BİR SPİRİTUALİSTİN DÜNYASI

ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 5

Şimdi yeni bir Geri Varlık'la karşılaşacağız... Dedik ya, her Medyum Âhıret Âlemi'ni farklı târif eder. Ayrıca her Medyum'un Medyumluk özellikleri de farklıdır. Bu Medyum'umuz her çalışmada ayrı varlıklarla irtibata geçebiliyordu. Bunların bir kısmı geri ve azap içindeki Varlıklar, bir kısmı tanınmış siyâsî ve târihî şahsiyetler, bir kısmı da Üstün Varlıklar idi... Biz bu sefer Geri Varlıklar'ı ve onların Karanlık Tabakası'nı, içinde bulundukları Ortam'ı veriyoruz.

Varlık: İsmini vermiyor
Tarih: 17.1.1960
Usûl: Hipnoz yoluyla ruhî infisal
Medyum: Ali

Medyum- Karanlık Yer'den salmıyorlar!
İdareci- Bizimle konuşmak isteyen muhterem varlık kimmiş?
M- "Muhterem" lâfını duyunca, elini yüzüne kapatıyor.
İ- Bizim için her Varlık muhteremdir. Bizimle konuşmak istiyor mu? Kendisini tanıtsın.
M- Kurtarın!... Çok karanlık!...
... Benden ricâsı varmış... Çanakkale'nin Ezine kazasında, Sarılar köyünde imiş...
... Bir yetimin mallarının idâresini kendisine vermişler, yetimin hakkı üzerine geçmiş...
...1916'dan beri cezâsını çekiyormuş!..
İ- Kendisi dua etsin, biz de dua edelim. Bu vaziyetten kurtulur inşaallah.
M- Ne siz, ne kendisi muktedir değilmiş...
... Harpten kaçmak için çifte ile elini kopartmış.
İ- ALLAH taksirâtını affetsin. Dua etsin. Yalvarsın.
M- ... Bu gece beni çok Büyük Ruhlar karşılayacakmış. Şefaat için..
İ- Hay hay. Yukarı kademelere çıktığımız zaman muhterem üstatlardan rica ederiz.
Şimdi yavaş yavaş yükseliniz.
M- ... O Karanlık Yer'den kurtardılar beni...
İ- Yanınızda kim var?
M- ... Yeryüzü Sâkini değil... O ayakta, ben yeşil bulutun üzerindeyim...
Yeryüzü Sâkini değil. Mihmandar...
İ- Bulunduğunuz yeri bize anlatır mısınız?
M- Çok renkli âlem... Çok sür'atli geçiyoruz... Çok kalabalık her taraf...
İ- Yükselmeniz devam ediyor. Rahatsız olursanız, haber veriniz.
M- ... Çok rahatım...
İ- Sür'atle yükseliniz!
M- Çekiliniz aradan!
İ- Peki. Siz konuşun.

Evet, işte böyle... Medyum'un Karanlık Tabakalar'dan aydınlık tabakalara yükselişi... Sonrasını başka bir sayfada veririz... Karanlık Tabaka'da karşılaştığı yetim malı yemiş, harpten kaçmış biri... İsmini vermemiş...

"Tüyü bitmemiş yetimin malı" bizim üçkâğıtçı politikacıların ağzından düşmez. Ama hem yetimlerin, hem öksüzlerin, hem işçilerin, hem memurların, hem çiftçilerin, velhâsıl bütün gariban halkın malını mülkünü yemekten, hem de yakınlarına yedirmekten geri kalmazlar!.. Hem de aksırıncaya, taksırıncaya, patlayıncaya, çatlayıncaya kadar!... Halbuki yetim malı yemek, dinimizde ve bütün dinlerde büyük günahtır.

- "Yetimlere mallarını verin!
Temizi pis olanla değişmeyin!
Onların mallarını kendi mallarınıza katıp yemeyin!
Çünkü bu, büyük bir günahtır."

(Nisâ Sûresi , 2. Âyet)

- "Yetimleri deneyin. Evlenme çağına (buluğa) erdiklerinde,
eğer reşit olduklarını görürseniz, mallarını kendilerine verin.
Büyüyecekler (ve mallarını geri alacaklar) diye israf ederek
ve aceleye getirerek mallarını yemeyin!
(Velilerden) kim zengin ise, (yetim malından yemeğe) tenezzül etmesin!
Kim de fakir ise, aklın ve dinin gereklerine uygun bir biçimde
(hizmetinin karşılığı kadar) yesin!
Mallarını kendilerine geri verdiğiniz zaman da,
yanlarında şâhit bulundurun.
Hesap görücü olarak Allah yeter."

(Nisâ Sûresi , 6. Âyet))

- "Yetimlerin mallarını haksız yere yiyenler,
ancak ve ancak karınlarını doldurasıya ateş yemiş olurlar
ve zâten onlar çılgın bir ateşe gireceklerdir."

(Nisâ Sûresi , 10. âyet)

Şimdi anlaşıldı mı, yetim mallarının idâresini üstlenmiş, ancak onları kendi üzerine geçirmiş Varlığın niye bu kadar azap içinde olduğu?.

Malını yemek bir yana, yetime iyi bakılması KUR'AN-I KERİM'in emirlerinden biridir.

- "Hani, biz İsrailoğulları'ndan, 'ALLAH'tan başkasına ibadet etmeyeceksiniz,
anne-babaya, yakınlara, yetimlere, yoksullara iyilik edeceksiniz,
herkese güzel sözler söyleyeceksiniz,
namazı kılacaksınız, zekâtı vereceksiniz' diye söz almıştık.
Sonra pek azınız hâriç, yüz çevirerek sözünüzden döndünüz."

(Bakara Sûresi. 83. Âyet)

Sözünden dönenler sâdece Yahudiler mi?.. Bizim Müslüman geçinenlerden çoğu da öyle yapmıyor mu?..

Bâzı insanlar... Nne bâzısı, herkes!.. herkes "iyilik yapmayı sevdiğini, sürekli iyilik yaptığını" söyler. Biz de birilerini "Çok iyi insan! Namazında, niyazında. Başı secdeden kalkmaz," diye vasıflandırırız. Son dönemde bu memleketi bu hâle "alnı secdeye değenler" getirmedi mi? Bırakın ALLAH'ı, bizi bile kandıramadılar!.. Ama bakın Yüce ALLAH iyiliği nasıl târif ediyor:

- "İYİLİK; yüzlerinizi doğu ve batı taraflarına çevirmeniz (hatta Kıble'ye dönmeniz) değildir.
Asıl iyilik, ALLAH'a, Âhiret Günü'ne, meleklere, kitap ve peygamberlere iman edenlerin;
mala olan sevgilerine rağmen,
onu yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışa,
(ihtiyacından dolayı) isteyene ve (özgürlükleri için) kölelere verenlerin;
namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren,
antlaşma yaptıklarında sözlerini yerine getirenlerin
ve zorda, hastalıkta
ve savaşın kızıştığı zamanlarda (dayanıp) sabredenlerin tutum ve davranışlarıdır.
İşte bunlar, doğru olanlardır.
İşte bunlar, ALLAH'a karşı gelmekten sakınanların ta kendileridir."

(Bakara Sûresi , 177. Âyet)

Şimdi anlaşıldı mı, harptan kaçmak için elini koparan Varlığın neden ızdırap çektiği?..

Yetim konusu bitmedi:

- "Sana ALLAH yolunda ne harcayacaklarını soruyorlar.
De ki: 'Hayır olarak ne harcarsanız o,
ana-baba, akraba, yetimler, fakirler ve yolda kalmışlar içindir.
Hayır olarak ne yaparsanız, gerçekten ALLAH onu hakkıyla bilir."

(Bakara Sûresi , 215. Âyet)

- "Bir de sana yetimleri soruyorlar.
De ki: 'Onların durumlarını düzeltmek hayırlıdır.'
Eğer onlara karışırsanız (birlikte yaşarsanız sakıncası yok).
(Onlar da) sizin kardeşlerinizdir.
ALLAH bozguncuyu, yapıcı olandan ayırır.
ALLAH dileseydi, sizi zora sokardı.
Şüphesiz ALLAH mutlak güç sâhibidir, hüküm ve hikmet sâhibidir."

(Bakara Sûresi , 220. Âyet)

- "Bunlar cimrilik eden, insanlara da cimriliği emreden
ve ALLAH'ın, lûtfundan kendilerine verdiği nimeti gizleyen kimselerdir.
Biz de o nankörlere alçaltıcı bir azap hazırlamışızdır."

(Nisâ Sûresi , 37. Âyet)

"Hadi, söylemiyeyim" diyordum ama, dayanamadım.... Üç-beş kuruş parası, iki-üç mülkü olanın tafrasından, kasıntılığından geçilmiyor!.. Heriflerin burnundan kıl alınmıyor!.. Halbuki ALLAH bu sonradan olma, kenar mahalleden gelme zenginlere ihtar ediyor: "O mallar sizin değil!.. Yerde, gökte ne varsa, hepsi ALLAH'ın!.." (Âl-i İmran Sûresi 109. Âyet ve diğer pek çok âyet) "Öyleyse servetinizden yakınlarınızı, çalıştırdığınız kişileri, yetimleri ve yoksulları yararlandırın!" diyor...

Müslüman geçinen politikacılar, işadamları arasında gösteriş olsun diye fakir-fukaraya az da olsa yardım eden çıkar da; politikacılar emirleri altında çalışan memurlara, işadamlarında elleri altında çalışan isçilere, bırakın iyilik etmeyi; haklarını bile vermezler!.. Onlar çevrelerine iyilik etseler bile, gösteriş için olduğundan, "iyilik yapıyoruz" diye kasıldıklaından ALLAH indinde hiç makbûle geçmez!..

- - "ALLAH'a ibâdet edin ve ona hiçbir şeyi ortak koşmayın!
Ana babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya,
yanınızdaki arkadaşa, yolcuya, elinizin altındakilere iyilik edin!
Şüphesiz, ALLAH kibirlenen ve övünen kimseleri sevmez."

(Nisâ Sûresi , 36. Âyet)

- "Bunlar, mallarını insanlara gösteriş için harcayan,
ALLAH'a ve Âhıret Günü'ne de inanmayan kimselerdir.
Şeytan kimin arkadaşı olursa, o ne kötü arkadaştır."

(Nisâ Sûresi , 38. Âyet)

Şımarıp böbürlenmek, insanlara gösteriş yapmak
ve (halkı) ALLAH yolundan alıkoymak için yurtlarından çıkanlar gibi olmayın!
ALLAH onların yaptıklarını kuşatıcıdır."

(Enfâl Sûresi), 47. Âyet)

"Din Günü'nü yalanlayanı gördün mü?
İşte o, yetimi itip kakar.
Yoksulu doyurmayı teşvik etmez.
Yazıklar olsun o namaz kılanlara ki,
Onlar namazlarını ciddiye almazlar.
Onlar (namazlarıyla) gösteriş yaparlar.
Ufacık bir yardıma bile engel olurlar.

(Maûn Sûresi , 1-7. Âyetler)

Bâzıları Ruhiyat'tan, Spiritualizm'den, Âhiret Âlemi'nden bahsederken böyle dinî ifadeler kullanmamızı, "İslâm, Kur'an, Peygamber, din" dememizi uygun bulmuyor... Halbuki Ruh'la, Öbür Dünya ile, Tekâmül ile, Rüya ve Tefsiri ile, büyü ile, Reinkarnasyon ile, telkin ve Rûhî Şifâ ile, iyi insanların ve kötü insanların Âhıret'teki durumları ile alâkalı pek çok şey, bizim kitabımız KUR'AN-I KERİM içinde var. Dünyâ'da DİN, zâten bunun için vardır. Bizi Âhıret'e hazırlamak, Tekâmül ettirmek, ALLAH'a yakınlaştırmak için vardır. Öyleyse niye yararlanmıyalım ki?

Yetim Malı Yiyen kişi için bir başka celse de şöyle deniyor:


Tarih: 17.1.1961
Usûl: Hipnoz yoluyla ruhî infisal
Medyum: Ali

Medyum- ... DÜRRİYE ismindeki yetimin sefâlet içinde ölmesine sebep olmuş...
Yeri tâyin edilmiş onun... Asla affedilmiyecekmiş!
İdâreci- Şu yetim malı yiyen... Şefaat ve yardımdan mahrum, öyle mi?
M- Hazret-i Fahr-i Kâinat dahi şefaat etmiyecekmiş... Yetimin hakkını gasbetmiş...

Yalnız bizim listede DÜRRİYE diye Geri bir Varlık var... Şimdi de DÜRRİYE diye bir yetimden söz ediliyor.... Acaba o dönemde Dürriye adı, Nesibe adı yaygın mıydı da, ikisi böyle karşımıza çıkıyor?.. Yoksa Varlıklar kendi isilerini değil, de, hep bu adları mı veriyorlar?..

Her neyse!.. Ad mühim değil... Yetim Malı yemek büyük günah!.. Onu görmüş olduk.

***

Gene geri bir Varlıkla karşılaşacağız...Medyum yükselirken Karanlık Tabaka'da bir kadın görüyor.

Varlık: Nesibe
Tarih: 11.4.1961
Usûl: Hipnoz yoluyla ruhî infisal
Medyum: Ali

İdareci: Kimmiş bu kadın?
Medyum: ... Arkasında kendisine benziyen, siyahlar giymiş bir sürü kadınlar var...
İ- Bizimle görüşmek mi istiyorlar?
M- ... Tırnakları uzamış, saçları topuklarına kadar... dağınık... Korkmuş yüzler!...
İ- Bizden bir şey mi istiyor?
M-... Hayır... Ben... benden istiyor.
İ- Ne istiyorlar?
M- ... Samsun'un Kavak kazâsından, Başlık köyünden NESİBE...
Sevgilisi için kaynanasıyla kocasını zehirlemiş.
İ- Ne istiyorlar sizden?
M- Şefaat ve rahmet.
İ- Biz de dua ediyoruz kendileri için. İnşaallah bu durumdan kurtulurlar. ALLAH günahlarını affetsin.
M- ... İdam edilmiş, Samsun'da... Yukardan af ve mağfiret istiyor...
İ- Yukarı çıktığımız zaman söyleriz. Yalnız kendileri de dua etsinler.
M- ... Salmıyorlar.... Gerilerde denkleri varmış.
İ- Ne zaman olmuş bu olay?
M- ... 84 yılının Teşrin-i Evvel 17, Çarşamba... sabah... 1884 yılının...
İ- Acaba idam olurken hissettiklerini bize söyler mi?
V- ...... O zamandan beri burada o kadar çok çekiyorum ki!.. O hissimi kaybettim.
İ- Belki de çektiklerinin sonuna gelmiştir. Kendileri yüksek ruhlardan rica etsinler, vazife istesinler,
bu durumdan kurtulurlar.
M- ... Büyük kızı bakımsızlıktan her gün günah işlediği bir yerdeymiş...
İ- Başka çocukları var mıymış?
M- ... İki kızı, bir oğlu varmış...
İ- Diğer çocuklarının vaziyeti iyi miymiş?
M- ... Küçük kızı Pembe, kendisinden beş sene sonra ölmüş...
İ- Oğlu hayatta mıymış?
M- ... Hayattaymış.... "Niçin o kadının oğlu oldum?" diye hep TANRI'ya isyan ediyormuş...
İ- Evet efendim. Şimdi kendileri inşaallah affedilir, bu sûretle huzura kavuşmuş olur.
M- ..... zÇıkıyorum... Tamâmen beyazlar giymiş çok güzel bir kadın geldi...
... Hepsi yere kapandılar... Benim elimden tuttu... Çıkıyorum.

Medyum bu yükselişten sonra muhterem bir Varlık'la İrtibat'a geçer. Onu ayrı bir sayfada veririz... Şimdi bu kısmın tahlilini yapalım.

Belki dikkatinizi çekmiştir. Bu, NESİBE adıyla gelen ikinci geri varlık... Birincisi Kütahya'nın Tavşanlı kazasından 1923 yılında ölmüş Nesibe idi. Bu da 1884'de... Samsun'un Kavak kazasının Başlık köyünden NESİBE... 84 yılının Teşrin-i Evvel 17, Çarşamba... sabah..." asılmış... Demek ki o yıllarda Nesibe adı yaygınmış.

Samsunlu Nesibe, anlattığına göre, sevgilisi uğruna hem kaynanasını, hem kocasını öldürmüş." Sebep olduğu felâket sâdece bu cinâyetler değil. "Küçük kızı bakımsızlıktan ölmüş. Büyük kızı kerhâneye düşmüş. Oğlu da anası yüzünden isyankâr bir kul olmuş. Nesibe idam edilmiş... Ama yetmemiş, bütün bunların azâbını âhirette çekiyor imiş!"

Yalnız, önemli ve her celsede dikkat etmemiz gereken bir husus var... Âhıret'e intikal eden Ruhlar, Dünyâ hayâtı ile ilgili hislerini, hâtıralarını kaybediyorlar, karıştırıyorlar. " O zamandan beri burada o kadar çok çekiyorum ki!.. O hissimi kaybettim" diyor Nesibe... Kaybettiği sâdece hisleri değil, hâfızası da!..1884'de öldüyse, 1961 târihinde aradan 1961 - 1884 = 77 yıl geçmiş... Öldüğünde büyük kızı 5 yaşında olsa, 1961'de 82 yaşında olur ki, genelevde ancak mama olarak çalışabilir... Zavallı, onu hâlâ fâhişelik yapıyor sanıyor... Oğlu da 80 yaşlarında olmalı...

Sırası gelmişken şu ay adlarını da verelim, Teşrin-i Evvel hangi ay imiş, öğrenelim... Ama önce iyice kısaltılmış bir târihçe...

Batı Dünyâsı'nda kullanılan ay isimleri genel de Sümer, Bâbil, Roma ve Süryâni adlardan alınmıştır. Roma'da Janiarius (kapı), Febriarius (arındırma) , Martius-Mars (savaş), Aprilius (güneşli), Maius (bitkileri büyüten Tanrı'dan). Janius (gençlik), Julius (Sezar'ın adı) , Agustus (Oktavius'un adı) , September (8. ay) , Oktober (9. ay) , November, December... Eskiden Roma'da Mars (savaş), Venüs (güzellik) , Terminus (yaşlılık) , Juventus (gençlik) kelimeleri de ay adı olarak kullanılrdı.

Süryânîler'de Azar, Nisan, Ayar, Haziran, Temmuz, Ab, Eylül, Tişrin, Kaanun, Şubat ayları vardır. Temmuz Sümerler'den alınmıştır.

OSMANLI'da Rûmî takvimde Mart, Nisan, Mayıs, Haziran, Temmuz, Ağustos, Eylül, Teşrin-i Evvel, Teşrin-i sâni, Kaanun-i Evvel, Kaanun-i Sâni adları kullanılırdı. Buna göre Teşrin-i Evvel, EKİM ayı olmaktadır.

Hicrî aylara gelince; Muharrem, Safer, Rebi-ul Evvel, Rebi- ül Âhir, Cemâzi-el Evvel, Cemâzi-e Âhir, Recep, Şaban, Ramazan, Şevvâl, Zilkade, Zilhicce şeklinde sıralanır. Diğerleri Güneş takvimi iken, bu Ay takvimine göredir.

