan Theologia’nın şerhi), “Şerhu Kitâbi harfi’l-lâm” (Metafizika’nın “Lambda” bölümünün şerhi) ve “et-Ta'lîkat 'alâ havâşi Kitâbi’n-Nefs” ( De Anima notları) adlı bölümleri günümüze ulaşmıştır. İlk defa 1947'de Kahire'de neşredimiştir.
12. el-Hidâye ... İbn Sînâ’nın 1023 yılında Ferdecân Kalesi’nde mahpusken kardeşi için yazdığı eser Felsefe'nin Mantık, Tabîiyyât ve İlâhiyyât bölümleri hakkında sistematik ve muhtasar bilgiler ihtiva etmektedir. 1974'te Kahire'de neşredilmiştir.
13. el-Hikmetü’l-'Arûziyye (el-Mecmû') ... Ebü’l-Hüseyin el-Arûzî’nin isteği üzerine 1001-1002 yıllarında Mantık, Tabîiyyât ve İlâhiyyât konusunda kaleme alınmış ansiklopedik bir çalışmadır. Kahire'de, 1954'te basılmıştır.
14. Ahvâlü’n-nefs ... Nefsin tanımı, oluşumu, güçleri, bedenle ilişkisi, ölümsüzlüğü ve mutluluğu gibi konuları ele alan eser Kahire'de 1952'de basılmıştır. Ayrıca kitap Hilmi Ziya Ülken tarafından İstanbul'da 1953'te yayımlanmıştır. ("Resâil" içerisinde)
15. Lisânü’l-'Arab ... Müellifin İsfahan’da bulunduğu sırada yazdığı Arapça sözlüktür. Kelâm ve tasavvufla ilgili bazı kavramların da açıklandığı eserin mevcut metni İhsan Yârşâtır tarafından neşredilmiştir
16. el-Kanûn fi’t-Tıb ... İbn Sînâ’nın tıp konusundaki en önemli eseridir. Tıp biliminin genel konuları, basit ilâçlar, organ hastalıkları, kısımlara âit hastalıklar ve mürekkep ilâçlar olmak üzere 5 ana bölümden oluşan eser 1593’te Roma’da, Latince’ye çevrilen nüshası 1473’te Milano’da, 1279’da Roma’da gerçekleştirilen İbrânîce tercümesi ise 1491’de Napoli’de basılmıştır. 5 cilt hâlinde Özbek Türkçesi’ne tercüme edilmiş, Taşkent'te 1954-1960 yılları arasında yayınlanmıştır. Bizde Tokatlı Mustafa Efendi tarafından 21 cilt hâlinde Türkçe’ye tercüme edilmiş, 1903 yılında yayınlanmıştır. Yeni baskısının yapılması gerekir. Ayrıca bâzı bölümleri Türkçe, Urduca, Fransızca, Almanca, İngilizce ve Rusça gibi dillere tercüme edilmiştir.
17. el-Urcûze fi’t-Tıb (el-Manzûme fi’t-Tıb, el-Elfiyye) ... İbn Sînâ’nın el-Kanûn fi’t-Tıbb’ının bir bakıma özeti olan eser, temel tıbbî bilgilerin kolaylıkla zihinde tutulması amacıyla “urcûze” geleneğine uygun olarak nazmedilmiştir. İki bölümden oluşan eserin ilk bölümü unsurlar, mizaçlar ve bâzı hastalıklar gibi teorik ikinci bölümü genel sağlık kuralları, beslenme, ilâçlar ve çeşitli tedâvi yöntemleri gibi pratik konulara ayrılmıştır. İlk defa 1829’da Kalküta’da da bısılmıştır.
ÜRCÛZE , "mısraları kafiyeli, kısa vezinli şiir" demektir.
18. Def'u’l-mazarri’l-külliyye 'ani’l-ebdâni’l-insâniyye (Tedârikü envâ'i’l-Hata'i’l-vâkı'a fi’t-tedbîr) ... Vezir Ahmed bin Ahmed es-Sehlî için kaleme alınmıştır. Kahire'de 1889'da basılmıştır.
19. İbn Sînâ’nın, 22-23 yaşlarında iken Buhara’da Hârizmli fakih Ebû Bekir el-Berki’nin isteği üzerine "felsefî literatüre bir şerh" mahiyetinde kaleme aldığı 20 cilt hacmindeki "el-Hâsıl ve’l-mahsûl" adlı eseri, maalesef günümüze ulaşmamıştır.

