BİR SPİRİTUALİSTİN DÜNYASI

ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 14

Bu sefer bir Geri Varlık ile herkesin tanıdığı târihî bir şahsiyeti sizlere sunacağız...
Medyum, Celse başında yükselirken yolunun Geri Varlıklar tarafından kesildiğini söylüyor.

Varlık : İbo
Tarih : 4.8.1961
Usûl : Hipnoz yoluyla rûhî infisal
Medyum: Ali

İdâreci- Kimmiş yoılunuzu kesenler?
Medyum- ... Diyarbakır'ın... Bismil Kazâsı...
İ- Anlaşılmadı efendim. Daha rahat olarak tekrarlayınız.
M- Bismil... Kamu mişler
(anlaşılmıyor) karyesi ... İBO...
İ- Hangi senede ölmüş?
M- ... 1926.... Asılmış... Şaki...
Varlık- .... Devletin o vazifeyi yapmaya gönderdiği altı zaptiye neferini arkadan vurdum.
.... Işık!.... Aff!...
İ- ALLAH taksiratını affetsin.
M- Kurtar!.... Ohh!... Ses geldi... Uzaklaştı...
İ- Daha yüksek sesle, lûtfen.
M- Ses geldi, sürüne sürüne yolumdan uzaklaştı.
İ- Sür'atle yükseliniz.

Diyarbakır'ı, Bismil'i anladık ama, bu hangi karye, anlayamadık. İnternet'ten Bismil'in köy ve mezra adlarına baktık, eski köy adlarından en yakın olarak Kerepiçi köyünü bulduk. Bir şekilde Diyarbakır Adliyesi'nde veya Bismil Adliyesi'nde araştırma yapıp 1926 yılında idâm edilmiş bir şaki (eşkiyânın tekili) var mı, tesbit etmek gerekir. Onun için de eski yazı bilen biri lâzım. Biz onu yapamadık maalesef, imkân olmadı. Yoksa 6 zaptiyenin vurulması mühim olay! Sonra Türkiye'de İdâm Edilenler Listesi'ni taradık. 1926 yılında bir tek "Kadıoğullarından Ahmetoğlu İbrahim" var, bizim şaki İbo mu, değil mi, tesbit edemedik.

Medyum Geri Varlık'tan ayrıldıktan sonra yükselmeye devam ediyor:

Varlık : Kubilay
Tarih : 4.8.1961
Usûl : Hipnoz yoluyla rûhî infisal
Medyum: Ali

Medyum- ... Işıklı noktayı gördüm..... (sıkıntı içinde) ..... Ohh!...
İdâreci- Vasatınızı bildiriniz.
M- ... Çıkıyorum...
İ- Sür'atle çıkınız.
M- ... MAKSUT MENZİLİ. (1)
İ- Lûtfen bize gördükleriniz ve hissettiklerinizi anlatınız.
M- ... Evvelâ nefis koku.... Ohh!...
İ- Bol bol ciğerlerinizi doldurunuz bu kokuyla! Bu kokuyu asla unutmıyacaksınız.
Başka neler hissediyorsunuz?
M- ... Tepem sanki alâim-i semâ gibi muhtelif renkli bulutlarla kaplı... Sağ tarafımda uçsuz bucaksız berrak bir su var... Solum çok yeşillik...
Yeşil bir minder üzerinde oturuyorum... Önüm dümdüz... Çok güzel... müzik parçasına benziyen sesler duyuyorum... Bu sesler arasında koroya benziyenleri de... (1) Önümde müteharrik bir bulut bana doğru gelmekte... Bulut parçası çok... yürüyor... Yaklaştı... Beyazlara bürünmüş vücutları görüyorum... Dağıldı...

... Bir kalabalık meydana geldi... Birisi ilerliyor... Ne bıyığı var, ne sakalı var... Gepgenç birisi!... Ayaklarını göremiyorum... Baştan aşağı beyazlara bürünmüş...
Çok yaklaştı!.. İHTİYAT ZÂBİTİ KUBİLAY... (2)
İ- Dua edelim... Ben ve bütün arkadaşlarım dua ettiler.TANRI kabul etsin. Nur içinde yatsın.
Varlık- Sağolsunlar. Gönüllerinin muratlarını versin!
İ- Nur içinde yatsınlar.
M- ... Hiçbir diyeceği yokmuş. Hizmet ederse bir kat daha bahtiyar olurmuş...
İ- Acaba kendi âilesi efrâdına bir mesajları var mı, efendim? Eğer varsa, lûtfetsinler, biz kendilerine bildirelim.
M- ... Başüstüne!...
V- Ben ayrılırken, âilem 13 milyondu. Şimdi 26 milyon olmuş!... Bahtiyarlık, bahtiyarlık, bahtiyarlık!..
İ- Muhteremden ricâmız şu: Bize şehitlik ânını anlatırlar mı?
V- Burası MAKSUT MENZİLİ... YEDİ DERECE VAR ŞÜHEDA MENZİLİ'NE!..
M- ... "Ben ŞEHİT değilim, VAZİFE KURBÂNI'yım," diyor. (3)
İ- Peki, efendim. Bu vazife ânında karşılaştığı o fecî âkıbet ânında hissettiklerini ve o günkü durumu bize anlatırlar mı?
M- ... Vazifeden dönerken ezânî saat dördü 17 geçe câmi avlusunda katlettiler...
İnanınız ki, HİÇ ACI DUYMADIM!.. Aldılar, getirdiler... (3)
İ- Daha tafsilatlı anlatır mısınız?
V- ... Beşerî bir acıma ....
(anlaşılmıyor) .....
İ- Niçin askerler müdâhale etmedi, efendim?
V- Bir tek sebebi: LEVH-İ MAHFUZ...
İ- Peki, öyleyse efendim.
V- ... 14 Kasım 1938'de EBEDÎ KUMANDAN'ı karşılamaya gittim. ... Alnımdan öptü.
İ- Ne mutlu size! Hâlâ büyük ATATÜRK'le temas hâlinde misiniz?

