BİR SPİRİTUALİSTİN DÜNYASI

ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 34

Bu sefer bir Geri Varlık ve iki Târihî Şahsiyet'le kurulan İrtibât'ı nakletmek istiyoruz.

Medyum yükselmeye başladıktan bir müddet sonra bir Geri Varlık ile karşılaşır:

Varlık : İğneci Râsim
Tarih : 19.9.1961
Usûl : Hipnoz yoluyla rûhî infisâl
Medyum: Ali

Medyum - ... İĞNECİ RÂSİM... Uşak.. kazâsı... 1948'de ölmüş...
Varlık- Işık!.. Işık!.. Işık!..
M- ... Esrarlı bir madde satıcısıymış... Yirmi ocağın sönmesine sebep olmuş...
V- ... Işık!...
İdâreci- Rahat olarak...
V- ... Mağfiret!:.. mağfiret!... mağfiret!!... ALLAH!...
İ- Sür'atle yükselmeye devam ediniz.
M- ... Buldum yolumu.... Çıktım!...

Burada biraz duralım... İğneci Râsim uyuşturucu madde satarak "yirmi ocağın sönmesine sebep olmuş".

Aslında hiçbir suçlu bir tek kişiye zarar vermekle kalmaz. Kaatil bir adamı vurur, ama aslında onun âilesini vurmuş olur. Karısı dul, çocukları yetim kalır. Anası, babası, kardeşlerinin yüreği yanar. Bir kapkaççı maaşını yeni çekmiş bir memurun çantasını kapar kaçar!.. Mağdur sâdece o memur değildir. Onun karısı, çocukları dara düşer. 1980 İhtilâli öncesi anarşistler üniversitelerde, okullarda olay çıkartırlar, bâzı öğrenciler ölür, bâzıları yaralanırdı ama, zarar o kadarla kalmazdı. Hiç olaylara karışmayan pek çok öğrenci Ruh Hastası oldu, bir çoğu okulunu bıraktı, o yüzden işsiz güçsüz kaldı. Âilesi de sıkıntı çekti. Kırılan cam-çerçeve, tahrip olan eşya, binâlara, araçlara verilen zarar da cabası!.. Bir terörist bir gece klubüne girdi, 39 kişiyi öldürdü, 69 kişiyi yaraladı. Bunlar bilinenler... Orada olup ta, yaralanmadığı halde psikolojisi bozulanlar, o ölenlerin âileleri, yaralananların yakınlarının hastanelerde çektikleri, geride kalanlar, kaatilin bulaştığı suçsuz kimselerin sorguda seçtikleri, onların yakınları... Sayı sanılanın çok üstündedir. O yüzden "39 kişiyi öldürmüş" deyip geçmemek lâzım!.. Telefat o kadarla kalmaz... Geri Varlık "yirmi ocağın sönmesine sebep" olmasından dolayı suçunun büyüklüğünün farkında!.. Kimbilir o yirmi hânede kaç kişi etkilendi?!..

Devam edelim Celse'ye...

Varlık : Nevzat Tandoğan, Süleyman Nazif
Tarih : 19.9.1961
Usûl : Hipnoz yoluyla rûhî infisâl
Medyum: Ali

Medyum- ... MUVAKKAT MENZİL'i geçtim... MAKSUT MENZİLİ... ... Oturdum... Gene ışık... Aydınlık... Işık... Aydınlık...
İ- Daha yüksek sesle, lûtfen.
M- ... Mâvi... mâvi... mâvi... mâvi... Sağım çividî mâvili bir göl... Çividî mâvi... ama çok berrak göl...
Uçsuz bucaksız bir göl... ama çividî mâvili... Solumda mâvi çiçekler tarlası ... Başımın üstünde
mâviler ortasında duş şeklinde bir aydınlık... Önümde mâvili bulutlardan bir dağ... Ürpertici bir sessizlik...
Dizlerimin üstünde rükûna varır gibiyim... Sessizlik... Korkunç sessizlik...