Risâleleri.
1. el-Adhaviyye fî emri’l-me'âd ... İbn Sînâ’nın kurban bayramı hediyesi olarak Emîr Ebû Bekir Muhammed bin Ubeyd için kaleme aldığı risâle, "ölümden sonraki hayat"ı konu edinmektedir. Kahire'de 1952'de basılmıştır. Türkçe'si yoktur.
2. Makale fi’n-Nefs ... Sâmânî Hükümdârı Nûh bin Mansûr için kaleme alınmış olup, 10 bölümden meydana gelmektedir. İlk neşri Almanca çevirisi ve notlarla birlikte Stuttgart'ta 1876'da gerçekleştirilmiştir
3. Fî Ma'rifeti’n-nefsi’n-nâtık'a ve ahvâlihâ ... Kahire'de 1934'de basılmıştır.
4. el-Kaşîdetü’l-'ayniyyetü’r-rûhiyye fi’n-nefs ... 20 beyitten ibâret olan bu risâle "insânî nefsin bedenle ittisâlini ve ondan ayrılması"nı konu edinmektedir. Kahire’de,1872'de neşredilmiştir. Hayrani Altıntaş Türkçe’ye çevirmiş, (Uluslararası İbn Sînâ Sempozyumu Bildirileri içerisinde) Ankara'da, 1984'te basılmıştır.
5. el-Ecrâmü’l-'ulviyye ... Aşağıda zikredilen 8 risâle ile birlikte "Tis'u resâ'il" içerisinde İstanbul'da, 1882'de yayımlanmıştır
6. el-Kuva’l-insâniyye ve idrâkâtühâ ... "Mecmû'atü’r-resâ'il" içerisinde yeniden (Kahire'de 1912'de yayımlanmıştır.
7. el-Hudûd ... 70 kadar felsefî terimin tanımını ihtiva etmekte olup, Andreas Alpago Lâtince’ye çevirip Venedik'te 1546 yılında yayınlamıştır. Yeni bir neşri Kahire'de 1963 yılında yapılmıştır.
8. Aksâmü’l-'ulûmi’l-'akliyye ... Andreas Alpago tarafından Latince’ye çevrilen eser Venedik'te, 1546'da yayınlanmıştır. Zemahşerî’nin Kitâbü’l-Mufassal’ı ile birlikte Delhi'de 1891'de basılmıştır.
9. İs_bâtü’n-nübüvvât ve te'vîlü rumûzihim ve ems_âlihim ... Giriş ve notlarla birlikte Beyrut'ta, 1968'de yayınlanmıştır.
10. en-Nîyrûziyye ... Nevruz günü hediyesi olarak Emîr Ebû Bekir Muhammed bin Ubeyd için kaleme alınmış olup, "varlıkların hiyerarşik yapısı, harflerin varlıklara delâleti ve hurûf-ı mukattaanın anlamları"nı konu edinmektedir. Kahire'de, 1954'te yaynlanmıştır.
11. el-'Ahd ... Ahlâka dâir olan eser, ayrıca Sadreddin er-Râzî’nin Şer?u’l-Hidâyeti’l-Es_îriyye’siyle birlikte Tahran'da 1895'te yayınlanmıştır.
12. 'İlmü’l-ahlâk ... Şerhu’l-Hidâyeti’l-Es_îriyye
13. Selâmân ve Ebsâl ... Sembolik hikâye tarzında kaleme alınmış olup, "insânî nefsin dünyadan uzaklaşarak kemâle erişini ve Faal Akıl'la ittisâli"ni konu edinmektedir. Tahran ve Paris'te aynı anda 1954'te basılmıştır.
14. et-Tayr ... Yine sembolik hikâye tarzında yazılmış olan risâlede "insan nefsinin dünyevî kötülüklerden arınmak sûretiyle gerçeği elde edebileceği ve böylece en üstün mutluluğa erişebileceği" görüşü işlenmektedir. İlk defa Leiden'de 1889'da basılmıştır. Türkler'in böyle bir şeye ihtiyâcı olmadığı için kimse tercüme edip basmamış.
15. el-'Işk ... Filozof bu risâleyi öğrencisi Ebû Abdullah el-Ma‘sûmî için kaleme almıştır. Kısa bir girişle 7 bölümden oluşan risâle, (Câmi'u’l-bedâ'i" içerisinde) Kahire'de 1916'da, Ahmet Ateş tarafından tercüme edilerek İstanbul'da, 1953'de basılmıştır. Ayrıca Fransızca'ya, İngilizce'ye, Rusça'ya ve Farsça'ya tercüme edilip basılmıştır.
16. Mâhiyyetü’ş-Şalât ... Bir girişle 3 bölümden oluşan risâlede "insanın ruhî ve maddî yönüne paralel olarak namazın da zâhirî ve bâtınî yönlerinin olduğu" vurgulanmakta, bu kulluk fiili; ahlâkî, ontolojik ve epistemolojik temelleriyle ortaya konulmaktadır. Birçok defa basılan (Tahran'da 1895'de) Türkçe’ye tercüme edilip (İbn-i Sînâ içerisinde) Ankara'da 1988'de yayınlanmıştır.
17. Ma'na’z-ziyâre ve keyfiyyetü te's_îrihâ ... Eserde "ilk ilke, gök cisimleri ve insanî nefsin varlıklara tesiriyle bunun şartları" ele alınmaktadır. Birçok defa basılmıştır, ilki Kahire'de, 1899'dadır.
18. Def'u’l-gam mine’l-mevt ... İbn Sînâ’ya nisbet edilerek çeşitli baskıları yapılan (ilki Beyrut'ta 1911'de) Türkçe’ye . M. Naci Bolay tarafından çevrilerek (İbn-i Sina içerisinde) Ankara'da 1988'de basılmıştır... Adından benim anladığım "ölüm gamından kurtulmak" üzerine...
19. el-Kazâ' ve’l-Kader .... Bunu da anladım, Kader ve onun tecellisi üzerine... Kahire'de 1915'te neşredilmiştir.
20. Tefsîru sûreti’l-İhlâs. Şerhu’l-Hidâyeti’l-Esîriyye ... Tahran'da 1895'te basılmıştır.
21. Beyânü’l-hüviyye ve’l-ilâhiyye ve’l-ehadiyye...
22. Tefsîru sûreti’l-Felak ... Delhi'de 1893'te basılmıştır.
23. Tefsîru sûreti’n-Nâs ... Delhi'de 1893'te basılmıştır.
24. Ecvibe 'alâ mesâ'ili Ebi’r-Reyhân el-Bîrûnî ... İbn Sînâ’nın, Bîrûnî’nin yönelttiği felsefî sorulara verdiği cevaplardan oluşan risâlenin ilmî neşrini Hilmi Ziya Ülken İstanbul'da, 1953'te gerçekleştirmiştir.
25. 'İlletü Kıyâmi’l-arz fî vasati’s-semâ' ... Bir girişle 10 bölümden meydana gelmektedir. İlk defa Kum şehrinde 1980'de neşredilmiştir.
26. Sırrü’l-Kader .. . Kader meselesini ontolojik, ahlâkî ve eskatolojik açıdan ele alan ve birçok baskısı yapılan risâle, ilk defa Tahran'da, 1895'te basılmıştır.
27. el-Mebde' ve’l-me'âd ... İbn Sînâ’nın yukarıda aynı adla zikredilen kitabından farklı olup, ilk defa (Mecmû'atü’r-resâ'il içerisinde) Kahire'de 1913'te neşredilmiştir,
28. el-Ef'âl ve’l-infi'âlât ... Sırrü’l-Kader ve aşağıda zikredilen 5eş risâle ile birlikte Haydarâbâd'da, 1934'te neşredilmiştir. Latince’ye çevrilen eser Leiden'de, 1989'da neşredilmiştir.
29. el-'Arşiyye ... Haydarabad'da ve ardından Tahran'da, 1903'de basılmıştır.
30. es-Sa'âde ve’l-Hücecü’l-'aşere ... "İnsan nefsinin cevher olduğu, bozulmaya uğramayacağı, ilâhî feyizden istimdat ettiği, gök cisimlerinin nefs-i nâtıkaya sâhip bulunduğu, nefsin bedenden ayrıldıktan sonraki durumu" gibi konuları ele almaktadır. Tahran'da 1903'te basılmıştır.
31. el-Mûsika ... Her ilim sahâsına el atmış olan İbn Sinâ Musikî üzerine de yazmıştır. Eser, "Resâ'ilü Şeyhi'r-Re'îs İbn Sînâ" içerisinde) Tahran'da, 1903'te tekrar yayımlanmıştır.
32. el-Hassü 'ale’z-Zikr ... Beyrut'ta, 1983'te basılmıştır.
33. Esbâbü’r-ra'd ... ("Resâ'ilü Şeyhi'r-Re'îs İbn Sînâ" içerisinde) tekrar basılmıştır.
34. Tefsîru âyeti’n-Nûr ... Beyrut'ta, 1983'te basılmıştır.
35. Tefsîru âyeti “s_ümme’stevâ ile’s-semâ' ve hiye duhân” ... Tahran'da, 1895'te basılmıştır.
36. Tefsîru sûreti’l-A'lâ ...
37. et-Tasavvuf ...
38. Kelimâtü’s-sûfiyye ... Kuveyt'te, 1983'te basılmıştır.
39. el-'İlmü’l-ledünnî ... "Adı "Gizli İlimler" olan bu makalenin İbn Sînâ’ya âidiyeti tartışmalıdır. Yahyâ Mehdevî risâleyi Gazzâlî’ye nisbet etmektedir.
40. el-Kerâmât ve’l-mu'cizât ve’l-e'âcib ... Eserin aslında Ömer bin Sehlân es-Sâvî’ye âit olduğu kaydedilmektedir
41. el-Melâ'ike ...
42. ed-Du'â' ...
43. Kelâmü’ş-Şeyh fi’l-mevâ'iz ...
44. Mâhiyetü’l-Hüzn ... 1937 yılında İstanbul’da basılmıştır. Ayrıca diğer bazı risâlelerle birlikte Abdülemîr Z. Şemseddin tarafından yayımlanmıştır
45. el-Virdü’l-a'zam ...
46. es-Siyâsetü’l-menziliyye ... Bir girişle 6 bölümden oluşan risâlede "ahlâk, ev idâresi ve siyâset" gibi konular ele alınmaktadır.Beyrut'ta, 1906'da basılmıştır.
47. el-Erzâk ... Risâlede, "insanlar arasında görülen rızıkla ilgili farklılıkların sebepleri ve sonuçları" metafizik ve ahlâkî açıdan tahlil edilmektedir.
48. Tedbîrü menzili’l-'asker ... Bir sayfadan ibaret olan bu makalede ordu kumandanına yapılmış bazı tavsiyeleri bulunmaktadır.
49. Fezâ'ilü’ş-şarâb ve siyâsü’l-beden ...
50. Tedbîrü’l-müsâfir ... Risâlede "yolculuğa çıkacak kişinin tıbbî açıdan nelere dikkat etmesi gerektiği" anlatılmaktadır. A. Süheyl Ünver tarafından tercüme edilmiş, ("Türk Tıp Tarihi" içinde) İstanbul'da, 1938'de yayınlanmıştır.
51. Neşâ'ihu’l-Hükemâ' li’l-İskender ...
52. Te'vîlü’l-ahlâm (Ta'bîrü’r-rü'yâ, el-Menâmiyye) ... Kalkulta'da 1956' de yayınlanmıştır. Rüyâ tâbirleri üzerinedir. Farsça ve Fransızca'ya tercüme edilmiş, Tahran ve Tel Aviv'de basılmıştır.
53. el-Bir ve’l-ism ... İbn Sînâ’nın 21-22 yaşlarında iken Buhara’da Ebû Bekir el-Berki’nin isteği üzerine kaleme aldığı bir risâlesidir. Sion'da, 1970'de basılmıştır. Bekir Karlığa tercüme edip "İbn Sînâ’nın Şimdiye Kadar Bilinmeyen Yeni Bir Ahlak Risâlesi" diye yayınlamıştır.
54. Risâle ilâ İbn Kâkûye ... İbn Sînâ’nın, Alâüddevle Muhammed bin Rüstem’e Hemedan’da gizlendiği veya Ferdecân Kalesi’nde mahpus olduğu sırada yazdığı mektuptur.
55. el-'Ukul ... Filozof'a âidiyeti şüphelidir.
56. el-Kelâm 'ale’n-nefsi’n-nâtıka ... Nûh bin Mansûr için kaleme alınan risâledir.
57. el-Ahlâk ... Ahlâka dâir birçok terimin açıklandığı risâle, Bekir Karlığa tarafından Türkçe tercümesiyle birlikte İstanbul'da 1996'da yayımlanmıştır.
58. Resâ'il Hâssa bi-İbn Sînâ ... Filozofun adı bilinmeyen bir öğrencisine yazdığı iki mektubu ihtiva etmektedir.
59. Risâle fi’r-red ile’ş-Şeyh Ebi’l-Ferec İbni’t-Tayyib ... Ebü’l-Ferec’in "tabii güçler" hakkındaki bir risâlesine reddiyedir. Hilmi Ziya Ülken’in 13 risâle ile birlikte neşrettiği eseri ( Resâ'il), Mirza Mesut Baykal "Kuva-yı Erbaa" adıyla Türkçe’ye çevirmiş, ("Türk Tıp Tarihi" içinde) İstanbul'da 1938'de basılmıştır.
60. Ecvibât 'an sitte 'aşrete mesâ'il ... Ebû Reyhân el-Bîrûnî’nin felsefenin çeşitli konularıyla ilgili olarak sorduğu sorulara verilen cevaplardan oluşmaktadır.
61. Mektûbü Ebî Sa'îd ile’ş-Şeyh ve cevâbühû ... İbn Sînâ’nın Ebû Saîd-i Ebü’l-Hayr ile ahlâkî içerikli yazışmalarından ibârettir.
62. el-İntifâ' 'an mâ nüsibe ileyh ... Filozof'un Ebû Ubeyd el-Cûzcânî’ye cevâbî bir mektubudur.
63. Risâle li’ş-Şeyh ilâ Ebî Tâhir bin Hassûl ...
64. Risâle li’ş-Şeyh ilâ Ca'fer el-Kâşânî ...
65. Risâle ile’ş-Şeyh Ebi’l-Fazl bin Mahmûd ...
66. Risâle ile’ş-Şeyh Ebi’l-Kasım bin Ebi’l-Fazl...
67. İbtâlü ahkâmi’n-nücûm ...
68. Ahvâlü’r-Rûh ...."Ruh'un Hâlleri" adındaki bu makalenin İbn Sînâ’ya âidiyetinde ciddi kuşkular bulunmaktadır
69. Risâle ilâ Ebî 'Ubeyd el-Cûzcânî ... Varlık ve kısımları hakkındadır.
70. Cevâbü’l-mesâ'il ...
71. Ecvibe 'an 'aşri mesâ'il ... Andreas Alpago kısmen Latince’ye çevirmiş, Venedik'te, 1546'da yayınlanmıştır. Kaynaklarda soruları soran kişinin Bîrûnî olduğu belirtilirse de, yapılan araştırmalar sonucunda bunun doğru olmadığı anlaşılmıştır, Türkçe çevirisiyle birlikte ilmî neşrini Mübahat Türker Küyel’in gerçekleştirmiştir.
72. el-Vüs'a (el-Fezâ) ... Uzay'la ilgili bir makaledir. Leiden'de, 1979'da basılmıştır.
73. Risâle ilâ Ebî Ca'fer el-Kiyâ ... İbn Sînâ’nın bâzı felsefî konular ve eserleri hakkında Ebû Ca'fer el-Kiyâ’ya yazdığı bir mektuptur. Kahire'de, 1947'de basılmıştır.
74. Risâletü’ş-Şeyh ile’l-Berki ... Filozofun 1001-1002 yılları arasında Ebû Abdullah el-Berki’nin Kimya konusundaki bir sorusuna cevâben yazdığı mektubudur Ekmeleddin İhsanoğlu tercümesi, "Uluslararası İbni Sînâ Sempozyumu Bildirileri içerisinde) Ankara'da, 1984'te yayınlanmıştır.
75. el-İksîr ... Bir girişle 9 bölümden oluşmaktadır. Ahmet Ateş’in bir değerlendirme yazısıyla birlikte yayınlanmıştır. Ayrıca Lâtince'ye, Fransızca'ya, Farsça'ya tercüme edilmiştir.
76. Eş'ârü’ş-Şeyh ... İbn Sînâ’nın Arapça ve Farsça olarak yazdığı şiirleridir
77. et-Temcîd ... Metafizik hakkında olup, Leiden’de, 1629'da basılmış modern dönemde ise Saîd-i Nefîsî tarafından Ömer Hayyâm’a nisbet edilen Farsça tercümesiyle birlikte Tahran'da, 1954'de neşredilmiştir. Abdülbaki Gölpınarlı da müellifin şerhiyle birlikte Türkçe’ye (Rubâiyyât içerisinde) İstanbul'da, 1953'te yayınlamıştır.
78. el-Hey'e ... G. Scrimieri, bir nüshasına dayanarak risâleyi kısmen İtalyanca’ya çevirmiş, Levante'de, 1970'de yayınlamıştır.
79. el-Âlâtü’r-rasadiyye... Almanca tercümesiyle birlikte Budapeşte'de, 1927'de yayınlanmıştır.
80. Sebebü rü'yeti’l-kevâkib bi’l-leyl lâ fi’n-nehâr ... Türk Hükümdarı Gıyâseddin Muhammed bin Melikşah’ın Astronomi'yle ilgili bir sorusu üzerine kaleme alınan risâleyi Fatin Gökmen Türkçe’ye çevirmiş, (Büyük Türk Filozofu ve Tıb Üstadı İbn Sina [“İbn Sînâ’dan Tercemeler” bölümü] içerisinde) İstanbu'da, 1937'de yayanlanmıştır.
81. Ta'akkubü’l-Mevzi'i’l-cedelî ... Tahran'da, 1974'te basılmıştır.
82. Mesâ'ilü’l-Garbiyye .. Mantık'la ilgili 20 meseleyi ele alan risâledir.
83. Esbâbü Hudûs_i’l-Hurûf ... Kahire'de, 1916'da basılmıştır.
84. Akvâlü’ş-Şeyh fi’l-Hikme ... Fransızca tercümesiyle birlikte Louvain'de, 1977'de yayınlanmıştır.
85. et-Tîb... Yine Jean Michot tarafından Fransızca çevirisiyle birlikte yayımlanmıştır Louvain'de, 1978'de yayınlanmıştır.
86. Sîretü’ş-Şeyh ... İbn Sînâ’nın talebesi Ebû Ubeyd el-Cûzcânî’ye yazdırdığı hayat hikâyesidir. New York'ta, 1974'te basılmıştır.
87. el-Edviyetü’l-Kâlbiyye ... Kısa bir girişle 16 bölümden oluşmaktadır. İlk defa Rifat Bilge tarafından Türkçe tercümesiyle birlikte yayımlanan eseri ("Büyük Türk Filozofu ve Tıb Üstadı İbn Sina - İbn Sina’dan Tercemeler” bölümü] içerisinde) İstanbul'da, 1937'de yayınlanmıştır.
88. Urcûze fi’t-teşrîh .... 15 beyitlik bir manzumedir, Kahire'de, 1969'da basılmıştır.
89. Urcûze fi’l-fusûli’l-erba'a ... Yaklaşık 150 beyitten oluşan eser koruyucu hekimlikle ilgilidir. M. Şerefettin Yaltkaya tarafından “İbni Sina’nın Tıpdan Bir Urcuzesi” başlığı altında Türkçe çevirisiyle birlikte yayımlanan eseri (Türk Tıp Tarihi Arkivi içinde) İstanbul'da, 1935'de yayınlanmıştır.
90. Urcûze la'îfe fî vesâyâ İbukrât .... 93 beyitten ibâret olup, İspanyolca çevirisiyle birlikte Granada'da, 1987'de yayınlanmıştır.
91. el-Kulenc ... 3 bölümden meydana gelen eser kolik hastalığı hakkındadır. Halep'te, 1983'te yayınlanmıştır.
92. en-Nabz .... 9 bölümden oluşan bu Farsça risâle Tahran'da, 1899'da yayınlanmıştır.
93. el-Hindibâ' ... Hindibadan, yâni maruldan faydalanma yöntemiyle ilgili bir soru üzerine İbn Sînâ’nın 1014 yılında kaleme aldığı risâle, Rifat Bilge tarafından Türkçe çevirisiyle birlikte neşredilmiştir. Hâzmi Tura da Türkçe’ye tercüme etmiştir,
Ayrıca Risâle-i Cûdiye, Risâle-i Nefs, Risâle-i Ender Hakikiyât ve Keyfiyât-ı Silsile-i Mevcûdât ve Teselsül-i Esbâb ve Müsebbebât, Mi'yârü’l-'U'kul, Kurâza-i Tabî'iyyât, Künûzü’l-mu'azzamîn, Zafernâme ve Mi'râcnâme gibi Filozof'a âidiyeti şüpheli birçok Farsça eser Encümen-i Âsâr-ı Millî tarafından Tahran’da, 1915'te neşredilmiştir. Risâle, şimdinin tâbiri ile "makale" demektir.

Çok şükür, liste bitti.... Hepsine bakanınız var mı?.. Ne büyük, ne muhterem, ne bilgili insanmış, değil mi?... İbn-i Sinâ'nın felsefesini ÜÇ İSLÂM BİLGESİ sayfasında verdik... Şimdi, acaba Celse nasıl cereyan ed ecek?

Varlık3- Şimdi Veriyorum.
Varlık4- ..... Selâmün aleyküm.
İdâreci- Aleyküm selâm, efendim.
V4- Buyurun.
İ- Emir ve irşatlarınızı bekliyoruz.
V4- Yalnız, bir dakika.... Ben düşüncelerinize bakayım... Ona göre bir sual atıyoum
ortaya... ve konuşacağız, efendim, onun üzerinde... Evet... Mevzumuz MADDE'DE
TEKÂMÜL...

Şimdik, konuşalım, efendim... Madde'nin Tekâmül'ü neye bağlıdır?... Evvelâ fikirleriniz,
sonra bunu çok kısa olarak neticeye bağlıyacağım ve müteakip konuşmalarımızda
devam edebiliriz... Yalnız bu akşam MADDE'DE TEKÂMÜL... MADDE'NİN TEKÂMÜLÜ ve
KÂİNAT'TA MADDE... mevzumuz bu.

İ- Arkadaşlara soralım.
V4- Buyurun. Madde'nin Tekâmül'ü neye bağlıdır?
Fizikçi Orhan Bey- Bu maddeden ne anlıyoruz?
V4- Şimdi "anladınız" demedim. "Madde'nin Tekâmül'ü neye bağlıdır?" dedim.
OB- "Tekâmül" kelimesini anlıyamadım.
V4- İnkişâfı... Ama inkişâfın daha ötesi bu... Tekâmül!.. Şimdi sizin Tekâmül'ünüz
var mı?
OB- ??? ...
V4- Bir Tekâmül hâlinde misiniz?.. İnsan olarak?
OB- ???
İ- Evet.
V4- Hayır, şeye soruyorum... Siz şahsen Tekâmül etmiyor musunuz?
İ- "Bilmiyorum" diyor.
V4- Nasıl bilmezsiniz?.. Şimdi mi daha iyi düşünüyorsunuz, yoksa bir müddet evvel
mi düşünüyordunuz?
OB- Bir müddet evvel fazla düşünmüyordum. Şimdi.
V4- Daha iyi... daha iyi düşünüyor muydunuz?
OB- Zannetmiyorum.
V4- Daha iyi düşünemiyorsunuz şimdi???
OB- Pek farketmiyorum.
V4- Yani 8 yaşındayken aynı şeyi mi düşünüyordunuz, aynı hâdise karşısında?
OB- Biraz önce diye sormuştunuz.
V4- İşte o
(nu) demek istedim... Zamen-mekân bilmem ki ben...
ZAMÂNI, MEKÂNI HİÇ BİR ŞEY BİLMEYEN VARLIKLAR, BEDEN
VARLIKLAR
BİLİR, efendim.

Burada duralım... Genç bilim adamları var Celse'de... Bunlardan biri, Orhan Bey konuşuyor. Daha ilk cümlesinden, kendi konusundan başkasını bilmediği anlaşılıyor. Ne "Tekâmül" kelimesi, ne "inkişaf" kelimesini anlıyor. Bunlar 50 yıl öncenin insanları... Şimdi 80 yaşında olmalılar... Bilmeleri gerekmez miydi?... Üstelik hepsi "evrim" savunur da, Evrim'le Tekâmül arasındaki bağlantıyı bilmez!.. Konuştukça HAYAT'ı da bilmediklerini anlıyacaksınız.