Edouard Chavannes'in "Le Cycle turc des Douze Animaux - 12 Hayvanlı Türk Takvimi " adlı araştırmasında, Asya'da kullanılan 12 Hayvanlı takvimin, TÜRKLER'e âit bir takvim sistemi olduğunu ve Çinliler'in bu takvimi TÜRKLER'den aldığını düşünerek bu adı koymuştur. Göktürkler, Uygur Türkleri, Tuna Bulgarları, İdil Bulgarları da Hiung-nu'lar ve büyük ihtimalle Hun Türkleri’nde de kullanmıştır. Milattan önce 2367 yılında başlar. Buna göre ay adları şöyledir (Parantez içindekiler Çince'deki adı): Sıçgan (fare), Ud-Boğa (öküz), Bars (Pars), Tavşgan (tavşan), Lu-Balık (ejderha), Yılan (yılan) , Yunt (at) , Koy (koyun) , Bıçın (maymun) , Tabuk (tavuk) , İt (köpek) , Tonguz (domuz)

***
Bu ruhî irtibatta bir aldatma var. Bakalım hangi noktada bu ortaya çıkıyor, tesbit edebilecek misiniz?

Varlık: Halime
Tarih: 6.12.1960
Usûl: Hipnoz yoluyla ruhî infisal
Medyum: Ali

İdareci- Gördükleriniz ve hissettiklerinizi lûtfen bize anlatınız.
Medyum- ... İmkânsız!..
İ- Neden?
M- Kelime bulamıyorum.
İ- Bulunduğunuz yeri anlatın.
M- Sormayın.
İ- Neden?
M- Zâten yeşil bulutlar...
İ- Yükselmeye devam ediniz.
M- Tükenmiyor.
İ- Yükseliniz!
M- Hep yeşil bulutlar... Hiçbir şey görmüyorum... Bomboş... UĞULTU duyuyorum...
Etrafıma bakıyorum, hiçbir şey yok...
İ- Yükselmeniz devam ediyor.... Şimdi nasıl?
M- Azıcık daha çıkayım... Yeşil bulutlar bitti...
İ- Şimdi neredesiniz?
M- Hep gümüşî renk....
İ- Yükselmeye devam ediniz..... Şimdi nasıl?
M- Altımda şimdi....
İ- İzahat veriniz.
M- Bomboş... çok tatlı...
İ- Burada durunuz. Etrâfınıza bakınız.
M- ... Çıkmak istiyorum!
İ- Ağır ağır çıkıyorsunuz... Gördüklerinizi ve hissettiklerinizi anlatınız.
M- İmkânsız!.. Nefes alıyorum... Burada tat var...... ÇIKMAK İSTİYORUM!.... Duramıyorum!...
İ- Yükseliyorsunuz ağır ağır..... Burası nasıl?
M- Biraz daha çıkmak istiyorum.
İ- Hissettiklerinizi ve gördüklerinizi söyleyiniz.
M- Şimdi renk yok orada.... Çok nefis bir koku hissediyorum...... ÇIKMAK İSTİYORUM!...
İ- Ağır ağır çıkmaya devam ediniz.
M- .... Durayım artık.
İ- İyi misiniz?
M- Hayır... Çok sıcak!..
İ- Biraz aşağıya ininiz.... Rahat mısınız?
M- ... Evet.
İ- Ufkî olarak dolaşınız. Bizimle konuşmak isteyen muhterem Varlıklar'la temas temin ediniz.
M- ... Yetişemiyorum.
İ- Kime? Nereye?
M- Onlara... Bulutlar üzerine oturmuşlar...
İ- Rica edin.
M- ... Duyamıyorlar.... Koşuyorum...
İ- Başka bir Varlık'la Temâs'a çalışın.
M- Eğiliyorlar... Selâm veriyorlar... Geçiyorlar...
İ- Sorunuz onlara. Bizimle görüşmek isterler mi?
M- ,,, Sesimi duymuyorlar.
İ- Yanaşınız.
M- ... Yanaşamıyorum.
İ- Siz de onlara selâm vererek ayrılın. Başka Varlıklar'la temas temin edin.
M- ... Şimdi oturdukları bulutların rengi SİYAHLAŞTI... Burası KARANLIK!...
İ- Biraz yükselin.
M- ... Sıcaklık başladı.
İ- İniniz.... İyi mi?
M- ... Çok iyi...
İ- Temâs'a çalışın.
M- ... Kimse yok burada...
İ- Dolaşınız.
M- ... Yeşil bulutun üstüne yatmak istiyorum.
İ- İstirahat ediniz.... Temas temin edemediniz mi?
M- ... HALİME isminde bir kadın geliyor.
İ- Bizimle görüşmek mi istiyor?
M- ... Şu anda hastanede NURİ isminde bir oğlu varmış.
İ- Hangi hastanede?
M- ... Ankara'da.
İ- Bizden yardım mı istiyor?
M- ...Kan arıyorlarmış.
İ- Rahatsızlığı nedir?
M- ... Bilmiyor.
İ- Hangi hastanededir?
M- ... Tepe üstündeki Dârülfünûn Hastanesi.
İ- Şifâ bulacak mı oğlu?
M- ... Kan bulamamışlar.
İ- Bizimle görüşmek için mi gelmiş?
M- Hayır.
İ- Bize yardım etmek istemiyor mu?
M- Hayır.... Çok üzgün.
İ- İnşaallah oğlu şifâ bulur. Dualarınız kabul olur.
M- ... Onlar dua edemezmiş.... Gitti!
İ- Diğer Varlıklar'la temas temin etmeğe çalışınız.... Dolaşınız.
M- ... Hey gidi sermest eden!... Gitti.
İ- Kiminle konuştunuz?
M- Bilmiyorum.... Birisi geldi....
İ- Dolaşmaya devam ediniz.
M- ... Çok meşgûller.... Buluttan yapılmış bir taht... Taht üzerinde birisini taşıyorlar...
İ- İyice tetkik ediniz ve bize bildiriniz.
M- Yalnız yüzünü görüyorum... Çok güzel bir kız.... Bir tarafta yaşlı erkekler...
Bir tarafta yaşlı kadınlar... Arkasından genç erkekler.... Gittiler.
İ- Dolaşmaya devam ediniz.
M- ... KARARDI burası...
İ- Yavaş yavaş yükseliniz.
M- .... Çok SOĞUK.... ... Aydınlık....
İ- Biraz daha yukarı çıkınız... Burası nasıl?
M- ... Çok güzel...
İ- Burada dolaşınız.
M- .... Yatayım mı?.... İNDİRİN BENİ!..
İ- Biraz ininiz.... Burası nasıl?
M- ... Kokuyu arıyorum...
İ- Biraz daha inin... ... Burası nasıl?
M- ... Altımda yıldızlar görüyorum...

Bu İrtibat, Celse İdârecisi'nin acemi dönemlerinde kurulmuştur. Ancak Medyum'un Hâmi Ruhları sâyesinde bir tehlike ile karşılaşmadan Celse tamamlanabilmiştir.

Medyum'un Geri Varlıklar'ın Tabakası'nda bulunduğu, bir aldatma olduğu ilk ne zaman anlaşılabilirdi?.. Celseyi şöyle bir baştan gözden geçirin ve cevâbınızı verdikten sonra aşağıdaki açıklamayı okumaya devam edin....

Bizce Celse İdârecisi "uğultu duyuyorum" ifâdesinden sonra şüphelenmeli idi... Sonra medyum "çok tatlı" diyor, ama hemen arkasından "Çıkmak istiyorum!" diye feryad ediyor. Demek ki, o "tatlılık" bir aldatmaca!.. "Duramıyorum" ifâdesi de Hâmi Varlıklar'ın ona yardımını gösteriyor. O Karanlık Tabaka'da durmasını istemiyorlar. Yine biraz sonra "çok nefis bir koku" duyuyor, ama hemen arkasından "çıkmak istiyor!.." Demek ki, o koku da aldatmaca!.. Ardından "bulutlar üstüne oturmuş Varlıklar" görüyor ama, onlar sesini duymuyor... Hâmi Varlıklar duyurmuyor, İrtibat'ı önlüyor. Zâten biraz sonra o bulutlar kararıyor. Az yükselince de Geri ama Zararsız bir Varlık olan HALİME ile karşılaşıyor. Ardından aldatıcı "çok güzel bir kız, taht üzerinde" filân geliyor... Ama gene "ortalık kararıyor..." Onun da aldatmaca olduğu ortaya çıkıyor. Hâmi Ruhlar, Geri Varlıklar'ı uzaklaştırıyor... Medyum yükselerek nihâyet Vasat Varlıklar ile irtibata geçebiliyor.

İşte böyle dostlar!.. Fincan yürütmek, adam uyutmak kolaydır ama, tehlikeli durumlara düşmek te aynı derecede kolaydır. Ruhlar'la irtibat önce iyiniyet ve sabır, sonra bilgi ve tecrübe ister. Her babayiğidin harcı değildir!

***

Bir irtibat daha....

Varlık : Odacı Râmiz'in oğlu
Tarih : 6.12.1960
Usûl : Hipnoz yoluyla ruhî infisal
Medyum: Ali

Medyum - (Miralay Fethi Bey ile görüştükten sonra) İndirin beni!
İdareci- İniyorsunuz.... Rahat mısınız?
M- Deminki kokuyu arıyorum.
İ- Biraz yükseliniz.... Burası nasıl?
M- ... Yeşil bulutlar...
İ- Biraz daha yükseliniz.
M- .... Bir çocuk... Üzerinde çeşitli yazılar bulunan bir kâğıt parçası yazdırıyor.
İ- Okuyunuz.
M- ... Okuyamıyorum.... Öpmek istiyor.
İ- Öpsün.
M- Ben de istiyorum.
İ- Siz de öpün.
M- ... Maçka'da Odacı Râmiz'in çocuğu imiş.
İ- Bizimle görüşmek istiyor mu?
M- ... Beni gördüğünü babama yazmış...
İ- Bunları asla unutmayın.
M- ... Onun için bir mâni yokmuş. Her tarafa gidebiliyormuş...
İ- Bizi muhterem Varlıklar'la temas ettirsin, lûtfen.
M- ..."Hep benim için iyi dileklerde bulunmuş mudur?" diyor...
Söyliyeyim mi vazifemi yaptığımı?
İ- Söyleyin.
M- ... Daha çok Râmiz'e yardım etmek isterdim.
İ- Bizi muhterem Varlıklar'la temas ettirin, lûtfen.
V- Kimi istiyorsunuz?
İ- Mehmet Âkif Bey'i rica ediyoruz.
M- ... Hepsi ayrıldı... Şimdi dolaşacağım.... Bulacağım.... Şimdi biraz yatayım.
İ- İstirahat ediniz.
M- ... Râmiz'in çocuğu geldi.... Samsunlu birisi gelmiş... Onunla konuşuyor...
İ- Bizi temas ettirecekti Mehmet Âkif'le.
M- ... "Geleceğim," demiş...
Varlık- ... Beni rahatsız etmeyiniz!
İ- Özür dileriz kendilerinden.
M- ... Koşayım mı?
İ- Gitti mi?
M- Gidiyor...
İ- Arkasından gidiniz. Bizim ricalarımızı ve af dilediğimizi söyleyiniz.
V- ... Kırgın değilim...Rahatsız etmesin beni!
İ- Başka bir emirleri var mı?
M- ... Gitti.
İ- Çocukla Temâs'a geçiniz.
M- .... Kayboldu.... ÜŞÜDÜM!...
(Manyetik pas yapıldı) ... Çok sıcak oldu.... Halsizim...
.... Bulutlar SİYAH oldu...

Demek ki gene bir aldatma var... "Üşüdüyse, Bulutlar siyah oldu"ysa, bir aldatma var!.. Zâten Celse İdârecisi seviyesini bilmediği Râmiz'in Oğlu'ndan kendisini Mehmet Âkif'le görüştürmesini istiyor. Değil Râmiz'in Oğlu, Üstün bir Varlık dahi insanı istediği kişi ile kolay görüştüremez!.. Burası Amerika mı ki, Medyum her karşısına oturanı babasıyla, anasıyla, danasıyla görüştürsün!.. Çok şükür öyle sahtekâr "medyumluk" Türkiye'de pek yaygın değil!.. Bizim derdimiz hacı-hoca, cinci-üfürükçü-uzaycı-Atlantisci-Agartacı takımı ile!..

Aldatmanın bir başka işâreti de medyumun üşümesi, sıkılması, tedirgin olması, çıkmak, ayrılmak istemesidir. Celse İdârecisi'nin Medyum'u çok sıkı takip ve tahlil etmesi gerekir.

***

Bir geri varlık daha...

Varlık : Hebebçioğlu Lütfi
Tarih : 23.5.1961
Usûl : Hipnoz yoluyla ruhî infisal
Medyum: Ali

İdareci- Kimdir karşınıza çıkan?
Medyum- Hebebçioğlu Lütfi.
İ- Bizden ne istiyorlarmış?
M- 1812'de İzmir'de ölmüş.
İ- Ne işle meşgûlmüş?
M- Vakfiye Mütevellisi... Vakfiye gelirini geliş gâyesinden ayırmış. Kendi menfaati için kullanmış.
İ- ALLAH taksiratını affetsin. Bizden birşey istiyorlar mı? Bir yardımda bulunabilir miyiz kendisine?
V- Onlar da benim gibi... Fâtihalar Ülkesi'ne sefer yapıyorsun. Benim için de bir şey söyleyin.
İ- Peki, efendim... Şimdi yükselmeye devam edin.
M- Görünmeyen bir sesle yere kapandı. Sürüne sürüne yolumdan çekildi.
İ- ALLAH taksiratını affetsin. Lûtfen yükselmenize devam ediniz.

Hebebçioğlu Lütfi... Ne yapmış?.. Vakıf gelirini, yani milletin malını kendi menfaati için kullanmış, zimmetine geçirmiş, harcamış!.. Âhıret'e intikâl edince bunun ızdırabını çekiyor, yardım bekliyor.

Ey "Devlet malı deniz, yemeyen domuz" diyenler!... Esas domuzun kim olduğunu, nasıl yerlerde süründüğünü gördünüz mü?..

Kurtuluş yok!.. Üstelik bu konuda Peygamberimiz (s.a.v.) ile ilgili bir kıssa var... Hz. Ömer anlatıyor:

- Hayber günü, Peygamber’in arkadaşlarından bazı kimseler, "falanca şehit oldu, filanca şehit oldu" derken,
diğer öldürülmüş bir adama rastladılar, onun için de "falanca adam şehit oldu, Cennet'e gidecek" dediler.

- Ancak Peygamber buna itiraz etti ve "Hayır; onun Vakıf malından çaldığı bir hırka
(veya bir aba) yüzünden ateşte olduğunu gördüm" diye buyurdu ve

- "Ey Hattab'ın oğlu! Çık, insanlara şunu ilân et ki,
‘Müminlerin dışında kimse Cennet'e giremez!"

dedi. Ben de çıkıp ‘Şunu iyi bilin ki, Müminler'in dışında (gençekten inananlar
ve inandığı gibi davrananlar dışında) kimse Cennet'e giremez’
diyerek insanlara seslendim.

(Müslim, İman, 182; İbn Kesir, Ali İmran, 3/161. ayetin tefsiri)

Bakalım, tefsiri verilen âyet ne hakkında imiş?

"Hiç bir peygambere ganimeti ve devlet-millet malını aşırmak yaraşmaz.
Kim böyle bir aşırma ve ihânette bulunursa, Kıyâmet Günü aşırdığı ile gelir.
Sonra da herkese kazandığının karşılığı noksansız ödenir.
Onlar haksızlığa da uğratılmazlar.

(Âl-i İmran, 161. Âyet)

Peygamber'e; bırakın Devlet-millet malını aşırmak, savaşta ganimetten pay verirken haksızlık yapmasına dahi izin verilmemiştir.

Bre hırsızlar, soysuzlar, himmetçiler, zimmetçiler, rüşvetçiler, talancılar, yalancılar!.. Mutlaka yediğinizin hesâbını vereceksiniz!

***

Şimdi nakledeceğimiz kısım bir Varlık'la değil de, Medyum'un ulaştığı Vasat'la ilgili... Bakın bakalım, aşağıdaki hangi ifâdeler Celse İdârecisi için birer ikaz teşkil ediyor.


Tarih : 14.12.1960
Usûl : Hipnoz yoluyla ruhî infisal
Medyum: Ali

Medyum- ... Işık... Mâvi tüllere sarılmış insanlar secdedeler...
İdareci- ALLAH kabul etsin.
M- ... Bir tarafta KORKUNÇ BİR UĞULTU... Bir tarafta nefis bir âhenk...
İ- Evvelâ bulunduğunuz yerde hissettiklerinizi söyleyin.
M- ...Herkes secdede.
İ- Başka ne hissediyorsunuz?
M- ... Bulunduğum yer gâyet ılık... Fakat sağ tarafımdan çok kuvvetli sıcak bir rüzgâr esiyor...
İ- Rahatsız mı oluyorsunuz?
M- Hayır...
İ- İyi öyleyse... Daha başka???
M- .... Altımda kaldı onlar...
İ- Yükselmeniz devam ediyor.... Burası nasıl?
M- ... Durayım burada...
İ- Durunuz burada... Burası nasıl?
M- Oturayım mı?
İ- Evet. Hissettiklerinizi söyleyin.
M- ... Fakat SİYAH YER'de oturmak istemiyorum.
İ- Efendim?
M- SİYAH bir yere oturdum.
İ- O halde biraz yükseliniz. ... Burası nasıl?
M- Güzel... Kaybettiğim kokuyu buldum.

Medyum uğultular duyuyor, tehlike sinyali... sonra "siyah yere oturmak istemiyor." Bu da ikaz. Celse İdârecisi hemen uyanıyor ve Medyum'a yükselmesini söylüyor. Medyum yukseliyor ve her zaman Üstün Varlıklar'la irtibat kurduğu güzel kokulu mıntıkaya ulaşıyor. Zâten bu Medyum'un KOKULU MINTIKA ve MAKSUT MENZİLİ dediği yerler görüştüğü Varlıklar'ın bulunduğu aynı Vasat. Her seferinde ayrı bir Varlık'la görüşüyor.

***

Medyum şimdi nakledeceğimiz Celse'nin bir bölümünde, İrtibat bitiminde Ruh ve Beden münâsebetleri birleşmek üzere inerken, şöyle bir durumla karşılaşıyor:

Varlık: Kadınlar
Tarih : 14.12.1960
Usûl : Hipnoz yoluyla ruhî infisal
Medyum: Ali

Medyum- .... YANIYORUM!... (teşevvüş hâli)
İdâreci- İnelim mi?
M- Evet.... Beni uğurlamaya geliyorlar... Çok kalabalık...
İ- Gâyet sâkin olunuz. Onları sevgi ve neşeyle karşılayın. Biz de önlerinde hürmet ve sevgiyle eğiliyoruz.
M- Çekilin aradan!... Çok güzel kadınlar hepsi... Ellerim kalkmıyor... Hepsi yüzlerini göğsüme değdiriyorlar...
Birisi bugün... bizim için ... (Söylemiyorum... Söyleseydim, ne olur!) ... Yalnız KORKUYORUM........ KARANLIK!..
İniyoruz sür'atle!.. Ruh ve Beden münâsebetleriniz birleşmek üzere...

