ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 13
Bu celsede sizlere yine tarihî ve edebî iki şahsiyeti tanıştıracağız...
Medyum önce karanlık tabakadan, geri varlıkların bulunduğu yerlerden geçiyor.
Onlarla görüşüp dua ettikten sonra...
Varlık: Ayşe Karaosmanoğlu, Sultan II. Abdülhamid
İdâreci - Yükselmenize devam ediniz.
TABİAT NİZÂMI'NIN İBÂDETLE HİÇBİR ALÂKASI YOKTUR!.. İBÂDET, EBNÂ-YI BEŞERİN
İNSANLARI HİSSETMESİ, RUHUN YIKANMASI İÇİN HER TOPLUMUN BAŞLANGIÇTAKİ
TELÂKKİ TARZLARINA GÖRE ŞEKİL ALMIŞ BİR TAKIM KAİDELER, RUHU YIKAMA
VÂSITASIDIR.
i- Efendim, temizlik Tabiat Nizâmı'ndan muktebes bir fazilet midir?
Hakikatini en çok kabul ettiğim mısra da (9) , VATAN KASİDESİ'nden bir mısradır:
İ- Evet, efendim. Huşû içinde bütün arkadaşlarımız sizi dinliyorlar. Nihat Bey'in
bir sorusu var: ATATÜRK, sizin hakkınızda, aleyhinizde neşriyat yapan gazetelerin neşrini
yasak ettirmiş. Acaba bunun hakkında ne düşünürsünüz?
EVLÂD-I MİLLET RUHLARINI FERT FERT HAYRA MÜTEVECCİH OLARAK YIKADIKLARI
MÜDDETÇE, MİLLETİMİZİN BEKAASI MAHŞERE KADAR SÜRECEKTİR. BUNU MUHTELİF
ZAMANLARDA SÂHİB-İ SELÂHİYETLER TEBŞİR ETMİŞLERDİR.
İ- Evet, efendim. Tâhir Bey şu nu soruyorlar: Fâtih'le sizin evliya olduğunuzu söylüyorlar.
Bu doğru mudur, değil midir?
ÜÇ ÇEŞİT SAĞIRLIK VARDIR. BİRİSİ BEŞ HASSEMİZİN BİRİSİ OLAN KULAĞIMIZIN,
İKİNCİSİ İZ'ANIMIZIN, ÜÇÜNCÜSÜ VİCDÂNIMIZIN SAĞIRLIĞI!..
Başlangıçta, zannederim, üç defa tekrar ettim. "Kadere ve gaybe taalluk eden sualleri
cevaplandırmam, ve münkesir olursunuz," dedim.. Sonuç olarak şunu ilâve edeyim ki,
yeryüzünde hangi Sührab arpa ektikten sonra buğday, buğday ektikten sonra arpa elde
etmiştir?
MÜKEVVENATTA YER
ALMIŞ BİR TEK BÜYÜK VARDIR. HAMD, HER TÜRLÜ SIFAT O'NUNDUR!..
Sabaha karşı istiğfar etsin. Bahsettiği küçük yapılı ben-i beşerin birbirine düşmelerini
düşünmeden evvel, kendi his âlemiyle fikir âleminin muharebesini yönetsin!
Tarih: 8.5.1961
Usül: Hipnoz yoluyla ruhî infisal
Medyum : Ali
Medyum - ... MAKSUT MEVKİİ... MAKSUT MEVKİİ.... Nefis koku.... Bulunduğum yer
MAKSUT MEVKİİ...
İ- Lûtfen vasatınızı da söyleyin.
M- ... Kokulu mevki...
İ- Burada ciğerlerinizi o güzel kokuyla iyice doldurunuz. Bu kokuyu asla
unutmıyacaksınız.
M- ... Yeşil bir bulutun üstüne oturdum... Burada dolaşmak istiyorum...
İ- Peki, dolaşınız.
M- ... Ufkî dolaşıyorum...
İ- Dolaşınız ve bize intibalarınızı anlatınız.
M- ... Etrafım saçları tamâmen plâtin renginde, gâyet nur yüzlü adamlarla çevrili...
Vücutları bulut içinde...
Yüzlerini görüyorum... Koro hâlinde, ilâhi mi, birşey söylüyorlar...
İ- Evet, efendim.
M- .... Birisi ilerliyor... Konuşmak istiyor benimle...
İ- Kimmiş bu Muhterem Varlık?
M- ... AYŞE KARAOSMANOĞLU... (1) SULTAN ABDÜLHAMİD'in en küçük kızıymış. (2)
İ- Kendileri için dua edelim, efendim.... Ben ve bütün arkadaşlarım kendileri için dua
ettik. ALLAH kabul etsin.
M- ... Dualarını ölmüşlerinize göndereceklermiş...
İ- Bizimle bu akşam görüşmek istiyorlar mı?
M- Hayır... SULTAN ABDÜLHAMİD görüşmek istiyormuş. (3)
İ- Lûtfen, bekliyoruz öyleyse.
M- ..... "Evvelâ, bizi biraz başbaşa bıraksınlar," diyor.
İ- Peki, efendim. ..... Bizden bir arzuları var mı acaba?
M- Çoktan beri benimle temas etmek istiyormuş...
İ- Ne mutlu öyleyse!
M- ... Ve, "HÜDÂ mükâfatını versin," diyor.... "Yeryüzünde benim hakkımda en iyi
sen yazdın," diyor. (4) .... Alnımdan öptü...
İ- Arzuları var mı, efendim? Lûtfetsinler.
M- ... "Bol bol dua," diyor.
İ- Edelim, efendim, bir daha.... Hepimiz dua ettik. ALLAH kabul etsin.
M- ... "Berhüdar olsunlar," diyor... "Nasıl hizmet edebilirim?" diyor...
İ- Bâzı suallerimiz var, efendim. Cevap verirlerse, minnettar kalırız.
M-... Bizim vâsıtamızla bu akşam bir kere daha TANRI rızâsını tahsil etmeğe karar
vermiş... "Arzu ettiklerini sorabilirler," diyor.
İ- Suallere geçmeden önce, acaba bu akşam bizi FÂTİH SULTAN MEHMET'le
görüştürebilirler mi? Konuşmalarımızdan sonra.
M- "Kendi Kat'ına çıkmak için benim kudretim yok," diyor.
İ- Peki, efendim. Bizim bâzı maddî tecrübelerimiz olacak. Acaba bu akşam bize
yardım edebilirler mi?
M- ... "Yardıma karar verdim," diyor...
İ- Öyleyse, ben içerdeki odada bir kâğıda bir sual yazacağım. Bu sualin cevâbını
kâğıda kendi elyazısıyla verebilirler mi?
Varlık- Unutmamaları lâzım ki, delilsiz Cennet'e dahi gidilmez.
İ- "Her türlü şeyi yapacağım," demişlerdi de.
V - Yanlış anlamasınlar. Ben kendilerine "Kudretim nisbetinde her türlü yardımı
yapacağım," dedim.
İ- Peki, efendim.
M- "Eğer arzu ettikleri bir yerde aynı anda Medyum'u, başka bir Medyum(u faaliyete
geçirirlerse,
başka yerde yazdıkları sualin cevâbını yazdırırım," diyor.
İ- Şimdi şu anda başka bir Medyum'u uyutursam, Temas'a geçirirsem, bu olacak mı?
V- Evet.
İ- İçimizden kimi uyutayım, efendim? Kolay uyuyabilecek ve sizinle Temas temin edebilecek
kim varsa, lûtfediniz.
V- Ben mâlûm olanlara açıklamağa memurum.
İ- Lûtfen, efendim. İçimizde mâlûm olanlardan yok mu?
M- ... Bir daha et de...
İ- Efendim, Neriman Hanım'ı uyutsam, bu işte muvaffak olabilecek miyiz?
M- ... Ayağa kalktı...