Varlık4- Madde'nin Tekâmül'ü neye bağlıdır?.. Zihninizde "madde" çakıyordu,
ben bunu aldım... Şimdi Madde'nin Tekâmül'ünü izah edin. Bana demeyin, "Tahta
madde" ... Evet, madde!.. Onu babam da bilir... Madde'nin Tekâmül'ü neye bağlı?
Orhan Bey- Madde Tekâmül etmez. Madde, maddedir.
V4- Vayy!.. Öyle mi?.. Peki, 5 bin sene evvel şimdi sizin bildiğiniz bâzı maddeler
yok muydu?
OB- Vardı.
V4- Niye bilinmiyordu?
OB- O zaman insanlar, ilim Tekâmül etmemişti.
V4- Ne demek o işte?.. Onla aranızda bir münâsebet kurmak için sordum bunu...
O ne demek, o?
OB- İlim Tekâmül etmemişti. Fakat madde bir...
V4- Şimdik, "İim Tekâmül etmemişti" ne demek?
OB- Şimdi bildiklerimizi o zaman bilmiyorduk.
V4- Bakın... Bakın... KÂİNAT DÂİMA YARATICI ROLÜNDEDİR... Buna inanmıyor musunuz?
MADDE'NİN TEKÂMÜL'Ü, MADDE'NİN İÇİNDEKİ ESÂSIN.... Bu esâsı bilemezsiniz...
Görünmez bu esas... İNSAN İDRÂKİNİN GENİŞLEYİP, TEFEKKÜRDE İNKİŞÂFINA BAĞLIDIR...
Anlıyabildiniz mi bunu?.. SİZ DÜŞÜNCE HUDUTLARINIZI GENİŞLETTİĞİNİZ NİSBETTE
MADDE'DEKİ ESASLARI ÇÖZECEK, DOLAYISİYLE SİZLE BERÂBER MADDE'NİN ESAS
UNSURLARINDAN FAYDALANMAYA DOĞRU GİDECEKSİNİZ,.. Buraya kadar tamam mı?
İdâreci- Evet.

İdâreci için "tamam" da, Orhan Bey için öyle mi, bilinmez... Üstâd'ın söylediğini biraz açıklamak gerekiyor... Demir cevheri milyonlarca yıl toprak altında öyle kaldı... İnsan ortaya çıktıktan sonra da yüzbinlerce yıl gene öyle sessiz, hareketsiz durdu... Sonra insan idrâki birden demiri keşfetti. Onu tozundan toprağından, cürufundan ayırdı, eritti, parlattı, kılıç yaptı, zırh yaptı, eşya yaptı. Daha da mükemmelleştirip çelik elde etti. İnsan idrâkinin düşünceyle, tefekkürle, araştırmayla inkişâfı, gelişmesi sonucu demir gibi nice mineraller bulundu, çeşitli şekillerde, karışımlar hâlinde insan hizmetine sunuldu... İşte Madde'nin Tekâmül'ü, "özünde gizli vasıflarının birer birer ortaya çıkarılması" ile "daha işe yarar hâle getirilmesi"dir... Madde'nin Tekâmül'ü, İnsanoğlu'nun Tekâmül'üne bağlıdır.

Yalnız bu Celse'de anlatılanları tam kavrayabilmek için ağır ağır okumak, hemen her cümle üzerinde durup düşünmek gerek. Yoksa bir yararı olmaz.

Varlık4- Tamam!... Şimdi ben zannediyorum ki, benim zamânıma nazaran,
zamanınızda bir çok düşünemediğimiz bir takım icatlar mevcut... BU İCATLARIN
BİZİM ZAMÂNIMIZDA BULUNAMAYIŞININ SEBEBİ, ÖNCE İLMİN İNKİŞÂFI DEĞİL; MADDE
İNKİŞÂFININ ZAMÂNININ GELMEMESİNDENDİR... ÇÜNKÜ O ZAMÂNI YAŞAYAN İNSANIN
TEFEKKÜRÜ BUNU İDRAK EDEMEZDİ DE, ONDAN efendim...

Ben zannediyorum ki, siz yalnız Madde'ye tevcih edilmişsiniz... Ama Madde'nin
ötesine, daha ötesine gidemiyorsunuz.

Aynı mevzuda konuşalım... Medyum'un sol ilerisinde bir arkadaşınız konuşmak istiyor...
Buyursun, efendim... Şimdi siz yalnız benim fikrime çok yakın konuşacaksınız...
Konuşun, benim hoşuma gidecek, çünkü.

Nizamettin bey- Madde'nin inkişâfı ancak ilmin değil, insanlığın...
V4- "İnsanlığın" demedim, "insan idrâkinin" dedim...
NB- ... "insan idrâkinin inkişâfı sâyesinde olmuştur," dediniz.
V4- Tmam. Tamam.
NB- Peki.. 20 Asır'da bu idrâke sâhip olmayan insanlar da var.
V4- Olabilir... Ama ben İNSAN deyince, bütün Bedenli Varlıklar'ı kastediyorum...
Bir yerde olur, bir yerde olmaz... Hattâ öyle değil, aynı şeyi, gözünüzün gördüğü
bir icâdı siz idrak edersiniz, ben edemem... Aynı odada olduğumuz hâlde...
o başka iş... Fakat İnsan İdrâki... Bak, işte... Dedim size... Benim dediğimi
söyliyeceksiniz... İNSAN İDRÂKİ GELİŞTİKÇE, TEFEKKÜRDE İCAT KAABİLİYETİ
MEYDANA GELİR, efendim... Münâsebetler kurarsınız... Bu münâsebetler sizi
neticeye ve o da Madde'deki Tekâmül'e götürür.

Sâdece "iyi anlaşılsın" diye az bilinen kelimeleri vermek üzere durduk...
TEVCİH , "döndürmek, yöneltmek, aşama, makam-mevki verme, terfi ettirme" demektir. Celse'de "yöneltme" anlamında kullanılmıştır.
İNKİŞAF , "gelişme, gelişim, açılma, meydana çıkma" demektir.
İDRAK , "anlama yeteneği, anlayış, akıl erdirme, erişme, ulaşma, algı, dış dünyanın uyarısı ile meydana gelen fiziksel duygunun zihinsel yorumu, kavrayış. akıl erdirmek fehim" demektir. Celse'de "dış dünyârnın uyarısı ile zihinde meydana gelen açılma" anlamındadır.
TEFEKKÜR , "fikretmek, düşünmek fikri harekete getirmek" demektir.
MÜNÂSEBET , "ilişik, ilişki, ilinti, iki şey arasındaki uygunluk, bağlantı, sebep, vesile, gerekçe, neden, bağlılık derecesi" demekter.
KAABİLİYET , " yetenek, dıştan gelen te'sirleri alabilme gücü" demektir.

Medyum zaman zaman tekliyor, bu da normal... Bizce çok ağır bir Tebliğ akımı altında konuşuyor çünkü...

Varlık4- Bakın, bir de ne olur, onu söyliyeyim... SİZİN TEFEKKÜRÜNÜZ GELİŞTİĞİNE GÖRE,
MADDEDE SİZİN TEFEKKÜRÜNÜZE BAĞLI BİR TAKIM TEZÂHÜRLER OLMAYA BAŞLAR...
Anlatabildim mi bunu?.. Ve bütün Beşeriyet ve bütün Madde Âlemi böylece şeye gider,
Tekâmül'e gider.

Şimdi buradan atlıyorum Kâinat'a...

Nizamettin Bey- Bir şey daha sorayım, müsaade ederseniz.
V4- Buyurun. Tabii buyurun... Buyurun.
NB- Ama o zaman sınırlandırılmış oluyor. Bugün Dünyâ'daki...
V4- Hayır, hayır... kat'iyyen!... "Sınır"dan kastınız ne?... Kelimeyi anlamadım, evvelâ.
NB- Bunu düşünebilecek insanlar hiç denecek kadar azdır.
V4- Tabii!... Bir şey söyliyeyim mi?... Bir şey söyliyeyim mi?... Tahdid değil bu da,
bir Rûhî kaabiliyet... Bu ayrı bir şey... BU, YARATICILIĞA GİRER... O mevzumuz
dışında o... Fakat bunu bulan insan var, değil mi?... Onun da sizin gibi iki gözü,
iki kulağı, eli ayağı var, değil mi?.. Bu da... tabii o insan beyninin de sizin
beyinlerinizin iştirâki var. Biri buldu diye, öbürsü bundan hissesini alamıyacak değil.
O da alacak...
NB- Bunu bulamıyanların beyinleri inkişâf etmemiş değil.
V4- Hayın, hayır. Etmiştir ama, tefekkür sistemini genişletebilmek... Bu ayrı bir
kudret bu... Biliyorsunuz, her insanda da kudretler aynı şekilde değildir. Yalnız bu
değil. Ben hepinizin çok hoşuna gidecek bir şey söyliyeceğim. Sevmek kudreti de
öyle değil mi?.. Herkes aynı şeyi aynı şekilde sevemez. Bundan netice çıkar: Şu halde
MUTLAK SEVGİ YOKTUR... Yoktur tabii...

Şimdi bakın. Atlıyorum burdan şeye... Anlaştık mı yalnız?.. İtirazlarınızı söyleyin...
Yalnız bir şey söyliyeyim: BU KONUŞTUKLARIMIZ HİÇ BİR ZAMAN NEŞREDİLMİYECEKTİR,
BİZ SÖYLEMEDİKÇE!..

Ben bir daha bağlıyayım bunu. MADDE'DEKİ TEKÂMÜL, YÂNİ MADDE'NİN ESÂSINA GİRİŞ
TEFEKKÜRÜN KAPILARINI AÇMAKLA OLUR!.. İDRAK GENİŞLER, İRÂDE HUDUTSUZLAŞIR
VE BULURSUNUZ...TABİİ BURDA GÂYEDE VARDIR: BÜTÜN İNSANLARA HİZMET!...
değil mi, efendim?..

Üstat ilmî keşiflerin, icatların nasıl olduğunu anlatmış ve gâyeyi koymuş. Aslında koyan o değil, İlâhî Nizam... Gâye, maksat, amaç para kazanmak, şöhret yapmak değil! İlmin gâyesi insanlara, insanlığa hizmettir. İnsanları yok etmek te değildir. Nükleer enerjinin keşfi elektrik üretmek, vâsıtaları yürütmek içindir, bomba yapıp yüzbinleri öldürmek için değil!... Her şeyin olduğu gibi her keşfin, her icâdın bir iyi yanı, bir de kötü yanı vardır. Rahmetli Bedri Bey bunu bir misâlle çok güzel açıklar. "Bal ağzına koyarsan güzeldir, saçına sürersen pisliktir" der.

İkinci defa "BU KONUŞTUKLARIMIZ HİÇ BİR ZAMAN NEŞREDİLMİYECEKTİR... BİZ SÖYLEMEDİKÇE!" diye yasak koyuyorlar... "Öyleyse niye yayınladın, be adam?" diyebilirsiniz... Bunlar tam 55 sene yayınlanmadı. Gene yayınlanmayabilirdi. Ama Spiritualizm'in hâlini görüyorsunuz. Millet safsatayla uğraşıyor. Cinâyet bile işleniyor, bir kadın "Melekler'den mesaj alın" sözüne inandığı için!.. Biz de "Celse öyle olmaz, böyle olur, Üstün Varlık işte böyle olur" diye ikaz etmek için yayınlıyoruz. Bu bir!.. Sonra "Yanılanları, sapıtanları uyar!" emrini aldık ta, onun için!.. Bu iki!.. O târihlerde Fizik'ten, Madde'den, Uzay'dan, Kâinat'tan çok bahsediliyordu, hattâ Amerikalılar Uzay'a gitmeye çalışıyorlardı ama bizde İbn-i Sinâ'yı, Fârâbî'yi, Gazâlî'yi tanıyan pek yoktu. Araştırma imkânı da ansiklopedilerden öteye geçemiyordu, ona da pek az kimse başvuruyordu. Celse'de bile İbn-i Sinâ hakkında bilgisi olan iki kişi çıkmıştı. İbn-i Sinâ'yı tanımadan gelen o mu, değil mi, nasıl karar vereceksiniz?.. Aldığınız bilgiyi neyle kıyaslıyacaksınız? İşte biz önce İbn-i Sinâ'yı iyi bir tanıtıp, sonra Celse'yi yayınlamaya karar verdik, hem de adı geçcn diğer İki Muhterem Bilim Adamı'nı tanıttarak... Bu Üç!.. Bedri Bey'in İlâhî Nizam'dan ve Kâinat'tan bahseden kitabı henüz ortaya çıkmamıştı. Bu Celse onun içinde anlaşılmayan bâzı hususlara cevap verecek durumdaydi. O kitabın yayınlanmasını bekledi, bu da Dört!... Gene de yazdığımız gün yayınlamadık, onu bilesiniz. Uygun zamânı bekledik.

Varlık4- Buyurun... Yalnız ben isterdim ki, bu madde'nin Tekâmül'ünde daha çok konuşalım...
Çünkü çok düşünüyorsunuz, çok şeyler geçiyorve çoğu geçen şeyler itiraz gibi
oluyor. Fakat itiraz edemiyorsunuz. Niye?
Behiç Bey- Madde'de bizâtihî Tekâmül var mıdır?
V4- O VAR DA... İşte bu... işte onu bağlıyorum ben deminden beri... BUNU
ANLIYABİLMEK İÇİN İNSAN TEFEKKÜRÜNÜN GENİŞLEMESİ LÂZIM... Anladığı nisbette
Madde ile arasında bir alış-veriş başlıyor... Olmaz olur mu?... Tabii var... İşte onu
anlatmak istiyorum deminden beri...
BB- Evet, efendim. Son bir nazariyeye göre, BÜTÜN MADDELER'DE BİR VARLIK,
HAYÂTİYET OLDUĞU iddia edilmektedir.
V4- Tamam işte!... Tamam!... DOĞRU!..
BB- Binâenaleyh, bu HAYÂTİYET'in inkişâfı nisbetinde insan aklının Tekâmül'ü ile
paralel gittiği nisbette...
V4- Tamam!... İNSAN İDRÂK EDEBİLDİĞİ NİSBETTE ONDAKİ İNKİŞÂFI ANLAYABİLİR...
Tefekkür kaabiliyetine bağlıdır bu.

Aman ALLAH'ım!... Ne dedi, duydunuz mu?.. MADDE'DE HAYÂTİYET VARMIŞ... YÂNİ CAN VARMIŞ... YÂNİ, MADDE CANLIYMIŞ... ONDA DA BİR VARLIK VARMIŞ... YÂNİ RUH VARMIŞ!...