V- FENÂ'NIN MUHKEM DUVARLARINI HÂFIZANIZIN ALMIYACAĞI KADAR SAĞLAMLAŞTIRINIZ!..
BURADA ETRÂFINIZI ÇEVİREN DUVARLAR DA O KADAR SAĞLAMDIR!

İ- Bize başka söyliyecekleriniz var mı?
V- Bir tek üzüntüm var.
İ- Nedir, efendim?
V- OĞLUM arzu ettiğim gibi yetişmedi. (4)
İ- Şimdi oğlunuz nerede bulunuyor?
V- Der Saadet'te.
İ- İstanbul'da... Ne iş yapıyor kendisi? Nerede bulunuyor?
V- Dârülfünûn'un Fen kısmını bitiremedi. Haylaz haylaz dolaşıyor.
İ- Âileniz de İstanbul'da mı, efendim?
V- Evet.
İ- Kendilerini ve oğlunuza birşey söylemek istiyor musunuz?
V- EL MUKADDER LÂYÛ TEGAYYUR. (7)
İ- Belki de sizden bir haber alırlarsa, sevinirler. O bakımdan.
V- Siz kerem buyurun, kendi işinize bakınız!.. Benden haber alırlarsa, daha beni muazzep ederler.
İ- Peki, efendim. Şimdi bizim bâzı suallerimiz var. Müsaadenizle onları soralım.
M- Sizleri memnun edersem, bahtiyarlığım tezacüt edecektir.
İ- Evvelâ bir târif rica edeyim: SEZGİ nedir, efendim? Bu sezginin Âhıret Âlemi'ndeki Ruhlar'la alâkası var mıdır?
V- BİZÂTİHÎ RUHUN BİR MUSİKÎ ÂLETİ HÂLİNE GELİŞİ GİBİDİR. Bu, Ruh Çağırma hâletine bağlıdır.
İ- Şu halde Ruhlar'la bağlantısı vardır. Yâni, Ruhlar'ın bize bir ikazı mıdır, sezgi?

V- RUHTA MEVCUT BİR HASSADIR Kİ, DERECESİ HÂLİK TARAFINDAN TESBİT EDİLİR.
NETİCESİ, MUSİKÎ ÂLETİNİN ÇALMA KAABİLİYETİNE BAĞLIDIR.

İ- Çok güzel!.. Şimdi efendim, Çağdaş medeniyette fertlerin dejenere olmasını nasıl önlemeliyiz?
V- Kerem buyurun, benim devrime inin, öyle konuşun.
Pek fazla elfâz-ı ecnebiye kullanmasın!
İ- ??? Nasıl diyeceğiz?.. Başka soru: Efendim, telepatik teâtilerden mes'ul olan enerjinin şekli nedir?
V- Evvelâ birinci sualinizi sorunuz!
İ- Bugünkü medeniyette fertlerin her bakımdan bozulmasını nasıl önliyebiliriz?

V- Evvel emirde meselenin hareket noktasını yanlış alıyorsunuz. Zirâ, medeniyetin ne olduğunu, pek az kişi müstesnâ, bilmiyorlar!
HARS'LA MEDENİYET'İ BİRBİRİNDEN AYIRMAK LÂZIMDIR. Kitlenin bozulması, mâşerî bünyenin HARS bakımından bozulması demektir ki,
bunun MEDENİYET'le alâkası yoktur. HARS'la alâkasını kesmiş olan insanın, CEMİYET içinde bozulacağı tabiidir.
MEDENİYET, maddîdir. HARS, mânevîdir. HARS'ın âlemi CEMİYET'tir, kitledir. Âdet, an'ane, târihî gelenektir.
MEDENİYET'in âlemi fertlerdir. GARB MEDENİYETİ içinde bir TÜRK HARSI, BULGAR HARSI, YUNAN HARSI, İTALYAN HARSI vardır ki,
bütün bunların âmili CEMİYET'tir.

İ- Çok güzel!

V- Almanlar'ın KULTUR dediği, Fransızlar'ın CULTURE dediği, dilimizde HARS olarak geçen şeyin üzerinde durunuz.
HARS, bir milleti teşkil eden içtimâî müesseselerin birleşmesinden meydana gelen ruhtur. (6)

İ- Çok güzel!.. Nur içinde yatınız... Şimdi ikinci suale geçelim: Telepatik teâtilerden mes'ul olan enerjinin şekli nedir?
V- telepatik... bilmiyorum. (5)
İ- Hiss-i kablelvuku... önsezi... Hiss-i kablelvuku teâtilerden mes'ul enerjinin ...
V- Siz kullandığınız mefhumları maalesef yerinde kullanmıyorsunuz. His... Mes'uliyetle hissin ne ilgisi, alâkası vardır?..
Mes'uliyet maddeye taalluk eden, his
"mânevî hassaların doğurduğu" diye bir diğer izah şekliyle de ruha verilmiş bir hususiyettir.
Siz ilk sualinizde "sezgi" demiştiniz. Ben bunu bir musikî âletiyle izah etmiştim. Çalanın mahâretine bağlamıştım... Burada çalan da, âlet te aynıdır.
İ- Çok güzel!..