Uğultu... O uğultuyla birlikte mâvi bulut dağı kaymaya başladı... Uğultu daha yakınlaştı... Arkamda da uğultu var...
Bulut dağı şekillendi... Mütevâzi müstatilât hâline geldi... İki taraftan bulutlar kalktı... Muntazam sıralar hâlinde,
mâvi... sanki ipekli gibi bir beze sarınmış vücutlar var... Yüzleri beyaz... Saçları mâvi... Çok muntazam sıralanmışlar...
Çok uzağımda değiller... Tam ortalarından arka arkaya iki kişi çıktı... Biri önde kayar gibi geliyor...
Hiç adımlarını görmüyorum... Sanki altındaki zemin müteharrik... Arkasındakiler de uğultunun
temposuna uyarak bir kayıyorlar, bir duruyorlar... Öhdekinin mâvi sakalı var... Saçları da mâvi..
omuzlarına dökülmüş... Başka vücûdundan hiçbir yer görmüyorum... Gene kaşları çatık... çatık...
Arkasındaki de tebessüm ediyor... Arkasındaki daha yaklaştı... Onun hizâsına gelip durdu...
Öndeki başını indirip kaldırıyor... Birşey mi söylüyor?..
.... SÜLEYMAN NAZİF... (1) Yanındaki NEVZAT TANDOĞAN... (2)
İ- Dua edelim, efendim. Ben ve arkadaşlarım dua ettiler. TANRI kabul etsin. Nur içinde yatsınlar...
Geçen celsemizde Süleyman Nazif Üstâd'ımız gelmişti. Fakat konuşmamıştı. Lûtfettiler bu akşam tekrardan.
Bir diyecekleri var mı?
V- Lûtuf yok, vazife var.
İ- Nur içinde yatsınlar.
V- Hizmet Edilenler'den değilim,Hhizmet edenler'denim.
İ- Bir arzunuz var mı, efendim? Âile efrâdınıza bir Tebliğiniz varsa, söyleyiniz.
V- .... Âilenin .... Munis Bey'imiz ... Ruhunu muazzep etti.
İ- Anlaşılmadı.
V- Âilemizden yaşayan yalnız MUNİS... Âilemizin Ruhlarını muazzep etti... MUNİS FÂİK... (3)
İ- Nerede oturuyorlar, efendim?.... OZANSOY... Kendilerine birşey söylemek istiyor musunuz?
V- İsteseydim, söylerdim.
İ- Peki, efendim. Muhterem üstâdım, evvelâ öğrenmek kastıyla, halledemediğimiz kısımları
sizden rica edeceğiz. Sonra da arkadaşlarımızın şahsî sualleri olacak.
V- Vakit kaybetmeyiniz. Lûzumsuz izâhata girmeyiniz.
İ- Peki, efendim... Dua nedir, efendim? Duaların tesiri nedir?
V- İNANMANIN SÖZLERLE İFÂDESİ... İnanmadan doğan, vazifeye karşılık isteme hakkının kullanılmasıdır.
İ- Nur içinde yatasınız. Duanın tesiri nedir? Sizlere ne şekilde tesir ediyor?
V- Bizim bu zaman (?) dua ile alâkası yoktur. Yine kendi kefâretini ödüyorsunuz.
En tesirli dua, kendinizin Kâinat'taki yerini bilerek tezekkümsüz (?) yaptığınız tazarru ve niyazlardır.
İ- Bu yaptığımız dualar sizler tarafından derhâl hissedilir mi?
V- Burada da İlâhî Posta Menzilleri vardır.
İ- Üstâdım, bize ideal bir dua numûnesi verebilir misiniz?
V- Ne kadar kıt düşünceli olduğunu bu sualinle belli ediyorsun. En tesirli, en temiz dualar temeli samimiyete,
tazalümsüzlüğe dayanan suallerdir. İçini yıkadıktan sonra yaptığın dualar, göze damlatılan mâyi-i mukadderdir.
İ- ??? Peki, efendim. Arkadaşımızın bir suali var, efendim. Bugünkü Türk Edebiyâtı'nı nasıl buluyorsunuz?
Bunun hakkındaki temennileriniz nedir?
V- Bugünkü Türk Cemiyeti'ni nasıl buluyorsanız, Edebiyât'ı da öyledir.
İ- Diğer bir arkadaşımız diyorlar ki, "Cemiyet hakkındaki fikirleri nedir?"
V- Cemiyet kendini kaybetti, aramakla meşgûl!.. Arayan Ruhunu (?) bir şarabı içti. Baş semâzen şuurunu kaybetti.
İ- Bunun tedâvisi mümkün mü?
V- İki şekilde: Biri mâlûmat pınarından kana kana içmek!.. İki, keskin neşter vurmak!..
İ- Cemiyetimizin düzeni, fertleri ideal dediğimiz tarzda birşey veremiyorsa, iş fertlere kalmış oluyor.
Fertler gelişi güzel bu düzeni bulabilecekler mi?
V- Siz kullandığınız mefhumları yalnız lâfzen biliyorsunuz. Cemiyet diye ayrı bir varlık, bir vâkıa
ancak Ruh hâlinde vardır. Cemiyet, fertlerin muhassalasıdır.
İ- Diğer bir arkadaşımızın ricâsı şudur, efendim: Doğumda ölen bir kadın şehit sayılır mı?
V- Birincisi, Levh-i Mahfuz'daki yazısına tâbidir. Eğer mâsumiyeti Mahkeme-i İlâhî'de tebeyyün ederek
karara bağlanırsa... Vazife kurbanı olanlar şühedâ mertebesine çıkmaz.
İ- Muhterem üstâdım, bir de doktor arkadaşlarımızdanALP REEL bir elektrik kazâsı neticesinde Ruhunu kaybetti
ve bir nebat gibi yaşamaktadır. Acaba bu bedene başka bir ruh, veya tekrardan kendi ruhunun girme imkânı var mı?
V- RUHU ÇIKMIŞ OLSAYDI, CAN VE BEDEN ÖLÜRDÜ... ONU YAŞATAN CANI DEĞİLDİR, RUHUDUR!..
Böyle safsatalarla kafanızı yormayın! Onun Ruhu bâkidir ama Canı fâni olmuştur.
Eğer İlâhi Müsaade verilirse, o Ruh yeniden Can imâl edecektir.
İ- Efendim, arkadaşlarımızın umûmî ricâsı şu: Acaba bu topluma bir nasihatları var mı?
V- Nevize (?) vermeye gelmedim, hizmete geldim. Ancak temennimi söyliyeyim:
BİR BAŞKA SÜLEYMAN NAZİF, "KARA BİR GÜN" MAKALESİ YAZMASIN, TANRI'M!.. (4)
İ- İstanbul'un işgâlindeki makaalesi... Efendim, gene bir arkadaşımızın ricası: "Şiir nedir? "diyorlar.
V- Güzelin pûrleşmiş şeklidir.
İ- Âkif Bey diyorlar ki, "İlham nedir?"
V- İlham; mâverâ-yı âlemden, İnsan Ruhu'ndaki ve müfekkiresindeki kurulmuş antenlerin alışıdır.
İ- Bir sualimiz daha var, o da akl-ı selim... Geniş anlamda...
V- Tecessüs sikke (?) olan bir müfekkirenin hükme vardığı neticelerin hükümleridir.
İ- Muzaffer Kürkçü Hanım'ın ricâsı şu: Kara Gün yazınızdan bir parça bize söyliyebilir misiniz?
V- Kendisi öyle bir Kara Gün yazısını duymak istiyeceğine, günü ak yapmak için gayret sarfetsin!
İ- Âkif Bey diyorlar ki, "Vicdan nedir?"
V- Hallâk-ı Âlem'in İnsanoğlu'nun benliğindeki tecelligâhıdır.
İ- "İdeal nedir?" diye soruyorlar.
V- Mefkûre demektir. Fenâfillah Cemiyet olmaya karar vermenin fikriyata intikâl ettirilmiş şeklidir.
İ- Fertte ideal nedir?
V- İdealin, nâm-ı diğeriyle mefkûrenin bir tek vasfı vardır. Mefkûre, ferdî maksat nazarında
Cemiyet'i gâye olarak alan keyfiyete dayanır. Nasıl ki, Ahlâk iyi hareket kaidelerinin toplamı ise,
mefkûre de ferdin Fenâfillah Cemiyet hâline gelmesine karar vermesi neticesi tâkip edeceği
hareket tarzlarının toplamıdır.
İ- Nedim Bey diyorlar ki., "Vaktiyle Üstâdımız İslâmcıydı. Türkçülüğü ve milliyetçiliği kabul etmiyordu.
Acaba bugünkü düşüncesi de aynı mıdır?"
V- Ne İslâmcı idim, ne de milliyetçiliğe muârız cephe aldım!.. O makaaleyi yazan adamın
millî şuurdan mahrum olmasına, bir kavmiyet gütmesine imkân var mıdır?
Hep tâbir üzerinde duruyorsunuz. DİN UHREVÎ DEĞİLDİR, DÜNYEVÎDİR!.. Orada Tekâmül'e tâbi olmak
mecbûriyetinde olan içtimâî bir müessesedir.
İ- Şimdi, muhterem üstâdım, bu Maksut Menzili'ne müteaddit defalar Medyumumuzla geldik.
Her seferinde ayrı bir imajinasyon oldu. Medyumumuz bu sefer de sizlerle Temas ederken
bir mâvilikler içerisinde olduğunu anlattı. Saçlarınızın mâvi olduğunu, sağın solun,
her yerin mâvi olduğunu söyledi. Bu neden böyle oluyor? Bâzen yeşil oluyor, bâzen başka bir renk oluyor.
V- Büyük bir konak düşününüz ki, ayrı ayrı dâireler vardır... Konak aynıdır ama, dâirelerdeki
ictimâî hayat sınırlanmıştır. Biz de burada, bu Kat'ta, büyük bir konakta oturuyoruz. Gruplarımız için sınırlarımız
renklerden ileri gelir.
İ- Bir arkadaşımızın sual şu: Orada da yedi renk mi vardır?
V- Yine cehâlet deryâsında yüzmeye başladınız. Tek renk vardır, yedi renk yoktur.
İ- Efendim, bir müddet evvel yaptığımız bir Celse'de KENÂN YILMAZ'ın Maksut Menzili'ne geleceği
ve orada bir vazifesi olduğu seylenmiş idi. Acaba vazifesine başladı mı?
V- Ben öyle bir kimse bilmiyorum. Kim söylediyse, ona sorunuz.
İ- Şems-i Tebrizî söyledi... Bizimle bu akşam Nevzat Tandoğan muhterem de görüşecek mi?
Bir dahaki Celse'de mi konuşacak?
M- ... "Kendisine sorunuz," diyor... Kayboldu... NEVZAT TANDOĞAN'ın karşısındayım.
İ- Muhterem'in kendi âile efrâdına bir diyecekleri var mı?
V- ....
(anlaşılmıyor) .... Annelerine biraz daha fazla ihtimam göstersin!
İ- Bunu kime bildirelim, efendim?
V- HÂLUK!...
İ- Başka söyliyeceğiniz var mı, efendim?
V- Yok.
İ- Şimdi, Muhterem Üstâdım, sizin intihârınız hakkında arkadaşların sualleri var. Sebebi bir türlü anlaşılamamıştı.
Acaba intihârınızın sebebi neydi?
V- Fenâ'da veUuhreviyet'te illetler değil, neticeler mühimdir.
İ- Sizin bu intihârınız Levh-i Mahfuz'dan mıydı, efendim?
V- Elbette!..
İ- Efendim, Medyumumuza bir diyeceğiniz var mı?
V- Kendisine söylediklerimde haklı olduğumu görmeye başladı. Onun görüşü kısaymış!
İ- Doktor arkadaşımız diyor ki, "Evet, Levh-i Mahfuz'da intihar yazılıdır, ama, anlıyamadığımız bir şey var.
Öldürüldü mü, intihar mı etti?"
V- Susadığınız zaman bulduğunuz suyun "acaba kireci fazla mı?" diye düşünülmez. Hemen içilir.
Aksi halde fizofin (?) merkebi gibi açlıktan ve susuzluktan ölünür.
İ- "Siz fikre bakın, aksi halde ben de gidersem, açıkta kalırsınız," diyor.
V- Evet.
İ- Bir arkadaşımızın suali şu, efendim: 1944 hâdiselerindeki tutumunuzdan dolayı şimdi
bir pişmanlık duyuyor musunuz? Veya şimdiki görüşleriniz nedir?
V- Âlet oldum, âletle suçumu ödedim.
İ- Dr. Arslan Bey diyorlar ki, "Üstâdımız kime âlet olmuştur? Bu hâdiseyi biraz daha izah ederler mi?"
V- ...
(anlaşılmıyor) ... rica ederim. Karnı tok bir adamın karşısında açlıktan ölmek üzere bulunan,
"bu açlık hissini nasıl duyuyorsunuz?" diye sualler... duygusuzca sualler sormayın!
İ- Şimdi o halde arkadaşların şahsî sualleri var.
V- Şahsî sual sormayın!
İ- Peki, efendim. Bizlere bir tavsiyeniz var mı?
V- HÜDÂ'nın kulu, İyi Vatandaş olunuz!..
İ- İyi Vatandaşlığın şartları nelerdir?
V- ..... Sualinizi tekrar ediniz ve son olduğunu biliniz.
İ- İyi Vatandaşlığın şartları nelerdir?
V- VATANDAŞ DENEN TÂBİRİN NÜVESİNİ İNSANLIK TEŞKİL EDER. İYİ İNSAN OLDUĞUNUZ MÜDDETÇE,
İYİ VATANDAŞSINIZ, DEMEKTİR!
İ- Son sual dediğiniz için sormuyorum. Medyumumuzla konuşmuştunuz. Medyum bunları hatırlıyacak mı?
Bize söyleyin, biz bildirelim. Hatırlamıyor kendisi.
M- ..... İniyorum...
İ- Peki, efendim.