Tabii bu anlatılanlar Medyum'un Geri Varlıklar'ın Tabakası'ndan geçtiğini gösteriyor. "Çok güzel kadınlar" aslında öyle değil. " Kadınların Medyum'un göğsüne yüzlerini sürmesi" de uygun bir davranış değil. Medyum'un korkması ve ortalığı "karanlık" diye vasıflandırması ise tam bir uyarı işâreti!.. Celse İdârecisi ikazı alıyor ve Medyum'u sür'atle indirip uyandırıyor.

***

Varlık : Musa Çuhacı
Tarih : 4.7.1961
Usûl : Hipnoz yoluyla ruhî infisal
Medyum: Ali

Medyum- .... KARANLIK YER'deyim...

İdâreci- ... Karanlık Yer'desiniz... Lûtfen geçiniz.
M- ... MUSA ÇUHACI...
İ- Nerde yaşamış? Hangi senede yaşamış?
M- Trabzon'un Vakfıkebir kazâsında.
İ- Hangi sene ölmüş?
M- ... 43'te...
İ- 1943'te.
M- ... Tarla açmak için orman yakmış... Ormanı üç sübyan, iki adamla yakmış...
... Şefaat istiyor...
İ- Dua edelim... Kendisi için dua ettik. İnşaallah bu durumdan kurtulur.
M- ... Dua istemiyor, şefaat istiyor...
İ- Peki, üst kademelere çıktığımızda ricâda bulunuruz.

Burada dikkat çekici olan nedir?.. Sâdece insanlara değil, ormanlara da zarar vermek büyük günah... Daha da genişletirsek; hayvanlara, bitkileri, böceklere, sulara, toprağa, havaya. tabiata zarar vermek de günah. Çünkü ALLAH bizi Dünyâ'ya, imâr edelim diye gönderdi. Yakıp yıkalım, tahrip edelim diye değil!..

- ".. Sizi yerden (topraktan) yarattı
ve sizi oranın imârı ile görevli kıldı...".

(Hud Sûresi , 61. Âyet)

*****
Bu sefer Medyum hem sıradan , hem meşhur bir şahısla karşılaşır. Nasıl olur, demeyin.

Varlık : Uzun Ömer
Medyum: Sabahat
Tarih : 29 Mayıs 1962
Usûl : Hipnoz yoluyla ruhî infisal
Hâzirûn: Muhtelif şahıslar

Medyum uyutulmuş, yükseltilmiş, başka bir Varlık'la görüşmüş, inerken bu şahısla karşılaşmıştır.

İdâreci- Kimmiş o Muhterem?
Medyum- Ben de başımı kaldırayım, kimse, göreyim.
İ- Kaldır, bakalım.
M- .... Çok uzun boylu... Uzun kimse görmedim bu kadar...
İ- Kimmiş bu, efendim?
M-
(güler) ........?..... (anlaşılmıyor) Tanımıyorum ama... Az çok komiğime gitti...
Ay, çok uzun boylu... Başımı kaldırıyorum, ancak yüzünü görüyorum ama...
Konuşmuyor benimle... "Uzunluğumla meşhurum" diyor...
i- Kimdir, efendim?
M- Bilmem... Ben görmedim... Onun için benzetemedim... UZUN ÖMER mi?...
UZUN ÖMER...
İ- Bir arzusu var mı?
M- ... Biraz konuşmak isteyen biri...
İ- Bize bir diyecekleri var mı?
M- ... "Ben sizle bir kaç kelime konuşmak istedim, onun için geldim," diyor...
İ- Buyurun, efendim. Arzunuz nedir?
Varlık- Bâzen kısa kimseler, 'ALLAH o kadar boy vereceğine, bana verseydi bırazıcık'
diye lâf ediyorlar herhâlde.
İ- Evet.
V- Onun için söyliyecektim. Onun iç in ALLAH'a şükretsinler. Benim gibi çok uzun
olacaklarına ve bir çok kısalar da mevcut... Onun iç in üzülmeye değmez. Bunu
söylemek istedim. Çünkü her zaman iç in öyle... Yâni, ALLAH'a isyan eder gibi
ikonuşuyorlar da... Onun iç in söylüyorum yâni... Fakat biliyorum, Medyum hasta,
onun için fazla konuşmıyacağım.
İ- teşekkür ederiz, efendim.
V- İsterseniz gidebilirsiniz.
İ- Dua edelim.
V- Evet... Hayırlı şifâlar...
İ- Gittiler mi?
M- Evet, gitti.

Bir an için kömürü bulan UZUN MEHMET sandım, daha doğrusu onunla karıştırdım Medyum'un onun çok çok uzun böylu olduğunu söylemesinin dışında. Varlığın konuşması da Tebliğ niteliğinde. Hiç kimse boyunun kısalığından şikâyet edip uzun boyistememeli. Çünkü Uzun olup ta bunun sıkıntısı çekenleri biliyorum. Ömer etmiyor ve tam tersine, şükretmemizi istiyor.

Peki, UZUN MEHMET kim?... Ben İklokul'da bile onun adını duymuştum, 8 Kasım 1829 târihinde taş kömürünü bulan Uzun Mehmet'. 1848 yılından itibâreri taş kömürünü üretimine başlanmasına yol açmıştı. 8 Kasım 1829 günü bahriye erlerinden Uzun Mehmet, Karadeniz Ereğlisi, Köseağzı, Neyren Deresi boyunda taş kömürü postasını bulmuştur. Uzun Mehmet, bulduğu kömür parçaları ile kimseye haber vermeden İstanbul'a gider ve ilgili mercilere teslim eder. Bu buluş sonrasında Uzun Mehmet devrin Padişahı Sultan II. Mahmut tarafından 5 bin kuruş mükafat ve 600 kuruş aylık ile ödüllendirilmiştir.

Uzun Mehmed'in kömürü buluşunu öğrendiğim şu İlokul'un adını hangi geri zekâlı, ama kendini allâme zanneden Millî Eğitim Bakanı "İlk Öğretim Okulu" yaptı, Orta Okul'u "Orta Öğretim Okulu" yaptı, bilemem. İyi ki , Lise'yi "Lise Öğretim Okulu" yapmadı!...

Bâzı insanlar gerçekten hayırlı bir iş yapamadıkları zaman böyle teferruatla uğraşır, iyiyi kötü yaparlar. Bir başka kötülük te köy okullarını kapatıp "taşımalı eğitim" yapmaya başlamaları!... Halbuki köy okulunun çocuklara faydası bir yana, öğretmen köyün kültüren katkı da bulunuyor; Öğretmen-İmam-Muhtar üçlüsü köyün idâresinde iş ve fikir birliği ediyorlardı. O sistemin de canına okudular. ne diyelim, ALLAH'ın dan bulsun yapanlar!...

Gelelim UZUN ÖMER'e ... Bilecikli Uzun Ömer (1922-1960), ya da gerçek adıyla Ömer Özkan, 2,,25 metrelik boyuyla ünlenmiş bir Piyango bileti satıcısı idi. Celse'de "Uzunluğumla meşhurum" demesi doğru, ve ikna edicidir.

Uzun Ömer, Bilecik'in Abbaslık köyünde doğmuştur. Doğumundan iki ay sonra ailesi, Yunan İşgali altındaki köylerinden kaçar ve savaş bitene kadar dağlarda yaşar. Daha sonra da İstanbul'a göç eder. En bilinen özelliği devlik hastalığıdır. Laşadığı dönemde dünyanın en uzun adamı olarak ünlenmiştir. Babasının, Ömer'in aksine, 1,68 metre boyunda olduğu bilinmektedir.

Boyunun uzunluğu halk arasında bir rivâyetle açıklanır. Bir gün yoksul âilesinin kapısını ak sakallı bir ihtiyar çalar ve Allah rızâsı için bir parça ekmek ister. Annesinin ekmekle birlikte evdeki yiyeceklerden de vermesi üzerine ihtiyar, "Allah sizden râzı olsun, evinizde kıtlık olmasın, çocuğunuza iyi bakın." diye bir duayla teşekkür eder. Annesi eve girdiğinde bütün kapların yemek dolu olduğunu görür. Zamanla bu yemekler tükenir; fakat Ömer'in boyu gittikçe uzar.

Uzun Ömer, İstanbul'da Karaköy Postanesi'nin yanındaki küçük bir gişede dönemin piyangosu olan Tayyare Piyangosu'nun biletlerini satmaya başlar. Buranın kamulaştırılmasıyla o dönemde vapur iskelesi olarak da işlev gören Galata Köprüsü'nün altında açtığı yeni gişede piyango bileti satmaya devam eder.

II. Dünya Savaşı nedeniyle yaşanan ekonomik sıkıntılardan dolayı karneyle dağıtılan 300 gram ekmekle doymayan Uzun Ömer, dönemin İstanbul Valisi ve Belediye Başkanı Lütfi Kırdar'la görüşür. Cumhuriyet Gazetesi'nin 15 Nisan 1942 tarihli haberi bu görüşmeyi şu şekilde aktarır:

- “....2 metre 25 santim boyunda ve 160 kilo ağırlığında, Bilecik’li Ömer isminde birisi,
dün sabah vilâyette Dr. Lütfi Kırdar’a müracaat ederek, 300 gram ekmekle
idâre edemediğini ve ağır vücudu göz önünde tutularak, kendisine daha fazla
miktarda ekmek verilmesini rica etmiştir....”

Uzun Ömer, Sait Fâik Abasıyanık'ın 13 Temmuz 1947 yılında yayımlanan, Uzun Ömer adlı öyküsüne de konu olmuştur. Sait Faik Uzun Ömer'den şöyle bahsetmektedir:

- "Akşam olunca Ömer Efendi gişesini kapar, Köprü'nün merdivenlerini uzun,
dalgın bir hülya âleminde çıkar. Kendinden altmışar,yetmişer, seksener santim
aşağıda insanların üstüne saffet dolu, hüsran dolu gözleriyle bakarak
bir tramvay vatmanının yanında iki büklüm Beşiktaş'taki evine döner.
Babasını yemeklerini yerler. Sonra tahtadan yapılmış hususi karyolası
kırıldığı için yerde hususi yapılmış şiltesine uzanır, gözlerini kapar,
helâl süt emmiş bir eş düşünür."

4 Şubat 1960 tarihinde, 38 yaşında, kalp yetmezliği sonucu ölen Uzun Ömer, özel bir tabutla mezarlığa taşınmıştır. 58 numara olan ayakkabıları, köprü altındaki gişesinde, gişeyi kendisinden sonra işletenler tarafından uzun yıllar sergilenmiştir. Celse'ye vefat etmesinden iki yıl sonra gelip, Medyum'a uzun boyuyla görünmesi enteresandır.

***

Aslında pek nâdir olur ama, bu Medyum annesi ile karşılaşıyor.

Varlık : Geri Varlık, Annesi
Medyum: Nedim
Tarih : 18 Temmuz 1961, Salı
Usûl : Hipnoz yoluyla ruhî infisal
Hâzirûn: Muhtelif şahıslar

Medyum- ..... Işık dalgaları uçuşuyor... Hiç kimse yok...
İdâreci- Daha rahat, yüksek sesle söyleyiniz. Muktedirsiniz.
M- ..... Birisi var karşımda...
İ- Kimdir bu muhterem?
M- .... Bağdaş kurmuş, oturuyor... Etraf BEYAZ ama SİYAH üstü onun...
İ- Kimmiş bu muhterem?
M- ... Yanına gidemiyorum ki!.. Sâdece bakıyor bana...
İ- Kendisiyle konuşmak için Temas temin etmeye çalışınız.
M- .... Korkuyorum...
İ- Niçin? Korkacak hiç bir şey yok.
M- ... İri gözleri var. Çok acâyip duruyor...
İ- Kendisinden yardım talep ediniz.
M- ... Eliyle Yukarı'yı gösteriyor... "Git buradan" diyor...
İ- Peki. Alrılın oradan... Yükseliniz...
M- ... Beyaz bulutların arasından geçiyorum...
İ- Sür'atle çıkınız... Vasatınızı söyleyiniz.
M- ... Çok geniş bir yer... Çok ışıklı... Çok renkli...
İ- Burada rahat mısınız?
M- Evet.
İ- Burada dolaşınız... Bizimle Temas temin etmek isteyen Muhteremler'le Temas
ediniz.
M- ... Ayağım hiç değmiyor bir yere... Çok yumuşak... Yukarı'dan bir grup geliyor...
Birisi ayrıldı......
(ağlamaya başlar) .....
İ- Kimmiş bu muhterem?
... ANNEM...
İ- Ben ve bütün arkadaşlarım dua ettiler. ALLAH kabul etsin... Bizimle konuşacaklar mı?
M- ... Hayır... "Duaya ihtiyâcım yok" diyor... "Bütün Ölmüşler'e dua etin."
İ- Bütün Ölmüşler'e dua ediyoruz.
M- ... Evet ama, daha önce bana bir şey söyliyecekmiş... Bir akşam evvel Fincan
Seansları'nda o değilmiş gelen... Bunlar Habisler'miş... Bu akşam onun için gelmiş...
Bir daha o şartlarla öyle şeylere düşmemeliymişim... Rüyâma girmemesine üzülmememi
söylüyor... "düşünme onu! Burada her şeyin bir sebebi vardır," diyor... O zaman
ölmezden 15 gün evvel söylediklerini yapmamı istiyor.
İ- Medyum'un kendisi biliyor mu?
Varlık- Biliyor.
İ- İsterseniz tekrarlayın, biz de kendisine bildirelim uyanınca.
M- "Lûzumu yok" diyor.
İ- Oğlunuz Nedim için nasihatleriniz var mı?
M- ... "Hayır" diyor. Onu kaderi çizilmiştir. Kaderi yürüyor.

Medyum meraklı... Bir gece evvel arkadaşları ile Fincan Celsesi yapmış, gelen Geri Varlık onu "annesi" diye kandırmış... Ana yüreği... Öbür Âlem'de et parçası yürek yok ama, onun duygusu devam ediyor... ana yüreği dayanamamış, gelmiş oğlunu uyarmaya!.. Ama iş o kadarla kalmıyor... Öyle bir plânlama yapılmış ki, karşısına çıkan ilk Varlık, durumdan haberdar, veya ona da ikaz etmişler, "Burada oyalanma, Yukarı çık, seni bekliyorlar" diyor... Bunu dedirten de, Kadın'a görüşme izni veren de var. Ösür Âlem'de hep İZİN VERENLER, İZİN ALANLAR var... İlerde anlatırız.

*****

Bu Celse'de Medyum sıradan bir Varlık'la karşılaşır.

Varlık : Fâzıl Güler
Medyum: Nazlı
Tarih : 2 Mart 1962 , Cuma
Usûl : Hipnoz yoluyla ruhî infisal
Hâzirûn: Muhtelif şahıslar

Medyum- .... KARANLIK bir yer...
İdâreci- Sür'atle çıkınız.
M- ...... AYDINLIK... Çok Aydınlık...
İ- Burada durunuz. Bizimle konuşmak isteyen Muhterenler'le Temas temin ediniz.
M- ... Işıklar var... Çeşit çeşit renkler... Kimseyi göremiyorum....

..... İki kişi var burada... ARKALARINI DÖNMÜŞ... Tanıyamıyorum...
İ- Bizimle konuşmak istiyorlar mı?
M- Sorayım... Beni azarlıyor... "İstemiyorum" diyor...
İ- Kendileri için dua ettiğimizi söyleyin.
M- .... Söyledim... "Senin duana muhtaç değilim" diyor...
İ- Bir arzusu var mı?
M- ... Evet, ama bizden değilmiş.
İ- Olsun.
M- Sâhipleri... annesi ve karısına darılmış... Annesinin ismi Fatma Güler'miş...
"Ben Eskişehir'liyim" diyor...
İ- Annesi de orada mı?
M- ... Evet.
İ- Kaç yaşında ölmüş?
M- .... 26...
İ- Ölüm sebebi nedir?
Ankara ile Eskişehir arasında çarpışan otomobil kazâsında ölmüş...
İ- Ne iş yaparmış o zaman?
İ- Kendisi o zaman giden kamyonun içinde yüklü olan malın sâhibi imiş...
İ- Nur içinde yatsın. ALLAH rahmet eylesin. Annesinin adresini verirse,
kendilerine bildiririz.
M- ... Hayır, istemiyor...
İ- suallerimize cevap verir misiniz?
M- ... "Çok yormazsanız, veririm" diyor....
İ- İsmini bize zöyler mi?
M-... FÂZIL GÜLER...
İ- Bizi bugün Dr. Nedim Cankat ile Temas ettirebilir misiniz?
Varlık- Ben onu görmüyorum ki!
İ- Vefat edeli kaç sene oldu?
V- Dört sene.

Celse'nin bundan sonra kısmı kaydedilememiş, yalnız şahsî sualler sorulduğunu biliyorum. Onun için bir kayıp değil...

Eğer 1958 yılında Ankara-Eskişehir yolunda bir kamyon trafik kazası tesbit edebilseydik, bu Celse hakkında daha fazla bir şeyler söylemek mümkün olacaktı. Ama ne o zaman, ne de şimdi böyle bir araştırma yapılmadı. Yapsak ta, fazla bir şey bulacağımızı sanmıyorum. Ancak Emniyet ve mahkeme dosyalarına girilirse, belki!... Bir de Karayolları Genel müdürlüğü'nün "1958 TRAFİK KAZALARI" kitabı var, belki onda yer almıştır.

*****

Medyum Nazlı ile yapılan bir hafta sonraki Celse'de yine Fâzıl Güler ve daha önce görüştükleri Doktor Nedim Cankat ile karşılaşılır.