V- SİZ HARS MEVHUMLARININ BOZULDUĞUNU EF'ALİNİZLE GÖSTERİYORSUNUZ. ZAMÂNI NAKİT YAPAN BİR MİLLETİN ÇOCUKLARISINIZ
VE ZAMÂNI İSRAF EDİYORSUNUZ!

İ- Efendim, ESTETİK ve DİN DUYGUSU'nu bize izah eder misiniz?
V- Rica ederim, münâsebetli sualler tevcih ediniz. Din ayrı şey, estetik ayrı şeydir.

NEDEN, ORMANDA YETİŞEN MANTARLA, HAYVANDAN ELDE EDİLEN ETİN MUKAYESESİNİ YAPIYORSUNUZ?

İ- Ben vakitten kazanayım diye ikisini bir arada sormuştum. Peki, efendim, estetiği târif eder misiniz?
V- GÜZELİN İLMİDİR... HEGEL'İN ARMONİ NAZÂRİYESİ'Nİ BİLMEDEN, ESTETİK KELİMESİNİ YALNIZ ÖĞRENMİŞSİNİZ, SORUYORSUNUZ.
ÖĞRENEMEZSİNİZ Kİ!.. EVVELÂ HEGEL'İN ESTETİK - TEK ARMONİ NAZÂRİYESİ'Nİ İNCELEYİNİZ. (6)

İ- ??? Arkadaşların şahsî sualleri var. (Şahsî suallerden sonra)
M- .... Başüstüne!.... Başüstüne!...
İ- Medyumla konuşuyor...
M- ... Üşüdüm...
İ- Temâs'ı kestiniz mi efendim?
M- Çoktan!
İ- Peki, sür'atle aşağı doğru ininiz.

Uzun, fakat enteresan bir Celse, değil mi?.. Kolay kısmı bitti, şimdi zor tarafı geliyor. Bütün bu verilenleri araştırmak, incelemek... Hadi, başlıyalım.

Varlık bir kaç defa Medyum'a birşeyler söylüyor, o da "Başüstüne!" deyip duruyor, ama tabii ne dediğini öğrenemiyoruz. Şahsî bir takım uyarılar olsa gerek.

(1) MAKSUT , "kasdolunan, istenilen şey, istek. maksad, niyet, murat. varmak istenen yer" demek MAKSUT MENZİLİ , Medyum'un varması gereken yer olarak belirlenmiş. Umumiyetle burada duruyor ve bu menzilde bulunan Varlıklar ile görüşüyor.

Daha önce de söylediğimiz gibi, (bu çok mühimdir) her Medyum Âhıret Âlemi'ni farklı algılar, farklı tarzda bir irtibat kurar. Şimdi birinin bunları okuyup, bir Medyum'dan böyle yerler târif etmesini, böyle Varlıklar ile İrtibat'a geçmesini beklemek son derece hatâlı olur. Zâten sahte ve aldatılan Medyumlar da böyle tesbit edilir. Tabii bu bir yolu!.. Başkaları da var.

(3) Varlık, yâni kendini KUBİLAY olarak tanıtan, ve verdikleriyle öyle Geri biri olmadığı anlaşılan Muhterem Zat, "ŞEHİT OLMADIĞINI, VAZİFE KURBÂNI OLDUĞUNU" belirtiyor!.. Bizce Celse'nin en önemli kısmı!..

Son zamanlarda, bilhassa günümüzde herkes "şehit" addediliyor... 1980'lerde soğuktan donan gazeteciler "basın şehidi" ilân edilmişti! "Demokrasi şehitleri" var, belki "spor şehitleri" bile vardır.

EŞ ŞEHÎD, Yüce ALLAH'ın güzel adlarından biridir. ŞÂHİT demektir. Yâni, "tanıklık eden, olup biteni gören, şahâdet eden, şehâdet eden" mânâsınadır. Elbette ki, ALLAH herşeyi gören, Mükevvenat'ta olup biten herşeye ŞÂHİT OLAN'dır... Zamanla kelime anlamında kayma olmuştur... Kur'an-ı Kerim'de on kadar yerde "ALLAH için ölenler, ALLAH yolunda öldürülenler" tarzında ifâdeler geçer. En bilinenleri şunlardır:

- "Allah yolunda öldürülenlere de 'ölü' demeyin!..
Onlar diridir ama siz anlamazsınız."

Bakara Sûresi, 154. Âyet)

- "Sakın Allah yolunda öldürülenleri ölü sanmayınız,
Hayır, bilâkis Rableri katında diridirler, rızıklanmaktadırlar."

Âli İmran Sûresi , 169. Âyet)

Ne bu iki âyette, ne de diğer bahsedilen âyetlerde "şehid" kelimesi geçmez. Ama başka yerlerde kırk kadar "şehid" ifâdesi vardır. Bundan şunu anlıyoruz, ŞEHÎD olan, ALLAH'ın TEK olduğuna imân etmiş, O'nun yolunda yürümeyi, örnek insan olmayı kendine düstûr edinmiş, bu sûretle Kelime-yi Şahâdet'i, yâni "Eşhedü en la ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve resûlühü - "Ben şehâdet ederim ki, (Yani gözümle görmüş gibi bilirim ve bildiririm ki) Allah'tan başka ilâh yoktur. Ve yine şehâdet ederim ki, Muhammed aleyhisselâm O'nun kulu ve resûlüdür" ifâdesini tam mânâsıyla yerine getirmiş kişidir. Elbette ki, bu inançla savaşta ölen kişi ŞEHİD'dir. Çünkü canını ALLAH yolunda fedâ etmeyi, imânına şâhit tutmuştur. Doğrusunu ALLAH bilir ama, aynı inançla yatağında ölenin de ŞEHİD olduğunu kabul etmek gerekir. En büyük şehidimiz, elbette ki, bu imânı taşıyan ve bize tebliğ eden Hazret-i Muhammed'dir.

