BİR SPİRİTUALİSTİN DÜNYASI

ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 32

Bu sefer üç Geri Varlık ile bir Sultan gelmiş Celse'mize...

Varlık : Karıncagilin Ziya, Ali Kemâl, Ârif Su
Tarih : 12.9.1961
Usûl : Hipnoz yoluyla rûhî infisâl
Medyum: Ali

Medyum- ... Önümü kestiler... Önümü kestiler!..
İdâreci- Daha yüksek sesle!
M- ......
(sıkıntı içinde) ..... Kestiler!...
İ- Çıkmaya çalışınız. Kimdir bu?
M- ..... KARINCAGİL'İN ZİYA... Öbürlerini göremiyorum... Yerde... yerde sürünüyorlar...
Üst üste yığılmışlar... Yolumu kestiler... "Su!" diyor... "Su!" diyor... Uğultu... Korkunç haykırışlar...
İ- ... Evet, efendim.
M- ..... ALİ KEMÂL... (1)
İ- Ali Kemâl... Kendi hayâtı hakkında bize mâlûmat versin... Suçu neymiş?
M- ... Celî ..Kazâ ile taş ve sopayla öldürülmüş... Ama...
İ- Suçu neymiş, efendim?
M- ... Hürriyet ve İtilâfçı'ymış... Posta telgraf mevasıhı Dâhiliye Vekili... İzmit'te öldürülmüş...
"Peyâm-ı Sabah'çı Ali Kemâl" derlermiş... ALİ KEMÂL...
İ- Daha sâkin olarak... Anlaşılmıyor.
M- ... "Peyâm-ı Sabah'çı Ali Kemâl" derlermiş... Artin Kemâl... Suçu Millî Mücâdele'ye ihânet değilmiş...
Eşine yaptığı ezâ-cefâdan dolayı... onun vereme tutularak ölmesine sebep olmuş...
O yüzdenmiş... Öldürülüşü adâletsizlik... Ama .....
(anlaşılmıyor) ... .... (?)...
Varlık- Işık!... Işık!...
İ- Hangi senede ölmüş?
M- .... 1923 yılı Temmuz 26... Öğleden sonra ezânî saat dördü on geçe... İzmit'te ... ... İstasyon yakınında...
Karargâhın önünde...
İ- Bize başka söyliyecekleri var mı, efendim?
M- ... Size değil... Bana söylüyor... Ama... o kümenin başında... Yol vermiyor...
... "Mağfiret!.. Mağfiret!!" diyor... "Işık!... Işık!.. Işık!"
İ- Peki, efendim. Yukarı Kademeler'de rica ederiz.
M- ... 1338... Temmuz 26... Ezânî saat dördü on geçe... İzmit'te... Karargâh yakınında...
... Demiryolu köprüsünün altında...
İ- Evet, efendim.
M- ..... ÂRİF SU... (2)
İ- Onun suçu neymiş? Kendi hayâtı hakkında bize biraz mâlûmat versin.
M- .... Ona "Aliyesi Ârif" derlermiş... Hükûmet Meydanı'nda katilden maznun olarak asılmış...
.... 1338.... Mart'ın altısı...
İ- Saat kaçta?
M- .... Ezânî saat sabah beşte...
İ- Peki, suçu neymiş?
M- ... Susurluk mıntıkasında, zâhirde Millî Mücâdele'ye yardım eder görünmüş...
... Mekkâre kafilelerini soydurmuş... Muhâkemesiz 25 kişinin ölümüne sebep olmuş...
... Yedisini nâhak yere öldürmüş... Bir tânesini altın kaşağı (?) ile öldürmüş...
Bağdat'tan getirdiği müstefrikesini (?) usandığı için öldürmüş... Sonra meydana çıkmış...
... Ankara'da Ağır Sivil Cezâ Mahkemesi kararıyla idâm edilmiş...
(Medyum sıkıntı içinde, anlaşılmıyor) ....(?) ...
İ- Yavaş yavaş...

Burada duralım... Medyum, yükselirken üç Geri Varlık ile karşılaşıyor.. Biri Karıncagilir Ziya... Kendisi hakkında bilgi veremeden araya bir başka Varlık girmiş.

(1) İkinci Varlık ALİ KEMÂL ... Celse'de galiba tanıyan çıkmamış... Ama daha önceki link verdiğimiz Celse'de ondan bahsedilmiş.

- "Merhum ALİ KEMÂL...Maalesef taksirâtını hâlâ affettirememiştir,
Ali Kemâl 'mâsum' rütbesine erişmiştir. Çünkü muhâkeme edilmeden öldürülmüştü,"

denmiş... Niye böyle dendiğini, hangi taksirâtını affettiremediğini bu Celse'de anlıyoruz. Karısına çok eziyet etmiş, kadıncağız kahrından verem olup ölmüş. Peki, Ali Kemâl kim ve neden muhâkeme edilmeden taş ve sopa ile öldürülmüş?.. Tekrar okuyalım.

Asıl adı Ali Rıza olan ALİ KEMÂL , Nâmık Kemâl'e olan hayranlığından dolayı eğitim yıllarında bu ismi aldı. Ali Kemâl, 1867'de İstanbul'un Süleymâniye semtinde doğdu. Çankırılı mum ustası Hacı Ahmet Rızâ'nın oğlu Ali Kemâl, İstanbul'da Mülkiye Mektebi'ne girdi. 4 yılın sonunda yabancı dilini ilerletmek için 1886'da Fransa'ya giden Ali Kemâl, ertesi yıl Paris'ten İsviçre'nin Cenevre kentine geçti. 1888'de de İstanbul'a döndü.

Avrupa'daki özgürlükçü akımlardan etkilenen Ali Kemâl, İstanbul'da bir dernek kurdu. Kurduğu öğrenci derneği kapatıldıktan sonra yeni bir dernek kurmaya kalkınca, bu kez tutuklandı ve 9 ay hapis yattı. 1889'da ise tahliye edildikten sonra Halep'e sürgün edildi. Halep’te yaşadığı dönemde Halep İdâdisi'nde (lise) Türk Dili ve Osmanlı Edebiyatı hocalığı yaptı ise de, buradaki durgun hayâta dayanamadı ve 1895'te izinsiz olarak İstanbul'a döndü. Geldiğinin fark edilmesi üzerine yeniden sürgün edildi. Bu karar üzerine 1884'te tekrar, Jön Türkler'in karargâhı hâline gelen Paris'e gitti.

Paris'te kaldığı dönemde Jön Türkler ile II. Abdülhamit arasında bir tür arabulucu bir çizgi izlemeye çalıştı. Mizancı Murat'ın Jön Türk hareketinden ayrılması ardından Ali Kemâl de bu hareketle bağlarını kopardı.

Ali Kemâl, Paris’te öğrencilik de yaptı. Siyâsal Bilgiler alanında eğitim alırken, bir yandan da gazetecilik yaptı. İstanbul'da o dönemde en etkin gazetelerden biri olan İkdam gazetesine Paris izlenimlerini, Batı kültürünü anlatan yazılar ve çeviriler gönderdi.

Hüseyin Câhit, onun İkdam'da kendi röportajları imiş gibi kaleme aldığı bazı yazılarının Fransız basınından çeviri olduğunu ortaya çıkardı. Bu hâdise Ali Kemâl ile Hüseyin Câhit arasında yıllar boyu sürecek bir polemiğe sebep oldu.

1897'de Brüksel Elçiliği ikinci kâtipliğine atandı. İttihatçılar'dan çekindiği için İstanbul'a dönemiyordu. 1899'da Siyâsal Bilgiler diplomasını alması sonrasında, II. Meşrutiyet'in ilânına kadar Mısır'da yaşadı. 1903 yılında yaz tâtili için gittiği Londra'da Winifre Brun adlı bir İngiliz hanımla evlendi. Bu evliliğinden Selma adında bir kız, Osman adında bir erkek çocuğu dünyâya geldi. Oğlunun doğumunun hemen ardından eşini kaybetti.

II. Meşrutiyet'in ilânından bir gün önce İstanbul'a döndü. .Ali Kemâl’in İstanbul’a döner dönmez Pâdişâh'ın huzuruna çıktığı, Pâdişah II. Abdülhamit'in iltifatlarını ve verdiği paraları kabul ettiği bilinir. Bu durum İttihatçılar'ın büyük tepkisine neden oldu. O da yeni eleştiri hedefini İttihat ve Terakki Cemiyeti olarak belirledi. Başyazarı olduğu İkdam gazetesinde Cemiyet'e karşı ağır eleştiriler içeren başyazılar yazar oldu Bir yandan da Dârülfünûn'da Edebiyat Fakültesi'nde Siyâsî Târih dersleri verdi. İlk siyâsî partilerden birisi olan Osmanlı Ahrar Fırkası'na girdi.

Hemen bütün çevresiyle sürekli kavga hâlindeydi. Kendisiyle aynı fikirde olmayan kişilere şiddetle saldırıyor, gençlerin öfkesini bunlara yöneltmeye çalışıyordu.

Ali Kemâ'in tahrikleri 31 Mart Olayı'nın çıkmasında etkili olduğu söylenir... Serbesti gazetesi başyazarı Hasan Fehmi Bey’in öldürülmesinin ertesi günü olan 7 Nisan 1909'da, Dârülfünûn’da kalabalık bir topluluğa yaptığı konuşmadan sonra, bu konuşmanın etkisinde kalan Dârülfünûn hocaları ve öğrencileri kaatillerin yakalanmasını istemek üzere Bâb-ı Âli'ye yürümüşler; sayıları on binlere ulaşan kalabalığın üstüne ateş açılması sonucu, birkaç yüz kişi yaralanmıştı. Ertesi günkü cenâze sırasında da devam eden olayların 31 Mart ayaklanmasına dönüşmesi üzerine, Selânik'ten gönderilen Hareket Ordusu İstanbul'a gireceği sırada, Ali Kemâl yeniden Paris'e kaçmak zorunda kaldı (1909). Bu arada Mülkiye'deki görevine son verilmişti.