Enteresan, ama gelen Varlıklar'dan yeterince yararlanılmamış bir Celse... Aslında geçen Celse'den Süleyman Nazif'in geleceği biliniyordu, en azından tahmin edilebilirdi. Hazırlanmak, kendisi ve dönemi hakkında bilgi edinmek, soru hazırlamak gerekirdi. Bu yapılmamış...

Yalnız şu var ki, Celseler 1961 yılına âit... Celseler'e Katılanlar 30-60 yaşlarında... Hepsi 1940'larda, 50'lerde cereyan etmiş olan olaylara biliyor... Tabii 1960, 27 Mayıs olaylarının sıcak etkisi de var. Ama yine de sorular yetersiz kalıyor.

Her neyse... Celse Tetkiki'ne ilk Varlık ile başlıyalım.

(1) SÜLEYMAN NAZİF, Osmanlı İmparatorluğu ve erken Cumhuriyet döneminin aydın, şâir, yazar ve devlet adamıdır.

SÜLEYMAN NAZİF, 1870'te Diyarbakır'da dünyâya geldi. Babası, şâir ve târihçi Said Paşa; annesi bir aşiret liderinin kızı olan Ayşe Hanım'dır. Şâir Faik Ali Ozansoy'un ağabeyidir. Onun oğlu da Celse'de adı geçen MUNİS FÂİK OZANSOY'dur.

Babasının görevinden dolayı Harput ve Maraş’ta bulunduktan sonra, Diyarbakır’da rüştiye öğrenimi gördü. 1879'da Mardin'deki babasının yanına gitti ve öğrenimini özel yollardan gerçekleştirdi. Farsça'yı babasından, Arapça'yı Muş müftüsü Emin Efendi'den, Fransızca'yı da Aleksander Gregoryan adlı bir Ermeni'den öğrendi.

1892’de babasını kaybettikten sonra, Diyarbakır Vâliliği'nde Meclis-i Vilâyet Kâtipliği, yaptı. 1895 târihli Diyarbakır Vilâyet Salnâmesi’ni hazırladı. Bir yandan da Diyarbakır Gazetesi’nde başyazarlık yaptı, vilâyet matbaasını yönetti.

1896'da Diyarbakır'a Ermeni meselesini araştırmak için gelen Abdullah Paşa'nın takdirini kazandı ve Abdullah Paşa ile Musul'a gitti. Yedi ay sonra tekrar Diyarbakır’a döndü, görevlerinden istifa ederek İstanbul'a gitti. II. Abdülhamid yönetimine karşı mücâdele edebilmek için 1897'de Pâris'e kaçtı. Sekiz ay kaldığı Pâris’te Ahmet Rıza Bey'in çıkardığı Meşveret gazetesinde istibdat aleyhine yazılar yazdı ; “Mâlûmu İ'lâm” isimli risâle ile “Nâmık Kemâl” adlı risâlesini “Abdullah Tâhir” takma adıyla bastırdı.

Yurda dönüşünden sonra II. Abdülhamit tarafından vilâyet mektupçusu sıfatıyla Bursa'da ikaamete memur edildi... Cennetmekân II. Abdülhamid öyle iddia edildiği gibi zâlim biri değildi. Muârızlarını bile işe koyar, geçimleri sağlardı. Ona da öyle davrandı. 1908’e kadar Bursa’da kaldı. Bu dönemde Mısır'da' İmzasız Risâleler'i yayınlanmış, ve Servet-i Fünun dergisine de dedesinin ismi olan İbrahim Cehdî müstearı ile yazılar göndermişti. 1906'da ilk şiir kitabı “Gizli Figanlar”’ı imzasız olarak Mısır’da bastırdı. Ardından "El Cezire Mektupları" adlı eseri yayımlandı.

1908'de II. Meşrutiyet’in ilânı üzerine İstanbul'a döndü. İttihat ve Terakki Partisi’ne üye oldu. Bir süre Ebuzziya Tevfik ile birlikte Tasvir-i Efkâr gazetesini çıkardı. Daha önce Pâris'te yayınladığı Mâlûmu İ'lâm isimli risâleyi yeniden bastırdı.

Yeni yönetim tarafından Basra (1909), Kastamonu (1910), Trabzon (1911) vâliliklerinde görevlendirildi. 1912'de İstanbul'a gelerek Hak Gazetesi'ni çıkardı. 1913'te Musul ve 1914'te Bağdat vâlilikleri yaptı. Bağdat Vâlisi iken Şıpka Kahramanı Süleyman Paşa’nın mezarını yaptırarak, mezarının başında okunmak üzere bir hitâbe hazırlamak istedi, ancak bunu gerçekleştiremeyince, bu arzusunu, hitâbeyi risâle olarak “Süleyman Paşa” ismiyle bastırmak suretiyle gerçekleştirdi.

1915'te devlet memurluğundan ayrılıp, tüm zamanını yazarlığa ayırdı. Yazılarını 1917’'e “Batarya ile Ateş” adıyla bastırdı. Aynı yıl Türk askerinin Galiçya Cephesi'ndeki kahramanlıklarını “Âsitân-ı Târih"te yayınladı.

1918’de, Mütâreke'den sonra, “Firâk-ı Irak” adlı ikinci şiir kitabını yayımladı. Kitapta “Kübalılar" adlı şiir dışında tüm nesir ve nazım yazılar Irak'ın Osmanlı Devleti’nden ayrılması üzerine kaleme alınmıştır.

