BİR SPİRİTUALİSTİN DÜNYASI

ÖLÜM VE SONRASI

ÖLÜM, DOĞUM gibi hayatın bir gerçeğidir. Kaçış, kurtuluş yoktur. "Her nefis ÖLÜM'ü tadar" (Ankebut Sûresi, 57. âyet) bu hakikatı dile getirir.

Rahmetli Dr. Bedri Ruhselman'ın yaptığı bir Celse'de ÖLÜM hakkında şu aşağıdaki TEBLİĞ alınmıştır.

İlk nakledeceğimiz TEBLİĞ olduğu için, bir hususu belirtmek isteriz. Hangi Varlık'tan gelirse, gelsin; kimin celsesi olursa olsun, Bedri Ruhselman'ın aldığı ve yayınladığı TEBLİĞLER dahi beşer ürünüdür. RUH'tan da olsa, insan olarak yaşamış birinin ruhudur ve hatâdan âri değildir. Yâni, her TEBLİĞ incelemeye ve eleştiriye tâbi tutulmalı, aklımıza yatıyorsa, mantıklı geliyorsa, kabul edilmeli; tereddüt uyandıran kısımları ayıklanmalı, hatta gerekirse tümü atılmalıdır!.. Naklettiklerimizi ister benimsersiniz, ister reddedersiniz. Tamâmen size kalmış!.. Hiç darılmayız... Bu anlayışla TEBLİĞ'i, sâdeleştirilmiş hâliyle sunuyoruz:

Varlık: Kemâl Yolcusu
Târih: 8.12.1952

Varlık- ÖLÜM, ALLAH'ın biz insanlara bahşeylediği bir lûtufdur.
Bedene bürünmüş ve madde kâinatının ağır icapları içinde tekâmülünü tamamlamak için
çırpınan beşeriyet, yeni ufukların kapılarını açacak olan ÖLÜM hâdisesini ne yazık ki,
nefsâniyetinin bir tecellisi olarak yanlış tefsir etmektedir.
Böylece ÖLÜM'ü kendisi için bir ıstırap kaynağı hâline getirmektedir.

ÖLÜM bir köprüdür... Yeni bir hayâta sizi ancak o bağlıyabilir.
ÖLÜM'ün beşeriyete getirdiği saadeti ve tekâmülü düşünerek, bunun varlığı karşısında minnet duyunuz.
ÖLÜMSÜZLÜK'ten korkunuz!.. ÖLÜM, tekâmülün anahtarıdır. Anahtarsız hiç bir kapıyı açamazsınız.
ÖLÜM bir hakikattir. Ondan kaçamazsınız.
Siz başka âlemlere ancak ÖLÜM köprüsünden intikal edebilirsiniz.
ÖLMEK, yeniden yaşamanın anahtarıdır. Her tâze hayat için bir defa ÖLMEK lâzımdır.

İnsan, ÖLÜM'ün sakladığı saadeti sezerek ölmesini bilmelidir.
Bâzen insan, ÖLÜM'den önce de başka bir âleme yaklaştığını
ve yaşamakta olduğu dünya ile münâsebetinin kesildiğini,
aralarında yaşadığı insanların bir bakımdan kendisine yabancı oluverdiklerini sezer.
Bu onda bâzen sevinç, bâzen de derin bir teessür uyandırır.

Bizim Ruh Dostlarımız'dan öğrendiğimize göre, ÖLÜM ameliyesi, tıpkı DOĞUM gibi uzun ve zor bir süreçtir. "Kuş gibi uçtu gitti" derler ya, o kadar kolay değildir. Nasıl bu âlemde DOĞUM'a yardımcı olanlar varsa, ÖBÜR ÂLEM'de de ÖLMEK üzere olan insanlara yardım eden Varlıklar vardır.

Aynı Celse'de Varlık ÖLMEK üzere olan bir kişinin son anlarını ve Âhiret'e intikâlini şöyle anlatmaktadır... Celse'yi idâre eden Bedri Ruhselman'ın doktor olduğunu, pek çok ÖLÜM vak'ası ile karşılaştığını unutmıyalım... Ha, bir de aşağıdakilerin birer misâl olduğunu, her kişide ÖLÜM'ün farklı tezâhür ettiğini akıldan çıkarmıyalım.

Varlık: Kemâl Yolcusu
Târih: 8.12.1952

Varlık- Hasta kendisini fena hisseder ve uzanır... Etrafındakilere seslenir... Âilesini çağırır... Onlarla konuşur....
Fakat bu seslerin bir kısmını âilesi alamıyacağı için, ona yardım edemezler...
Yavaş yavaş hayattan vazgeçmesi gerektiğini anlar... Ruh, bedeni yavaş yavaş terk eder.
Bu sırada hasta konuşur... Fakat onu, etrâfındakilerden hiç bir kimse duyamaz....
Çünkü o artık bedeni ile konuşmamaktadır... O her şeyi terk etmeye hazır bir durumdadır.
Son olarak kimliğini de kaybeder.

Hasta, etrâfında, ÖLÜM ânına girerken, Varlıklar görür... Bunlar kendisine yardım edecek olan Hâmi Varlıklar'dır.
Fakat kısa bir zaman sonra onları da kaybeder.... Bu hâl bir ÖLÜM sessizliğidir.
Bunun arkasından hasta derhal kalkar!.. Etrâfını, yâni etrâfındaki insanları görmeye başlar.
İşte o anda, bir insan anlayışına göre hasta ölmüştür!..

O da bu ölen kimsenin kim olduğunu merak eder. Diğer insanlarla berâber onun kim olduğunu araştırır.
Ondan sonra asıl TEŞEVVÜŞ devri başlayacaktır.

TEŞEVVÜŞ , "karışıklık, bulanma, çalkantı" demektir. Spiritualizm'de "bir realiteden diğerine geçilirken, içine düşülen bocalama hâli, bir idrak seviyesinden diğer bir idrak seviyesine geçerken yaşanan karışık hisler, algılar" anlamında kullanılır... Âhıret'e intikâl eden çoğu Ruh, böyle bir safha geçirir.

Celse'ye dönersek, bu noktadan sonra Varlık, Medyum'a ÖLÜM ve ÖLÜM SONRASI'nı, sanki kendisi yaşıyormuş gibi hissettirerek nakletmesini sağlamıştır:

Varlık: Kemâl Yolcusu
Târih: 8.12.1952

Varlık- Biraz sonra, şu ÖLÜM ilişkisini hazırlamaya çalışacağım.
Dışardan hiç bir müdahale olmamalıdır.
İsminizle hitap etmedikçe Medyum'a yardım edemezsiniz.
Belki çağırır, birşey ister, vermemelisiniz.
Tekrar ediyorum: Çeşitli yollarla göndereceğimiz vibrasyonlar kaynaklarını kaydederlerse,
Medyum kötü duruma düşer ve kezâ siz de!...
Deney esnasında düşse, kalksa hiç bir müdahalede bulunmayacaksnız.
Bunlar, gelen vibrasyonların size yansımasıdır.
Medyum burada sâdece bir hoparlör rolündedir, bu yüzden korkulacak hiç bir şey yoktur.
Ancak kendi bünyesini kötü hissettiği zaman, isminizle size hitap eder.
O zaman yardım etmelisiniz.
Vibrasyonlar çeşitli kaynaklardan geleceği için onları ayırmak size düşer.

Burada kısaca duralım... Bir Celse'nin ne kadar dikkat istediği, Celse İdârecisi'nin vazife ve mesuliyetinin ne kadar ağır olduğunu bu ifâdelerden anlıyoruz... Kendisini, Medyum'u ve Celse'de Bulunanlar'ı tehlikeye atmaması için uygulamanın böyle olması şarttır. Onun için tecrübeli ve ehil İdâreciler yanında yetişmeden, kimsenin Medyum uyutmaya, Ruh çağırmaya kalkmamasını önemle ikaz ediyoruz. Sık sık ta hatırlatacağız.

Celse'ye devam etmeden önce bir hususa daha dikkatinizi çekelim. Aşağıdaki intibalar daha çok mânevî bilgilerden mahrum, dinî eğitim almış olsa bile bunu hazmedememiş, sıradan bir insan için geçerlidir. Dediğimiz gibi ÖLÜM ânı ve SONRASI ve İNTİBALAR her insanda farklıdır.

Medyum- ...... ( İki dakikalık bir bekleme... Trans hâlindeki Medyum, ÖLÜM deneyimini yaşamak üzre yavaş yavaş,
hasta ve bitkin bir hâl içinde ayağa kalkar... ve inliyerek kanepenin üstüne uzanır.)
..."Aaahh !... Ortalık kararıyor.... (Ses çok yavaş ve derinden geliyor)... ıhhh... ıhhh ... Kızım ... Kızım... ıhhh ...
... Beni duymuyor ... ıhhh ... ıhhh ... ıhhh ... ıhhh ... Ne boş yere okuyup duruyorlar! .. Okuyorlar... Ne okuyorlar?..
Onlar ... Yalnız beni kaybediyorlar... ıhhh... ıhhh .. ıhhh... Ben... ben ... bütün bir hayâtı ... teker teker onları yaşamayı ....
duymayı... her şeyi kaybediyorum ... ıhhh ... görmüyorum .... . Hayatım.. . bunca beslediğim... itina ettiğim...
şu kaba maddem... bana yâr olmuyor şimdi... Bana ne!..
(yattığı yerde ellerini birbiri üzerine koyuyor)
...Ellerimi kavuşturuyorlar... Başımın altından yastığı çekiyorlar... yastıktan... yataktan ... onlardan bana ne?...
... Vücudumun yarısı bir demirbaş eşya gibi daha şimdiden terk edilmiş...

..... (oldukça uzun bir sükûttan sonra) ... Işıklar ... ışıklı bir âlem... başka mahlûk bunlar... Beni çağırıyorlar...
Işık ... bir ışık ... artık hiç birşey göremiyorum ... Hiç birşey...
(evvelkinden daha uzun bir sükût)
... Bu kaba hüviyetim bile bana ait değil artık... hiçbir şey beni alâkadar etmiyor... Kızım ...
... o da tıpkı bir eşya gibi benim için artık... Ne ilgim var!.. aralarında... Son olarak kimliğim ve ismin de kayboluyor...
Evet. .. madde ve ruhun birleşmesinden doğan bir insan ismi beni ilgilendirmiyor artık...
(gene uzun bir sükût) ......

....(Birdenbire yattığı yerden kalkar, diz çöker, etrâfına şaşkın, şaşkın bakınır... Âdeta bağırırcasına çok yüksek ve acele bir sesle)
Gürültüler var!.. Gürültüler oluyor... Bağırıyorlar... Bağırıyorlar ... Ne berbat gürültüler bunlar!..
Ayy! Bir ölü!...
(keskin ve acı bir tonla bağırarak) Bir ölü var!.. Herkes ağlıyor!..
Acaba kim ölmüş olabilir?..
(sesini gene perde perde yavaşlatıyor) ... Evet.. . Bana ne? ...
(gene heyecanlı ve korkuyu andıran bir telaşla) Ya ben?... Ya ben? (acıklı ve ümitsiz bir haykırış) Ben neyim?..
Ben neyim şimdi? Taş parçası?.. Evet, bir taş parçasıyım... Asırlarca kalacağım...
Sessiz kalacağım... Fakat düşünüyorum... Ben bir taş parçası değilim... Bir ağaç?.. Dimdik duracak bir ağaç...
ebediyen hareketsiz, yerinde mıhlı bulunan bir ağaç... Hayır ... Hayır!... Ben insanım... Ahhhhh!.. İnsanım ben!..

Ama ötekiler beni neden görmüyorlar?.. (telâş ve büyük bir endişe içinde vücûdunu yokluyor ve çabuk çabuk telâşla)
... Ayaklarım... Kollarım... Etrâfım.... Hiç bir şeyim yok benim ... O halde ben insan değilim ...
(büyük bir ıstırap ve endişe içinde.)... Ama ben neyim?.. Kimim ben?.. (çok acı ve korkunç bir haykırışla bağırarak) Neyim?..
Neyim ben?... Karanlık... Bomboş.... bomboş ... Simsiyah bir âlem... Ben bunun içinde kaybolmuşum...
Neyim ben? Hiç birisi değilim ben... Ötekiler ne?.. Maddem yok benim... Fakat... Fakat...
Kafama bu fikirler nereden geliyor?.. Aydınlık beynimin içinde... ama beynim yok... Öyle bir hüviyetim ki...

(şiddetle, korku ve heyecanla bağırarak ve çabuk çabuk konuşarak) Görülecek, tutulacak hiçbir şeyim yok!...
Ama ben varım, ben birşeyim... Maddesiz varlık...
(bir müddet sükût) ....... Evet... Evet... Evet ...
Demek benim hafif de olsa bir bedenim var... Bu bedenim olmasa, hiç bir varlıkla temas edemem...
İlkel ruhların da demek bir bedeni var... Acaba yeniden hayâta katılsam mı?.. Yapabilir miyim?..
Yapabilir miyim bunu?.. Orada kızım vardı...

- (Tam bu sırada ton değişiyor, âmirâne, fakat metin, kesin ve etkili bir sesle ve kelimeleri tâne tâne, açık olarak
bir Rehber Ruh devreye girerek, şöyle diyor:) "Sen bu Hayat Yolculuğu'nun içinde her istediğin zaman
evlâtların, muhitin olabilir. Hakiki hayâtın şimdi, başlıyor!"

Medyum- (sesi çok hafiflemiş bir hâlde, iyice düşünerek ve teslimiyetle) ... Evet... Hayat şimdi başlıyor ...
Bu aydınlıkların ötesinde bana tekâmül yolunu işâret ediyorlar... Artık kızım, ötekiler beni ilgilendirmezler.
Dünya hayâtının icâb ettirdiği birer üniformadır onlar... Bedenim, kimliğim... hatta kimliğim bile..."
(Ses kesilir ..... Medyum yavaş yavaş transtan çıkar.)

Hemen belirtelim: ÖLÜM ânından şaşkınlığa, şaşkınlıktan TEŞEVVÜŞ hâline, TEŞEVVÜŞ'ten belli bir İDRAK seviyesine gelmek; günler, aylar, hatta seneler, asırlar alabilir... Herkeste böyle şiddetli olmaz... Varlığın başta söylediği gibi, ÖLÜM korkulacak birşey değildir. Yeni bir HAYAT'a geçmek için bir köprüdür, ALLAH'ın bir lûtfudur... 150-200 yıl yaşayıp, gözleri görmez, kulakları duymaz, eli ayağı tutmaz, hatta yediğini çiğneyip yutamaz hâle geldiğinizi düşünün... ÖLÜM bir kurtuluştur.

Varlık daha sonra ikinci çalışmada şu açıklamayı yapar:

Varlık: Kemâl Yolcusu
Târih: 8.12.1952

Varlık- Medyumun zaptedemediği vibrasyonlardan eksik kalan bilginin, bâzılarını TEBLİĞ hâlinde size ben anlatmak istiyorum.
Ta ki, bilginizde çok fazla eksiklik kalmasın.

Ölüm anında insan, muhitindekilerden sonra bütün uzuvlarının teker teker yabancılaştığını duyar.
Çok defa konuştuğu o güzel lisânı bile kendisine ihânet eder. İçinde bulunduğu vaziyeti etrafındakilere duyurmak ister,
fakat yapamaz. Kıpırdıyamaz ve bu hâlin verdiği ıstırâbı bır müddet çeker.
Bir vapurun sâhilden uzaklaşması gibi, her şeyin kendi benliğinden uzaklaştığını hisseder.

"... bir vapurun sâhilden uzaklaşması gibi..."

Size neyi hatırlattı bu ifâde?.. Elbette ki, Yahya Kemâl Beyatlı'nın "Sessiz Gemi" şiirini...