İttihat ve Terakki yönetiminin iktidardan uzaklaşmasının ardından, 1912 affıyla İstanbul’a geri gelen Ali Kemâl, İkdam Gazetesi'nde başyazar olarak yazılarına devam etti. Bu sırada Mülkiye Mektebi'ndeki hocalığı da geri verildi. Mektepler Nâzırı Zeki Paşa’nın kızı Sabiha Hanım ile evlendi. Bu evliliğinden Zeki adında bir oğlu dünyâya geldi. Ancak 6 ay sonra, Ocak 1913'te hükûmet Bâb-ı Âli Baskını ile devrilince, tutuklandı, Viyana'ya sürüldü. 3 ay sonra İstanbul'a döndü. 14 Kasım 1913’te Peyam Gazetesi’ni yayınlamaya başladı, başyazarlığını üstlendi.

22 Temmuz 1914’te, I. Dünya Savaşı'nın başladığı sıralarda, İttihat ve Terakki’nin baskısıyla gazetesi kapatıldı. Siyâsetle ilgilenmeyip, öğretmenlik ve tüccarlıkla geçinmeye çalıştı. Bu tutumu 1918'de İttihat ve Terakki liderlerinin bir Alman denizaltısına binip Türkiye'den kaçışına kadar sürdü.

Ali Kemâl, Mondros Ateşkes Antlaşması'nın imzalanmasından sonra, 14 Ocak 1919'da yeniden faaliyete geçen Hürriyet ve İtilâf Partisi'nin Genel Sekreteri oldu.
4 Mart 1919'da kurulan Birinci Dâmad Ferit Paşa hükûmetinde Maarif Nâzırlığı, bu hükûmetin iki ay sonra istifasının hemen ardından kurulan ikinci Dâmad Ferit Paşa hükûmetinde ise Dâhiliye Nâzırlığı görevini üstlendi. Bu görevde iken Kuva-yı Milliye ve Mustafa Kemâl Paşa aleyhine peş peşe emirler yayınladı. İngiliz Muhipler Cemiyeti’nin kurucularından birisi oldu. Hükûmet içinde çıkan bir anlaşmazlık yüzünden 26 Haziran 1919'da Nâzırlık'tan istifa etti.

Dârülfünûn'da ders vermeye devam eden Ali Kemâl, 1922 Mart ayında Dârülfünûn öğrencilerinin istifaya davet ettiği dört öğretim elemanı arasındaydı. Öğrencilerin verdiği kararın gerekçesi; "hocaların, bağımsızlık, kutsiyet, milliyet hislerine yabancı oluşları, saldırgan şahsiyetleri ile kamu vicdanında mahkûm edilmiş olmaları"dır. Öğrencilerin tepkileri üzerine Ali Kemâl ve yazar Cenap Şahâbettin 3 Eylül 1922'de Heyet-i Vükelâ (Bakanlar Kurulu) kararıyla görevlerinden uzaklaştırıldı.

Peyâm-ı Sabah'taki yazılarında Kuva-yı Milliye'yi acımasız şekilde eleştirdi. Anadolu hareketini ve Mustafa Kemâl'i İttihat ve Terakki’nin devâmı olarak gördü. Ancak 26 Ağustos'ta başlayan Büyük Taarruz başarılı olduktan ve 9 Eylül'de İzmir'in kurtulmasından sonra, 10 Eylül 1922'de "Gayelerimiz Bir İdi ve Birdir" başlıklı bir yazı yazarak yanıldığını açıkladı. Ama bu yazı onu kurtaramadı.

Gayelerimiz Bir İdi ve Birdir

"Muhalif ve muvafık bütün Türklerin gayeleri birdir. ... Bizi günegün felaketlere uğratanların aksine muhaliflerin görüşü bu amacı barış ve siyaset yoluyla elde ederek ülkeyi savaşlarla yeniden maceralara sürüklememekti. Çünkü defalarca gördüğümüz gibi bu maceraların sonucu zarar, gene zarar, daima zarar olmuştu. İtiraf etmeliyiz ki Anadolu’nun son zaferleri, kuvvetimize kılıcımıza dayanarak ulusal davayı, hayat hakkımızı ve bağımsızlığımızı kazanmak görüşünün doğruluğu, büyük özverilere mal olsa da gerçekleşmiş gibidir. ... Yurdunu ve ulusunu seven muhaliflere düşen başka konularda görüşlerini korusalar bile bu konuda yanıldıklarını itiraf etmektir. "İtiraf ederiz ki, Anadolu'nun son zaferleri kuvvetimize, kılıcımıza dayanarak milli davayı, hayat hakkını ve bağımsızlığımızı kazanmak kararının büyük fedâkârlıklarla olsa da isabetinin gerçekleştiğini gösterir gibidir. Öyle ya, bu zaferler herhalde Yunan gibi ezeli bir hasmm belini sonuna kadar kırdı. ...Böyle olunca, muhaliflerin görüşlerinde fena yanıldık. ...Yunan'm İzmir’den denize dökülmesi, Edirne'nin geri alınması, kısaca bu devletin dünya savaşında gördüğü feci kayıpların böyle kısmen telâfi edilmesi gibi bir saadeti hangi Türk takdir etmez, hangi Türk her emelin üzerinde görmez? Muhalefet bu hakikatlan kabul etmemek küçüklüğünü asla kabullenmez".

Kurtuluş Savaşı’nın kazanılmasının ardından Ankara Hükûmeti, geçmişte yazdıklarından dolayı İstanbul polisinden Ali Kemâl'in tutuklanıp, yargılanmak üzere Ankara'ya gönderilmesini istedi. 4 Kasım 1922 günü, Teşkilât-ı Mahsusa (bugünkü MİT) mensubu birkaç kişi Ali Kemâl'i Tokatlıyan Oteli'nde gittiği berber dükkânından kaçırdılar, Ankara'ya götüreceklerini bildirdiler. Söylediklerine göre Ali Kemâl İstiklâl Mahkemesi'ne çıkarılacaktı. Ancak yol üstünde Ali Kemâl, İzmit'te Bölge Kumandanı Sakallı Nurettin Paşa'ya teslim edildi.

Ali Kemâl, Nurettin Paşa ile görüştükten sonra dışarı çıkarken, kumandanlık karargâhı önünde bekleyen "genç subaylar" tarafından 6 kasım 1922'de linç edildi. Kafası çekiçlerle ve taşlarla kırılarak öldürüldü. Linç edenler, Ali Kemâl'den hıncını alamamış olmalılar ki, çıplak vücudu ayaklarına ip bağlanarak sokaklarda dolaştırıldı. Dahası, parçalanmış cesedi, Lozan Konferansı'na giderken trenle İzmit'ten geçecek olan İsmet Paşa görsün diye, istasyonda bir sehpaya asılarak teşhir edildi. Sonradan İzmit’te defnedilen Ali Kemâl'in mezarı, başına bir mezartaşı veya herhangi bir işaret konulmaması sebebiyle, zamanla ortadan kayboldu. Uzun araştırmalar sonunda 1950'lerde yeri tespit edilebildi.

Dışişleri Bakanlığı'nda AB Genel Müdür Yardımcılığı yapan (ve o dönemde AB Komisyonu Türkiye Temsilcisi olan Karen Fogg ile ilginç yazışmaları ile gündeme gelen) Selim Kuneralp, Ali Kemâl'in torunudur. Selim Kuneralp Stokholm Büyükelçiliği ve Seul Büyükelçiliği'nden sonra Dışişleri Bakanlığı Müsteşar Yardımcılığı görevini yürütmüş, AB Daimi Temsilciliği görevinde bulunduktan sonra Bakanlık Müşâvirliği'ne getirilmiştir.

Ali Kemâl'in ilk eşi olan İngiliz hanımından olan öz torunu Stanley Johnson'ın oğlu olan Boris Johnson, İngiltere Dışişleri Bakanı oldu. İngiltere'nin AB'den çıkmasının ateşli savunuculuğunu yapan Boris Johnson, İngiliz Muhafazakâr Parti parlamenterliği yaptı. Boris Johnson, büyük dedesi gibi gazetecilik yaptı. 'The Spectator' dergisinin Genel Yayın Yönetmenliği'ni yaptı. 1 Mayıs 2008 tarihinde Muhafazakâr Parti adayı olarak Londra Belediye Başkanı seçildi. Boris Johnson'un dedesi Osman, eski büyükelçi Zeki Kuneralp'ın baba bir kardeşiydi.

Bize söz düşer mi, bilmem, ama Ali Kemâl'in iyi eğitimli, popüler, kendini beğenmiş, kavgacı bir Hürriyet ve İtilâf'çı olduğunu, İttihatçılar ile mücâdele ettiği, Peyâm-ı Sabah'ta çalıştığı, kurtuluşu İngiliz himâyesinde gördüğünü (o târihte kim görmüyordu ki???), Millî Mücâdele'yi "mutlak mağlubiyet"e düçâr bellediğini, bu yüzden aleyhine yazıp durduğunu, ancak "vatan hâini" olmadığını ve sonunda hatâsını kabul ettiğini düşünmekteyiz... Kaçabilirdi, İttihatçılar'dan korktuğunda öyle yapmıştı. Ama kaçmadı ve sert tabiatlı Sakallı Nurettin Paşa'nın tezgâhıyla linç edildi. Diğer Varlığın, "onun yargılanmadan linç edilmesi" yüzünden "mâsum" sayıldığını belirtmesi bu sebeptendir. Ama hâlâ affettiremediği hatâsı da var, karısına eziyet edip, ölmesine sebep olması... Doğrusunu ALLAH bilir... Oğlu Zeki Kuneralp düzgün bir diplomattı. Ama torunu Selim Kuneralp dedesine bile lâyık olamıyacak tiynette biridir.

Celse'de "1923 yılı Temmuz 26... Öğleden sonra ezânî saat dördü nn geçe... " öldüğünü söylemiş, ancak 6 Kasım 1922'de linç edildi. Târih yanlış!.. "İzmit'te ... ... İstasyon yakınında... Karargâhın önünde..." demiş, Karargâh, İstasyon'a yakın mıydı, bilmiyoruz ama bu bilgi doğru...

Ezânî saat denince; gurub, yâni güneşin batışı 12.00 olarak kabul edilir. Her gün güneş battığında ezânî saate göre saat 12.00’dir. Akşam ezanı bu saatle (hep 12.00’de) okunduğundan “ezânî saat” ismini almıştır. Bugünkü kullandığımız “vasatî saat” Aralık 1925'te kabul edilip kullanılmaya başlandığında halkımız vasatî saate “alafranga”, ezânî saate de “alaturka” demiştir. Varlığın verdiği saat, olay öğleden sonra geçti ise, takrîben saat 1'e denk gelmektedir. Mantıklıdır.