1918'de Cenap Şahabettin ile birlikte Hâdisat Gazetesi'ni çıkardı. İstanbul’un işgâlinden sonra Hâdisat Gazetesi'nde işgâlcileri uyararak, halkın böyle bir işgâli kaldıramayacağını söyledi. Vilâyât-i Şarkiye Müdâfaa-i Hukuk Cemiyeti'nin kurulmas›na öncülük etti. 23 Ocak 1920’de Dârülfünûn’da Türk dostu Pierre Loti'yi anmak üzere düzenlenmiş gibi gösterilen, ancak Fransız kuvvetlerini protesto niteliği taşıyan toplantıda, meşhur “Pierre Loti Hitâbesi” ile dinleyicileri coşturdu. İstanbul'un işgâlini sert dille eleştirdiği “KARA BİR GÜN” başlıklı yazısı Hâdisat’ta yayınlandığında büyük yankı uyandırdı. Yazısında İstanbul'a küstah bir Napolyon çalımıyla, Fâtih'i taklide yeltenerek beyaz at sırtında giren Fransız komutanını ayıplıyor, yeriyor, Paris'in de bir zamanlar Almanlar tarafından böyle işgâl edildiğini hatırlatıyor, onları alkışlarla karşılayan azınlıkları da yerden yere vuruyordu. Bu hareketleri nedeniyle İngilizler tarafından Malta adasına sürüldü. O sürüldü ama II. Cihan Harbi'nde Almanlar bir kere daha Pâris'e girdiler. Küstahlık cezâsını buldu.

Süleyman Nazif merhum, Malta’da 20 ay kadar kaldı. Oradayken “Çal Çoban, Ça!” adlı eseri basıldı. (1921), “Dâüssıla” adlı şiiri ününü iyice arttırdı... Artırdı da, hani, yeni nesillerde onu tanıyan bile yok!..

1922’de İstanbul’a dönebildi. Malta sürgünü dönüşünde millî duygulara hitâp eden yazılar yazmaya devam etti. İstanbul Muallim Mektebi’nde verdiği “Nâmık Kemâl” adlı konferansın metnini, 1922’de aynı isimle bastırdı. Aynı yıl, mektuplar ve makalelerden oluşan “Târihin Yılan Hikâyesi” adlı eserinde son Osmanlı Hükümdârı Mehmet Vahdettin'e şiddetle hücum etti. Pâdişahların halkın elinden gasp etmek sûretiyle sâhip oldukları mallarla ilgili makaalelerini de 1922’de “Çalınmış Ülke” adıyla kitaplaştırdı. Daha önce Yeni Tasvir-i Efkâr gazetesinde yayınlanan “Nâsîrîddün Şâh ve Bâbîler” adlı eserini 1923’te yayımladı. Malta'da sürgündeki duygularını anlatan “Malta Geceleri” adlı üçüncü şiir kitabını 1924’te yayımladı.

Cemiyet-i Akvam’daki İngiliz delegesinin Türkiye’deki Hıristiyan azınlığa yapılan muamelenin tespiti için bir heyet gönderilmesini istemesi ve aynı dönemde Fas’taki istiklâl mücâdelesini bastırmak için Fransız, İspanyol ve İngiliz kuvvetlerinin birleşmesi üzerine Süleyman Nazif, bu konudaki makaalelerini bir araya getirdiği “Hazret-i İsâ’ya Açık Mektup” adlı eserini 1924'te bastırdı. Bu, Hristiyanlar'ı Hz. İsâ’ya şikâyet eden bir şikâyetnâme idi.

Ölümüne kadar yazdığı diğer eserler şunlardır:
- Mehmet Âkif (1924, daha önce Servet-i Fünûn’da çıkan beş makaalesinden oluşur),
- Külliyât-ı Ziya Paşa (1924),
- İki Dost (Ziya Paşa ve Nâmık Kemâl, 1925),
- Fuzûlî (1926),
- İmâna Tasallut-Şapka Meselesi (Fes yerine şapka giyilmesi konusunda İskilipli Atıf Hoca ile giriştiği polemik yazıları, 1925),
- Kâfir Hakîkat (1926, Fas Mücâhidi Abdulkerim’in esir düşmesi üzerine yazmıştır),
- Lübnan Kasrı’nın Sâhibesi (1926, Fransız romancı Pierre Benoit’ten çeviri roman),
- Yıkılan Müessese (1927, İttihat ve Terakki hakkında yazdıkları).

1927 yılı başında zatürreden öldü. Cenâzesini kaldıracak malvarlığı dahi bulunmuyordu. Cenâze giderleri, Türk Hava Dergisi'ne yaptığı birçok yazı yardımlarının yüklediği mânevî bir borçla, Türk Tayyare Cemiyeti tarafından karşılandı. Cenâze, belediye cenâze arabasıyla Ayasofya Câmii'ne getirildi. Namazı orada kılındıktan sonra, Edirnekapı dışında toprağa verildi. Kabri İstanbul Belediyesi’nce yaptırıldı.

Servet-i Fünun dönemi şâiri olan rahmetli Süleyman Nazif, anlayış ve tarz olarak Nâmık Kemâl’in devamıdır. Edebî karakteri kadar hazırcevaplığı ve nükteleri ile de üne kavuşmuştur

Daha sonra vefat eden yakın dostu millî şâir Mehmet Âkif, hemen yanı başına defnedilmiştir.

Diğer Eserleri:

- El-Cezire mektupları
- Victor Hugo'nun Mektubu
- Boş Herif
- Süleyman Paşa
- İki İttifâkın Tarihçesi

Şimdilerde böyle yazar, şâir, târihçi, hattâ vatansever edebiyatçı yetişiyor mu acaba?...

Muhterem Varlığın söyledikleri arasında anlaşılmayan ifâdeler var, çünkü Medyum bâzen kekeliyerek konuşuyor. Bu ifâdeleri (?) işâreti ile gösterdik.... Yine de Celse'ye koyduk, belki anlayan biri çıkar da, bizi de aydınlatır, diye... Önce bilinmeyen kelimeleri verelim.