V- Ben mâlûm olanları açıklamağa memurum.
İ- Efendim, özür dileyerek bu şeyinizi anlıyamadık. Lûtfen açıklayın.
V- Ben Fenâ'dayken, TANRI yolundan ayrılmamaya, sarf-ı muktere erişmiş bir
fâniyim. KUTB-ÜL AKTAB değilim. (5)
İ- Güzel birşey var ama, anlıyamıyoruz.... Şimdi, üstâdım, biraz evvel Ruhlar Âlemi'yle
Temas ettirdiğim Neriman Hanım vardı.
İçimizde başka bir Medyum, veya Neriman Hanım'ı
uyutayım mı? Bunu soruyorum. Biz câhiliz, lûtfedin.
V- Siz hiç elli kıyye yük taşıyan bir insana, 200 kıyye yük yükleyebilir misiniz?
İ-... ???.... Peki, efendim. Bu mevzuyu bırakalım.
V- HÜDÂ'dan tazarru ve niyazda bulunsunlar. İstediklerini kısa zamanda pişmiş
görürsün.
İ- Peki, efendim. Öyleyse başka suallere geçelim. Öğrenmek kastıyla soruyorum.
Tabiat Nizâmı nedir?
V- KURUCUSU'ndan başka kimsenin bilmediği ve kendisi için sonu olmayan
İLÂHÎ NİZÂM'ın ta kendisidir.
İ- Bu nizâmın karakterleri ve esası var mıdır?
V- Tabiat dediğiniz nesne, allâme-yi tabiiyyunun koyduğu bir addır ki, mutekid
insan bunu kabul etmez.
İ- Efendim, bunları öğrenmek için soruyoruz. Bize sinirlenmeden cevap vermenizi
rica edeceğim.
V- Siz sinirlenmenin de ne olduğunu bilmiyorsunuz... Hizmetimi HAK yolunda istifâdenize
sundum. Hizmete hazırım.
İ- Peki, teşekkür ederim. Bu şekilde suallere devam edeyim mi?
V- Elbette!
İ- Peki, öyleyse. Tabiat Nizâmı'na uyanların ALLAH'a ettikleri ibâdet, nasıl bir ibâdettir?
V- Tabiiyyunların "Tabiat Nizâmı" dedikleri şeyle ibâdet arasında hiçbir münâsebet yoktur.
Tabiat denen, Mükevvenat'ı da içine alan o varlık, eşyânın tabiatında meknuz hususiyetler
gibi hususiyetler taşır.
Onun hâricinde herhangi bir harekete tevessül, insanın yaradılışının
esâsiyle kaabil-i telif değildir.
M- ... "Üzülmeyin. .. Üzülmeyin ama," diyor, "mâhiyetini bilmediğiniz mefhumları
birbirine karıştırarak sualler tanzim etmeyin," diyor.
İ- Çıkmayacak.
M - "Deminki sualinizin evvel emirde dilimiz bakımından hatâya düşüldüğünü söylemek
isterim. Bu sual ne zarf, ne fâil kaidelerine uymadan evvel emirde yapılmış bir sual," diyor...
V- İçinde 'Tabiat Nizâmı, fazilet, müktebes...' Bunlar birbirleriyle ilgisi olmayan ayrı ayrı
mefhumlardır. Faziletin târifini istiyorsanız, onu ayrı yapmam lâzım. Tabiatın târifini başlangıçta
yaptım. Fazilet tabiattan iktibas edilmiş bir nesne değildir. Tabiat, faziletin meşmuudur.
İ- Evet, efendim. Fazileti de lûtfen târif eder misiniz?
V- İnsanı, gerçekten insan yapan hissiyatın fiiliyat hâline getirilmesi şeklidir.
İ- Efendim, cesâret ve kuvvet fazilet midir?
V- Faziletin târifini yapmıştım. "İNSANI, İNSAN YAPAN HİSSİYATIN FİİLİYAT HÂLİNE
KALBEDİLMİŞ TEZÂHÜRÜDÜR," demiştim... Faziletle kuvvetin ne ilgisi vardır?..
TANRI tarafından size verilmiş kudreti iyi yönde kullanırsanız, fazilet hissini
fiiliyata iyi şekilde intikal ettirmiş olursunuz.
İ- Efendim, Tâhir Şefik Bey, "Yıldızların Sâhibi yerde midir, gökte midir/" diye bir sual
soruyorlar.
M- ... Tebessüm ederek cevap verdi: "Yıldızların Sâhibi de, suali soranın Sâhibi de
ne yerdedir, ne göktedir. Her yerde hâzır ve nâzırdır."
İ- Mehmet Altun Bey diyorlar ki, "33 senelik idârelerinde 'Memleketi daha iyi idâre
edebilirdim' diye bir şey düşündüler mi?
Pişmanlık duydunuz mu?"
V- Asla pişmanlık duymadım. Milletimi ve ülkemi
müstakimâne, günün icâbatına uygun şekilde idâre ettiğime kaaniyim. Bahtiyârım ki, burada
da muaheze edilmedim. Eğer kötü idâre etmiş olsaydım, benden sonra Devlet-i Aliyye'nin
çok uzun zaman pâyidâr olması gerekirdi. Halbuki benden sonra Devlet-i Aliyye 15 sene
dahi dayanamadı. (6)
İ- Ziver Bey soruyorlar: Kardeşiniz Sultan V. Murat (7) hakkında vermiş olduğunuz
hükümden dolayı bir pişmanlık duydunuz mu?
V- Kitap, Sünnet, İcmâ-yı Ümmet, Kıyâs-ı Fukaha'nın özünü teşkil eden İslâm Hukuku,
"ez-zarurat tubihul mahzurat" der.
Belki mahzurluydu, fakat zarûret vardı.
İ- Neriman Hanım'ın ricası şu: Hayatta iken devrinizde en çok sevmiş olduğunuz şâir
kimdir? Ve o şâirin hangi şiirini severdiniz?
M- ... "Bu sual için berhudâr olsunlar," diyor...
V- Bu vesile ile aleyhimde dâima söylenen
bir iftirâyı da cerhetmiş olacağım. Elbettte, belki Genç Osmanlılar'ın okuduklarından daha
fazla, NÂMIK KEMÂL'i (8) okur, ve mütelezziz olurdum. Kendisine karşı derûnî bir incilâbım
vardı. Hazine-yi Hasse'den bir kuruş katmayarak, kendi cebimden masraf etmek sûretiyle
kendisinin mezarını yaptırdım. (9) Bunu da ilân-ı hürriyetten sonra yanlış olarak tefsir ettiler.
Ve hayrına kadar her sene İstanbul'un ücrâ bir yerinde dördüncü vâsıtayla kendisinin ruhu
için mevlid okuturdum.
İ- Bu dördüncü vâsıtayı anlıyamadık. Açıklar mısınız?
V- Ben mutemet adamıma emir verdikten sonra, dört defa o emir başkalarının ağzından
tekrar edilirdi.
İ- Efendim, Neriman Hanım diyorlar ki, "Namık Kemâl'in eserlerinden, beyitlerin en çok
sevdiklerini bize söylerler mi?"
V- Sevdiğim ayrı, hakikat olduğunu kabul ettiğim ayrı... Hangisi istiyor?
İ- "Hangisi tercih ederlerse," diyor. Veya her ikisini de.
V- Murabba'yı çok severim. Kemâl bütün ömrü boyunca fikrini fiiliyle birlikte götürmüş
olan insandır. En iyisini ifâde eden de:
Hamiyyet mesleğinde terk-i evlâd u iyyâl ettim.
Canımdan muazzezken vatanımdan infisal ettim
Sebât u azme hâil bir den-i dünyâ mı kalmıştır?
Çalış, idrâki kaldır muktedirsen âdemiyyetten!
V- Bu mesele şahsıma âit olduğu için, kerem ediniz, temas etmeyiniz.