Bugün yaygın olan anlayışa gelirsek, İnternet'te rastladığımız bir açıklama bize çok mantıklı geldi. Aynen alıyoruz:

Yüzbaşı Niyâzi ALLAN inancı ile ölüme karşı gidip, düşmana karşı ve vatan bölücü teröristlerle çarpışırken ölürse, ŞEHİD'dir...
Üzerinde üniforması olsa da, yol kontrolü yaparken, birisi otomobiliyle onu çiğnese, VAZİFE KURBANI'dır...
Yine üstünde üniforması olsa da, evine giderken arabası devrilip ölse, KAZA KURBÂNI'dır...
Yüzbaşı Niyazi üzerinde üniforması da olsa, meyhânede içerken, veya kumarhânede poker oynarken, veya kerhânede keyif çatarken,
birisi çekip onu vursa, "bok yoluna gitti Niyâzi" olur!... Doğrusunu ALLAH bilir.

Yeri gelmişken temas edelim... Hükûmet'in bu konuda el atması gereken iki husus var. Birincisi, ŞEHİT ve GAAZİ kavramları... İSLÂM'DA PEYGAMBERİN SAVAŞLARINA "GAZVE" DENİR. DİĞER TÜRK-MÜSLÜMAN SAVAŞLARINA "GAZÂ" ADI VERİLİR. . SAVAŞA KATILANLARA "GAAZİ", ÖLENLERE DE "ŞEHİT" DENİR. BİLİNEN ŞEY... ŞEHİT tanımında bir problem yok!.. Ama GAAZİ kavramı yanlış, daha doğrusu yetersiz kullanılıyor.

ŞEHİT ÂİLELERİNE VE MÂLÛL GAAZİLERE MAAŞ BAĞLANMAKTADIR. ANCAK SAVAŞA KATILIP YARALANAN, AMA SAKAT KALMAYANLARA, MEVZUATTA "GAAZİ" DENMEMEKTEDİR, BU MAAŞ KONUSUNDAN DOLAYI!.. "ONLARA DA PARA VERMEK ZORUNDA KALMIYALIM" DİYE DÜŞÜNENLER, ADAMLARIN GAAZİLİK ÜNVÂNINI ELLERİNDEN ALIYORLAR!.. BU BÜYÜK HAKSIZLIKTIR!.. HALBUKİ ONLARIN PARA TALEBİ YOK!..

Biz deriz ki, İSLÂMÎ VE TÜRK GELENEĞİNİ BOZMAYALIM. SAVAŞA KATILAN HERKESE "GAAZİ" DİYELİM. YARALANIP TA SAKAT KALMAYANLARA "VURGUN GAAZİ" DİYELİM... AMA SAKAT KALAN MÂLÛL GAAZİLERE MAAŞ BAĞLANMASINI DA ÇOK GÖRMEYELİM... BAŞKA TÜRLÜ HAYATLARINI NASIL DEVAM ETTİRECEKLER??? ÖTEKİ GAAZİLERİN BÖYLE BİR PROBLEMİ YOK! Daha doğrusu olmadığını sanıyoruz. ÇALIŞABİLİRLER. Belki çalışmak isteyip te, iş bulamıyanlara VURGUN GAAZİLER'e bâzı haklar tanınabilir.

Unutmıyalım ki, ATATÜRK'ün ünvânı GAAZİ MUSTAFA KEMÂL'dir. Savaşta yaralanmamasına rağmen!.. Bu ünvânı terör mücâdelesine, savaşa katılanlardan esirgemiyelim... Kıbrıs'ta savaşanlardan esirgenmemişti!.

İkinci husus... ŞEHİT CENÂZELERİNİN MOZART'IN CENÂZE MARŞI VE KAZ ADIMLARI İLE KALDIRILMALARI, İSLÂM'A DA, TÜRK'E DE UYGUN DEĞİLDİR!.. HELE Kİ, MOZART TÜRK MÜSİKÎSİNDEN ETKİLENMİŞ, "TÜRK MARŞI" VE "SARAYDAN KIZ KAÇIRMA" OPERASINI YAZMIŞ İKEN!.. ONUN ÜSTÜN GÖRDÜĞÜ TÜRK MUSİKÎSİNİ BIRAKIP, BATI MÜZİĞİ İLE CENÂZE KALDIRMAK TA NE OLUYOR?.. Bizce bu merâsime en uygun düşen nağme, MEVLEVÎ ÂYİNLERİNDE İCRA EDİLEN SEGÂH SAZ SEMÂİSİ'dir. Onun eşliğinde, vakur MEVLEVÎ ADIMLARI ile yürünmesi uygun olur!.. YÂNİ, BİR ADIM ATIP, DURUP, ÖTEKİ AYAĞI ONUN YANINA ÇEKİP DURMAK, SONRA ÖTEKİ AYAKLA ADIM ATIP, DURUP, DİĞER AYAĞI ONUN YANINA ÇEKEREK DURMAK... BU, DÜNYÂYA, VE MÜSLÜMAN ÜLKELERE ÖRNEK OLACAK BİR TÖREN YÜRÜYÜŞÜ ŞEKLİDİR. Hatırlatır ve talepte bulunuruz.