TAZARRU , hemen her Celse'de geçen bir kelime.. Arapça harften dolayı TADARRU diye de okunur. "yakarma" demektir.
RÜKÛN , "bir şeye samimi olarak meyletme, can-u gönülden meyil" demektir. Varlık "rükûna varır gibiyim" demiş... Acaba "Rükua varır gibiyim" mi demek istedi?.. RÜKÛ , " Öne doğru eğilme, Huzur-u İlâhi'de eğilmek, namazda elleri dize dayamak sûretiyle yere doğru eğilirken baş ile sırtı düz hâle getirmek" demektir.
MÜTEVÂZİ "paralel" demektir. Ancak MÜSTATİLÂT diye bir kelime bulamadık. MÜSTATİL "dikdörtgen" demek... Varlığın ne kastettiği anlaşılamadı. "Dikdörtgenler" olabilir... Yanlış bir nakil de olabilir...
MÜTEHARRİK, "hareketli, yer değiştirebilen, oynar, devingen, işleyen, çalışan" demektir.
TEZEKKÜM kelimesini de bulamadık. TEZEKKÜR var "zikretme, söyleme" demektir. Acaba onu mu dedi?
TEZÂLÜM , "zûlüm ediş" demek... TEZÂLÜMSÜZ , "zûlmetmeden, haksızlık etmeden" anlamına gelir.
TEMENNİ , "bir şeyin gerçekleşmesini dileme, dilek, dileme, arzulama, istek, dua. rica" anlamlarına gelir.
FÂNİ , "Ölümlü, gelip geçici, kalımsız, yaşlı, insan gözünün algıladığı ışık şiddeti" anlamları vardır. Celsede "ölümlüdür, geçip gitmiştir" mânâsına kullanılmış...
FENÂ, "fâni" ile aynı köktendir. Çok bilinen anlamları "iyi nitelikte olmayan, kötü"dür, ama bu Celseler'de geçici olmasından dolayı "Felek, Dünya" mânâsı ile kullanılmaktadır. Ayrıca "yok olma" mânâsı da vardır. Karşılığı BEKAA'dır. Âhıret Âlemi'ni kasteder.
TEBEYYÜN , "belli olma" anlamındadır.
NEVİZE diye bir kelime bulamadık, yanlış alınmış herhalde.
MÂVERÂ , "öte, görülen âlemin ötesi, ara, bir şeyin ötesinde bulunan, bir şeyin gerisinde, arkasında veya ötesinde bulunanlar"" demektir. Celse'de "Öte Âlem" mânâsında kullanıymıştır.
AKL-I SELİM, SELİM AKIL demektir. SELİM, "doğru, dürüst, kusursuz ,sonu iyi, temiz, samimi. (selâmet'den) sağlam, refah ve selâmet üzere bulunan,(sağlıkta) tehlikesiz, kötücül olmayan, zararsız, iyicil (ur veya hastalık). " anlamları taşır. Buna göre AKL-I SELİM, "doğru akıl" demektir... Maalesef diplomalı câhiller "çok akl-ı selim insan" şeklinde kullanır oldular. Halbuki "çok akl-ı selim SÂHİBİ insan" demeleri gerekir. Aynı şey TAKVA için de geçerli... "dînin yasak ettiği şeylerden sakınıp, buyurduklarını yerine getirme, züht, Allah'tan korkma, ALLAH korkusuyla dinin yasak ettiği şeylerden kaçınma, bütün günahlardan kendini korumak" anlamında olan bu kelimeyi "çok takva insan" diye kullanıyorlar. Halbuki "takva EHLİ insan" demek gerekir.
TECESSÜS, "belli etmeden kendini ilgilendirmeyen şeyleri öğrenmeye çalışma, merâkını gidermeye çalışma, görme-anlama merâkı" demektir.
TECELLİGÂH , "tecelli yeri. İlâhî Kudret'in, İlâhî Sırr'ın meydana çıktığı, göründüğü yer" demektir.
MEFKÛRE, "ülkü, ideal" demektir. İDEAL zâten Celse'de verilmiş. Rahmetli ATATÜRK te MEFKÛRE-ÜLKÜ kelimesini çok kullanırdı... Yâni, ilk ve gerçek ÜLKÜCÜ zannedildiği gibi Alparslan Türkeş falan değildir, ATATÜRK'tür!.. Onun ülküsü yanında Türkeş'inkilerin esâmesi bile okunmaz!.
FENÂFİLLAH , "ALLAH'ın varlığı içinde yok olma" mânâsına gelen bir tasavvufî kavramdır. Celse'de FENÂFİLLAH CEMİYET olarak kullanılmış, "ALLAH'ın gösterdiği yolda kendini fedâ etmeye hazır cemiyet" anlamındadır.
MÜFEKKİRE, "düşünme kaabiliyeti veya gücü " demektir... Yalnız bu kelime kullanılarak verilen AKL-I SELİM târifinden birşey anlamadık. sâdece bu gibi hususları nasıl ayıkladığımızı göstermek için yazıda yer verdik.
KAVMİYET , "kavme bağlılık, kavimcilik. milliyetçilik, bir kavmin kendine özgü özellikleri" demektir. Muhterem Varlık, Diyarbakırlı olmasına rağmen, yine Diyarbakırlı Ziya Gökalp gibi bölücü nitelik alan kürtçülük falan gütmemiş, TÜRK MİLLETİ için yazmış, mücâdele etmiştir.
MUÂRIZ, "karşı olan" demektir.
MUAZZEP, "azap verme, üzme" demektir.

Celsede bir RUH, CAN, BEDEN üçlüsünden bahsedilmekte... Teferruata girmeden belirtelim, CAN, RUH'un MADDE'deki tezâhürüdür.

Bir kaç seferdir gelen varlıklar, Hizmet Edilenler'den değilim, hizmet Edenler'denim. " diyor... Gerçekten de Kur'an-ı Kerim'de Cennet'e gidenlere hizmet eden Huri, Gılman gibi varlıklardan söz edilir... Yâni, Âhıret Âlemi'nde bir HİZMET EDENLER, bir de HİZMET EDİLENLER vardır. Bu arada belirtelim, bâzı cinsî sapıkların zannettiği gibi HURİ dişi değildir, erkek de olabilir. Daha doğrusu, ne dişidir, ne erkek!..

(4)

KARA BİR GÜN
Süleyman Nazif

Fransız generalinin dün şehrimize vürûdu münâsebetiyle bir kısım vatandaşlarımız tarafından icra olunan nümâyiş TÜRK ve İSLÂM'ın kalbinde ve târihinde müebbeden kanayacak bir ceriha açtı. Aradan asırlar geçse ve bugünkü hüzn-ü idbârımız zevk-ü ikbâle munkalib olsa, yine bu acıyı hisedecek ve hüzn-ü teessürü evlâd- ü ahfâdımıza nesilden nesile ağlayacak bir miras terkedeceğiz.

Almanya orduları 1871 senesinde Pâris'e' dâhil olarak Büyük Napolyon'un neşide-i mütehaccire-i muzâferiyâtı olan tâk-ı zafer altından geçerken bile Fransızlar bizim kadar hakaaret görmemişti ve bizim dün sabah saat dokuzdan on bire kadar hissettiğimiz ye's-ü azâbı duymamışlardı. Çünkü "Fransız" adını taşıyan her fert, çünkü yalnız Hristiyanlar değil, Yahudi Fransızlar'la Cezâyirli Müslümanlar o matem-i millî karşısında telehhüf ve hicâb ile ağlamış ve kızarmışlardı.

Biz ise mevcûdiyet-i milliye vü lisâniyelerini bizim ülüvv-i cenâbımıza medyûn olan bir kısım halkın hay-u huy-ı şemâtetiyle mâtem-i muazzezimize en acı hakaaretlerin bir tokat şeklinde atıldığını gördük.

"Buna müstahak değil idik" diyemeyiz. Müstahak olmasaydık, bu felâkete dûçâr olmazdık. Her kavmin sahâif-i hayâtında bir çok ikbâl ve idbar sahifeleri vardır. Fransa Kralı Birinci François'yı, Charles Quint'in mahbesinden kurtarmış ve koca Viyana şehrini kerat ile sarmış bir ümmetin defter-i mukadarâtında böyle bir satr-ı elim de mestûr imiş!

Her hâl mütehavvildir. Araplar'ın güzel bir sözü vardır:
"Isbır, feinneddehre-la yasbir" (Sen sabret, zirâ zaman sabretmez.)
(Hadisat , no. 63, 9 Şubat 1919)

(3) Varlık, MUHLİS FÂİK OZANSOY'dan bahsediyor ki, kardeşinin oğludur. Ne yaptı, bilinmez ama Varlık, "Âilemizin Ruhlarını muazzep etti..." diyor.

Munis Fâik Ozansoy, 2 Mart 1911'de, Faik Ali Ozansoy'un Midilli Mutasarrıflığı döneminde, Midilli Adası'nda doğmuştur. Şâir ve yazardır.

Galatasaray Lisesi'ni ve Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ni bitirdi. İlk şiiri 1930 yılında henüz lise öğrencisiyken çıktı. Yazdığı şiirleri Şark, Çığır, Millet, Bayrak, Hisar dergilerinde bastırdı. Hisar dergisi çevresine girerek burada başyazılar yazdı. Bir duygu şâiri olarak, Yahya Kemâl Beyatlı ve Ahmet Hamdi Tanpınar'daki şiir zevkini yakalamaya çalıştı. Ankara Sanat Severler Derneği'nde etkin bir üye oldu. Edebiyatçılığının yanısıra Basın Yayın ve Enformasyon Genel Müdürlüğü, Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği, Başbakanlık Müsteşarlığı, Pâris'te UNESCO Dâimî Temsilciliği görevlerinde bulundu.

27 Mart 1938 tarihinde Türkiye İş Bankası A.Ş. Teftiş Kurulu Başkanlığı'nda Müfettiş Muâvini ünvânıyla göreve başladı, 1 Mart 1939 târihinde istifa etti. Eğitim ve Sanat çevrelerine önemli katkılarda bulundu. 31 Mart 1975'de vefat etti. Vefâtından sonra İstanbul, Küçükçekmece'de İkitelli'de bir okula adı verildi.

