ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 12
Bu celsede sizlere tarihe mâlolmuş edebî iki şahsiyeti tanıştıracağız.
Medyum önce Karanlık Tabaka'dan, geri varlıkların bulunduğu yerlerden geçiyor... Karşılaştığı Geri Varlık'la olan irtibâtı ayrı bir sayfada vereceğiz.
Varlık: Hüseyin Siret
Medyum - ... Ayrılmak istiyorum.... Sür'atle çıkıyorum...
Tarih: 8.5.1961
Usül: Hipnoz yoluyla ruhî infisal
Medyum : Ali
İdâreci - Daha sür'atle çıkınız . Ruhlar Âlemi'ne doğru sür'atle çıkınız.
M- ... Burası Ruhlar Âlemi... Nasıl bir yer?
İ- Daha sür'atle çıkınız.
M- ... Korkunç sesler çıkarıyorlar...
İ- Daha sür'atli çıkıyorsunuz.
M- ... Aydınlığa yaklaştım...
İ- Daha sür'atli olarak çıkın.
M- ... Bahar gibi burası...
İ- Sür'atle çıkınız.
M-.... Çıktım... Kokulu mıntıkaya geldim...
İ- Derin derin nefes alınız. Bu kokuyla ciğerlerinizi doldurunuz. Bu kokuyu asla
unutmıyacaksınız.
M- Tamam.
İ- Yükselmeniz devam ediyor.
M- ... Birdenbire HÜSEYİN SİRET BEY'in yanına geldim. (1)
İ- Hoş geldiler. Kendileri için dua ediyoruz. ALLAH kabul etsin.
M- ... Edebiyât-ı Cedide yazarlarındanmış...(9) ÖMER HAYYAM'ı nazım hâlinde
konuşulan dile çevirmiş...(10)
... Kendisi konuşmıyacakmış... Daha yukarı çıkmamı önlemek için gelmiş...
İ- Acaba niçin daha yukarı çıkmanıza mâni oldular?
M- ... ENİS BEHİÇ BEY çoktan beri konuşmak için bekliyormuş...
İ- Lûtfetsinler öyleyse...
(1) Medyum, Yukarı Tabakalar'da ilk olarak HÜSEYİN SİRET BEY ile karşılaşılmış. Varlık, kendisi hakkında çok kısa bilgi verdikten sonra, konuşmadan ayrılmış. Ama o verdiği bilgileri araştırmak, kendisini tanımak gerekmez mi?.. Tanıyalım, bakalım.
HÜSEYİN SÎRET ÖZSEVER 1872'de İstanbul'da doğdu. S. Mazhar Bey'in oğludur. Aksaray’da
Taşmekteb’i ve Mülkiye İdâdîsi’ni bitirdi. Mülkiye yüksek kısmını, hastalandığı için bitiremedi.
Memur oldu. Sultan II. Abdülhamid'e karşı olduğu
için uzun yıllar sürgünde ve yurt dışında
kaldı. 1918’den sonra İstanbul'a döndü. Öğretmenlik, Matbuat Umum Müdürlüğü yaptı,
1959'da İstanbul'da vefat etti. Rumelihisarı Mezarlığı'na gömüldü.
Servet-i Fünûn şâirlerindendir. Tevfik Fikret'in tesirinde şiirler yazdı. Dil ve tekniğe önem
verdi. Aşk, kadınlar, tabiat, gurbet, âile, özlem temalarını işleyen lirik şiirler yazdı. Son
şiirlerinde, hece ölçüsü ve sâde Türkçe ile yazmayı denedi.
Şiir kitapları şunlardır:
Bir şiiri:
Mevsim yaprak dökümü, hep ağaçlar üşüyor,
Baş ucundaki yıldız sönük gece kandilli;
Sanırsın Derdli İshak Garip öttükçe
1. Leyâl-i Girızân (1909),
2. Bağbozumu (1928),
3. Kıvılcımlı Kül (1937),
4. Kargalar (1939),
5. İki Kaside (1942),
6. Bir Mektubun Cevâbı (1948)
Yeni Yayınlar Mart-1960 sayısında eserlerinin tam listesi vardır.
Bırakıp gidiyorum Ada'yı ilkteşrinde
Sen yeşil bir kıyısın, ben dalgayım enginde
Gözyaşlarım dolaşır yorulmuş eteğinde.
Ben ağlarım, uzaktan iniltimi dinlersin.
Yaprak sanma, her daldan soluk bir ah düşüyor,
Düşünceli dağlara karaltı üşüşüyor.
Yol üstünde böyle geç vakit kimi beklersin?
Şu geçen beyaz bulut yaşlı hicran mendilli,
Rüzgâr atmış havaya, onu al da sevgili,
Derdinle ağlayanın gözyaşını silersin.
Bir kırık dal altından ney üfler hazân gece,
Beyaz atkı omzunda, mehtâb dinler sessizce...
Ayrılık akşamıdır, hazân gibi inlersin...
(1930, Kıvılcımlı Kül)
Burada biraz durup irtibâtı değerlendirelim. Öyle ya, Edebiyât-ı Cedide'den bir zat gelmiş. Edebiyât-ı Cedide, "Yeni Edebiyat" demektir.
Şimdi bırakın bu değerli zâtı yaktından tanımayı, bir tek kitabını bile görmedik, okumadık! Okul kitaplarında bir tek şiiri bile yer almaz!
Bu yüzden geçmişimizden, edebiyatımızdan, sanatımızdan, şiirimizden, romanımızdan, hatta kendi insanlarımızdan habersiz, kopuk bir eğitim görmekteyiz. Ondan sonra da kalkıyoruz, "Şâir yetişmiyor, romancı, edebiyatçı çıkmıyor içimizden" diyoruz. Nasıl çıksın ki?.. Tavuk yumurtadan, yumurta tavuktan çıkar. Biz yumurta görmüyoruz ki, tavuk çıksın. Tavuğu tanımıyoruz ki, yumurta çıksın!
(9) SERVET-İ FÜNÛN Edebiyatçıları, aynı adla çıkan dergide toplanan yazarlardan oluşur. Recâizâde Mahmut Ekrem , Tevfik Fikret bu gruba dâhildi.... Yalnız Varlık "EDEBİYÂT-I CEDİDE" diyor, ama o isim de aynı grubu kastetmek için kullanılır.
(10) Tesbit edemediğimiz husus şudur ki, acaba rahmetli Hüseyin Siret , Ömer Hayyâm'ın Farsça rubâilerini şiir hâlinde Türkçe'ye çevirmiş mi, çevirmemiş mi?... İnternet'te bu konuda hiç bir bilgi yok. Ama Ömer Hayyam'ı nazım olarak çevirenler var Biri Sabahattin Eyüpoğlu... Ondan önce Üsküdarlı Talât Bey var. İbrâhim Alâaddin Gavsu (1922'de), Hüseyin Daniş, İzmirli Doktor Rıfat, Feyzullah Sâcit (1939'da), Vasfi Mâhir Kocatürk (hece vezniyle), Cemâl Yeşil, Rıfat Moralı, Bedril İlhacı, Orhan Veli Kanık, Yahya Kemâl Beyatlı var... Bir kısmı eksik, bir kısmı yayınlanmamış... ve en son Rüştü Şardağ nazım olarak çevirmiş...
Hemen aşağıda ikinci bir edebiyatçı daha geliyor. Onu da tanımıyoruz. Bir ara Türkçe kitaplarında bir-iki şiiri vardı. Şimdikilerde o da yok!.. Üstelik o bir devlet adamı ve Spiritualist!.. Hiç değilse, o açıdan iyice tanıyalım. Ama önce Celse'yi tâkip edelim:
SÜLEYMAN ÇELEBİ (5) ilk beş sene burada da beni himâyesinde bulundurdu. Burada da
kendisinin feyz pınarından kana kana içmeme İ- Acaba Üstâdım, oradan bize yeni bir eser yazdırabilecekler mi?
M- ... Minder şeklinde gri bir bulut geldi altıma... Oturttu beni... Kendisi ayakta...
Çok nefis manzaralar var etrafta... Etrafıma bakınıyorum...
... Bir taraftan da o bulut hareket ediyor.... ENİS BEHİÇ BEY.... (2)
İ- Muhterem Üstâdımızı hürmele selâmlıyoruz. Kendileri için dua ediyoruz.
M- ... "ALLAH BES," diyerek selâmladı. (3)
İ- Üstâdımızın emirleri var mı?.. Evvelâ lûtfetsinler, sonra bizim ricalarımız olacak.
M- ... Kendisinin önce bana söyliyecekleri varmış.
İ- Lûtfen öyleyse. Yalnız biz de müstefit olalım.
M- ........ Bitti.... "Hizmete hazırım," diyor....
İ- Estağfirullah. Üstâdımıza bir sualim var... (Bir kaç umûmî sualden sonra)
Üstâdım, siz Öbür Âlem'e intikal etmeden evvel bu
İspirtizma ile uğraşıyordunuz. Bir de
bu hususta bir kitap yazdınız... Yazdırıldı,
VÂRİDÂT-I SÜLEYMAN diye... (4)
Hayatteykenki düşünceleriniz oraya geçtiğiniz andan itibâren aynen kaldı mı, yoksa değişti mi?