(2) , 23 Aralık 1930 günü gerçekleşen, İzmir'in Menemen ilçesinde, askerliğini yedek subay olarak yapmakta olan öğretmen Mustafa Fehmi Kubilay'ın ve yardımına koşan bekçiler Hasan ve Şevki'nin şeriat isteyen bir grup tarafından öldürülmesiyle başlayan isyan, o târihteki en önemli olaylardan biridir. Olayların ardından bölgede sıkıyönetim ilan edilmiş, General Mustafa Muğlalı başkanlığında kurulan Divanı Harp'te failler îdam dâhil çeşitli cezâlara çarptırılmıştır.

23 Aralık 1930 sabahı Menemen'de cereyan eden hâdiseler, genel anlatıma göre şu seyri izlemiştir:

Şeyh Esat'ın Manisa'da Nakşibendi tarikatını yaymakla görevlendirdiği Lâz İbrâhim tarafından yönlendirilen, Manisa tarafından gelen çember sakallı, sarıklı ve cüppeli dördü silahlı 6 kişi, 23 Aralık 1930'da sabah namazından sonra câmiden aldıkları Yeşil Sancağı yola dikerek silah zoruyla etraflarına adam toplamaya çalışırlar. Elebaşılar arasında, Giritli Derviş Mehmet, Şamdan Mehmet, Sütçü Mehmet Emin, Nalıncı Hasan, Küçük Hasan vardır. Derviş Mehmet câmide namaz kılanlara kendini "Mehdi" olarak tanıtır ve dini korumaya geldiklerini söyler.

Arkalarında 70 bin kişilik Halife ordusu olduğunu, öğle saatlerine kadar şeriat bayrağı altında toplanmayanların kılıçtan geçirileceğini söylerler. Câmideki yeşil bayrağı alıp uzun bir sopaya takarlar ve Menemen şehir meydanında kazdıkları bir çukura dikerler. Bayrağın çevresinde dönmeye, tekbir getirmeye, zikretmeye ve "Şapka giyen kâfirdir! Yakında yine şeriata dönülecektir," diyerek bir isyân hareketi başlatmak isterler. Bayrağın altından ahâliden bazı kişileri (bir fabrikada çalışan Yahudi Hayimoğlu Jozef de dâhil) geçirirler. Kasabaya halife ordusunun geleceği iddiası halkı korkutur.

Olayların ilçedeki askerî birlikte duyulmasıyla, bir bilgiye göre; alay komutanı, yedek subay Kubilay'ı olay yerine gönderir. Kubilay bu hareketi bastırmak için bir manga askerle olay yerine gelir. Askerlerin yanından ayrılarak tek başına onların arasına girip teslim olmalarını ister. Onlardan biri ateş ederek Kubilay'ı yaralar. Karşıdan bunu gören askerler ateş açarlar. Fakat tüfeklerinde öldürücü etkisi olmayan tahtadan manevra fişekleri vardır. Bunu gören Derviş Mehmet "Bana kurşun işlemiyor!" diyerek halkı kandırmaya çalışır.

Kubilay yaralı halde câmi avlusuna sığınırsa da, Derviş Mehmet ve arkadaşları peşisıra gelirler. Derviş Mehmet, çantasını açıp testere ağızlı bağ bıçağını çıkarır ve yaralı Asteğmen Kubilay'ın başını kesir.

Kesik başı yeşil bayrağın sopasına dikmeye çalışırlar ancak başaramazlar. Birisi ip getirir ve Kubilay'ın başı yeşil bayrağın dikili olduğu sopaya iple bağlanır. Olay yerine yetişen Bekçi Hasan ateş edip gruptan birini yaralar. Ancak açılan ateş sonucu o da ölür. Arkadaşının yardımına koşan Bekçi Şevki de açılan ateş sonucu ölür.

Nihâyet askerî birlik yetişir. Komutan "Teslim olun!" diye bağırır. Ancak olay çatışmaya dönüşür ve askerî birlik ateş eder. Göstericilerden Derviş Mehmet de dâhil bâzıları ölürken, bâzıları kaçar. Daha sonra hepsi birden yakalanır.

Kubilay Olayı, genç Türkiye Cumhuriyeti'nin 1925'deki Şeyh Said İsyânı'ndan sonra tanık olduğu önemli ayaklanma olaylarından biridir. Devlet sert tepki gösterir. 27 Aralık 1930 günü Dolmabahçe Sarayı'nda Mustafa Kemâl Paşa'nın başkanlığında bu konuda bir toplantı yapıldı. Kaynakların ifâdesine göre, Mustafa Kemâl Paşa, Kubilay Olayı'na çok kızmıştır. Daha birkaç yıl önce Yunan İşgâli'nin acısını tatmış bir muhitte bu olayın meydana gelmesi üzerine, bazı kaynaklara göre, ilçenin haritadan silinmesini emreder! Ertesi gün sâkinleşince de, "Böyle emirler verirsem, uygulamayın. Sonra bir daha sorun," der... Şimdiki politikacılara, herkese ibret olsun!..