Artık demir almak günü gelmişse zamandan,
Meçhûle giden bir gemi kalkar bu limandan.
Hiç yolcusu yokmuş gibi sessizce alır yol,
Sallanmaz o kalkışta ne mendil, ne de bir kol.
Rıhtımda kalanlar bu seyahatten elemli,
Günlerce siyah ufka bakar, gözleri nemli.
Biçâre gönüller! Ne giden son gemidir bu!
Hicranlı hayâtın ne de son matemidir bu!
Dünyâda sevilmiş ve seven nâfile bekler,
Bilmez ki giden sevgililer dönmeyecekler!
Birçok gidenin her biri memnun ki yerinden,
Birçok seneler geçti, dönen yok seferinden!

ÖLÜM, ancak bu kadar güzel, böyle hasretle beklenecek şekilde anlatılabilir!.. ALLAH gani gani rahmet etsin Yahya Kemâl'e...

Zâten, görüldüğü gibi, ÖLÜM'le HAYAT son bulmaz!.. Bedenli yaşam son bulur, RUH Âhıret Alemi'nde varlığını sürdürmeye, yâni yaşamaya devam eder. Yâni Âhıret Âlemi'nde de HAYAT vardır... Peki, başka nerelerde HAYAT vardır?.. Bir Ruh dostumuz bu soruya "RUH'un olduğu her yerde!" diye cevap vermişti. Peki, RUH nerelerde vardır?.. Onu da bir başka ruh dostumuz "Maddenin olduğu her yerde!" diye yanıtlamıştı. Buna göre RUH olmayan yer yoktur Kâinat'ta!.. Hani ALLAH, İNSAN'a KENDİ RUHU'ndan üflemişti ya,

- "(Meleklere hitap) Onu güzelce düzenleyip insan şekline koyduğum
ve ona Ruhum'dan üflediğim zaman,
karşısında secdeye kapanın."

(Hicr Sûresi, 29. Âyet)

- "Yarattığı her şeyi güzel yaratan,
insanı başlangıçta çamurdan yaratan,
sonra onun soyunu, bayağı bir suyun özünden yapan,
sonra onu şekillendirip Ruh'undan ona ufleyen ALLAH'tır."
(Secde Sûresi, 7-9. Âyetler)

Yüce ALLAH, Ruh'unu sâdece Âdem'e değil; bütün Kâinat'a üflemiştir... Bu gerçek Tevrat'ta şöyle ifâde edilir: Allahın Ruhu suların yüzü üzerinde hareket ediyordu." (Tekvin 1:1) Demek ki, Kâinat'ın her köşesinde HAYAT var. Ama biz DÜNYA HAYÂTI'ndan başkasını bilmiyoruz!..

İkinci husus, Ahıret Âlemi öyle sanıldığı gibi bizden uzak falan değildir. Yine bir ruh dostumuzun dediği gibi "öldüğünde de, uyuduğunda da ordasın!" Peygamberimiz'in "Uyku, ölümün kardeşidir" hadisi, onu destekleyen âyetler vardır:

- "ALLAH, ölenin ölüm zamanı gelince,
ölmeyenin de uykusunda iken canlarını alır da,
ölümüne hükmettiği canı tutar,
ötekini muayyen bir vakte kadar bırakır.
Şüphe yok ki, bunda iyi düşünecek bir kavim için ibretler vardır"
(Zümer Sûresi, 42. Âyet)

- "Geceleyin (uykuya daldırarak) sizi öldüren,
gündüzün ne yaptığınızı bilen,
sonra takdir edilmiş ecel (vaktiniz) tamamlansın diye,
gündüzün (uyandırarak) sizi dirilten O’dur.
(En) Sonra dönüşünüz yine O'nadır.
Sonra yaptıklarınızı size haber verecektir (hesaba çekecektir)."

(En'âm Sûresi, 60. Âyet)

Yâni, biz her gece Âhıret Âlemi'nde dolaşır gezer, sonra döner, geliriz. Ne ölümden, ne de Âhıret Âlemi'nin esrârından korkacak bir şey yoktur. Kaldı ki, bir başka hadisinde Peygamberimiz, "İnsanlar uykudadır, öldükleri zaman uyanırlar" buyurmuş!.. Yâni, belki gerçek HAYAT öldükten sonra!..

Buna rağmen ölüme alışmak, tıpkı doğduktan sonra bebeğin hayata alışması gibi vakit alır. Bâzıları öldüğünü bile farketmez. Bâzıları ne olduğunu anlamaz. Bâzıları yüzyıllarca oraya intibak edemez. Marie Antionette gibi başını arayan, şehit olduğu halde bunun farkında olmayanlar vardır. Bâzıları uzun süren bir buhran geçirir ki, buna TEŞEVVÜŞ dendiğini söylemiştik. Bu konuda enteresan filimler vardır. Her nedense hepsi abartılıdır ama, tenzilât yaparak seyrederseniz, iyi bir fikir edinebilirsiniz. "Ghost-Hayâlet" , "Sixth Sense - Altıncı His" , "What Dreams May Come - Aşkın Gücü" ve "The Others -Ötekiler" bu konuyu işleyen filimlerden bâzılarıdır.

- "Allah sizin için İslamı seçti.
o halde Müslümanlar olarak ölünüz."

(Bakara Sûresi, 132. Âyet) (Âl-i İmran Sûresi, 102. Âyet)

Bizler Müslüman'ız... Kendimize göre inancımız var... Hiç ölmiyecekmiş gibi iyi bir insan olarak yaşamak, yarın ölecekmiş gibi ölüme ve âhırete hazır olmak durumundayız. Hastalanıp ağırlaştığımızda, Peygamberimiz'in Vedâ Haccı'nda yaptığı gibi âilemizle, konu komşuyla, iş arkadaşlarımızla, alacaklılarımızla helâlleşmeli, vasiyetimizi bildirmeli, sık sık Kelime-yi Şahâdet getirmeliyiz ki, “Eşhedü enlâ ilâhe illallah ve eşhedü enne muhammeden abdûhu ve resulühû" - "Bilirim ve varlığımla şâhitlik ederim ki, ALLAH'tan başka ilâh yoktur ve Muhammed O'nun kulu ve peygamberidir" şeklindedir. Bütün hayâtımız boyunca buna inanarak yaşamadık mı?.. Kur'an-ı Kerim'de ALLAH bizim şöyle dua etmemizi istiyor:

- "İman ettik, günahlarımızı bağışla! Kötülüklerimizi ört!
Ruhumuzu iyilerle beraber al, ey Rabbimiz!"

(Âl-i İmran Sûresi, 193. Âyet)

- "Ey gökleri ve yerleri Yaratan! Sen Dünyâ'da da, Âhiret'te de benim sâhibimsin.
Beni Müslüman olarak öldür ve beni Sâlihler arasına kat!"

(Yusuf Sûresi, 101. Âyet)

Peki, ruhunu teslim etmek üzere olan kimse için neler yapılmalı?.. Bir defa hasta ziyâretleri kısa olmalı, etrâfına topluca üşüşmemeli, onu üzecek, rahatsız edecek söz ve davranışlardan kaçınmalı, imkân nisbetinde ona sonun yaklaştığı hissettirilmeli ve yanında sık sık "Lâ ilâhe illallah" diyerek veya Kelime-yi Şahâdet getirerek bunu yapması hatırlatılmalıdır. Peygamberimiz (s.a.v.) hastanın yanında Fatiha, İhlâs, Nas ve Felâk sûrelerinin okunmasını tavsiye etmiştir...

Ruhunu teslim edince de, "innâ lillah ve innâ ileyhi râciûn" - "ALLAH'tan geldik, dönüşümüz de O'nadır" denmeli, gözleri kapatılıp, çenesi bağlanmalı ve üstü örtülmelidir. Görmek isteyenler için açılabilir, ama geri kalan zamanda kapalı tutulmalıdır. Ölenin arkasından elbet gözyaşı dökülür. Ancak feryat etmek, kendini yerden yere atmak, doktorları, hemşireleri suçlamak gibi aşırılıklar Müslüman'a yakışmaz. ALLAH'ın takdirine, kaçınılmaz olan âkıbete isyan olur. Müslüman sabır ve metânet içinde görevlerini yapar, ya da oturur, acısını içine gömer. Zirâ birinin vefâtından sonra yapılacak işler vardır. O işleri tâkip edecek, yapacak olanlara engel teşkil etmemek gerekir. Kontrolünü kaybedenleri sâkinleştirmek bunların başında gelir.

Kalp krizinden ölenler hâriç, cenâze çok bekletilmemelidir. Ölen için selâ vermek sonradan âdet olmuştur ama; haber vermek, fâtiha okutmak ve duaya neden olması bakımından uygundur. Duyanlar son göreve katılacaktır, baş sağlığı dileyecektir. Sonra cenâze yıkanmalı, kefenlenmeli, cenâze namazı kılınmalı ve sonra defnedilmelidir. Yıkama, cenâzeye gusûl abdesti aldırma şeklinde olur. Kefen ise dikişsiz beyaz bezden, patiskadan ibârettir. Kefenin içine hiçbir şey konmaz.

- "O azap günü, dünyâda iken biriktirilip yığılan altın ve gümüşler
Cehennem ateşinde kızdırılır ve sâhiplerinin alınları, yanları ve sırtları onlarla dağlanır:
'İşte,' denir kendilerine, 'bunlar, nefisleriniz için yığıp biriktirdiğiniz altın ve gümüşlerdir.
Şimdi tadın bakalım, o durmadan yığıp biriktirdiğiniz şeyleri!' (denir)."

(Tevbe Sûresi , 35. Âyet)

- "(Durmaksızın mal ve servet) toplayıp bir yerde (üstüste) yığmakta!
Hakıykat insan, hırsına düşkün (ve sabrı kıt) yaratılmışdır

Meâric Sûresi , 18-19. Âyetler)

"Kefenin cebi yoktur" sözü Öbür Dünyâ'ya bu Dünyâ'dan hiçbir şey götüremiyeceğimizi ifâde eder. Yaşarken de bu idrak ile mal biriktirip üst üste yığmaktan kaçınmak gerekir.

Düşmanla çarpışırken ölenler şehit sayılırlar. Onlar yıkanmaz, cenâze namazı kılınmaz çünkü "Allah yolunda öldürülenlere "ölüler" denmez. Onlar diridirler. Fakat biz sezemeyiz." (Bakara Sûresi ,154. âyet) ve şehitler üzerindeki elbiseler ile gömülürler. Ama namaz kılınsa da olur. Şimdilerde hep kılınıyor.

Cenâze kefenlenip tabuta konduktan sonra, cenâze namazı kılınır. Vakit şart değildir. Adı namazdır ama aslında duadır. Ayakta kılınır, rükû, secde ve ka'de yoktur.Abdestli olunursa, daha uygundur. İmamın arkasında yer alınır ve "ALLAH için namaza, meyyit için duaya, er kişi (veya hatun kişi) niyetine, uydum hazır olan imama" diye niyet edilir ve imamla birlikte "Allahu ekber" diye tekbir alınır. Eller bağlanır ve sessizce Sübhaneke okunur: "Sübhânekellâhümme ve bi hamdike ve tebârakesmüke ve teâlâ ceddüke vecelle senâüke ve lâ ilâhe ğayrük" - "ALLAH'ım! Sen eksik sıfatlardan pâk ve uzaksın. Seni dâima böyle tenzih eder ve överim. Senin adın mübarektir. Varlığın her şeyden üstündür. Senden başka ilah yoktur."
Sonra imamla birlikte elleri kaldırmadan ikinci bir tekbir alınır: "Allahu Ekber" Sonra "Allâhümme salli alâ Muhammedin ve alâ âli Muhammed. Kemâ salleyte alâ İbrahime ve alâ âli İbrahim. İnneke hamidün mecîd" - "ALLAH'ım! Muhammed'e ve Muhammed'in ümmetine rahmet eyle, şerefini yücelt! İbrahim'e ve İbrahim'in ümmetine rahmet ettiğin gibi! Şüphesiz övülmeye lâyık olan yalnız Sensin, şan ve şeref sâhibi de yalnız Sensin" ve "Allâhümme barik alâ Muhammedin ve alâ âli Muhammed. Kemâ barekte alâ İbrahîme ve alâ âli İbrahim. İnneke hamidün mecîd" - "ALLAH'ım! Muhammed'e ve Muhammed'in ümmetine hayır ve bereket ver. İbrahim'e ve İbrahim'in ümmetine verdiğin gibi! Şüphesiz övülmeye lâyık olan yalnız Sensin, şan ve şeref sâhibi de yalnız Sensin" duaları okunur.
Sonra gene elleri kaldırmadan üçüncü tekbir alınır: "Allahu Ekber" ve Cenâze Duasını okunur. Cenâze Duası'nı bilmiyenler onun yerine Fatiha Sûresi‘ni veya Kunut Duaları'nı okuyabilir.
Fatiha Sûresi: "Bismillahirrahmanirrahim Elhamdulillâhi rabbil'alemin. Errahmânir'rahim. Mâliki yevmiddin. İyyâke na'budu ve iyyâke neste'în. İhdinessirâtal mustakîm. Sirâtallezine en'amte aleyhim, ğayrilmağdûbi aleyhim ve leddâllîn" - "Rahman ve rahim olan Allah' ın Adıyla "Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur. O, rahman ve rahimdir. Din Günü'nün sahibidir. (ALLAH'ım!) Ancak sana ibadet eder, ve ancak senden yardım dileriz. Bizi doğru yola ilet. Kendine nimet verdiğin kimselerin yoluna ilet: gazap edilenlerin ve sapmışların yoluna değil!"
Kunut Duası yerine "Rabbenâ âtinâ fiddünyâ haseneten ve fil'âhireti haseneten ve kınâ azâbennâr" - "Ey Rabbimiz! Bize dünyâda da iyilik ver, ahirette de iyilik ver. Bizi Cehennem azâbından koru!" (Bakara Sûresi , 201. Âyet) denilebilir.
Bunlardan biri okunduktan sonra imamla birlikte elleri kaldırmadan dördüncü tekbir alınır: "Allahu ekber" Ardından sağ eli çözerek bırakılır, sağ tarafa dönerek "esselâmü aleyküm ve rahmetullah" denir, sonra sol eli bırakıp sola dönerek "esselâmü aleyküm ve rahmetullah" denir, namaz tamamlanmış olur.
Sonra imam "Mevtâyı nasıl tanırsınız?" diye sorar ve "Haklarınızı helâl eder misiniz?" der. Fakat, bu hususta bir noktaya dikkat etmek gerekir. Cenazeye iştirak eden kimseler, gerçekten mevtâyı hayırlı bir insan olarak tanıyorlarsa, "İyi bilirdik" demeli, aksi halde sükût etmelidirler. Hakkınız geçmiş ise, "Helâl olsun" demeli, yoksa gene susmalıdırlar.

Kur'an'dan âyet okumak başka, dua etmek başka!.. "Duayı, anlamadan Arapça yapmak" gibi bir mecburiyet yoktur... Cenâze Duası okumak isteyenler için Türkçe meâli: "Allâh'ım! Bizim dirilerimizi, ölülerimizi, burada hâzır ve gâib olanlarımızı, büyüklerimizi ve küçüklerimizi, erkeklerimizi ve kadınlarımızı affet, mağfiret buyur. Yâ Rabb! Bizden yaşattıklarını İslâm üzere yaşat. Bizden öldürdüklerini iman üzere öldür. Bilhassa bu ölüyü kolaylığa, rahatlığa, mağfirete, rızâna erdir. Yâ Rabb! Eğer bu ölü, muhsin ise ihsanını artır; ve eğer yaramaz ise affet. Kendisine emniyet, beşâret, kerâmet ve kurbaniyet nasib buyur, rahmetinle, ey erhamerrâhimîn."

Sonra tabut omuzlara alınır, arabaya konur, mezarlığa götürülür. Cenâze götürülürken slogan atılmaz, tekbir dahi atmak uygun değildir. Alkış tutulmaz. Islık çalınmaz. Cenâze geçerken ayağa kalkmak, o bedenin gördüğü vazifeye saygı bakımından uygun olur. Mezar başında, defin sırasında veya sonraki ziyâretlerde nutuk atılmaz. Cenâze kabre indirilince Yâsin, Mülk, İhlâs, Felâk, Nas, Fâtiha, ve Bakara sûresinin ilk âyetleri okunmalıdır. Sesli matem yasaktır. Hz. Peygamber cenâze için ağlamayı, ağıt yakmayı, bağırıp çağırmayı yasaklamış ve ölüye, "dirinin ağlaması yüzünden azâb edileceğini" bildirmiştir. Ayrıca "Ölülerinizi kötülüklerini sayıp dökerek yâd etmeyin, onları kusurlarıyla anmayın; hayırlı yanlarını zikredin!" buyurmuşlardır. Bu yüzden toplumumuzda ölünün arkasından konuşmak hoş görülmez!