Ancak MUSTAFA KEMÂL, TÜRK MİLLETİ'nin başına bir TANRI mücâhididir...Kutup
olmadığımı söylemiştim. Bu, Fenâ'da da böyleydi. Yalnız yaptığım, hayrân olduğum işlerden
birisi de Harbiye'nin inkişâfı bütün imkânlarımla çalıştım. (10) Ve hiçbir Harbiyeli'nin kanına
girmedim. (11)
İ- Mehmet Altun Bey diyorlar ki, "Mithat Paşa'nın âkıbetinden dolayı bir üzüntü
duydular mı?"
V- Üzüntü kelimesi çektiğim ve çekmekte olduğum azâb-ı elîmin yanında pek hafif kalır.
İ- Efendim, Mükerrem Hanım'ın ricâsı da şu: Türkiye'nin siyâsî durumu nedir?.. Ve netice
ne şekilde tecelli edecektir?
V- Gaybe taalluk eden bir sual...
V- Kendim için hâşâ!
İ- Fâtih Sultan Mehmet için?
V- Sâhibine sorun.
İ- Güzel cevap!.. Efendim, Mehmet Bey diyorlar ki, "Medyumumuz'la Temâs'a geçtiğiniz anda,
Medyumumuz'a teşekkür ettiniz, sizden bol miktarda bahsetti, diye... Bunu hangi kitabı veya
hangi yazısı için söylediniz?
M- Cambridge'de yaptığım konuşma ve Mülkiye Şeref Kitabı'nda yazdığım yazı için.
İ- Efendim, Ahmet Bey soruyorlar: "Cemiyetimizin uykusundan ne zaman uyanacağını ve
diğer muâsır milletler seviyesine çıkacağını" soruyor.
Ve "Ben görebilecek miyim?" diyor.
V- Târihi tetkik ederseniz, görürsünüz ki, büyük milletimiz ne zaman daha gelişmiş,
TANRI lûtfuna ve ihsânına uğramıştır. Bunun, sorduğunuz sualin eşref saatle ilgisi vardır.
Eşref saat, semâvî üç vakitte tecelli edecek. TANRI lûtfunu yine bu milletin üzerinden
eksik etmiyecektir.
İ- Tâhir Bey diyorlar ki," Acaba bu üç vakti bize lûtfederler mi?"
V- Üç vakit, üç Ümm-ül Hayr'ın (12) aralarındaki mesâfeden daha kısadır.
İ- Efendim, bu söylediklerinizi biraz daha açıklar mısınız?
V- Haklısınız, ama ben de haklıyım... Haksız olan sizi yetiştirenlerdir.
İ- Lûtfen, efendim, bize yardım edin bu hususta.
V- Hicrî 3. yıldan beri bu zamana kadar üç Umm-ül Hayr'ın milletimize hayrı dokunmuştur.
Ebül Haddab-ıl Mısr'ın annesi, Me'mun'un annesi,
ve Karşıyaka'da medfun Zübeyde
Hanımefendi.... 4. Ümm-ül Hayr'dan olan TÜRK çocuğu TANRI lûtfu olarak bu milletin
başına gelecektir.
M- ... Dört kişi "O devri görebiliriz," diye düşünmüşler... İkisi görecekmiş...
İ- Efendim, şimdi arkadaşlar şahsî suallerini sormak istiyorlar. Acaba lûtfeder misiniz?
V- Sorsunlar. Ancak kerem buyursunlar... Ve dahi kerem buyursunlar, zühûlete
karışmasınlar!..
İ- Ziver Bey'in sorusu şu: Torunlarınız hakkında birşey söylemek ister misiniz?
Kendilerine bildirelim.
V- TANRI islâh etsin!
İ- Hadiye Hanım'ın ricâsı şu: Çocuklarımın hayattaki durumları ne şekilde tecelli edecektir?
V- Hatırınızı kırmak için söylemediğimi, hassaten ilâve ederek, evvel emirde şunu
söyliyeyim:
İ- Efendim, Nihat Bey diyorlar ki, "Benim yarın Hükûmet nezdine göndereceğim yazılar,
büyükleri birbirine düşürür mü?"
V- Evvelâ çok yanlış bir mefhum kullandınız. Büyükler tâbiri...
İ-
V- Bir gün Cuma Selâmlığı'nda Cum'a edâ etmekteyim... Arkamdan bir ses işittim.
"Toksun, açın hâlinden anlamıyorsun! Vaktine hazır ol!"...
Ben de kendisine aynı şekilde
cevap verdim, "Tok, açın hâlinden anlamıyor. İz'anımın sağırlığını gidersin, " dedim.
İ- Var mı başka sual, efendim?
V- Ben, sizinle bütün hayırların başlangıcı olan günün doğumuna kadar kalabilirim.
Yalnız iz'anınızın kulaklarını açınız
ve gözünüzü açınız ve etrafınıza bakınız.
İ- Bu arada Medyumumuz yoruldu mu acaba?
V- İki kişi müstesnâ, "Âyinesi iştir kişinin, lâfa bakılmaz" sözünü hepiniz biliyorsunuz...
M- ... "Kusura bakmasınlar," diyor... Sâdece ârife târif gerekmezmiş, ama çok pişmeleri
lâzımmış.... "Ârif değiller," diyor...
İ- Efendim, bundan sonra sualler şahsî olduğu için sormuyorlar.
V- Fenâ'da bulunuyorsunuz. Gözünüzü açıp ta karşınıza kimi çıkaralım?
İ- Efendim, Medyumumuz yoruldu. Müsaadenizle...
M- "Hele şükür!" diyor... Benim iyiliğim için götürüyor.... Burada kalamaz mıyım?...
İ- Hayır, efendim. Artık ayrılalım.
M- ... Alnımdan öptü...
İ- Bizim de hürmetlerimizi söyleyiniz. Kendileri için dua ettik.
M- "Hep dua edenleri, hürmet edenleri çok olsun," diyor.
İ- Nur içinde yatınız... Ayrıldınız mı efendim?
M- ... Kayboldu... Uğurluyorum...
İ- Sürâtle aşağı doğru iniyorsunuz.
M- ...... Şimdi kendi kendisini bilmiş...
İ- Kim, efendim?
M-... Gitti...
Çok uzun saatler süren bir Celse... Tabii şimdiye kadar yazdıklarımız sâdece başlangıç... Bir de celsenin hem içindeki bilgiler, hem de gelen varlıkların mâhiyeti hakkında inceleme safhası var....
Şimdilerde işimiz kolay... İnternet var... 1960'larda İnternet olmadığı için kitaplar arasına dalmak, ansiklopediler karıştırmak gerekiyordu. Günler süren bir faaliyet olduğu için pek az kimse böyle bir işe kalkışıyordu... Hâlimize şükredip, başlıyalım.
(4) Celse'nin bir yerinde Varlık, Medyum'a teşekkür ediyor. Kendisi hakkında yazdıkları
için... Buradan anlıyoruz ki, Medyum, hem Sultan
II. Abdülhamid Han hakkında, hem de
kızı Ayşe Karaosmanoğlu hakkında bilgi sâhibi... O zaman akla gelen ilk soru "Acaba bunları
kendisi mi uydurdu?" oluyor!.. Zâten bu hemen her Ruhî İrtibat'ta ilk sorulması gereken hususlardan
biri...
Bunu bilemeyiz... Tesbiti çok zor... Ama şu soruya cevap verilebilirse, belki bir netice alınır: "Medyum'un bilerek, şuurlu bir şekilde böyle bir şey yapmasından bir yararı var mı?.. Bunu öğünmek, itibâr sağlamak için mi yapıyor?" ... Bu Medyum'un böyle bir itibar arayışına ihtiyâcı yok, çünkü kendisi zâten toplum içinde çok itibârlı bir kişidir... İdi, vefat etti... Çok yüksek görevlerde bulundu. Yurtdışında Türkiye'yi temsil etti. Kitaplar yazdı, meşhur oldu. Pek çok Celse'de, pek çok Muhterem Valık'la irtibat kurdu. Şimdi bunlardan sonra "Bana Abdülhamid geldi" demekle kazanacağı bir şey yok.