Bunu Üstâdımız İbn-i Sinâ tasdik etti ama, Bilim Adamları da böyle bir teoriyi dile getirmişler. Şimdi ben daha şaşıracağınız bir şey söyliyeyim.... Aslında bu 3 bin yıl kadar önce inmiş olan TEVRAT'ta bile var. Biz hani "Ona Ruhum'dan üfledim" âyetinden (Hicr Sûresi , 29. Âyet) dolayı Ruh sâhibi insan olduğumuzu kabul ediyoruz ya, TEVRAT, "Tanrı’nın Ruhu suların üzerinde hareket ediyordu" diyor!.. (Tekvin, 1. Bâb, 2. Âyet) Yâni TANRI'nın Ruhu her zerrede!.. Her atomda!.. O yüzden eski devir Şamanistler'i yüce dağlara büyük saygı duyar, taşları üst üste koyarak meydana getirdikleri âbideyi kutsal sayarlardı. Zirâ Ruhlar'ı bir araya topladıklarına inanırlardı... Ne diyordu Hazret-i Mevlâna kitabında: 'Ben de cemadattan iken öldüm, yetişip gelişen bitki oldum; bitkiyken öldüm, hayvan biçiminde tezahür ettim. Hayvanlıktan geçip öldüm, insan oldum;" Cansız Madde nasıl ölebilir ki?.. Demek ki onun da canı var... Demek ki her Mertebe'de TANRI'nın tecellisi farklı ve gittikçe daha üstün... İnsan'da bütün isimleri yansımış... Bu sırrı ifşâ ettim diye beni bağışla, Yarabbi!...

Varlık4- Şimdi gelelim Kâinat'a... Bu... Kısa kesildi...
Şimdi efendim, KÂİNAT'TA NE VAR?... Lûtfen cevâbını verir misiniz? ..Çabuk
konuşuyorum...
İdâreci- Bir dakika...
V4- Ben alıyorum... Çünkü o müsaadeyi verdiniz. hepsini alıyorum. Yalnız benden
sonra mâni olun bu almaya.
Nizâmettin Bey- Bugün bizim bildiğimize göre, Seyyareler Sistemi var. 300'e yakın
Güneş sistemi...
V4- Çok teşekkür ederim size... En doğru söylediğiniz!... "BİZİM BİLDİĞİMİZE GÖRE"
dediniz... İşte bu hakikat... Sizin bildiğinize göre... Hattâ benim de bildiğime göre...
BEN DE BİR ÇOK ŞEYİ HÂLEN BİLMİYORUM, TABİİ.. buna ne Mevki'im, ne Makam'ım,
hiç bir şeyim müsait değil ki!.. Çok Yüksekler'de olduğum hâlde...
NB- Bizden fazla bileceğinize göre, ne kadar tahmin ediyorsunuz?
V4- Neyi, efendim?
NB- Kâinat'taki Seyyareler Sistemi'ni.
V4- Şimdi ben onu açacağın. Bakın... ve zannedersem çok hoşunuza gidecek...
Sizin bildiklerinizle hamurlaştıracağım işi...

KÂİNAT'TAKİ SİSTEMİ ÜÇE AYIRMAK LÂZIM... ŞÖYLE Kİ, BİRİ DÖNENLER... AMA KENDİ
ETRAFINDA DÖNENLER... BİRİ HEM KENDİ ETRÂFINDA DÖNENLER, HEM DİĞERLERİNİN
ETRÂFINDA DÖNENLER... BİRİ HİÇ DÖNMEYENLER... BİR DE BUNUN ÖTESİNDE İNSAN
İDRÂKİNİN ASLA BİLEMİYECEĞİ BİR DİĞER ÂLEM MEVCUTTUR... ÇÜNKÜ MADDE İLE RUH
İMTİZAÇ HÂLİNDEYKEN O İDRAK EDİLEMEZ, efendim... MADDENİN RUH'TAN
AYRILMASIYLA O ÂLEM İDRAK EDİLEBİLİR... Anlaşabildik mi burada?
NB- Şurasını belirteyim ki...
V4- Evet?
NB- ... kendi etrafında dönenler...
V4- Evet?
NB- ... ve başkasının etrâfında dönenler de ayrıca kendi etrâfında dönmektedirler.
V4- Onu dedim işte... Söyledim.
NB- O hâlde üç grubu bir tek grupta toplayabiliriz.
V4- Şimdi yalnız... Ama bir de hiç dönmeyenler var... Bir de hiç dönmeyenler var.
NB- Şunu söyliyebiliriz: Dünyâmız kendi etrâfında dönmektedir.
V4- Evet... Dedim işte... Bunlar sizin bilgileriniz zâten.
NB- Ay Dünyâ'nın etrâfında dönmektedir. Fakat bu sistem tek başına başka bir
sistemin etrâfında dönmektedir.
V4- Tamam... şimdik... Bir de hiç dönmeyenler var.
NB- O zaman gruplandıramayız.
V4- Yok şimdi... Gruplandırırız da... Bir de hiç dönmeyenler var... "Bir de bunların
öbür tarafında bir diğer âlem geliyor," dedik... Şimdi yalnız benim zamânımda da
akılları kurcalayan, sizin zamânınızda da kurcalayan bir sual çıkıyor şimdi buradan.
CANLILAR NEREDE?... YALNIZ AYAĞIMIZI BASTIĞIMIZ TOPRAKTA MI?.. değil mi,
efendim?.. BUNU ANLAMAK İÇİN EVVELÂ CANLI'YI ANLAMAK LÂZIM... CANLI NE?..
Lûtfen cevap verir misiniz?
NB- Canlı mı?
V4- Evet.
NB- Canlıyı.... Ne bakımdan?
V4- Canlı'yı târif edin... Yaşaması için hangi şartlar lâzımdır? Bunları târif edin.
CANLI NE?... Ona göre Kâinat'taki Canlılar'ı konuşacağız. Ondan sonra da bu
akşamki mevzumuz bitecek, efendim. Yalnız fazla girin mevzuya... Girmediniz de,
onun için söylüyorum. Henüz Dünya ilmi buraya kadar gelmedi mi?
NB- Bundan çok ileri gitti.
V4- Niye cevap vermiyorsunuz?
NB- Biz Canlılar üzerinde uğraşmadığımız için.
V4- Hayır... Neden?.. Kâinat hakkında bu kadar mı ilim?
NB- Hayır.
V4- Peki. Madde'nin Tekâmül'ünde demin, sustunuz. Niye?... Niye bana "tefekkür"
demediniz?.. Niye insan tefekkürünün maddeyle münâsebetini kurmadınız?.. Bir
kaanun bulunuyor Tabiat'ta... Mutlak bir kaanun... Bunun bulunuşu nelere bağlıdır?..
söyler misiniz?.. Siz hangi ilimle uğraşıyorsunuz?
NB- Fizik.
V4- Meselâ bir tecrübe söyleyin bize mevzuyla
(alâkalı).
NB- Benim tecrübem X ışınlarıyla kristalin vibrasyonlarıdır.
V4- Ben bunu anlamam böyle... Burada herkesin anlıyabileceği çok basit bir mesele
söyleyin. Gitmeyin bu kadar ileriye... Meselâ çok basit bir Fizik meselesi söyleyin.
NB- Çok basitle uğraşmıyoruz.
V4- Uğraşın! Niye?... Bakın, ÇOK BASİTİ BİLEMEZSENİZ, MÜREKKEBE GİDEMEZSİNİZ...
Hayır. herkesin anlaması için şimdi...
NB- Çok basitini söyliyeyim. Bir aydınlanma deneyi...
V4- Evet. Şimdi bunu bulan, ilk bulan bir tâne... Değil mi, efendim?... Bu buluşa
nasıl gitti?.. Bunun bana felsefesini yapar mısınız?
NB- Evvelki buluşları incelemesi sûretiyle.
V4- Hayır... Ne oluyor?.. Onun tefekkür sistemiyle Madde arasında nasıl bir
münâsebet kuruluyor?
NB- Gözlemleriyle... Kendinden evvelki kimselerin yaptığını...
V4-Hayır!... Öyle bir şey var ki, kendinden evvel uğraşanlar bir şey bulamamışlardır.
İlk defa bulanı söyleyin!.. O nasıl buluyor?
NB- İlk defa bulanlar işe Felsefe'yle başlamışlardır.
V4- Hayır! Nasıl buluyor, işte?.. Onu kurun diyorum işte... Madde ile... tamam işte!..
Onun felsefesini diyorum ben de... söyliyeyim size bir şey...
NB- Ben size söyliyeyim.
V4- Evet?

Fizik âlimi Nizâmettin Bey'in gereksiz açıklamalarını vermeden önce biz nâciz aklımıza gelen iki örneği verelim... Hepinizin mâlûmudur, bir gün Arşimet Üstat (M.Ö. 88-M.Ö.212), hamamda yıkanırken, hamam tasını kurnaya batırdığı anda zihninde bir şimşek çakmış, çırıl çıplak sokağa fırlayıp "Buldum! Buldum! diye feryat etmeye başlamıştı. Bulduğu kendi adıyla tanınan “sıvıların dengesi kaanunu”dur. Suya batırılan bir cismin taşırdığı suyun ağırlığı kadar kendi ağırlığından kaybettiğini fark etmiş ve bu kaanunu bulmuştur. Bu, ne kendinden öncekilerin tecrübesine, ne de Yunan Felsefesi'ne dayanıyordu. Onun Tefekkür Dünyâsı'nın bir ürünü idi. 2'yle 2'yi toplayıp 4 ettiğini bulduğu gibi zihninde bulmuştu.

İkincisi, Bilim adamı Newton Üstat (1643-1727), bir gün bir ağaç altında kestirirken kafasına bir elma düşmüş. Newton da bir yandan kafasını ovuştururken bir yandan da kendine sormuş: "Neden bu elma yukarıya, veya sağa sola değil de, aşağıya düştü?" diye... Bununla Yerçekim Kaanunu'nu ve üzerinde düşünerek bu çekim kuvvetinin sâdece Dünyâ'ya âit olmadığı, daha genel olduğu sonucuna varmış ve "Evrensel Çekim Kaanunu"nu bulmuş... Bu kıssa uydurma değildir. Newton'un arkadaşı William Stukeley 15 Nisan 1726'de Newton'la yemek yerken onun anlattığını söyler... Şimdi bunda evvelkilerin tecrübeleri var mı?... Yok!... Belirli bir felsefenin etkisi var mı?... yok!... Sâdece Newton'un Tefekkür Sistemi'nin sonucu!... Üstat işte bu cevâbı bekliyordu Celse'deki bilim adamlarından.

Nizâmettin Bey- Milât'tan önceki Aristo ve Yunan medeniyetinde...
Varlık4- Evet?
NB- ... düşünmek deney yapmak yasaktı.
V4- Hayır!... Anlatmak istediğim bu değil... Bir tecrübe meydana geldi...

(tasın suya batması veya kafaya elma düşmesi gibi) .
Ben Medyum'un şuurundan aldım şimdi...
(Deney) "tecrübe" demek, değil mi?...
"Tecrübe yaptı... Şimdi bu tecrübenin o neticeye varması için, Madde ile İnsan
Tefekkürü arasında nasıl bir münâsebet kuruldu?" diyorum.
NB- Bu yorumlamadır bence.
V4- Nasıl?... Nasıl düşündü meselâ bu işte böyle olunca böyle olacağını?...
Nereden bildi?... Nasıl düşünebildi bunu?
NB- Bunu düşünmeden kendini deneyler gösterebilir.
V4- Tamam işte!... Nasıl gitti bu deneylere?
NB- Deneyler tesâdüfle görülebilir. Meselâ Aydınlanma Deneyi'nde...
V4- Anladım. gördü... Görme hâdisesi ne?.. Niye herkes göremiyor aynı şeyi?..
NB- .... ışık olarak, hava tabakası...
V4- Hayır, Hayır!...Aynı şeyi gördü ve neticeye gitti.
(Arşimet gibi, Newton gibi) .
Aynı şeyi milyonlarca insan görüyordu da, niye neticeye gidemiyordu da, o gitti?..
Ne oldu onda?
NB- Kültürü müsait değil.
V4- Ne demek o?
NB- İlim kültürü.
V4- Hayır, canım... Aynı seviyede olan... Şimdi siz Fizikçi'siniz, değil mi? Kaç
Fizikçi var Dünyâ'da, tahminen?
NB- Türkiye'dekini söylesem?
V4- Söyleyin.
NB- 300 tâne.
(1965 yılı rakamı) .
V4- Peki. Aynı hâdise karşısında, hepiniz aynı neticeye varabilir misiniz?
Üçyüzünüz de??.. Aynı kültüre sâhip olduğunuz hâlde...
NB- Hayır. Aynı kültüre sâhip değiliz.
V4- Olduğunuzu kabul edin. Varabilir misiniz?
NB- O zaman olur.
V4- Varamazsınız tabii. Varamazsınız.

Gene durmamız gerekecek Türkiye'nin 300 Fizik âliminden biri olan Nizâmettin Bey'in zihnini açmak için. Aslında ardından böyle konuşmamak lâzım, çünkü kendisi Âhıret'e intikâl etmiş bulunuyor. ALLAH rahmet eylesin, ama Celse'de hiç te Bilim Adamı gibi konuşmamış.

Şimdi bu 300 Fizikçi, Milat'tan önce 200'lü yıllarda Arşimet ile aynı hamamda yıkanıyor olsa, onların da tasları suya batsa, onlar da peştemalsız "Evraka!. Evraka!" diye hep birden sokağa fırlarlar mıydı?.. Niye aynı seviye de bilim adamlarından sâdece biri, bir keşif veya icat yapabiliyor da, ötekiler laboratuvarlarında boş boş oturuyorlar?... Üstat İbn-i Sinâ bunu soruyor?.. Hiç böyle 200-300 bilim adamı tarafından aynı anda bulunmuş bir icat, yapılmış bir keşif var mı?..

Sorulara dikkat ediyor musunuz?... İbn-i Sinâ'nın hayatta iken ilgi duyduğu konular ve yukarda adı geçen eserlerin konularıyla aynı yönde değil mi? Mantık, Felsefe, düşünme ...

Nizâmettin Bey- Tesâdüftür o zaman.
Varlık4- Hayır!.. İNSAN TEFEKKÜRÜ VARDIR, efendim. Siz beynin çalışmasını bilmiyorsunuz.
Siz zannediyorsunuz ki, "Benim gözüm görüyor, kulağım duyuyor. Ben neticeye
gidiyorum. Bir de evvelkileri ezberliyorum.." Böyle şey olmaz!.. İNSAN BEYNİNDE
BİR YARATMA KUDRETİ VARDIR. Evvelâ bunu tahlil edin. Bu Yaratma Kudreti
olmasaydı, insanda seziş olamaz ve bundan icâda gidemezdi. Çünkü bu, sarsılmayan
sistemlerdendir. Yoksa her
kes bulabilirdi onu.

Şimdi ikinci bir şey... Meselâ BİR DİĞER SEYYÂREDE HAYAT OLABİLİR Mİ?