Eserleri:

- Büyük Mabedin Eşiğinde, 1938
- Hayal Ettiğim Gibi, 1948
- Düşündüğüm Gibi, 1957
- Bir Daha, 1959
- Yakarış, 1959
- Zaman Saati, 1965
- Yakınma, 1968
- Kaybolan Dünya, 1971

ALP REEL ise 1960'lı yıllarda Ankara'da röntgen uzmanı olarak çalışan, röntgen çekerken elektrik akımına kapılarak bitkisel hayâta girmiş ve 8 yıl boyunca bitkisel yaşamda kalmış doktordur. O dönemde toplumda "ötenazi uygulansın mı, yoksa yaşatılsın mı?" diye müthiş bir polemik oluşmasına yol açmıştır. Kabri Ankara Cebeci Asrî Mezarlığı'ndadır. Akara Büyükşehir Belediyesi mezarlik bilgi sistemine göre (bkz: http://getir.net/nfh) ölüm tarihi 1969, yaşı 36 ve ölüm sebebi "bronkopnomoni"dir. Röntgen uzmanı olan Dr. Alp Reel, 1961 yılında bir hastanın filmini çekerken yüksek gerilime kapılır ve kalbi durur. Hemen masaj yapılarak kalbi tekrar çalıştırılır ama, elektrik akımının tamâmiyle zedelediği beyin, görevini yapamaz duruma gelmiştir. Yâni artık bitkisel hayâta girmiştir. 8 yıl sürecek bir "hayat"... Ölü gibi uzandığı yatağında bütün ihtiyaçlarının başkaları tarafından karşılandığı bir "hayat".... Sürekli yatmaktan vücûdu tahriş olan Alp'ın bu şekilde yaşamasının mı, yoksa ölmesinin mi daha yeğ olduğu günlerce tartışılır. Hattâ milletvekilleri konu hakkında önerge bile verirler.

Fakat olayın daha ilginç tarafı, Alp Reel'in başına gelen bu olayın Adnan Menderes'le ilişkisinin kurularak, ilâhi adâletin tecellisi olarak yorumlanmasıdır. Güya Alp Reel, hakaaretlerle ve türlü eziyetlerle Menderes'in Yassıada'da röntgenini çeken kişiymiş ve 9 yıllık bu bitkisel hayat, Menderes'in âhının sonucuymuş... ve daha başka iddialar...Artık hangisine inanırsanız...

Kimbilir, belki bir gün, birisi "Alp Reel'in Dramı" adlı bir belgesel çeker de, yakın târihimize ilişkin karanlıkta kalmış bu olayı da tekrardan hatırlarız.

(2) Celse'ye gelen üçüncü Varlık NEVZAT TANDOĞAN , 1894 tarihinde İstanbul‘da doğmuştur. Cumhuriyet dönemi bürokratlarındandır. İstanbul Hukuk Mektebi'nden mezun olmuştur.

Nevzat, 1914-1918 yılları arasında Kasımpaşa Erkek Numune Okulunda Musâhabât-ı Ahlâkiye Öğretmenliği yaptı. 1. Ordu Menzil Adli Müşâvirliği, Erenköy Numune Okulu, Kasımpaşa Okulu Şube Öğretmenlikleri, Anadolu Feneri Öğretmenliği de yaptı. Öğretmenlikten, İstanbul Polis Müdürlüğü 2. Şubede Müdür Yardımcısı olarak atanınca ayrıldı. Daha sonra 1. Şube müdürlüğünde de bulundu. 1927 yılında Malatya Vâlisi olarak Malatya’da görev yaptı. Buradaki vâliliği sırasında Konya milletvekili olarak gösterilip, Büyük Millet Meclisi 3. Dönem’de, 1927'de, milletvekili oldu, 4 Kasım 1929 târihinde istifa etti. Aynı yıl Ankara‘ya vâli olarak atandı. Ölünceye kadar da bu görevde kaldı.

Ankara Vâliliği ve aynı zamanda Şehremâneti Vekilliği (Ankara Belediye Başkanlığı) görevini 18 yıl boyunca yaptı.

Nevzat Tandoğan, Tek parti döneminin sembol isimlerinden birisidir. Atatürk döneminde despotluğu, hukuk tanımazlığı ile meşhurdur. Ankara'yı Çankaya Köşkü ile Ulus arasındaki Atatürk Bulvarı'dan ibâret sayar, Bulvar devamlı çöpçüler tarafından temizlenir ve aydınlatılırdı. At arabaları, eşekler, kasaba ve köylerden gelen kasketli, şalvarlı vatandaşlar kesinlikle Bulvar'a sokulmaz, arka sokaklara yönlendirilirdi. Gece sokaklarda dolaşan sarhoşlar bir kamyona doldurularak Ankara'nın 7-8 kilometre uzağına götürülüp bırakılır, buralarda ayılan vatandaşlar Ankara'ya yürüyerek dönmek zorunda kalırdı. Milletvekilleri, hatta Bakanlar bile Vâli Nevzat Tandoğan'la otorite bakımından rekaabete girememişlerdir.

Nevzat Tandoğan‘ın “Bu memlekete komünizm gerekiyorsa ve komünizm yararlı bir şeyse onu da biz getiririz, size ne oluyor?” sözü târihe geçmiş önemli sözlerindendir. 3 Mayıs 1944 târihinde Osman Yüksel Serdengeçti’nin kendisi hakkında konuştuğunu işitince, tutuklanmasını istemiş, makaamına getirildiğinde Serdengeçti’ye “Ulan Öküz Anadolulu! Milliyetçilik, komünizm size ne? Sizn göreviniz mahsûl yetiştirmek ve oğullarınızı askere göndermektir. Sizden beklediğimiz sâdece bunlardır,” demiştir. .

Said-i Kürdî’yi makamına getirterek zorla şapka giydirmeye çalışmış, kendi döneminde köylülerin Ankara’ya girmesini yasaklamıştır.

Ankara’da 1945 yılında işlenen ve o dönem ‘Ankara Cinâyeti‘ olarak anılan olayda adı geçen Vâli Tandoğan, cinâyeti kasten ve bilerek örtbas etmekle suçlandı. Yaşananların ardından çevresindeki yakın dostlarının kendine sırt çevirdiğini düşünen Nevzat Tandoğan 9 Temmuz 1946‘da tabancası ile makaamında intihar etti. Nevzat Tandoğan evli ve iki çocuk babasıydı.

Ankara’da bir meydana ve bir caddeye onun ismi verilmiştir. Meydanın ismi, 2012 yılında değiştirilmiş ve ‘Nevzat’ kaldırılarak "Tandoğan Meydanı" olarak değiştirilmişti. Ankara’da yüzlerce siyâsî parti mitingine ve eyleme ev sâhipliği yapan, şehrin sembol "Tandoğan Meydanı"nın ismi, 2015 yılının Nisan ayında Ankara Büyükşehir Belediye Meclisi tarafından "Anadolu Meydanı" olarak değiştirildi.

NEVZAT TANDOĞAN'ın intihârına giden olayı da nakledeceğiz. Ancak Celse'de "intihar mı, cinâyet mi?" sorusu pek açıklığa kavuşmamış... Zâten olay "muamma" olarak vasıflandırılmaktadır.

1925 yılının 18 Ağustos’unda Malatya’nın ileri gelen ailelerinden Karakaşzâdeler’in en büyük oğlu Abdullah Bey, ayrıldığı nişanlısına yazdığı mektubu zarfa koyduktan sonra silahını çenesine dayadı, gözleri kapattı ve tetiği çekti!... Gecenin sessizliğinde tek el silah sesi yankılandı.