İkinci bir ihtimal, Medyum'un Ruh ve beden münâsebetleri gevşememiş, yükselmemiş olmasına rağmen, Celse İdârecisi'nin yanlış telkinleri sonucu, Medyum'un bir Varlık'la Temas'a geçtiğini sanmasıdır. "Şimdi falanca ile görüşüyorsun" benzeri bir ifâde, ortada öyle biri olmadığı halde, uyuyan kişinin var sanmasına yol açabilir. Hipnozda bu mümkündür. Burada öyle bir durum da yok. Yâni Medyum, Abdülhamid'le irtibata geçtiğini sanıp şuuraltında ve şuurüstündeki bilgileri vermiş değil.
Üçüncüsü, başka bir Varlık gelip, Medyum'un şuuraltında ve üstündeki bilgilerden yararlanarak Sultan Abdülhamid rolüne bürünebilir mi?.. Mümkün... Ama o zaman da yine bir Ruhî İrtibat kurulmuş olur ki; ha o Varlık, ha bu Varlık, farketmez. Tehlikeli bir aldatma olmasın da, gerisine râzıyız.
Kendini Abdülhamid diye tanıtan Varlık, "Yeryüzü'nde benim hakkımda en iyi sen yazdın," diyor Medyum'a.... Bu doğru... Çünkü o yıllarda Sultan II. Abdülhamid'i savunan bir kesim olmasına rağmen, kendini "solcu, aydın, ilerici" sayan bir kesim de Sultan Abdülhamid'e "Kızıl Sultan, gerici, istibdat sultanı" gibi tâbirlerle alabildiğine saldırıyordu. Medyum'un onun hakkında böyle iyi birşeyler yazması pek cesâret edilecek iş değildi, "aydın"lar arasında!..
İncelememize devam etmeden önce, gelen varlıkları hele bir tanıyalım. Medyum tanıyor, ama biz tanımıyoruz. Kulaktan dolma bilgiler dışında hiç bir fikrimiz yok kendileri hakkında.
(1) AYŞE SULTAN KARAOSMANOĞLU 1887 doğumludur. Ubıh olan annesi Dördüncü Kadınefendi Müşfika Hanımefendi'dir. (1867-1961)
27 Nisan 1909'da II. Abdülhamid'in tahttan indirilmesi üzerine, babası ve ailesiyle birlikte
bir süre Selanik'te Allatini Köşkü'nde hapis hayatı yaşadı. Ahmet Nâmi Bey ile evliliğinden
Ömer Nâmi, ve Osman Nâmi, Mehmet Ali Rauf Bey ile ikinci evliliğinden Abdülhamid Rauf
adlı oğulları oldu. 1924'te hânedan üyeleriyle birlikte yurt dışına çıkarıldı. 28 yıl Paris'te
yaşadıktan sonra 1952'de hânedanın kadın mensupları için çıkarılan afla İstanbul'a döndü.
10 Ağustos 1960'da İstanbul'da vefat etti.
1960'ta yayımladığı 'Babam Sultan Abdülhamid' adlı hâtıraları, Abdülhamid'in kişiliği ve âile
yaşamına ilişkin en önemli kaynaklardan biridir. Bu kitap, 1984'te Selçuk Yayınları tarafından
tekrar ve resimli olarak basılmıştır. Kitap bizde vardır. Kütüphânemizde diğer Sultan
Abdülhamid kitapları arasında mütenâ bir yere sâhiptir.
(2) Ayşe Sultan 10 Ağustos 1960'da vefat etmiş, 16 Mayıs 1961'de Celse'ye gelmiş,
babasına rehberlik etmiştir. Verilen tek bilgi "SULTAN
ABDÜLHAMİD'in en küçük kızıymış"...
Yanlış!... Kendinden sonra 1891'de Ruha Sultan dünyâya gelmiş...
Yanlış bilgiler için ihtimaller neydi?.. Medyum'un uyuyor taklidi yapıp, palavra atma
ihtimali... Burada öyle bir durum yok. Tam tersine, Medyum Sultan II. Abdülhamid'i ve âilesini
tanıyor. Mâlûmatı da var. Ama böyle bir yanlış bilgi naklediyor...
O takdirde ya Varlık hâlâ teşevvüş, şaşkınlık içinde, o yüzden o bilgiyi yanlış verdi,
diyorduk. Ya da Medyum yanlış aktardı... Ya da bir başka Varlık, Ayşe Karaosmanoğlu diye,
onun hüviyetinde göründü... En son ihtimal de, Varlık yanlış bilgiyi kasten vermiş olmasıdır.
Acaba biz gerektiği gibi tebliğleri inceliyor, araştırma yapıyor muyuz, onu ortaya çıkarmak için...
Bunlara dayanarak biz görüşülen Varlığın geri biri olduğunu düşünmüyoruz. Çünkü
naklettiğimiz öyle saçma, zırva, aldatıcı bilgilerle dolu, rahatsız edici bir irtibat değil.
Muhtemel bir "yanlış nakil" veya "imtihan" var!
(3)
SULTAN II. ABDÜLHAMİD HAN 1842 yılında doğdu. Babası Abdülmecid Han, annesi
Tir-i Müjgan Sultan'dır. Çok iyi bir tahsil görerek din ilimlerini ve Fransızca'yı mükemmel
bir şekilde öğrendi. Amcası Abdülaziz Han onu Mısır ve Avrupa seyahatlerinde yanında
götürdü. Abdülaziz Han’ı tahttan indirip şehit eden, böylece Osmanlı Devleti’nde idâreyi
ele geçiren Emperyalist Hıristiyan Batı kuklası bazı Mason paşalar, Mason şehzâde
Murad’ı tahta geçirdilerse de, ALLAH'ın bir hikmeti sonucu,
Sultan V. Murad delirdi ve 93 gün sonra tahttan indirildi. Mason Mithat
Paşa liderliğindeki ekip Abdülhamid'i
"devlet işlerine karışmaması ve yalnız millet meclisinin çıkaracağı kanunlara göre hareket
etmesi" şartıyla, pâdişah yapmak durumunda kaldı.
II. Abdülhamid Han,
tahta çıktığında Osmanlı Devleti tam bir bunalımın eşiğindeydi.
Karadağ ve Sırbistan’da savaş aleyhimize dönmüş, Bosna-Hersek ve Girit’te ayaklanmalar
çıkmış, mâlî kriz son haddine varmıştı. Bu arada Sadrazam Mithat Paşa ve Mason arkadaşlarının
şart sürdüğü Meşrutiyet 23 Aralık 1876’da ilân edildi. Ancak gayrimüslimlerin de
yer aldığı Meclis-i Mebusan’ın ilk işi Rusya’ya harp ilânı oldu. 93 Harbi diye târihe geçen
bu savaş, Osmanlı Devleti için tam bir felâket getirdi. Ruslar İstanbul önlerine, Yeşilköy'e
kadar geldi. Bir milyondan fazla Türk, Bulgaristan’dan İstanbul’a hicret etti. O ana kadar
birşey yapamamış olan Sultan II. Abdülhamid mütareke istedi. Hiç dahli olmamasına rağmen,
çok toprak kaybına muhatap oldu. Ayastefanos antlaşması ile Osmanlı Devleti Makedonya,
Batı Trakya, Kırklareli, Kars, Ardahan ve Batum’u kaybediyordu. Ancak İngiltere ile anlaşan
Abdülhamid Han, Kıbrıs’ın idâresini onlara bırakmak şartıyla, yeniden toplanan Berlin
Konferansı’nda kaybedilen toprakların bir kısmını geri aldı. Ardından devleti parçalanma ve
yok olma yoluna doğru götüren Meclis-i Mebusan’ı kapattı (13 Şubat 1878) ve Mithat
Paşa ekibini devredışı bırakarak, Devlet idâresini tümden eline aldı.