V- Ben Dünyâ'da o kitabın sâdece kalemiydim... Hangi eser vardır ki, o eseri yazan kaleme
izâfeten "eser" diye adlandırılır?
müsaade etti. İçmeme, yıkanmama ve
serinlememe hizmet etti. Ondan sonra emir geldi. O yerine çekildi, ben de yerime çekildim.
V- Buradaki bütün hareketlerimiz emr-i yevmiyelere bağlıdır. Şimdiye kadar bu şekilde
bir emir almadım.
İ- Acaba Üstâdım, bize bir hâtıra olmak üzere yeni bir şiir verirler mi?
V- Burada hiçbir sanatkâr yeniden eser vermez. Eğer mukadderse, başka bir Varlık
olarak yeryüzüne indiğinde onun ağzından,
yeni eserler vermeniz mümkündür.
İ- Şimdi efendim, mâdemki oradan yeni bir eser vermek mümkün değil, Süleyman
Çelebi'nin size yazdırmış olduğu eser ne oluyor?
Yeni bir eser değil mi?
V- Süleyman Çelebi emir alıp beni fânus hâline sokmuştur. (6) O eser de kendisinin
değildir. Vazife taksiminde ona düşen odur.
Ben yeryüzünde seçilmiştim ve ben fânus oldum.
İ- ??? Evet efendim...
V- Çok zaman kaybediyorsunuz.
İ- Efendim, bizi BEDRİ RUHSELMAN'la (7) temas ettirmek imkânı var mı?
V- Hayır.
İ- Acaba neden?... Öğrenmek kastıyla soruyorum.
V- Benim Katımda iki gruba ayrılırız biz... Hizmet Edilenler, Hizmet Ettirilenler.
İ- ??? Evet?
V- Ben "Hizmet Ettirilen" gruba dâhilim.
İ- Bedri Ruhselman sizin Kat'ta mıdır, üstâdım?
V- Bilmiyorum.
İ- Peki efendim. Acaba bizi REMZİ OĞUZ ARIK'la (8) temas ettirmek imkânı var mı?
V- .... Üzülmeyiniz, söylemek zorundayım. Siz söylenenleri anlamıyorsunuz.
M- ... "Ben," diyor, "Hizmet Ettirilenler grubuna dâhilim."
İ- Peki efendim. Şimdi arkadaşların şahsî sualleri var. Müsaade ederseniz, sorsunlar....
İ- Muhterem Üstâdım, daha vaktiniz var mı acaba?
M- Onun vakti varmış, Fakat beni tutmak doğru olmazmış.
İ- Acaba Medyumumuz bu akşam diğer Muhterem Varlıklar'la Temas edebilecek mi?
V- Temas çok kolay!.. İnsafsız olmamak lâzım.
İ- Peki, öyleyse. Çok teşekkür ederiz. Dua edelim...
M- ... Gitti...ALLAH BES VE DER HEME AN ZÜLCEMÂL BES!... (3)
İ- Nur içinde yatınız.
M- ... Üşüyorum...
İ- Muhterem Üstadımız gitti mi?
M- Çoktan!..
İ- Peki, öyleyse. Aşağıya doğru ininiz...
Hemen incelemeye başlayalım... Zâten, biliyor musunuz, ben bir Celse yaptıktan sonra incelemeden duramam!.. Hattâ o incelemede en az Celse ânındaki kadar zevk alırım. Çünkü esas öğrenme safhası Celse sonrasındaki incelemedir. Ötekisi loş bir ortamda, çoğu zaman düşünmeye dahi fırsat bulamadan hızla geçer, gider.
(2)1891'de, İstanbul'da doğmuş olan
ENİS BEHİÇ KORYÜREK ,
şâir, öğretmen, diplomat ve bürokrat olarak tanınır. Hece'nin beş şâirinden biridir. Türk
denizciliğini şiire sokan şâir olarak bilinir. Türk-Macar dostluğunun gelişmesinde,
Gül Baba Türbesi'nin yeniden ziyâretgâh ve müze hâline getirilmesinde büyük hizmetleri
geçmiş bir diplomattır. İşçi meselelerine ciddi olarak yaklaşan ve çözüm yolları için
kurumlaşma yollarını açan ilk bürokratlardandır. Uzun hizmet yıllarından sonra 1949'da
Ankara'da vefat etmiştir.
Babası doktor yarbay İsmail Behiç Bey, annesi Fâika Hanım'dır. İlköğrenimini evde
yaptıktan sonra babasının görevi dolayısiyle Selânik ve Üsküp idâdilerinde, ardından
İstanbul Lisesi'nde okudu, 1913’te Mülkiye Mektebi'ni birincilikle bitirdi. “Ruhum Şiirlerimde
Tecessüm Eder Benim başlığını taşıyan ilk şiirini 19 yaşında iken yayımladı.
Kısa bir süre
Fecr-i Âti topluluğu içinde yer aldı... FECR-İ ÂTİ , "geleceğin şafağı, gelecekte güneşin
doğması" demektir.
“"Nâmık Kemâl'in ruhuna" ithaf ettiği "Vatan Mersiyesi" şiiriyle (ağıt) geniş yankı uyandırdı.
Çoğu hamâsî temalar işleyen ve
Servet-i Fünûn etkisi taşıyan oniki manzumesi Şehbal'de yayınlandı... SERVET-İ FÜNÛN ,
"fenlerin, yâni bilim dallarının zenginliği" demektir. Edebiyatçıların bilime verdikleri değeri
gösterir.
Şiirin yanı sıra
musikîye de meraklı idi. Biraz keman çalıyor, hatta kendi icat ettiği keman-boru karışımı
bir müzik âleti kullandığı söyleniyordu. Bir ara aruz veznini alaturka musikînin usûlleri ile
birleştirmeye çalıştı. "Musikî Usûllerinin Aruza Tatbiki" başlığı altında üç manzumesi ve
konuyla ilgili kuramsal yazıları yayımlandı.
Balkan Savaşı yıllarında Ziya Gökalp'in tavsiyesiyle heceyi benimsedi ve Millî Edebiyat
akımına bağlandı. Bu yıllarda onu üne kavuşturan millî duygularla yüklü kahramanlık
şiirleri yazdı. Şiirleri Türk Yurdu, Hürriyet-i Fikriye, Donanma, Yeni Mecmua dergilerinde
yayımlandı. Denizcilik târihinden aldığı konu ve motiflerle süslediği manzum destanlar
ona "Türk denizciliğini şiire sokan şâir" unvânını getirdi. Hece vezni üzerinde çalışarak
kimi durak değişikliklerini, bir şiirde çeşitli hece kalıplarını kullanmayı denedi.
Mülkiye’yi bitirdikten sonra Hâriciye Nezâreti'nde görev aldı. Bir süre Bükreş
Konsolosluğu’nda (1915) görev yaptı. O dönemde Bükreş başkonsolosu olan şâir Ahmet
Hikmet Müftüoğlu’ndan etkilendi. Bükreş’ten sonra görevlendirildiği Budapeşte’de yedi yıl
görev yaptı. Türk-Macar dostluğunun pekişmesinde, Gül Baba Türbesi’nin yeniden
ziyâretgâh ve müze hâline getirilmesinde büyük hizmetleri oldu. Gabi adlı bir Fransızca
öğretmeni ile evlendi, bu evlilikten Hasan ve Argon isimli iki çocuğu oldu. Bükreş ve
Budapeşte’de görev yaptığı yıllarda gönül mâceralarını mizâhî bir dille anlatan aşk şiirleri
yazan Enis Behiç Bey, Kasım 1919’da yurda döndü.
1927’de ilk kitabı Miras’ı yayınladı. Bu kitapta millî duygulara yönelik şiirler ile aşk ve
çapkınlık konularını ele alan manzumelere yer verdi. İlk kitabını yayınladıktan sonra bir
suskunluk dönemine girdi, ancak bazı şiirlerini Hayat (1929) ve Varlık (1933) dergilerinde
yayımladı. Fransızca, Rumca, Macarca, Bulgarca bilen şâir, çeşitli konularda kitap çevirileri
yaptı. Daha sonra Müfide Hanım'la evlendi.
1936’da Ekonomi Bakanlığı İş Dâiresi Reisliği’ne getirildi. İşçi meselelerine ciddî olarak
yaklaşan ve çözüm yolları için kurumlaşma yollarını açan ilk bürokratlardan oldu. Bir süre
Çalışma Bakanlığı Müsteşarlığı yaptı. 1945 yılında emekli oldu. 1946’da Demokrat Parti
Zonguldak milletvekili adayı oldu, fakat seçilemedi.
Seçimlerden sonra kendisine resmî bir görevlerden uzak kalan ve maddî sıkıntı çeken
şâir, büyük bir değişim geçirdi; kendisini dine ve tasavvufa verdi. Türkiye'de Bedri
Ruhselman'ın öncülük ettiği Ruh Çağırma (İspritizma) Seansları'nı kendi meclisinde uyguladı
ve bu Seanslar'da irticâlen aldığı ve söylediği şiirler yakınları tarafından kaydedildi.