NB- Olur.
V4- Hangi şartlarda olur, hangi şartlarda olmaz?
NB- Dünyâ'daki hayâtın sağladığı bütün şartları hâiz bütün seyyârelerde olur.
V4- Hâiz değilse olmaz mı?
NB- O zaman başka yaratıklar, başka hayat olur. Dünyâ'daki hayat olmaz.
V4- Bakın, şöyle diyeceğiz bunu... Biraz işe girdiniz ama... Şöyle: CANLI OLARAK
YALNIZ KENDİNİZİ KABUL ETMEYİN BİR KERE!...
NB- Evet, bütün canlıları alıyorum.
V4- Yâni CANLI MUHAKKAK GÖRÜLMESİ DE LÂZIM DEĞİLDİR.
NB- Hayır.
V4- BİR ÂLET
LE DE GÖRÜLMESİ LÂZIM DEĞİLDİR... Tamam mı?.. HER CANLI'NIN
YAŞAMA ŞARTLARI AYRI AYRIDIR... Fakat bunu, bir kısmını insan tefekkürü muayyen
merhaleleri atladıktan sonra öğrenecek... Fakat bir diğer kısmını öğrenemiyecektir.
Nitekim bu öğrenilmeye başlamıştır zannediyorum, zamânınızda sizin...

Şimdi BİR DİĞER SEYYÂREDE HAYAT OLUP OLMAMASI DEĞERLENDİRMESİ
İÇİN EN BÜYÜK HATÂ... ki, zannediyorum ki zamânınızda da bu işlenir...
YAŞADIĞINIZ YERİN ŞARTLARIYLA MUKAYESE ETMEKTİR ORAYI... Değil mi, efendim?
Meselâ, HAVA YOK, SU YOK, CANLI OLAMAZ... Böyle şey olmaz!... BİR CANLININ
HAVA İLE YAŞAYACAĞINI DÂİR DÜNYÂ'DA HİÇ BİR KAANUN YOK!.. Bu ancak
DÜNYÂ'DAKİ CANLILAR için câri olan kaanundur.
NB- "Hava yok" dediniz, canlı olamaz. Bugün Ay'da hava yoktur ve Dünyâ'daki hayat
şartları sağlanmaz ve Canlı yoktur. Nitekim beş seneye kadar Ay'a varılacak.
Gözlerimizle göreceğiz.
V4- Şimdi ben size "Ay" demedim size...
NB- Misâl olarak verdik.
V4- Hayır, siz böyle kat'i konuşamazsınız, "Canlı yoktur" falan diye..
NB- Ay'da mı?
V4- Nerede olursa olsun.
NB- Ay'da ben "yok" diyorum.
V4- Siz kimsiniz de, "yok" diyorsunuz?
NB- Bir insanım.
V$- Nasıl "yok" diyebilirsiniz?.. Bir Kâinat hakkında hüküm vermek için kâfi misiniz
siz?.. İnsan olmak kâfi mi bunun için?
NB- Beş sene beklerseniz, görürsünüz!..
V4- Böyle konuşma tarzı olmaz!... Medyum'u indirin, efendim.
İdâreci- ???.... Özür dileriz....

Önce bir hususu belirtelim... Medyum bu ağır bilgiler altında bâzen tekliyor. O yüzden konuşmanın bâzı yerlerinde rütuşlar yapmak zorunda kaldık, ama onları gizlemedik, siyah yazı ile gösterdik. Kasıt oydu ama, kelime veya takılar yanlış veya eksik idi.

Gelmiş olan bilim adamlarının böyle Ruhlar'la konuşulduğuna inanmadıkları mâlûm. Onlar için konuşan İbn-i Sinâ Hazretleri değil, koltuka uyumakta olan sıradan bir adam idi, o yüzden böyle kesin ve kaba konuşmalar yaptılar. Halbuki Hazret-i İshak, daha başta, ikaz etmişti "İbn-i Sinâ çok şerttir" diye...

Celse târihi 5 Ocak 1965... Ay'a iniş 20 Temmuz 1969 ... Nizâmettin Bey de "Ay'da hava yok, su yok, Canlı da olmaz" diye peşin hüküm veriyor, daha Ay'a bile gidilmeden. Üstelik kendisi Astronom falan da değil, sâdece Fizikçi... İbn-i Sinâ ise hem Fizikçi, hem Kimyâcı, hem Astronom, hem Linguist, hem Doktor, hem Müzisyen, hem Metafizikçi, hem İlâhiyatçı, hem Siyâsetçi, hem Ahlâkçı Sosyolog... Bu ilim dallarının her biri için bir kaç kitap yazmış... Ayrıca hem Şâir, hem Hikâyeci... Yâni uyurken sayıklasa karşısındaki bilim adamlarından daha mantıklı lâflar eder.

Lâkin mesele o değil... Üstat, CANLI denen Varlığın bizim ölçülerimizin, standartlarımızın dışında da olabileceğini anlatmaya çalışıyor. Güneş'te bile yaşayanlar olabilir. Bu konuda İnternet'te çok yazı var. Ama demek ki 55 sene önce Bilim Adamları'nın bile düşünce kapasitesi kısıtlı imiş... Şimdi bâzı okurlar diyecek ki, "Ama sen kalkıyorsun, Siriuslular'a, Arkturuslular'a, Hathor Gezegeni'nden gelenlere, Kasyopyalılar'a, Andomeda Konseyi'ne itiraz edip duruyorsun." ... Haklılar, itiraz ediyorum, çünkü onlaıı insan gibi yutturmaya kalkıyorlar. Hem oralarda bizim şartlarımız yok, hem de Varlıklar bizim gibi... Bunu yutmuyorum işte...

Peki, şimdi ne olacak? Üstat kızdı ve ayrıldı... Gerçekten kötü bir durum...

Varlık4- ............. (Uzun bir süre Medyum'dan hiç ses gelmez. Sonra fısıltı hâlinde
konuşmaya başlar) BENLİĞİN OLDUĞU YERDE SOHBET OLMAZ!...
İdâreci- Serbest bir konuşma ortamı olduğu için arkadaş kendi fikrini izah etti.
V4- Ondan değil de... Bırakın, azıcık Medyum böyle dursun... Yavaş konuşacağız.

Şimdi konuşma şeklinde "Görürsün, yaparsın, bilmem ne yaparsan yap!" filân...
Böyle konuşma şekli olmaz. İnsanlar arasında da olmaz... Bu çok kötü!.. Halbuki
biz burada bilgi satmıyoruz ki!.. Anlıyoruz... İnsanların Fen'de, İlim'de ne hamleler
yaptığını öğrenmek istiyoruz. YALNIZ, DÜNYÂ'DA HİÇ BİR ŞEY HAKKINDA KAT'İYET
YOKTUR!.. Kat'i gibi gelir... Bir kat'iyeti diğer bir kat'iyet kökünden kazır!.. Değil mi,
efendim?.. HALBUKİ, KÂİNAT'IN İDÂMESİ İÇİN LÂZIM OLAN KAT'İYETLER SÂBİTTİR...
Ama bâzı kat'iyetler değişir, efendim... "Ay'da
canlı olmaz, olamaz" demek, "Biz
öyle bir kudrete sâhibiz ki, ALLAH bile vız gelir bize" demek... Bu da TANRI'yı
inkârdır ki, şimdi beyinlerden alıyorum bunu... maalesef inkâr çok!.. Bu da zavallılığın
ne derece olduğunu
gösterir. ... Anlıyamıyorum. (Medyum'un sesi düzelir.)

Mamafih biz konuşalım. Devam edelim mevzumuza.

Devam edeceğiz ama, önce az bilinen kelimeleri verelim... TEZÂHÜR , "belirme, görünme, gözükme, ortaya çıkma, oluşma" demektir.
CEMÂDAT , "cansızlar, cansız varlıklar, katı cisimler" demektir.
TECELLİ , "belirme, görünme, ortaya çıkma, zuhur etme, meydana çıkma" demektir.
SEYYÂRE , "güneşin çevresinde belli bir eğri çizerek seyreden, dolaşan yıldız, gezegen" demektir.
MÜREKKEB , "terkib edilmiş, bir kaç maddeden yapılmış, meydana gelmiş, birleşik" demektir.
İDÂME , "sürdürme, devam ettirme, dâim ve bâki kılmak, devam ettirmek" demektir.
KAT'İYET , "kesinlik" demektir.
MUVÂZİ , aşağıda gelecek, "paralel, koşut" demektir.

Benim aklım hiç ermiyor ama, bâzıları "Kuantum Fiziği ile pek çok kat'i, kesin doğru zannedilen husus değişti" diyorlar. Hattâ "Hiç bir şeyde kat'iyet yoktur, hiç bir şey kesin değişmez değildir," diyenler varmış... Üstat da 55 yıl önce onu anlatmaya çalışmış.

Gürkan Bey- Müsaade eder misiniz?
Varlık4- Buyurun, efendim. Alıyorum ben.
GB- Arkadaş öyle kat'i söyledi ama, siz kusura bakmayın. İlim tabii ancak bu anki
şartlarla Ay'ın resimlerini çekerek hayat olup olmadığına karar veriyor. Buna kat'i
olarak, yüzde yüz emin değiliz.
V4- Tamam, efendim. Çok güzel bu. çok güzel!
GB- Halbuki ilim 1950 senesinde Ay'a gidecekti, fakat gidemedi.
V4- Tamam... Şimdi efendim...
GB- O bakımdan "Ay'da hayat yok" diye şu anda kat'i bir şey söylenemez. Belki
burada olmayan normal bir havası vardır. Fakat Canlılar bizim gibi olmayacak.
V4- Tamam!
GB- Daha değişik şekilde olacak. bize normal gelmeyen Acâyip Yaratıklar olabilir.
V4- Çok güzel, efendim. Ben zâten, "Canlı var" demedim. YALNIZ HİÇ BİR İNSAN
HİÇ BİR ŞEY HAKKINDA KAT'İ KONUŞAMAZ, efendim!.. HELE BÖYLE ÂLETİN VÂSITA
OLDUĞU MESELELERDE...

Meselâ, "insan tefekkürü" dedim biraz evvel... Ben buradan insan tefekkürüne
gidecektim. Bundan dolayı da Medyum da çok yoruldu. Feci bir durumdadır. Biraz
ovun isterseniz Medyum'u...
(Medyum'un kolları, bacakları ovulur.)

Ben diyecektim ki, "Ay'da hava olmayabilir. Hiç bir şart ta olmayabilir. Fakat insan
tefekkürü o şekilde hamle yapacak ki, Ay'da insanın yaşama şartlarını insan tefekkürü
kendi kuracak." ... Başka türlü Ay'da yaşanamaz. Çünkü... Ve bu da, orada şartları
kurmak ta insan tefekkürüne verilmiştir. O şartlar insan tefekkürünün
hudutsuzluğunda yapılacaktır... Oraya götürecektim ben işi... Diyecektim ki, "Siz
tefekkür diye hudutlamayın işi." ... Çünkü insan tefekkürü o kadar geniştir ki,
bir gün Merih'teki
gerekli şartları bile meydana getirebilir. Çünkü İNSANDAKİ KUDRET,
biliyorsunuz ki, TANRI KUDRETİNDEN BİR DAMLA OLSA BİLE KÂFİDİR... İnsan şartları
orada meydana getirir ve şartlar meydana gelince, insan yaşar... Nasıl yaşar şartlar
olmayınca, değil mi efendim?.. Şartları kendi kurarak... BELKİ O ZAMAN ORADA BİR
DİĞER ŞARTLARDA
YAŞAYANLAR DA GÖRECEK, o başka mesele...

Ama benim burada anlatmak istediğim, İnsan Tefekkürü ile Madde'nin dâima inkişaf
hâlinde oluşunu, birbirine muvâzi gidişini, hattâ insan tefekkürünün daha ileri
hamleler yaptığını anlatmak içindi.

Gene duracağız... Üstat iki hayat tarzından bahsediyor... Birincisi, diğer gezegenlerde Dünya şartları olmasa bile kendine has şartlarda yaşayan Varlıklar.... İkincisi Dünya şartları olmayan gezegenlerde insanın kendi yaratacağı şartlarda sağlıyacağı yaşama imkânı... Bunu da icatlar yapan, keşiflerde bulunan hudutsuz insan tefekkürü gerçekleştirecek.

İdâreci- Evet. İmkânsız görülen yerlerde bile...
Varlık4- Hayâtınızda olmuyor mu?.. İmkânsız gibi, olmıyacak gibi görünen şeyler,
bir gün bakıyorsunuz, imkân hudutları içine giriveriyor... O zaman eğer İilim kat'iyet
ifâde etseydi, bunun olmaması lâzımdı...

Yer Çekim Kaanunu'na Aykırı Hareket Eden Bu masa Gibi

Varlık4- Şunu unutmamalı ki, İNSAN İLMİ, MUTLAK İLMİN YANINDA DÂİMA BİR
NOKTADAN ÖTEYE GİDEMEZ, efendim!.. Buyurun şimdi, konuşalım.
Avra'nın Müdâvimlerinden Timuçin Bey- Üstâd'ın Canlı târifiyle arkadaşlarımızın
Canlı târifinde, başlangıçta bir tetâbuk olmadığını zannediyorum.
V4- Yok zâten.
TB- Bu tetâbuk olsaydı, zâten bu şekilde bir konuşma mecrasına dökülmezdi.
V4- Şimdi efendim, ne oluyor, bakın... İnsan idrâki, münâsebetini dâima muhitiyle
kurmaya çalışıyor. "Canlı" deyince, hava alacak, yemek yiyecek, yatacak kalkacak,
şunu yapacak, bunu yapacak... Bunu tasavvur edebiliyor... Çünkü idrâkine ilk vuran
ışık bu... Halbuki, bu idrak zamanla inkişaf hâline geçiyor, öyle icatlar meydana
geliyor ki!.. Hattâ hayatta, yaşayan âlim kendi kat'i koyduğu kaanunun bir sonraki
tarafından çürütüldüğünü görüyor... Yok mu zamânınızda böyle şey?.. Olmuyor mu?

Benim burada anlatmak istediğim bir tek şey, hepinize ümit vermek içindi. HİÇ BİR
ZAMAN ALLAH BİR İNSANA DİĞER İNSANDAN FAZLA İMTİYAZ VERMEMİŞTİR... FAKAT
BİR İNSAN DİĞER İNSANA NAZARAN KENDİNİ DAHA İYİ TEKÂMÜLE GÖTÜRMESİNİ
BİLMİŞ, BU GÖTÜRMESİ SÂYESİNDE İDRÂKİN HUDUDUNU AÇMIŞ VE BEŞERİYETE
HİZMET İÇİN BİR ÇOK İCATLAR, HAMLELER YAPMIŞTIR, efendim.