Abdülhamid Han büyük meseleler karşısında bunalan Osmanlı Devleti’ni bundan sonra
dâhiyâne bir siyâset, adâlet ve fevkâlâde bir kudretle yönetti. Düyun-u Umûmiye idâresini
kurarak 252 milyon altın tutan devlet borçlarını 106 milyona indirdi. Memlekette
büyük bir imâr faaliyeti ile eğitim ve öğretim seferberliği başlattı. Çoğu şahsî parasından
olmak üzere câmi, mescit, mektep, medrese, hastane, çeşme, köprü vs. gibi toplam
1552 eser yaptırdı. Ülkenin dört bir yanını demiryolu ile döşedi. Yunanlar'ın Girit’te isyan
çıkarıp, Türkler arasında toplu katliamlar yaptırmaya başlamaları üzerine, Yunanistan’a
harp ilân etti. Alman kurmaylarının altı ayda geçilemez dedikleri Termopil geçidini 24 saatte
aşan Osmanlı ordusu, Atina önüne vardı. Yunanistan’ın tamâmen Osmanlı eline geçeceğini
anlayan Avrupalı devletler, onu sulha zorladılar ve bunda muvaffak oldular.
Yahudiler'in Filistin’de bir cumhuriyet kurma teşebbüslerinin karşısına çıktı. Onların
"Az bir toprak verin,Osmanlı borçlarını bütünüyle silelim" tekliflerini reddetti. Bu toprakların
kanla alındığını, asla terk edilemeyeceğini sert bir dille bildirdi. Filistin halkının topraklarını
Yahudiler'e satmaması için gerekli tedbirleri aldı. Doğu Anadolu’da Ermeni hareketlerine
karşılık Hamidiye alaylarını kurdu ve bölgede asâyişi temin ile Osmanlı hâkimiyetini pekiştirdi.
Sultan Abdülhamid Han’ı tahttan indirmeden Osmanlı Devleti’ni parçalamanın ve İslâm’ı
ezmenin mümkün olmadığını gören bütün iç ve dış düşmanlar bu Türk hakanına karşı cephe
aldılar. Bir taraftan Sultan’ı gözden düşürmek üzere her türlü iftira ve kötüleme kampanyaları
yaparlarken, diğer taraftan suikastlar tertip ettiler. Ermeni asıllı Fransız yazar Albert
Vandal’ın “Le Sultan Rouge=Kızıl Sultan” şeklinde ortaya attığı iftiraları aynen alan bâzı
gaafiller, ansiklopedilere bunları yazarak genç nesilleri aldattılar.
Bu arada Pâdişâh’ın devlet idâresinde nüfuzunu kırmak isteyen Batılılar, Mason İttihat ve
Terakki mensuplarını kışkırtarak ayaklandırdılar. (5) KUTB-UL AKTAB, "Kutuplar Kutbu" demektir. Sözlükte kutb kelimesi “değirmenin
mili, eksen demiri, eksen; gökyüzünün kuzey yarım küresinde bulunan yıldız;
bir topluluğun yöneticisi” gibi anlamlara gelir... Tasavvufta ise “velîler zümresinin başkanı,
dünyanın ve âlemin mânevî yöneticisi olduğuna inanılan en büyük velî” mânasında kullanılmış,
onun işgâl ettiği makama da kutbiyyet denilmiştir. Ayrıca kutbun yönetimi altında bulunduğuna
inanılan çeşitli velî gruplarının her birinin başkanına da "kutub" adı verilir. Bu durumda birinci
anlamdaki kutbu öbürlerinden ayırmak için ona kutb-ül aktâb denilir... Fakat tasavvufta mutlak
olarak kutub denildiği zaman "en büyük velî, insân-ı kâmil" anlaşılır. İlerde daha geniş açıklama
yapacağız.
Sultan Abdülhamid "Ben TANRI yolundan ayrılmamaya,
sarf-ı muktere erişmiş bir fâniyim. KUTB-ÜL AKTAB değilim," diyerek bâzı sorulara
cevap vermesinin mümkün olmadığını anlatmaya çalışmıştır. Ancak Celse İdârecisi, Varlığın
tâbiri ile daha "pişmemiş" olduğu için, o tarz sualler sormuş, sorulmasına izin vermiştir.
(6) Varlığın, Eğer kötü idâre etmiş olsaydım, benden
sonra Devlet-i Aliyye'nin çok uzun zaman pâyidâr olması gerekirdi. Halbuki benden
sonra Devlet-i Aliyye 15 sene dahi dayanamadı" diyor ki, doğrudur. 1908'de onu deviren
İttihatçılar 1911'de Trablusgarb Harbi'ne, 1912'de Balkan Harbi'ne, 1914'de I. Cihan Savaşı'na
girdiler, 1918'de tümden yenildiler, kaçtılar. Millî Mücâdele'den sonra 1922'de Saltanat kaldırıldı.
Yâni, Osmanlı Devleti yıkıldı, 1923'de Türkiye Cumhuriyeti Devleti kuruldu. Rakam doğrudur.
15 sene dayanamadı!..
(7) Sultan II. Abdülhamid'in, ağabeyi Murad'a Çırağan
Sarayı'nda bir nev'i hapis hayâtı yaşatması sorulmuş Celse'de... Pâdişah buna mecburdu,
çünkü Batılılar'a direnen Abdülhamid'i
tahttan indirip, tekrar Murad'ı başa geçirmek isteyenler vardı. Hattâ bu yüzden Çırağan
Sarayı'na bir baskın dahi düzenlemişler, muvaffak olamamışlardı.
23 Temmuz 1908’de İkinci Meşrutiyet
ilân edildi. Böylece 33 yıl durmuş olan facialar tekrar başladı. 31 Mart Vak'ası, yâni irticâi
ayaklanması sonucu, İttihat ve Terakki ileri gelenleri tarafından tahttan indirilen Abdülhamid
Han, Selânik’e gönderildi (27 Nisan 1909). Balkan Harbi'nde (1912) Selânik Yunan'a terkedilince,
tekrar İstanbul'a ve Beylerbeyi Sarayı'na getirildi. 10 Şubat 1918’de Beylerbeyi Sarayı’nda
vefat eden Abdülhamid Han’ın nâşı Çemberlitaş’ta, dedesi Sultan II. Mahmut’un türbesindedir.
Celsede Varlık, bu konuda "ez-zarurat, tubihul mahzurat"
demiş... Bu ifâde "zarûretler,
mahzûrâtı mübâh kılar, yâni, yapılması men ve yasak edilmiş bâzı şeyler vardır ki, bunları
yapmak, zarûret hâlinde mübâh hükmünde olur, bundan dolayı, yapan cezâlandırılmaz"
demektir. Şehzâde Murad'ın Çırağan Sarayı'nda sıkı gözetim altında tutulması bir zorunluluktu.
Bundan dolayı Varlık bir pişmanlık duymadığını belirtiyor.
Bu bölümde kullandığı "Kitap, Sünnet, İcmâ-yı Ümmet,
Kıyâs-ı Fukaha'nın özünü teşkil eden İslâm Hukuku" ifâdesi de doğrudur. İslâm'da
hüküm önce Kur'an-ı Kerim'e,
sonra Peygamber'in Sünneti'ne, sonra çağdaş ilim adamlarının ortak kararına dayanarak
verilir. Geçmiş din ve ilim adamlarının verdiği kararlarla da kıyaslanır, doğru mu, yanlış mı
diye...