28 Aralık 1930'da orduya gönderdiği başsağlığı telgrafında, "Mürtecilerin gösterdiği vahşet karşısında Menemen'deki ahâliden bâzılarının alkışla tasvipkâr bulunmalarının bütün cumhuriyetçi ve vatanperverler için utanılacak bir hâdise" olduğunu belirtir.

31 Aralık 1930 günü Menemen ilçesi ile Manisa ve Balıkesir'in merkez ilçelerinde 1 Ocak 1931’den itibaren 1 ay süre ile Fahrettin Altay komutasında sıkıyönetim ilân edilir ve 1. Kolordu Komutan Vekili General Mustafa Muğlalı başkanlığında bir Divân-ı Harp kurulur. 7 Ocak 1931'de, bu kez İzmir'de, yine Mustafa Kemâl Paşa başkanlığında ikinci bir toplantı yapılır. Olaya doğrudan veya dolaylı katılan 105 sanık (Anayasa'yı cebren tağyir, eyleme iştirak, azmettirme veya Mehdi Mehmed'in Mehdiliği için harekete geçtiğini bildikleri halde zamanında Hükûmet'e haber vermedikleri ve tekkelerin seddinden sonra âyin-i tarikat icra ettikleri suçlamalarıyla) 15 Ocak 1931'den itibâren Divân-ı Harp’te yargılanmaya başlanır.

General Mustafa Muğlalı başkanlığında kurulan Divân-ı Harp Mahkemesi'nde 24 Ocak 1931 günü iddianâme okunur ve 29 Ocak 1931 günü mahkeme 36 (ölmüş olan bir sanık ile 37) kişinin idâma mahkûm edilmesine, 40 kişinin sorumsuzluğu nedeniyle salıverilmesine, 27 sanığın beraatine, 41 kişiye çeşitli hapis cezâları verilmesine hükmeder ve karar Meclis'in onayına sunulur. İdam hükümlülerinin 6'sının yaşı küçük olduğundan, onların ölüm cezâları ağır hapse çevrilir. TBMM Adâlet Divânı ayrıca iki idamlığın cezâsını 2 yıl hapse çevirir. Kalan 28 sanık, 3 Şubat 1931 gecesi Menemen'de idâm edilir. Bâzıları Kubilay'ın başının kesildiği yerde asılır. Mahkûmlardan biri idâm sehpasının önünden kaçar. İki hafta sonra yakalanır ve ertesi gün asılır.

Olayın hemen ardından Menemen'de "devrim şehidi" iki bekçi ve Kubilay adına anıt dikilir. Anıtın üzerinde şöyle yazar: "İnandılar, dövüştüler, öldüler. Bıraktıkları emânetin bekçisiyiz."

Sıkıyönetim, 28 Şubat 1931’de Manisa ve Balıkesir’den, 8 Mart 1931'de de Menemen’den kaldırılır.

Bu olayın kahramanı Mustafa Fehmi Kubilay, 1906'da Kozan'da, Giritli bir âilenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Baba adı Hüseyin, ana adı Zeynep'tir. Kozan’da terzi çıraklığı yaparken Antalya Öğretmen Okulu’nun sınavlarını kazandı. Antalya Muallim Mektebi ve İzmir Muallim Mektebinde okuduktan sonra Bursa Öğretmen Okulu’nu 1926 yılında bitirdi. Kubilay, 1930 yılında öğretmen olarak İzmir’in Menemen İlçesi’nde 43. Piyâde Alayı'nda asteğmen rütbesiyle askerlik görevini yaparken bu olay başına geldi.

(4) Varlık, "Oğlum arzu ettiğim gibi yetişmedi" diyerek oğlundan bahsediyor... Acaba dedikleri doğru mu?.. Doğru!.. Henüz 24 yaşındaki Kubilay'ın eşi dul, biricik evlâdı Vedat Aktuğ yetim kaldı. İhternet'ten bulabildiğimize göre, küçük Vedat, yoksulluk nedeniyle güçlükle tamamladığı ilkokuldan sonra erkenden hayata atılıyor. Almanya'ya işçi olarak gidiyor, ancak 2 yıl sonra geri dönüyor. Hayatını Nazilli'de zabıta memurluğu yaparak kazanıyor... Yâni, Fen Fakültesi ile ilgili bir husus tesbit edemedik. Belki böyle bir denemesi olmuş, ondan sonra Almanya'ya gitmiştir. Ama ortaokulu ve liseyi bitirdiğine dâir bir bilgi yok. "Erken hayâta atıldı" denince, o ihtimaller ortadan kalkıyor. Acaba haylazlıktan okumadı mı?.. Yoksa Fen Fakültesi'ne kadar gelip, ondan sonra mı haylazlık yaptı?.. Bilemiyoruz. Bildiğimiz Kubilay Anıtı için para toplanmıştır, ama Kubilay'ın âilesine maddî yardım için para veren olmamıştır... Kubilay'ın torunları şimdi dedelerinin hâtıraları ile avunuyorlar.

(5) Varlık bir yerde yabancı kelimeleri anlamadığını söylüyor ama, başka bir yerde Hegel'in Estetik ve Armoni Nazariyesi'nden bahsediyor, Almanca, Fransızca kelimeler söylüyor. . Acaba tevâzu mu gösteriyor, yoksa Celse İdârecisi'nin kavramları karıştırmasına bozulduğu için mi öyle diyor?.. Bilinmez.