Malatyalılar yeni güne bu acı haberle başladılar. İntihar olayı halk arasında, geniş yankılar uyandırmıştı. Cumhuriyet Halk Fırkası’nın merkez kazâ mutemedi ve Tayyare Cemiyeti şubesinin de reis vekili olan 25 yaşındaki Abdullah Bey, yöresinin sevilen, sayılan insanlarından biriydi. Bir süre öncesine kadar da Malatya’nın ilk vâlisi Âsım Bey’in kızı ile nişanlıydı. Nişanın bozulmasını onuruna yediremeyerek, intihar ettiği haberi kulaktan kulağa yayıldı. Malatya Gazetesi haberi, “FECİ BİR İNTİHAR… Şehid-i Aşk” başlığıyla verdi.

Karakaşzâde Abdullah Bey’in intihârı, halk arasında derin bir üzüntüye neden olduğu gibi, siyâsî çevreleri de şok edercesine etkiledi. Ankara olayı duyar duymaz, siyâsî müdâhale etme gereği hissetti. Malatya Vâlisi Âsım Bey, Bozok (Yozgat) Vâliliğine, Adalar Dâire-i Belediye Müdürü Nevzat Bey ise Malatya Vâliliği’ne tâyin edildi. Hatta Nevzat Bey’e, yeni görevini Başvekil İsmet Paşa, bizzat köşkünde kabul ederek, iltifatlar ile birlikte tebliğ etti.

Nevzat Bey, aldığı habere çok sevindi. “Şansa bak ” dedi içinden ve devam etti. “Bir parti yetkilisi, vâlinin kızıyla nişanlı olacak, kız nişanı atacak, ardından dâmat adayı intihar edecek, sen de Malatya’ya vâli olacaksın. Şansını iyi kullan, Nevzat!"

Nevzat Bey, Başvekil'in memleketine vâli olmanın ne anlama geldiğini gâyet iyi biliyordu. Başarılı olması hâlinde önünde yeni kapılar sonuna kadar açılacaktı. (Aslında Başvekil İsmet İnönü Malatyalı değil; Bitlis'lidir. Bitlisli olmaktan utanır, kendini "Malatyalı" diye yuttururdu. Malatya ile ilgisi babasının bir ara orada mahkeme kâtipliği yapmasından ibâretti. Heykeli olmasına rağmen Malatyalılar İnönü'yü pek sevmezler.) O da elinden geleni yaptı. Dürüst, disiplinli, çalışkan bir vâli olarak ünlendi. Malatya Vâliliği ardından da Ankara Vâliliği'ne atandı.

Aradan tam 20 yıl geçti... İkinci Dünya Savaşı yeni bitmiş, sıcak harp döneminden soğuk harp dönemine geçilmişti. Ülkeler ittifak arayışları içinde, yeni oluşumların nasıl şekilleneceğini merak ediyor, bunun için çalışmalar yürütülüyordu. Tarafsız görünen Ankara’da ise câsuslar cirit atıyor, kıran kırana bir çekişme yaşanıyordu. Bombalar, suikastlar, şüpheli ölümler, kimin ne yaptığı meçhûldü. Aynı dönem Türkiye’nin ne tarafta yer alması gerektiği bir tartışma konusuydu. Savaşa girilmemişti ancak gidilecek, uygulanacak yöntem de belli değildi. İçeride Devletçi politika uygulama çalışmaları devam etmekle birlikte, liberal yaklaşımlar da
sesini duyurmaya başlamıştı. Amerika ile süren sürtüşmeler, Rusya’nın Kars ve Ardahan’da toprak, Boğazlar'da üs talepleri iddiası ortamı iyiden iyiye germişti.

Yıl 1945... Ankara’da bir sonbahar akşamı… Aynı zamanda Rus Sefâreti’nin doktorluğunu da yapan, Ankara’nın tanınmış doktorlarından Neşet Nâci Arcan son hastasıyla ilgilenirken spor ceketli, gözlüklü genç bir adam daha muayene olmak için gelir. İçerideki hasta çıkınca da muayenehâneye yönelir. Yaklaşık 10 dakika sonra doktor “Yetişin adam öldürüyorlar!” diyerek odadan fırlar. Peşinden de genç “hasta”!.. Arcan’ın çığlığı işe yaramaz... Çok kısa bir süre sonra, yedi kurşun yarası alan doktorun öldüğü anlaşılır. Cinâyet yerine ilk gelip cesedi gören de Fahri Ecevit adında bir doktordur. Bülent Ecevit'in babası!... Kaatil kaçmıştır!

Haber Ankara’ya bomba gibi düşer. Herkes cinâyeti farklı yorumlar. Bu sırada radyodaki "saat bir" haberlerinde Reşit Mercan isimli gencin, “Kaatil benim” diyerek polise teslim olduğu yayınlanır. Reşit'i tanıyanlar şaşırır!.. Çünkü Reşit, değil adam öldürmek; tavuk bile kesemiyecek kadar korkak, çelimsiz, zayıf biridir. İşin ilginci, Reşit Mercan, dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kâzım Orbay’ın oğlu Haşmet Orbay’ın da en yakın arkadaşıdır!.. Robert Kolej’den arkadaş olan Reşit ve Haşmet, cinâyet öncesinde da Ankara’da aynı evi paylaşmışlardır. Reşit tutuklanır. Dahası, ilk duruşmada sürpriz bir gelişme olur. Haşmet Orbay, tanık olarak çıktığı kürsüde, silâhı Reşit Mercan’a kendisinin temin ettiğini söyler!.. Artık Haşmet Orbay da sanıklardan biridir. Mahkeme Reşit’i adam öldürmekten suçlu bularak 20 yıl ağırlaştırılmış hapis cezâsı verir. Haşmet Orbay da kaatile silâh sağladığı gerekçesi ile 1 yıl hüküm giyer. Dâvâ, içerisinde tezatlar olduğu gerekçesi ile, Yargıtay tarafından bozulur ve tekrar görüşülmesi için Bolu Ağır CezaâMahkemesi'ne gönderilir.

Reşit Mercan bu sefer çelişkili ifâdeler vermeye başlayınca, savcılık cinâyetin âdi bir suç olmadığı görüşüne varır. Reşit Mercan, mahkeme devam ederken ifâdelerini değiştirir, suçsuz olduğunu, para karşılığında suçu üstlendiğini, asıl kaatilin Kâzım Orbay’ın oğlu Haşmet Orbay olduğunu iddia eder. Haşmet'in aslında sadist birisi olduğunu, bakır tellerle elektrik vererek fare ve kedileri öldürmekte zevk aldığını, Haşmet'in tanıdığı bütün kadınların onun sadist olduğuna şâhitlik edeceğini söyler. Tanıdığı kadınlar arasında hastaneye düşenler olduğunu, Haşmet'in kadınları dövdüğünü, eziyet etmekten hoşlandığını anlatır. Haylaz biri olan Haşmet, liseyi bitirmek için Erzurum'da imtihâna girmiş, başaramayınca Maarif Vekili Hasan Âli Yücel'e müracaat ederek bir imtihan hakkı daha istemişti. Sonunda Haydarpaşa Lisesi'nde bir imtihan hakkı daha kazanmıştı... Tabii bunları hep, ayrı yaşamasına rağmen, babası Genel Kurmay Başkanı Orgeneral Kâzım Orbay'ın forsuyla yapabiliyordu.