Hastalıklar da öyle değil mi?... Şimdi bakın, ben size bilmediğiniz bir şey söyliyeyim.
HASTALIKLARIN GÖZLE GÖRÜLMEYEN CANLILAR TARAFINDAN MEYDANA GELDİĞİNİ,
bâzı hastalıkların... KİM icat etmiştir?... İcat değil de, KİM BULMUŞTUR?...
İdâreci- Gene bunlarla uğraşanlar.
V4- Kim?.. Kim?.. Söyleyin!
İ- ??? Bir çok şahsiyetler bulmuştur.
V4- Bakın, buradan bir meseleye geleceğim. Biraz evvel arkadaşınız dedi ki,
haklı olarak, "Felsefe'yle bulmuştur" dedi. Kimdi o arkadaşınız?
Nizâmettin Bey- Ben.
V4- Siz, değil mi?... "Felsefe'yle bulmuştur" dediniz, değil mi?
NB- Evet.
V4- İşte size bir hakikat veriyorum: BUNU EVVELÂ BULAN BENİM!... İBN-İ SİNÂ...
FAKAT BENİM ELİMDE BUNU GÖSTERECEK VÂSITA YOKTU. ÖBÜRÜSÜ VÂSITAYI
BULDU!.. Vâsıtayı bulunca, gördünüz. dediniz ki, "Var!"... Halbuki bana hiç kimse
inanmadı... Anlatabildim mi aradaki farkı?
İ- Evet. O hâlde biraz da imkânın tesiri var.
V4- Tamam mı?... Tabii var... Anlatabildim mi?... Fakat bunu evvelâ söyleyen
benim... Benim Tıp'la uğraştığımı biliyor musunuz?
İ- Evet. Üstronomi...
V4- Ben bir şey daha söyliyeyim, benim bulduğumu... YİYECEKLERİNİZDEKİ
BİR ÇOK ESAS MADDELERİN, SİZİN VÜCUDUNUZLA İMTİZACINDAN SİZDE ENERJİ
MEYDANA GELDİĞİNİ MEYDANA ÇIKARAN DA BENİM... Ama bunu ispat edecek
gene elimde vâsıta yoktu. Bunu yapabilecek bir ameliye, bir yer yoktu. Ben
bunu sâdece idrâkimle düşünebilmiştim, o kadar... Böyle olunca da, bütün Dünya
beni sâdece isim olarak tanıdı... Benim Heyet İlmi'yle de uğraştığımı biliyor
musunuz?
İ- Evet.
V4- Biraz evvel bahsettiğimiz ilim... Ben de düşündüklerimi hep düşündüm...
Ben de bir âlet bulup bunu gösteremedim kimseye... Ama sizi bir neticeye
bağlıyacağım. VAR MI BU SEYYÂRELER?
İ- Var.
V4- Bunda itirâzınız var mı, hiç?..VÂROLDUĞUNA GÖRE, TESÂDÜFÎ Mİ VAR,
BİR MAKSAT İÇİN Mİ VAR?
İ- Bir maksat için var.
V4- Bunu düşünebilir misiniz?.. Evet... Nizâmettin Bey miydi, efendim?
Nizâmettin bey- Evet. Bir maksat için var.
V4- Tamam!... Şimdi size geliyorum... MAKSAT İÇİN OLDUĞUNA GÖRE, AY'IN
OLMASININ MAKSADI NE OLABİLİR?
NB- Bilmiyorum. Tahmin edemem.
V4- Bilemezsiniz. O zaman hüküm vermeyin, olur mu?
NB- Ne hususta?
V4- Hayat olur, olmaz... Şu olur, bu olmaz...
NB- Hayâtın olmadığı kat'i sûrette biliniyor.
V4- Nasıl biliyorsun? Elindeki vâsıtalarla biliyorsun, değil mi?...
NB- Elimizdeki vâstalarla biliyorum. Beş sene sonra kat'i sûrette ispatlanacak.
V4- Tamam, işte... Diyorum ama... Peki, insan gitti oraya... Nasıl yaşayacak?
NB- Buradan götürdüğü vâsıtalarla.
V4- Yâni, şartları meydana getirecek, değil mi efendim?.. Tamam işte!.. Ama
Ay'da o şartlarla yaşanması gerektiğini nasıl idrak edecek?.. Bunu izah
eder misiniz?
NB- Buradaki yaşadığı şartları mukayese ederek.
V4- Bakın, işte ne oldu, biliyor musunuz şimdi?.. Siz döne dolaşa bana geldiniz.
Ben size hep tefekkür kelimesini yük
yorum. Zannederim ki, siz tefekkür
kelimesini anlamadınız.
NB- Anladım.
V4- Onu anlatıyorum. Yâni insan düşünecek: Burada insan nasıl yaşayabilir?
Şu şartlarla... Ama sizin bunun, onun yaşaması için o şartlar lâzım... Onları
meydana getirecek. AMA BELKİ İNSANIN HİÇ BİR ZAMAN GÖREMİYECEĞİ,
FAKAT O ŞARTLARDA YAŞAYAN BİR TAKIM VARLIKLAR DA OLABİLİR...
Bunu insan hiç bir zaman "yoktur" diyemez. Çünkü SENİN VÂSITAN BUNU
GÖSTERMEYEBİLİR.
NB- Olabilir. Ben "Olmaz" demedim ki.
V4- Yoo!... "Ayda hayat yoktur..."
NB- O şartlara göre...
V4- ..."insan olmaz!" ... Canlı, insan demek değil!..
NB- Hayır, hayvan da olmaz.
V4- HAYVAN DA SİZİN BİLDİĞİNİZ ŞEKİLDEKİ OLANLAR DEĞİL.
NB- Yâni, Dünyâ'nın şartları içinde yaşayan Canlı olmaz.
V4- Böyle söylemediniz demin... Tamam!... Demin böyle söylemediniz... Şimdi
oldu!.. Demin ben size "Canlı'yı târif edin" dedim. Çünkü biliyordum, oraya
kayacağınızı... Çünkü biz ilk intibalarımızı muhitimizden aldığımız için, Canlı
olarak evvelâ kendimizi, diğer o "hayvan" dediğiniz kısımları kabul ediyoruz.
Ama niye nebatların Canlı olduğunu düşünmüyoruz?
NB- Canlıdır.
V4- Canlı da... Meselâ hareket görmediğimiz için , ilk anda bunların canlı
olduğuna gidemedik, değil mi efendim?..
NB- Bizim bildiğimiz Canlı mevhumunda Canlı olamaz
(başka seyyârelerde.)
V4- ... O zaman tamam!.. Ama siz demin bunu söylemediniz. "Beş sene sonra görürsünüz,
orada hayat yok" dediniz. Ama bana demediniz ki, "Dünyâ'daki Canlılar gibi Canlı
yok:" ... Bilemezsiniz çünkü... GÖSTERMEZ VÂSITALAR HER ŞEYİ... Gösterebilir mi?

Nüket Hanım - Bir şey soracağım.
V4- Buyurun, efendim.
NH- Canlı'yı nasıl târif edersiniz?
V4- İRÂDENİN İÇİNDEKİ VARLIK... Anlaşıldı mı?
NH- Çok genel oldu.
V4- Tabii öyle olacak... Öyle olacak tabii... CANLI deyince hususi bir târif
olamaz ki!.. O zaman siz, ben olurum... Olmaz böyle şey ki!.. CANLI deyince
ben, BÜTÜN KÂİNAT'TAKİ CANLILAR'ı kastediyorum... mevzumuz o bizim... Yalnız
Yeryüzü'ndeki Canlılar değil ki!..
NH- İrâde dediğiniz nedir?
V4- Şimdi, siz buna yanaşmıyacaksınız... Bir MUTLAK İRÂDE vardır. Bu MUTLAK
İRÂDE'nin irâdesi altında olan çok CÜZ'İ İRÂDELER... Anladınız mı bunu?
NH- Evet.
V4- Tamam! kabul ediyor musunuz?
NH- Evet. MUTLAK İRÂDE'yi kabul ediyorum... Meselâ "Bitki de Canlı" dediniz.
V4- Tamam işte!
NH- Bitkide irâde var mı?
V4- Şimdi... Bir bitkiyi toprağa ekiyorsunuz... Çıkıyor... Muayyen şekli, muayyen
rengi var. Değil mi efendim?.. nasıl oluyor?

Bakın, ben size burada sorduğum bir suali soracağım, şimdi... Gene sizi açmak
için... KAR TÂNESİNİN ŞEKLİ VAR MI?


NH- Evet.
V4- Bu müsbet ilimle sâbit mi, efendim? Nasıl teşekkül ediyor?
NH- Kar bir sudur... Atomların...
V4- Şekil... O hendesî şekil nasıl teşekkül ediyor?
NH- Onların kristalize hâlinde...
V4- Hayır, o şekil nasıl meydana geliyor?
NH- Atomlar su içinde... Su molekülleri sayılır... Su içinde hidrojen...
V4- Peki, yağmurda damla niye şekillenmiyor o şekilde?
NH- Çünkü atomları kristal hâlinde değil, sıvı hâlinde.

Dikkat ediyor musunuz, İlim insanları Varlığı imtihan edecekleri yerde, Üstat onları tahtaya kaldırmış sigaya çekiyor, üstelik onlar çakıyorlar. Üstat neredeyse, "Otur yerine!.. Sıfır" diyecek!...

Üstat diyor ki, "Sen Ay'a gittin. Orada yaşayabileceğin şartları yarattın. Ama belki orada senin görmediğin başka şartlarda yaşayanlar da var." ... Yâni, daha önce belirttiğimiz iki ayrı hayat tarzından bahsediyor.

Hazır durmuşken az bilinen kelimeleri de verelim. SİGAYA ÇEKMEK , "sorgulamak, sorular sorup cevap almaya çalışmak, hesap sormak, soru yağmuruna tutmak" demektir.
TETÂBUK , " uyma, uygun gelme, örtüşme, birbirine uygun ve muvafık olmak, Uymak, birşeye uygun düşmek, iki şeyin birbiriyle tam olarak uyuşması, iki olayın aynı zamana rastlaması" demektir.
MECRÂ , "suyun aktığı yol, Su yolu, kanal, suyun aktığı yatak, bir işin gidiş yolu" demektir.
MUHİT , "çevre, yöre, etraf, bir kimsenin sürekli ilişkide bulunduğu insanlar topluluğu" demektir.
TASAVVUR ,"göz önüne getirme, hayâl etme, zihinde bir kişilik kazandırma, tasarım, düşünce, amaç, niyet, maksat, plan" demektir. Celse'de "göz önüne getirme" anlamında kullanılmış.
İMTİYAZ , "başkalarına tanınmayan özel, kişisel hak veya şart, ayrıcalık"demektir.
BEŞERİYET , "insanlık" demektir.
İMTİZAC ,"mezcolmak, uyuşmak, iyi geçinmek, karışmak, muvafık ve mutabık olmak" demektir.
İNTİBA , "izlenim, zihinde iz bırakma" demektir.

Varlık4- Anladım... Şekil o ama... "Şekil" deyince, gayrimuntazam şekil değil bu...
Muntazam bir hendesî şekil... "Nasıl oluyor?" diyorum.
NH- Kristalize hâlidir bu. Biz ilimde böyle târif ediyoruz.
V4- Kristalize hâli, tamam!... Şekil nasıl meydana geliyor?
Fuat Bey- Müsaade eder misiniz, ben söyliyeyim.
V4- Evet, efendim.
FB- Atom veya moleküller yanyana gelirken en az enerji harcayacak şekilde
bir araya gelirler. Atomların birbirleriyle bağlanmaları, bu en az enerji prensibi,
muntazam şekilde dizilmelerini gerektirir... ve bunun ayrıca matematiği vardır.
V4- Gruplanıyor mu bu şekiller?
FB- Gruplanırlar kendi kendine.
V4- Peki. Böyle olduğuna göre, nasıl gruplanıyor? Nasıl gruplanıyor?
FB- En az enerji harcayacak şekilde gruplanır.
V4- Şimdi bu gözle görülen bir izah şekli değil. Siz alıp ta suyu bu elinizdeki
vâsıtayla sokabilir misiniz bu şekle?
FB- Gayet tabii.
V4- Yâni, bir kar şekli meydana getirebiliyor musunuz siz?
FB- Elbette.
V4- Getirdiniz mi hiç?
FB- Ne zaman isterseniz mümkün.
V4- Yâni, getirdiniz mi böyle altı köşeli hendesî şekil?
FB- Hendesî şekil, kristal yaptık.
V4- Şimdi anlatamadım dediğimi, ben şimdi... Siz yaptınız, değil mi bunu?..
SİZ yaptınız, değil mi?
FB- Biz meydana gelmesi için gerekli şartları hazırladık.
V4- Tamam!... Yani, siz bir hazırlayıcısınız, değil mi siz?..
FB- Evet.
V4- Onu kim hazırladı?
(Şartları kim koydui?)
FB- Biz işin Metafiziği ile uğraşmayız, Fiziği ile uğraşırız.
V4- Ha, tamam işte!.. O zaman kâfi iş... Hazırlarsınız siz yâni... İşte o zaman...
Ben size bunu söyletmek istiyordum.

Kar tânesindeki önemli iki soru: Atomlar, moleküller hangi şartlarda en az enerji harcayacak şekilde birleşiyor ve altıgen kristaller meydana geliyor biliyoruz. Peki, niye o şartlarda oluyor da, başka şartlarda olmuyor?.. Kim tesbit etti o şartları? İkincisi nasıl oluyor da, her bir altıgen kar tânesi diğerlerinden farklı şekilde kristalleşiyor?.. Bunların hepsi en az enerji harcayacak şekilde birleşmiyor mu?.. Niye hepsi bir tek altgen şekilde değil de; milyarca, trilyonlarca ayrı şekilde kristalleşiyor?.. Laboratuvarda kar tânesi imâl edebiliyorsunuz. Ama iki tâne aynı şekilde altıgen kristal yapabiliyor musunuz?.. Hayır!.. Sizi engelleyen ne?.. Şartlar aynı değil mi?.. Niye farklı kar tâneleri meydana geliyor?.. İlim "aynı şartlar altında aynı sonucu almak" değil mi?..

Bu iki hususa bağlı sorular uzar, gider... İbn-i Sinâ işte bu yüzden İlm'in yanısıra İlâhiyat'la ve Metafizik'le ilgilenmiş... Bunları birbirine bağlamadan tam bir izah yapmak mümkün değil!. Fuat Bey ise, mârifetmiş gbi "Biz Metafizik'le değil Fizik'le uğraşırız" diye kestirip atıyor.