Varlık : Fâzıl Güler, Doktor Nedim Cankat
Medyum: Nazlı
Celse İdârecisi:; Ferhan Erkey
Tarih : 9 Mart 1962 , Cuma
Usûl : Hipnoz yoluyla ruhî infisal
Hâzirûn: Muhtelif şahıslar

İdâreci- neler görüyorsunuz?
Medyum- ..... Ne bileyim?... Tuhaf tuhaf... Aaa!... O günkü konuştuğum...
İ- Kim o?
M- İkinci defa konuştuğum.
İ- Sorun bakalım.
M- ... Darılmış... Konuşmuyormuş...
İ- Niçin?
M- Ne bileyim ben?
İ- Özür dileyin.
M- ... Diledim...
İ- Şimdi ismini söylerler.
Varlık- Hayır! Bugün seninle konuşmıyacağım.
İ- Dargın mı?
V- Yok.. Bugün canım istemiyor.
İ- Bir tek şey soracağız?
M- Bir tek mi?... Sorayım, söyliyecek mi?Aaa!... "Git, dedim" diyor...
Söylemiyor...
İ- Peki... doktoru arayın...
M- .... Doktor burada değilmiş...
İ- Nerede imiş?
M- ... Daha başka yerde imiş...
İ- Öyleyse biraz daha çıkalım.
M- ... Hayır... Çıkmıyacakmışız... Sol tarafa yürüyecekmişiz...
İ- Yürüyün o tarafa doğru.
M- .... Aman!... neler var, ALLAH'ım!...
İ- Anlatınız.
M- .... Aaa!... İşte buldum... Aaa!... Gülüyor...
İ- Kimi buldunuz?
M- DOKTOR NEDİM CANKAT...
İ- Nur içinde yatsın... Bizim dua ettiğimizi söyleyiniz.
M- ... Söyledim... Başımı okşuyor...
İ- O akşam kendisini bekledik. Niçin gelmediler?
Varlık- "Masa'ya gelmem" demiştim... Öbüründen de hoşlanmadım...
Uyuyan'dan...
İ- Bizim için bir şey söylerler mi?
V- Siz sorun, ben söyliyeyim.
İ- Belma Hanım'ın rahatsızlığı hakkında bir şey söyler misiniz=?
M- ... "Peki, söyliyeyim...
(Muayene) Edeyim," diyor.
İ- Bekliyoruz öyleyse. Buyursunlar.
M- ... Aaa!.. Gülüyor... "Çok iyi, çok iyi" diyor... Arkasına "tak tak" vuruyur.
İ- karnına baktı mı?
M- Göğsüne baktı da, şimdi sırtına doktorların vurduğu gibi vuruyor...
Bugün çok neşeli... mütemâdiyen gülüyor... Belma Hanım'ın saçını okşuyor...
"Hadi bakalım, iyi oldun" diyor... Belma Hanım İYİ olacakmış!.. İYİ OLMUŞ...
İ- Tümörü var mı?
M- İşte bakıyor... O günden biraz kalmış... "Teşhis koyan doktor bulamamış
ama size diyebilirim ki, çocukların oynadıkları bilyecikler var ya, onun kadar
bir şey kaldı," diyor...
İ- O da tamâmen geçecek inşallah.
V- Tabii... Geçen günden daha az... Geçen Salı'dan...
İ- Belma Hanım için başka tavsiyeniz var mı/
V- Sizin söylediklerinizi aynen yerine getirmesini istiyorum. Başka diyeceğim yok..
İ- Çok teşekkür ederiz. Nur içinde yatınız. Bir de Medyumumuz'un sivilceleri var.
Bunları nasıl geçirelim?
V- O sivilceleri kendisi yapıyor.
İ- Nasıl kendisi yapıyor?
V- Denilen ilâcı sürmüyor. Mütemâdiyen oynuyor...
M- .... Gitti... Hem de elini yüzüme
sürerek gitti... Güle güle gidiyor

Âhıret'ten bir doktor bir hastayı muayene ediyor, sırtına "tak tak" vuruyor. Bir tümörün erimesine yardımcı oluyor... Enteresan değil mi?... Bir sonraki Celse bu hasta Belma Hanım'ın Medyumluğu ile...

*****

Yukarıda, Âhıret'ten bir doktor eliyle tedâvisi yapılan Belma Hanım ayrıca uyutulmuş, ismini vermeyen enteresan bir Varlık'la İrtibat'a geçmiştir. Şimdi o Varlık'la ikinci karşılaşmasını veriyoruz.

Varlık : İsmini Vermeyen Varlık
Medyum: Belma
Celse İdârecisi- Ferhan Erkey
Tarih : 27 Şubat 1962 , Salı
Usûl : Hipnoz yoluyla ruhî infisal
Hâzirûn: Muhtelif şahıslar

Medyum- ..... Aynı yerdeyim...
İdâreci- Burasını bize anlatın lûtfen.
M- ... AYDINLIK... Güzel bir yer... Kendim yürüyorum...
İ- Dolaşınız.
M- ... Dolaştım... Her zamanki tahtı gördüm... Ona gidiyorum... secde ettim...
Eteklerini öptüm... Kafam aşağıda...
İ- Başınızı kaldırmaya çalışınız.
M- kafamda el var, kaldıramıyorum... Saçımı okşuyor...
İ- Kendileri için dua ettiğimizi söyleyin... Nur içinde yatsınlar...
M- ... Söyledim, efendim... Doktor, şunu söylüyor: "Medyum'un rüyâsına giren
bir İBLİS var... Onun âlemini değiştirmek istiyor. Buna mâni olacak senin kuvvetin...
Göster kendi!" diyorlar, efendim...
İ- İnşallah. Bana yardımcı olursanız, TANRI'nın izniyle, elimden geleni yaparım.
Varlık- Biz yardımcıyız sana... Fakat senin kuvvet ve kudretin buna kâfi... "Evet" derse,
âlemini değiştirecek. "Hayır" derse, sizinle kahacak. Anlatabildim mi?... Anlatabildim mi?
İ- Evet.

Durup, biz anlatalım... Gerçekten bir Geri Varlık, Medyum'a musallat olmuş. Gece rüyâsına giriyor, onu korkutuyor ve teklifine "Evet" demeye zorluyor. Yâni, intihara teşvik ediyor. "Evet" derse, Bu Âlem'den Öbür Âlem'e göçecek!...

Acaba bunu kim yapıyor?... Bir tahtta oturan, Medyum'u önünde secde ettiren Varlık mı, başka birisi mi?... Bunu tesbit o kadar zor ki!.. Bâzen Obsedör Varlık, yukarıda olduğu gibi Medyum'u kurtarmaya çalışıyor gibi görünür. Tıpkı öldürdüğü adamın cenâzesine gidip ağlayan kaatil gibi... Bâzen de yardım eden bir Varlık çıkar karşımıza... Bakalım, Celse nasıl gelişecek?

İdâreci- İnşallah "Hayır" dedirteceğim.
Varlık- Bir insan nasıl hayâta bağlanır?.. Onu sorun... Hayatta en büyük arzusu nedir?..
Onu öğrenin... Size bunu söylüyorum. O arzusunu "Bugün olacak, yarın olacak" diye
oyalayın... O İBLİS'ten kurtulsun... Doktor, senin kuvvetin bunu yapacak.
İ- İnşallah. TANRI sâyesinde
V- Sende bu kudret var. Çok genç... Âlemini değiştirirse, yazık olacak. Sen de hiç
olacaksın!
İ- Bir sualim var... Takdir-i İlâhî olduğuna göre, İBLİS'in bu sözleri Medyum'da ne gibi
bir tesir yapabilir?
V- Medyum'un en zayıf tarafı,"Etrâfın senden bıktı, usandı. Artık sen de kurtul, onlar da"
diyor
(İBLİS) ... Böyle aldatıyor... O da ölmek için bahâne arayor kendine.... Fakat zinhar
Medyum bunu duymamalı... Yapacağın iş çok nâzik, Doktor... Kuvvetin buna kâfi...
İ- İnşallah. Bu akşamdan itibâren o şekilde bir tedâviye başlarım...
V- Tedâvin çok güzel gidiyor... Doktorlar çok gaafil.. Onu sen kurtarıyorsun.
İ- TANRI'nın izniyle... Bu hususta başka tavsiyeleriniz var mı/
V- Yalnız bunu bilmiyordun. Onu açıkladım.
İ- Çok iyi oldu. Nur içinde yatasınız.
V- O iyi olursa, onun göğsündeki ışıktan çok faydalanacaksın.
İ- İnşallah. Kendisine tavsiyeleriniz var mı?
V- Hayır.
İ- Benim çalışmalarım için tavsiyeleriniz?
V- Görüyorsun ki, çok güzel neticeler alıyorsun. KOSKOCA TÜMÖRÜ ERİTTİN...
Doktorlar şaşıyor... Zâten gaafil avlanıyorlar. "Hasta değil" diyorlar... Ben başka ne
diyebilirim?.. Yoluna devam et. Beni tanıyacaksın.
İ- İnşallah. Çok arzu ediyorum. Sizinle daha çok konuşmak istiyorum.
V- Konuşacaksın.
İ- Çok var mı?
V- Medyum'a bağlı...
İ- Sizin görüşünüz nedir?
V- Şimdi o İBLİS, MUSALLAT OLDU... Ondan da kurtar... İnşallah ondan sonra
seninle çok güzel konuşma yapacağız.
İ- Sizi tanımıyorum. İsminizi bilmiyorum. Tanımak istiyorum.
V- tanıyacaksın.
İ- Bunu bize şimdiden söylemek mümkün mü?
V- Hayır.
İ- Benim özel işlerime âit söyliyeceğiniz var mı?
V- Güzel çalışıyorsun. Adam sendeciliği bırak!.. kendin demiyorsun ama, bâzen
için diyor... Görüyorsun ki, çok kuvvetlisin. Hangi kuvvet bu Medyum'u bu hâle
getirebilirdi?.. Bunu görüp te kendini tanıyamıyor musun?
İ- Ben bir şey yapmıyorum ki. Hep TANRI'dan.
V- Mütevâzi olman şart! O da sende var.
İ- İnşallah TANRI bize bu şerefli vazifeyi ihsan etmiş olsun. Ve buyurduğunuz
kuvveti de dâima iyi yollarda kullanmış olayım.
V- Kullanıyorsun.
İ- Zehra Hanım'ın ricası, "Medyum'a ne şekilde yardımcı olabilirim?" diyor.
V- O da sorsun, sana yardımcı olsun. "Hayata bağlanmak için ne lâzım?.. Hayattaki
en büyük gâyesi nedir?".. Yapılamıyacak bir şey olabilir. Fakat bunu oyalıyabilirsiniz.
İ- Şizi huşû içinde dinleyen arkadaşlar için söylemek istediğiniz var mı?
Medyum- ... Uzaklaştım, efendim... Dolaşıyorum...
İ- Rahat mısınız?
M- Rahatım... AYDINLIK... Hiç kimse yok...
İ- Öyleyse inmeye başlayınız.

Evvelâ belirtelim, SİYAH yazılı kelimeler ya ifâde anlaşılsın diye bizim eklememizdir, ya da Medyum'un yanlış naklini düzeltmedir. Meselâ, burada Medyum "YER arıyor" demiş, kastedilen "BAHÂNE" olduğu için düzelltik... Tabii bu arada bizim hemen her sayfada pek çok tape hatâmız, yazım hatâmız var, fırsat buldukça onları da düzelteceğiz.

Celse'de şu âna kadar herhangi bir tehlikeli durum yok. Varlığın tahtı ve Medyum'u secde ettirmesi rahatsızlık veriyorsa da, hüküm vermek için yeterli değil. Bir başka tedirgin edici husus İdâreci'yi çok övmesi, onun kudretinden çok bahsetmesi... Bunu şevk vermek için yapıyor olabilir ama, biz "İnsanı yüzüne karşı övmeyin, şımarır. Yermeyin, kırılır" diye düşünenlerdeniz. O yüzden pek beğenmedik.

İBLİS diye tanıtılan Obsedör Varlığın Medyum'a "Etrâfın senden bıktı, usandı. Artık sen de kurtul, onlar da" diyerek intihara sevketmesi bildiğimiz, sık karşılaştığımız ve hep mücâdele ettiğimiz bir uygulama... ve bu Varlığın çâre olarak "Bir insan nasıl hayâta bağlanır?.. Onu sorun... Hayatta en büyük arzusu nedir?.. Onu öğrenin" demesi de mantıklı ve lehine bir puan... Hattâ Medyum beklemekten sabırsızlanırsa, "Bugün olacak, yarın olacak" diye oyalama tavsiye etmesi de anlaşılır bir davranış... Böyle hastaların gerçekten hayata bağlanacak şekilde tedâvi edilmeleri şart.

Celse'den anladığımıza göre, Medyum'da bir tümör varmış... Doktor bunu bir şekilde, Telkinle, Manyetik Paslar'la onu küçüaltmüş, yok etmiş, doktorlar da o yüzden Medyum'a "Sen hasta değilsin" deyip göndermişler. Zâten hangi doktor Obsesyon'u kabul eder ki?..

*****

Yine Belma Hanım'dan bir Celse... Yukardaki Celse ile aşağıda vereceğimiz Celse arasında yapılmış bir çalışmada Varlık adını vermiş. Kendini biraz tanıtmış. maalesef o Celse'nin zabıtları elimizde yok. Yalnız Medyum Belma Hanım böyle bir Varlık'la görüştüğüne inanamış, şüphe duymuş... Aşağıdaki Celse'de bunun sonuçlarını göreceğiz. Bu sefer Varlığın ismi var... Ama o mu, değil mi, bilinmez...

Varlık : Abdullah bin Revaha
Medyum: Belma
Celse İdârecisi- Ferhan Erkey
Tarih : 23 Mart 1962 , Cuma
Usûl : Hipnoz yoluyla ruhî infisal
Hâzirûn: Muhtelif şahıslar

Medyum uyutulup, derinleştikten sonra yükseltilir. Gördüklerini anlatmaya başlar.

Medyum- ........ Aynı yerdeyim... Geçen seferki geldiğim yer...
İdâreci- Burada dolaşınız. Muhterem Varlıklar'la Temas temin etmeye çalışınız.
M- ... Geçen seferki şahısla karşılaştım... ABDULLAH BİN REVAHA HAZRETLERİ...
Vâsıta'yla konuşacak... Çünkü ben henüz cezâlıymışım...
İ- Bunun sebebi nedir?
M- .... Ben bugün onu çok konuşmuşum... "MUHAMMED'ini tanımıyorsun," diyor bana..
"Şüphe mi ediyorsun onun arkadaşlarından?"
İ- Medyumumuz cezâlı olmasaydı, Hazret'le görüşecek miydi?
M- ... Vâsıta'yla bir-iki şey söyliyecekmiş bana...
İ- Muhterem'le dorudan doğruya Temas temin edecek mi Medyumumuz?
M- ... Evet...
İ- Bizlere söylemek istediği bir şey var mı? Nasihatlerini rica ediyoruz.
M- ... Düşünmüşüm ki, "Bu adam 1000 sene evvel öldü. Şimdi nerden çıktı?"...
Bana biraz güceniyor, onun için Vâsıta'yla veriyor, ama yine arkasından bana
gülüyor... Bana gülüyor... Ona da kızıyor...

Peki, efendim... "Ölüm yoktur... Ebediyet ölümle başlamaz... Sâdece "hayat"
dediğimiz tecrübenin şeklinde vuzua gelen değişikliktir... ÖLÜM YOKTUR!"
diyor efendim, vâsıta...

" 'Bu dünyâyı terkettikten sonra ne olur?" sualine muhtelif şekillerde cevap
almışsındır" diyor...
Varlık, Vâsıtalık eden Ruh aracılığıyla devam ediyor)
"RUH ÖLMEZ... Ruh gözükmemekle "yanınızda değil" demek
değildir. Sevdikleriniz öldükten sonra her an yanınızdadır. Hattâ çok zaman sizlere
yardımcı olmak, size teselli vermek için büsbütün yaklaşırlar. Bunları ancak ve
ancak imânınız yoluyla bulabilirsiniz. Hakikate ulaşabilmenin en iyi yolu sezginizdir.
Yâni muhâkemeyi mahdut, muayyen bir zaman yaptıktan sonra geri kalan kısmını
imânınıza bırakınız."

"İlerde daha çok söyliyeceğim sözlerden de anlıyacak ki Medyum, Öylüm yoktur!..
Ben 1000 sene evvel ölürüm, bugün yine başucunda olurum."

İ- Bizim bir ricâmız vardı, Medyumumuz'un Hâmi Ruhu'ndan... Kendi hayâtına âit
bâzı şeyler öğrenmek istiyorduk. Bugün öğrenmek mümkün mü?
M- Ben bugün... Hâmi Ruhum dargın değil, ama kırgın.
İ- Büyükler dâima affederler.
M- Affetti... Affetti...
İ- Öyleyse lûtfetsinler. Bir parçacık görüşelim.
M- .... Ama o konuşmuyor...
İ- Bizim nâmımıza yalvarınız.
Varlık-
(Medyum'a hitâben) Benden şüphe ettin!
İ- Yanlış anlaşılmasın. Kendi hayatlarına dâir öğrenmek istediklerimiz var.
M- ... Evet. Onları söyliyecekmiş... Fakat Medyum neden kendinden şüphe etmiş?..
ALLAH'a bu kadar yakın olan bir Medyum, MUHAMMED'in yakınlarını nasıl tanımıyor?
İ- Bizlerin cehâletine verinis, efendim. Bizler sizin gibi değiliz. Maddeye bağlı oluşumuz,
idrâkimizi, sezgilerimizi kaldırıyor ortadan. Unutmuş olabilir Medyum. Târihî mâlûmatı
hatırlamamış olabilir.

Sondan giderek bir tahlil yapalım. Bir defa İdâreci Varlığı konuşturmak için gayret sarfederken biraz boş konuşuyor. O da, Medyum da Abdullah bin Revaha hakında hiç bir şey bilmiyor! Biz de bu Celse'yi incelemeye alana kadar adını bile duymamıştık. Aşağıdaki çalışmayı sonradan yaptık. Dünyâ'da yaşamış her büyük şahsı tanımak mümkün değil ki!... Tanıdığını, bildiğini sandıkların hakkındak bilgileri dahi zamanla unutursun. Bu memlekette Atatürkçü geçinenlerin hemen hepsinin Atatürk hakkında söyleyebilecekleri on cümleyi geçmez. Sonra tıkanır kalırlar. Çünkü gerçekten sevip okumamış, araştırmamışlardır. Müslüman geçinenlerin de Hazret-i Muhammed, Dört Halife, Ashab, İslâm Kahramanları hakkındaki bilgileri fındık kabuğunu bile doldurmaz. Sosyalist geçinenlerin Marks, Engels hakkındaki bilgileri de birbirlerine tekrarladıkları sloganlardan ibârettir. Spiritualistler'in durumunu zâten biliyorsunuz, yazıp durduk. Kısacası biz Kitapsız deftersiz bir milletiz. Okumamız yazmamız var ama, okumayız, hele ki uyduruk kafiyesiz, vezinsiz, anlamsız şiirler dışında doğru-dürüst bir şey yazmayız.... O yüzden İdâreci'nin "unutmuştur" bahânesi boştur.

Gelelim Varlığa... Eğer gerçekten Peygamber'in yakını, dostu idiyse, eğer gerçekten bununla Öbür Âlem'de bir Mertebe edindiyse, Medyum'un kendisini tanımamasını ve şüphesini hoşgörmeliydi... Ha, bu kırgın duruşu Medyum'u şevke getirip araştırmaya sevketmek için yapıyor olabilir. Ama unutmamalı ki, bu tarz tavırlar biz de hep Aldatan Varlık şüphesi uyandırır.

Yalnız burada Medyum'un bilmesi mümkün olmayan bir husus var. O da Celse ve Varlık lehine puan olarak kaydedilebilir... Bâzen Üstün bir Varlık Medyum'un seviyesine veya başka bir Varlığın seviyesine inmez de araya Vâsıtalar, Aracılar koyar. Diyeceğini, yapacağını onlar Vâsıtasıyla gerçekleştirir. Bâzen bu Aracılar 7 kademe dahi olabilir. Meselâ Tebliğ verilecekse, ondan ona, ondan ona, tâ aşağıya yedi kademe iner ve bize ulaşır. Böyle durumlarla karşılaştık. Burada da Varlığın araya Vâsıta koyması enteresan.