Toplumumuzda, şimdi pek uygulanmıyor ya, mevtânın defnedilişinden hemen sonra mezarı başında "talkın verme" âdeti vardır. Talkın, yâni henüz âilesi ve mezarı etrafında şaşkın şaşkın dolaştığı varsayılan mevtânın ruhuna telkin, şöyle yapılır:

Cenâze defnedildikten sonra iyi hâl sâhibi bir kimse, mezarın ayakucunda durur ve ona ismiyle hitaben, meselâ "Ey Fatma oğlu Osman!" diye üç kez seslenir. Tabii seslendiği toprağa verilmiş olan ceset değil, o anda etrafta dolandığı sanılan Ruhudur. Sonra şu duayı okur:

- "Bismillâhi ve alâ milleti Resûlullâhi, Allâhümme abdüke nezele bike ve ente hayra menzilin bihi hallefet-dünya
halfe zahrihî fec'al mâ gadime ileyhi hayran mim men hallefe fe inneke gulte ve mâ indallâhi hayrul ebrar."

Denilebilir ki, "Ya ölen kişi Arapça bilmiyorsa?.." Âhıret Âlemi'nde diller değil, kavramlar, fikirler geçerlidir, telepatik olarak Varlıklar'a ulaşır... Aslında bu Dünyâ'da da böyledir ama, farkında olmayız... Bunun açıklamasını "GOĞ, GIYBET" celsesinde yaptık... Yine de inanmayanlar bu duayı Türkçe de yapabilir:

- "Allah'ın adıyla ve Resûlullah'ın dini üzre defnediyoruz seni.
Allah'ım, kulun Sana vardı! Kendisine varılanların en hayırlısı Sensin!
Dünyâ'yı arkada bıraktı. Gideceği yeri daha hayırlı kıl!
Zira Sen şöyle demişsin: "ALLAH'ın katında iyilik yapanlara
Dünyâ'dan daha hayırlıdır (âhiret)."

- "Yâ Osman ibn-i Fatma"
" Uzkur mâ haracte aleyhi mined-dünya şehâdeten en lâ ilâhe illallâh.
Ve enne Muhammed'en Resûlullah. Ve ennel cennete haggûn, Ven-nâre haggun,
ve ennel ba'se haggun. Ve ennes-sâate âtiyetün lâ raybe fîyhâ,
Ve ennallâhe yeb’asü men fil kubur. Ve enneke radiyte billâhi Rabben.
Ve bil islâmi diynen, ve bi Muhammed'in Nebiyyen, ve bil Kur’âni imâmen,
ve bil kâbeti kıbleten, ve bil mü'miniyne ihvânâ."

Bu kısım da Türkçe söylenebilir:

- "Ey Fatma oğlu Osman!!
Hayatta iken üzerinde olduğun, benimsediğin şu hususları unutmayasın:
Şehâdet ettiğin gibi Allah'tan başka Tanrı yoktur ve Muhammed (S.A.V.) O'nun elçisidir.
Cennet ve cehennem gerçektir, yeniden diriliş vardır.
Kıyâmet Saati kuşkusuz gelecektir. Allah kabirde yatanları yeniden diriltecektir.
Yine unutma ki, sen Rab olarak Allah'ı, din olarak İslâm'ı, peygamber olarak Muhammed'i,
imam olarak Kur'an'ı, kıble olarak Kâbe'yi ve kardeş olarak müminleri seçmiş ve bununla mutlu olmuştun."

Sonra üç defa : "Yâ Osman ibn-i Fatma, Kûl lâ ilâhe İllallah.
Üç defa : "Kûl Rabbiyallâhu lâ ilâhe illâ hu, aleyhi tevekkeltü ve hüve Rabbul arşil aziym."
- "Kûl Rabbiyallâhü ve diyniyel islâmi ve Nebiyi Muhammed'ün Rabbi lâ tezerhü ferden ve ente hayr'ul - vârisîyn."

Gene bu kısım Türkçe söylenebilir:

- "Ey Fatma oğlu Osman! De ki; Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur."
- "De ki: Rabbim olan Allah'tan başka Tanrı yoktur, ben O'na dayandım, büyük Arş'ın Rabbi de O'dur."
- "De ki: Rabbim Allah, dinim İslâm, peygamberim Muhammed'dir."
(Ve dua) - "Ey Rabbim, Sen onu tek başına bırakma! Vârislerin en hayırlısı Sensin."

Mezarda talkın Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.) tarafından uygulanmış bir sünnettir. Kendisi bir mevtâ gömüldükten sonra
hemen geri dönmezdi. Bir müddet mezarı başında durur ve cemaata karşı şöyle buyururdu:

- "Kardeşiniz için Yüce Allah'dan mağfiret isteyiniz
ve kendisine sükûnet ihsan buyurmasını dileyiniz.
O, şimdi sual görecektir."

Bunlar vefat edenin ruhunun bir süre bu âlemde dolandığına, bizlerle berâber olduğuna işârettir.

Bu "sual görecektir" ifâdesi, birileri tarafından "kabir azâbı" diye yorumlanmış, zebânilerin gelip mezardaki cesede işkence ettiği üzerine pek çok rivâyet ve senaryo düzülmüştür!.. Mezarda yatan et ve kemik yığınından ibârettir. Bir süre sonra toz olacaktır. Artık orada cereyan eden tek hâdise, tefessüh, yâni çürümedir. Ruh, yâni Varlık bambaşka bir yerdedir. Peygamberimiz Hz. Muhammed, "kabir azâbı" tâbirini kullandıysa, söylediğini "İnsanlar uykudadır, öldükleri zaman uyanırlar" hadisiyle bağdaştırmak gerekir. Sâir rivâyetlerin hepsi uydurmadır.

İslâmiyet'te kadınlar cenâzeyle mezarlığa gitmez... Peygamberimiz yasaklamıştır. Çünkü kadınlar hassastır, etkilenirler, yıpranırlar. Televizyonlarda görüyoruz, perişân oluyorlar, tabuta kapanıyorlar, bayılıyorlar. Doğru değil! Sonra cenâze işleri, tabut taşıma, mezar kazma, mezara indirme, mezar örtme faaliyeti ağır işlerdir. Kadınlar yapmaz. Onların evde kalıp yorgun, üzgün ve bitkin eve dönen erkeklere yiyecek içecek hazırlamaları daha uygundur. Bu hem onları zihnen, bedenen meşgûl eder, hem de cenâze işlemine katkı olur... Haa, bu, "erkek yoksa, cenâze açıkta kalır" anlamına gelmez. Erkeğin olmadığı her yerde kadın aynı görevleri, hem de tam selâhiyetle görür!

Alevî yurttaşlarımız ise biraz farklı uygulamalar yaparlar. Onlar için ÖLÜM, ikinci DOĞUM'dur. Ölmek üzere olan ve tamamen şuurunu kaybetmemiş-söylenenleri anlayarak tekrar edebilen-kişinin yanında dinî bilgi sâhibi (Dede, Baba, Mürşid, Rehber gibi) kişi tarafından üç kez "Kelime-i Tevhid" veya "Kelime-i Şehâdet" söylenir:

"LA İLAHE İLLALLAH, MUHAMMEDUN RASULULLAH, ALİYYUN VELİYULLAH”

"Allah'tan başka Tanrı yoktur. Muhammed Mustafa Allah’ın elçisidir. Aliyyel-Mürteza, Allah'ın velisidir" demektir. Dede, Baba veya dinsel bilgi sâhibi kimse, ölmek üzere olan kişinin yanında “Yâsin” ve “Âyet-El-Kürsi” süreleri gizli olarak okur. Hasta kişi "Hakk'a yürüdü"ğünde (öldüğünde), Dede, Baba veya görevi üstlenmiş bir er veya bacı tarafından Ruhunu teslim eden canın gözleri açıksa kapatılır; ağzı açıksa çenesine enli bir bez çekilip ağzı kapatılarak başından bağlanır. Alevilikte bu işlem sırasında Dede, er veya bacı ölünün göğüs hizasında durup şu dualar/gülbanklar okunur:

"Bismillah ve alâ milleti Rasülillâhi, Allahümme yessir aleyhi emrehu ve
sehhil aleyhi mâ ba’dehu. Ve me esid bi likâike, v’ec’al mâ harace ileyhi
hayran mimmâ harace anhu."

Tanrı’nın adıyla. Rasullullah’ın dini üzere. Tanrı’dan geldik, yine O’na döneceğiz.
Tanrım onun işini kolaylaştır. Sana kavuşmasını mutlu kıl.
Kavuştuğunu bıraktığından iyi kıl.

ve “Allah, Muhammed, Ali inancı üzerine ölmüş olsun. Ey Allah’ım, onu yarlıga,
onun derecesini hidâyete ermiş kimseler içinde yücelt, bizleri ve onu affet,
ey evrenlerin Yaratıcısı! Onun kabrini geniş eyle ve orasını ona ışıklı kıl.”

Bir can "Hakk'a yürüdü"ğünde üzerinden elbiseleri, yalnızca iç çamaşırları üzerinde bırakılarak, çıkarılır. Yere uzatılır ve elleri göğsünde birleştirilir ya da elleri yanlarına uzatılır. Sonra bir çarşafa sarılıp, “Rahat Döşeğe”/“Hak Döşeği”ne bırakılır, yani yere indirilir. Bu işlemlerden sonra ölenin üzeri boylu boyunca bir örtülür. Başucunda üç adet mum yakılır. Yaşlı ve olgun insanlar ölünün olduğu evde kalırlar ve ev halkına yardım ederler. Ölen kişinin yanında güzel kokulu (esans, kolonya,gülsuyu vb) maddeler bulundurulur. Yıkanıncaya kadar bir başka odada sesi fazla yükseltmeden dua okunur. Ölümle ilgili “duvazlar” ve “gülbank”da okunabilmektedir. DUVAZ, aslı "duvazdeh imam"dir, Oniki İmam üzerine şiirlerdir. GÜLBANK ise Türkçe söylenen dinî Alevî-Bektâşî şiirleridir. Ayrıca ölenin karnının şişmemesi için karnının üstüne metal bir madde, makas veya bıçak konulur. Bu bıçağın tabut üzerine konulmasının hiçbir anlamı yoktur. Ölenin içinde bulunduğu odanın pencereleri açılarak içerisi havalandırılır. Böylece ölüm kokusunun, kötü havanın çıktığına inanılır. Bu hastalık ve çürümenin başlaması sonucu oluşan mikroplar içindir aslında. Ayrıca ölünün bulunduğu oda aydınlatılır. Bu aydınlatma kimi Alevi topluluklarında 3 gün, kiminde ise 40 gün boyunca sürer. İlk gün aydınlatmanın maksadı, içeri girenlerin ölüyü görüp korkmalarını önlemektir. Gerisi âdettir.

Tahtacı Alevileri ölü için üç kat kefen hazırlar. Ölenin tenini örtecek kefenin ilk adına “yakasız gömlek” denilir. Bu kefenin ortası deliktir ve ölünün başından geçirilerek ölüye giydirilir. Ölüyü omuzlarından diz kapaklarına değin kaplar. Gömlek, ölenin cinsel organlarını da kapattığından, bu gömleğe “sır örtüsü (sır gömleği)” adı da verilir. Kalan iki kefen ölüyü, boydan ve enden olmak üzere, tümden kaplar. Başka bir deyişle kefen bir torba gibidir. Yımaka için cenâze, Hak Döşeğinden alınarak “Teneşir” denilen ve yüksekliği 60-70 cm. kadar olan bir yere sırtüstü yatırılır. Ölü teneşire götürülürken Dede şu duayı yapar:

“Ber cemal-i Muhammed, kemal-i İmam Hasan, Şah Hüseyin,
Ali’yi pir bilene verelim candan salevat. Dünya geçicidir, Ahıret Yurdu kalıcıdır.
Tanrı'nın hükmü yürüdü. Ulu Tanrı seni kutlu bir menzile yetirsin.
Kabrin ışıklı, mekânın Cennet olsun.
Şâh-ı Merdan seni sancağı altında saklasın, beklesin. Gerçeğe hü!..”

Teneşirin etrafı güzel kokulu bir şey ile tütsülenir. Ölen “can”ı yıkanırken mürşidi, musâhibi ve yakınları başında bulunur, daha fazla kimsenin bulunmasına izin verilmez. Yıkayıcı “Besmele” çekip, yani “Bismi Şah” deyip, yıkama için niyet eder ve şu sözleri söyler: “Bu ölüyü yıkamaya Allah rızâsı için niyet ettim” der. Yıkama işi bitinceye kadar “Ey esirgeyen, bağışlayan Allahım! Yargılamanı dilerim” diye dua edilir. Yıkama işi bitinceye kadar “Allah-Muhammed-Ali” ve “Oniki İmamlar”ın isimleri anılır. Ayrıca şu dua sözleri de söylenir: diye, ölünün hatalarının affı için dua edilir. Ölü yıkandıktan sonra, kurutma havlusu ile silinir ve ölünün konulacağı tabut ya da başka bir deyişle “sal ağacı” hazırlanır. Bu “sal ağacı” ölüyü taşımada kullanılır. Ölüyü tümü ile örten iki kefen bu “sal ağacına” döşenir. Yıkanan ölüye önce don ve gömleği sonra pijaması giydirilir. Bundan sonra mutlaka çorapları giydirilir. En son olarak da elbiseler giydirilir. Bazı dedeler cenâzeye elbise giydirilmeyeceğini, sadece ayıp yerleri gizlemek için don giydirileceğini söylerler.

Cenâze namazını kıldıracak kişi en öne geçer, halk onun arkasında üçlü, beşli ve yedili sıralar halinde saf bağlar. Dede, Baba veya bu konuda bilgili olan topluluk üyesi, “Durdum divâna uydum Kur’an-ı Azimşan'a Yönüm Kıble'ye Kıblem Kâbe-i Şerife” dir. Bundan sonra topluluğa döner ve “Canlar bu Mevtâyı nasıl bilirsiniz?” diye sorar. Halk bu soruya “Allah rahmet eylesin” diye yanıt verirse namazın kılınmasına geçilir. Eğer böyle denmezse namaz kılınmaz. Nasıl Cem'de Dede, canları meydana çekip topluluğun rızâsını alıyorsa ve bu rızâlık alınmadan canlar Cem'e giremiyorsa, cenâze de son yolculuğunda bu rızâlığı almak zorundadır. Mürşid, cenâze namazından sonra “filânı nasıl nasıl bilirdiniz?” diye sorduğunda, komşuların ve tanıdıkların “iyi bilirdik” diye tanıklık ederler. Cenaze namazı böylece kılınıp sona erince, Dede, Baba veya bu konuda bilgili olan kişi “Bismi Şah... Allah, Muhammed, Ya Ali” deyip, tabutun baş tarafından tutar kaldırır ve orada hazır bulunan canlar da sıra ile cenâzeyi düvaz ve dualarla taşıyarak yerine kadar götürürler. Cenâze gömüldükten sonra Türkçe talkın verilir.

Ülkemizde, Kur'an'da ve hadislerde yoktur ama, ölülerin arkasından 7. gün, 40. gün ve bilhassa nedense 52. gün dualar edilir, mevlid okutulur. Çeşitli açıklamaları vardır ama, kimse tam olarak sebebini bilmez. Benim bildiğim, bir yakınımın, vefatının 52. gününde kızımın rüyâsına girip "Ben artık yerime gidiyorum" dediğidir... Bundan, o güne kadar âilesi ve mezarı etrafında dolandığı sonucunu çıkarmıştım. Doğrusunu gene ALLAH bilir.