18. yüzyılda Trabzon'da
yaşamış Çedikçi Süleyman Çelebi adlı bir Mevlevînin Ruhuyla Temas sonucu ortaya çıkan
bu dinî ve tasavvufî şiirleri 1949'da "VARİDÂT-I SÜLEYMAN" adıyla kitap
olarak yayımladı. Bu konudan daha önce de bahsetmiştik .
Vâridât-ı Süleyman'ın oluşumu hikâyesiyle bütün metinlerin tasavvuf açısından ayrıntılı
açıklaması, 1950’de Ömer Fevzi Mardin tarafından 819 sayfalık bir külliyat halinde
"Vâridât-ı Süleyman Şerhi" adıyla yayımlanmıştır. Şâirin 1921-1939 arasında yazdığı
şiirleri Fethi Tevetoğlu, "Miras ve Güneşin Ölümü" adlı kitapta toplamıştır. (1951)
Kendisini değil ama, muhterem zevcesi Müfide Koryürek Hanım'ı tanımak, vefatına kadar
(1977) Ankara Bahçelievler, 1. Cadde'deki evinde ziyâret etmek
ve Enis Behiç Bey hakkında, Bezm-i Âli celseleri üzerine hâtıralar dinleme bahtiyarlığına erişmiştim.
Rahmetli Enis Behiç Bey'in Süleyman Çelebi ile nasıl irtibata geçtiği hususundaki bir
tevâtürü, 12 Temmuz 2008 tarihli Hürriyet gazetesinde Soner Yalçın naklediyor. Şöyle ki:
Sen gözlerimde bir renk
Rast makamındaki bu şarkıyı kim bilmez ki?.. Kendisi de bir Spiritualist olan değerli
musikîşinas Erol Sayan’ın bestelediği bu şarkının sözleri, şair Enis Behiç Koryürek'e âit.
Ve 1946 yılının bir Ekim günü... Enis Behiç Koryürek'in hayatı değişti.
Ruh Çağırma toplantılarına katılmayı sürekli reddeden Enis Behiç Bey, istemeyerek
geldiği bu yeni yapılmış apartman dairesine girdi... Ev sâhibi, Türkiye’deki Ruh Çağırma
olayının öncüsü Dr. Bedri Ruhselman idi.
Behiç Bey, önce beş kişilik misâfirlerine "hoş geldiniz" deyip hâl hatır sorduktan sonra;
gramofona Paganini’nin "Şeytan Trilleri" taş plağını koydu. Sonra; 12 yaşındayken okuduğu
ve hayâtını değiştiren Gayret Kitabevi sahibi Mösyö Garbis’in yayınladığı "Cinlerle Muhabere"
kitabından satırlar okudu....Vakit gece yarısını buldu. Perdeler sıkıca kapatıldı, ampuller
söndürüldü. Altı kişilik yuvarlak masanın etrafına geçtiler.
Tek bir mum, masanın üzerindeki içinde harfler ve bâzı kelimelerin yazılı olduğu kadife
altıgen bir kutu ile büyük bir fincanı aydınlatmaya ancak yetiyordu.
Bedri Ruhselman kısık bir sesle herkesin parmaklarını fincanın üzerine koymasını söyledi.
Odada derin bir sessizlik vardı. Ruh Çağırma toplantısı böyle başladı... Birkaç dakika bir şey
olmadı. Sonra nereden estiği bilinmeyen hafif bir rüzgár, mumun alevini titretmeye başladı.
Fincan sarsıldı. Altıgen kutunun kapağı açıldı; kutudan fırlayan harfler ve kelimeler bazı
cümleler oluşturdu!..
Masadakiler telaşla bu cümleleri okumaya çalışırken... şâir Enis Behiç Koryürek gözleri
yuvalarından fırlayacak şekilde tavana bakıyordu. Yirmi santim boyundaki bir Mevlevî derviş,
başını sol yanına yatırmış, ellerini göğsünde çaprazlamış bir hâlde semâ yapıyordu!..
Enis Behiç Bey, dervişi arkadaşlarına göstermek istedi. Parmağıyla tavanı işâret etti.
Arkadaşları hiçbir şey anlamadı... Enis Behiç Bey oturduğu sandalyenin üstüne çıktı;
dervişi göstererek "Bakın, bakın!" dedi. Ve düşüp bayıldı. Dervişi onun dışında kimse
görmemişti!..
(5) Enis Behiç Koryürek kendine geldikten sonra toplantıya devam edildi. Mevlevî dervişin
kim olduğu masanın üzerine yayılmış harfler ve kelimelerle araştırılmaya çalışıldı. Buldular
da adını:
SÜLEYMAN ÇELEBİ !.
Gelen Ruh'a, mevlid yazarı Süleyman Çelebi olup olmadığını sordular, değildi.
Ruh, masadaki harfler ve kelimelerle oynamaya başladı. Enis Behiç Koryürek istemeyerek geldiği bu evden, Ruh'un bedenden ayrıldıktan sonra
Dünyâ'yı sık sık ziyâret ettiğine inanarak çıktı. O günden sonra hem kendisi, hem şiirleri
ve hem de hayâta bakışı tamâmen değişti.
Enis Behiç Koryürek, Çedikçi Süleyman Çelebi ile ilişkisini hiç kesmedi. Şâir ve
hâriciyeci arkadaşlarının, çalışmaktan çok yorulduğu, biraz bir hastanede dinlenmesi
gerektiği şeklindeki önerilerine kızgınlıkla yanıt verdi. Zamanla eski çevresiyle ilişkileri koptu.
Artık mistik şiirler yazıyordu. Soner Yalçın desteksiz, hatta işkembeden atmış!.. Rahmetli Enis Behiç ile Bedri Ruhselman
merhum karşılaşmışlardır ama, böyle değil!.. Aşağıda İlk celse'yi vereceğiz.. Soner Yalçın fena
yazar değildir ama, iyi araştırmadığı konularda palavrası bol oluyor. "Yakup Cemil'in torunuyum"
diye gelen birinin anlattığı zırvaları
"Teşkilâtın İki Silahşörü" adıyla kitap yapmıştır ki, tümü
atmasyondur. O kişi daha önce Aydınlık gazetesine gitmiş, palavracı olduğu anlaşıldığından
kapı dışarı edilmişti!... Yalnız Soner Yalçın'ın şu yazdığı doğrudur, kitaptandır:
(4) Şiirlerini "Vâridât-ı Süleyman" adlı kitabında
topladı. Kitabın kapağında, "Çedikçi
Süleyman Çelebi Ruhundan İlhamlar" yazılıydı. Önsözünde şöyle diyordu:
- "O sözler!.. Edâsı, musikîsi, mânâsı benim tarzımdan bambaşka olan,
Enis Behiç Bey başka bir "âleme" geçmişti. Soner Yalçın bundan sonra Arusî Şeyhi Ömer Fevzi Mardin'in, Enis Behiç Koryürek için
"peygamber" dediğini yazıyor ki, doğrudur. Mardin öyle yazmıştır ama, elbette ki ne Enis Bey
peygamberdir, ne de Süleyman Çelebi bir melek!.. Bu sâdece bir Rûhî İrtibat'tır. Enis Behiç
Koryürek tek Ruhiyatçı yazar, şâir değildir.
Ahmet Hamdi Tanpınar "Saatleri Ayarlama Enstitüsü" romanında ve "Rüyâlar" hikâyesinde
Ruhlar'dan bahseder. Peyâmi Safa ve Âsım Us
ta konuyla ilgilenmişlerdir. Bu kişilerin eserler hakkında çok değerli bir
araştırma vardır.
(3) Süleyman Çelebi, Celse'de Hâzirûn'u, "ALLAH BES
VE DER HEME AN ZÜLCEMÂL BES!..." Farsça cümlesiyle selâmlardı. Bu ifâde
"ALLAH yeter, her zaman O'nun Cemâl'i yeter"
demektir. KUR'AN-I KERİM'deki, "ALLAH kuluna yetmez mi?"
(Zümer Sûresi, 38. Âyet) ifâdesine atıftır.
(6) FÂNUS, daha önce başka bir sayfada belirttiğimiz gibi, "medyum" demektir.
(8) REMZİ OĞUZ ARIK ile kurulan irtibatı ve sohbeti daha
önce yayımlamıştık.
(7) Herkes bilir ki,
BEDRİ RUHSELMAN Türkiye'de Spiritualizm'in düzenli başlayışının timsâlidir.
Kulaklarımda bir ses
Ve içimde bir nefes
Olarak kalacaksın...
fakat bu başkalıkla berâber gene benden bir koku, bir gölge taşıyan o sözler!..
Ömrümde hiç düşünmediğim ve söylemesini aklımdan hiç geçirmediğim o sözler,
içimden, benim içerimin daha içerisinden birdenbire fışkırıp çağlayan bir su gibi,
emeksiz, engelsiz akıyor, akıyordu."
Kuzey Kafkasya'da yaşayan Çerkes'lerin Şapsığ kabilesindendir. 1898 yılında doğmuştur.