Varlık- Hatırlamamış olabilir. Fakat ona buna sormak... Bu kadar sır saklayan
bir kimse, .bunu nasıl yaptı?... Ama yine senin kadar benim de Medyum'um.
İdâreci- Öğrenmek kastıyla sormuştur.
Medyum-
(heyecanlanır)
İ- Nneyiniz var?... Neyiniz var?
M- "Tövbe" diyeceğim... Sormadım ki, efendim... "Sorma" dediler... Sormadım ki...
Öğrenemedim ki kimseden... Bir şey öğrenemedim ki... "Git" dediler, gitmedim...
İ- Özür dileyiniz. Af dileyiniz...
M- .... Biliyorum, efendim... Gülüyor... Benim üzüntüme de gülüyor...
İ- Şimdi affederler. Bizimle konuşurlar.
M- ... Gitti, efendim.
İ- Kim gitti?
Abduyyap bin Revah Hazretleri.
İ- Giderken bir şey dediler mi?
M- Güüldü...
İ- Bizimle konuşmıyacak mıydı?
M- Bir şey söylemedi.
Kendilerini bize târif eder misiniz?
M- Ederim.... Uzun boylu... Uzundan kısa... Üstünde de acâyip bir elbise vardı...
Başında da bir şey sarılı... Fakat güler yüzlü... Hem kızgın, hem güler yüzlü...

Burada duralım... Medyum Varlık'tan rahatsız değil... Sonra Varlık kendiliğinden gidiyor... Bu da lehine bir puan... Yâni, şimdilik ortada bir tehlike yok bu Varlık'tan, hiç değilse bu Celse'de... Ama unutmıyalım, Medyum bu Varlığın "iblis" diye adlandırdığı bir Obsedör'ün etkisi altında idi. Her nedense bu Celse'de ondan hiç bahsedilmedi. Muhtemelen daha önce yapılan çalışmalarla biraz olsun etkisi hafifletilmiştir.

Peki, Varlığın olduğunu iddia ettiği Abdullah bin Revaha kim?... İslâm Ansiklopedisi'nden kısaltarak naklediyoruz... Abdullah bin Revaha, peygamberimiz Hazret-i Muhammed'in yakın arkadaşlarından, yâni Ashab'tandır. Hazrec kabilesinin Benî Hâris kolundan Revâha bin Sa‘lebe’nin oğludur. Muhadramûn* şâirlerinden olup, sanatını yalnız Hz. Peygamber’i ve İslâm dinini savunmak, müşrikleri hicvetmek yolunda kullanmıştır. Resûlullah’ın onun için söylediği bilinen, “Şiirleri müşrikler üzerinde oklardan daha etkilidir” cümlesi şâirlik kudreti, “Şüphe yok ki, kardeşiniz bâtıl ve boş söz söylemez” cümlesi ise kişiliği hakkındaki görüşlerini yansıtmaktadır.

Şuarâ sûresinin, “Şâirlere sapıklar uyar; onların her vâdide şaşkın şaşkın dolaştıklarını ve gerçekte yapmadıkları şeyleri söylediklerini görmez misin?” meâlindeki 224-226. âyetleri inince, “Allah benim de şâir olduğumu biliyor, demek ki ben de onlardanım” diyerek teessürünü belirtmiş; bunun üzerine, “Ancak imân edip iyi işler yapanlar müstesna...” şeklinde başlayan 227. âyet nâzil olmuştur. Böylece rahatlamıştır.

Abdullah bin Revâha’nın şâirliğinin yanısıra çok etkileyici bir hitâbet gücüne sâhip olduğu da bilinmektedir. Mûte Seferi'ne çıkan 3.000 kişilik İslâm kuvveti henüz yolda iken, yakın bir yerde büyük bir Bizans ordusunun bulunduğu haberi alınmış ve geri çekilip takviye isteme fikri benimsenmişken, Abdullah bin Revâha’nın, “Şehitlik mertebesine erişmek için yola çıktıkları ve savaşma güçlerini de sayılarıyla silâhlarından değil, Allah tarafından kendilerine lûtfedilen İslâm dininden aldıkları” yolunda söylediği etkili sözler üzerine bundan vazgeçilerek, savaşmaya karar verilmiştir.

Abdullah bin Revâha okuma yazma bilmesi, hassas bir şâir, hatip ve aynı zamanda mâhir bir muharip olması, yüksek cesâret ve şecaate, ayrıca ileri derecede zühd ve takvâya sâhip bulunması gibi hasletlerinden dolayı, Hz. Peygamber’in özel teveccüh ve itimadını kazanarak Ashâb-ı Kirâm arasında temayüz etmiş ve önemli görevler yüklenmiştir.

İkinci Akabe Biatı’nda Medineli Müslümanlar tarafından 12 nakib*in biri olarak seçilip Hz. Peygamber’in idârî yardımcılığı sayılabilecek böyle şerefli bir göreve lâyık görülmesi, onun Câhiliye dönemindeki itibârının İslâm’dan sonra da artarak devam ettiğini göstermektedir. Hz. Peygamber de onu, nakibliğinin yanısıra ayrıca özel kâtipleri arasına almak sûretiyle ikinci defa şereflendirmiştir.

Abdullah bin Revâha; Bedir, Uhud, Hendek, Hayber savaşları ile Hudeybiye ve Umretü’l-Kazâ seferlerine katılmış ve Umretü’l-Kazâ’da umre süresince Hz. Peygamber’in devesinin yularını tutmuştur. Hadis de rivâyet etmiş olan Abdullah bin Revâha’nın yüklendiği önemli görevler arasında, Bedir zaferinin müjdesini Zeyd bin Hârise ile birlikte Medine’ye koşarak götürmesi ve İkinci Bedir Seferi sırasında Medine’de Hz. Peygamber’in vekili olarak kalması da bulunmaktadır. Abdullah b. Revâha’yı Hayber seferinden önce Hz. Peygamber’in dört kişilik seriyyenin kumandanı olarak Hayber’e göndermesi ve “Hayber’i gözetle, halkın arasına karış, ne konuştuklarını ve ne yapmak istediklerini öğren” emrini vermesi onun İbrânîce bildiği ihtimalini akla getirmektedir. Çünkü o devirde Medine ve civârında yerleşmiş bulunan Yahudiler'in Mûsevî Arap olmayıp, ırken İbrânî oldukları ve kendi dillerini konuştukları bilinmektedir. Ayrıca onun bu görevden döndükten sonra, 30 kişilik bir heyetin başkanı olarak Hayber’e elçi gönderilmesi ve fetihten sonra da Hayber mahsûlünün ortakçı Yahudiler ile bölüşülmesinde yetkili kılınması, bu olaylardan daha önce ise Hendek Savaşı sırasında Benî Kurayza kabilesine gönderilen dört kişilik elçi heyetinde yer almış olması da bu ihtimâli kuvvetlendirmektedir.

Hicretin sekizinci yılında (629) Mûte Seferi'ne (Ürdün) çıkan ordunun başına, Hz. Peygamber tarafından, kumandan vekilinin de ölmesi üzerine komutayı ele almak üzere üçüncü kumandan adayı olarak tâyin edilen Abdullah bin Revâha, Zeyd bin Hârise’nin ve onun arkasından Ca‘fer bin Ebû Tâlib’in şehid düşmeleri üzerine sancağı almış ve o da şehid olmuştur. Onun Ebû Muhammed, Ebû Revâha ve Ebû Amr künyelerini taşımış olmasına rağmen, şehid düştüğü zaman arkasında çocuk bırakmadığını kaydetmektedir. Ebu Muhammed"Muhammed'in babası" demektir. Demek ki, çocukları olmuş ama yaşamamıştır. 217 beyit şiiri toplanmış ve yayınlanmıştır.

Ahzâb (Hendek) Gazvesi sırasında Hz. Peygamber’i toza toprağa bulanmış vaziyette hendeğin topraklarını taşıyanlara yardım ederken görünce, Abdullah bin Revâha’nın şu şiiri söylediği rivâyet edilmektedir:

“Vallahi, Allah bize hidâyet etmemiş olsaydı hidâyete eremezdik
Ne zekât verir, ne namaz kılardık
Kâfirler bize saldırdılar
Onlar fitne çıkarmak istediklerinde biz bundan çekindik
Bizden yardım istendiğinde geldik
Yardım isterken de bize güvenin

Yâ Resûlellah, sana canımız fedâ olsun, kusurlarımızı bağışla
Yâ Rabbi, düşmanla karşılaştığımızda ayaklarımızı yerinde tut
Ve üzerimize sabr -u sebat ihsan et
Biz senin fazl-u kereminden müstağni değiliz.”

Acaba gerçekten kendisi mi geldi, yoksa başka bir Varlık o diye mi gözüktü?... Netice itibâriyle, bu Varlık Abdullah bin Revaha olsa da, olmasa da, çok şey öğrendik... Devam edelim Celse'ye.

İdâreci- Vâsıta yanınızda yok mu?
Medyum- Vâsıta etekledi, gitti. Elerini bağladı duruyor...
İ- Muhterem bu akşam bizimle görüşmiyecekler mi? .. Ricâmızı kabul ederek geldiler.
M- ... Muhterem deminden beri orada duruyordu. Sâde bana öyle baktı.
İ- Lûtfen Vâsıta'ya sorunuz.
M- .... Onun işleri çokmuş... O öyle her istenen zaman gelmezmiş... Bugün gelmiş...
Bana tanıtıldığı için kendini göstermiş... Fakat bugün de bir aksilik olmuş...
İ- Peki...Bu Vâsıta Hazret'in hayâtına âit bir şey biliyorsa, söylesin.
Vâsıta- Hazret'ten müsaadesiz konuşamam.
İ- Şimdi müsaade alamazlar mı?
M- ... Gitmiş, efendim....
İ- Vâsıta'dan bir rica var. İçerdeki kâğıda bir sual yazacağım. Cevâbını siz
yazar mısınız?
Vâsıta- benim kudretim, gücüm buna yetmez.
Vâsıta- Medym'un bir iç sıkıntısı var.
İ- Nedir, efendim?
Vâsıta- Benim söylediklerimi bile nakledemiyor.
İ- İç sıkıntısı nedir?
Vâsıta- Sizler!...
M- ... "Sıkıldı" diyor...
Vâsıta- Uyanmak istiyor.
İ- Peki. Uyandırırız.
Vâsıta- Sen bilirsin. İster uyandır, ister uyandırma. O beni bile nakledemiyor.
İ- Bir şey daha rica edeceğim. Önündeki defteri kaldırır mısınız?
M- .... Gitti...

Bu tarz çalışmalarda gayretli, fakat hırslı olmamak lâzım... Medyum sıkıldı ise, hele ki görüştüğü Varlık "Sıkıldı" diyorsa, oyalanmamak, ısrar etmemek, Medyum'u hemen indirip dinlendirmek, sonra uyandırımak gerekir. Spiritizma çalışmaları bir gösteri değildir. Medyumlar insandır, birer âlet değildir. Varlıklar muhteremdir, bizim hizmetçimiz, uşağımız değildir. Hepsine saygı göstermek lâzım.

*****

Bu da bir başka Medyum, bir başka Varlık... Hepsinden öğrenecek bir şey var.

Varlık : Seyyit Ahmet
Medyum: Nesrin
Tarih : 18 Mayıs 1962
Usûl : Hipnoz yoluyla ruhî infisal
Hâzirûn: Muhtelif şahıslar

Medyum daha önce uyutulmuş, derinleştirilmiş, hattâ yükseltilmiştir. Be nakledeceğimiz onun ilk çalışmalarından biridir, ama ilki değildir.

Medyum- .... Hiç görmediğim bir kimse... Oldukça uzun boylu...
İdâreci- Kimmiş bu Muhterem?
M- ... Çok zamandan beri bizimle konuşmak istiyormuş...
İ- Buyursunlar. Nur içinde yatsınlar.
M- ... "İsmimi vermiyeceğim. Çünkü sen benle hiç, ama hiç alâkadar olmuyorsun"
diyor ... ve bana elini uzatıyor... Öpeyim mi?
İ- Tanıyor musunuz?
M- Hayır, hiç tanımıyorum...
(Sıkıntılı bir hâl alır) ...
İ- Rahat mısınız?
M- Heyecanlandım.
İ- Kendini bize lûtfen tanıtsın. Kendileri için dua ettiğimizi söyleyiniz.
M- .... Hayır, söylemiyeceğim" diyor... "Uzan zamandan beri konuşacaktık" diyor.
İ- Benimle mi konuşmak istiyorlar.
M- benimle.
İ- Nerde konuşacakmış?
Devam ettiğim zamandan beri...
İ- Kendi hayâtına âit biraz mâlumat versin.
M- Ama elini indirmiyor ki!..
İ- Eli nerede?
M- Havada.
(öpsün diye bekletiyor)
İ- Kendi hayâtı hakkında mâlumat versin. Nerede yaşamış? Hangi sene vefat etmiş?
Kabri nerededir? Ne iş yaparmış?
M- Ben sizi hiç tanımıyorum... Hâlâ elinibana doğru uzatıyor.
İ- Elini öpünüz.
M- Siz müsaade ettinizmi?
İ- Evet.

Medyum çok akıllı ve tedbirli biri... Varlık ta ısrarcı... Elini öpsün diye uzatıyor ve öyle havada tutuyor... Bu aleyhine bir puan... Hiç kendini bilen bir,i başkasına elini öptürmeye çalışmaz, zibidi ipolitikacılardan ve uyduruk şeyhlerden başka... Hattâ çoğu zaman tevâzu sâhibi kişiler siz öpmek için uzandınız mı, elini çeker. Benim rahmetli din âlimi olan amcam öylie yapardı. Öpmek için elimi uzattığımda, hafifçe avucuma vurur, elini vermezdi. Sonra Varlık, Nermin Hanım toplantılara katılmaya başladığından beri onunla konuşmak istermiş. niye ki?...

İdâreci başta iyi gidiyor... Sualleri çok yerinde... Nerede yaşamış?.. Hangi sene vefat etmiş?.. Kabri nerededir?.. Ne iş yaparmış?.." Bir kaç tâne de biz ekleyebiliriz: "Kaç yaşında vefat etmiş?.. Neden vefat etmiş?.. Geride âilesi var mı?... Ölürken ne hissetmiş?.. Kendisini karşılayanlar olmuş mu?.. Âhıret Âlemi'ndeki ilk intibaları neymiş?.. Orada hiç ızdırap çekmiş mi?.. Suçu neymiş?.. Ne çeşit bir cezâ görmüş?.. Kendisi gibi Varlıklar'la karşılaşmış mı?.. Kabir Azâbı diye bir şey yaşamış mı?.. Âilesinden, tanıdıklarından kimse ile orada karşılaşmış mı?.. Orada ona bir vazife vermişler mi?.. Medyum'la görüşmek istemesinin sebebi neymiş?.. Bir daha Dünyâ'ya gelmek istiyor muymuş?.." Sorular böyle uzar, gider. Tabii her zaman bunların hepsine cevap vermezler. Bâzen hiç cevap vermezler, hattâ isimlerini bile söylemezler. Ama imkân buldukça bunları sormak gerekir.

Burada bizce İdâreci bir hatâ yapıyor ve Medyum'a Varlığın dakikalardır havada tuttuğu eli öpmesini istiyor. Halbuki Medyum buna hiç istekli değil, hattâ öpmesinin mes'uliyetini İdâreci'ye yıkıyor... Hiç görmemiş, duymamış gibi davranmak gerekirdi. Ama İdâreci izin veriyor, Medyum da kendi elini kaldırarak hayâlî bir eli tutuyor ve öpüyor.

M edyum - Peki...
İdâreci- Üstâdım, kendilerini tanıtacaklar mı?
Varlık- Medyum beni hiç tanımıyor.
İ- Kendi hayâtına âit biraz bilgi versin.
Medyum- ... "Medyum beni tanısın, sonra" diyor...
İ- Lûtfen tanıtınız...
M-... O kadar güzel bir yüzü var ki!.. Hiç böyle yüzü de asık değil...
çok arkada biri daha var ama, onu seçemiyorum... Bana diyor ki, "Dâima senin
arkandayım... SENİNLENİM" diyor... Ve "Sakın" diyor, "bırakma! devam et! Seni
bırakmıyacağım" diyor... DEVAM ETMEZSEN BİLE, SENİ RAHAT BIRAKMIYACAĞIM!"
diyor... "Dâima senin arkandayım. BERÂBERİZ" diyor...

Bu ifâdeler, yâni, "SENİNLENİM. DEVAM ETMEZSEN BİLE, SENİ RAHAT BIRAKMIYACAĞIM! BERÂBERİZ" demesi onun bir Obsedör olduğu intibaını veriyor... Bu noktadan sonra Celse'yi çok dikkatli götürmek lâzım. Bakalım, İdâreci ne yapacak?

İdâreci- bugüne kadar niçin Medyum'le Temâs7a geçmediniz? Diğer
seanslarımız'a gelmediniz?
Varlık- Medyum hiç beni tanımıyor.
İ- Gelmiş miydiniz?
V- Hayır... Hayâtım hakkında hiç bir şey bilmiyor.
İ- Seanslarımız'a da gelmediniz.
V- Evet... Fakat, gerçe Medyum'dan râzıyım ama, beni hiç tanımıyor, hiç!..
Bir yalnız RUFÂÎ teşkilâtında olduğumu biliyor.
İ- Hangi senede yaşadınız? Lûtfeder misiniz?
V- Onun bir kardeşi daha var ki, o da erkek... O GECE KORKUTTUM... Çünkü o da
devam etmiyor... Onun da Hâmi Ruhu benim... Siz niçin ikna etmediniz onu?
İ- Dersleri olduğu için

Bu Geri Varlığın bir saplantısı var. Medyum'un kendisini tanımamasını bir türlü hazmedemiyor.. mecbur mu, yâhu?... Ben de bir çok şahsiyeti tanımıyorum... Ne yapacaksın? Beni de mi rahat bırakmıyacaksın?... Sonra tutturmuş "Toplantılar'a gelsin"... Hem yalnız Medyum değil, kardeşi de... Bir de kendini "Hâmi Ruh" olarak yutturmaya kalkıyor!.. hiç bir Hâmi Ruh himâye ettiği kimseleri korkutmaz!..