Ölülerin Ruhu için ALLAH'a dua etmek, Türkçe veya aslından Kur'an okumak; hem onlara, hem de dua edenlere, dinliyenlere faydalıdır. Mevtânın yakınlarının kendileri okursa, daha makbûldür. Peygamberimiz'in,

- "Ölünün mezardaki hâli, 'İmdat!' diye bağıran denize düşmüş kimseye benzer.
Boğulmak üzere olan kimse, kendisini kurtaracak birini beklediği gibi,
meyyit de babasından-anasından, kardeşinden-arkadaşından gelecek bir duayı gözler.
Kendisine bir dua gelince, dünyânın hepsi kendisine verilmiş gibi sevinmekten daha çok sevinir.
Allah Teâlâ, yaşayanların duaları sebebiyle, ölülere dağlar gibi çok rahmet verir.
Dirilerin de ölülere hediyesi onlar için duâ ve istiğfar etmektir,"

dediği rivâyet edilmiştir. Tabii burada mezardaki cesetten değil, bedenden ayrılmış ruhun hâlinden söz edilmektedir ki, biz de bunu yukarıda "teşevvüş hâli" diye belirttik.

Ölen kişinini ardından feryâd ederek ağlamak, kedini yerlere atmak, uzun mâtem tutmak doğru değildir. İslâm'da mâtem 3 gündür... Bakın bir Muhterem Varlık bu konuda neler demiş:

Varlık : Yunus Emre
KONU ÖLÜLERİN ARDINDAN
Tarih : 1966
Usûl : Rûhî İnfisal

- Gözyaşlarınızı dualarınızla kurulayın!
Yalnız, fazla mahzun olmağa değmez!
Ne kadar mahzun olursanız,
buradakilerin Tekâmülüne o kadar mâni olursunuz.
Her damla gözyaşı, buradaki Tekâmülü bir basamak geri atar.
Ölünün arkasından ağlamak kadar ona kötülük eden
hiçbir başka sebep yoktur!

Üstat bir de Ölmüşler Adına bir şiir vermiş:

Uçtuk bu diyâra,
Elhamdülillâh!
Kavuştuk biz yâra
Elhamdülillâh!
Zararda çok kaldık amma,
Düştük şimdi kâra
Elhamdülillâh!

Bir de şu pek sık kullanılan "nur içinde yatsın" ifâdesi var... Son zamanlarda "ışıklar içinde yatsın" falan demeye başladılar. Nur, mânevî, ilâhî ışıktır. Işık ise sâdece ışıktır.

Âhıret Âlemi'nde yatan, uyuyan yok!.. İnanın, hepsi "ayakta"!.. Üstelik yatan, belki de uyuyan birine ışık ne gerek?.. Bir seferinde Celse'de ben sehven "Nur içinde yatın" ifâdesini kullanmıştım da, bana, "Nur içinde sen yat!" demişlerdi!.. Yine de Celseler'de geçiyor.

Bu tâbir belki de "mezarına nur yağsın"dan gelmedir. Hani, "nur yağsın da, millet korkmasın, mum dikmek zorunda kalmıyalım" anlamında kullanılmış, sonradan "nur içinde yatsın"a dönüşmüştür. Kabirlere, türbelere dikilen mumlar, eskiden ziyâretçiler karanlıkta kalıp korkmasın diye idi. Şimdi zâten elektrik var. Ama mânâ olarak bakarsanız, yanan bir mum HAYÂT'a işârettir. Mumun sönmesi ÖLÜM sembolüdür. O yüzden ârif kişiler her türlü ışık için "söndür" demezler, "dinlendir" derler. Bu açıdan bakınca, birisi adına mum yakmak onun ölümle yok olmadığını, bir yerlerde varlığını sürdüğüne inandığınızı gösterir.

NUR veya IŞIK konusuna gelince; dünyâda suç işlemiş, günah işlemiş kişiler Âhıret'e intikal edince, kendilerini karanlık bir ortamda bulurlar. O karanlıktan kurtulmak isterler...NUR ve IŞIK o anlamda kullanılırsa, bir anlam taşır.

O mezarda yatan kemiklerdir. Ruhlar nâdiren kendi kabirlerine uğrarlar. O da dua için gelenleri hissetmek falan içindir. Yoksa orada kimse yok!.. Yatma diye de bir şey yok!..

Yüce ALLAH "her an yeni bir iştedir". (Rahman Sûresi, 29. Âyet) Kullarının da öyle olmasını ister. "Bir işe bitirip, boş kaldın mı, başka bir iş için kalk, yorul" der!.. (İnşirah Sûresi, 7. Âyet) Bu Fenâ'da da böyledir, Âhıret Âlemi'nde de!..

Şimdi devam edelim, yukarıda yarım bıraktığımız Celse'ye... Ölmek üzere olan birinin hâlet-i ruhiyesini anlatıyordu Varlık:

Varlık: Kemâl Yolcusu
Târih: 8.12.1952

Varlık- Nihayet öyle bir zaman gelir ki, insanlara karşı hatta en yakınına karşı bile içinin bağı kopar.
Onda son defa bir yabancılık, bir "adam sende"clllk hissi belirir. Artık realiteleri görmeğe başlar.
Ve dünyâda iken çocuğu diye sevmiş olduğu varlığın, yalnız dünyâya mahsus çocuğu olduğunu kabul eder.
Bu kendisine en yakın saymış olduğu çocuğundan itibâren her şeyin öbür tarafta mânâsızlığını anlar.
Fizik dünyanın tüm şeyleri ancak vâsıta olduklarından, Öte Âlem'de onların mânâları değişir.
Fakat bu sürede bizzat kendi varlığının da yavaş yavaş değişmeye başladığını görünce, çâresiz bir tevekkül hissine kapılır.
Ve en nihâyet kendisini bu büyük tahlil kanununun kaçınılmaz îcaplarına terkederek,
bu fiilin verdiği sarhoşluk içinde derin uykusuna dalar.
FiiI tamamlandığı zaman artık yeni bir âlemin îcapları ile mücehhez olarak uyanır.
O âlem, Insanların ÖBÜR ÂLEM dedikleri yerdir. Ve ÖLÜMÜN ÖTESİ'dedir.
Fakat bu âlem, ölümün ötesinde olduğu kadar, hayâtın öncesinde de vardır.

Ruh-beden ilişkileri kesilirken, hasta tedrîcen bütün hayâtı ve eşyâyı unutmaya çalışır.
Onlara karşı bir "adam sende"cilik başlar. Teşevvüş devresi kısa geçen kimselerde ölümden bir müddet
önce hayatla olan ilişki gevşer. O, ruhunda bir hazırlık hisseder. Hasta olsun, olmasın, o bunu bilir.
Bâzen kendisine bildirilir.

Ruh, bedeni kolay bırakamaz. Ve bırakırken de pek çok üzüntülüdür.
O, kendisini bekliyen hakiki hayâtının başlayacağından habersizdir.
Ölüm ânında asıl cesedini ve kimliğini bırakırken pek çok konuşur.
Size o konuşmaları aksettiremedik. Medyum katılaştı. Gelen vibrasyonları alamadı.

Ölüm devresi kısa sürer. Ölürken insan, yâni ruh, henüz öldüğünü bilmez. Bedenli canlılar arasında dolaşır.
Bu dolaşma elbette imajinasyoneldir. Niçin kendisini onların göremediklerini merak eder.
Onlara seslenir, sesini duyuramaz. Çünkü artık onun beş duyu organı yoktur.
Arar... Beş duyu organını arar. Bulamaz... Ve biz ruh âleminin sâkinleri asıl buna ÖLÜM deriz.

Burada gene duralım... Yine vasat bir insanın ölümüne yaklaştığı günleri ve öldükten hemen sonraki hâlini tasvir etmiş Varlık...
Kur'an bu durumu şöyle tasvir eder:

-“İş onların sandığı gibi değil!..
Ne zaman ki, can köprücük kemiklerine dayandığı,
"Kimdir (bunu) iyi edecek?” dendiği,
(ölmek üzere olanın da) bunun gerçek bir ayrılış olduğunu bildiği,
el-ayak, kol-bacak birbirine dolandığı zaman...
İşte o gün sevk ediliş, Rabbinedir."

(Kıyâmet Sûresi , 26-30. Âyetler)

Başka bir Celse'de Bedri Bey, haklı olarak, "bir hastayı tedâvi etmeye çalışan doktorun ALLAH'ın işine karışıp karışmadığını" sorar:

Varlık: Kadri
Târih:16.7.1947

Bedri Ruhselman- Mukadder olan hastalıkları tedaviye uğraşanlar, tabiat kanunlarına,
yâni mukaddere karşı gelmiş olmazlar mı ?
Varlık- Bu, vazifenizdir. Siz her hastayı iyi etmekle zorunlusunuz, Hangisinin mukadder,
hangisinin mukadder dışı olduğu sizce biliniyor mu?
Sözüm yanlış anlaşılmış. Doktorlar ölümü geciktiremez. Geriye hiç çeviremez.
O, yalnız ıstırâbı hafifletir. Hangi şekilde olursa olsun, böyle ıstırapları yalnız doktor değil,
insâniyet sâhibi herkesin -elinde ise- durdurması bir vazifedir. Siz o hastanın mukadderâtıyla değil,
günlük acısını azaltmak işiyle uğraşacaksınız.
Öbürküne esâsen eliniz ermez, gücünüz yetmez. Siz hemen işe başlar, kim olursa olsun,
hastalık sebeplerini aramağa çalışırsınız. Yalnız bazı hastalıklar vardır ki,
bir çok hekimler bir araya geldikleri hâlde bir türlü içinden çıkamazlar.
lstırâbı hafifletmek değil, hareketleriyle onun azâbını arttırırlar. Demek ki, kimsenin elinde olmıyan bir iştir bu.
Yâni, sizin hududunuzun dışında bir hastalık... Ona da bir şey yapamazsınız.

Varlık- Kadri
Târih: 23.7.1947

Bedri Ruhselman- Tedâvisi mümkün olmayan bir olay karşısında, yâni ölümü mukadder bir hasta karşısında,
doktor ne kadar uzman ve iyi niyetli olursa olsun; hasta öldükten sonra "o doktor başaramadı" diye
etrafta meydana gelen kanaat onun izzet-i nefsini rencide etmez mi?
Varlık- Şâyet o doktor imânlı bir insansa, ve o hastanın ne durumda olduğunu aşağı yukarı bir ihtimâlle anlamışsa,
onun yapacağı iş, yalnız ALLAH'a ve bir de, Büyük Varlıklar'a yalvarmak,
o hastanın hiç olmazsa ıstırabının biraz hafifletilmesi için mesleği dâhilinde elinden geleni yapmaktır.

Burada duralım, çok önemli bir husus var, temas etmek istediğimiz... Rahmetli Bedri Bey, bir doktor olarak, pek çok doktorun karşılaştığı bir durumu soruyor... Bir hastayı tedâviye gidiyorsunuz... Elinizden gelen herşeyi yapıyorsunuz... Ama hastanın kurtulması mümkün değil, ölümü önlemek imkânsız... Hasta vefat edince, doktor başarısız sayılıyor, bu işte ALLAH'IN TAKDİRİ hiç akla getirilmiyor. Hatta hasta yakınları doktora ve hemşirelere saldırıyor!.. Doktorun izzet-i nefsi, (gurur, demiyoruz, o makbûl bir duygu değil) şerefi ayaklar altına alınıyor.

Varlık, böyle bir durumda paragöz bir doktorun işi daha da karıştıracağını, imânlı bir doktorun herşeye rağmen, hastanın ıstırâbını dindirmeye çalışacağını söylemiş. Ancak bir hatâyla!.. TEBLİĞ'in "Yalnız ALLAH'a" kısmı doğru, "Büyük Varlıklar'a yalvarmak" kısmı yanlış!.. Ne diyoruz Fâtiha Sûresi'nde? "İyyâke na'budu ve iyyâke neste'în" - "Yalnız Sana tapar, yalnız Senden yardım isteriz!" ... ALLAH'tan başkasına yalvarılmaz!

Bunu, şunun için yazdık: Kim olursa olsun, Bedri Ruhselman da olsa, kim gelirse gelsin, KADRİ veya bir başkası, alınan TEBLİĞLER didik didik edilmeli, incelenmeli, ayıklanmalıdır.

Devam edelim Celse'ye:

Varlık- Şâyet böyle değil de, o doktor tamâmen maddî bir anlayışlıysa, o doktor zâten böyle yollara başvurmaz.
O, anlamadığı şeyi daha çok karıştırmak vazifesiyle yükümlüdür.
Öyle karışık bir hâle sokar ki, ne başkaları, ne hasta, ne de yanındakiler işin ne yola çıktığını anlıyabilir.
Hastanın azâbının hafiflemesi gene mukadder ise, ona yukarda söylediğim şekilde imânlı bir doktor tesâdüf eder.
Sonra, şâyet memlekette bir doktor varsa, onun sözüne herkes inanır, aksini iddia edecek kimse bulunmaz.
Hasta kurtulamazsa bile doktorun izzet-i nefsi kırılmaz.
Şâyet bir çok doktorlar varsa, böyle uzun bir hastalıkta hemen bunların hepsi onu görmüş olur
ve hiç biri de muvaffakivet gösteremez. Şu hâlde gene hiç birinin izzet-i nefsi kırılmaz.

Yalnız, bir vazifenin yerine getirilmesi bakımından düşünülürse, burada izzet-i nefsin pek göze görünmemesi lâzımdır.
Zâten zorluk burada başlıyor. Ne zaman bu silâhı, kullanmak lâzımsa, onu tam zamanında ve yerinde ele almak îcab eder.
Yâni, bâzen izzet-i nefsin kırılması pahâsına bile olsa, bir hastayı tamâmen teşhis ettiğine kaani olduktan
ve onu iyi etmeğe azim ve sebat edip, iyi bir netice almayı ihtimâl içinde gördükten sonra, ufak tefek şeylerle yılmamak
ve vazifeye devam etmek, izzet-i nefis pahâsına da olsa,
bir insanın ıstırâbını hafifletmek ve hayâtını kurtarmağa çalışmak lâzımdır.’’

Varlık, "iyi ve imânlı bir doktorun elinden gelen herşeyi yaptıktan sonra, ne tepki görürse görsün, izzet-i nefsinin kırılmaması, alınmaması gerekir" demek istemiş,
ama bizce becerememiş... Buna rağmen, Bedri Bey, TEBLİĞ'den sonra şu değerlendirmeyi yapmış:

- "Yukarıdaki sözlerden açıkca anlaşılıyor ki, ÖLÜM mukadder bir konudur.
Yâni, artık ölmesi îcabeden bir insanı, dünyâda hiçbir kimsenin yaşatmağa kudreti yetmez.
Bununla berâber, her doktorun hastasını muhakkak sûrette ölümden kurtarmağa çalışması,
onun hem vicdânî, hem de meslekî bir borcudur. Ve bunun da bir sürü ilâhî sebepleri vardır.
Bir, insanın ÖLÜM ânının gelip çattığını, hiçbir insan, bâzı önemli sebepler yüzünden
öleceğini bilen hastalar dışında, hiçbir doktor bilemez. Bu hususta doktorun ÖLÜM ânı hakkında
söyliyebileceği sözler, nihâyet yaklaşık birer tahminden ibâret kalır."

"Esâsen bütün doktorlar tarafından, kaybolmuş bir olay gibi telâkki edilen öyle hastalar görülmüştür ki,
bunlar bir mûcize kabilinden günün birinde tamâmen şifâ bulmuşlar ve senelerce daha yaşamışlardır.
Bunun tamâmiyle aksine olan olaylar da oldukça çoktur. Yâni, tedâvi eden doktora göre,
'artık tamâmiyle şifa buldu, yakında ayağa kalkacak, hastalığını atlattı' denilen öyle vak'alar da görülmüştür ki,
hiç beklenmedik bir anda, o 'geçti' zannedilen hastalık, ya doğrudan doğruya veya bir seyir değiştirmesiyle
hastayı alıp götürüvermiştir. Bütün bunlar nâdir olaylardan değildir, ve değerli doktor meslekdaşlarımız
için gerçekten üzücü hâllerdendir."