Fuat Bey- O iş ölçüye girmez. Biz ölçüye girenin üzerinde uğraşırız.
Varlık4- Tamam! Zâten insan zekâsı da bunu bulmakla şey
(vazifeli)
O zaman... Yalnız bir şey var tabii ... Bunun bir tehlikesi çıkıyor meydana...
DÜNYA TANRI'YI İNKÂRA BURDAN GİDER... Bu yoldan gider.
NB- Biz inkâr etmiyoruz ki.
V4- Hayır, etmezsiniz siz... Çünkü muhitiniz başka türlü telkin yapmıştır. Fakat
eğer Madde'den ibâret bir muhitte olursanız, buradan Tanrısızlığa gitmek çok
kolay bir iş...
FB- Bir Fizikçi TANRI üzerinde düşünemez tabii... İlim yapmak için Din'i bir kenara
bırakmak gerekir. Din'i, Din'in gerektirdiği zamanlarda düşünmek, İlm'i de İilm'in
gerektirdiği zamanlarda düşünmek lâzımdır.
V4- Şimdi yalnız burada... Peki, Din'den ne anlıyorsunuz siz?
FB- Din münâkaşasına girmek istemiyorum şimdi burada.
V4- Hayır, hayır. Münâkaşa etmiyoruz zâten. Eğer derseniz ki bana, "Fizikçi'nin
Din'le münâsebeti yok"...
FB- "Din'le münâsebeti yok" demedim... İlim yaparken Din'i bir tarafa koymak
gerekir. Yoksa atomların nasıl meydana geldiğini düşünmemek gerekir. İlim
inkişaf etmez o takdirde.
V4- Hayır, ben onu demedim ki size.
FB- Başka türlü anlamadım zâten.
V4- Hayır. Ben demek istiyorum ki size, "Fizikçi tecrübe yaparken Din'le uğraşmaz
diye bir şey olamaz. Çünkü SİZ, YAPTIĞINIZ TECRÜBEYİ İLK SEBEBE
GÖTÜRMELİYİSİNİZ!... İLK SEBEB'e götüremezeniz, bir taklitçiden öteye
gidemezsiniz o zaman.
FB- İLK SEBEP'ten ne kastediyorsunuz?
V4- İşte bu işler nasıl oluyor da, enerjisi daha az olanlar şöyle oluyor? Enerjisini
daha büyük olanlar böyle geliyor? Öyle geliyor... Bunlar nasıl, tesâdüfî mi olmuş
böyle?... Hiç bir sebebe mebnî değil mi, efendim?
FB- Biz en basit sebebi nedir, onu görmeye çalışıyoruz. Onun ötesini değil!
V4- Şimdi "biz" deyince neyi kastediyorsunuz?
FB- İnsanları kastediyorum.
V4- Evet.
FB- Onun ötesindeki sebebi nedir?... İlim böyle inkişaf eder. Gücü yetmediği
yerde durur.
V4- Yoo, gene edecek.
FB- O zaman "TANRI'ya âittir" deyip duracak.
V4- Gene edecek!... Hayır, yoo!... "TANRI'ya âittir" demiyecek, bulacak!...
Bakın, ben ne diyorum... Ümitsizliğe kapılmamak için konuşuyorum. Bulacak!...
İNSANDAKİ KUDRET SONSUZDUR... Bunu bilmeniz lâzım. Bunu anlatmak istiyorum.
Yalnız, insarnların bir kısmı bulur, bir kısmı da taklit eder, efendim. Taklitçilikten
kurtulmak için bir insanın tefekkür sistemini inkişaf ettirmesi lâzım. Aksi hâlde
sâdece taklitçi olur. Başkasının bulduğunu kalkar, kendisi bir tecrübe safhasına
sokar. Başka bir şey yapamaz. Bence de bu insanlara hizmet etmiş değildir.
Esas eden, ilk bulandır.
Ata Bey- Bir şey söyliyebilir miyim?
V4- Buyurun, efendim.
AB- Bence her şeyin yaratıcısı ALLAH'tır.
V4- Çok güzel!
AB- İlm'i de ALLAH vermiştir.. ve bunun sınırsızlığını söylemiştir.. ve insanların
O'nun verdiği kudretinden faydalanmayı söylemiştir.
V4- Tamam!
AB- Öyleyse düşünmemiz ve araştırmamız lâzım.
V4- Çok güzel, efendim. Çok güzel!.. ALLAH iç aydınlığınızı daha fazla artırsın,
efendim, sizin.
AB- Teşekkür ederim.
V4- İşte bunu anlatmak istiyoum, dönüp dolaşıp ben... Hiç bir zaman bir insanın
diğer insandan farkı yoktur. Fakat herkes kendi kudretince bir şey yapmak
durumundadır. Başka öteye gidemez, efendim. Emre'ye götüreceğim.
Nüket Hanım- Bir şey sorabilir miyim?
V4- Buyurun, efendim, ne demek!
NH- Haysenberg'in bir Belirsizlik Prensibi vardır.
V4- Meselâ?
NH- Bunu TANRI'ya tatbik edebiliriz.
V4- Nasıl???
NH- Şöyle ki, TANRI HER YERDE VARDIR, vârolduğu zaman Kendisi yoktur.
Yâni, belli olmaz, gözükmez.
V4- Şimdi... şimdi bakın... Ben sizin aklınızdan bir şey alarak size hitap edeceğim.
Siz TANRI deyince, tasavvurun içinde bir şey düşünüyorsunuz. Yıkın tasavvur
duvarlarını!.. TANRI TASAVVUR DUVARLARININ DIŞINDADIR... Öyle düşündüğünüz
zaman, sizin söylediğiniz söz, daha açık mânâlanır... TASAVVURAÜ SIĞMAZ
TANRI!... bütün aldanış buradan zâten... Bizi de başlangıçta böyle aldattılar.
TANRI FİKRİ TASAVVURA SIĞMAZ, TASAVVURUN DIŞINDADIR!..
Arsın Bey- Müsaade eder misiniz?
V4- Buyurun, efendim.
AB- "Tasavvura sığmaz" dediniz.
V4- Evet?
AB- Tasavvura sığmayan bir yücelik te Kâinat.
V4- Tamam!..
AB- Bruno demiş ki, "İki sonsuz olmayacağına göre, TANRI sonsuzluk demektir."
Ve yakmışlar adamı.
V4- Kimi??? Yakabilirler... Bu bir şey ifâde etmez. Yakar tabii... Bir çok hakikatleri
söyliyerleri de yakmışlardır, öldürmüşlerdir. Mânâsı anlaşılmamasından dolayı
bu hâdise meydana gelmiştir. Sizin yalnız bileceğiniz bir şey ... bilhassa Madde
ile çok ilgili olan ilimlerdekilerin bileceği bir şey... TANRI'YI TASAVVURUN DIŞINDA
VE KENDİ KAABİLİYETİNİZİ , İDRÂKİNİZİ DE SONSUZLUKTA GÖRÜN, efendim...
O ZAMAN... çok şey olursunuz.. . İMKÂNSIZLIK, İNSAN KUDRETİNDE DÂİMA
İMKÂN HUDUTLARI İÇİNE GİRER... Hiç bir zaman bunu unutmayın!.. Yalnız içinizde
şüphe kalmasın. konuşalım... çünkü bu mevzuları daha çok ileri götüreceğiz
sonra... meselâ, ne oluyor, biliyor musunuz?... Bir şey var... çok rica edeceğim.
Belki sert konuşuyorum. Yalnız bir şey var... bir çok şeyler biliyorsunuz tabii
siz... Fakat bilgilerinize kat'iyet damgası vurmayın! Dâima bir açık kapı bırakın,
efendim.
Ata Bey- Biraz evvel "insan vücuduna giren maddelerden enerji alındığını"
söylemiştiniz.
V4- Evet?
AB- Bu bence de doğru.
V4- Ne o, biliyor musunuz?.. Ben bunu... o cevâbını gene Medyum'un şuurundan
alayım... Alayım mı, efendim?... Kelimeyi alacağım... VİTAMİN, efendim... Bunu da
bulan benim... Bakın, ne kadar sonra bu hakikat çıktı... Yok muydu?... Vardı işte!...
Bunu anlatmak istiyorum... Bütün anlatışlarım bu... Tecrübelerle uğraşıyorsunuz.
Fakat her tecrübeyi "bunun son safhası budur" diye bilmeyin!.. İlerde daha bir çok
safhaları çıkacaktır. belki bilmem ne kadar sonra biri çıkacak, bugün insanların
kat'iyetle inkâr ettiği bir çok şeyleri imkân ... şey... mümkün hudutları içine
sokacaktır, efendim... Anlaştık mı bu noktalarda?... Yalnız bir bey cevap vermiyor
bana... "Anlaştık mı, anlaşmadık mı?" diye... .
Birisi- Evet.
V4- Peki, efendim.
AB- Bence insan vücudu bütün maddeleri enerjiye çevirecek durumdadır. Kastım,
Madde bir enerjidir.
V4- Tabii, tabii... Tamam, tamam.
AB- Fakat şimdi bunun cüz'i bir kısmı olmuştur.
V4- Tamam. Tabii...
AB- Düşündüğüme göre, bunun ihtiyaç kadarını alıp, gerisini atmaktadır. Siz de
aynı şeyi mi düşünüyorsunuz?
V4- Bakın!.. Eğer kalkar da, bu enerjiyi çoğaltırsa, bu insan vücudu kendini
harâbiyete götürür... Harâbiyete götürür... Bir insanın muayyen bir miktar , ya
giriş, ya çıkışı normal olabilir. Değil mi, efendim?.. Bunu birdenbire aşırmaya
kalkarsanız, kendi kendisini yer bu şekilde bâzen...
Nizâmettin bey- Efendim, Ata'ya cevap vermek istiyorum.
V4- Buyurun, efendim.
NB- Arkadaşımız dedi ki, "İnsan vücudu bütün maddeleri enerjiye çevirmeye
müsâittir." ... Bugün Madde'nin enerji olduğu âşikâr... Einstein tarafından
açıklandı. İnsan vücudu bütün Madde enerjisini diğer enerjilere çevirecek
niteliğe sâhip değildir.
V4- Şimdi, bakın... Tabii muayyen kaabiliyeti var insan vücudunun... Kaabiliyeti
nisbetinde çevirir.
NB- Hepsini değil.
V4- Tabii, canım. Kaabiliyeti nisbetinde tabii. Her şey kaabiliyet hudutları
içinde zâten.
AB- Bâzı insanlar demir yermiş... Gazete havâdisine göre, otomobil almış,
"iki sene yeter," demiş. Demek ki insan vücudu bu demiri de icâbında enerjiye
çeviriyor.
V4- İşte onun da o yönde bir kaabiliyeti var... Şimdi efendim, sizin zamânınızda
insan vücudunun sırrı çözülebildi mi?
İdâreci- hayır.
V4- Tamam!.. Şimdi bir bey sual sormak istiyordu.
Fahri Bey- Üstat, "Seyyârelerde bir dönenler var," dedi, "bir de başkasının
etrâfında dönenler, bir de dönmeyenler var" dedi.
V4- Evet, efendim.
FB- Dönmeyenler hakkında hiç bir mâlûmatımız yok.
V4- Onlar hakkında mâlûmatınız olacak... Yalnız ben şu kadar söyliyeyim ki size,
O DÖNMEYENLERDE HENÜZ BİR CANLI'NIN ... yâni, umûmî mânâda alınan Canlı'nın...
MEVCUT OLMAYIŞINDAN DOLAYIDIR... ORADA DA MUTLAK KUDRET TARAFINDAN
BİR CANLI'NIN MEVCUDİYETİ İCÂB ETTİĞİ AN, O DA DÖNECEK... YÂHUT ONUN
ETRÂFINDA DÖNECEKLER... Onu anlatmak istedim... Eğer bir şey varsa onda,
o mevcuttur. Onda da bir şeyler var, demektir.
Timuçin bey- Bir sual sorabilir miyim?
V4- Buyurun, efendim.... Yalnız, Medyum yoruldu. Çünkü daha bir hayli var.
Yunus Emre'ye götüreceğim, efendim.
TB- Sağlığınızda Metafizik'le uğraştığınız söyleniyor. Târih kitaplarına geçmiş.
Başlangıçta çok merak ettiğiniz hâlde anlamakta güçlük çekiyormuşsunuz.
V4- Çok!... Rüyâlarımda görüyordum.
TB- Sonra Fârâbî'nin bir eserini okumak sûretiyle bu mevzuda gâyet geniş ve
kolay anlayış ve bilgiye ulaşmışsınız.
V4- Tamam, efendim.
TB- Bu eserin ismi ve hangi lisânda yazıldığı, zamanımızda bu eseri bulup
bulamıyacağımızı rica ediyorum.
V4- Zamânınızda bulamazsınız... Benim yazdığım lisândan Arapça'ya çevirdiler
bunu. Fakat bulsanız da bundan hiç bir zaman faydalanamazsınız... Bir çok şeyler
değişti... Siz ismini biliyor musunuz, efendim, eserin?
TB- Hayır. merak ettim.
V4- Hiç merak etmeyin. Değiştirdiler zâten. Hiç bir yerde...
TB- Eserin kendini mi?
V4- Şimdi bakın... Eseri aldılar, Arapça'ya çevirdiler. Zâten o lisândaydı ya...
kendi anlayışına göre çevriliyor, biliyorsunuz, bu işler... ve olmadı... YALNIZ
BENİMDE ALDANDIĞIM ÇOK SAFHALAR OLMUŞ... Bu Âlem'e göçtükten sonra
anladım, fakat onların ne olduğunu... Hepsini burada anlatamam, efendim.
Yalnız şunu bilin ki, biraz evvel açtım onu... Dedim ki... TANRI'yı târif ederken
anlattım. İnsan olmadan evvel
ki durumunu söyledim... O kadarını bilin, kâfi
sizin için.. Daha derinlere inmenize hiç lûzum yok. Fârâbî de aldanmıştır bir
çok yerde... Hepimiz aldandık. YALNIZ ALDANMAYANLAR, PEYGAMBERLER'DİR,
efendim. Çünkü biz de düşüncelerimize göre bir takım şeyler çizdik.
çıkmayabilir, tabii... Bilmiyorum ki....

Tamam, efendim... Tamam şimdi... Güle güle... BÜTÜN DÜŞÜNCELERİNİZ MADDE DE
OLSA, MADDE'Yİ İNSAN HİZMETİNE ESİR KILIN, efendim... BUNUN İÇCİN ÇALIŞIN!...
İNSANI MADDE'YE SAKIN ESİR YAPMAYIN!.. BU BÜYÜK FELÂKETLER DOĞURUR...
İnkâr etmeden evvel de, iyice Madde'nin sırrını çözmeye çalışın... ÇÜNKİ İNKÂR
HİÇ BİR ZAMAN İNSANI HAKİKATE GÖTÜREMEZ, efendim... Güle güle...

İ- Çok teşekkür ederiz.

Aslında her soru, her paragraf üzerinde durup, uzun uzun düşünmek gerek bu Celse'yi anlamak için... Sanki Bedri Bey'in "İlâhî Nizam ve Kâinat" kitabı piyasaya çıkmadan 50 yıl önce orada yazılanları cevaplamış Üstât İbn-i Sinâ... Sonra Gazâlî'nin (1058- 1111) ardından Fârâbî (872-950) katıldı araştırma listemize... Belki bu Üç İslam Bilgesi için ayrı bir sayfa açmak gerekecek.

Fizikçi Nüket Hanım Heisenberg'in Belirsizlik Prensibi'nden bahsetmiş. İlgilenenler için link verdik.