(10) Rahmetli Sultan II. Abdülhamid, pek çok askerî bina ve tesis yaptırmıştır. Aslında
bahsettiği Harbiye Sultan
II. Mahmut tarafından 1834 yılında inşâ edilmişti. Zâten Varlık
"inkişâf ettirdim, geliştirdim" diyor
ki, doğrudur. Harbiye, 1908 yılına kadar geçen süre içinde öncelikle piyâde ve süvâri
subaylarını yetiştirmiştir. 1905 yılında II. Abdülhamid tarafından beş ordu merkezinde
açılmış olan Edirne, Manastır, Erzincan, Şam ve Bağdat Harbiye mektepleri kısa bir süre
sonra, ülke küçülünce kapatılmışlardır. Bundan sonra sâdece İstanbul'daki "Harbiye Mektebi"
eğitim ve
öğretime devam etmiştir... Şimdi bütün askerî okullar kapanıyor!.. "Evhamlı" diye bildiğimiz
Abdülhamid, amcası Sultan Abdülaziz paşalar, amiraller tarafından öldürülmesine rağmen,
korkup askerî okulları kapatmadı da, "Abdülhamitçi" geçinen Erdoğan ve AKP'liler ödleri bir
yerlerine karışıp askerî okulları, hastahâneleri, mahkemeleri, tesisleri, kurumları
kapatıyor!.. Yazık!.. Yazık!..
II. Abdülhamid döneminde askerî personelin yetiştirilmesi, geliştirilmesi için bir çok
tesis, karakol ve kışla yapıları inşâ edilmiştir. Bunların birçoğu maalesef günümüze
kadar ulaşamayıp, ancak kayıtlarda kalmıştır. Bu vesile ile bunları sıralamak isteriz.
- Boğaziçi ve Çanakkale’de yer alan istihkâm ve bataryaların onarımı ve donanımı
Genellikle, Araf Paşa döneminde (1882) inşâ edilen
(11) Sultan II. Abdülhamid Han, saltanatında Sultân Abdülhamîd, sadece 5 kaatilin idâmını
onayladı, diğerlerini müebbede çevirdi.
bu yapılar; cephânelik, boğaz koruma ve kontrol binâlarıdır.
(Çanakkale Savaşı bunlarla kazanılmıştır)
- Erzurum’da inşâ edilen askerî depo, koğuş, mutfak, tecrid ve yemekhâne
Bu yapılar Erzurum-Dumlu’da yer alıp, 1894 yılında Şahap Paşa tarafından
Tiranlı Binbaşı Mahmut Mavret Bey’e inşa ettirilmiştir.
- 1888-1889’da Yıldız sarayı yakınına Orhaniye ve Muhabere Kışlaları inşâ edilmiştir.
1886’da inşâ edilen Orhaniye Kışlası
günümüze kadar gelmiştir. Türk Silahlı Kuvvetleri Merkez Komutanlığı’nca kullanılmaktadır.
- Harbiye Askerî Yemekhâne (1887)
- İstanbul Selimiye Tazılar Ahırı, Kışla, ek binalar (1893)
- Beykoz Askerlik Şubesi (1894)
- Maltepe Cephânelik ve Barut Deposu (1897)
- Büyükdere Çayırı Karakolu (1900)
- Topkapı Sarayı , Bağdat Kasr-ı Hümâyûn Karakolu (1901)
- Ecdadiye Köyü Karakolu (1901)
- Kâğıthâne Karakolu (1901)
- Kurbağalıdere Cephâneliği (1901)
- Sarıyer Subay Misâfirhânesi (1902)
- Edirne Kıyık Tabyası.... İlk inşâ tarihi olarak, II. Mahmud dönemi Osmanlı-Rus Savaşına
(1828-1829) kadar gitmektedir. 1877-1878 Osmanlı Rus Savaşı sırasında Edirne’de yer
alan tabyalar yeniden inşâ ve güçlendirme çalışmaları başlatılır. Kıyık/Kıyak Tabyası olarak
bilinen yapıların Müstahkem Mevkii girişinde yer alan kitâbenin ifâdesine göre
1304H./1886M. târihinde inşâ edilmiştir.
- Edirne Askerî (Merkez) Hastahânesi (1887)
- 1900’de inşâ edilen ve 1971 yılında da Tümen binâsı olarak kullanılan
Dâire-i Münşire (Tugay Binâsı)
- Karaağaç (Timurtaş) Askerî Hastahânesi (1889)
- Edirne-Uzunköprü Askerî Karargâh Binâsı (1892)] ve Askerî Depo (1903)
- Amasya’da yer alan Saraydüzü Kışlası, Mutasarrıf Mehmet Kemâl Bey tarafından
1898-1900 yılları arasında inşâ ettirilmiştir
1944’de harap olması neticesinde yıktırılarak yerine bugünkü orduevi yaptırılmıştır.
- Afyon Askerî Depo
- Antakya Kışla
- Balıkesir-Gönen Askerî Depo (1900)
- Bayburt Askerî Depo
- Bursa Karakolu (1906)
- Bursa Askerî Depo
- Bursa-Mustafakemalpaşa/Kirmastı Askerî Depo
- Denizli Kışla-Askerî Depo
- Denizli-Çal Karakolu
- Elazığ Kışla (1882)
- Erzincan Evrak ve Harita Mahzeni Binâsı (1893)
- Erzincan Zâbitan Dâiresi (1895)
- Erzincan Hamidiye (Harbiye) Kışlası (1895)
- Geyve Askerî Depo (1900)
- Gümüşhâne Kışla
- Kocaeli-Karamürsel Askerî Depo
- Mersin Kışlası (1896)
- Siirt Kışlası (1901)
- Trabzon Askerî Hastahâne (1883) ve Hamam (1883)
- Van-Başkale Kışla (1880)
- Van’da Karakol (1900)
- Erzurum Merkez Askerî/Maraşal Çakmak Hastahânesi (1897)
- Eskişehir Eski Karagâh ve Taş Depo (1900-1905)
- Isparta Askerî Karargâh (1904)
- İzmir-Konak Askerî İstirahatgâh (1901)
- İzmir-Konak Askerî Hastane (1890)
- Kırklareli Taş Tabya (1882)
- Askerî alanda ihtiyacın karşılanması amacıyla kurulmuş olan fabrikalar da vardır.
Tophâne/Şeyandir Top Fabrikası (1881),
Mavzer Tüfek Fabrikası,
Mermi-Fişek-Barut Fabrikası ve Ansaldo Fabrikaları gibi, genelde İstanbul'da
kurulmuştur. Bunların I. Cihan Harbi'nde ve Millî Mücâdele'de ne derece yararlı
olduğu âşikârdır.... Abdülhamid Han, bu askeri binâların dışında pek çok başka
eserler de inşâ ettirmiştir.
Öldürttüğü hiçbir Harbiyeli yoktur.
(8)
NÂMIK KEMÂL , 21 Aralık 1840 târihinde doğmuş, yazar, gazeteci,
devlet adamı ve şâirdir. Babası Yenişehirli Mustafa Âsım Bey, annesi aslen Arnavut olan
Fatma Zehra Hanım’dır. Vatan, millet, hürriyet kavramlarına bağlı bir Tanzimat Devri
aydınıdır. Bu kavramları Türk fikir hayatına ve edebiyatına sokan kişi kabul edilir.
Nâmık Kemâl'in çocukluğu annesinin babası Abdülâtif Paşa’nın yanında geçti.
Abdülâtif Paşa’nın değişik kentlerde görev yapması nedeniyle düzenli bir eğitime devam
edemedi. Özel dersler aldı Arapça ve Farsça öğrendi.
Heyecanlı, kavgacı kişiliği, akıcı, parlak üslubu nedeniyle devrinin diğer yazarlarından
daha fazla tanındı. Daha fazla da sıkıntı çekti, sürgüne uğradı. “Vatan Şâiri” , “Hürriyet Şâiri”
olarak anılan Nâmık Kemâl, şiirin yanısıra tenkit, biyografi, tiyatro, roman, tarih Sultan II. Abdülhamid'in Nâmık Kemâl hakkındaki düşünceleri şöyledir:
- “Kemâl Bey, benim mağdurlarım arasında sayılır. Belki biraz da öyledir.