"Esâsen tecrübeli ve görgülü bir doktor, bu cihetleri çok iyi takdir ettiği için, ÖLÜM'e âit düşüncelerini
herkese kolay kolay açıklamaz. Şu hâlde her doktor hastanın başında onu ne olursa olsun,
yaşatacakmış gibi, mesleğinin bütün imkânlarını seferber etmek ve bilhassa hastasının ıstıraplarını
ortadan kaldırmağa uğraşmak mecburiyetindedir. Yoksa 'Bu ölecek, artık benim işim bitti,'
diye hastasını terk eden bir doktor, vazifesini tam yapmış sayılmaz.
Doğaldır ki, mesleğin zarûretleri bakımından en önce doktor hakkında geçerli olan bu kural,
hasta ile ilgili olan her insan hakkında da, aynen geçerlidir.
Bir hastayı 'ölecek' diye hiçbir kimsenin kendi hâline bırakmağa hakkı yoktur.
Ve esâsen çok kıymetli olan Kadri dostumuzun yukarıdaki tebliğinden anladığımız gibi,
hiçbir kimsenin de hiçbir hasta hakkında kat'iyetle öleceğini söylemeğe hak ve yetkisi yoktur.
Burada yapılacak tek iş, ALLAH'a teslim olarak, elinden gelen bütün ihtimâmı yapmak
mecbûriyetini duymak ve ona göre hareket etmektir."

Ne kadar yerinde bir değerlendirme, değil mi?.. Bence bu ifâdeler de, en az TEBLİĞ kadar kıymet verilmeye lâyıktır.

Bedri Bey'in sorularıyla devam edelim:

Bedri Ruhselman- O halde hekimler, hastayı ölümden kurtarmak için değil,
teselli ve teskin etmek için çalışıyorlar, demektir. Öyle mi?
Varlık- Söyledim ya; azâbı, ıstırâbı dindirmek onun vazifesidir, Ecele çâre olur mu?
Hasta yaşıyacaksa, doktor öyle bir teşhis kor ki, o teşhis yanlış bile olsa, vereceği ilaçlar derhal tesirini olumlu gösterir.
Bilmez misiniz, doktorun verdiği ilâçtan ziyâde, hastanın "yaşama gücü"nü ölçmek,
yâni onun ölmemek hususundaki azminin derecesine bakmak lâzımdır. Bu da çok kıymetlidir.
Doktorlar, ilâçlar, hocalar hep bir araçtır. Bunlar îcâbedenin ayağına gelir. Bâzısı hekim bulamaz,
kendi kendine de iyi olur, amma onun o hekimi bulamadığı için günlerce acı çekmesi mukaddermiş.
Hep birer araçsınız. Hemcinsinize ne şekilde olursa olsun yardımla yükümlüsünüz.
Bunu siz yapacaksınız. Sonuç size âit değil. Yukarda söyledim.
Siz o hastayı yaşatmak ve ıstırâbını dindirmek için uğraşırsınız.Başarmak sizden çıkmıştır.
O iyi olursa, sonuç iyi biter. Olmazsa, siz iyi niyetinizle vazifenizi başarmadan dolayı gene bir haz duyarsınız.
BR- O hâlde hekimler bir hastalığın nedenini araştırıp duracağı yerde,
onun doğrudan doğruya ıstıraplarını dindirici palyatif bir tedavi şeklini takip etmelidir; demek oluyor. Öyle mi?
V- Hekim, nedeni bulamazsa, ıstırâbı dindirecek ilâcı belki bulamaz.
Nedenin aranması, ıstırâbın dindirilmesine yardımı dokunmaktan başka neye yarar?
Her hastalığın nedeni acaba biliniyor mudur?

Bir insan bir hastalığa yakalanır. Bir çok doktorlarla karşılaşır. Hepsi başka söyler.
Acaba bu başka sözlerin, hastalık isimlerinin gerçek nedenle daima bir ilgisi var mıdır?
Burada çok önemli noktalar vardır. Ve yukarıdaki sözler yerinde ve doğrudur.
Bir hastalığın şöyle böyle bir teşhisini yapmakta ve ismini koymakla,
onun hakiki nedenini bulmuş olmak arasında fark vardır. Bir kanser teşhisini koymak belki kolaydır.
Ama bunu yapmakla onun hakiki sebebini de bulup ortaya koymuş olamayız.
Bununla beraber o hastalığın teşhisi yapılmış ve ismi konmuştur.
Ve o hasta bütün tedâvilere veya tedâvisizliklere rağmen, ya yaşar veya ölür.
Hakikaten bir doktorun hastalık sebebi aramasının,
ıstırâbı daha esaslı bir şekilde hafifletmeğe yardımı dokunması bakımından büyük kıymeti vardır.
Bununla berâber nedenin bulunmamış olması da doktorun hastası ile ilgisinin kesilmesini hiç bir vakit gerektirmemelidir.
Zirâ bu takdirde de doktorun bu hastaya karşı yapmaya yükümlü olduğu bir sürü işleri vardır.
BR- Bâzıları hastaları ölümden kurtarmağa çaIışırlar ve kendi kudretleriyle bu işi başaracaklarını sanırlar
ve mukadderi kabul etmezler. Bu hususta ne buyurursunuz?
V- Kimse ölecek bir adamı kurtaramaz. Ama gene çalışmak gerekir. Bir hastanın hastalığının nedenini bulmak için,
onu senelerce ıstırap içinde bırakmak doğru olur mu? Sonra bu sebebi aradı ama bulamadı, ne olacak?
O hastalığın daha az ıstıraplı olmasını sağlar. Yâni, hastalık keşfedilince,
böylece o hastalığın ilâçları da denenmiş olduğundan, çabuk tesir eder.
Nedeni aramadan gelişi güzel acı dindirici ilâçlarla ıstırâbı dindirmek geçici bir iştir.
Her başı ağrıyana bir hap vermek, o hapın tesirinin devâmı süresince ıstırâbı durdurur.
Fakat ağrı sonradan gene devam edecektir. O ıstırâbı kökünden kesmek için o hastalığın kökenini bulup,
tedâvi etmek daha kolaydır. Ve daha emin olarak sonuca varılır.
Yâni, o hastalık tamâmen tedâvi edilir. Istırap derhal geçer, fakat mukadderse gene o adam ölür! O da başka!

Bedri Bey, bu noktada durup, bir hâtırasını nakletmiş. Biz de veriyoruz:

- "Burada vaktiyle başımdan geçen ve hayâtımda büyük üzüntü ve ıstıraplara sebep olan meslekî bir olayı
kısaca tekrar edeceğim."

"Bundan yaklaşık olarak 12 sene evvel hayâtî tehdit edici gördüğüm zorunlu sağlık nedenlerinden ötürü,
çok sevdiğim bir dostumun hâmile olan eşine, onların da ısrarı üzerine, bir kürtaj ameliyesi endikasyonu koymuş
ve diğer bir dâhiliyeci arkadaşla birlikte bunun için bir rapor vermiştim. Bu rapor üzerine kadın hastalıkları uzmanı arkadaş
vazifeyi üzerine almak zorunda kaldı ve ameliyeyi yaptı. Fakat bu işlemin 30'uncu günü hasta ameliyat neticesinde öldü.
Bu olay o zaman bütün tanıdıklarla birlikte bende çok büyük bir ıstırap ortaya çıkardı ve bu ıstırap belki senelerce sürdü.
Ben bu ölüme -bu husustaki bütün iyi niyetime rağmen- kendimi, sebep olanlardan biri olarak görüyordum.
Aradan seneler geçti. Günün birinde İzmir'de kıymetli bir medyum dostumla yalnız olarak,
muhterem Kadri dostumuzdan bazı tebliğler alırken bir aralık Kadri bana şunları sormuştu:
'Sizin de bâzı ıstıraplarınız var, saklamayınız. Size yardım etmek isterim:'
Kadri dostumun bu hayra yönelik teklifi karşısında, o zamana kadar kimseye bahsetmediğim
ve medyum dostumca da meçhul bulunan bu olayı o akşam ele almağa karar verdim.
Ve ölmüş bulunan bu arkadaşımız bayanın ruhu ile beni karşılaştırmasını rica ettim.
Ricâmı ALLAH'ın izni ile yerine getirdi. Aramızda geçen karşılıklı konuşmayı yayınlamış olduğum bir kitapta
açıklamış olduğum için, burada onu tekrar etmiyeceğim. Fakat burada beni, asıl konumuzu ilgilendiren
Kadri dostumun o kadınla geçen irtibatımızı tâkiben söylemiş olduğu aşağıdaki sözleri nakletmek istiyorum,"

deyip aşağıdaki Celse'yi koymuş kitabına:

Varlık: Kadri
Târih: 3.9.1947

Varlık- -Siz müdâhale etmemiş olsaydınız, o kadın gene ölecekti. Önce bunu kabul etmeniz lâzım.
Bu kadın, oraya giderken öleceğini de biliyordu . Şu hâlde siz mecbûren bir vazifenin ifâsına hizmet ettiniz.
Hem kendi mesleğiniz bakımından, hem de iyi niyetle bir insanın kurtarılması için elinizden geleni yaptınız.
Netice alamadınızsa da, bu sizin kendi kudretinizin dışındadır.
Ne sizin, ne de başkalarının bundan iyi bir sonuç almaları da imkânsızdır.

Bedri Bey şöyle diyor:

- "Bu çok doğru idi ve o akşam bunu benden başka bilen yoktu. Bu kadıncağız yabancı bir memlekette ölmüştü.
Ve oraya âilesi ile berâber, ölümünden yaklaşık bir buçuk sene evvel gitmiştik. Yolda giderken rahatsızlığı başlıyan
bu zavallı arkadaşımız orada da, sürekli olarak öleceğinden ve oralarda kalacağından ısrarla bahseder dururdu.
Halbuki kendisi henüz 30 yaşında idi. Onun mütemâdiyen ölüp, oralarda kalacağından kesin bir dille bahsetmesi
bütün dostlarının üzüntü ile nazar-ı dikkatlerini çekmekte idi."

Ve Kadri Üstâd'ın sözlerini nakletmeye devam ediyor:

Varlık- Sizin ıstırap çekmeniz de lâzımdı. Ve bunu da yaptınız.
Hiç bir kötü niyetiniz olmadığı hâlde, sizin bu duyduğunuz derin iç sızısı size büyük kuvvetler eklemiştir.
Onun çekeceği azapların bir kısım ağırlığını siz üzerinize aldınız.
Onu andıkça onun üzerinden kalkan bir kısım yük sizin ruhunuza yüklenmiştir.
Bu da onun burada biraz daha hafiflemesini temin etmiştir. Açık olanı, siz dün gece kendiniz gördünüz.
Ve anladınız. Sizin o gece duyduğunuz sıkıntı, onun azabını hafifletici ve bu yükün kendi üzerinize
alınmasından ileri gelen bir azaptan başka bir şey değildi. Bu da lüzumlu idi ve ben buna aracı oldum.

Bedri Bey değerlendirmesine şöyle devam ediyor:

- "Bu sözler çok mühimdir. Hele bence çok anlamlıdır. Ve çok yararlı olmuştur.
ÖLÜM olayının hiçbir kimse tarafından geriye bırakılabilmesinin mümkün olamıyacağını
söyliyen varlık, yalnız Kadri dostumuz değildir. Bütün Ruh Âlemi'nden aldığımız Tebligat,
aynı nokta üzerinde ısrar etmekte ve önemle durmaktadır."

Bu hususta Bedri Bey haklı... Bizim ilerde vereceğimiz Celseler'de Varlıklar LEVH-İ MAHFUZ , KADER , KAZA , MUKADDERAT , ECEL gibi konularda da benzer ifâdeler kullanmışlardır.

Bedri Ruhselman, başka bir hâtırasını da şöyle naklediyor:

- "Şimdi de bize iki sene müddetle çok kıymetli bilgiler veren muhterem başka bir Ruh Dostum Akın'ın
bu hususta iki tebligatına geçiyorum."

"Bu tebliği almazdan bir gece evvel, birdenbire rüyâmda çok sıkıntılı ve âdeta ruhumu bir mengenede ezercesine
zahmetli, ıstıraplı bir basınç altında hissetmiş ve ortada hiçbir sebep olmadığı hâlde,
şiddetli bir azap ve ıstırap içinde hıçkırarak uyanmıştım.
Fakat uyanır uyanmaz, aklıma uzunca bir zamandan beri unutmuş olduğum o kadının fecî ölümü geldi.
Ve bu sıkıntının gene bu işle alâkalı olduğuna hükmettim. Tebliğ bunu imâ etmektedir."

"Burada, 'bir Bedensiz Varlığın bir miktar ızdırâbının bir bedenliye aktarılarak
onu Spatyum'da daha bir iyileştirmek ve acılarını hafifletmek'
şeklindeki 'Spatyum ilâhî yardım usûlü'nün pratiği yapılmıştır.
Bu çok ilginç bir vetiredir ve bildiğimiz kadariyle bu konuda
Yeryüzü beşeriyetine bir bilgi daha verilmemiştir."

Öyle yorumlamış Bedri Bey... Yalnız, "birinin ıstırâbını başkasına aktararak onunkini hafifletmek" bize pek mantıklı, mâkûl ve âdil gelmedi.
"Her koyun kendi bacağından asılır" , "Ne ekersen, onu biçersin" darbımeselleri bir yana; bu konuda Kur'an âyetleri de var:

- "Gerçek şu ki, hiçbir günahkâr, başkasının günah yükünü yüklenmez."
Ve gerçekten de insan, ancak çalıştığını elde eder."

(Necm Sûresi, 38. âyet)

- "Hiçbir günahkâr, başka bir günahkârın yükünü yüklenmez.
Günah yükü ağır olan kimse, (bir başkasını), günahını yüklenmeye çağırırsa,
ondan hiçbir şey yüklenilmez, çağırdığı kimse yakını da olsa!"

(Fâtır Sûresi , 18. âyet)

Bu durumda Varlığa değil, ALLAH'ın âyetlerine inanmak durumundayız... Yine de Bedri Bey'in değer verdiği celseleri nakledelim:

Varlık: Akın
Târih: 14.8.1948

Bedri Ruhselman- Şu halde bir hastayı, Ahmet isminde bir doktor kurtarır,
Mehmet isminde diğer bir doktor öldürebilir, öyle mi ?
Varlık- Tesâdüfi bir şey söz konusu değildir. Ahmet, Mehmet burada hiç bir rol oynamaz.
Eğer o hastanın iyi olması îcabediyorsa iyi olacaktır.

"ÖLÜM'ün MUKADDER olduğu elimize geçen bütün Tebligat'la anlatılmaktadır," der Bedri Bey. Aksini düşünmek mümkün değil!.. Âyet var:

- "Her nefis ölümü tadıcıdır. Sonra ancak Bize döndürüleceksiniz."
(Ankebut Sûresi, 57. Âyet)

- "Her canlı ölümü tadacaktır.
Ve ancak kıyamet günü yaptıklarınızın karşılığı size tastamam verilecektir."

(Âl-i İmran Sûresi, 185. Âyet)

Peki, MUKADDER ne demek?.. "tâyin olunmuş, takdir olunmuş, kıymeti ölçülüp biçilmiş, kadri değeri bilinmiş, beğenilmiş, kader, alın yazısı, yazılıp belirlenmiş ilahi taktir, yazgıda var olan, yazgı ile ilgili olan, alında yazılı olan, yazılı, yazılı olmayıp sözün gelişinden anlaşılan, Hz. Peygamber'in isimlerinden" gibi mânâları var. Celse'de ve genelde LEVH-İ MAHFUZ'da yazılıp belirlenmiş ALLAH'ın takdiri" olarak geçer.