Babası Cemalettin efendi, Annesi Safiye hanımdır. Çocukluğunun ilk yıllarıyla ilgili bir geçmiş
yaşamı hatırlama olayından, "Çocukluğumun hangi zamanında başladığını bilemediğim,
4-5 yaşıma kadar beni tâkip eden bu hâtıranın o zamanki canlı tesirlerini hâlâ az çok
duyabiliyorum" diye Ruh ve Kâinat kitabında bahseder. Dokuz yaşındayken keman derslerine
başlar. On iki yaşına geldiğinde, yıllar sonra anlatacağı bir olay gerçekleşir.
Gayret Kitabevi’nin sahibi Mösyö Garbis’in “Cinlerle Muhabere"
kitabını edinir. Fakat elbette ulu orta yerde okuyamayacağı bu eseri herkesten gizli okumaya
başlar, en çok da babasından gizler. Çünkü babası Ruhselman’ın bu tür merakını sezmiş ve
hiç hoşlanmamıştır. Annesi de anlattığı konuları uydurduğunu düşünerek Ruhselman’ı bunları
uydurmaması için ikaz etmektedir. Oysa tavan arasında ilk celse denemelerini
gerçekleştirdiğinde bundan kimsenin haberi yoktur. Âilesinin tek istediği onun ‘normal’ bir
çocuk olmasıdır.
Bu mösyö Garbis'i ben de tanımış ve ilk kitabım "Spiritualizm Ansiklopedisi"ni ondan
satın almıştım.
Bedri Ruhselman, günün birinde bir kitap okurken, ölen insanların mezar acısı duydukları
aklına takılıverir. Kafasına takılan soruların peşini bırakmak istemeyen Ruhselman,
çevrelerinden birinin ölmesini fırsat bilerek mezarlığa gider. Derdi, kabir azâbını araştırmaktır.
Mezarlıkta sabahlar ve ilk araştırmalarını yapar.
Bedri Ruhselman 15 yaşına geldiğinde ise babası artık durumu kabul etmek zorunda
kalmıştır. Babasının ve bâzı arkadaşlarının önünde ilk celselerini yapar.
Bu celselerde Birinci Dünya Savaşı haberi verilir. Aynen iletildiği gibi 1914’te, Birinci Dünya
Savaşı çıkar. Savaşın çıkmasıyla âilesi, Ruhselman’ı bir denizaltı ile İstanbul’a gönderir.
Artık lise eğitimini Kabataş Lisesi’nde sürdürecektir. 1916’da Kabataş Lisesi’nin ardından
Tıbbiye’ye adım atan Ruhselman’ın âilesi de İstanbul’a gelmiştir. Hayâtını belirleyecek bir
durum da bu dönemde yaşanır: Yine tesâdüfi şekilde, Ruhselman, “Hakikat-ı Muhammediye”
kitabını okur. Kitapta ilgisini çekense cennetin ayrıntılı olarak anlatılması olur. Gözüne bir not
ilişir: ‘Cennette en üst sırada şehitler olacaktır.’
Ruhselman büyük bir coşkuyla asker olmayı kafasına koyduğu gibi şehit olmayı da arzu
etmektedir. En sonunda çâreyi Çanakkale Savaşı'na katılmakta bulur.
Zaman kaybetmeden askerlik şubesinin yolunu tutar. Kaydolur ama, çevresindekiler tıbbı
bıraktığı için lâf etmesinler diye ağzını açmaz. Kendi sırrıdır.
Sonraki gün Ruhselman’ın kafası rahat, ruhu şenken ve tüm şenşakrak haliyle Bâb-ı Âli
yokuşunu arşınlarken; bir kahvenin önündeki tahta sedirde oturmuş bir adamın gazete
okuduğunu gözüne ilişir.
Adamın önünden öylesine geçip giderken, deli bir rüzgâr çıkar. Gazetenin arka sayfası açılır!..
Sanki bir ilânı Ruhselman’a göstermek derdindedir rüzgâr… İlânda ne var, diye baktığında,
Aksaray semtindeki bir falcının, geleceği okuduğu, şâşâalı cümlelerle anlatılmaktadır.
Ruhselman "Var bunda bir hikmet!" diyerek falcının yolunu tutar bu sefer… Bir an önce
savaşa gidip şehit olmayı planlayan Ruhselman, tıbbiyeyi bırakmasının mantığını soracaktır
ve en nihâyetinde şehit olup olmayacağını merak etmektedir.
Aksaray’a falcının yanına geldiğinde Ruhselman’ı bir odaya alırlar. Saatlerce bekler,
çok sıkılır, ne gelen vardır, ne de giden…
Nasıl bir iştir, nasıl bir falcıdır; tam kendiyle dalga geçildiğini düşündüğü sırada, çok yaşlı,
sakallı, ölmek üzere olan bir ihtiyar, bastonuyla gelir, Ruhselman’ın karşısında dikiliverir
ve birden bağırmaya başlar:
- “Cerrahın oğlu, cerrahın oğlu, ne cenneti? Deli misin sen? Cennete gideceğin yok!
Bedri Ruhselman şaşkın; kalkar, çıkar... Sonra yüzbaşı olan dayısı Ruhselman’ı alır ve
o dönemde subayların sohbet ettiği, Sirkeci’deki Meserret Kahvehânesi'ne götürür.
Kahvede hoş bir muhabbet vardır: Oradaki birkaç subayla berâber, ne yapabilecekleri hakkında
fikir yürütürler. Masada bu konuşma devam ederken, yine enteresan bir durum olur. İleriki
masadaki sarışın bir subay konuşmalara kulak misâfiri olmuştur. Sohbete katılıp konu
hakkında yardımcı olup olamıyacağını sorar.
Dayısı dertli dertli olanları aktarır ve çâresiz kalakaldıklarını iletir. Sarışın subay dinler,
başını sallar ve genç Ruhselman’a dönerek şu öğüdü verir:
- “Oğlum, duyguların mühim ve saygı duyulacak türden. Vatan için ölmek onurdur
fakat sen çok küçüksün ve tıbbiyeyi kazanmışsın. Ardından cebinden bir kart uzatır. Üzerine bir şeyler karalar ve “Bunu Savaş Bakanlığı'ndaki
şu isme iletin ve Ruhselman’ın adını da sildirin,” der.
Bu ilginç karşılaşmada dayı ve yeğen memnuniyetle kartı alırlar. Kâğıtta -o zamanlar
pek de tanıdık olmayan- şu isim yer almaktadır: Miralay Mustafa Kemâl.... Âilesinin sonradan
aktardığı röportajlarda, bu olay Ruhselman‘ı çok ama çok duygulandırmıştır.
1920’de Ruhselman, Tıp Fakültesi'nin dördüncü sınıfına devam ederken keman dersleri
hiç bırakmamıştır. Okuldaki hocalarından da onu destekleyenler çoktur. Adlî Tıp hocası
Saim Ali Bey, onun müzikteki yeteneğini çok övmektedir. Müzik tutkusu daha ağır geldiğinden,
Ruhselman Tıbbiye'yi bırakmaya karar verir.
Amacı, Avrupa’da müzik eğitimi almaktır. Lâkin bunun için parası da yoktur. Ne var ki, bir
çâre bulunur. Kadıköy Bostancı’da oturan Mısırlı bir prenses, Ruhselman’a sponsor olmayı
kabul eder ve böylece mâlî sorunları çözümlenir.
Nihâyet 1920’de tam istediği gibi, Dr. Bedri Ruhselman Prag’tadır. Konservatuarın ardından,
“Meister Schule”nin/ Virtüöz Okulu'nun sınavlarında ter döker ve elbette burada da başarı
kazanır. Son sınıfın ikinci dönemine kadar bu okulu sürdürür. Oldukça emin adımlarla ilerleyerek,
keman dalında virtüözlük derecesine tırmanışını tamamlar.
Bedri Ruhselman, Prag’daki müzik eğitimi esnasında tanıştığı bir üstattan, Ruhçuluk
konusundaki ilk öğretileri alır. Ki, bunlar sonradan çok kıymetli olacaktır.
Ayrıca bununla bitmez metapsişik araştırmalara da hayâtına girer. Fransızca, Almanca
ve biraz da İngilizce okuyabilmenin sunduğu yararlar vardır: Teorik Ruhçuluğu dünya
literatüründen çok iyi takip edebilmektedir, hem o dönemde böylesi bir tâkibin ikinci ismi de
yoktur.
Allan Kardec , Gustave Geley ,
Charles Richet , Leon Denis
gibi Spiritualizim üstatlarının
n kaleme aldığı kitaplarını en ince ayrıntısına kadar özümser.
Teoriden yola çıkarak pratiğin merdivenlerini inşaa eder ve kitaplardan okuduklarını hayata
geçirir.Hipnotizma uygulamaya başlar.
Tekrar Türkiye’ye gelen Ruhselman, bir süre (1926 ile 1935 yıllarında) Anadolu’nun
çeşitli şehirlerinde müzik öğretmenliği yapar. Ruhselman’ın son konseri İzmir Erkek Muallim
Mektebi’nde gerçekleşmiştir. Paganini’nin
“Şeytan Trilleri” adlı eserini çalarken, hayâtına iz bırakacak olay şöyle yaşanır.
Eserin ortasında dinleyicilerden bir çocuğun elindeki balon birdenbire havalanır. Dinleyiciler
de şaşkınlık içindedir. Ruhselman da!.. Ne dinleyicilerde, ne de Ruhselman’da konserin
devâmı için konsantrasyon kalmıştır.