Medyum gerçekten bu noktada çok yorgun... Onun için tekliyor, dikkatli okumak gerek.Kolay değil, sâdece konuşanları sayarsak, Orhan Bey, Nizâmettin Bey, Nüket Hanım, Gürkan Bey, Fuat Bey, Ata Bey ve Arsın Bey... Bunlardan hangisi Astronom'du, hatırlamıyorum. Konuşmayan başka bilim adamları da vardı herhalde. Üstat İbn-i Sinâ hepsiyle baş etti.

Timuçin bey'in bahsettiği Aristo’nun (M.Ö. 384-322) kitabı "Mâ ba'de’t-Tabî'a" (Metafizika)... İbn-i Sinâ bu eseri defalarca okumasına rağmen, Arapça tercümenin bozuk olmasından dolayı anlıyamamış. Lâkin Fârâbî’nin (872-950) bu konudaki eseri ni tesâdüfen elde edip okuyunca, bu problemini çözmüş... BöyleceTimuçin Bey'in istediği kitabın adını da vermiş olduk ama, Üstat kitabı bulamıyacağını söylemiş. Kitap değil de, i çindeki bilgiler İslâm Ansiklopedisi'nde var.

Az bilinen kelimeleri de verelim.. MUNTAZAM, "intizamlı, düzgün, düzenli, derli toplu" demektir.
HENDESÎ , "geometrik" demektir.
HARÂBİYET , "yıkılma, yıkılış, parçalanıp dağılış, yıkıntı, zillet ve sefâlet içinde olma hâli" demektir.

Medyum-..... HAZRET-İ İSHAK.... Yunus Emre'nin ordayız. Yalnız çok az konuşacak.

Varlık 3- "Karıştı" diyor... "Hangisine karar vereceğimi şaşırdım" diyor düşüncesinde...
Çıkabilir mi ortaya?... Ben HAZRET-İ İSHAK....
İdâreci- Acaba hangi arkadaş? Düşüncelerini değiştiren.
V3- Değiştiren değil de, böyle bir şey... bocalama... Çıkamıyor tabii. Çıkmaz...
Tamam mı?... Vereyim mi Yunus Emre'yi?
İ- Lûtfediniz, Üstâdım.
V3- Gene biri diyor ki, Medyum'un sağ tarafına doğru... Yunus Emre'yi merak
ediyor.
Varlık5- Merhaba Sohbet-i Cân, Cân-ı Sohbet Olanlar, merhaba!.
İ- Merhaba.
V5- Ne o? Medyum böyle hurda gibi olmuş.
İ- Biraz konuşmalarımız uzun oldu. Sizin güzel konuşmalarınızla Medyum
tekrar dirilir.
V5- Ne işiniz var; gönül, aşk , vicdan, haz, huzur varken ve insan Ruhunu bunlar
kanatlandıracakken, niçin yoruluyorsunuz?.. Bakın, ben size Zıtlar'la Tekâmül'e
gidildiğini , bir insannın Zıtlıklar içinde TANRI'ya doğru ÇALAB'a doğru , ALLAH'a
doğru yol aldığı için, hadi, gönüllerinize bir şey söyliyeyim. Söyliyeyim mi
efendim ?
İ- Lûtfedin.
V5- YUNUS EMRE'yi hepiniz tanıyor musunuz?.. Tanımıyanlar var... Bakalım beni
anlıyacaklar mı?.. Yalnız şimdi okuduktan sonra konuşacağız mısra mısra... Çünkü
çok muhterem bir zat var. Kendisi parlıyor ve onu parlatan da bizim Burada...
Bizim Üstümüz'de... En çok onunla konuşacağız bunu... Evvelâ okuyayım ben...
Sonra mısra mısra konuşalım... Fakat Medyum çok yorgun... Çok ağır alıp verecek,
efendim... Veriyorum.
Medyum ağır ağır okur)

BİR GÖNÜL VAR BENDEN İÇE
BENİ BANA HAYRAN EDER
BİR AN GELİR KUDRETİNCE
YEDİ GÖĞÜ SEYRAN EDER

GÖZDE YAŞTIR, GARİPTE CAN
MÂNÂDA AŞK, BİL Kİ İMÂN


Olmadı!... Bunu sonra verecektik... "Gönül" dedik, değil mi efendim?

ELİF OKUR KÂİNAT'I
HAK MAKAAMI ONUN KATI
ÂŞIKTAKİ SALTANATI
YUNUS GİBİ FERMAN EDER

Buydu, efendim.
İ- Deminkini niçin yarıda bıraktınız, Üstâdım?
V5- Onu da vereceğiz... Şimdi, yoo!... Konuşacağız. Yalnız herkesle konuşacağız.
İ- Hayır. Güzel de, onu tamamlıyalım.
V5- Tamamlıyacağım, tamamlıyacağım... BİR GÖNÜL VAR BENDEN İÇE... Şimdi itabii
daha çabuk verebiliyor... Bu belki... bu... Fakat... BENİ BANA HAYRAN EDER...
Ne anladınız?.. Çok ayrı bir mevzu bu... Dedik ki "CAN İÇİNDE ARA CÂNI!"... dedik.
İşte o... BİR AN GELİR KUDRETİNCE .... Biraz evvel dedik ki, "İNSAN KUDRETİ
SONSUZDUR" dedi İibi Sinâ... Ona bağlıyorum ben de bunu... BİR AN GELİR
KUDRETİNCE... yedi göğü
(SEYRAN EDER) Artık öbür dörtlü... biliniyor o...

GÖZDE YAŞTIR, GARİPTE CAN
MÂNÂ DA AŞK, BİL Kİ İMÂN
ÂŞIK.....

Olmadı gene... Hep buna gidiyorum... Niye böyle?... Vereyim öbürsünü de
anlaşalım.

GAM BAĞINDA ÖTEN BÜLBÜL,
GÜLÜ DEĞİL, HÂRI İSTER

Ne demek hâr?
İ- Diken.
V5- Herkes bilsin.
GAM BAĞINDA ÖTEN BÜLBÜL,
GÜLÜ DEĞİL, HÂRI İSTER,
AŞKTA SEFÂ BULAN GÖNÜL,
CEFÂ VEREN YÂRI İSTER.

GÖZDE YAŞTIR, GARİPTE CAN,
MÂNÂDA AŞK, BİL Kİ İMÂN
YANMAKTAN HAZ DUYAN İNSAN,
CENNET'TE DE NÂRI İSTER!..


Nâr ne?
İ- Ateş.
V5- Tamam!... Cennet'te olan ateşi ister gene... Çünkü yanmaktan haz duyuyor.
Bu işte şiir... Oldu mu, ikisi karıştı mı?.. Artık ayırın siz...

Evet, sorun efendim... Şimdi aklından bâzı sualler geçirenler var. Onlara cevap
vereceğim ben şimdik... Şahsî Sualler için konuşacağım. Yalnız bu şeyde
konuşacağım. Bir ikaz mâhiyetinde olarak... Çok affınıza sığınarak bir şey
söyliyeceğim. Baş eğerek...

GİR HUZURA BAŞ EĞEREK
GURURLA KUL OLAMAZSIN!
YUNUS DER Kİ, SOHBET GEREK,
FALDA HİKMET BULAMAZSIN!

Anladık mı burayı da?... Anlaşıldı mı bu da?
İ- Evet.
V5- Evet... Bir hanım diyor ki, "Benim ilerim ne olacak?"... O hanım ismini
söyler mi?.. Ama ne olur, çekinmeyin.
Hâzirûn'dan Melek Hanım- Ben, Melek.
V5- Ne dediniz efendim?
MH- İlerim ne olacak?
V5- Tamam, şimdi de... Bir sual geldi bana... Bu belki beni alâkadar etmez
ama, soruyorum: Uyuyan nasıl aldı bunu?.. Lûtfen izah eden var mı bunu şimdi?
Bakın, hem "hanım" dedik, hem de "aklından bunu geçirdi" dedik... Bunu nasıl
aldık?.. Nasıl oldu bu iş?.. Kim izah edecek efendim?
Nüket Hanım- Hanım düşününce, manyetik dalgalarla Medyum'a geldi. Oradan
siz aldınız.
V5- Bu herkes tarafından bilinen bir izah şekli bu, değil mi?... Yâni, ortada bir
hâdise var, değil mi?.. Bir tecrübe var... Şimdi tecrübeye inanıldığına göre, buna
inanıldı... Cevâbınız müsbet, tamam!.. Şimdi ben "Böyle olacak, şöyle olacak"
demiyeceğim de, herkesin düşüncesini, aklından geçeni bir cümleciğe
bağlıyacağım. Herkes bu cümleyi ezberlesin... Bir diğer Sohbetimiz'de
düşüncesinle bu cümle arasındaki münâsebetleri konuşacağız, efendim.
Ne düşünmüştü, ne söylemiştik?... Şimdi Melek Hanım'a cevap veriyorum:
KIRIK ÜMİTLER, HAYÂTI BÜTÜNLEYEN ARZULARI MAHVEDER...
Hâzirûn'dan Handan Hanım- sizin şiirleriniz üzerine yazılmış bir oratoryayı
düşündüm. Duyabildiniz mi? Ve ne düşündünüz?
V5- Duyarız tabii... Ben her iyi iş için iyi düşünürüm... Çünkü gönlümün benim
fenâ düşünmeye tahammülü yok. Zâten benim gönlüm fenâ düşünseydi, çok
çiğnerdim onu... Ben size bir şey söyliyeyim: HUZURU HİÇ BİR ZAMAN CİSİMDEN
BEKLEMEYİN!.. EĞER BU CİSİM BAŞKALARININ HUZURUNU ALARAK SİZE HUZUR
VERİYORSA, BU, HAYÂTINIZI DÂİMA GÖLGEDE BIRAKIR.
Hâzirûn'dan Vecihi Bey- Hakikat yolunda yürümek isteyenlein yollarını izah
etmek lûtfunda bulunmanızı rica ediyorum.
V5- Bunu çok kısa olarak izah edeceğim: TANRI NURU'NDAN IŞIK ALAN
VİCDANLARIN BERÂBERLİĞİNDEN HAKİKATE GİDİLİR, efendim.
İ- Bana bir emriniz var mı bu hususta?
V5- SEVMEK KUDRETİNİZİ HEP BÖYLE TEKÂMÜL'E GÖTÜRÜN!... Hulki Bey'e selâm...
(Hz. Mevlâna'nın torunu) "Ben bâzen ızdırap
çekiyorum" diyorlar....
SEMÂ, BİZİM GÖZYAŞIMIZDIR... Halbuki şimdi insanları tebessüm almaya başladı.
Çok acı bizim için" diyor...
Handan Hanım- Benim için bir şey söylerse, çok memnun olurum.
V5- SİZ DÂİMA FAZİLETİ VİCDANINIZA AYNA YAPARSANIZ, DÂİMA HUZURA
GİDERSİNİZ.

Maalesef bu uzun Celse'nin bu noktasında bant bitmiş, Celse'nin son kısmı kaydolmamıştır. Ama zâten fazla kalmamıştı. Rahmetli Hulki Keymen Bey Celseler'e katılır, Mesnevî'den Farsça beyitler okur, onları açıklar, bizleri aydınlatırdı. Bu Celse'de olmadığı için kendisine selâm verilmiş. Hulki Keymen Bey'e "sêlam" kısmından sonraki ifâde, Hazret-i Mevlâna'dandır.

İşiniz çok!... Ben yaptım, bitirdim, çok şükür, sıra şimdi sizde. Başlayın en tepeden okumaya,. incelemeye, üzerinde düşünmeye... şiinleri ezberlemeye... ALLAH boş duranı, boş işle uğraşanı sevmez! İşte size dolu iş!..

Ruhi Selman

selman@journalist.com

***

ÖNEMLİ SAYFALAR
-
ÜÇ İSLÂM BİLGESİ
- BİR TEBLİĞ
- ÖLÜM VE SONRASI
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 1
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 2
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 3
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 4
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 5
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 6
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 7
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 8
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 9
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 10
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 11
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 50
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 51
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 52
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 53
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 54
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 55
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 56
- ÂHIRET'TEN SİMÂLAR - 58
- ÂHIRET'TEN SİMÂLAR - 59
- ÂHIRET'TEN SİMÂLAR - 60
- ÂHIRET'TEN SİMÂLAR - 61
- ÂHIRET'TEN SİMÂLAR - 62
- ÂHIRET'TEN SİMÂLAR - 63
- ÂHIRET'TEN SİMÂLAR - 64
- İBN-İ SİNÂ CELSESİ
- TEKÂMÜL'E GİDEN YOL
- NEYZEN TEVFİK'TEN BİR ŞİİR
- BİR OBSESYON VAK'ASI
- ÖTE ÂLEM'DEN ŞİİRLER - 1
- RÜYÂLAR - 1
- RÜYÂLAR - 2
- REİNKARNASYON
- ANADOLU'DA REİNKARNASYON ŞİİRLERİ
- İRLANDALI ŞÂİR JAMES CLARENCE MANGAN ANADOLU'DA MI YAŞADI?
- FİNCAN CELSELERİ - 1
- FİNCAN CELSELERİ - 2
- FİNCAN CELSELERİ - 3
- KADIN HAKKINDA BİR TEBLİĞ
- EKMİNEZİ ÇALIŞMASI
- RÛHÎ FİLİMLER - 1
- ENTERESAN RÛHÎ OLAYLAR
- ERGUN ARIKDAL VE SÂDIKLAR PLÂNI'NI TENKİT
- SÂDIKLAR PLÂNI'NI TENKİT - 2
- BÜLENT ÇORAK VE DÜNYA KARDEŞLİK BİRLİĞİ SAFSATASI
- Bülent Çorak'tan Uzaylı Tebliğ - ALTON'DAN MESAJ
- CENAP BAŞMAN VE MARON TARİKATI
- SAPKIN RAEL TARİKATI
- TRANSANDANTAL MEDİTASYON KANDIRMACASI
- MELEKLER'DEN MESAJ ALDIĞINI SANAN ŞAŞKINLAR
- SİRİUS MİSYONU ZIRVALARI
- ŞEYTANA TAPAN SATANİSTLER
- KRYON "TEBLİĞ"LERİ VE LEE CARROLL'UN "MEDYUM"LUĞU
- J. Z. KNIGHT ADLI KADIN MEDYUM VE RAMTHA "TEBLİĞ"LERİ
- MEDYUM JANİ KİNG VE VARLIK P'TAAH
- AKHENATON VE KURGU AGARTA "TEBLİĞ"LERİ
- SILVER BIRCH TEBLİĞLERİ
- "SÜPER İNSANLIK" DERNEĞİ VE UYDURUK "TEBLİĞ"LER
- ZIRVA RA-KA TEBLİĞLERİ
- SÂDIKLAR PLÂNI'NI TENKİT - 2
- ATLANTİS'İN KRAL RÂHİBİ THOTH'UN IVIR-ZIVIR MESAJLARI
- BAŞMELEK METATRON ÜFÜRMELERİ
- MEKTUPLAR