Öteki Celse'yi de nakledelim:

Varlık: Kadri
Târih: 19.7.1949

Varlık- Bu hayâtın sonu ne zaman olsa, gelecektir. Bunu düşünmek insanlar için lâzımdır.
Ona ehemmiyet vermemek, kendinizi ondan uzaklarda bulundurmanız demektir.
İnsanlar dünyadan kolay kolay ayrılmak istemezler. Bu tabii bir arzudur.
Fakat mukadderin önüne geçilemiyeceğini bildikten ve iyi hareketlerle hayatınızı çiçeklendirdikten sonra,
çekinecek bir şey kalmaz. Temiz ve diğerlerine yardımcı olanları ALLAH korur.
ALLAH'ı kalbinizde taşıdıkça vücudunuzu çelik bir zırhla fenalıklara karşı korumuş olursunuz.
İyi insanlar, İyi Varlıklar'ın yardımına ve Cenâb-ı Hakk’ın lütfuna dâima muhtaçtırlar.
Ve bu da onlardan esirgenmez. Siz de böyle düşünün. İyi olunuz, sizi koruyacaklar.
Siz de mutlu olacaksınız.

Şimdi gene TEBLİĞ'e îtirâzımız var... Biz "İyi Varlıklar"a değil; sâdece ALLAH'a muhtâcız!.. ALLAH bâzı Muhterem Varlıklar'ı bize yardımla vazifelendirmiş olabilir. Onlara teşekkür ederken bile, esas ŞÜKRAN BORCU'nun ALLAH'a olduğu unutulmamalıdır. Bunun Varlıklar tarafından dahi hatırlatıldığını, ilerde nakledeceğimiz Celseler'de göreceksiniz.... Yalnız hep tekrarlanan bir de EPRÖV kelimesi var, ""hayat imtihanı, yaşam sınavı, tecrübe, deneme, imtihan" demektir. Spiritualistler çok kullanır.

Varlık: Mehmet
Târih: 2.4.1949

Bedri Ruhselman- Varlığın ölüm zamanı ve mukadderatın sâitesi hususlarını aydınlatır mısınız?
Varlık- Sözgelimi, hayvanların hayatı da insanlarınki gibi mukadderdir. Fakat bunlar çok kompleks, çok karışık meselelerdir.
O kadar ince hesaplara dayalıdır ki, size kesin olarak şöyledir veya böyledir diye nasıl izah edebilirim?

Elbette olaylar tâyin edilmiştir. Fakat muayyen îcapların bu tâyin işinde rolleri vardır.
Meselâ bir çocuk, doğar doğmaz bir kediyi öldürür. Bu çocuk bu kediyi boğmakla eprövünde yanlış bir adım atmış olur.
Boğmadığı takdirde doğru adım atar. Fakat onun önüne çıkan kedinin kesin olarak o târihte ölümü kararlaştırılmış demektir.
Bununla beraber o çocuğun o kediyi öldürmesi mukadder değildir.
O çocuğun, ölümü mukadder olan o kedi ile karşılaşması mukadderdir.
Burada muhakkak öldürmek söz konusu değildir. Eger çocuk o anda fena bir epröv başlangıcı olarak
kediyi öldürürse, kedinin zaten ölümü tahakkuk etmişti, o ölecekti; o çocuğun eli ile ölmüş bulundu.
Eğer çocuk kediyi öldürmemek sureti ile eprövünde iyi bir adım atsaydı,
kedi onun elinden ölmiyecekti. Fakat gene o başka bir sebepten ölecekti. Mukadder budur.

O hâlde kedinin de Dünya üzerinde muayyen bir hayâtı vardır. Bununla beraber bu hâl
sonradan ortaya çıkan birtakım sebeplerle değişebilir. Bu işlerde o varlığın dünya hayâtındaki
evrimini tamamlaması esastır. Bu cihet ve dünyâdaki her çeşit mahlûkatın bütün hâl ve hareketi
Ulu Varlıklar tarafından dâimi sûrette kontrol edilmektedir. Orada, her şey bilinmektedir.
Binâenaleyh onların eprövlerinde muvaffak olup olmadıkları, önce kendi ruhlarında iz bırakır,
ondan sonra da yukarılara doğru, daha yukarlara doğru intikâl eder. Demek ki herşey onlara mâlûm olur.
Eprövlerin tamamlanıp tamamlanmadıkları ve bunlara göre ölüm vaktinin tâyini de onlara bağlıdır.
Benim burada ısrarla üzerinde durduğum nokta şudur: Bir varlık spatyumdan bedenlenerek dünyâya inerken,
"ben şu kadar yaşıyacağım," diye kesin bir kararla dünyâya inmez. Bu, husus, yaşam sırasında
diğer Yüksek Varlıklar tarafından tâyin edilir. Ve ne olursa olsun, onlar izin vermedikçe hangi olay olursa olsun,
o varlık ölmez.
BR- Ölüm müddeti, ruh dünyâya indikten sonra mı, yoksa daha evvel mi belirleniyor?
V- Bu onların kudretle dâhilinde bir şeydir. Onlar için gelmiş, geçmiş ve gelecek diye birşey yoktur.
Binâenaleyh bu sualinizin cevâbını ben kendi kudretimin hâricinde görüyorum.
Aynı mâlûmat ve kudreti ben de hâiz olsaydım, o zaman size bunun hakkında cevap verebilirdim.
Lâkin ben bunları bilmiyorum.
BR- Peki, o Büyük Varlıklar'a yönelseniz ve onlardan yardım isteseniz, bu hususta bâzı şeyler öğrenip,
bize bildirebillr misiniz? Bu bilgiye ihtiyacımız var.
V-- Mukadderse bunu öğreniriz. Hep berâber duamızı yapalım. Ve isteyelim, bakalım, öğrenebilecek miyiz?
( Burada Rehber Ruh, cevâbını tam bilmediği bu soruya, bulunduğu Spatyum mıntıkasından daha yüksek vibrasyonlu
ruhsal mıntıkaIardaki Varlıklar'dan cevap verilmesi için dua etmektedir... Duadan sonra)
Ulu TANRI'nın izniyle size bu meseleyi sizin şartlarınız dâhilinde, anlıyabileceğiniz şekilde
ve ancak izin verildiği oranda, çok kabaca şu şekilde anlatmak istiyorum:

Dünyâ'da satranç diye bir oyun vardır. Bir satranç oyuncusu oynadı. Karşısındakinin, taşlarını ne şekilde oynıyacağını
ve aynı zamanda bütün ihtimâlleri hesâba katarak kendi oynamadığı taşın ne şekilde neticeler doğuracağını evvelden kestirebilir...
Fakat tekrar ediyorum, bu çok kaba bir benzetme oluyor. Bunu anlatmak isteyişimin nedeni şu:
"Nasıl oluyor da, bu kadar çeşitli ihtimâl ve eprövleri hâiz yaratıkların bütün hareketlerinden çıkacak neticeleri
yüksek bir ruh bilebilir?" diye düşünebilirsiniz. Bilmem, bu kaba satranç örneği sizi tatmin eder mi?
Gerçi onlar çok daha üstün ve sizin, mâhiyetini izah edemiyeceğiniz şekilde ALLAH tarafından bu işle vazifelendirilmişlerdir."

Yine TEBLİĞ'de eleştirilmesi gereken noktalar var. Ama bunları tesbit etmeyi size bırakıyoruz. Zâten en baştan beri çoğu kısım için öyle yaptık...
Bedri Bey bu ifâdelerden sonra şu değerlendirmeyi yapmış:

- "Biz ölümün mukaderâtıyla ilgili herşeyi, diğer bütün ilahi konularda da olduğu gibi, sonuna kadar
izah edebilmek kudretinden yoksunuz. Ve böyle kalmağa da mahkûmuz. Ancak bilhassa tebligatın
açmış olduğu nurlu yollar başta olmak üzere, bâzı gözlemlere dayanarak kısa düşüncemiz
ve aklımızla yürütebildiğimiz düşünce ve yorumlara nazaran ölüm ve mukadder konusu üzerinde
Tanrı’nın izniyle kendi anlıyabileceğimiz kadar bâzı neticelere vermek istiyoruz.
Bu da elbette ancak dünya şartıyle sınırlandırılmış olan kudretlerimize
ve anlayış kaabiliyetlerimize göre takdir olunmuş ve izin verilmiş imkânlar nisbetinde
gerçekleşebilecektir, Yâni. mukadder olabildiği kadar..."

"Bütün arzettiğim kaynaklardan aldığımız ilhamların bu hususta bizde ortaya çıkan
şahsî kanaati okuyucularımıza arzetmezden önce, diğer çok kıymetli
ruh dostlarımızın da bu husustaki öğretici tebligatını nakletmek istiyorum."

Varlık: Mustafa Molla
Târih: 18.9.1948

Varlık- Ruh, olgunlaşma yolundadır. Ölüm bu kemalin gerçekleşmesine yarar şekilde ölçülmüş,
biçilmiş olmasa da bedenli hayat gene mukadder bir safhada tükenmeğe mahkûmdur.
Yâni, mukaddere bağlıdır. O halde ömrünüzün her sâniyesi, ruhunuza bir takım servetler kazandırmak sûretiyle
zarurî bir âhenk kanununa uymak zorundadır. Sâniyelerinizi isrâfa hiçbir zaman yetki sâhibi değilsiniz.

Varlık: Akın
Târih: 14.8.1948

Varlık- İnsanın, Dünyâ'da muhakkak geçirmesi lâzım gelen mukadder bir ömrü hem vardır, hem yoktur, diyorum.
Çünkü kendisi veya bu ortaya çıkış keyfiyetine sebep olan Varlıklar onu bilmezler.
Bu, pek Yüksek Ruhlar'ın, yâni büyük tabiat kanunlarını tatbik eden Yüksek Varlıklar'ın işidir.

Bedri Ruhselman, bu TEBLİĞLER üzerine şu yorumu yapmış:

- "Akın dostumuzun bu tebliği bize şu düşünceyi telkin ediyor: insanların ömürleri belirlidir.
Ancak bunu ne kendileri, ne de kendisine yakın diğer ruhlar bilemezler. Ve bu müddeti değiştiremezler.
Bunlar gene ilâhî irâde kanunlarının îcap ve zaruretlerine göre yüksek nizam ve tertipler dâhilinde
tatbikata memur kılınan Yüksek varlıklar tarafından denetlenir."

"Burada, dinlerin kabul ettikleri ECEL ve ÖLÜM MELEKLERİ kavramı, bu hususta insanlara ilk fikri vermiş bulunuyorlar.
Yâni ÖLÜM, bizim şimdiki anladığımız mânâya göre, ruhun bilgisi dışında, fakat gene mukadder bir çerçeve içinde
ve Yüksek Varlıklar'ın, ilâhî irâde kanunlarının îcâbâtı dâhilindeki denetlemeleri altında vâki olduğuna göre,
ECEL ve AZRÂİL kavramları, bu hakikatin eski zaman diliyle ileri sürülmüş en iyi ifâdesi olur."

Bedri Bey ECEL ve AZRÂİL kavramlarını kullanıyor. AZRÂİL'i "Yüksek Varlıklar"dan sayıyor... Elbette ki ALLAH, MELEKLER'i, PEYGAMBERLER'i görevlendirdiği gibi başka Varlıklar da görevlendirmiştir. O Varlıklar ALLAH'ın kendilerine bahşettiği KUDRET ve İRÂDE ile İLÂHÎ NİZÂM'ı sağlamaktadırlar... Bedri Bey'in Varlıklar'dan alıp kullandığı İLÂHÎ İRÂDE KANUNLARI, bizim kullandığımız İLÂHÎ NİZAM ile ilgili, onun kanunlarını kastediyor...

KUR'AN'da AZRÂİL kelimesi geçmez, MELEK-ÜL MEVT - ÖLÜM MELEĞİ vardır:

- "De ki: Size vekil kılınan (bu konuda görevlendirilen) ölüm meleği canınızı alacak,
sonra Rabbinize döndürüleceksiniz."

(Secde Sûresi, 11. âyet)

Varlık: Akın
Târih: 14-8-1948

Bedri Ruhselman- Diğer kıymetli Varlıklar'dan aldığımız tebligatta deniliyor ki, "Ölüm vakti tesbit edilmiştir.
Onu ne uzatmak, ne kısaltmak mümkün değildir. Siz bu hususta ne düşüncede bulunuyorsunuz?
V- Söylediğim gibi bütün Kâinat'ın büyük bir deverânı ve gidişi vardır. Şüphesiz ki herşey birbirine bağlıdır.
Ve bütün hareketler birbirinin hem kaynağını, hem sonucunu teşkil eder. Hem sebebi, hem de neticesidir.
Nihâyet bunlardan şunu da çıkarabilirsiniz ki :
a - Bütün hareketler planlanmış ve çizilmiştir.
b - Bütün Kâinat'ın gidişi planlanmış ve çizilmiştir.
c - Her tesâdüf ettiğiniz hâdise planlanmış ve çizilmiştir.
Bu plan ilâhî irâde kanunları dâhilinde ve onların tatbike memur Yüksek Varlıklar tarafından tatbik edilir ki,
bu derece Yüksek Varlıklar'la dünyadaki sizler irtibat hâline geçemezsiniz.
Ve siz hiç bir vakit ölüm anını evvelden tayin edemezsiniz. Ve bilemezsiniz.
Sizin, Dünyâ'ya gelirken ancak yapacağınız şey, eksik olan taraflarınızı tamamlayabilmenize yarayıcı bir planı,
burada size yardımcı diğer Varlıklar'ın da îcabeden yardımları altında tasavvur ederek dünyâya inmenizdir.
Fakat ne siz, ne de sizi hazırlıyan Hâmi Rehber Ruhlar ölüm zamanınızı tâyin edemezler.
BR- Ölüm ânı, insanlar için evvelden mi belirlenmiştir?
V- Hem evet, hem de hayır. Çünkü burada dünyâya gelmezden evvel böyle ölüm anını tesbit eden bir plan tertibi yoktur.
Yâni, bu âlemde plan hazırlanırken ölümün, şu saatte, şu dakikada olacağı plana konulmaz.
Ancak, söylediğim gibi, insan dünyaya gelecek, cehit ve irâde sarf edecek, ruhunun bütün melekelerini kullanacak
ve ancak eksik olan melekelerini geliştirdikten sonra ölecektir. Gene yukarıda söylediğim gibi, bütün bu plan
ve onun tatbiki nasıl yüksek tabiat kanunlarının kurduğu nizam dahilinde oluyorsa, işte şimdi söylemek istediğim
ölüm de bu düzen ve düzenek dahilinde cereyan eder. Bu son mân"a ile de sualinizin cevâbı 'evet'tir.
Yâni, yüksek tabiat kanunlarına, onun maksatlı realitesine uygun şekilde bir ölüm, zamanında vukua gelir.
Fakat bu zaman dünyâya inmezden evvel tesbit edilmez.
BR- Demek ki insan dünyâya gelmezden evvel "Ben şu saat ve dakikada" yâni "şu târihte öleceğim"
kararıyla dünyâya gelmiyor. Ancak dünyâya indikten sonra geçireceği hayat şartlarına göre
tabiat kanunlarının îcapları dâhilinde, dünyâdan ayrılacağı zaman tesbit edilmiş oluyor, öyle mi?
V- Tesbit edilmiş değil de, ölüm ânı ve zamânı ilâhî irâde kanunları îcabına ve kendi durumuna göre oluyor.
Yâni, Kâinat'ta bir akış, bir gidiş dâima evrime, iyiliğe doğru yükseliş, bir deveran vardır.
Ve bu deveran bildiğiniz gibi maksatlı ve planlıdır. İşte her hareket, herşey buna uygun olarak cereyan eder.
Ve bu arada bütün bu maksat ve plana taş, toprak, herşey bütün mükevvenat dahi dâhildir.
Onların hareketleri, onların gidişleri, her şey büyük ilâhî irâde kanunlarının seyri dâhilinde vukua gelir.
BR- Meselâ bir adam, insanların zaman anlayışına göre, "30 yaşının filan gün, saat ve dakikasında ölecektir" diye
dünyâya gelmezden evvel bir kayda tâbi tutulabilir mi ?
V- Hayır, böyle bir kayıt evvelen konmaz. Ancak bu belirleme sizin bilmediğiniz zamanlarda, bilmediğiniz şekillerde
ilâhî irâde kanunlarının îcaplarına göre yapılır.