Bütün dinleyiciler konseri dinlemeyi bırakıp, büyük bir merakla balonu takibe başlar. Bu olay
üzerine Ruhselman eseri bitirmez, çıkar gider, kemanını dolabına koyar; konserlere son verir.
Sonra tutkun olduğu müziği 1934’de bırakarak, Tıp Fakültesi'ne döner. Dördüncü sınıftan
ayrıldığı okuluna ikinci sınıftan devam eder.
Sen bu işten vazgeç ve tahsilini tamamla! Haydi kalk, yıkıl karşımdan!”
Tamam, milletimizin askere ihtiyâcı
olduğu âşikârdır lakin bizim mektep yüzü görmüşe de ihtiyacımız var. Savaşta insan bir
kere ölür,
vatana yararı bu olur. Lâkin okumuş bir insan hayattayken, milletine her gün
hizmet sunar. Sen de eğitimini hemen bitir
ve vatana böyle hizmet sun!”
Bir yandan son hızla Dr. Bedri Ruhselman spiritüel kaynakları okumayı sürdürmektedir.
Ruhsal âlemle ilk değerli iletişim şu şekilde gerçekleşir: 1936’da tanınmış müzikolog
Hüseyin Sadettin Arel’in medyumluğu ile önemli ve üstün bilgiler almaya başlar.
Gelen, kendisini “Üstad” adıyla tanıtan bedensiz bir varlıktır. Bu ad ruhiyatçıları öyle
etkiler ki, celselerde gelen varlıklara hep "Üstat" diye hitap etmeye başlarlar.
Bu derece yüksek bir ruhsal âlem ile doğrudan temas kuran dünyada bu dönemde, bildiğimiz
kadarıyla sâdece Bedri Ruhselman’dır.
Bu yüksek öğretilerle, Dr. Bedri Ruhselman‘ın gelecekteki bilgi çalışmalarının ayaklarının
kökleri oldukça derinlere atılmıştır.
Tam tamına 20 celse devam eden bilgi bağlantısının ardından, Üstad adlı bedensiz varlık,
"Bu irtibatın devâmı, uzunca bir zaman sonra olacaktır.”
diyecektir ve tam da dediği gibi
epey bir zaman sonra, 11 yıl sonra iletişim devam edecektir.
Zamanla Dr. Ruhselman, öğretilerin analizini gerçekleştirdiği gibi, Neo-Spiritualizm'in
temelini atar.
Bedri Ruhselman, Neo-Spiritüalizm prensipleriyle ülkemizde, Ruhiyat ve metapsişik
biliminin tanınmasını sağlayan kişidir. Neo-Spiritualizm'in kendinden önceki Spiritualizm'den
farkı, işi falcılıktan ve eğlenciden çıkarıp, ilmî bir araştırma sahâsı hâline getirmesidir.
Ama maalesef, ne Türkiye'de, ne de dünyâda Spiritualist geçinenler bu gerçeği
kavramamışlardır.
Bedri Bey bu alanda
yeni bir ekol kurar. "Ruh ve Kainat" adlı kitabında bütün ruhsal konular tek tek işler.
Ruh ve Kainat, Türkiye’de reinkarnasyon alanında çıkan ilk bilimsel kitap ünvanını taşımaktadır.
1950’de bastırır. Taksim Sıraselviler’de, Billurcu Çıkmazı’nda bulunan harap bir yeri
düzenleyerek kullanmaya başlar.
Dr. Sevil Akay ,
Avukat Suat Plevne , Muammer Bayurgil ve Nurettin Özmen’dir. Ardından, Dr. Bedri Ruhselman 1951’de "Allah" adlı kitabını
baskıya verir. Enerjisi bitip tükenmeyen üstad, bu sırada Ankara’da yayınlanan, Turgut Akkaş'ın
çıkardığı “İç Varlık” adlı dergiye makaleler kaleme almaktadır. Metapsişik Tetkikler
ve İlmi Araştırmalar Derneği, Uluslararası Spiritüalizm Ruhçuluk Federasyonu’na üye kabul
edilerek onurlandırılır. Stockholm’de Uluslararası
Spiritüalizm Kongresi gerçekleştiği sırada, Dr. Ruhselman bu kongreye, ilginç bir rapor sunar.
Bu rapor ki, adından çok söz ettirecektir:
61 sayfalık rapor “Medyomluğun ve Ruhların Dünyamızdakilerle Görüşme ve Münasebetlerinin
Neo-Spiritüalizma Görüşü ile İlmi İzâhı” adını taşır. Kongrede on beş millet vardır ve içinde
Dr. Ruhselman sâyesinde Türkiye’de yer almıştır. Rapor tüm dünyada yankı uyandırmış ve
birçok kaynağa referans olmuştur.
Tesadüfler birbirini takip eder ve Dr. Bedri Ruhselman‘a, Londra’daki Uluslararası
Spiritüalizm Federasyonu Başkanı Hitchcock’tan, hayranlık dolu bir mektup iletilir.
Dr. Bedri Ruhselman’ın raporu hakkında olumlu görüşlerini paylaşan Hitchcock,
düşüncelerini Ruhselman’la paylaşma isteği duymuştur. Muhteşem rapor, Medyomluk
adıyla Türkçe olarak da raflarda yer almıştır. Ruhselman’ın çalışkanlığı bununla bitmez,
1952’de Ruh ve Kainat adlı bir dergi yayınlamaya başlar. Ancak dergi maddi sorunlar
nedeniyle sadece 18 sayı çıkar. (Bu dergiler de ciltli olarak bende bulunmaktadır.)
Aynı yıl
RUHLAR ARASINDA yayınlanır. Sonra önemli bir eseri olarak görülen,
"Mukadderat ve İcabat’ı" 1953’te yayınlar.
Bedri Ruhselman devamlı çabası sonucunda diğer varlıklardan farklı bilgiler
almaya başlar. Bu varlıklardan bazıları adları şöyledir: “Kadri”, “Mustafa Molla”, “Şihap”,
“Kemâl Yolcusu”... Bu isimler birçok yapıtında da yer almaktadır.
Derlemiş olduğu bu bilgiler için, “Bu, hiçbir zaman benim kitaplarım değil, Yukarı’nın eseridir,”
demekten de geri kalmamıştır.
Bedri Ruhselman. 1960 yılı Şubat ayında vefat etmiştir.
ALLAH gani gani rahmet eylesin.
Ne anlatıyorduk?.. Ha, Soner Yalçın'ın sözde Bedri Bey'in katıldığı Enis Behiç Bey'in ilk
celsesinden bahsetmiştik. Bakın, eşi Müfide Koryürek ağzından ilk celse nasıl cereyan etmiş:
- “Yanılmıyorsam 1946-1947 yıllarıydı. Ankara’daydık. Bir gece Enis’in eski arkadaşları
ziyaretimize geldiler. İçlerinde Avukat Suat Plevne, Savcı Kemal Bora ve eşi, Tâhir Sebük,
Sinan Onbulak, Evkaf Umum Müdürü Şevki Bey, eski vâliler, eski Temyiz Reisi gibi seçkin
kimseler vardı. Gecenin bir vaktinde, misâfirler, şu gördüğünüz masanın etrafında toplandılar.
Ruh çağıracaklarını söylediler. Masanın etrafında Enis’ten başka herkes vardı. Enis bu dâveti
kabul etmiyor, işi ciddiye almıyor, arkadaşlarıyla eğleniyordu. Çünkü Enis o zaman ruha
inanmıyordu. ‘Günün birinde otlar gibi çürüyüp gideceğiz’ diyordu. Arkadaşları ısrarla kendisini
masaya çağırdılar ve ‘mâdemki biz bu akşam senin misâfirin olarak buradayız, öyle ise bizi
kırmayacaksın ve parmağını şu fincana uzatacaksın’ dediler. Enis nezâketen bu teklifi kabul
etti. Masaya oturdu ve emre uydu. Bir usûl içerisinde ruh çağrıldı. Ve biraz sonra fincan, bir
dâire üzerinde harfler arasında dolaşmaya başladı. Enis’in katıldığı toplantıda alınan ilk tebliğ
şudur:
Anladık ki gelen ruh, bir şâire âittir. Üstelik aruzla yazılmaktadır. Bu, Çedikçi Süleyman
Çelebi’nin ruhuydu. Enis, bu tebliğden sonra birdenbire değişiverdi.” Bizim elimizde gazeteci SELÂHATTİN ŞAR'ın 1966 yılında bir gazetede tefrika ettiği
"Büyük Ruh olayları" başlığı altında anlattığı "Ankara'da Bir Mucize" bölümü var. Bir
gazeteden kesip saklamışım. Ama gazetenin adını almayı düşünmemişim... Yazar
isimleri kodlamış, herhalde o târihte hayatta oldukları ve izin almadığı için... Naklediyorum:
Şimdi okurlarımızla birlikte Koryürek'in Ankara
Atatürk Bulvarı'ndaki 257 numaralı Yağcı Apartmanı'na girelim...