CELİ, "açık, âşikâr" demektir... Varlık "Açık bir şekilde kazâ ile, yani belki haksız yere öldürüldüm" demek istemiş.
MEVASIH diye bir kelime bulamadık. Kayda yanlış geçmiş olmalı...

Üçüncü Geri Varlık ÂRİF SU... Çok adam öldürmüş, çok kişinin ölümüne sebep olmuş. Hicrî 1338'de, yâni 1922-23 yılında idâm edilmiş. Ama simdi kaldırılmış olan İDÂM EDİLENLER listesinde o yıllarda adına rastlamadık.

Niye Varlıklar'ın verdiği bâzı târih, yer, isim gibi bilgiler doğru çıkıyor da, bâzısı çıkmıyor, izah edemiyoruz. Ama bizi yanlış yöne sevketmediği müddetçe, bu tarz yanlışları önemli addetmiyoruz.

MEKKÂRE, "Osmanlı ordusunda taşıma işlerinde kullanılan at, deve, katır ve benzeri hayvanlar, bu amaçla halktan ücret karşılığında kiralanan yük hayvanı" demektir. Varlık, bunlarla taşınan devlet mal ve malzemelerini soyuyormuş. Pek çok insan öldürmüş. Kayda MÜSTEFRİKE diye geçmiş olan kelimeyi bulamadık. Banzeri, yakınını da bulamadık. Galiba "metres, kapatma" demek... Bilen varsa, haber versin!

Savaşta ve nefsi müdafaa için olan hâriç, adam öldürmek çok büyük günah... Kısas ise, yâni, "cana can, kana kan" ancak Devlet eliyle ve muhakeme sonucu mümkün. Bunun hârici zinhar büyük günah!.. Kur'an-ı Kerim bunu açık olarak belirtmiş:

- ".... Kim, bir cana veya yeryüzünde bozgunculuk çıkartmaya karşılık olmaksızın,
haksız yere bir cana kıyarsa, bütün insanları öldürmüş gibi olur.
Her kim bir can kurtarırsa, bütün insanları kurtarmış gibi olur."

(Mâide Sûresi , 32. Âyet)

Bunu bütün kadın-kız öldürenlere, trafikte yol vermedi diye levyeyi kapanlara, yan baktın diye silâh çekenlere duyurmak isteriz!.. Canı sen vermedin ki, sen alasın!.. Peygamber'in IFK OLAYI'ndaki tavrını anlattık. Onun yapmadığını, Dört Halife'nin yapmadığını, Hacı Bektaş'ın, Pîr Sultan Abdal'ın yapmadığını sen nasıl olup ta yapmaya kalkarsın?.. Aklını başına topla!.. Nefsine, öfkene, sinirine hâkim ol!..

Celse'ye devam ediyoruz:

Varlık : Fâtih Sultan Mehmed
Tarih : 12.9.1961
Usûl : Hipnoz yoluyla rûhî infisâl
Medyum: Ali

Medyum- .... Yükseliyorum.... İNTİZAR MENZİLİ'ni geçtim...
İdâreci- ... Gidiyor gene bu akşam!
M- .... MAKAM-I SUĞRA...
İ- Evet, efendim.
M- ...
(teşevvüş hâli)........
İ- Neniz var, efendim? Lûtfen bize bu mevkii anlatınız.
M- .... Sâdece.... sâdece ellerim... Bir sessizlik... Her tarafım yeşil bulutlarla kaplı... ... Hiçbir şey görmüyorum...
(Derin derin nefes alır) Ohh!... Oturdum...
... Açılıyor... Açılıyor... Gök yeşil... Yeşilin ortasında dâire şeklinde göz kamaştırıcı bir ışık... Işık... Işık... Gümüşî ışık...
Gümüşî ışık... Gümüşî ışık... Sağım göl... Ama bildiğiniz... Yeşil ... Yeşil ... Yeşil... Ne ağaç, ne çiçek, ne ot... Yeşil ...
Yeşil ... Yeşil... Solum yeşil... Solum yeşil... Solum yeşil... Önüm yeşil... Buluttan yeşil bir dağ...
Oturduğum minder yeşil.... Yeşil... Yalnız gümüşî ışık tepemde... Gümüşî ışık tepemde... Hiç görmedim...

Uzak mesâfede, önde yeşil bulut dağı... yürüyor... Tekbir sesine benziyen binlerce insan bir ağızdan
söyler gibi sesler... Uğultu... Uğultu... Uğultu... Uğultu... Uğultu... O dağ yürüyor... Dağ yürüyor... Dağ yürüyor...
Uğultu... Uğultu... Uğultu... Uğultu... Ohh!... Ayağa kalkmak istiyorum ama muktedir değilim...
Başımı kımıldatamıyorum, mecâlim yok... Parmağımı oynatamıyorum... Namaz kılar gibi oturuyorum...

.... Sanki üstüme geliyorlar... Çok sesleri yaklaştı... O dağ yaklaştı... Açılıyor... Açılıyor.. Sisler içinde...
sâdece yeşile bürünmüş hayâletler, bedenler seziyorum... Yalnız başları görünüyor... Saçları da yeşil...
MAKAM-I SUĞRA...

... Çok yaklaştılar... Şimdi Naât-ı Şerif'e benzeyen kudüm sesleri, tamburalardan çıkan sesler gibi
sesler duyuyorum... Naât-ı Şerif'e benzeyen sesler... Nefis bir musikî!.. İnsandan bir başak tarlası sanki...

... Tamâmen açıldı... Dağ kayboldu... Bulutlar dağıldı... Gümüşî ışık daha çok aydınlattı... Yüzlerini görüyorum...
Yüzlerini görüyorum... Bedenler beyaz bulutlara, yeşil tüllere sarınmış... Kayar gibi birisi ağır ağır ilerliyor...
Musikî daha arttı... Ne lâtif bir musikî!.. Naâtın temposuna uyarak ağır geliyor... Yüzü o gümüşî ışıktan sanki bir parça...
Ağır ağır... Korkuyorum!... Tebessüm ediyor...
Varlık-
(kendi mübârek sesleri ile) MEHMED BİN MURAD EL MUZAFFER DÂİMA... (3) ... Ohh!... (teşevvüş hâli) ......
V-
(kendi mübârek sesleri ile) MEHMED BİN MURAD EL MUZAFFER DÂİMA...
İ- Ben ve arkadaşlarım dua ettiler... TANRI kabul etsin. Nur içinde yatasınız. Fatih Sultan Mehmed...
V-
(kendi mübârek sesleri ile) Haddün bilesiz, mütelezziz olasız!..
İ- Devletlüm, sizleri dinliyoruz, efendim. Sizlere sual sormak haddimiz değil. Bizleri irşad ediniz. TANRI rızâsı için.
V-
(kendi mübârek sesleri ile) Mürşide muhtaç olanın irşat haddi değildir.
İ- Efendim, ricâmız odur ki, MAKAM-I SUĞRA hakkında bir bilgimiz yoktur. Medyumumuz ilk defa bu kata çıkmıştır.
Biraz bulunduğunuz yer hakkında bilgi verir misiniz?
M- ... Cesedimizi sadâ-yı mübâreklerinden kestiler.
İ- ???
V- MAKAM-I SUĞRA, MAKAM-I ŞÜHEDÂ'dan sonra gelen, ENBİYA-YI İZ'AM'ın altında bulunan bir makamdır ki,
onlarca Yeryüzü'ne tekrar gönderilmek mesele değildir. Mükâfatı, sâdece Yevm-i Kıyâmet'i beklerler.
İ- Devletlüm, bir sualimiz de şudur, efendim. Kaç tâne Ümm-ül Hayr vardır? Bunun hakkında mâlûmat verir misiniz?
V- Sûre-i Şuarâ'da işâret buyrulmuştur... Üç tâne Ümm-ül Hayr vardır... ÖMER-ÜL HATTAB'ın vâlide-yi muhteremleri,
MEMÛN'un vâlide-yi muhteremleri ve CENÂB-I MUSTAFA KEMÂL'in vâlide-yi muhteremleri...
İ- Üç tâne???
V- ÖMER-ÜL HATTAB'ın vâlide-yi muhteremleri, MEMÛN'un vâlide-yi muhteremleri
ve CENÂB-I MUSTAFA KEMÂL'in vâlide-yi muhteremleri...
İ- Şimdi İlm-i Ledün ile İlm-i Nücûm arasındaki fark nedir? Lûtfeder misiniz?
V- İlm-i Ledûn, enbiyâ ve evliyâ mesleğini tâlim eden ilimlerdir ki, kanunları yoktur.
Sâdece maddeyi kendisine esir eder ve mâneviyâtın şâhikasına yükselmeyi bize tâlim eder. Öğretmenle kullanılır.
İlm-i Nücûm, yıldızlar ilmidir. Mükevvenat'ta ne kadar canlı varsa, o sayıda yıldız vardır.
LEVH-İ MAHFUZ'un bir aksini, bir katresini bu yıldızlarda okumak kaabildir.
İ- Şu halde yıldız fallarının bir esâsı var.
V- Asla!... Asla!..
İ- Yıldızlara bakmakla ne şekilde Levh-i Mahfuz okunabiliyor?
V- Bu, takaatım dışındadır... Siz İlm-i Nücûm'u bırakınız, İlm-i Kozmografi'ye ehemmiyet veriniz.
İ- Muhterem Devletlüm, bugünkü memleketimizin ahvâli hakkında, gidişâtı hakkında mâlûmat lûtfeder misiniz?
V- Şimdi muhtel-i şuur değilseniz, esas yolunuzu tesbit edersiz... Edersiniz...
İ- Muhterem üstâdım, Medyumumuz bunu iyi nakledemediler. Lûtfederseniz, bir daha söylesinler...
V-
(kendi mübârek sesleriyle) Haddin bilesiz, mütelezziz olasız! (Medyum teşevvüş hâlinde) .......
İ- Devletlüm, Medyumumuz çok sıkıntıda. Rahat konuşamıyor... Ve sözlerinizi iyi nakledemiyor.
Lûtfediniz, bir daha tekrarlasın, efendim.
V- Muhtel-i şuur değilseniz, esas yolunuzu tesbit edersiniz
İ- Celâl Bey diyorlar ki, "Üçüncü bir cihan harbi olursa, İstanbul'un başka bir devlet tarafından
işgâli mümkün mü?"
V- Bilesiz ki, İstanbul'u kuşağınızın orduları değil, Şühedâ Evlâd-ı Hasan, Evlâd-ı Hüseyin
ve nihâyet Hazret-i Eyüp mübâreklendirdi.
İ- Celâl bey diyorlar ki, "İstanbul'un fethinde Bizanslılar'a tanınan hakları sonradan bir hata olarak
kabul ediyorlar mı?"
V- Asla!.. Ben Emr-i İlâhî'yi, Emr-i Kitâbî'yi, Emr-i Müstağnî'yi yerine getirdim. Önüne, hak
ve adâlet ekmeğini sofrasına koyduğunuz insan, arkadan kancıkça sizi hançerlerse, bu kabahat sizin değildir.
Ben bu mertebeyi o Adl-i İlâhî'yi, o Emr-i Kitâbî'yi yerine getirmekle, cibilliyetimin iktizâsına göre
hareket etmekle kazandım.
İ- Efendim, arkadaşlarımız diyorlar ki, "Kardeşlerinizi öldürtmekle... bunu ne şekilde izah edebilirsiniz?"
V- Emr-i Kitâbî, "Fert zarâr-ı amme, fitne menfaat-ı şahsiyeyi ihlâl eder" der. (?)
İ- Devletlüm, İstanbul'un fethini kitaplardan okuduk. Fakat bizim bilmediğimiz tarafları var mı?
Eğer varsa, lûtfeder misiniz?
V- "Târih-i Ebü'l Feth"i sizin anlıyabileceğiniz hâle getirirlerse, o zaman bilmediğiniz taraf kalmez.
İ- İstanbul'un fethinde yabancı milletler Sarkapulka denen bir kapının açık bırakılarak
Türkler'in oradan girdiğini söylerler. Bu doğru mudur?
V- Doğrudur. Doğru... Bâd-ı seherde hücum ettiğimiz Edirne Kapısı'nın sol cenâhında, cânibindedir...
Ama bunları Rumlar değil; bizim daha önce yerleştirdiğimiz bir grup serdengeçti açmıştır.
İ- Efendim, Şükrü Bey diyorlar ki, "Bundan sonra Türkiye Cumhuriyeti'nin sizin gibi kuvvetli,
dirâyetli bir başkan gelecek mi?"
V- Bu budunun başına ben getirilmedim. Budunun büyüklüğü, ululuğu beni içinden çıkardı.
O, bu buduna mensup değil midir ki, ondan şüphe eder?
İ- Bu ne zaman olacak? Ve kimdir, efendim?
V- El gaybı taâlallah.
İ- Şükrü Bey diyorlar ki, "Memleketimizde siyâsî ölüm olacak mı?"
V- Evvelâ mevta hâline gelmiş kimselerin defin merâsimlerini yapmadın. Teşhis ve tekfini bitirin.
Ondan sonra bunları düşünün.
İ- Bir sualim de şu efendim...
M- ... Susunuz!.....
(Varlık, Medyum'la konuşur) ... Sorunuz!...
İ- Üçüncü Cihan Harbi olacak mı? Böyle bir harpte memleketimizin durumu ne olacak?
V- Evvelâ Ruhlarınız'daki başlangıçta olan çıfıtlık harbini sulha kavuşturunuz. Ondan sonra
hiçbir harpten korkmazsınız.
İ- Şükrü Bey soruyorlar: "Devletlüm'den rica ediyorum, acaba seçimlerin sunucunda kim iktidara gelecektir?"
V- Meyhâne-yi mânevînizde hâlâ sarhoş olmamakta devam eder, ayılırsanız, arzu ettiğinizi getirirsiniz.
Aksi hâlde meyhânecinin arkadaşı bozacı mülk-ü millete hâkim olur.