Varlık- O dersleriyle alâkası yok ki!.. DÜN GECE
KORKUTTUM ONU... Eğer kaçmasaydı, biraz ürkütecektim... Ama kaçtı.... Ve onun
devam etmesi için ısrar edin, lûtfen... Ben Medyumun'dan çok râzıyım, fakat biraz
benim hakkımda bilgi edinmesi lâzım.
İdâreci- ne şekilde?.. "Tanımıyor" diyorsunuz. Bize yaşadığınız devri ve isminizi bildiriniz.
Medyum- .... Ohh!... Ohhh!...
İ- Neyiniz var?
M- Heyecanlandım...
İ- Heyecanlanacak bir şey yok...
(Aslında var, Medyum ürküyor)
Hangi sene yaşamış? Bize onu söylesin.
M-.... O kadar tebessüm ediyor bana... söylemiyor bana... Ben ne yapayım?
İ- Rica ettiğimizi söyleyiniz. Hangi sene sayamış?
M- ... Bir şey söylemiyor...
V- Bir zamanlar mezarlıkta, bir çok kimseler birbirlerini
bıçaklamışlardı ve o zaman Efendimiz bana "MESSİ, YÂ AHMET" demişti.
İ- Anlaşılmadı, efendim.
V- Bir gün mezarlıkta herkes... "herkes" dedimse, yâni her varlık değil, müritler
bıçaklamışlardı.
İ- sizi mi?
V- Hayır, efendim, birbirlerini... O zaman Efendimiz bizlere "MESSİ, YÂ AHMET"
demişti. Biz de o zaman... ben de o zaman demlemiştim... Bunu biliyor musunuz siz?
İ- Hayır, efendim. Lûtfederseniz, öğrenmiş oluruz.
V- İşte benim Medyumum'un babası o sülâleden, o tarikatten... İşte o zaman bu
demleme arasında kaldı...
M- Ama başında bir şey var...
İ- Nedir, efendim?
M- Bilmiyorum. Acâyip bir şey var başında. Böyle uçları sivri sivri...
İ- Taç mı?
M- Galiba öyle bir şey... Ama hiç beni yanından ayırmıyor. Böyle elimden tutmuş...
Demlem...
İ- Yaşadığı devri lûtfederse, memnun oluruz. İsminin AHMET olduğunu öğrendik.
M- ......

Bizce bu Varlık kendini Rufâî Tarikatı'nın kurucusu Ahmet-el Rufâî (1118-1182) gibi göstermeye çalışıyor. Belki Medyum'un babası gerçekten Rufâî... Belki Vaarlık da o tarikata girmiş ama bir türlü adam olamamış biri... Olsaydı, Medyum'a böyle yapışmaz, kardeşini böyle korkutmazdı. Yalnız Rufâîlik bir "teşkilât" değil, bir tarikattır. İlerde açıklama getiririz.

İdâreci- Peki, Üstâdım. Benim iin bir şey söyler misiniz?
Medyum- ... Sizden çok memnunlar. Çok teşekkür ediyorlar.
Varlık_ ... Bizlere bu fırsatı hazırladığı için.... Ve sakın bırakma!... Sakın!...
Çünkü hiç iyi olmaz sonra, sen biliyorsun. Ama sakın... O erkeği de bırakma!.
İ- Biraz da ders çalışması için kendisine ilham ederseniz, daha çok bağlanır...

Ben böyle İdâreci'ye iltifat edildiği mi, yağ çekildi mi huylanırım... Üstelik Varlık ondan Medyum'la kardeşini bırakmamasını istiyor. Onlar için değil, kendisi için! Kullanacak!...

İdâreci- Bu söylediklerinizi kendisine duyuralım mı?
Varlık- Söyleyin efendim, söyleyin. ne olacak?.. Ama ben bu Medyum'dan çok,
ama pek çok râzıyım.
İ- Sizden bâzı ricâlarımız olacak. Lûtfeder misiniz?
V- Pek fazla olmamak şartıyla, evet.
İ- Kendinzii tanıtmadınız. Bir bilgimiz yok. Bu bakımdan size sual de soramıyorum.
Suallerimiz çok, gerek umûmî, gerek hususi... Bir de fizikî hâdiseler rice edecektik.
Medyum- ... Sanki ben KAÇACAKMIŞIM gibi kolumdan yakalamış... Halbuki ben
hayâtımdan memnunum... Benim yanağımı okşuyor...
V- Burada bir hanım var... O hanıma İÇERLEDİM doğrusu...
İ- Burada mı_
M- Evet.

Bütün bunlar Varlığın Geri olduğunun işâreti... Medyum henüz ondan rahatsız olmamış, ama o Medyum'u ayrılmasın diye kolundan sımsıkı tutuyor!... Avradaki bir hanıma sinirleniyor. Bunlar Üstün, hattâ Vasat bir Varlığın yapacağı şeyler değil... İdâreci de temkinli ama bizce yeteri kadar tedbirli değil.

İdâreci- Hangisi ve ne yaptı?... Hatâlarımızı bildirin ki, bir daha yapmıyalım.
Varlık- Mâdem uyumıyacaktı, niçin tecrübe etti?.. Bu çocuk oyuncağı mı?.. Ben bunu
çocuk oyuncağı olarak kabul etmiyorum. Siz ediyor musunuz?
İ- Hayır., etmiyorum. Arkadaşımız da bu düşüncede. Yalnız biraz rahatsız olmaları
dolayısiyle bu akşam uyumak istemediler.
V- Diğer Medyumlar'ın canı yok mu?.. Herkesin içinde uyuyorlar. Bu hanım kızım
Medyum olmak için değil de, "Acaba uyuma nasıldır? Bir Tecrübe edeyim" dedi.
Fakat şunu da hatırlatırım ki, hiç iyi bir şey değil... İnsan bizlerle Temâs'a geçmek
istediği zaman, "uyumıyacağım" dememeli... Değil mi, efendim?
İ- Bilseler sizinle Temâs temin edeceğini, hemen uyurlar. Medyum olduğunu
bilmedikleri için.
V- Hanım bir kız... Fakat niçin yaptı?
İ- Uyuttuğum zaman kendisiyle Temâs eder misiniz?
V- Hayır.
İ- Şimdi ricâmıza gelelim. Bir fizikî hâdise yapacak mısınız?
V- Ben biraz bu gece Buradakiler'le konuşmak istiyorum.
İ- Buradakiler'e evvelâ bir hâdise yapar mısınız?
V- Ne ğibi, efendim?
İ- Arzu ettiğiniz fizikî bir hâdise... İsterseniz bir Bedenleşme...
V- Benim başka bir fikrim vardı halbuki.
İ- Buyurun. Nedir acaba?
V- Biraz müsaade et, Medyum dinlensin.
İ- Peki. Dinlenince siz bize bildirin.
M- ...... Beni çok, ama çok seviyormuş... "HELE BİR KAÇ!.. BAK, BEN SANA NE
YAPARIM," diyor. "Hayır, kaçmam" diyorum... Hiç kaçar mıyım?..
İ- ??? Medyumumuz dinlendiğine göre, bir şey yapacağınızı söylemiştiniz.
V- Ne yapmamı istiyosunuz?
İ- Size kalmış.
("Bir fikrim var" demişti ya! Hatırlatsana!)
V- Siz bir şey söyleyin de, yapalım.
İ- Bedenleşmenizi rica ediyorum.
V- Medyumum çok yeni... İlk defa olarak onunla karşılaştım. Bunu maalesef bu gece
özor dilerim.
İ- Estağfirullah. Şu halde ikinci bir ricam var.
V- medyumum çok müşgül durumlarda buraya geliyor... ve gelmeye elinden geldiği
kadar uğraşıyor... FAKAT BUNDAN SONRA HİÇ BIRAKMIYACAĞIM... Sen de
bırakmıyacaksın, değil mi?
İ- İnşallah.
V- Sor. Ne istiyorsun ene? Sor bana.
İ- İkinci bir hâdise istiyorum. Bir kâğdı sualim var, cevâbını yazar mısınız?
V- ... Ben senin yerinde olsam... Ben bu gece seninle başka türlü konuşabilirim.
Kâğıtla değil... Medyumum'dan başka Medyumların'ın arasında hiç kimsenin Hâmi
Ruhu değilim... Fakat...
İ- medyumumuz'un Hâmi Ruhu musunuz?
V- Evet.
İ- Hurufiliğin Kurucusu SEYYİT AHMET.
V- Vay!.. Çok fenâ yakaladınız beni.
İ- Hicrî 873.
V- Beni çok fenâ yakaladınız.
İ- sizinle bir defa daha görüşmüştük zannedersem.
V_ HAYIR!
İ- Başka bir Medyum'la görüştük.
V- Ben başka kimseylen Hâmi Ruhluğunu yapmadım. Ama ikisinin arasında bir
yanlışlık olmalı.
İ- SEYYİT NESİMÎ...
V- SEYYET NESİMÎ var... Bir de SEYYİT AHMET HURUFÎ HAZRETLERİ var.
İ- Ben SEYYİT NESİMÎ ile karıştırdım. Onunla görüşmüştük.
V- Evet. Benimle hiç konuşmamıştınız.

Evet, İdâreci karıştırdı, kendini SEYYİT NESİMÎ diye tanıtan bir Varlık'la 14 Aralık 1960 târihli Celse'de görüşmüştü. O Celse'de verilmiş olan Hicrî 873 târihi yanlıştı, Seyyit Nesimî 806'da (Milâdî 1404'de) şehit edilmişti. Ve Celse'nin konusu Rufâîlik değil, Hurufîlik idi.

Kendini Ahmed Hurufî diye yutturmaya çalışan Varlık, yukarıda Medyum'un erkek kardeşini "DÜN GECE KORKUTTUM ONU... Eğer kaçmasaydı, biraz ürkütecektim. Ama kaçtı " diye âdeta övünüyor!.. sonra Medyum, Sanki ben KAÇACAKMIŞIM gibi kolumdan yakalamış" diyor, o da, İdâreci de tehlikenin farkında değil. Sonra Varlık bir başka Medyum'a uyumadı diye "İÇERLEDİM" Ne hakkı var?... İster uyur, ister uyumaz. Sana ne?.. Sonra Medyum'u "HELE BİR KAÇ!.. BAK, BEN SANA NE YAPARIM," diye tehdit ediyor. "BUNDAN SONRA HİÇ BIRAKMIYACAĞIM" diyor... Olacak şey değil!..Medyum ilk defa karşılaştığı bir varlığa Obsede olmak üzere!... İdâreci hâlâ uyanmıyor. Farkında ise, hatâ edip Varlığın Medyum'la ilişkisini sürdürüyor, üstelik onu daha fazla etkisine almasına sebep olacak Fizikî Tezâhürat istiyor!.. Böyle hatâları biz de yaptık... Hep hırs yüzünden!.. Sözüm ona birilerine bir şeyler ispat edeceğiz... Ha, bir de Seyyit Ahmet Hurufî diye bir Varlık yok!.. Seyyit Ahmed-er Rufâî var. Aşağıda anlattık.

İdâreci Varlığın "Vay!.. Çok fenâ yakaladınız beni" demesinden yararlanarak, sualleri patlatmalıydı. Nerede yaşamış?.. Hangi sene vefat etmiş?.. Kabri nerededir?.. "Kaç yaşında vefat etmiş?.. Neden vefat etmiş?.. Ölürken ne hissetmiş?... Medyum'la görüşmek istemesinin sebebi neymiş?.. Niye böyle sıkıca yapışmak istiyor?... Bunlar sorulmalıydı. Bunlar yerine Fizikî Tezâhürat istendi, o da gerçekleşmedi.

Ne dersiniz, artık Ahmed-er Rıfâî'den bahsetme zamanı gelmedi mi?.. Gene İslâm Ansiklopedisi'nden yararlanıyoruz. Ne yapalım, biz Spiritualist'iz, Târih Araştırmacısı değiliz, o konuda Araştırma değil, Derleme yapıyoruz.

Hicrî 512, Milâdî 1118'de, Irak’ın güneyindeki Batâih bölgesinde, Ümmüabîde köyünde doğan Ahmed er-Rifâî, önce Ebü’l-Fazl Ali el-Vâsıtî’den, daha sonra dayısı Mansûr el-Batâihî’den hilâfet almıştır. Ahmed er-Rifâî’nin genç yaşta devrin meşhur sûfîlerinden olan dayısı Mansûr el-Batâihî’den kalabalık bir mürid topluluğu devralmış olması bu teşkilâtlanmanın en önemli sebebi olarak görülebilir. Zira Şeyh Mansûr, onu, 1145 yılında “şeyhü’ş-şüyûh” unvanıyla Ümmüabîde’de bulunan tekkeye yerleştirerek kendisine bağlı bütün tekkelerin başına geçirmişti. Buradaki merkez tekkenin on yıl sonra ilâvelerle genişletildiği görülmektedir. 1155'te, 4000 kemerli olarak inşa edilen ve “rivâk” diye anılan bu tekke yüzlerce metrekarelik bir alanı kapsayacak büyüklükteydi. Kurulduğu bölge Güney Irak’ta Kûfe, Vâsıt ve Basra arasında Fırat ile Dicle nehirlerinin meydana getirdiği, içinde bolca ağaç ve kamış bulunan bataklıklardan ibaret olduğundan tekkenin bu şekilde inşa edildiği anlaşılmaktadır. Tekkenin binlerce muhip ve müntesibin sağladığı bağış, hediye ve vakıflarla on binlerce cemaate hizmet edebilecek tarzda yapılandığı belirtilir. Büyük zikir meclislerinin kurulduğu geceler (mahyâ) 100.000 mürid Ümmüabîde civarında çadırlarını kurar ve her gün 20.000 mürid rivâkta toplanırdı. Bunlara sabah akşam yiyecek ikram edilirdi. XII ve XIV. Yüzyıllar'da müreffeh bir yer olarak anılan, yerleşim yerlerinin birbirine dereler ve su kanalları ile bağlandığı, ulaşımın kayıklarla yapıldığı anlaşılan bu bölgede günümüzde sadece Ahmed er-Rifâî’nin türbesi kalmıştır. Kendisi 1182'de Irak'ta vefat etmiştir.

Rifâiyye’nin XII. Yüzyıl'da teşekkül eden tarikatlar arasında kuruluşunu tamamlayıp teşkilâtlanan ilk tarikat olduğunu söylemek mümkündür. Rifâiyye Tarikatı'nın Hazret-i Ali’ye ulaşan iki silsilesi bulunmaktadır. Tarikat, Kurucusu'na nisbetle dolayı Rifâiyye diye, ismine izâfetle Ahmediyye, kurulduğu bölge olan Batâih’e nisbetle Batâihiyye adlarıyla da anılır. Tarikat günümüzde Türkiye’de Rufâiyye şeklinde de söylenmektedir.

Rifâiyye tarikatının esasları Ahmed er-Rifâî tarafından tesbit edilmiştir. Onun ifadesine göre Rifâiyye Kitap ve Sünnet’e dayanan, tevazu ve alçak gönüllülüğün esas alındığı bir tarikattır, Rifâiyye’de şeyhe intisap, müridle mürşid arasında bir anlaşma ve sözleşme (biat ve mübâyaa) olarak kabul edilmekte ve bir merasimle gerçekleştirilmektedir. Kenan Rifâî tarikattaki biat merasimini ayrıntılı şekilde kaydetmiştir. Tarikata giren sâlikten evvelâ şeriatın emir ve yasaklarını öğrenerek gereğini yerine getirmesi, sonra farzlarla birlikte çokça nâfile ibadetlerle meşgul olması istenir. Sâlik için şeriat edeplerinden tercih edilen öncelikle sohbettir; yani mürid mürşidinin sözlerini dikkatle dinlemeli, onun hal ve hareketlerine dikkat etmeli, davranışlarını ona göre düzenlemelidir. Şeyh ile sohbet ve beraberlik müridin kötü huylarını güzel huylara dönüştürmesine yardımcı olur. Seyrüsülûkün başlangıcı Hakk’a yönelip kalp huzurunu elde etmektir. Bu huzura mürşidin tâlimatına göre çokça salâtüselâm getirmekle ulaşılır. Salâtüselâm getirmekten maksat sâlike Hz. Peygamber’den feyiz ve “nefha”ların erişmesini sağlamaktır. Zira salâtüselâm vesilesiyle aradaki perdeler kalkmakta ve sâlik Resûl-i Ekrem’den zat nurlarını görebilmektedir. Buna göre Hakk’ın huzuruna vâsıl olmada Hz. Peygamber bir kapı mesabesindedir. Salâtüselâmın her namazdan sonra mürşidin belirleyeceği sayıda okunan beş şekli olmakla birlikte ümmî müridler için, “Allahümme salli alâ seyyidinâ Muhammedin ve alâ âlihî ve sahbihî ve sellim” şeklinde okunması yeterli görülmüştür. Müridler, tek başlarına yaptıkları bütün zikirleri kendi işitecekleri kadar yüksek sesle (cehrî) yaparlar. Toplu zikir ise hem oturarak (kuûdî) hem ayakta (kıyâmî) yapılmaktadır Bu zikrin İstanbul’da icra edilen şekli Ömer Tuğrul İnançer tarafından ayrıntılı biçimde kaydedilmiştir. Zikir meclislerinde genellikle Ahmed er-Rifâî’nin tertip ettiği evrâd ve ahzâbdan bir bölümü (sekizinci hizip) okunmaktadır. Ayrıca bazı gün ve gecelerde zikir sırasında “burhan” denilen kerametlerin izharı da söz konusudur. İsm-i celâl zikrinin hızlandığı bir sırada zikri yöneten şeyh kılıç, şiş, tığ, topuz gibi aletleri zikir yapan dervişler arasından seçtiği kimselerin yanak, karın, gırtlak, göz çukuru ucu gibi vücudun değişik yerlerine saplar. Dervişler vücutlarına saplanmış âleti elleriyle tutarken zikre devam ederler. Bunun yanı sıra şeyh yassı bir kaşık biçimindeki “gül” denilen, ateşte akkor haline getirilmiş demiri yalar veya dervişlerin belden yukarı çıplak bedenlerine temas ettirir. Bu tür gösteriler arasında ateşe girme, zehir içme, vahşi hayvanlarla oynama, ağızda cam parçalarını çiğneme gibi uygulamalar da zikredilebilir.

Bu gösterilerle Allah dilemedikçe ateşin yakmasının, kesici Âletlerin kesmesinin, yırtıcı hayvanların zarar vermesinin mümkün olmayacağı deliliyle ispatlanmak istenmekte, ayrıca bu yolla inkârcıların hidayete ermesi hedeflenmektedir. Ahmed er-Rifâî’ye göre velâyet yolunda olan insanlarda bu hallerin meydana gelmesi mümkün olmakla birlikte, bunlar o aşamada kemâl alâmeti olmadığından önemsenmemelidir. Rifâî’den bahseden ilk kaynaklarda bu tür olaylara yer verilmemiş, ancak ona bağlı olarak devam eden silsilelerde bu uygulamalar tarikatın belirleyici niteliği haline gelmiştir. Bununla birlikte Ahmed er-Rifâî’ye nisbet edilen, “Eğer bir ateşe ismim anılacak olsa, asla alev alev yanmaz”; “Ateşin alevleri yükseldiği esnada zikredince mahlûkatın Rabbinin izniyle alevler benim için sakinleşir”; “Rabbim bana dedi ki, 'Sen yırtıcı hayvanlar üzerinde büyük bir hükme sâhipsin.' ” şeklindeki ifâdelerden hareketle onun esasen bu tür kerametlere sâhip olduğu, ondaki potansiyel gücün daha sonra halifelerinde zuhur ettiği ileri sürülmektedir. Nitekim Ahmed er-Rifâî’nin irşad faaliyeti için İskenderiye’ye gönderdiği Ebü’l-Feth el-Vâsıtî’nin halifesi Abdüsselâm el-Kalîbî’nin (el-Kuleybî) yanan bir ateşin içine girerek sönünceye kadar durduğu, Rifâî’nin torunu İbrâhim el-A‘zeb’in aslan, yılan gibi vahşi hayvanlarla ve ateşle oynadığı belirtilmekte, Rifâî’nin diğer bir torunu İzzeddin Ahmed es-Sayyâd’ın bu tür olayları Allah’ın bir lûtfu olarak değerlendirdiği görülmektedir.