Bir kısım misâfirler Jean Dufy'nin tablosu etrafında tartışıyorlar... Söz resim sanatından
açılmış, klâsik çağdan, empresyonistlere kadar bütün ünlülere değinilmiş, Renoir'ler,
Betiçelli'ler, Van Gogh'lar, Memet'ler dile getirilmiş... Bir başka grup da diğer bir odada
toplanmışlar, parçalar dinliyorlar... Thibo'dan, Menenin ve Heyfas'den...
Misâfirlerden biri yüksek sesle onlarla şakalaştı:
- "Hey, uykucular!.. Bırakın şu ninni plâklarını da, gidin evinizde uyuyun, daha iyi!
Bir başka orta yaşlı erkek de,
- "Haydi," diyordu, "Beziğe bir kişi lâzım. Kim gelecek benimle?"
Evsâhibi Enis Behiç Bey ve eşi Müfide Hanım sık sık her grubun yanında dolaşıyordu.
Enis Behiç Bey etrâfa espriler yağdırıyordu. Ankara'nın en şık giyinen adamı, son yılların
politik olaylarına da karışmıştı. Demokrat Parti'nin kurucularındandı.
O görününce söz Tek Parti Devri'nin baskı olaylarına, Cumhurbaşkanı'nın tutumuna, Dörtlü
Takrir'den sonraki gelişmelere, atanmalara, görevden uzaklaştırmalara dökülüyodu.
Vakit hayli ilerlemiş olmasına rağmen, Enis Behiç Bey ve eşi uzun süre ortalarda
görünmemişti. Durumu merak edenler sordular. Müfide Koryürek'in kardeşi nâzik bir sesle,
- "Efendim, onlar arka salondalar. Sessizlik içindeler. Gidip görmediniz mi?"
Hazır bulunanlardan biri,
- "Sessizlik içinde mi dediniz?.. Bunu anlıyamadık. Acaba neden? " diye sordu.
Doktor S.R. atıldı,
- "İşte buna hayret ettim doğrusu!.. Herşey hatırıma gelirdi ama, Müsteşar Bey'in ruh
deneyi için masaya oturacağı,
Fakat bu sırada bütün dikkatleri üzerine çeken bir haber verildi. Bir dâvetli diğer salondan
âdeta koşarak gelmiş ve,
- "Koşun, dostlarım!" diye bağırmıştı. "Acele içeri gelin. Olağaüstü bir olay!.. Şimdiye kadar
işitip de iinanmadığım
Bayan İ.Ö. ,
- "Ah, ne kadar ilginç bulurum böyle deneyleri!.. Aman gidelim, çocuklar, ne olursunuz, hadi!"
Şaşkınlığı, Bayan T.'nin de konuşmasını arttırmıştı. O da içerde olup bitenleri anlatırken
heyecanını gizliyemiyordu.
- "Şu anda karşılıklı olarak ruhla konuşuyor Enis Bey... Fakat asıl hayret ettiğim şey,
Ortalığı birden bir sessizlek kapladı. Çok geçmeden bütün ev halkı ve dâvet katılanlar
Enis Behiç'le Suat Plevne'nin ruha sorular sordukları odayı doldurdular. Bir kısmı da gürültü
olmasın diye kapıda duruyordu. Suat Plevne sorulara devam etmekteydi. Olay irtibat
kurulduktan sonra şöyle gelişmişti:
SP- Efendim, kimsiniz? Lûtfen isminizi söyler misiniz?
SP- Siz gerçekten Mevlevî Çelebi misiniz?
Konuşma devam ederken, hazır bulunanlardan da soru sormak isteyenler çoğalmıştı.
Bir hanım Suat Bey'in eşine işâret ediyor ve kendisinin de soracakları olduğunu anlatmaya
çalışıyordu.
SP- Mevlevî Çelebi olduğunuz anlaşıldı. Yaşadığınız ve irtihal eylediğiniz târihleri
söyler misiniz?
O sırada Müfide Koryürek kalktı yerinden. Koltukta oturmakta olan eşinin yanına
sokuldu. Tam ruh hakkında ondan bir şey soracaktı... Birden Süleyman Çelebi konuştu:
V- ALLAH'ı düşün, sağlık sükûnettedir.
Müfide Hanım olduğu yerde bir heyecan geçirdi. Ruh kendi sormak istediği soruya cevap
veriyordu!.. Ama işin asıl önemli olan yanı, sağlığı hakkında daha bir kelime bile söylemeden!
Henüz düşünce hâlinde iken, cevap vermişti onun sorusuna Süleyman Çelebi.
Beri yanda kompozitör J. M., himâyesinde bulunan bir genç kız hakkında birşeyler
öğrenmek istemişti ruhtan. J.M.'nin koruyup yetişmesine yardım ettiği kız, öğretmen okulundan
henüz diploma almıştı. Okul idâresi daha önce kur'a çekerek onun Rize'ye gideceğini kendisine
bildirmişti. Fakat bu kur'adan memnun olmamıştı, kızın çevresinde bulunanlar... İşte
Kompozitör J.M. de, Süleyman Çelebi'ye bu hususta başvuruyordu. Durumu Suat Pilevne'ye
henüz arlatmaya başlamıştı ki, ruh birden kesti onların konuşmasını ve,
V- "Hakkı her ne ise, onu kabul etmeli," dedi.
Bu son cevap az süre sonra salonda birden bir heyecan çalkantısı meydana getirdi. Olay
hazır bulunanların bir çoğu tarafından sevinçle karşılandı, amma misâfirler arasında korku
geçirenler de olmadı değil!.. Bâzı hanımlar oturum sonuçlanır sonuçlanmaz hemen kalktılar.
Her biri ayrı bir bahâne ileri sürdü. Bir anda hizmetçiler o yana, bu yana koşuşturdu. Kadınların
ekserisi kendilerini kapıya kadar geçiren Müfide Hanım'la öpüşmeyi dahi unuttular. Bir misâfir
Hanım böyle birden kalkışlarının sebebini çok başka bir şeye bağladı ve Müfide Hanım'a dedi ki,
- "Siz dışarı çıktığınız sırada, ruhun Bayan Leylâ'ya verdiği cevâbı duymalıydınız.
Bayan Koryürek hiç beklemediği bir cevapla karşılaşmıştı. Salona döndüğü zaman, orada
seçkin bir topluluğun sessiz, fakat huzur verici yüzlerini gördü.. Enis Bey ve Suat Bey öylece
dalgın ve vecd içinde duruyorlardı. Bir misâfir de Farsça gelen iki mısraın anlamını hemen
çözümliyerek toplulukta bulunanlara okudu. Daha sonra Çelebi'nin Bayan Leylâ'ya söylediği
söz tartışıldı. Bu konu görüşülürken, hazır bulunanlardan birinin eşi çözdü problemi. Bayan
Leylâ, ruhun uyarıcı sert hitâbından sonra yerine oturmuş ve yanındaki hanım arkadaşlardan
birine gerçeği duyurmak mecburiyetini hissetmişti:
- "Çelebi'nin çıkışması yersiz değil!:. ben bu toplantıya 'mâzur' olarak gelmiştim." Hatırlarsanız, bizim celselerde de bâzı Varlıklar celseye "temiz, abdestli" gelinmesini
istemişlerdi.. E, Bakan'ın, Başbakan'ın huzuruna traşsız, saçları dağınık, üstünüz başınız
çamurlu çıkmıyorsunuz. Bir Muhterem ve Mânevî Varlığın huzuruna da aynı itinâ ile çıkmak
gerekir.
O gece misâfirlerin çoğu birbiri arkasından gittiler.
Süleyman Çelebi ile yapılan konuşma
bütün kâlp ve kafaları doldurmuştu. Ev biraz daha sâkinleşince, daha sonra Yârân-ı Hak adını
alan dost grubu bir süre sohbete devam etti. Toplantıdan en son ayrılanlar Suat Plevne ve
eşi oldu... Daha sonra bir çok aydın 1 Ocak 1947 gecesi cereyan eden ruh hâdisesi üzerine
görüşlerini belirttiler.
Bu şekilde ancak 4-5 sayfasını naklettiğimiz Selâhattin Şar'ın "Büyük Ruh Olayları",
170 sayfa devam etmiş... Sanırım, bir Ankara gazetesinde idi. Ama hangisi olduğunu
hatırlamıyorum.
Fincan Celseleri bir süre devam eder. sonra
yazı ile tebliğ alınır, nihâyet bir gün Süleyman Çelebi,
- Kelâma gel, Fânus!
diyerek ona kalemi bıraktırır ve transa giren Enis Behiç Bey bundan sonraki tebliğleri
konuşarak dile getirmeye başlar. Şiirlerdeki üslûp, vezin, kelimeler Enis Behiç Bey'in
şiirlerinden ve yazdığı temalardan farklıdır.
Merhum Süleyman Çelebi, "medyum" mânâsında, Enis Behiç Bey'e "Fânus" diye hitap ederdi.
FÂNUS , "bir ışığın üstüne konmuş cam veya billûr mahfazadır. Süleyman Çelebi'ye göre, Nûr'un
içine dolup dışarıya aydınlık saçtığı fâni kâlptir, böylece Rûh'un verdiği ilham ile yazan veya
söyleyen medyum tabiatlı insandır.