MUHTEL-İ ŞUUR, MUHTEL-İ VİCDAN, MUHTEL-İ İDRAK OLMAYINIZ!
Muhtel-i şuur, muhtel-i vicdan, muhtel-i idrak olmayınız!
Muhtel-i şuur, muhtel-i vicdan, muhtel-i idrak olmayınız!

İ- Devletlüm, bizim neslimize, ve bizden sonraki nesillere kalmak üzere nasihatleriniz var mı?
V- Bir tek!... Bir tek!... ECDÂDINIZA LÂYIK AHVÂD, AHFÂDINIZA LÂYIK ECDÂD OLUNUZ!...
İ- Arkadaşların şahsî sualleri var. Lûtfeder misiniz?
V-
'kendi mübârek sesleriyle) Pîr-u pâk olunuz!...
... Sorunuz!...
İ- Devletlüm, Sâliha Hanım zihnen rica ediyorlar... Lûtfediniz.
V- .... Aldanmamak için BİR tarik vardır. Tek bir tarik vardır: ALDATMAMAK!..
İ- Berna Hanım soruyorlar.
V- ... Tecrübe edilmeden dikilen elbise, bedene oturmaz!
İ- Câvit Bey soruyarlar.
V-.... Vahdet.... Sırçadan köşk yaptıran, kaabil-i muhafaza tertibâtı alması lâzımdır.
İ- Celâl Bey soruyorlar.
V- .... Tabiat-ı eşyâyı zorlamak, atılan okun geri dönmesi gibidir. .... Tabiat-ı eşyâyı zorlamak,
atılan okun geri dönmesi gibidir. .... Tabiat-ı eşyâyı zorlama!... Zorlama!.. ....
Tabiat-ı eşyâyı zorlama!..
İ- Şükrü Bey soruyorlar.
V- .... Kâğıttan yapılan kîsenin delinmesi çabuk olur.
İ- Ümit Bey soruyorlar.
V- .... Bulgur yapacağın buğdayın fazla dövülmeden kepeğe katılması lâzımdır.
İ- ......
V- ... Sorunuz!
İ- Abidin Bey soruyorlar.
V- .... Kilden çanak çömlek isterseniz, kirden ayıklanması, saf hâle getirilmesi lâzımdır.
İ- Bülent Hanım soruyorlar.
V- .... Kandili yakması mukadder... Sonra bahtiyarlık ışığına kavuşacak... Kandil yakması mukadder...
Sonra bahtiyarlık ışığına kavuşacak...
İ- Türkân Hanım soruyorlar.
V- ... Sualiniz içindeki kudret-ü niyete bağlıdır.
İ- Zehra Hanım soruyorlar.
V- ... Hakkıdır. Hakkıdır ama, daha mahrem olarak hakkını elde etmeye çalışsın.
İ- Muzaffer Hanım rica ediyorlar.
V- .... Gönül suyuyla yıkamaya devam etsin. Ak olacak.
İ- Fatma Hanım rica ediyorlar.
V- ... Tırnak uzaması neticesi rahatsızlık veriyorsa, sındığıyla kessin!
İ- İhsan Hanım soruyorlar.
V- ... Eğlenceyi, zevki düşündüğü kadar elindeki nimetin kadrini bilsin!
İ- Bülent Hanım tekrar rica ediyorlar.
V- .... Meyva alabilmek için, meyvanın değeri kadar emek sarfetmek lâzım.
Ceninin ana rahmindeki durumunu düşün!..
Emek sarfetmezse, hüsrân olur!...
İ- Celâl Bey soruyorlar.
V- ... Kendi kapısının anahtarını kaybedenler, başka eve giremez, sokakta kalırlar.
İ- Muhterem üstâdım, şimdi ben bir sual soruyorum.
V- Sor!... Ay bulutun arkasına girdiği zaman elbette ışık vermez! Bu, ayın ışık vermediğine delil değildir.
M- ..... Karşılıyorlar...... Uğurluyorlar...
İ- Evet.

Dikkatinizi çekmiştir, Medyum bu sefer uzun uzun bulunduğu mevkii ve hissettiklerini anlatıyor... Daha önce de verdik ama, Medyum'un sözünü ettiği vasatları tekrarda fayda var.

İNTİZAR MENZİLİ, "Bekleme Yeri" demektir.
MUVAKKAT MENZİL, "Geçici bekleme Yeri" demektir.
MAKSUT MENZİLİ, "Ulaşmak İstenen Yer" demektir.
MENZİL-İ ŞÜHEDÂ, açık, "Şehitler Yeri" demektir.
MAKAM-I SUĞRA... SUĞRA, "en küçük, daha, pek" anlamına geliyor. "En Küçük Makam" olabilir mi?.. Peygamberler Makamı'nın altında olduğu için, orası BÜYÜK MAKAM ise, burası da KÜÇÜK MAKAM anlamında olabilir.