Rifâiyye tarikatında sünnet olduğu kabul edildiği için siyah taç tercih edilmiştir. Tarikatta kullanılan kendine has şekil ve nitelikteki bayrak (alem) ve sancak, nefse karşı yapılan büyük cihad ordusunda saf tutup sebat etmenin sembolleri olarak kabul edilir. Cuma günü müminin bayramı olduğundan o gün gerçekleştirilen zikir merasimlerinde def ve nevbet vurmak âdet haline getirilmiştir. Rifâiyye mensupları arasında XIX. yüzyıl ile XX. yüzyılın ilk çeyreğinde ünlü mûsikişinas ve zâkirbaşılar yetişmiştir. 700 kadar ilâhiyi notaya alıp bir koleksiyon hazırlayan Ali Rıza Şengel bunlardan biridir. Bu koleksiyonun büyük bölümü Abdülkadir Töre’nin koleksiyonuyla birleştirilerek dokuz cilt halinde yayımlanmıştır (Yusuf Ömürlü, Türk Mûsikîsi Klasiklerinden İlâhîler, İstanbul 1979-1996). XIX. yüzyılın sonlarında Endonezya’dan Hindistan, Afrika ve Balkanlar’a kadar hemen hemen bütün İslâm dünyasına yayılmış olan Rifâiyye günümüzde Mısır, Suriye, Yemen, Irak, Türkiye ve Balkan ülkelerinde varlığını sürdürmektedir. Bulgaristan’ın Şumnu şehrinde Rifâî dervişlerinin faaliyetlerine ve XIX. yüzyılda Sofya ile Köstendil’de iki Rifâî tekkesine rastlanmaktadır. Yunanistan’ın Yanya, Serez, Eğriboz, Gümülcine, Selânik şehirlerinde ve Girit adasında Rifâî tekkeleri kurulmuştur. Arnavutluk’ta Rifâiyye’nin XVII. yüzyılın ortalarından itibaren yayılmaya başladığı anlaşılmaktadır. XIX. yüzyılın sonlarına doğru Rifâiyye, Arnavutluk’un yanı sıra Kosova ve Makedonya’ya da yayılmıştır. Arnavutluk’un Tiran, Berat, Pegin (Peçin), İşkodra, Ergirikasrı (Gjirokastër), İlbasan (Elbasan), Petrela ve Tropoya şehirlerinde bu tarikata ait ondan fazla tekke kurulmuştur. Ayrıca Bosna-Hersek’in Saraybosna; Kosova’nın İpek, Prizren, Yakova (Gjakovë); Makedonya’nın Manastır, Kavadarcı, Üsküp; Hırvatistan’ın Yakova (Djakovo) şehirlerinde Rifâiyye adına tekkeler kurulduğu görülmektedir. Buradan Avrupa ülkelerine, Amerika Birleşik Devletleri, Kanada ve Avustralya’ya göç eden Rifâîler’den bir kısmının oralarda da tekkeler açtığı belirtilmektedir.

Bir adı yukarıda geçen 1867 doğumlu Kenan Rıfaî vardır. Selânik göçmenlerindendir. İdadi eğitiminden sonra 19 yaşında iken memur olmuş, sonra Medine'ye tâyinini istemiştir. Medine’de yine mânevî işaret üzerine beldenin şeyhü’l-meşâyihi, Seyyid Ahmed er-Rifâî neslinden Seyyid Hamza er-Rifâî’ye dört yıl hizmet eder. Müridlerinin rivâyetine göre, Şeyhi kendisine, “Oğlum, ben mi senin şeyhinim, yoksa sen mi benim şeyhimsin?” diyerek icâzet ve hilâfet verir. İstanbul’a dönüşünde annesi Hatice Cenan Hanım’ın 1908 yılında Hırkaişerif’te inşa ettirdiği Ümmü Kenan (Kenan'ın annesi) Dergâhı’nda postnişin olarak Rıfâîlik konusunda irşad faaliyetine başlar. 1925 yılında tekkelerin kapatılması üzerine mülkiyeti kendilerine âit olan Ümmü Kenan Dergâhı âile efrâdı tarafından mesken olarak kullanılmaya başlar. Maarif Vekâleti’nden emekliye ayrıldıktan sonra da on üç yıl Fener Rum Lisesi’nde Türkçe hocalığı yapar. Soyadı Kanunu'nun çıkmasından sonra Büyükaksoy soyadını alan Kenan Rifâî, 7 Temmuz 1950 tarihinde vefat eder. Merkez Efendi Câmii avlusunda şadırvanla kabristan duvarı arasındaki hazîreye defnedilir.

Kenan Rifâî’nin XX. yüzyılın ilk yarısında yaşayan sûfîler arasında önemli bir yeri vardır. O, tasavvufî görüşlerini tevhid, güzel ahlâk, aşk ve irfan etrafında örmüş; ilim, fikir ve sanat dünyasına birçok insan kazandırmıştır. Diş Tabâbeti ve Eczâcı mektepleri müdürü Server Hilmi Bey, Hattat Aziz Efendi, Eflâtun, Marc Orel ve Epictetos’un bazı eserlerini Türkçe’ye tercüme eden felsefe muallimi Semiha Cemâl Hanım, damâdı ve diş hekimi Ziyâ Cemâl Büyükaksoy, romancı ve filoloji doktoru Safiye Erol, mimâr Ekrem Hakkı Ayverdi, edip, mütefekkir ve mutasavvıf Samiha Ayverdi talebelerinden birkaçıdır.Devrin şeyhülislâmlarından Haydârîzâde İbrâhim Efendi, Nesîmi Efendi ve Abdullah Efendi ile Mısır Keldânî Patrik Vekili Âbid Efendi de onun müntesiplerindendir. Onun kadın müridlerinden ve tarikatın ileri gelenlerinden, sık sık televizyona çıkan Cemâlnur Sargut bu "Kenan'ın Annesi Dergâhı"nın adını "Altay Dergâhı" diye verir.

Kenan Rıfâî'yi niye yazdık?.. Çünkü Soner Yalçın onu kitabında Dönmeler'den sayar. Türkiye Rufâîleri Şeyhi de onun müridleri için " Onlar Rıfâî'dir, biz Rufâî'yiz" der, kendilerinden saymaz. Doğrusunu ALLAH bilir.

*****

Bu Bedensiz Varlıklar enteresandır. İnsanları kandırmak için türlü hüviyetlere bürünürler. Ergün Arıkdal ekolündenseniz, Uzay'a meraklıysanız, karşınıza Siriuslu, Andromedalı, Marslı olarak çıkarlar. Bedri Ruhselman ekolündenseniz, "Beşinci Boyut, Dördüncü Plân" gibi tuhaf bir mekân bildirirler. Ferhan Erkey ve bizim ekoldenseniz, yâni biraz dinle alâkanız fazla ise Seyyit Nesîmî, Seyyit Ahmed-er Rıfâî gibi din büyükleri olarak görünürler. Cenap Başman ve Bölünt Çorak ekibindenseniz, tıntın zırcâhil olduğunuz için kulaktan dolma isimler hâlinde Mevlâna, Atatürk diye karşınıza çıkarlar. Maksat aldatmaktır. Ne kadarını yutarsınız, o midenizin büyüklüğüne, idrâkinizin küçüklüğüne kalmış... Haa, yutmamanıza rağmen, İrtibat'ı sürdürerek bir takım bilgiler, tecrübeler elde etmek te mümkün. Zâten bunun içni bu tarz Celseler'i naklediyoruz. Aşağıdaki de öyle...

Varlık : Seyyit Ahmet Hurufî taklidi yapan Varlık
Medyum: Sabahat
Celse İdârecisi. Ferhan Erkey
Tarih :29 Mayıs 1962
Usûl : Hipnoz yoluyla ruhî infisal
Hâzirûn: Muhtelif şahıslar

Medyum uyutulup yükseltildikten sonra daha önce karşılaştığı bir Varlık'la İrtibat'a geçer.

İdâreci- Temas hâlinde misiniz?
Medyum- Evet.
İ- Kiminle görüşüyoruz, efendim?
Varlık- Tanımadın mı beni?
İ- Şimdi efendim, son olarak... Tanıdım tabii, efendim. Seyyit Ahmet Hurufî Hazretleri.
V- Evet.

Burada hemen duralım. İdâreci yanlış olarak "Hurufî" diyor, Seyyit Ahmet Hurufî diye bir Varlık yok!.. Seyyit Ahmed-er Rufâî var, Fazlullah Hurufî var. İdâreci varlığın iddia ettiği kişi olmadığına emin, ama devam ediyor.

İdâreci- Dua edelim.
Varlık- Konuşalım mı?
İ- Konuşalım.
V- Ama gözlerini alamıyorlardı benden ki!... hiç!..
İ- Seans esnâsında idi. İçeri "iki hasta geldi" diye bildirdiler. Koştum Biri masada,
diğeri koltukta yatıyordu.
V- Hasta mı?... Ne münâsebet, canım!. Niçin hasta olsunlar?
İ- Kardeleri çok korkmuşlar ki, uzak bir mesâfeden alıp getirdiler. Gözüktünüz mü
onlara, efendim?
V- EVET... Medyum gördü, seslendi. Öteki de kucağına yattı, "Bakayım" dedi,
o da gitti!..
(bayıldı)
İ- Peki, büyüğe neden görünüp yatırmadınız?.. herhalde onu getirecek kimse yoktu,
onun için.
V- Onu pek sevmem, onun için... Biz Medyumun'la konuştuk, doktor. Evde biraz
konuştuk.
İ- Biz de sizin güzel konuşmalarınızı bekliyoruz.
V- İnşallah. Ama Medyumun rahatsız ya, doktor.
İ- Yalnız sözlerinize başlamadan evvel bir ricam var. Medyum'a gözüktüğünüze göre,
elbette bize de kendinizi gösterebilirsiniz.
V- İstesem gösteririm tabii...
(Sâdece senin isteğine bağlı değil.)
Gene bunu bana mı yaptıracaksınız?
İ- Size yaptırmayıp ta, kime yaptıralım?
V- Tabii yapacağım. Sizin yardımınıza, isteğinize, arzunuza... Daha sayayım mı,
doktor?
İ- Çok teşekkür ederim.
V- Her zaman emrinize âmâdeyim, Medyumum'la birlikte.
İ- Şimdi lûtfedecek misiniz?
V- Hayır, çünkü çok yorgun...

Bedensiz Varlıklar da Bedenli Varlıklar, yâni İnsanlar gibidir... Yapamıyacakları işlere kolay bahâne bulurlar. Bunun için onları ayıplamak gerekmez. Ama keşke az önce "İstersem gösteririm" demeseydi.... Şimdi başka bir talebe bakın nasıl kulp buluyor.

İdâreci- Biur ricâmız daha var. Nermin Hanım'ın kızı
ölmüş Sevim Hanım'la görüşmek istiyorlar.
Varlık- Bir-iki dakika müsaade edin de, ben bir anlıyayım, efendim.
İ- Peki, efendim.
Medyum- ..... Beni de götürüyor... BİR YERE BIRAKMIYOR... Tutmuş, çekiyor boyuna...
BIRAKMIYOR Kİ!... Çekiyor, beni götürüyor... Gidiyorum... Çok kalabalık buralar... Off!...
Çok kalabalık!...
(sıkıntı içinde) Berâber... Fakat çok güzel bir yer burası...
(sıkıntıdan sonra rahatlama... Acaba Aldatıcı bir İmaj mı?)
İ- Lûtfen daha yüksek sesle...
M- Çok güzel bir yer... Kalabalık... çok güzel... Ben durdum şimdi... Beni bıraktı, gitti...
Sanki Kat Kat birşeyler var orada... Sen de bilirsin... Üç dokuzlar vardır... Dokuz...
Ondokuz... Yirmidokuz ....
İ- ??? Evet.
M- Bu Dokuzlar zamanında diğer kimselerle görüşemedim, görüşemiyorum... Çok
özür dilerim... İsterdim görüşmek... Bunu da yâni sizi aydınlatabilmek için söyledim...
İ- ??? Çok teşekkür ederim, Üstâdım.
M- ...... Hay hay!... Kabul ederim tabii... Yalnız dikkat et, Dokuzlar olmasın, doktor.
İ- ??? Bu neyi ifâde ediyor?... Tam olarak izah eder misiniz?

doktor şaşkın... Varlık mı konuşuyor, Medyum mu, o dahi anlaşılmıyor Celse esnâsında.. Ama biz anladığımızı söyleyelim... Kendini Üstün bir Varlık gibi gösteren bu Varlık, bir defa Medyum'u bırakmıyor ki, hiç hoş değil. Rahatsız edici... Sonra onu kalabalakı bir yere götürüyor, sözde istenen şahsı aramak için... Sonra Medyum özür diliyor, o şahısla görüşemediği için... Ama söyledikleri kendinden mi, Varlığın tesiriyle mi, bilemiyoruz. Diyorki, "Ben Ayın 9'unda, 19'unda, 29'unda bu Varlık'tan başkasıyla görüşemem. Bugün de Mayıs'ın 29'u... Keşke beni başka bir gün uyutsaydınız" demeye getiriyor, muhtemelen Varlığın etkisiyle... Bakalım şimdi Varlık bu Dokuzlar'ı nasıl açıklayacak?

Bu tarz kafa karıştırıcı açıklamalar Ergün Arıkdal vâsıtasıyla alınan "Sadıklar Plânı" sözde "tebliğ"lerinde çok görülür. Sonunda gerçeği "Sirius misyonu" sözde "tebliğ"lerinde şöyle ifâde eder:

- "Bunca yıldan beri sizde oluşan bilgiler, birbirleriyle bağlantısı güçlü olmayan,
kuşkulu târif ve kavramlardan ibârettir.

"Bunca yıl" dediği 1959 ile 1974 yılları arasıdır. Yâni 15 yıl!... 15 yıl işletmişler o grubu... Neyse, biz Celse'ye dönelim, bakalım Varlık neler ulduracak?

Efendi, bu Üç dokuzlar... Dört tabaka'yız biz burada...
1... 2... 3... 4... Bunlar bu âlemin gülleridir. Dokuzlar Bir ve İki'nindir. 19 Üç'ün,
ve Yirmidokuzlar biz gibi olanlarındır. Anlatabildim mi?
İ- ??? Evet.
V- Burada bizim vazifelerimiz de var, bunu biliyorsunuz. Tabii Dünyâ'ya nasıl...
İslâm'ın şartı beş... Elhamdülillah hepimiz müslümanız.
İ- Ruhlar'da din mevzuu var mı kı?
V- Bâzılarında mevcut tabii... Meselâ... meselâ... Var tabii, evlâdım, var...
İ- Müslüman olan bir Ruh, bir dahaki hayâtında Hıristiyan olarak gelebilir.
V- Evet, gelebilir Dünyâ'ya...
İ- Orada tasnif hâlinde misiniz? .. Yâni, Hıristiyanlar, Müslümanlar diye...
V- Tabii evlâdım, tabii... Fakat bu mevzuyu senle başka bir zaman münâkaşa edelim. Ben de girişirim senin oğul, bu mevzuda münâkaşaya.
İ- Memnuniyetle. ne zaman isterseniz. Ben bu söylediğinizle tatmin olmadım. Ama sizi mazaretli kabul ediyorum.

Ruhlar'ın Öbür Âlem'de vazifeleri, daha doğrusu bir faaliyetleri olduğu doğru... Vazife ancak liyakat kazanana veriliyor... Din meselesine gelince, bir Varlık Dünyâ'da hangi inanç ve düşüncede ise, Âhıret'e de onunla intikâl ediyor. yâni birdenbire inançlarından, fikirlerinden, huylarından sıyrılmıyor. Bir Müslüman, Orada da Müslüman gibi hareket ediyor ve kendisi gibi olanlarla bir arada olmak istiyor. Hıristiyan da öyle... Ama Üstün Ruhlar öyle değil... Onlar idrakleri seviyelerinde bir aradalar. Müslüman'ı, Hıristiyan'ı, Yahudi'si, Budist'i, hattâ Dünyâ7a iken ateist görüneni de bir arada... Onlar ihtiyâcı olan herkese yardım ediyorlar, ayırım yapmadan. "Yetmişiki milleti bir" görüyorlar. Daha alt seviyedekiler de kendi eski toplumlarına yakın duruyorlar. Hıristiyanlar'ın Celseler'ine Hıristiyan Varlıklar'ın gelmesi bu yüzden. Bizde de Müslüman Varlıklar'ın... Yâni Varlığın "ilerde anlatırım" dediğini biz şimdi anlatmış olduk.... Dokuzlar üzerine söylediklerinin bir anlamı yok!

Şimdi gelen kısma bakın, Varlığın hüviyeti kesinleşecek.

Varlık- Kızım vardı benim, uyuyordu hani... Vazgeçti mi
uyumaktan?
İdâreci- Hayır, şimdilik vazgeçmedi.
V- Pek sataşmıştım doktor, ona ben...
İ- O da sizi çor sevmiş, efendim. Zâten Fincan yaparken sizi düşünmüşler. "Aacab
Üstat gelir mi, bizimle konuşur mu? " diye..
V- Öyle mi?... Yanlış düşünmüş... Öyle bir şey geçirmemiş aklırdan, doktor.
hayır, hayır...
İ- Ben yanlış anlamışım, efendim.
V- Hayır... Beni aklına nerden getirecek?..
İ- Hurufîlik hakkında bilgi verecektiniz.
V- Biraz Medyum'u dinlendir... Medyum hasta...
İ- Arzu ederseniz keselim Celse'yi.
V- Benim şimdi sizden ricam, Medyum'u gidene kadar rahat gönderin eve...
İ- Olur efendim.
V- Ve bir daha beni böyle şeylere mecbur etmesinler. Çünkü Medyum çok
hırpalandı. Çok rica ediyorum, bilhassa sisden. Medyumuz'dan rica etmem.
Öyle olsa, ben Medyumum'a söylerim. KENDİSİYLE BEN UĞRAŞIRIM... Bir daha
böyle olmasın, yoruluyor Medyum...
İ- Peki, efendim.
Medyum-
(sıkıntı içinde)
V- Evet. doktor. meydan vermiyelim. Çok rica ediyorum. Medyum'a yazık...
Hırpalandı iyice...
(Medyum'a hitâben) Seni ber zaman için...
her yerde beni çağırdığını söylemiştim, değil mi?... Yetişirim. HER ZAMAN İÇİN
ARKANDAYIML... ve beni sakın unutma!... Küserim sonra sana!
İ- ???? Asla, efendim...
V- Şimdi Medyumum'la biraz uğraş ta... O hâlle bu vaziyette getirdim Meidyumum'u...
İstemezdim böyle olmasını ama... Yalnız şey yapma da... Böyle ben göründüğüm
zaman bir daha ürkmesin... korkmasın...
Peki, efendim.
V- Evet. telkin ver, doktor... Çok korkmadı ama, ÜRKTÜ biraz böyle... Yerinde
sarsıldı... Gözlerini açtı kapadı, açtı kapadı bir zaman... Böyle o baktı ben baktım..
NİHÂYET BAŞINI ÖMZOMDA GÖRDÜM.... Unutma dediklerim!
İ- Hayır, efendim. medyumumuz'u iyileştireceğim.