Bu TEBLİĞ üzerine rahmetli Bedri Bey şu değerlendirmeyi yapmış:

- "Ruhlar Dünyâ'ya ancak evrimleri için lûzumlu işleri görmek ve bu suretle eksik kalan ruh melekelerini geliştirmek
maksadıyla gelirler ki, bu da bütün Kâinat'ın ilâhî irâde kanunlarının emrine göre tertiplenmiş nizâmın çerçevesi
dâhilinde cereyan eden bir hâldir. Fakat Dünyâ'ya Ruhlar indikten sonra, bu maksadın muvaffakiyetli
veya muvaffakiyetsiz neticelerinin gerçekleşmesi, ancak bu hususta onların sarf edecekleri cehit ve gayretlerle,
irâdelerinin tutacağı nefsânî veya vicdânî yollardaki istikametlere (ki, bu kudretlerini kullanmakta insan,
her vakit söylendiğı gibi, tamâmiyle hürdür) göre gecikebilir, veya hızlanabilir. İşte Dünyâ'daki ömrün maksat ve gâyesi
bu olduğuna göre, ÖLÜM târihinin de ancak bu işlerin neticelerine bağlı bulunduğu ortaya çıkar."

"O hâlde ÖLÜM ânı, Dünyâ'ya inmiş olan bir insanın burada geçireceği hayat tarzına göre elde edeceği neticelerin
ilâhî irâde kanunları karşısında yeterlilik derecesiyle takdir olunacaktır ki, bu takdir işine vekil olan Varlıklar
çok yüksek ve insanların temasta bulunamıyacakları, ilâhî kanunların tatbikatında ilerlemiş Varlıklar'dır.
Bu yüzden, insanların dünyâdaki davranış ve çabalarının İlâhî İrâde Kanunları karşısında
evrimlerinin kâfi derecede neticeler verip vermediğinin tâyini ve sonuç olarak ÖLÜM ânının ona göre takdiri,
ancak bu işleri büyük ve derin bir açıklıkla tâkip edebilecek yükseklik seviyesine ermiş Varlıklar'a âit bir keyfiyettir.
Çok kıymetli Ruh Dostlarımız'ın tebligatından bizim anladığımız mânâ budur."

"Nitekim aşağıda naklettiğim, muhterem ruhlardan Mustafa Molla'nın bir tebliği de, bu sözlerimin bir kanıtıdır.
Bu tebliğin baş tarafları, insanların hayatta, evrim yolunda sarfedecekleri cehit ve gayretlerin
ve bunların neticesinde elde edecekleri kazançların ne kadar birbirinden farklı olduğunu,
bu yüzden belirli bir ömür müddetinin evvelden tesbit edilmesinin mümkün olmadığını ifâde etmekte
ve bundan sonra da hayat müddetinin tâyininde MUKADDER'in 'kat'i bir ölçü ile değil;
hayatta yaşanan hâdiselerin kadrosunun tamamlanmasına bağlı' olduğunu bildirmektedir."

Varlık: Mustafa Molla
Târih: belirtilmemiş

Bedri Ruhselman- Ömrümüz, Dünya eprövlerindeki başarımıza göre uzanıp kısalmakta mıdır,
yoksa doğumdan önce kesin olarak ayarlanmış mıdır?
Varlık- Bir çocuğun, daha ileri yaştaki bir insandan zekâca üstün olması, onun yetişmek üzere
sarfettiği zaman ve emeklere sâhip olmasını şimdiden ifâde etmez mi? Nasıl olur da, bir adam bir çocuktan geri kalabilir?
Mümkün karakterlerin çokluğu ortasındaki hüviyeti, muhakkak ki, irâdenin vasfını ve faaliyet derecesini ispat etmektedir.
Sizi bu cihetten etüt yapmaya sevk ediyoruz.

Evrim böyle bir ilerilik kaydedince, bir çocuğun, bir gün adam çağına ulaşıncaya kadar kazancı,
zamanın çok üstüne çıkmış demektir. Acaba bu nasıl gerçekleşmektedir? Şimdi haklı ve insaflı düşünelim.
Dünyadaki nüfusun toplamı göz önüne alınsın. Herkes için ve her an için kıymetler hesaplansın,
fert be fert kazançlar kıyaslansın. Göreceksiniz ki, ortalama başarılar, bir çok defa sıfırın altına dahi düşecektir.
Siz kendi mâlik olduğunuz kudretlerinizi sadece aklî bir plan dâhilinde kullanma çabasını gösterebilseydiniz,
zannımızca her birinizin bir dâhi olmamanız için hiç bir sebep bulunamazdı... Öyle değil midir?

Ancak, ekmeği elde etmek için mutlaka buğday da ekip biçmeye mecbur değilsiniz.
Birilerinizin işini bölüşmüş olmanız, size zaman kazandırıyorsa, yâni birer Robenson olmaktan kurtuluyorsanız,
ömrünüzün yıllarla ifadesi nasıl kesin bir ölçü ifade eder? Zirâ hiç kimsenin kazancı birbirinin aynı değildir.
Aynı şartlar ve imkanlar dahilinde iki şahsın tutacağı istikamet başka neticeler getirir. Halbuki zaman müşterek ve aynıdır.

Şimdi, bir saatlik işi 10 saatte yapan bir adama göre ömür daha uzun olmalıdır.
Belki Taş Devri adamı bu cihatten çok fazla çalışmaya ve çok çabuk muvaffak olmaya mecburdu.
Bu cihetten ömrü kısa ve hatta kazâ ve cinâyetlere sahne de olup kesintiye uğrar, dünyâda çok az bulunabilirdi.
Ama Demir Devri'ni idrak etmiş bir insan için hayâtın uzun geçmesi mümkündür.
Bunu ihmal eden sizlersiniz. Bu, bir yerde takdir işi de olmakla berâber, irâdenin müdâhalesiyle insan,
içinde bulunduğu ortamı kendi arzularına göre de ayarlar ve bu sûretle zamanı kısabilir, yahut uzatır.

Kaabiliyetler derecesinde, zamânın ifâde kıymeti, birbirine zıtlık veya uyum arzeder.
Bu sûretle ömür kesin bir ölçü değil, bilâkis yaşanmış veya yaşanmakta olan mukadder bir kadronun
tamamlanmasıdır. Buna göre her ölçünün ne kadar izafî bir hükmü ifâde edeceğini bulabilirsiniz.

Bedri Bey bu kısmı da şöyle açıklamış:

- "Dinlerde 'nefeslerin tekmili - tekmil-i enfâsî', yâni 'nefesleri tamamlamak' denir.
İşte bu da, bizim burada ifâde etmek istediğimiz mânânın sembolik bir izah şeklidir.
Gerçekten bir adamın ECEL'i, Dünyâ'da belirli sayıda nefes alıp vermesi ile belirmez.
Bu yüzden, yukarıdaki sözün mânâsı başka olmak icap eder. İşte bu mânâ Dünya'da
belirli bir vazifenin yerine getirilmesidir ki, bizim de uzun uzadıya açıklamaya çalıştığımız
nokta budur. Özet olarak, insan işini bitirmedikçe dünyâdan ayrılamaz.
Halbuki işinin bitip bitmediğine hüküm verecek makamlar çok Yüksekte'dir.
Ve bu neticeyi ancak onlar takdir edebilirler."

"Acaba ÖLÜM şekli dünyâya gelmezden evvel belirlenmiş midir?
Meselâ, bir insanın, mutlaka bir kalp sektesinden veya mutlaka bir duvar altında kalarak,
veyahut da bir intihara veya cinâyete kurban giderek ölmesi evvelden,
Dünyâ'ya gelmezden evvel tesbit edilmiş midir?"

"Bâzı hastalıkların bir epröv veya deney için bir plan konusu olduğu, yâni evvelden tasarlanmış
bulunduğu söylenebilir. Fakat ÖLÜM'ün Dünyâ'ya gelmezden önce hangi şekilde meydana geleceğinin
tesbit edilmiş olmadığını gene TEBLİĞLER'den öğrenmekteyiz. ÖLÜM şekillerinin oluşması da
gene tesadüfe bağlı değildir. Burada da bir sürü îcab ve zarûretlerin araya karışmasıyla
ÖLÜM şekilleri değişebilir. Kıymetli dostumuz Kadri'nin aşağıdaki tebliği bu hususta bize derin bilgiler verir."

Varlık: Kadri
Târih: 23.7.1947

Varlık- Bazı ârızî ölümler vardır. Fakat bunlar da o mukadderin çerçevesi içine girmiştir.
Yâni, bir insan bile bile kendisini ateşe atsa dahi, bunun ateşe yaklaşmasını sonuçlandıran
bir takım kudretlerin muhakkak mevcut olması zarûrîdir. Yalnız bu mukadderin de dâima lehte olan
kısımlarını söylemiştim. Meselâ, intihar eden bir adam, pekâlâ intihar etmiyebilir.
Fakat muhakkak bu, o adamın daha 100 sene yaşıyacağını göstermez. O, onun bir tecrübe devresidir.
Kendisini öldürmezse, ruh kudretleri kendi vaziyetini idrak edip harekete geçerse, o an için bu adam pekâlâ ölmez.
Fakat ne zaman öleceği gene mâlûmdur. O da, hiç aksamadan kendi hükmünü gene icra eder.
Daha fazla söylemem.

Bedri Bey'den bir açıklama daha verip bu kısmı tamamlıyalım:

"Yukarıdaki şu birkaç satırlık TEBLİĞ önümüzde ne kadar derin ve engin bir bilgi ufku açıyor…"

"ÖLÜM, MUKADDER bir konudur. Fakat bu KADER, tecrübe devresinde, yâni insanın Dünyâ'daki hayâtında
yapması lâzım gelen, bitirmesi îcabeden işlerin tamamlanmasına bağlıdır.
Onun bu işinin bitip bitmediğini tâyin edecek olan Varlıklar da yüksek İlâhî İrâde Kanunları'na göre,
o insanın evrim planını kontrol eden, ihtiyaç ve kudretlerini takdir eyliyen, ve ona göre
gene İlâhî İrâde Kanunları icâbâtı dâiresinde hükümler verebilecek yüksek kudretIere erişmiş bulunan
çok ilerdeki Varlıklar'dır."

"Bu suretle o insanın dünya hayâtının müddeti bir defa belirlendikten sonra, yâni hükümlendirildikten sonra,
onun artık dünyâdan ayrılmasına hiç bir beşerî kudret mâni olamaz. Ve onu değiştiremez.
Fakat onun ÖLÜM şekli de gene ya kendisinin veya başkalarının da evrimleri bakımından
o ânın icaplarına uygun bir şekilde, şu veya bu biçimde oluşabilir."

Diyelim ki, öldük... Tâ baştaki, ÖLÜM'ü ve SONRASI'nı anlatan Celse'ye dönelim... Bakalım, öldükten bir süre sonra ne oluyormuş:

Varlık: Kemâl Yolcusu
Târih: 8.12.1952

Varlık- İşte bu noktada hasta, kimliğini tamâmiyle kaybeder. Hâmi Varlıklar bir müddet için aradan çekilirler.
O kendi kendisini teşhis etmeye çalışır. Duyu organlarını arar, cismini arar... Bulamaz.
O zaman, yâni bedenini bulamayınca, maddeden sıyrıldığını farkeder. Bu, TEŞEVVÜŞ'ün kısa bir devridir.
Fakat o gene HAYAT'la ÖLÜM arasında tereddütler geçirmektedir. Hayâta karşı olan sempatisi henüz bitmiş değildir.

Etrâfı karanlıktır. Bu karanlık sizin anladığınız anlamda bir karanlık değildir.
Bu karanlık, şuurun boşalması gibidir. O, bir şey düşünemez.
Kimliğini kaybeder, benliğini kaybeder... Bizim anladığımız mânâdaki ÖLÜM budur.
O zaman ona kimse ilişmez. O bu devri yalnız geçirmeye mecburdur.

Bu anda o, her aklına gelen şeyi kimlik edinmeye çalışır.
Fakat nihâyet, kendisinde bir cevherin mevcut olduğunu anlar..
O cevher ne taştır, ne ağaçtır, ne insandır.
O cevher, Kâinat boyunca kendisine yetecek iktidârı, irâdeyi toplamış bir şuur melekesidir.
Sayısız âlemlerin, insan anlayışı ile hudutsuz dünyâların arka taraflarında
her türlü imkânlara uyarak evrimIeşecek olan bir hazinedir, bu şuur melekesi...
Kâinat boyunca kendisine lâzım olan kaabiliyetler bunda meknuzdur.
Şimdi onları, bir bitki yetiştirir gibi geliştirecektir.
Onun her cephesi bir âlemde ziynetlenecek ve benliğinde saklı olan, maknuz bulunan bu cevherleri,
o âlemlerin, mükevvenâtın seyrine ayarlayacaktır. Bunun içindir ki, insan basit bir yaratık değildir.
Onun arkasında mükevvenâtı kucaklayabilen,
yâni mükevvenat boyunca gelişmeye hazır olan bir cevher saklıdır."
Bir müddet sonra yavaş yavaş aydınlıklar başlar. Fikirler gelir...
Hâmiler yaklaşmaya başlar. Onu yeni hayâtının kendisini beklediğini,
hakiki hayâtın bundan sonra başlıyacağını, isterse dünyada ve dünyalarda, tecrübeler yapabileceğini,
önünde olanakların var olduğunu bildirirler.
İşte o zaman o, TEŞEVVÜŞ'ten kurtulmuş ve ne yapacağını tasarlamaya çalışabilecek duruma girmiş
bir Varlık hâlini alır.

MÜKEVVENAT , "yaratılmışların tümü, bütün mahlûkat, varolan herşey" " demektir. Görülen, görülmeyen bütün âlemleri kapsar.

Bedri Bey'in bu uzun celsesi, soru ve cevaplar ile devam etmekte:

Varlık: Kemâl Yolcusu
Târih: 8.12.1952

Bedri Ruhselman- Bu akşamki gözlemden çok yararlanmış olduk ve aydınlandık ...
Varlık- Aydınlattığımı pek zannetmiyorum. Kısa ve katı oldu. Belki sadece sizi düşündürür, o kadar.
BR- Ölürken hasta ıstırap çeker mi?
V- Istırap, bedenin terkedildiği son hadde kadar devam eder. Ruhun, bedenle ilişiği olduğu müddetçe vardır.
Fakat dediğim gibi, medyumunuz bu akşamki deneyinde buna âit vibrasyonları alamadı ve size aksettiremedi.
BR- Bu deneyde teşevvüş hâlinin çok kısa sürdüğünü gördük. Bu kadar kısa süren teşevvüş hâli olur mu?
V- Teşevvüş hali safha safhadır. Teşevvüşü siz şu mânâda anlıyorsunuz:
Sizce teşevvüş, ne yaptığını bilmez bir hâlin ifadesidir. Fakat teşevvüş, bâzen ne yaptığını bildiği halde,
içinde yaşadığı bir durum da olabilir. Burada öyle varlıklar mevcuttur ki, kendilerine göre mükemmel addedilirler.
Fakat onlar hakiki nizâma intibak edemedikleri için teşevvüş halinde sayılırlar.
Teşevvüş derece derece, kademe kademedir, Öyle varlıklar mevcuttur ki, teşevvüş devrelerinde iken,
plan tanzim ederek yeniden bedenlenmek isterler. Ve şâyet bedenlenmelerine bir engel yoksa,
bu müsaade kendilerine verilir. Bu suretle onlar hayâta inerler. Tecrübeler yaparlar.
Onların tanzim etmiş oldukları dünya planları başkaları için zararsız, kendileri için de faydasızdır.
işte bu hâl onların bir duraklama devresinde olduklarını ve teşevvüşten kurtulmadıklarını izah eder.

Aynı konuda Bedri Ruhselman'ın bir başka celsesi:

Varlık : Kadri
Tarih : belirtilmemiş

Varlık- Ruh, âlemine intikalin ilk zamanlarındaki intibaların hepsi değişiktir.
İnsanlar yapmış oldukları iyilik ve fenâlıklara göre intiba alırlar. Bâzıları çok karışık ve bulanık bir hâlde intikâl eder.
Bunlar ne olduklarını yıllarca anlamazlar. Ve bir uyku ile uyanıklık arasında bocalar dururlar.
Bâzıları bu hâl ve durumu anlar, faaliyete geçer... Onların lntibaı parlak ve temizdir.
Bunlar, yükselmeğe namzet olanlardır.