Bilinmeyen kelimelere gelince; NAÂT-I ŞERİF , Mevlevî âyînlerinde okunan bir bestedir, Naât-ı Mevlâna'dır.
MÜTELEZZİZ OLASIZ, "tad alın" demektir.
MUHTEL , "düzeni bozulmuş, bozuk, eksilmiş, zarara uğramış" demektir. Muhtel-i Şuur, "bilinci bozuk", muhtel-i vicdan "vicdânı bozuk, vicdansız", muhtel-i idrak "idrâki noksan, idraksiz" demektir.
MÜSTAĞNİ , " ihtiyaçsız, ihtiyaç duymayan, elinde olanla yetinen, doygun, nazlı davranan, eskimiş" anlamlarına gelir. Celsede "hiçbir şeye ihtiyaç duymayan ALLAH'ın emriyle" mânâsında Emr-i Müstâğni olarak geçmiş...
CİBİLİYET , "yaradılış" demektir.
İKTİZA , "gerekli olma, gerekme" demektir.
MEVTÂ , "ölü, ceset, ölmüş kimse" demektir. Siyâsî ölüler için kululanılmış.
TEKFİN , "kefenleme" demektir.
AHFAD , "torunlar" demektir.
ECDÂD , "dedeler. babalar, büyük babalar" demektir.
ÇIFIT , "Yahudi, hileci, düzenbaz" demektir.
TARİK , "yol" demektir.
PÎR-U PÂK , "tertemiz, lekesiz" demektir.
ENBİYA-YI İ'ZAM , "Büyük peygamberler" demektir. İ'ZAM"ın , "bir kimseyi gönderme, yollama" anlamı da vardır. Böyle alınırsa "gönderilmiş olan peygamberler" demektir.
YEVM , "gün" demektir. YEVM-İ KIYÂMET , "Kıyâmet Günü" anlamındadır.
HURUFÎLİK , harflerden rakamlar, ve onlardan mânâ çıkaran tarikattır. Seyyit Nesimî celsesinin incelemesinde bu konuda bilgi verilmişti.
LEDÜN , "(Tanrı) huzuru, (Tanrı) katı" demektir. Böylece İLM-İ LEDÜN , TANRI'nın bildiği, ancak seçtiği kullarına bildirdiği ilimdir. İlm-i ledün, Allah ile ilgili bilgi ve sırlara ait ilim, gayb ve mârifet ilmidir. İlm-i Ledün, çalışmak ve gayretle ele geçmez. Ancak ALLAH tarafından ihsân edilir, seçilmiş kimselere mahsûstur. Umûma şâmil değildir. KURAN-I KERİM'de Hz. MÛSÂ ve arkadaşı için,

- "Fe vecedâ abden min ibâdinâ âteynâhu rahmeten min indinâ ve allemnâhu min ledunnâ ilmâ "
- "(Orada) Kullarımızdan bir kul buldular ki, Biz ona katımızdan bir rahmet vermiştik
ve ona katımızdan bir ilim öğretmiştik,"
(Kehf Sûresi , 65. Âyet)

diye geçer. Bu zâtın ilmi Hz. Mûsâ'dan da, yanındaki arkadaşından da üstündür. Ancak o da ALLAH'ın kuludur. Şöyle anlatılır:

- "Mûsâ ona dedi ki: 'Doğru yol (rüşd) olarak sana öğretilenden bana öğretmen için sana tâbi olabilir miyim?'
O zât ise, 'Sen benim beraberliğime tahammül edemezsin,' dedi. 'Havsalanın almadığı bir şeye nasıl dayanacaksın?'
Mûsâ, 'İnşâallâh benim sabırlı olduğumu ve sana hiçbir işte karşı gelmeyeceğimi görürsün,' dedi.
O da, 'Eğer bana uyacaksan, hakkında sana açıklama yapıncaya kadar bana hiçbir şey sormayacaksın,' dedi.
Derken yola koyuldular. Nihâyet bir gemiye bindiklerinde, (o zat) onu (gemiyi) deldi.
(Musa), 'Gemiyi, içindekileri boğmak için mi deldin? Doğrusu şaşılacak bir şey yaptın,'” dedi.
(O zât )Dedi ki, 'Gerçekten benimle birlikteliğe sabretmeye kesinlikle güç yetiremeyeceğini, ben sana söylemedim mi?'
'Ne olur,' dedi Mûsâ, 'unuttuğum bir şeyden dolayı beni sorguya çekme ve şu işimde bana güçlük çıkarma.'
Gene yola düştüler. Derken bir erkek çocuğa rastladılar, o zât, çocuğu öldürdü.
Mûsâ 'Bir cana kıymamışken tuttun, tertemiz birisini öldürdün.
Andolsun ki, pek kötü ve menedilmiş bir şey yaptın sen,' dedi.
O (kişi), 'Ben sana dememiş miydim?' dedi, 'Sen benimle birlikteliğe asla katlanamazsın diye?!'
Mûsâ, 'Eğer bundan sonra sana bir şey hakkında soru sorarsam, artık benimle arkadaşlık etme.
Doğrusu, tarafımdan (dilenecek son) özre ulaştın (bu son özür dileyişim)' dedi.
Yine yola koyuldular. Nihâyet bir şehir halkına varıp, onlardan yiyecek istediler.
Halk onları konuk etmek istemedi. Derken orada yıkılmaya yüz tutmuş bir duvar gördüler.
O zât hemen o duvarı doğrulttu. Mûsâ, 'İsteseydin, bu iş için bir ücret alırdın' dedi.
O zât, 'İşte,' dedi, 'seninle benim aramda artık ayrılık bu!
Sabredemediğin şeylerin içyüzünü haber vereyim sana.
Gemi var ya, o gemi, denizde çalışan yoksul kimselerindi. Onu kusurlu kılmak istedim.
(Çünkü) onların arkasında, her (sağlam) gemiyi gasbetmekte olan bir kral vardı.
'O küçük çocuğa gelince, onun annesi ve babası mü’min kimselerdi. Onun (büyüyünce), annesini babasını,
aşırı sevgileri sebebiyle kendisi gibi azgınlığa, eşkıyalığa, inkâra ve küfre sürüklemesinden korktuk,' dedi.
'İstedik ki, Rableri, bunun yerine onlara daha temiz, daha merhametli birini versin.' dedi.
'Duvara gelince, o şehirdeki iki yetim çocuğa âitti ve altında onlara âit bir hazine vardı.
Babaları da sâlih biriydi. Rabbin onların erginlik çağlarına ermelerini
ve Rabbinden bir rahmet olarak hazinelerini çıkarmalarını diledi.
Ben bunu kendi görüşümle yapmadım.
Haklarında sabır gösteremediğin şeylerin içyüzü işte budur.'

(Kehf Sûresi , 66-82. Âyetler)

Ne güzel, ibret verici bir kıssa değil mi?.. ALLAH'ın böyle sevgili ve gizli kulları vardır. Bâzıları Peygamberler'e bile ders verirler. Ancak, dikkatinizden kaçmasın, o muhterem zât diyor ki, "Ben bunu kendi görüşümle yapmadım." Yâni, herşey gibi, o da ALLAH'ın isteğine, irâdesine, takdirine bağlı!..

- "(Süleyman), 'Ey ileri gelenler!
Onlar bana teslim olmadan önce, hanginiz bana onun (Sabâ Melikesi Belkıs'ın) tahtını getirebilir?' dedi.
Cinlerden bir ifrit, '“Sen yerinden kalkmadan önce, onu getiririm, buna gücüm yeter,' dedi.
Kitâb'tan (ALLAH tarafından verilmiş) bir bilgiye sâhip olan kimse ise ,
'Ben,' dedi, 'gözünü yumup açmadan onu getiririm sana.'
Derken (Süleyman) baktı ki, taht yanında durmada! Onu görünce, 'Bu,' dedi, 'Rabbimin lûtfundan, ihsânından!
Şükür mü edeceğim, nankör mü olacağım, beni sınamak istiyor.
Fakat şükreden, mutlaka kendisini faydalandırmış olur ve nankörlük edene gelince,
hiç şüphe yok ki Rabbim, kullarından müstağnîdir, onlara karşı lütuf ve kerem sâhibidir,' (dedi)"

(Neml Sûresi , 38-40. Âyetler)

İşte kıssalarda geçen her iki kişi de İlm-i Ledün sâhibi muhterem zatlardır.

NÜCUM , "tulû' etmek, doğmak" demektir. Bu kavramdan hareketle İLM-İ NÜCUM , "Yıldızlar İlmi, Astroloji" anlamındadır. "Astronomi" mânâsına kullanıldığı da olur. Varlık, "Siz İlm-i Nücûm'u bırakınız, İlm-i Kozmografi'ye ehemmiyet veriniz," diyor ki, KOZMOGRAFYA, "astronominin, matematik ve fiziğin yalnız ana kavramlarından yararlanarak, Kâinat'la ilgili en bellibaşlı olayları konu alan dal"dır, ve yerinde bir nasihattır.

SÛRE-İ ŞUARÂ , Hz. Mûsa, Hz. İbrâhim, Hz. Nuh, Hz. Sâlih, Hz. Lût, Hz. Şuayb kıssaları ile Peygamberimiz Hz. Muhammed'in çevresindeki müşriklere hitâbı hakkındadır. Boş şeyler hakkında şiir yazan şâirlere de çatar. O yüzden adı "Şâirler Sûresi"dir... Ancak içinde Üç Ümm-ül Hayr hakkında bir işâret göremedik. Belki gizli mânâlarda saklıdır.

Kayıtlarda Ümm-ül Hayr olarak birincisi Hz. Ebubekir'in annesi Binti Sahr verilmektedir. Ebu Kuhafe ile evlenmiştir. İkinci Ümm-ül Hayr olarak Peygamberimiz'in kızı Hayrünnisa Betül Zekiyye Fatıma verilmektedir. Hz. Ali ile evlenmiştir. Üçüncü Ümm-ül Hayr olarak Abdülkadir Geylâni'nin annesi Fâtıma verilmektedir. Bunların üçünün de evlâtları hayırlı olduğu için anaları da elbette hayırlıdır. Ancak bizim kurduğumuz Rûhî İrtibatlar'da biri bu Celse'de, biri de ABDÜLHAMİD HAN celsesinde, iki defa Üç Ümm-ül Hayr, "ÖMER-ÜL HATTAB'ın vâlide-yi muhteremleri, MEMÛN'un vâlide-yi muhteremleri ve CENÂB-I MUSTAFA KEMÂL'in vâlide-yi muhteremleri" diye verildi... Bunlar hem TÜRKLER , hem de MÜSLÜMANLAR için hayırlı annelerdir... Elbette ki, doğrusunu ALLAH bilir ama, siz hangisine inanırsanız...

Varlık, "Öyle bir makamdır ki, o ruhlarca Yeryüzü'ne tekrar gönderilmek mesele değildir" diyor... Bundan anlıyoruz ki, başka ruhlar Yeryüzü'ne tekrar tekrar geliyor. Yâni Varlık reinkarnasyonu tasdik etmiş oluyor... Biz daha önce demiştik ki, " Reinkarnasyon 3 şekilde tesbit edilebilir. Birincisi, HATIRLAMALAR'dır. İkincisi, EKMİNEZİ çalışmalarıdır. Üçüncüsü, irtibat kurulan BEDENSİZ VARLIKLARIN YAPTIKLARI AÇIKLAMALAR'dır." İşte bu ifâde onlardan biridir. Böyle bir açıklama HÜSÂMEDDİN ÇELEBİ Celsesi'nde de geçmişti.