ÇEDİKÇİ SÜLEYMAN ÇELEBİ'yi Enis Behiç Bey "Vâridât-ı Süleyman" kitabının başında
şöyle anlatır:
- "“Hicretin 1109’uncu yılının sonlarına doğru azgınlaşan karakış o kadar şiddetini arttırdı ki,
Haliç’in suları buz tuttu. 1110’uncu yıl girdiği zaman, İstanbul’un evlerinde, tekkelerinde
kaynatılmağa başlanan aşûre kazanlarını karıştıran eller donuyordu. Hele Üsküdar’daki keskin
ve aralıksız ayazdan ciğerler kavruluyor, göğüsler tıkanıyordu…"
- "Câmilerde, dergâhlarda toplanıp yüreklerindeki imân ateşiyle ısınan ve o mübârek
ateşten canlarını tâzeliyen halkın ‘veli’ gözüyle gördüğü Çedikçi Süleyman Çelebi kaç günlerdir
görünmemişti. Ona bağlananlar üzüntü ve merak içindeydiler."
- "Pek solgun saz benizli, nârin minkârî bir burunla mânâlanmış armûdî çehresini
çerçeleyen hafif kırçıl sakallı, koyu kestâne rengi dolgun kaşlar altında süzgün, âdeta şaka
eder gibi gülümseyen gözleriyle, baktığı insanın gönlüne ferahlık veren, ve bu bakışı derinlere
geçince ruha ılık ve nurânî bir ürperiş getiren Çedikçi Süleyman Çelebi, hikmet ve muhabbet
dağıtan aziz bir Mevlevî idi. O'ndan ilâhî bir feyz almak, yahut üzüntü veya kuruntularla
sislenmiş ruhlarını imân ve ümid ile aydınlatmak isteyerek çırpınanlar, sükûn ve temkîne
kavuşmak için, pervâneler gibi O’na koşarlar, derinlerden ışık saçarak varlıklarını saran
sesini içerler, bu halâvetli ve mûnis, heybetli sesin gönüllerine döktüğü Kelâm ve Mânâ
çağlayanında yıkanıp arınırlar, ve ‘nûra varup nur alırlar.’ Bâzı nasipliler de 'Fermân-ı Kibriyâ
ile aks-ül Cemâl'e nâil olup, bizzat nur olurlar'dı... Ne mutlu o kullara ki, O'nun 'söz'
kevserinden mest olup, O'na bağlı kalırlardı! O, 'Bize bağlanan çözülmez, kopar,' derdi. Ve
kim ondan koparak uzak düşerse, gittikçe katranlanıp kütükleşirdi."
- "İşte bu mübârek Süleyman Çelebi'nin fâni varlığı o yılın buzlu rüzgârlariyle hırpalanıp
yatağa serilmişti. Onun için ortalıkta görünmüyordu."
- - "Sonra, kendi nağmesinin, bulunduğu hücreden bir kaç kere devredip, 'semâ' edip, gene
Mevlâna'ya, oradan da Mevlâ'ya uçtuğunu hissedince, gözlerini açar, dört yanına bakarak:"
- - "derdi. Ve bu beyt ile Mesnevî'nin billûrdan dökme şiir merdiveninde yüksele yüksele
Zât-ül Meânî'ye erişmek için vecde girer, dalar giderdi."
- "“O kış böyle geçti. Yaz gelince, Çedikçi, biraz canlanıp, Lâhût yoluna koşan ayacıklarına
çediklerini giydi. Tatlı bir morlukla patlicânî renkte harmânisini omuzlarına attı. İçinden bir
ses ona: 'Doğduğun yere git!" demişti."
- "Bindiği yelkenli Üsküdar önünden kanatlarını gererek Boğaziçi'ne doğru uzaklaşırken,
kıyılarda öbek öbek toplanıp yaşlı gözlerle O’nun ardından bakan ve okudukları ‘Gülbank’ın
âhenk zinciriyle ruhlarını O’na bağlı tutan “yârân”ı, gemi gözden silininceye kadar öylece
kaldılar… Ve sonra, ellerini göğüslerinde kavuşturup başlarını önlerine iğerek, kendi gönül
hücrelerine döndüler…"
- "Çedikçi Süleyman Çelebi Trabzon’a gitti."
- "Karadeniz’de bir yelkenli ile yazın yolculuk güzeldir amma, çok uzun sürüp arasıra
da çalkantılı geçtiği için, Çelebi gibi nâzik bir fânîyi elbette biraz yorar. Sonra, Trabzon’un
iklimi de rutubetlidir; o kıyılardan fışkıran koyu yeşillikler, hep rutubetten hayat alırlar,
sislerle gelişip serpilirler… Süleyman Çelebi’nin üflediği nâye can veren ciğerleri ise bu
iklimden faydalanamaz; ot değil ki yeşersin!..Sis, nem ona zehirdir."
- "O, doğduğu yere cesedini götürmüştü; rûhunu da orada Sâhibi’ne teslim edecekti…"
- "Fânî dünya ışıklarından cesed gözlerinin ilk kamaşdığı Trabzon’da, bir sonbahar günü,
akşam ezanları okunurken, derin bir göğüs geçirme ile: “Allaaah!” dedi, ve dâima gülümseyerek
bakan gözlerini artık büsbütün yumdu… (Hicrî Sene 1112, Milâdî 1734)
- "Fânî ışıklar, ki ebediyet nûru karşısında birer ateş böceği kadar bile tutunamazlar,
Çelebi için silinip bittiler. O, şimdi cesedinin küçülmüş külçesini Trabzon yeşilliklerinin altına
bırakmakla rûhunu, sonsuz âlemlerin Ulular Ulusu olan rûhuna bir sönmez çerağ halinde
kavuşturdu:"
- - "diyen o değil mi? İşte ona bu sözleri söyleten Ulular Ulusu’na elbette ki döndü. Çünkü;
- - "O günden beridir, cesed, Trabzon’un nemli toprakları altında yatıyor…”
- "Artık Çedikçi Süleyman Çelebi’yi bilen, anan kalmadı! Hiçbir kitapta, hiçbir kâğıt parçası
üzerinde O’nu bize bildiren birkaç satır olsun bulunmuyor… Zaten araştıran, saçmış olduğu
hikmet ve muhabbetin eserlerini arayıp soran nereden olsun? Gitti… Bitti… Mezarı bile
dümdüz oldu… Kayboldu. Ve nihâyet, bütün o alanda geniş bir bahçe yapıldı. Şimdi, insanlar
geliyor, geziyor, dolaşıyor, oturuyorlar… Belki ben de, Trabzon’a gittiğim vakit, tam O’nun
mezarının üstünde oturdum!... Kim bilir, kim bilir? Ah, ölüm, sen bizi cesedlerimizden
ayırmakla yok mu ediyorsun?.."
- "Hayır, hayır! Yok olmuyoruz, yok olamayız, ve yok olmamalıyız! Süleyman da yok
olmadı.. O, ”
- - "diyor...Demek ki O, gene var!.. Hep var, ve var olacak!.. Zirâ O, sonsuzlukları
kapsayan asıl O'ya varmış!.. O'nunla bir olmuştur!.. Sonsuz O ile bir olan, bir daha bizlere
gelir, kendini tekrar hissettirir ve sesini duyurur mu?
- "Evet, gelir! Kendini hissettirir ve sesini de duyurur!.. Hatta... hatta görünür bile!.. " Rahmetli Enis Behiç Koryürek, merhum Süleyman Çelebi ile irtibâtını da şöyle anlatır.
- "İşte ben O'nunla tanıştım... Dost oldum. Hem de Nasıl!.. O 'ben' oldu, ben 'O' oldum!
O kadar kaynaştık ki, bugüne değin insanların görüp bildiklerinden başka bir şey kabul etmek
istemiyen aklım -Ah, o kendini bilmez, ve bilmediği için gururdan kurtulamaz olan budala
aklım!- O'nu ilk önce 'ben' sandı!.. O'nun sözleri için 'kendi sözlerim' demek istedim."
- "Çünkü o sözler!.. Edâsı, musikîsi, mânâsı benim tarzımdan bambaşka olan,
fakat bu başkalıkla berâber gene benden bir koku, bir gölge taşıyan o sözler!..
Ömrümde hiç düşünmediğim ve söylemesini aklımdan hiç geçirmediğim o sözler,
içimden, benim içerimin daha içerisinden birdenbire fışkırıp çağlayan bir su gibi,
emeksiz, engelsiz akıyor, akıyordu. Bu, âdetâ bir 'irtical' mûcizesi idi!"
- "Bu çağlayan, (finican tahtasında) tek tek harflerin ardı ardına doğmasıyla yazı
şeklinde, ve sonraları doğrudan doğruya kendi ağzımdan seslenen esrarlı bir 'Kelâm'
hâlinde taşıp dökülüyordu!"
- "İlk sözü şu oldu:"
- - "Allaahım, Allaahım!.. Sana binlerce hamdolsun!.. Şâirliğimin yıllardan beri kurumuş,
yanmış dur çölünde. bu kaynağı, nasıl, en ummadığım anda, ruhumun derinliğinden dışarı
taşırdın?"