Siyah boşluklarda, yıllarca süren azapların içerisinde hayatta oldukları gibi geçen hayâtın, bâzıları için, ardı arkası yoktur.
Bunlar fazilet düşkünü ve ne olur, ne olmaz düşünceli kimselerdir. Ruh yüksektir, onların çektiği azap, tecrübe cezâsıdır.
Azap da değişiktir. Herkesin azâbı kendisine göre, ayrıdır. Her azap bir âlemdir, her âlem ruha göre bir azaptır.
Bunları anlatmak zor, fakat anlamak da zordur. İşte onun bu sırada duyup da anlıyamadığı,
vârolan tarafı bizzat kendi öz benliği, hakiki varlığı ve dünyâda milyonlarca insanın ihmal ve inkâr ettiği ruhudur.
Ve şimdi o, içine girmiş olduğu bu muhteşem hakiki hayat âleminin öz malı olan ruhu ile
şu anda tek ve kimsesiz olarak başbaşa bırakılmıştır. Bu da bir çok diğer îcap ve gereklerle beraber,
aynı zamanda hem kendisine, hem de diğer ihtiyâcı olanlara bir ders vermeye yarar.
İşte dünyâya âit bütün bu kıymetlerin öbür tarafta kolay kolay terkedilemiyecek olanları,
bilhassa insanın yalnız kendi bedenine ve şahsına âit iyilikleri, kendisine dünyâda gâye olarak seçmiş bulunduğu şeylerdir ki,
bu hâlin adı da hodgâmlıktır. Şimdi bu bencillik uğrunda ve lehinde gösterilen bütün hareketler nefsâniyetin ifâdesi olur.
Demek ki, dünyânın realiteleri, öbür tarafa geçince zarurî olarak bırakılacaktır.
Fakat bunların nefsâniyete ilişkin olan kısımlarıdır ki, orada kolay kolay terk edilemiyecek
ve ruh için bir yük, bir azap ve işkence kaynağı olacaktır. Diğerlerini bırakmak kolay ve çabuktur.

İşte bu kötü ve felâketli olan nefsânî faaliyetlerden, daha dünyâda iken kurtulmaya çalışmak elbette hayırlıdır.
Bunun için de tutulacak yol, yapılacak ameliye sık sık ve her fırsatta yapılması gereken nefis murakabesidir.
Mâlûmdur ki, dünyâdan öbür âleme geçer geçmez, bir insan ne kadar tekâmül etmiş ve olgun bir hâle gelmiş olursa olsun,
yine de az çok uzun süren ve az çok şiddetli olan acı veya tatlı bir şaşkınlık veya TEŞEVVÜŞ içinde yaşamak zorundadır.
Bu TEŞEVVÜŞ hâli, o kadar tecrübeli olmıyan bâzı araştırıcılar için, TEŞEVVÜŞ hâlinde bulunan ruhun,
bu TEŞEVVÜŞ hâlini intaç etmiş dünyâdaki hayat tarz ve şekli hakkında ekseriya açık bir fikir
ve bilgi vermiyecek kadar karışık ve sürprizli olur.

Meselâ çok geri ve tecrübelerini, oldukça fenâ bir şekilde yaşadığı dünya hayâtı neticesinde muvaffakiyetsizlikle geçirmiş bir ruh,
bâzan öbür âleme ilk geçişinde bu geri ve ağır mesuliyetlerle dolu olması îcab eden hayatla hiç de münâsebeti olmıyacak,
hatta görünüşte biraz da tatlı ve eğlenceli manzara arz eden bir teşevvüş hâli arz edebilir.
Buna mukabil hemen hemen dünya mektebini muvaffakiyetlerle bitirmeğe namzet bir dereceye varmış ileri bir ruh da,
yine görünüşte sanki en suçlu, mesul ve geri bir insanın 'kötü âkıbelerini yaşıyormuş gibi ıstıraplı,
hatta işkenceli bir TEŞEVVÜŞ hâli de gösterebilir. Bununla berâber tecrübeli ve görgülü bir nazarla bunlar iyice tetkik edilirse,
yine birincisinin zâhirde hoş olan o TEŞEVVÜŞ hâlinin derin ve karanlık boşluğu,
ikincisinin ise yine zâhirde işkenceli ve azaplı olan teşevvüş şaşkınlık halinin arkasına gizli duran ümit huzur ve saadeti seçilebiliyor.
Bundan başka olgun ve ileri varlıkların TEŞEVVÜŞ hâlleri gerek zevkli, gerekli ıstıraplı olsun,
diğerlerinden dâima daha çok kısa devam eder. Ve bunlar sür'atle bu hâlden kurtulup, uyanırlar
ve maddî ve dünyevî hüviyetlerinin asıl hüviyetleri olmadığını görürler
ve sür'atle hakiki âlemlerinin lâyık oldukları yüksek planlarına ulaşırlar.

HASTALIKLAR'ı, DOKTORLAR'ın durumunu, ÖLÜM ÂNI'nı, TEŞEVVÜŞ SAFHASI'nı, bu konularda MEDYUM'un İNTİBALAR'ını naklettik. Şimdi yeni vefat etmiş bir insanın şaşkınlığına dâir bir misâl verelim:

Varlık: Süleyman Altın
Celse Tarihi : 24 Şubat 1963 Pazar
Usûl: Ruhî infisal
Yer İstanbul'daki Metapsişik Tetkikler ve İlmî Araştırmalar Derneği

İdâreci- Bizimle nasıl karşılaştınız?
Varlık- Dolaşıyordum... Işık gibi bir şey çekti beni, baktım siz varsınız.... Sahi, nasıl konuşuyoruz biz?...
Çok enteresan... Ben âilemle ilk başta o kadar çabaladım, bunu yapamadım. Duymazlardı beni.
İ- Etrafınızı bize anlatabilir misiniz?
V- Bulunduğum yer alacakaranlık... Şafak yeni sökmüş gibi bir durum... Sizi böyle tepeden seyrediyorum... Bulanık...

Yâni, bizim istediğimiz Ruhlar ile görüşmemiz ne kadar zor, hattâ imkânsız ise, Âhıret'e intikâl etmiş Ruhlar'ın da âileleriyle irtibatı o kadar zordur. Belirli durumlar hâriç...

Böyle biri ne zaman yaşamış, kaydı elimizde yok. Ancak İnternet'te Süleyman Altın diye bir kaç kişi var. Belki onlardan birinin soyundandır.

Bir misâl daha:

Varlık: Faruk bin Musa
Celse İdârecisi: Ruhi Selman
Celse Tarihi : 19.3.1976
Usûl: Fincan

(İsim vermeden yapılan dâvetten sonra fincan önce karışık harfler üzerinde dolaştı... şaşkınlık ifâdesi... Sonra)
Varlık- ... Faruk.
İdareci- Hoş geldiniz. Bir arzunuz var mı?
V- Ben... Ben ne yapıyorum burada?
İ- Bilmem.
V-Nerdeyim?
İ- Siz kendinizi nerede hissediyorsunuz?
V- Öldüm!
i- Ne zaman öldünüz?
V- Pazar.
İ- Soyadınız nedir?
V- Bin Musa.
İ- Türk değilsiniz yâni.
V- Hayır.
İ- Doğru söylediğinize Kur'an üzerine yemin eder misiniz?
V- Evet.
İ- Nasıl oldu da bizimle irtibata geçtiniz?
V- Bilmiyorum.
İ- Şu anda bir ızdırabınız var mı?
V- Şaşkınım!
İ- Nasıl öldünüz?
V- Gazete almaya giderken, arkamda bir ses duydum. Galiba vuruldum.
İ- Ânında mı öldünüz?
V- Evet.
İ- Nerede?
V- Trablus.
İ- Tanınmış biri miydiniz?
V- Hayır.
İ- Siyâsî bir sebepten dolayı mı öldürüldünüz?
V- Herkes birbirini öldürüyor!
İ- Şahsî bir sebepten dolayı mı?
V- Hayır.
İ- O zaman ya siyâsî, ya kazâen?
V- Bildiğim 4 Ocak'ta öldüğüm.
İ- Bu sene mi?
V- Evet.
(61 gün önce)
İ- Bize anlatmak istediğiniz var mı?
V- Durdurun katliamı!
İ- Bu talebiniz genel mi, özel mi?...
V- ...
(genel)
İ- Bizim de arzumuz bu ama, elimizden bir şey gelmiyor.
V- Bölünmeyin!
İ- Bu konuda başka söyliyeceğiniz var mı?
V- Meselâ ne?
İ- Kaç yaşında öldünüz?
V- 24.
İ- O zaman ölümünüzün mutlaka siyâsî bir yanı var.
V- Bilmem ki!... Ben Filistinli'yim.
İ- Libya'da işiniz neydi ?
Hâzirûndan biri- O Trablus Garb, bu Trablus Şam.
V- Evet.
İ- Nerede bu?
V- Lübnan'ın kuzeyi.
İ-Âhırete intikal ettiğinizde ne hissettiniz, şaşkınlıktan başka?
V- Hiç!
İ- Yani öldüğünüzün farkında olmadınız?
V- Hayır.
İ- Bir heyecan, korku duymadınız mı?
V- Eşimi merak ediyorum.
İ- Çocuğunuz da var mı?
V- Evet.
İ- Peki, nasıl oldu da bizimle irtibata geçtiniz?
V- Biri okuyordu.
Hâzirûndan bir bayan- Ben evde okumuştum.
V- Hayır... Siz dinliyordunuz.
(Celseden önce televizyonda okunan Kur'an dinlenmişti)
İ- Ancak ondan sonra biz bir süre sohbet ettik. Onu da dinlediniz mi?
V- Hayır.
i- Bu esnada ne yaptınız?
V- Ben dua ediyordum.
İ- Peki, o âlemden bizi nasıl görüyorsunuz?
V- Sanki siz de buradasınız... Gayet tuhaf!..
İ- Yani, bu irtibat size kolay geliyor.
V- Evet.
İ- Bizim meclisimize geldiğinizde ne hissettiniz?
V- Şaşırdım.
Hâzirûndan biri- Acaba âilesi için bizden istediği var mı?
V- Hayır.
İ- Peki dostum, müsaadenizle ayrılalım.
V- Selâm.

Anlaşıldığı gibi, görüşülen varlık, Lübnan'daki iç savaş sırasında kim vurduya giden genç bir Filistinli'dir. Kendisini ismen tesbit etmek mümkün değil. Ancak bahsettiklerinden şüphe duymamızı gerektirecek bir husus yoktur. Bizden bir şey istememiş, bizi bir yöne sevketmeye çalışmamıştır. Meşhur biri veya üstün bir varlık olduğunu da iddia etmemiştir. O yüzden çalışma, gerçek ve faydalı bir irtibat olarak kayda geçmiştir. Dikkate değer husus "Sanki siz de buradasınız... Gayet tuhaf!.." deyişidir. Demek ki, o âlem ile bu âlem pek farklı değil.

Burada bir celseyi naklettiğimiz, "fincan" dediğimiz için, hemen fincanı kapıp masaya oturmaya kalkmayın!.. Bu tarz çalışmalar uzun hazırlıklar sonunda, ve bir takım korumalar altında, Hâmî Varlıklar'ın kontrolünde yapılır. Geri Varlıklar'ın tasallutundan ve aldatmalardan ancak öyle kurtulunur.

Tabii burada o dönemde Lübnan'daki iç savaş durumu, İdâreci'nin soruları, cevaplar üzerine bütünleyici bir çalışma yapılmıştır. Ama burada nakletmek istediğimiz, ölümden sonraki şaşkınlık ve teşevvüş dönemidir. Onu da hissettirdik, sanıyorum.

Bu, örneğini verdiğimiz "âhırete intikal durumu", her insanda farklı tezâhür eder. Dr. Bedri Ruhselman'ın "Ruhlar Arasında" adlı eserinde pek çok misâl vardır.

Aslında biz bâzı Âhıret Âlemi tasvirleri vermek için bu girişi yapmayı tasarlamıştık. Lâf nereden nerelere geldi. Ama iyi oldu. Çünkü Âhıret Âlemi'ne geçiş için bu Dünyâ'dan ayrılışı da vermek lâzımdı... ÖLÜM'ü bilmeden ÖLÜMDEN SONRASI'nı anlatmak olmazdı... Âhıret Âlemi'ne gelince, o âlemi algılayış da, dünyâyı algılayış gibi, her Ruh için, her Medyum için farklıdır. Haşmet Orbay gibi "Spatyom'un Haritası'"ı çıkaranlar varsa da, o da sâdece binlerce farklı tasvirden biridir... TEBLİĞLER gibi TASVİRLER'i de akıl, mantık ve iman süzgecinden geçirerek kabul etmenizi bir kere daha hatırlatırız... Bir sonraki yazıda bu mevzuyu daha teferruatlı şekilde açıklıyacağız.

Sorularınız, yorumlarınızı aşağıdaki adresimize yazabilirsiniz. Cevabı yine bu sitede vereceğiz.

Ruhi Selman

selman@journalist.com

***

  • Önemli Sayfalar:

    - BİR SPİRİTUALİSTİN DÜNYASI - ANA SAYFA
    - BİR TEBLİĞ
    - KADIN HAKKINDA BİR TEBLİĞ
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 1
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 2
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 3
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 4
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 5
    - ÂHIRETTEN MANZARALAR - 6
    - ÂHIRETTEN MANZARALAR - 7
    - ÂHIRETTEN MANZARALAR - 8
    - ÂHIRETTEN MANZARALAR - 9
    - ÂHIRETTEN MANZARALAR - 10
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 19
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 20
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 21
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 22
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 23
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 30
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 31
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 39
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 40
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 50
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 51
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 52
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 53
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 54
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 55
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 56
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 57
    - BİR OBSESYON VAK'ASI
    - ÖTE ÂLEM'DEN ŞİİRLER - 1
    - RÜYÂLAR - 1
    - RÜYÂLAR - 2
    - REİNKARNASYON - 1
    - REİNKARNASYON - 2
    - ANADOLU'DA REİNKARNASYON ŞİİRLERİ
    - İRLANDALI ŞÂİR JAMES CLARENCE MANGAN ANADOLU'DA MI YAŞADI?
    - FİNCAN CELSELERİ - 1
    - FİNCAN CELSELERİ - 2
    - FİNCAN CELSELERİ - 3
    - EKMİNEZİ ÇALIŞMASI
    - RÛHÎ FİLİMLER - 1
    - ENTERESAN RÛHÎ OLAYLAR
    - ERGUN ARIKDAL VE SÂDIKLAR PLÂNI'NI TENKİT
    - BÜLENT ÇORAK VE DÜNYA KARDEŞLİK BİRLİĞİ SAFSATASI
    - CENAP BAŞMAN VE MARON TARİKATI
    - SAPKIN RAEL TARİKATI
    - TRANSANDANTAL MEDİTASYON KANDIRMACASI
    - MELEKLER'DEN MESAJ ALDIĞINI SANAN ŞAŞKINLAR
    - ŞEYTANA TAPAN SATANİSTLER
    - KRYON "TEBLİĞ"LERİ VE LEE CARROLL'UN "MEDYUM"LUĞU
    - J. Z. KNIGHT ADLI KADIN MEDYUM VE RAMTHA "TEBLİĞ"LERİ
    - MEDYUM JANİ KİNG VE VARLIK P'TAAH
    - AKHENATON VE KURGU AGARTA "TEBLİĞ"LERİ
    - SILVER BIRCH TEBLİĞLERİ
    - "SÜPER İNSANLIK" DERNEĞİ VE UYDURUK "TEBLİĞ"LER
    - ZIRVA RA-KA TEBLİĞLERİ
    - SÂDIKLAR PLÂNI'NI TENKİT - 2
    - KASYOPYA CELSELERİ'NDE ATMASYON, KITIRASYONLAR
    - MEKTUPLAR