EVLÂD-I HASAN , EVLÂD-I HÜSEYİN; HZ. MUHAMMED'İN TORUNLARI HZ. HASAN ve HZ. HÜSEYİN soyundan gelenler, yâni EHL-İ BEYT kastedilmiştir. EHL-İ BEYT, "ev halkı" demektir. Peygamberimiz'in soyundan sâlih olanlar kastedilmiştir ki, çoğu öyledir. Ama arada Mekke Şerifi Hüseyin gibi, üç-beş altın ve taht sevdâsı için İngilizler'le birlik olup, İslâm'a ve Osmanlı'ya ihânet edenler de çıkmıştır.

"Kardeş katli" sorusuna verilen cevap "Fert zarâr-ı amme, fitne menfaat-ı şahsiyeyi ihlâl eder" gibi karışık bir ifâde... Anlaşılamadı. Ama kastedilen, "Şahsın menfaati fitneye dönüşüp ammenin zararına yol açıyorsa, Kitâb'a uygundur" olsa gerek!..

"El gaybı taalallah", "Gaybı ancak ALLAH'ındır, Allah bilir" demektir.

(3) Celse İdârecisi, Sultan Genç Osman celsesinden aldığı dersle akıllanmış, Fâtih'e "Devletlüm" diye hitap ediyor. Bu sefer Fâtih az-çok tanınmış bir şahsiyet olduğu için uygun sualler sorulmuş ama; ne onu, ne de onun dönemini iyi bilen çıkmadığı için, gene gelen Varlık'tan yeteri kadar yararlanılmamış, zamanın çoğu şahsî sualler ile geçmiş... Tabii onlar da bize birşeyler öğretir ama asıl önemli olan târihî, siyâsî ve dînî boyutları olan bu Muhterem Zat'tan kendisi ile ilgili bilgiler alabilmek idi.. İşte o yüzden "Fâtih Sultan Mehmed Han'ı bir iyice tanıyalım," dedik.

FÂTİH SULTAN MEHMED , yâni, Sultan II. Mehmed, Avrupa'da tanınan adıyla, Makyavelli'nin tâbiri ile "Grand Turco (Büyük Türk)" veya "Turcarum Imperator (Türk İmparatoru)" 30 Mart 1432'de doğmuştur. Osmanlı İmparatorluğu'nun yedinci pâdişâhıdır. İstanbul'u fetihinden sonra "Fethin Babası" anlamına gelen "Ebû'l-Feth" , daha sonraki dönemlerde ise "Çağ Açan Hükümdar" ve "Doğu Roma İmparatorluğu'nun Hükümdarı" anlamında "Kayser-i Rûm" olarak anıldı. Bu "Kayser-i Rum" ve "Sultân-ı Rum" tâbirlerini ondan sonraki pâdişahlar da kullandılar. Batı Roma İmparatorluğu zâten 476'da yıkılmıştı.

Mehmed, 27 Receb 835 (30 Mart 1432) Pazar günü, şafak vaktinde, Devlet'in o zamanki pâyitahtı olan Edirne'de, Sultan II. Murad'ın dördüncü oğlu olarak dünyaya geldi. Annesi Hümâ Hatun'dur. Babinger ve Lord Kinross gibi bâzı târihçiler bu muhterem kadının "gayrimüslim bir köle", yâni câriye olduğunu iddia ederlerse de, doğru değildir. Olsa da farketmezdi. Annesi câriye olan Pâdişâhlar'ın hiçbiri TÜRK ve MÜSLÜMAN olduğunu unutmamıştır. Sâdece onlar değil; câriyelikten vâlide sultanlığa terfi eden Analar'ı da TÜRK ve MÜSLÜMAN olarak ülkeye hizmet etmişlerdir. Arniyetlilerin Fâtih'in anasıyla uğraşmaktan vazgeçmeleri gerekir.

Mehmed 2 yaşına kadar Edirne'de kaldıktan sonra, 1434’te sütninesi ve küçük ağabeyi Ali ile birlikte 14 yaşındaki büyük ağabeyi Ahmed’in Sancakbeyi olduğu Amasya'ya gönderildi. Burada ağabeyi Ahmed'in erken yaşta ölmesi üzerine, Mehmed 6 yaşında Sancakbeyi oldu denirse de, rahmetli Halil İnalcık bunu "şüpheli" bulur. O yaşta Sancakbeyi olsa bile, yanında lalası, tecrübeli bir devlet adamı bulunur, işleri onun tavsiyesine göre yürütürdü. Diğer ağabeyi Aladdin ise Manisa'da (Saruhan) Sancakbeyi idi. İki yıl sonra babaları II. Murad'ın tâlimatıyla iki kardeş yer değiştirdiler ve Mehmed Saruhan Sancakbeyi oldu.

Mehmed’in eğitimi için babası çeşitli hocalar görevlendirdi. Ancak zeki olduğu kadar hırçın bir çocuk olan Mehmed’in eğitilmesi kolay olmadı. Sonunda babası heybetli ve otoriter bir alim olan Molla Gürânî’yi görevlendirdi. Anlatılana göre Sultan Murad, Molla Gürânî'ye bir değnek vermiş ve Mehmed itaatsizlik ederse kullanmasını söylemişti. Molla Gürânî Mehmed’e, dersini dikkate almayan bir öğrencinin hocası tarafından dövülmesi ile ilgili edebî bir cümleyi inceletmiş, Mehmed durumun ciddiyetini kavrayarak eğitimine önem vermeye başlamıştır.

Şehzâde Mehmed'in medrese kökenli hocalarının yanısıra bilgi edindiği Batılı şahsiyetler de bulunmaktaydı. Saruhan (Manisa) Sarayı'nda İtalyan hümanisti Anconalı Ciriaco ve Saray'daki başka İtalyanlar onun Avrupa Târihi ile Antik Yunan filozoflarının hayatlarıyla ilgili kitaplar okumasına önayak olmuştu. Bu durum Şehzâde Mehmed'e bir kaç dil ve bir kaç kültür hakkında bilgi kazandırmıştır... Bundan da anlıyoruz ki, Osmanlı Pâdişahları öyle iddia edildiği gibi gerici, tutucu, bilgisiz falan değildi. Topkapı Sarayı arşivinde bulunan II. Mehmed'in şehzâdelik yıllarına âit karalama defterinde Lâtin harfleri, Arap harfleri, Roma büstlerini andıran insan çizimleri ve Osmanlı figürleri bulunmaktadır. Mehmed'in TÜRKÇE'ye ek olarak Arapça ve Farsça'nın yanısıra Lâtince, Yunanca ve İtalyanca bilmesi bu dönemdeki eğitimine dayanır.

Sultan II. Murad 1443 yazında Karaman beyi İbrahim'i Anadolu’da yenilgiye uğrattıktan sonra, Ekim ayında Edirne'ye döndüğünde, János Hunyadi, Macar Kralı Ladislas ve Sırp Despotu Yorgo Brankoviç önderliğinde bir Hristiyan ordusunun Tuna’nın güneyindeki Osmanlı topraklarını istilâ etmeye başladığı haberini aldı. Aynı dönemde Amasya’dan Şehzâde Ali’nin öldüğü haberi geldi. Diğer ağabeyinin de sonradan erken yaştaki ölümü sonucu Mehmed tahtın vârisi oldu... Bir süre sonra Sultan II. Murad kendi isteğiyle tahtını oğluna bırakıp çekildi... Bu, Osmanlı Târihi'nde ilk ve tek vak'adır. Bir sultanın tahtına oğluna bu şekilde terkedip çekilmesi görülmedik bir şeydi. Sebebini aşağıda anlatacağız. Ama önce, uzun uzun bu noktaya nasıl gelindi, onu anlatmamız gerek... Sabrınıza sığınıyoruz.

Aslında TÜRK soyundan olan Macarlar (Hungarlar - Hun soyu Türkler) ile Osmanlı arasında düşmanlık vardı. Macarlar hıristiyandı, tıpkı TÜRK soyu Bulgarlar gibi... Müslüman Türkler'in Avrupa'ya geçmiş ve yayılmış olmasını bir türlü hazmedemiyorlardı.

18 Mart 1442 Mezid Bey kumandasındaki bir akıncı kuvveti Transilvanya'ya girmiş ve alışılmış akınlardan ve Sent İmre mevkiinde bir başarı elde ettikten sonra, Hermanştad kalesini kuşatmıştı. Bu sırada Jan Hunyad (Hunyadi Yanoş) kalenin imdâdına koştu. Muhasarayı kaldıran Mezid Bey, Hunyad'ı karşıladı. Şiddetli bir savaşta Hunyad'ın arkadaşı Simon dö Gemeni 3.000 kişi ile maktûl düştü ve zafer Türkler'de kalmak üzere iken, Hermanştad'daki mahsur kuvvetin bir çıkış hareketiyle muharebeye katılmaları üzerine, iki ateş arasında kalan akıncılar, berâberlerinde olan esirleri bırakarak ve 20.000 maktûl verdikten sonra mağlup oldular. Kumandan Mezid Bey ile oğlu da maktûl düştüler. Hıristiyanlar ele geçirdikleri Türk esirleri vahşice bir işkence ile, zafer sofrasında yemek yerken katledildiler. Bu zaferi müteakip Jan Hunyad Eflâk'a girdi ve Tuna'nın iki sâhilinde olan yerleri tahrip ederek çekildi.

Jan Hunyad'ın bu başarısı Avrupa'da şöhretine sebep oldu. Osmanlı Devleti de bu mağlûbiyetin acısını çıkarmak üzere, aynı sene Eylül ayındı bir kuvvet sevkine karar verdi ve Rumeli Beylerbeyi Kula Şâhin veya diğeri adıyla Hadım Şehâbeddin Paşa kumandasıyla Rumeli'den başka Anadolu'dan da altı sancak sipâhi alınarak büyük bir ordu gönderildi. Kuvvetine mağrur olarak ihtiyatsız hareket eden Osmanlı kumandanı, tecrübeli akıncı beylerinin tavsiyelerine ehemmiyet vermediğinden dolayı, Jan Hunyad tarafından Vazağ mevkiinde pek fena hâlde yenildi... Değerli ve tecrübeli ümerâdan onbeş ulu bey harb meydanında kaldı... Bu esir beyleri unutmayın!.. Kumandan Şehabeddin, yâni Kula Şâhin Paşa kaçarak Tuna'yı geçti ve derhal Beylerbeyilik'ten azlolunarak, yerine Kasım Paşa Rumeli Beylerbeyi tâyin edildi.