Celse'nin en önemli kısmı, Varlığın evinde Medyum'a ve belki de kardeşlerine görünüp, onları dehşetli korkutması... Bu Geri Varlık aslında Nesrin Hanım'a gelen, ve kendini SEYYİT AHMET diye tanıtan Varlık... Frekansı tuttuğu için bu Celse'de Sabahat Hanım uyutulunca, ona da gelmiş... Tam Celse başlarken içeri Varlığın esas Medyum'u Nesrin Hanım, bir kardeşi daha, üçüncü bir kardeş tarafından getirilmişler, biri koltukta, biri çalışma masasının üstünde bayılıp kalmış!... Niye? Varlık onlara görünüp korkuttuğu için!... Hiç kimse Üstün bir Varlığın, nur yüzlü bir Varlığın görünmesinden korkmaz. Bu Geri Varlık, hem görüntüsüyle korkutuyor, kardeşinin rüyâsına giriyor, kâbus oluyor, hem de "Medyumum" diye sâhipleniyor, Obsede etmek istiyor!.. Üstelike İdâreci'den Medyum'un kendisini sevmesi için yardım istiyor... Nelerle uğraşıyoruz, görüyor musunuz?

Varlığın, dediğimiz gibi, Hurufîlik'le alâkası yok, Zâten Seyyit Ahmet Hurufî diye birisi yok. Bu Varlık, Seyyit Ahmet-er Rıfâi gibi görünmeye çalışırken, İdâreci'nin yanlış olarak "Seyyit Ahmet Hurufî" demesi üzerine Hurufîliğe dünmüş, ama tabii o konuda da bir bilgisi olmadığından açıklamayı erteleyip durmuştu. Bizim belirtmek istediğimiz husus , Varlığa âit ilk bilgiler geldiği andan itibâren araştırmaya başlansaydı, bu tür aldatmalar olmazdı. Belki Nesrin Hanım da Varlığın o kadar etkisine girmezdi. Daha başta, ikinci Celse'ye iştirak edenler Ahmet-er Rıfâî ve Rufâîlik hakkında bilgi sâhibi olarak gelselerdi, zâten Nesimî Celsesi'nden Hurufîlik hakkında da mâlûmattar oldukları için Varlığın foyasını meydana çıkarabilirlerdi.

Biz şimdi "Ahmet Hurufî diye biri yok" dedik, "Hurufîliğin kurucusu Fazlullah Hurufî'dir" dedik ya, onun hakkında bilgi verelim. Gene İslâm Ansiklopedisi'nden... Sizleri yormamak için buraya aldık.

Fazlullah Hurufî 1340 yılında, Hazar denizinin güneydoğusundaki Esterâbâd şehrinde doğdu. Adının Abdurrahman olduğu, ancak Seyyid Fazlullah-ı Helâlhor diye tanındığı 1401'de öldürüldüğü söylenir. Başka iddialar da vardır ama en doğrusu budur. Halifelerinden Mîr Şerîf onun Seyyid olduğunu söyleyerek şeceresini verir Buna göre babasının adı Bahâeddin Hasan olup, soyu Yedinci İmam Mûsâ el-Kâzım’ın oğlu Seyyid Ca‘fer’e ulaşır. Bazı araştırmacılar, dedesi Muhammed el-Yemânî’nin nisbesinden hareketle, Yemen’in IX. Yüzyıl'ın sonlarından itibâren Bâtınîliğin önemli merkezlerinden biri olduğuna ve dolayısıyla âilenin Bâtınîlik’le ilgisi olabileceğine dikkat çekmişlerdir. Ancak babasının, târih boyunca Sünnî olma niteliğini koruyan ve bunun için “Dârülmü’minîn” diye anılan Esterâbâd’da kadılkudâtlık görevinde bulunması, bu ihtimali zayıflatmaktadır.

Fazlullah’ın hayatının ilk dönemi ve öğrenim durumu hakkında Hurûfî kaynaklarında yeterli bilgi yoktur. Halifelerinden Seyyid İshâk-ı Esterâbâdî’nin verdiği bilgiye göre 18 yaşında iken bir dervişten dinlediği Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin,

Bekaya sâhip olduğun hâlde ölümden ne endişe ediyorsun
Hudâ'ın Nûru'na sâhipken neden mağarada gizleniyorsun

anlamındaki beytinin gerçek mânâsını hocası Kemâleddin’e sormuş, hocası da bunun ancak ibadet, riyâzet, aşk ve cezbeyle anlaşılabileceğini söylemişti. Seyyid İshak, Fazlullah’ın 1355'de gördüğü bir rüya ile kendisine rüya yorumu bilgisinin Hz. Peygamber tarafından verildiğini ileri sürer. Bu durumda Fazlullah’ın tasavvufî hayatla ilgisi Seyyid İshak’ın söylediği gibi 18 yaşında değil, daha önce başlamış olmalıdır. Fazlullah bunun üzerine Dünya nimetlerinden vazgeçip, kendini ibâdete verir. Üzerindeki pahalı elbiseleri çıkarıp, çobanlar gibi keçeden elbiseler giyer. Bir süre dağlarda yaşar. Daha sonra yaya olarak seyahate çıkmaya karar verip, zahmetli bir yolculuktan sonra İsfahan’a ulaşır ve dört ay süreyle buradaki bir kervansarayda kalır. Gördüğü bir rüya üzerine hac niyetiyle yola çıkar.

Önce Tebriz’e gider. Burada Celâyirli Sultan I. Üveys’in onun sohbetlerine devam ettiği, Fazlullah’ın ona bir derviş külâhı verdiği, Vezir Zekeriyyâ ve Sâhibisadr Şeyh Hoca’nın onun dostları arasına katıldığı rivâyet edilir. Tebriz’de Esterâbâdlı bir kızla evlenir. Daha sonra Hârizm’e (1359), buradan da İsfahan’ın güneyinde bulunan Semîrem’e giderek orada itikâfa çekilir.

Bir süre ibâdetle meşgûl olduktan sonra, tekrar yola koyulan Fazlullah, rivâyete göre, “Ey Fazl, gez ve gör!” diye bir ses duymuş, ardından birdenbire karşısında Sekizinci İmam Ali er-Rızâ’nın belirdiğini görmüştür. Bu olay onun Şîa’ya olan ilgisini arttırır. Mekke’ye gitmeyi düşünürken bundan vazgeçip, Meşhed’e gitmeye karar verir ve orada bir süre ibâdetle meşgûl olduktan sonra Mekke’ye gider. Hac dönüşü Hârizm’e uğrar. Hârizm’de iken bir gece tasavvufta istediği yere gelemediğini düşünerek, o gece de fütûhat olmazsa, yâni mânevî kapılar kendisine açılmazsa, tasavvufî hayattan vazgeçmeye karar verir. Rüyâsında kendisini Esterâbâd’daki evinin bahçesinde görür ve burada beklediği fütûhat gerçekleşir.

Abdülbaki Gölpınarlı, bir Seyyid Nesîmî Divânı'nın içinde bulunan Fazlullah’a âit olduğunu söylediği 16 beyitlik mesneviden hareketle, "Fazlullah’ın 'merd-i ma‘nâ, kutb-i âlem' gibi ifadelerle övülen Şeyh Hasan adlı bir bâtınî sûfîye intisap ettiğini, Fazlullah’ı Hurûfîliğe yönlendirenin de bu kişi olduğunu" ileri sürmüştür. Ancak Hurûfî kaynaklarında böyle bir bilgiye rastlanmamaktadır.

Fazlullah daha sonra Hârizm’den ayrılıp önce Horasan’a, oradan da İsfahan’a geçer; Tokcı mahallesi mescidinde ikamet etmeye başladı (1370). Burada rüyâları yorumlamasıyla tanınan Fazlullah, devrinin ünlü âlimlerini çevresinde toplamayı başarır. Âlimler, vezirler, kadılar ve yöneticiler de dâhil olmak üzere bütün halk rüyâlarını tâbir ettirmek için ona gelmeye başlar. Halifesi Seyyid İshak, Ramazan ayında (Mart 1373) Fazlullah’a şer‘î hükümleri te’vil etme bilgi ve yetkisinin verildiğini kaydeder. 1374’te tekrar hacca giden Fazlullah muhtemelen Tebriz yoluyla İran’a döner. 1375 yılında Tebriz’de bir rüya gördüğünü ileri sürer. Bu rüyâya göre Hz. Âdem, Hz. İsâ ve Hz. Muhammed Allah’ın halifeleri; kendisi ise Mehdî ve Mesîh'tir; peygamberlerin ve velîlerin sonuncusudur. Böylece nübüvvetle velâyet kendisinde zuhur etmiş ve ulûhiyyet devri başlamıştır!

Bu rüyâyı açıkladıktan sonra Tebriz ulemâsı tarafından tekfir edilen Fazlullah, bunun üzerine İsfahan’a giderek bir mağarada inzivaya çekilir. (1376). Vefat etmek üzere olan bir dervişini ziyarete gittiği bir gün, derviş ona "artık zuhur etme zamanının geldiğini, Tebriz’de iken gördüğü rüyânın buna delil olduğunu" söyler. Kendisini Mehdî olarak tanıyan ve tanıtan Fazlullah’ın çevresinde Fahreddin, Celâl-i Burûcirdî, Fazlullah-ı Horasânî, Abdullah-ı İsfahânî, Nâyinli ve Reştli iki kişi ve Hurûfî müelliflerinden Mîr Şerîf’ten ibâret yedi kişi toplanır. Bunlar Fazlullah’a ilk inananlardır. Daha sonra Tebriz’den ayrılıp Gîlân ve Damgan’a giden Fazlullah, son zamanlarını Bâkûye’de geçirir. Damgan’da gördüğü bir rüya üzerine Timur’u “âyîn-i cedîd” dediği görüşlerine davet eder. Ancak fikirleri şeriata aykırı görüldüğünden, Timur tarafından tutuklanması emredilir. Semerkant’ta ulemâ ve fukahâ ile bir toplantı yapan Timur, verilen fetva uyarınca onun idamına hükmeder. Timur’un oğlu Mîrân Şah tarafından yakalanan Fazlullah, Alıncak Kalesi’nde hapsedilir; yapılan muhakemesi sonunda Şirvan Emîri Şeyh İbrâhim’in kadısı Bayezid’in fetvası ile 1394'de Alıncak Kalesi’nde boynu vurularak idam edilir. Ayaklarına ip bağlanarak cesedi çarşı ve pazarda dolaştırıldıktan sonra, mensupları tarafından defnedilir. Bazı Hurûfî eserleri, Fazlullah’ın cezasının bizzat Mîrân Şah’ın eliyle uygulandığını ve kullanılan kılıcın Fazlullah’ın müridleri tarafından altınla kaplandığını, tâzimle öpüldüğünü kaydederler. Yine bundan dolayı aynı kaynaklarda Mîrân Şah’ın ismi “Mâr Şâh” veya “Mârân Şâh-ı Pelîd” diye yazılır . Mar: Yılan, Mârân: Yılanlar) Alıncak’a gömülen Fazlullah’ın kabri, idam edilmesinden altı yıl sonra başhalifesi Ali el-A‘lâ ile Seyyid Mûsâ ve arkadaşları tarafından yaptırılmıştır. Fazlullah’ın idam edilmesine ve müridleri hakkında sıkı bir takibata geçilmesine rağmen halifeleri sayesinde bu fırka taraftar kazanarak gittikçe güçlenmiş; böylece Hurûfîlik doğuda Hindistan’a kadar yayılmış, batıda ise Fazlullah’ın başhalifesi Ali el-A‘lâ’nın gayretleriyle Anadolu’ya geçerek güçlü tesirini asırlar boyunca Anadolu ve Rumeli topraklarında diğer tarikatlara sızarak göstermiştir. Türk edebiyatının ünlü siması Seyyid Nesîmî de Fazlullah’ın Anadolu’daki halifelerindendir.

Rüya yoluyla gerçeği bulduğuna inanan Fazlullah, âyet ve hadisleri kendi geliştirdiği te’villerle açıklayarak fırkasını kurmuş, mensupları onu Allah’ın zuhuru olarak görmüş ve eseri Câvidânnâme’yi ilâhî kitap saymışlardır. Fazlullah, Bâtınîler’in te’vil metotlarıyla harflerin değerini ve sayılarla olan münasebetini belirleyerek dinî emir ve mükellefiyetleri Arap ve Fars alfabelerindeki harflere irca etmiştir. Bunu nasıl yaptığını HURUFÎLİK bahsinde anlattık.

Fazlullah kendisinin ilâhî feyzi rüya ile keşfetmeye başladığını, hiçbir resûle vahiy ve ilham yoluyla açıklanmayan hakikat ve esrârın kendisine rüya yoluyla âşikâr olduğunu iddia eder. Rüya tâbirlerindeki kaabiliyeti daha 25 yaşında iken onu üne kavuşturmuş, 40 yaşına gelmeden Kur’ân-ı Kerîm’deki hurûf-ı mukattaanın sırlarını çözdüğünü ileri sürmüş, daha sonra bu harflerin özelliklerini göz önünde bulundurarak Hurûfîler’ce Kur’an’ın bir çeşit tefsiri sayılan Câvidânnâme adlı eserini kaleme almıştır. Kur’an’ın gerçek mânasının ancak kendisi tarafından anlaşıldığına inandığı için kendisinden ”(Kitaptan bir ilmi olan kimse" (Neml Sûresi, 40. Âyet) diye bahsetmiştir. Fazlullah, “Bu Allah’ın fazlıdır” (Mâide Sûresi, 54. Âyet); “Bu rabbimin fazlındandır” (Neml Sûresi, 40) meâlindeki âyetlerde olduğu gibi Kur’an’da geçen bütün “fazl” kelimelerinden kendisinin kastedildiğini, insan yüzünde de “fazl” isminin okunduğunu ileri sürmüştür.

Fazlullah-ı Hurûfî, bâtınî inançların kök saldığı İran’da fikirlerini bu bâtınî metotlarla kurmuş; fikren bağlı bulunduğu, bâtınî şeyhlerinden olan ve Serbedârîler’le Horasan’da isyan ve ihtilâllere karışan Şeyh Hasan-ı Cûrî ile (ölümü 1342) onun halifelerinin tesiri altında kökleşmiş akîdelere dayanarak inançlarını yaymaya çalışmıştır. Fazlullah’ın asıl maksadının İslâm kültür ve medeniyetinin İran’daki etkisini kırmak olduğu, bâtınî düşüncelere de bunun için başvurduğu öne sürülmektedir.

Eserleri. Fazlullah-ı Hurûfî, kurduğu fırkanın prensiplerini ortaya koyan eserlerini Farsça’nın Esterâbâd lehçesiyle yazmıştır. Bunların içinde sadece Vasiyetnâme’si yayımlanmıştır.

1. Câvidânnâme. Hurûfîliğin ana kaynağıdır. Hurûfîliğe dâir telif edilen diğer bütün eserler Câvidânnâme’yi esas almış olup Hurûfîliğin bütün prensipleri bu esere dayanmaktadır.
2. Dîvân. Fazlullah’ın gazel, kıta, rubâî, müstakil beyit ve tercîlerinden meydana gelen bu eserin bilinen en iyi yazma nüshaları Millet Kütüphanesi’ndedir.
3. Muhabbetnâme. Bu mensur eserde sûret-i rahmân üzerine yaratılan insanların seçkinleri sayılan ulemânın, zâhidlerin, hukemâ ve şühedânın son menzillerinin kıyâmet olduğu, bunların bu aşk âleminde gezindikleri esnâdaki görüş ve düşünceleri anlatılır.
4. Vasiyetnâme. Fazlullah’ın, kurduğu Hurûfîlik fırkasının akîde ve inançlarının zaptedilerek dostlarına ulaştırılması hususundaki arzusu ve vasiyetinden ibârettir.
5. Nevmnâme. Fazlullah’ın rüyâlarına dâirdir. Müellif, rüya yoluyla kendisine gösterildiğini ileri sürdüğü bâzı gerçekler ve sırlarla bunların tâbirlerini bu eserde bir araya getirmiştir. Nevmnâme’de ayrıca Fazlullah’ın gerek rüyâsında gerekse seyahatleri esnâsında gördüğü yerlerin adları, rüyâların târihleri ve çağdaşı olan kişilerin, dostlarının, devrin ileri gelenlerinin isimleri verilmektedir.
6. Arşnâme. Bu kitap Fazlullah’ın Câvidânnâme’den sonra en önemli eseridir. Mesnevi tarzında yazılan 1120 beyittir.

Bir daha birisi "ben HuruFî'yim" diye çıkarsa, bu bilgiler ile onu imtihan edersiniz.

*****

Epey bilgi verdik, değil mi?.. Bu arada ekleyelim: İlerde enteresan Reinkarnasyon vak'aları ile, Gerçekleşmiş Rüyalar da vereceğiz. Hepsi Türkiye'den... Bizim insanlarımızdan!

Ruhi Selman

selman@journalist.com

***

  • Önemli Sayfalar:

    - BİR SPİRİTUALİSTİN DÜNYASI - ANA SAYFA

    - BİR TEBLİĞ
    - ÖLÜM VE SONRASI
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 1
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 2
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 3
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 4
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 6
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 7
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 8
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 9
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 10
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 50
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 51
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 52
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 53
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 54
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 55
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 56
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 57
    - ÂHIRET'TEN SİMÂLAR - 58
    - ÂHIRET'TEN SİMÂLAR - 59
    - ÂHIRET'TEN SİMÂLAR - 60
    - ÂHIRET'TEN SİMÂLAR - 61
    - TEKÂMÜL'E GİDEN YOL
    - NEYZEN TEVFİK'TEN BİR ŞİİR
    - KADIN HAKKINDA BİR TEBLİĞ
    - EKMİNEZİ ÇALIŞMASI
    - İMAJ VE İLK YÜKSELME
    - BİR OBSESYON VAK'ASI
    - ÖTE ÂLEM'DEN ŞİİRLER - 1
    - RÜYÂLAR - 1
    - RÜYÂLAR - 2
    - REİNKARNASYON - 1
    - REİNKARNASYON - 2
    - ANADOLU'DA REİNKARNASYON ŞİİRLERİ
    - İRLANDALI ŞÂİR JAMES CLARENCE MANGAN ANADOLU'DA MI YAŞADI?
    - FİNCAN CELSELERİ - 1
    - FİNCAN CELSELERİ - 2
    - FİNCAN CELSELERİ - 3
    - RÛHÎ FİLİMLER - 1
    - ENTERESAN RÛHÎ OLAYLAR
    - ERGUN ARIKDAL VE SÂDIKLAR PLÂNI'NI TENKİT
    - BÜLENT ÇORAK VE DÜNYA KARDEŞLİK BİRLİĞİ SAFSATASI
    - CENAP BAŞMAN VE MARON TARİKATI
    - SAPKIN RAEL TARİKATI
    - TRANSANDANTAL MEDİTASYON KANDIRMACASI
    - MELEKLER'DEN MESAJ ALDIĞINI SANAN ŞAŞKINLAR
    - ŞEYTANA TAPAN SATANİSTLER
    - MEKTUPLAR