(6) Hegel'in Armoni Nazariyesi de ne ola ki?.. Bilen beri gelsin!.. Varlık "inceleyin" demiş, mecbur, inceliyeceğiz!..
Tabii bu kısmı şaka... Elbette çok meraklandık. Araştırmasak, duramayız. Önce HEGEL'den başlıyalım.

Georg Wilhelm Friedrich Hegel (27 Ağustos 1770, Stuttgart - 14 Kasım 1831, Berlin), büyük Alman filozofudur. Anlaşılması zordur. Bilhassa eserlerini, nazariyelerini tercüme eserlerinden okuyanlar için.

Günümüzde Almanya'nın güneybatısında yer alan Stuttgart, Württemberg'de doğan bu idealist Alman filozofun etkisi, hem onu takdir edenler (Bradley, Sartre, Küng, Bauer, Stirner, Marks), hem de acımasızca eleştirenler (Kierkegaard, Schopenhauer, Nietzsche, Heidegger, Schelling) gibi çok farklı konumlardaki insanlar üzerinde çok geniş bir yelpâzede olmuştur.

Hegel, Felsefe'nin sürekli tartışılan sorunlarının fâsit dâiresinin dışına çıkmak için, muhtemelen Felsefe'de ilk kez, "Târih ve yapının önemli olduğunu" ileri sürdü. Efendi-köle diyalektiğinin kavramsallaşması için, ötekinin öneminin altını çizdi.

Hegel, bir memurun oğluydu. Tübingen'de ilâhiyat okuduktan sonra, Bern ve Frankfurt'ta Felsefe öğretmenliğine başladı. 1805'te Jena Üniversitesi'ne profesör oldu. Başlangıçta Schelling'in Öznel İdealizm Felsefesi'ne inanmış görünüyordu, sonradan kendine ayrı bir sistem kurup, onun savunmasını yapmaya başladı. Kurduğu bu Felsefe sistemini "Phanomenologie des Geistes' adındaki eserinde anlatmıştır.

Bir süre Nürnberg'de kaldıktan sonra, Berlin ve Heidelberg üniversitelerinde profesörlük yaptı. Bu devrede yazdığı eserler arasında 'Mantık Bilimi' ve 'Felsefe Ansiklopedisi' dikkati çekti.

Hegel, Kant'ın Felsefesi'ne inanmakla berâber, onun fikirlerini yetersiz buluyordu. Kant'ın aksine, insanların herşeyi öğrenebileceklerine inanmıştı. Hegel'e göre, Dünya demek mantık demekti. İnsanlar mantığın sınırlarını çözdükleri anda, beşerin sınırlarını da çözmüş olacaklardı. Hegel'e göre, biricik Felsefe, canlı Felsefe, çelişmelerin -daha doğrusu karşıtların- felsefesidir; çiçek, meyvenin ortaya çıkmasına yol açar, ama meyvenin ortaya çıkması için de, çiçeğin ortadan kalkması gereklidir. Demek ki üremenin gerçeği, hem çiçek, hem meyve olmaktır. Ölüm hem ortadan kaldırmadır, hem yeniden doğuşu sağlayan koşuldur. Biz de buna inanırız.

Hegel ömrünün son yıllarını Berlin'de geçirdi. 1831 yazı ve sonbaharı boyunca süren kolera salgınının son kurbanlarından biri oldu. 14 Kasım'da kısa süren bir hastalıktan sonra âniden öldü.

Felsefesinin esas unsurlarını "Mutlak İdealizm Sistemi" , "Tin-Ruh-Mutlak Ruh" , "Devlet", "Hukuk", "Âile", "Cemiyet" , "Akıl" , "Dialektik" , "Estetik" teşkil eder. "Estetik Dersleri" adlı eseri ölümünden sonra yayınlanmıştır.

Hegel'in "Tek Armoni Nazariyesi"ni bulamadık. Bulan olursa, bizi haberdâr etsin! Ama nazariyesinden biraz daha bahsedelim.

Hegel nazariyesine göre diyalektik gelişim, küllî ve ictimaî bir ameliyedir. Diğer bir deyişle, bütün üniteleri ve dallarıyla insanlık medeniyyeti, her târih çağında, diri bir vücut veya yekvücut bir varlık mesâbesindedir. Kişiler ve kişilerin meydana getirdikleri gruplar da, bu vücudun âzâ ve parçaları mesâbesindedir. Bu sebepten, herhangi bir fert veya grubun, bulundukları çağdaki toplumun medenî karakter ve umumî ruhundan kurtulmaları ve ayrı kalmaları mümkün değildir. Binâenaleyh, ne kadar büyük olursa olsun, ve ne kadar üstün ve parlak şahsiyete sâhip bulunursa bulunsun, bir kimse, bu şümûllü çatışmada, ancak satranç tahtasındaki piyonlardan biri mesâbesindedir.