- - "Benim kendimden haberim yokmuş, ey Tanrı!.. Bunları ben söylüyorsam, niçin
söylemezden evvel ne söyliyeceğimi bilmiyorum?.. Ve birdenbire ben bunları nasıl
söylüyorum?.. Yok, eğer ben söylemiyorsam, benim sesimi kim benden habersiz kullanıyor?..
Ve benim ağzımla kim konuşuyor?..."
- - ",,, 'Ben' kim?.. 'Sen' kim?... Bu bir 'Ayrılık' mı, yoksa bir 'Birlik' midir?.. Ve aslında
'Ayrılık' ne, ve 'Birlik' nedir?"
- diyor Süleyman Çelebi. Daha başlangıçta,
- - "beyti ile bu meseleyi kesip atmamış mıydı?.. "
- "Süleyman Çelebi bana nasıl geldi?.. O'nunla nasıl kaynaştım?.. Bu gelişin, bu
kaynaşmanın ve içimden ansızın biz 'söz pınarı'nın çağlayışının canlı şâhitleri var.
Bu zatların adlarını, adreslerini buraya geçirsem, ne çıkacak?... Onlara birer birer
sorsanız, ne diyecekler ki?.. Zâten insanlık 'Ruh' için kesin bir şey söyliyebilmiş midir?..
Ve neden cesetlerimizden ayrıca ebedî kalan Rûh'u tasdik edici sözleri hep inkâra meylederek,
dâima hayâtı madde yönünden açıklayan bir söz söylenmesini bekleyenler var?.. Yoksa,
'cesed'in fâniliği ile yetinerek bugünkü dış varlığımızın dağılıp kaybolması, bunlara hoş mu
geliyor?.. "
- - "Atalar sözü der ki, 'Söyliyene bakma, söyletene bak!' Fakat bence ilkin 'söylenen'e
bak!.. Söylenen senin kâlbinde de yankılanıyorsa, 'söyleten'i düşün!.. O'nu düşünmek, O'na
yönelmektir!.. Hatta O'na varmak, O'nu bulmaktır! Akıl, sonsuzluğu içine sığdıramaz!.. Amma
Gönül sonsuzluğu ve Sonsuzluğun Sâhibi olanı da içine alır!"
- "Ah, söz, söz!.. Her .bir kelimesi ile ve bu kelimelerin yanyana dizilişiyle sözün kesin
birşey ifâde ettiğini sanmamalı. Aynı sözü ben şurada kullanırım, başka şey demiş olurum.
Sen burada söylersin, bambaşka bir maksat anlatırsın.
- "Haydi, mâdemki bugün çoğumuz cesetlerimizi öz malımız, esas benliğimiz sanmaktayız,
ve böyleca güyâ 'pozitivist olduk'
diye övünmekte ve avunmaktayız, VÂRİDÂT-I SÜLEYMAN için de ben sizlere o 'cesed
şâiri' saydığımız NEDİM'i örnek tutayım. O demişti ki,
- - "Ben de ona uyarak diyorum ki,"
-
Her zerre rimâdımla mükerrer yine yandım.
Takvimlerin 1 Ocak 1947 yılını gösterdiği gecenin saat onbiri...
Salon seçkin dâvetlilerle dolu... Bunlar arasında Devlet
teşkilâtında önemli mevkilerde görev almış yüksek derecedeki memurlar da var...
Bir yandan servis yapılırken, bir yandan da sohbet devam ediyor.
Ben sizin yerinizde olsam, senfonik müzik dinlerim, konçerto yerine!"
- "Bâzı misâfirlerimiz ruh tecrübesi yapıyorlar, efendim...
İçerde fincanlar konuldu, kaldırıldı. Masalar çekildi.
Gelen ruhlara sorular soruldu. Enis Bey de aralarında."
fincanlarla yazı yazacağı gelmezdi!"
Suat Bey'le Enis Bey büyük bir ruhla karşılaştılar. Konuşuyorlar. Fakat
rica ederim, sessiz olalım!"
insanın aklından geçen sorulara da cevap veriyor bu ruh."
- "Toplantıda kimler var?"
- "Suat Bey ve eşi, M.A. Bey ve eşi, Kompozitör J. M. Bey, Bayan K.,
Enis Bey ve Müfide Hanım... ve daha bir çok misâfirler."
Varlık- Ben Süleyman Çelebi.
SP- Mevlid-i Şerif müellifi mi?
V- Hayır...
Ben aşk-ı ilâhî ile yandım da uyandım,
Her zerre rimâdımla mükerrer yine yandım.
V- Beli, eyvallah!.
SP- Siz Enis Bey'in hâmi ruhu musunuz?
V- Onun koruyucusu HAK.
V- 1112'de ALLAH'ı buldum.
SP- Nerede vefat ettiniz?
V- Trabzon.
SP- Kabriniz var mı? Neresindedir?
V- Şimdi kabrim bahçedir.
Çok zamandan beri çektiğim işkencedir.
- "Bayan Leylâ acaba ne sordu ruhtan?"
- "Onun ne sormak istediğini bilemem. Yalnız sizin arkanızdan o da Enis Bey'e yaklaştı.
Herhalde onun da öğrenmek istediği birşey vardı.
Fakat onu derhal oradan uzaklaştırdı Süleyman Çelebi."
- "Hayret doğrusu!.. Acaba Çelebi ne söyledi kendisine?"
- "Abdestini tâzele! Beni falcı sanma!"
Yâni ilhâm-ı hüdâ-dad'dan ilham aluruz"
Ez gücâ mî âyed-in âvâz-ı doost?" (Bu dost sesi de nereden geliyor?)
Kalamaz şevk-ı Hüdâ maddede mahsûr gibi”
Varsın gubâra munkalib olsun izâmımız!"
Her zerre rimâdımla mükerrer, yine yandım! "
En içten gelür, en derinden gelür!"
Ol senden ayrı 'Sen' kim ola?.. Bilmedin mi: 'Ben'!.."
Zerrât-ı âbız bir tek denizde!"
Aklınız dolduramaz bir kefeyi.
Sırr-ı Hilkat dolu diger kefede,
Olamaz ölçü onaa felsefede!"
Bir perî-sûret görünmüş, bir hayâl olmuş sana!"
Bir Velî-sûret görünmüş , bir 'nasib' olmuş sana!"
Ekliyeceğimiz husus şudur: Enis Behiç’in Çedikçi Süleyman Çelebi’nin kabrinin “Mezarı bile dümdüz oldu… Kayboldu, ” dediği mezarlık, 1930’lu yılların sonunda, sanmıyoruz ama, iddiaya göre Mustafa Kemâl’in tâlimatı ve Umûmî Müfettiş Tahsin Uzer’in emriyle yıkılıp, “Atapark”a dönüştürülen İmâret Mezarlığı’dır... Mezarlığı kendi adıyla park yaptırmak, rahmetli ATATÜRK'ün mizâcına uymaz!..
İşte böyle... Size daha önce naklettiğimiz celseler de hep böyle heyecanlı bir ortamda cereyan etmişti. Tabii hepsinden aynı yüksek seviyede TEBLİĞ alındığı söylenemez. Çedikçi Süleyman Çelebi tarzı tebliğler nâdirattandır.
Ruhi Selman
selman@journalist.com
- BİR SPİRİTUALİSTİN DÜNYASI - ANA SAYFA
- BİR TEBLİĞ
- ÖLÜM VE SONRASI
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 1
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 2
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 3
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 4
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 5
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 6
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 7
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 8
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 9
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 10
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 11
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 13
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 14
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 15
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 16
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 17
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 18
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 19
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 20
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 21
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 22
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 23
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 24
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 25
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 26
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 27
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 28
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 29
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 30
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 31
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 32
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 33
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 34
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 35
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 36
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 37
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 38
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 39
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 40
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 41
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 42
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 43
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 44
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 45
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 46
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 47
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 48
- ÖTE ÂLEM'DEN ŞİİRLER - 1
- RÜYÂLAR - 1
- RÜYÂLAR - 2
- REİNKARNASYON - 1
- REİNKARNASYON - 2
- ANADOLU'DA REİNKARNASYON ŞİİRLERİ
- İRLANDALI ŞÂİR JAMES CLARENCE MANGAN ANADOLU'DA MI
YAŞADI?
- FİNCAN CELSELERİ - 1
- FİNCAN CELSELERİ - 2
- FİNCAN CELSELERİ - 3
- EKMİNEZİ ÇALIŞMASI
- RÛHÎ FİLİMLER - 1
- ENTERESAN RÛHÎ OLAYLAR
- ERGUN ARIKDAL VE SÂDIKLAR PLÂNI'NI TENKİT
- BÜLENT ÇORAK VE DÜNYA KARDEŞLİK BİRLİĞİ SAFSATASI
- CENAP BAŞMAN VE MARON TARİKATI
- SAPKIN RAEL TARİKATI
- TRANSANDANTAL MEDİTASYON KANDIRMACASI
- MELEKLER'DEN MESAJ ALDIĞINI SANAN ŞAŞKINLAR
- ŞEYTANA TAPAN SATANİSTLER
- SİRİUS MİSYONU ZIRVALARI
- KADIN HAKKINDA BİR TEBLİĞ
- SILVER BIRCH TEBLİĞLERİ
- MEKTUPLAR