Hıristiyanlar'ın bu iki galibiyeti, Türkler aleyhine bir Haçlı Seferi'nin teşkiline vesile oldu ve yapılacak seferin sevk ve idâresi Polonya ve Macaristan kralı Vladislas'a verildi.

Osmanlılar'ın Hermanştad ve Vazağ bozgunları Jan Hunyad'ın Avrupa'da şöhretini iyice arttırmış ve bundan istifâde edilerek Papa IV. Öjen'in teşvikiyle Türkler aleyhine derhal bir ittifak hâsıl olmuştu. Bu ittifaka Macarlar'dan başka Leh (Polonya), Ulah (Eflâk) ve Sırplar'la Alman İmparatorluğu dâhilindeki milletler, Fransa ve Belçika gönülleriyle Anadolu'da Karamanoğlu İbrahim Bey de dâhil olmuştu.

22 Temmuz 1443'de Macaristan'ın merkezi olan Offen, yâni Budin'den hareket ile Semendire yakınında Tuna nehrinden karşıya, yâni Sırbistan'a geçen bu orduya bâzı Bulgarlar'la Bosnalılar ve Arnavutlar da katılmışlardı. Sultan II. Murad'a dost görünmesine rağmen Bizans İmparatoru Yuannis de, hem Papa'ya ve hem Macar Kralı'na elçiler göndermek suretiyle onları Türkler aleyhine tahrik etmişti.

Müttefiklerin başında Polonya ve Macaristan Kralı Vladislas ile iki büyük muharebenin galibi Jan Hunyad bulunuyorlardı. Macarlar'a iltica etmiş olan Sırp despotu Jorj Brankoviç ile Eflâk Beyi Kont Drakula ve Papa'nın Vekili Kardinal Jülyen Cezzarini de bu orduda idiler. Ordunun önünde 12.000 seçkin süvâri ile Jan Hunyad ilerliyordu. Jan Hunyad Sırbistan'ı istilâ ve Kruşevac (Alacahisar), Şehirköy ve Niş'i tahrip edip yaktı. Macar kralı VLadislas iki gün ara ile Jan Hunyad'ı tâkip ediyordu. 1443 Ekim ayında Osmanlı topraklarına giren Haçlılar'la ilk muharebe 3 Kasım 1443'de Morava nehri kenarında ve Niş civârında oldu. Burada Osmanlı ordusu üç kol halinde muharebeye katıldı. Bunlar Rumeli Beylerbeyi Kasım Paşa kumandasında bulunuyorlardı. Türk ordusu maalesef mağlûp oldu. 4.000 esir, 2.000 maktûl verdi.

Savaşı fırsat bilerek Karamanoğlu'nun Haçlılar'la berâber hareket etmesi üzerine, Sultan Murad Anadolu'ya geçerek Konya tarafına gitmiş, Karamanoğlu'nu yenmiş, ve mağlûp Karamanoğlu'yla acele bir anlaşma yaparak, sür'atle Edirne'ye, oradan da Sofya'ya hareket etmişti... Bu sırada Haçlı ordusu Morava muharebesini kazandığından, Sultan Murad Balkanlar'ın güneyine çekildi. Haçlı kuvvetleri Bulgaristan bölgesine girerek Sofya'yı aldılar. Haçlılar'la birleşen Bulgarlar, onlara hem süvâri kuvveti ve hem de yiyecek tedâriki için yardım ettiler. Haçlılar, Balkanlar'ın güneyine inerek ilerlediler. Fakat burada, yâni Balkan dağlarında Derbend denilen dar boğazları geçmek zorunda idiler. Uğradıkları Karaboğazı geçidi Türkler tarafından tahkim edilmiş olduğu için, tereddüde düştüler. Trayan geçidi diye bilinen Balkan geçidinden geçmek istediler.. fakat burası da kaya parçalarıyla kapatılmış ve kış münasebetiyle (1443 Aralık ayı) dağın yamacından sular akıtılarak yollar buz tutmuş olduğundan buradan da geçemediler ve yollarını değiştirmeye ve daha az müstahkem olan İzladi Derbendi tarafına geçmeğe mecbur oldular.

Bu sırada Sultan Murad, İzladi Derbendi önüne geldi ve düşmanla karşılaştı. Toplamış olduğu harp meclisinde vaziyeti görüşüp kumandanların mütalâalarını sordu. Rumeli Beylerbeyi Kasım Paşa taarruza geçilmesini, Turahan Bey geri çekilip fırsat zuhûrunda taarruz edilmesini, Evrenusoğlu İsâ Bey de müdafaada kalınmasını söylediler ve neticede İsâ Bey'in mütâlâası kabul olundu.

Ancak düşmanın taarruzuyla 24 Aralık 1443'de yapılan muharebede Osmanlı ordusu mağlûp oldu. Üçüncü mağlubiyet... Düşman derbendi geçerek Filibe ovasına indi ve Yalvaç kırlarında yapılan muharebede de Osmanlı kuvvetleri yine mağlup edildiler. Dördüncü mağlubiyet... Fakat kışın şiddeti Haçlılar'ı yıpratmış olduğundan, onlar geri döndüler. Türk kuvvetleri tâkibe başladı. Meğer tuzakmış!.. Hunyad'ın sahte geri dönüşüne aldanıp, onu tâkip eden Türk kuvvetleri pusuya düşürüldü ve bir kısmı esir edildi. Beşince mağlubiyet... Esir edilenlerin arasında Bolu Sancakbeyi ve Pâdişâh'ın eniştesi olan Sadrâzam Halil Paşa'nın birâderi Çandarlızâde Mahmud Bey de vardı... Bunu da hatırlıyalım, diğer esir düşmüş olan beyler ile birlikte!...

Bu başarısızlığa akıncı kumandanı olan Turahan Bey'in kayıtsızlığı sebep olduğundan, Kasım Paşa'nın şikâyeti üzerine Turahan Bey, Tokat kalesine gönderilerek hapsedildi. Sultan Murad pek müteessir ve kızgın olarak Edirne'ye geldi.

Türkler aleyhine olan Haçlı ittifakını Edirne'de endişe ile takip etmekte olan II. Murad, yine Macarlarla ittifak etmiş olan Karamanoğlu İbrahim Bey'in savaşı fırsat bilerek giriştiği ânî saldırısına uğradı. Osmanlı hududunu geçen İbrahim Bey, Turgutoğlu Hasan Bey kumandasıyla sevk etmiş olduğu kuvvetlerle Bolvadin, Beypazarı, Ankara, Seyitgazi, Kütahya'ya kadar olan yerleri yağma, nâmusa taarruz ve çok katliam yaparak Akşehir ile Beyşehri'ni işgâl etti.

Sultan Murad, İbrahim Bey'in bu hareketinin, yâni bir din düşmanının taarruzunu def etmek için uğraşan bir İslâm hükümdârının mülküne, başka bir İslâm hükümdarının taarruzuyla tahribat ve katliam yapmasının Müslümanlık'la ne derecede telif edileceği hakkında dört mezhep ulemasından fetva istedi. Fetvayı alan Sultan Murad, Amasya Sancakbeyi olan büyük oğlu Alâaddin Bey'i Karamanoğlu üzerine gönderdiği gibi, arkadan da kendisi Kapıkulu askeriyle o tarafa gitti ve Rumeli'deki durumu kumandanlara bıraktı. Karamanoğlu âdeti üzere mukaabele etmeyerek sarp yerlere çekildi. Konya, Karaman ve havâlisi vurulduktan sonra İbrahim Bey sulh için müracaat etti. Osmanlılar'a âit olup işgâl ettiği yerleri bırakarak, Pâdişâhın kızkardeşi olan zevcesinin rica ve aracılığı ile barış oldu ve Haçlılar'ın taarruzları sebebiyle Sultan Murad, acele Edirne'ye döndü

Şehzâde Alâaddin Karaman seferinden Amasya'ya döndükten az sonra vefat ettiğinden, Sultan Murad'ın o tarihte Mehmed adındaki oğlundan başka oğlu kalmamıştı.

Haçlılar'la Morava, İzladi, Yalvaç muharebeleri yapılmış ve Osmanlı ordusu üst üste mağlûp olmuş, Haçlılar'ın müttefiki olan Karamanoğlu durumu fırsat bilerek barışı bozup 1444 ilkbaharında tekrar hududu geçerek daha geniş ölçüde istilâ ve tahrip yapmış ve bu sûretle Rumeli ve Anadolu'da Osmanlılar iki ateş arasında kalmışlardı.

Haçlılar, Yalvaç muharebesinden sonra Filibe ile Otlukköyü arasındaki Topluca (Kozludere) ovasında kışı geçirmek istedilerse de, kış şiddetli ve zahire ve levâzımatın noksanlığı sebebiyle, bu kadarla iktifa ederek geri döndüler ve kar yüzünden bir çok ağırlıklarını bırakmaya mecbur oldular. Haçlılar, yeni kuvvetlerle gelip tekrar taarruza geçmek niyetinde idiler.

Eğer yeni bir taarruz yapılırsa, durum pek kötü olabilirdi. Aynı zamanda Anadolu'da da durum fenâ idi. Bundan dolayı dirâyetli Sultan Murad sulh yapmayı uygun buldu. Jorj Brankoviç vasıtasıyla Macaristan Kralı'na müracaat edip sulh istedi. Vladislas bu müracaatı kabul ederek Edirne'ye bir heyet gönderdi. Uzayıp giden mağlûbiyetlerden müteessir olan Sultan Murad saltanattan çekilmeğe karar vererek Manisa Vâlisi olan Şehzâde Mehmed'i Edirne'ye getirtmiş ise de, henüz hükümdar yapmamıştı. Cyriacus, 22 Mayıs 1444'te Edirne'de elçilerle Sultan Murad'ın huzuruna çıktığı zaman, Şehzâde Mehmed'i dîvânda, paşalarla berâber oturmuş olarak görmüştür.