Fakat aslında o, kendi kendisinin mağduru idi."
- "Kendilerine Yeni Osmanlılar dedirten birkaç kişi arasında en çok gözümün
tuttuğu Kemâl Bey’dir. İtiraf ederim ki, - "İstanbul’da kalması mahzurluydu. Çünkü çevresine toplananlar onu kışkırtıyorlar,
diledikleri gibi kullanıyorlardı.
(9) Nâmık Kemâl, 2 Aralık 1888 günü, 48 yaşında hayâtını kaybetti. Sakız Adası'nda bir
câminin haziresine defnedildi. Arkadaşı Ebüziyya Tevfik, şâirin Bolayır’da gömülme arzusunu
Padişah II. Abdülhamid’e iletince nâşı Gelibolu’ya nakledildi. Bolayır’da Orhan Gazi’nin oğlu
Şehzâde Gazi Süleyman Paşa’nın türbesinin yanına gömüldü. Birkaç yıl sonra Sultan
Abdülhamid bir türbe yaptırdı. Varlığın, "Hazine-yi Hasse'den
bir kuruş katmayarak, kendi cebimden masraf etmek sûretiyle, kendisinin mezarını yaptırdım"
demesi doğrudur. Türbenin planını Tevfik Fikret çizdi. 1912 Mürefte-Şarköy
depreminde sütunlar zedelendiği için hâlen mermer kaplı bir kabirde bulunmaktadır....
ve makaale
türlerinde eserler verdi. Özellikle Türk edebiyatının ilk edebî romanı olan "İntibah" ve Batılı
anlamda Türk edebiyatının sahnelenen ilk tiyatro eseri olan "Vatan yâhut Silistre" eserleriyle
ünlüdür... 2 Aralık 1888'de, Sakız Adası'nda vefat etmiş, Türkiye
Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ü eserleri ve fikirleriyle etkilemiştir.
Eserlerinden HÜRRİYET KASÎDESİ pek meşhur ve
çok etkileyicidir. Celsede "Vatan Kasîdesi" diye geçiyor. Öyle de bilinir. . Ancak Varlık,
BEYİT diyeceği iki mısra için MISRA demiş, doğru değil. Kasîde 31 beyit, 62 mısradan oluşur.
vatanperver bir insandı.
Mülkün bekaasını her şeyin üstünde görüyordu. Daha önce de söylediğim gibi,
Kemâl Bey’in Magosa’ya (zindana) gidişi, Midilli’ye (sürgün) gönderilişi hep
kalemine ve vatanseverliğine kıyamadığım içindir.
Yoksa çok daha ağır cezâlara
çarptırılması icap eden işlere girip çıkmıştır."
Nitekim bu yüzden hapsettim, sürgün ettim ama
muhabbetimi bir gün bile eksiltmedim. Nerede olursa olsun,
kendisi
ve âilesi refah içinde yaşamıştır. Bana olan minnet ve şükranını anlatan
mektupları, Yıldız Evrâkı arasında saklıdır.”
Öte yandan Nâmık Kemâl"in ölümünden
sonra II. Abdülhamid, kendisiyle alabildiğine cebelleşen bu şâirin oğlu Ali Ekrem’i
sarayda görevlendirdi, babası Mustafa Âsım’ı ise saraya müneccimbaşı tayin etti.
GENÇ OSMANLILAR YENİ OSMANLILAR diye de bilinir. Sultan Abdülaziz döneminde
başlayıp, II. Abdülhamid döneminin başlarında devam eden Tanzimatçılar'a karşı çıkan
ilericilik hareketine GENÇ OSMANLILAR, II. Abdülhamid'in son döneminde ortaya çıkan
harekete de JÖN TÜRKLER denir. Nâmık Kemâl., Ziya Paşa , Bilmediğimiz kelimelere gelince, SARF-I MUKTER diye bir ifade bulamadık. Ya kayda
yanlış geçmiş, ya da Medyum yanlış nakletmiş....
ÜÇ ÜMM-ÜL HAYR, "hayırlı evlât doğuran üç hayırlı ana" demektir.
Abdülhamid diye gelen Varlık, bu söylediklerini Hz. Muhammed'den rivâyet edilen bir hadise
dayandırmaktadır. Buna göre, zaman içinde, sürekli saldırı altında olan müslümanların başına,
özellikle TÜRKLER'in yararına faaliyet gösterecek dört önemli kişi gelecektir. Varlık
bunlardan üçünün eşref saate uygun olarak geldiğini, dördüncünün gelişinin de bu üç Ümm-ül
Hayr'ın aralarındaki zamandan daha kısa olacağını söylemiş...
Yalnız sıralamada bir hata var.
Anası Me'mun'u 786'da doğurmuş, Me'mun 813-833 arasında halifelik yapmış...
Ebül Haddab-el Mısr'ı anası 1149'da doğurmuş... Onun ikinci olması gerekirdi. Aralarında
357 sene var... Zübeyde Hanım MUSTAFA KEMÂL'i Aralık 1981'de doğurduğuna göre
Haddab'la onun arasında da 833 yıl var... ALLAH'tan bu 4. kişi daha kısa zamanda
gelecekmiş... Yoksa, ne o Avra'daki iki kişi, ne de biz TÜRKİYE'nin gerçekten
kurtuluşunu görebileceğiz!..
Haa, derseniz ki, "Hani Varlık gelecekten, gaipten haber vermiyordu,
bu ne?" ... Kendisi vermiyor, Peygamber'in hadisine dayandırıyor.
Celse'yle, Üç Ümmül Hayr ile hiç alâkası yok ama, araştırma yaparken enteresan bir
bilgiye rastladık... Bir de Ebû’l-Hattâb el-Esedî diye biri varmış... Çok zeki bir köle olan bu
Hattâb, gelecekte vuku bulacak hâdiseleri önceden kestirebilmeye olanak sağlayan bir ilmîn
esrârına vâkıf olduğu iddiasıyla, müphem ve esrarlı fikirler üzerinde merak uyandırmağa pek
müsait bir muhitte, “Ben-î Esed" havalisinde ortaya çıkmış. Elinde bulundurduğu bir kuzu
derisinin üzerinde yazılı birtakım işâret ve harfler vasıtasıyla “gizemli” bir ilimden yararlandığını
anlatmakta ve bu ilmin kendisine İmâm Câfer-es Sâdık
tarafından öğretildiğini de söylemekteymiş.
İşte Doğu'da hurûf ilminin temelleri arasında yer alan, esrarlı bilgilerin başında gelen “Cifr İlmî”,
esasta bu kuzu derisine yazılı olan şeylerden meydana gelmekteymiş. Bu karmakarışık ilimden
hiç kimse bir şey anlamadığı gibi, İmâm Câfer-es Sâdık ta hâdiseden bihâber imiş. Durum
açığa kavuşur kavuşmaz Ehl-i Beyt’in riyâsetini temsil eden İmam Câfer derhal
bu herifle ile hiçbir alâkası bulunmadığını ilân etmiş...
Amma uzun sürdü inceleme, değil mi?.. E, Spiritualist olmaya hevesliyseniz, böyle
çalışmaya, yorulmaya hazır olacaksınız. Siz dua edin, şimdilerde İnternet var. Aradığını
"şıp" diye buluyorsun. Ya 50 sene öncenin Spiritualistler'i gibi, bizim gibi olaydın!.
Ruhi Selman
selman@journalist.com
- BİR SPİRİTUALİSTİN DÜNYASI - ANA SAYFA
Ali Suavi Genç Osmanlılar ekibinin önde gelen isimleridir.