Reşit Mercan bu arada ifâdesinde, ilk sorgulamayı Ankara Vâlisi Nevzat Tandoğan’ın yaptığını, kendisini tehdit ettiğini ve cinâyeti üstlenmesi için baskı yaptığını söylediğinde, ortalık büsbütün karışır!.. Dâvâ boyunca; "babasının konumu nedeniyle Haşmet Orbay’ın korunduğu, delillerin yok edildiği, bazı görgü tanıklarının ifâdelerinin özellikle alınmadığı" iddiaları ortaya atılır. Bu iddiaların bir kısmı doğrulanır da... Haşmet Orbay, Belediye Başkanı da olan Nevzat Tandoğan tarafından Belediye'de 170 lira maaşla "İngilizce mütercim" olarak işe alınmıştır. kayrılan bir kişidir... Mehmet Sait Esen adlı dönemin ünlü bir gazetecisi cinâyetin 100 bin lira karşılığında Haşmet Orbay tarafından azmettirildiğini, arabuluculuğu da Nevzat Tandoğan’ın sağladığını iddia eder!.. Katil zanlısı Reşit Mercan teslim olmadan önce vâlilik binasında görüşmüş, bu görüşmeden sonra teslim olmuştur. Sanık Reşit Mercan, kendi lehine tanıklık yapması için Vali Nevzat Tandoğan’ı şâhit gösterir!.. Uzun yıllardır vâlilik yapmış birisinin böylesine büyük bir hatâ yapmış olabileceğine insanlar inanmak istemez. Yine de cinâyet sonrası gözaltına alınan Reşit Mercan’la makaamında görüşme yapan Ankara’nın kudretli vâlisi Nevzat Tandoğan tanık olarak mahkemeye çağrılır!.. Ancak Nevzat Tandoğan sâde bir vatandaş gibi mahkemeye çağrılmasından çok rahatsız olur. Mahkeme’de sanıkla görüştüğünü kabûl etse de, ona herhangi bir teklifte bulunmadığını söyler. Hâkimin ne konuştuklarını sorması üzerine herhangi bir cevap vermez.

Mahkeme sırasında bir ara Reşit Mercan, "Bir dâhiliye mütehassısı tarafından muayene edilmek istiyorum. Bir gün ölür kalırsam, 'kalp sektesinden gitti' denmesin!" diye talepte bulunur. Öldürülmekten mi korktuğu sorulduğunda, "Belki bir suikaste uğrayabilirim" der!..

Sonunda gerçek suçlunun Haşmet Orbay olduğu mahkeme tarafından anlaşılır ve 18 yıl hapis cezasına çarptırılır!.. Doktoru niye öldürdüğü mahkeme safâhâtın sonuna doğru ortaya çıkar. Meğer doktordan tabanca zoru ile 10.000 lira istemiş, adam vermemiş, o da vurmuş!.. Zâten Haşmet o tabancayı zenginlerden haraç toplamak için satın almıştır.

Nevzat Tandoğan, intihar etmeden bir gün önce Adalet Bakanı Ali Rıza Türel’e “Mahkeme bana suçlu gibi davranıyor. Ben Ankara Vâlisi'yim bu durumlara düşecek adam değilim“ der ve ertesi gün, 9 Temmuz 1946’da makam odasında tabancasını kafasına dayayarak intihar eder!

Bu intihar olayının arkasındaki düğüm henüz çözülemedi. Olayın bir intihar olamıyacağını öne sürenler, Tandoğan'ın kuvvetli bir irâde ve karaktere sâhip olduğunu belirtirler. Ayrıca merminin kafatasına saplanıp kalmasından, ateş mesâfesinin 1,5 metre olduğu sonucuna varılır ki, bu da bir kişinin kendisine kurşun sıkamıyacağı mesâfedir... "Eğer kendi kendini vurmadıysa, Nevzat Tandoğan'ı kim vurdu?" sorusuna bir türlü cevap bulunamaz!

Dâvâ ve muhakeme, bir başkasını daha etkiler. 31 Mart İsyânı, Dersim İsyânı gibi olaylarda aktif rol alan, zamanın Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kâzım Orbay, bu intihar olayı ile bağlantılı olarak, görevden alınarak Askeri Şûrâ üyeliğine tâyin edilir.

Reşit Mercan hapisten çıktıktan sonra, 1960'ların başında bir trafik kazâsına kurban gider!.. Kaza raporu yazılmış ve Savcı Bey trafik kazâsını yapan otomobili süren kişiyi ölüme sebebiyetten tedbirli olarak tutuklamış... Aslında, olayın tanığı onlarca kişiye göre, ölen kişi yola fırlamıştır.

Haa, kazâyı yapıp tutuklanan kim, biliyor musunuz? İsmet Paşa'nın oğlu Ömer İnönü!.. Bu kadar tesâdüf olur mu, demeyin!.. "Olmaz" olmaz!... Savcı Mumcuğlu sonradan onu kurtarmış mı, bilinmez. Ama o ünlü tutuklamadan sonra Hayrabolu günleri... ve gelsin Savcı Mumcuoğlu'na Tekirdağ senatörlüğü!...

Daha fazla bilgi istiyorsanız, İhsan Tombuş'un "Ankara Cinâyeti" (2003, Bilgi Yayınevi) adlı kitabını okuyun.

Ömer İnönü'ye atfedilen bir başka trafik kazâsı daha var. Tam 1950 seçimlerinden 10 gün önce ortaya atılıyor, 1945 yılına âit bir vak'a... Ancak o iddianın İsmet Paşa'nın kazanmasını önlemek için bir iftirâ olduğu kanaati yaygın... Ömer İnönü'yü üzen 4 Mayıs 1950 günkü Zafer gazetesindeki bir yazı ve DP milletvekili Ahmet Gürkan'ın iddiaları idi... Onu da okuyabilirsiniz.

Varlık celsede "Âlet oldum, âletle suçumu ödedim" diyor... Âlet olduğu olay Genelkurmay Başkanı'nın haylaz, sadist, kaatil ruhlu oğlunu kurtarmak... Suçunu ödeten âlet ise bir tabanca... Ama tetiğe kim bastı, bilinmez. Varlığın "Öldürüldünüz mü, intihar mı ettiniz?" sorusuna kaçamak cevap vermesi, MAKSUT MENZİLİ'nde olması, cinâyet şüphesini artırmaktadır... Doğrusunu ALLAH bilir.

Varlık bir de HALÛK diye birinden bahsetmektedir. Arayınca bulduk, HALÛK TANDOĞAN (1925-1988) , değerli bir hukuk profesörü imiş. Nevzat Tandoğan'ın yeğeni imiş... Varlık Halûk'tan kendi çocuklarına bildirmesini, çocukların annelerine daha fazla ihtimam göstermelerini istemiş...

Celse de enteresan, Celse Tetkiki'nde ortaya çıkan hususlar da çok enteresan!.. İşte ben bu yüzden Spiritualist olmayı çok seviyorum.

Ruhi Selman

selman@journalist.com

***

  • Önemli Sayfalar:

    - BİR SPİRİTUALİSTİN DÜNYASI - ANA SAYFA
    - BİR TEBLİĞ
    - ÖLÜM VE SONRASI
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 1
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 2
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 3
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 4
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 5
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 6
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 7
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 8
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 9
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 10
    ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 31
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 32
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 33
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 35
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 36
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 37
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 38
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 39
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 40
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 50
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 51
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 52
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 53
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 54
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 55
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 56
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 57
    - BİR OBSESYON VAK'ASI
    - ÖTE ÂLEM'DEN ŞİİRLER - 1
    - RÜYÂLAR - 1
    - RÜYÂLAR - 2
    - REİNKARNASYON - 1
    - REİNKARNASYON - 2
    - ANADOLU'DA REİNKARNASYON ŞİİRLERİ
    - İRLANDALI ŞÂİR JAMES CLARENCE MANGAN ANADOLU'DA MI YAŞADI?
    - FİNCAN CELSELERİ - 1
    - FİNCAN CELSELERİ - 2
    - FİNCAN CELSELERİ - 3
    - EKMİNEZİ ÇALIŞMASI
    - RÛHÎ FİLİMLER - 1
    - ENTERESAN RÛHÎ OLAYLAR
    - ERGUN ARIKDAL VE SÂDIKLAR PLÂNI'NI TENKİT
    - BÜLENT ÇORAK VE DÜNYA KARDEŞLİK BİRLİĞİ SAFSATASI
    - CENAP BAŞMAN VE MARON TARİKATI
    - SAPKIN RAEL TARİKATI
    - TRANSANDANTAL MEDİTASYON KANDIRMACASI
    - MELEKLER'DEN MESAJ ALDIĞINI SANAN ŞAŞKINLAR
    - ŞEYTANA TAPAN SATANİSTLER
    - MEKTUPLAR