İnsanlık târihinin kabaran nehrinden taşan suları ve baskınları esnâsında, mücerred fikir azametle ayağa kalkar ve hükümdar haşmetiyle hiçbir engel tanımadan beşer hayâtının cereyan ettiği sahnede yürür. Evvelâ tez'i sonra da antitez'i takdim eder. Sonra da, sentez yoluyla aralarında sulh yapar. Herhangi bir medeniyet, olgunlaştığı, boyutları iyice belirdiği ve kemâlin zirvesine ulaştığı vakit, bu medeniyetin içinden, yeni görüş, düşünce, nazariye ve tasavvurlardan ibâret yeni bir sistem doğar ve varlık alanına çıkarak, eski fikir ve nazariyelerle mücâdeleye koyulur. Bu mücâdele, eski medeniyetin faydalı ve işe yarayan unsurlarıyla, işe yaramayanlarının yerine, yararlı olan yeni görüş ve nazariyeleri içinde bulunduran yeni bir medeniyetin hayat sahnesine çıkmasına kadar devam eder. Buna göre, zihnine bu iki nokta yerleşen kimsenin, üzerinden birkaç asır geçmiş bulunan, yâni, kökü birkaç asır öteye uzanan bir doktrin veya akideye inanması, yahut da inandıysa bu imânını devam ettirmesi mümkün değildir. Buna göre, böyle birine meselâ İbrâhim, Mûsa, İsâ ve Muhammed hazerâtını anlatacak, onların tâlimâtından bahsedecek olsanız, size o kimse kat'i olarak şu karşılığı verecektir.

- "Onlardan her biri, kendi zamanlarının insanlarıydılar ve yaşadıkları devirlerde hâkim bulunan medeniyet tez’lerine
karşı antitez’lerle çıkmışlardı. Ki, aslında onların antitezle karşı çıktıkları o medeniyetler de,
daha önceki medeniyetlerle mücadele vererek ve o medeniyetlerden bâzı şeyleri alıp,
bâzı şeyleri atarak meydana gelmiş olan sentezler idi. Bu peygamberlerden sonra da
insanlık medeniyeti birçok merhaleler katetmeğe devam etmiş, nihâyet içinde yaşadığımız zamana ulaşmıştır.
Biz bu şahsiyetlere, medeniyetin gelişmesi ve ilerlemesine olan üstün katkı ve hizmetlerinden ötürü takdir
ve hürmetlerimizi takdim eder ve onları ulularız. Lâkin, bu demek değildir ki, biz geriye döneceğiz
ve günümüz medeniyet tezine karşı, çağlar öncesi eskimiş bir antitezle karşı çıkacağız! Bu doğru olmaz."

(İşte Arab'ın, Acem'in geçmişe bağlı anlayışı ile TÜRK'ün İslâm'ın esaslarından ayrılmadan "Zaman sana uymazsa, sen zamana uy" düsturu arasındaki fark... Yalnız unutmayalım, bu görüş ateizme de yol açmıştır.)

Külli Akl'ın veya Cihanşümul Ruh'un enteresan hâllerinden biri şudur ki, O, insanlara, hayat sahnesinde önemli roller, yâni, yönetici ve kahramanların rollerini oynadıklarını ilham eder; onları kaldırır ve kışkırtır. Hakikatte ise Külli Akıl kendi zâtını tamamlamak için onları piyon olarak kullanır. (Buna da "piyon" değil de, "kul" demek daha uygun olur)

(7) EL MUKADDER LÂYÛ TEGAYYUR. "mukadderat, kader değişmez" demektir. Aslı "el mukadder lâ yugayyer"dir. Daha önce de vermiştik.

Bu arada belirtelim, Varlığın SEZGİ, ESTETİK, MEDENİYET, HARS üzerine söyledikleri gerçekten çok güzel... 24 yaşında hayâta vedâ etmiş bir öğretmenin böyle derin bir bilgi sâhibi olması takdire şâyân!.. Belki de birlikte olduğu bir heyetten yardım alıyordur. Olmadık şey değil!

Ruhi Selman

selman@journalist.com

***

  • Önemli Sayfalar:

    - BİR SPİRİTUALİSTİN DÜNYASI - ANA SAYFA
    - BİR TEBLİĞ
    - ÖLÜM VE SONRASI
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 1
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 2
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 3
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 4
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 5
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 6
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 7
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 8
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 9
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 10
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 11
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 12
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 13
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 15
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 16
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 17
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 18
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 19
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 20
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 21
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 22
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 23
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 24
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 25
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 50
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 51
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 52
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 53
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 54
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 55
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 56
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 57
    - BİR OBSESYON VAK'ASI
    - ÖTE ÂLEM'DEN ŞİİRLER - 1
    - KADIN HAKKINDA BİR TEBLİĞ
    - RÜYÂLAR - 1
    - RÜYÂLAR - 2
    - REİNKARNASYON - 1
    - REİNKARNASYON - 2
    - ANADOLU'DA REİNKARNASYON ŞİİRLERİ
    - İRLANDALI ŞÂİR JAMES CLARENCE MANGAN ANADOLU'DA MI YAŞADI?
    - FİNCAN CELSELERİ - 1
    - FİNCAN CELSELERİ - 2
    - FİNCAN CELSELERİ - 3
    - EKMİNEZİ ÇALIŞMASI
    - RÛHÎ FİLİMLER - 1
    - ENTERESAN RÛHÎ OLAYLAR
    - ERGUN ARIKDAL VE SÂDIKLAR PLÂNI'NI TENKİT
    - BÜLENT ÇORAK VE DÜNYA KARDEŞLİK BİRLİĞİ SAFSATASI
    - CENAP BAŞMAN VE MARON TARİKATI
    - SAPKIN RAEL TARİKATI
    - TRANSANDANTAL MEDİTASYON KANDIRMACASI
    - MELEKLER'DEN MESAJ ALDIĞINI SANAN ŞAŞKINLAR
    - ŞEYTANA TAPAN SATANİSTLER
    - SİRİUS MİSYONU ZIRVALARI
    - KADIN HAKKINDA BİR TEBLİĞ
    - SILVER BIRCH TEBLİĞLERİ
    - MEKTUPLAR