KIYYE, bir ağırlık ölçüsüdür, "okka" demektir, 1.282 gramdır. "Siz hiç elli kilo
yük taşıyan bir insana, 200 kilo yük yükleyebilir misiniz?" demiş Varlık.
ALLÂME "derin ve çok bilgisi olan, çok büyük âlim.
meşhur olmuş büyük mütefekkir, her ilimde ihtisas sâhibi" demek...
TABİİYYUN. "tabiatçılar. naturalistler, 'her şeyi tabiat yapıyor' diyen, maddeye dalmış,
Allah'tan mânen uzaklaşmış kişiler" demektir. Böylece ALLÂME-Yİ TABİİYYUN tamlaması,
"Herşeyi Tabiat'a bağlayan ilim adamları" demek oluyor.
MÜKEVVENAT , "yaratıkların bütünü, yapılmış ve yaratılmışlar, bütün mahlûkat" demektir.
KÂİNAT, "Evren, Dünya, Acun, herkes, yaratıklar,
yer gök, var edilen şeylerin hepsi. yaratılanlar. mevcudat. âlemler" demek ama, çoğu zaman
"uzayta olan herşey" diye alınıyor, görmediğimiz binlerce âlem sayılmıyor.
MÜKEVVENAT'ın KÂİNAT'tan farkı, gördüğümüz görmediğimiz bütün âlemleri kapsamasıdır.
EBNÂ-YI BEŞER, "insanoğulları " demektir.
EVVEL EMİR şimdilerde "oldum olası" diye kullandığımız tâbirle aynı anlamdadır.
MEŞMU kelimesini de bulamadık. . Ya kayda yanlış geçmiş, ya da Medyum
yanlış nakletmiş.... Böylece "tabiat, faziletin meşmuudur" cümlesi de anlaşılamadı.
CERHETMEK, "yaralamak" demektir. Varlık "iftirayı cerhedeceğim" diyor, "çürütmek"
anlamında kullanmış.
İRCİLÂB, "celbedilme. çekilme. sürülüp götürülme" demektir. Varlık, Nâmık Kemâl için
"kendisine karşı derûnî bir incilâbım vardı" demiş,
"içten bir çekilme, bir câzibe duyuyordum" demek istemiş.
HASSATEN, " özellikle, bilhassa" demektir.
ZÜHÛLET, ZÜHUL "iş çokluğu veya dalgınlık sebebiyle yanılma, geciktirme, ihmal etme"
demek... Herhalde varlık "çok şey düşünmekten yanlış sorular sorulmasın" demek istemiş...
Yanlış alınmış bir kelime de olabilir.
SÜHRAB, Şehnâme'de geçer, Rüstem'in oğludur... Varlık
"hangi Suhrab arpa ekmiş"
şeklinde kullanmış... Bizim "Hangi Temel hamsi sevmez?" dememize benziyor.
EŞREF SAAT, "bir işin olumlu yola girmesi için en uygun zaman, iş görecek
kimsenin ters davranmayarak, güçlük çıkarmayarak uysallık gösterdiği zaman" anlamındadır.
Kelime karşılığı "çok şerefli saat, çok makbûl saat" şeklindedir.
Birincisi, Varlığın
Ebül Haddab-el Mısr diye verdiği hadis âlimidir. 1149 senesinde
Endülüs’te doğdu, önce burada ilim tahsil etti. Sonra Mısır’a gelip oraya yerleşti.
Birçok hâfızdan hadîs-i şerîf dinledi. “Sahîh-i Müslim”i ezberleyen hâfızlardandır.
1235 senesinde Kâhire’de vefât etti. Daha çok El-Endülüsî diye bilinir. Bu hayırlı evlâdın
hayırlı annesi Hz. Hüseyin soyundan Emet-ür-Rahmân'dır. Yâni, Peygamber torunudur... Haddab
pek çok yerle birlikte Horasan, İran ve Irak'ı dolaşmış, oralardaki Türkler'in hadis bilgisine
katkıda bulunnuştur.
Memun veya Abdullâh Memûn, 813-833 arasında Abbasi halifesidir. Halife Hârun Reşid'le
İranlı (Sogd) bir câriyenin oğludur. Döneminde mezhep kavgalarının kaldırmaya çalışmıştır.
Eli açıklığından, Hz. Muhammed ve İslâm dini hakkında büyük hürmetinden, ılımlı fikir ve
hareketlerinden, adâletinden ve şiire olan sevgisinden bahsederler. Türkler'le hep iyi ilişkide
olmuştur. Bu yüzden ikinci hayırlı ananın hayırlı oğludur. Me'mun zamanında Horasan
ve Azerbeycan'da bâzı ayaklanmalar olmuş, sapkın Babek isyânını bastırmıştır.
Üçüncü hayırlı ana, MUSTAFA KEMÂL ATATÜRK'ün
hayırlı annesi
ZÜBEYDE HANIM'dır. .. Mustafa Kemâl'in
Türkler'e hizmetini anlatmaya gerek yok... Varlık niye sâdece bu üç anneyi "hayırlı" saymış,
neye dayandırmış?.. Bilinmez ama, üç ana da gerçekten TÜRKLER için çok hayırlı evlâtlar
dünyâya getirmişlerdir.
- BİR TEBLİĞ
- ÖLÜM VE SONRASI
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 1
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 2
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 3
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 4
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 5
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 6
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 7
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 8
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 9
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 10
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 11
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 12
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 14
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 15
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 16
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 17
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 18
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 19
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 20
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 50
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 51
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 52
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 53
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 54
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 55
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 56
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 57
- ÂHIRET'TEN SİMÂLAR - 58
- ÂHIRET'TEN SİMÂLAR - 59
- ÂHIRET'TEN SİMÂLAR - 60
- ÂHIRET'TEN SİMÂLAR - 61
- ÂHIRET'TEN SİMÂLAR - 62
- ÂHIRET'TEN SİMÂLAR - 63
- ÂHIRET'TEN SİMÂLAR - 64
- İBN-İ SİNÂ CELSESİ
- TEKÂMÜL'E GİDEN YOL
- NEYZEN TEVFİK'TEN BİR ŞİİR
- KADIN HAKKINDA BİR
TEBLİĞ
- İMAJ VE İLK YÜKSELME
- EKMİNEZİ
- İLK YÜKSELME - İMAJLAR
- EKMİNEZİ ÇALIŞMALARI
- BİR OBSESYON VAK'ASI
- ÖTE ÂLEM'DEN ŞİİRLER - 1
- RÜYÂLAR - 1
- RÜYÂLAR - 2
- REİNKARNASYON
- ANADOLU'DA REİNKARNASYON ŞİİRLERİ
- İRLANDALI ŞÂİR JAMES CLARENCE MANGAN ANADOLU'DA MI
YAŞADI?
- FİNCAN CELSELERİ - 1
- FİNCAN CELSELERİ - 2
- FİNCAN CELSELERİ - 3
- EKMİNEZİ ÇALIŞMASI
- RÛHÎ FİLİMLER - 1
- ENTERESAN RÛHÎ OLAYLAR
- ERGUN ARIKDAL VE SÂDIKLAR PLÂNI'NI TENKİT
- BÜLENT ÇORAK VE DÜNYA KARDEŞLİK BİRLİĞİ SAFSATASI
- CENAP BAŞMAN VE MARON TARİKATI
- SAPKIN RAEL TARİKATI
- TRANSANDANTAL MEDİTASYON KANDIRMACASI
- MELEKLER'DEN MESAJ ALDIĞINI SANAN ŞAŞKINLAR
- ŞEYTANA TAPAN SATANİSTLER
- KRYON "TEBLİĞ"LERİ VE LEE CARROLL'UN "MEDYUM"LUĞU
- J. Z. KNIGHT ADLI KADIN RAMTHA "TEBLİĞ"LERİ
- MEKTUPLAR