Edirne'ye gelmiş olan Macar murahhaslarıyla 1444 Haziran'ın 12'sinde 10 sene üzerine bir anlaşmaya varıldı. Bu anlaşma gereğince Sırplar'dan alınan yerler (Başlıca, Semendire, Kolombaç, Kruşevaç (Alacahisar) Topliçe tarafları, Leskofça ve Zelenigrad yine Jorj Brankoviç'e bırakılarak, Sırbistan'ın tekrar kurulması ve Despot'un Osmanlılar'ın yanında bulunan iki oğlunun iâdeleri kabul edildi ve Sırp despotu da Osmanlılar'a vergi vermeyi taahhüd etti. Bundan başka Eflâk, Osmanlılar'a vergi vermekle berâber, Macarlar'ın nüfûzu altına bırakılmakta idi. Kolombaç (Güvercinlik) kalesinin verilmemesi için Osmanlı murahhasları ayak diredilerse de, mümkün olmadı.

Anlaşma hükümleri çok ağırdı. Sultan Murad, anlaşmaya sâdık kalacağına dâir Macar elçilerinin önünde yemin etti. Bu muahedenin Macaristan Kralı Vladislas tarafından tasdiki için Macar murahhas heyeti ile beraber bir Osmanlı heyeti de Macaristan'a gidecekti. Anlaşma gereğince, despotun Osmanlılar tarafından hapsedilmiş olan iki oğlu da serbest bırakılacak ve muharebede esir düşen ve Despot'un muhafazasında bulunan Padişah'ın eniştesi Çandarlızâde Mahmud Çelebi de 70.000 duka fidye-i necat mukaabilinde tahliye edilecekti. Bundan sonra gerek Türkler ve gerek Macarlar birbirlerinin topraklarına tecavüz etmeyerek dostça yaşayacaklardı... Ödenen fidyeye dikkatinizi çekeriz!..

Sultan Murad Macarlar'la Edirne'de anlaşmayı imzaladıktan sonra Karaman seferine çıktı.

Edirne'deki Macar murahhas heyeti ile berâber Pâdişâh'ın tasdik ettiği anlaşmayı Vladislas'a vermek ve onun tasdik edeceği muahedeyi de alıp getirmek üzere Kapıcıbaşı Baltaoğlu Süleyman Bey riyâsetinde bir Osmanlı heyeti Macaristan'a gönderildi. Osmanlı murahhas heyeti evvelâ Jan Hunyad'a müracaat ettilerse de,
o bunları Segedin'de bulunan millî meclise yolladı. Yüz atlı maiyyetiyle hareket eden heyet Segedin'e vardı. Diyet Meclisi'nin toplanmasını emreden Macaristan Kralı da ordusunun hazırlanmasını emrettikten sonra, Temmuz sonlarında Segedin'e gelmişti. Bu sırada Macar siyâsî mahfillerinde barış ve savaş isteyen iki grup vardı. Muharebe isteyen tarafı Papa destekliyordu ve Papa'nın mümessili Kardinal Sezarini bunların başında bulunuyordu. Venedik de 'muharebeye iştirak edeceği'ni Macar ve Leh Kralı'na bildirmiş, 'harbe başlandığı takdirde vaad ettiği gemilerini Çanakkale Boğazı'na göndereceği'ni yazmıştı. Denizden bir donanmanın Çanakkale'ye geleceğini duyan savaş taraftarları kuvvetlendiler.

Vladislas, muharebeye devam için müttefiklerinin vaad eyledikleri kuvvetlerin gelmesini ilkbahara kadar beklemiş. fakat bu kuvvetler gelmemişti. Papa ile Bizans İmparatoru kendisinin anlaşmayı onaylamaması için gayret sarf ediyorlardı!... Beş defa Osmanlı kuvvetlerini yendiler ya, nazlanıyorlar!.. Buna mukaabil Edirne anlaşması ile memleketini kurtarmış olan Sırp despotu, muharebenin devâmından bir fayda görmeyeceğini ve belki de zarar göreceğini düşünerek barış anlaşmasını istediği gibi, aynı zamanda Jan Hunyad da anlaşmanın geçici olarak kabûlü için Vladislas'a ısrar ediyordu!

Nihayet Kral bunların mütalâalarını kabûl ederek 12 Temmuz 1444'te Segedin'de anlaşmayı imzalayarak Türk Heyeti'ne verdi. Barışı bozmayacağına mukaddes kitaplarına el basarak Osmanlı heyeti önünde yemin etti. Muahedenâmeler iki dilde yazılıp karşılıklı alınıp verildi.

Sultan Murad Han, sulh devresinden istifâdeyle, velîahd Mehmed’in idâresini görmek için, yorulduğunu ileri sürerek saltanattan çekildi. Oğlu Sultan İkinci Mehmed Han 13 yaşında Osmanlı tahtına geçti. Oğlu Mehmed’i Edirne'de Sadrâzam Çandarlı Halil Paşa denetiminde bırakarak Hamidili topraklarını işgâl eden Karamanlılar'ın üzerine yürümek maksadıyla Anadolu’ya geçti ve Karamanlılar’la Yenişehir'de bir anlaşma yaptı. Yenişehir’den ayrıldıktan sonra Ağustos ayında Mihaliç’te Yeniçeri ağası Hızır Ağa ve diğer beylere tahttan oğlundan yana resmen çekildiğini duyurdu ve ordusu Edirne’ye dönerken kendisi Bursa’da kaldı.

Sultan II. Murad'ın 1444 yazında doğuda ve batıda barışı sağladığını düşünerek tahttan çekilmesi, Edirne’de bir otorite boşluğu değil de, bir rekaabet buhrânı yarattı. . Dış siyâsette ihtiyatlı davranmayı tercih eden Sadrazam Çandarlı Halil Paşa ile, Mehmed’in etrafında toplanmış olan Şahâbeddin, Zağanos, Turahan Paşalar arasında rekaabet baş gösterdi.

Osmanlı tahtına tecrübesiz bir çocuğun çıktığını öğrenen Haçlılar, hazırlığa giriştiler. Fırsatı kaçırmak istemeyen Bizans İmparatoru ile Venedik Senatosu, Osmanlılar'ı Rumeli’den çıkarmanın zamanının geldiği iddiâsıyla, Macar kralı Vladislas’a antlaşma yaptıktan bir ay sonra, Kardinal Çesarini'nin "Hıristiyanlar tarafından Müslümanlar'a verilen sözün bâtıl olduğu, Müslümanlar'a verilen yemini tutma mecbûriyeti olmadığı" fetvâsı üzerine yeminini bozdurdular... O târihten itibâren Hıristiyan devletler hiçbir zaman Müslüman devletlere, Müslüman topluluklara, şirketlere verdikleri sözleri tutmamışlardır!.. Bir örneği de, 30 Ekim 1918'de imzalanan MÜTÂREKE'den sonra İngiliz ordusunun ilerleyip 10 Kasım'da Musul-Kerkük'ü işgâl etmesidir. Sâdece Müslümanlar'a değil; Kızılderililer'e, Hintliler'e, Çinliler'e, kimseye verdikleri sözü tutmazlar!

Bizans İmparatoru, Kardinal Çesarini ve Macar kralı Vladislas, Haçlı seferi için hazırlıklara başladılar. Yaptıkları plâna göre; Haçlı gemileri, Çanakkale ve Karadeniz boğazını tutacaklar, Anadolu’da bulunan Sultan II. Murad’ın Rumeli’ye geçmesine mâni olacaklar ve zincirleme savaşlarla yorulmuş ve çocuk yaştaki Sultan
II. Mehmed’in kumandasında olan Osmanlı ordusunu kolayca imhâ edeceklerdi.

Kısa zamanda hazırlanan Haçlı ordusunu; Macarlar, Leh, Ulah, İtalyan, Çek, Litvanya, Hırvat, Alman, Fransız ve Venedik kuvvetleri teşkil etmekteydi. Venedik, müttefik ordularına kuvvetli bir donanmayla yardım edecekti. Eflak ve Boğdan voyvodalıkları da mühim kuvvetlerle müttefiklere katılmışlardı.

Hıristiyan müttefiklerin harp îlânı ve giriştikleri hazırlıklar, Osmanlılar tarafından haber alınınca, Edirne’de endişeli bir hava esmeye başladı. Konstantinopolis’te (İstanbul) Rumlar'a daha önceden Yıldırım Bayezid'in oğlu Süleyman Çelebi tarafından rehin olarak bırakılmış bulunan kardeşi Kasım'ın oğlu Şehzâde Orhan Çelebi, Osmanlı tahtında hak iddia ederek bu dönemde Çatalca yakınlarında İnceğiz’e ve Dobruca’ya geçti ve bir isyan girişiminde bulundu. Bu girişim Şahâbeddin Paşa tarafından önlendi ve Orhan Çelebi Konstantinopolis’e kaçtı. Edirne’de toplanan Saltanat Şûrâ'sında, alınacak tedbirler düşünüldü ve ordunun başında tecrübeli bir hükümdârın bulunmasına karar verildi... Osmanlı pâdişahları öyle başlarına buyruk hareket etmezlerdi, İslâm'ın "şûra" ve "meşveret" hükümlerine uygun davranırlardı.

- "ONLARIN İŞLERİ ARALARINDA MEŞVERET İLEDİR."
(Şûra Sûresi , 38. Âyet)

Bu âyetin başka bir tercümesi de şöyle:

- "İNANIP RABLERİNE DAYANANLAR...
İŞLERİ ARALARINDA ŞÛRÂ İLEDİR."

(Şûra Sûresi , 38. Âyet)

- "EY PEYGAMBER!) İŞ HAKKINDA ONLARA DANIŞ.
(BİR KERE) KARAR VERDİN Mİ DE,
ARTIK ALLAH'A DAYANIP GÜVEN(EREK GEREKENİ YAP)."

(Âl-i İmrân Sûresi , 159. Âyet)

Çocuk Pâdişah Sultan Mehmed de öyle yaptı. Saltanat Şûrası kararları ve Sadrâzam Çandarlı Halîl Paşa'nın isteğiyle II. Mehmed Han babasını başkumandan olarak ordunun başına dâvet etti. Murad Han önce gelmek istemedi, oğlunun orduya komuta etmesini istedi. Bunun üzerine Sultan II. Mehmed, Çandarlı'nın teşviki ile, babasına şöyle bir mektup gönderdi:

- "Pâdişah sensen, gel, ordunun başına geç!
Eğer bensem, sana emrediyorum, ordunun başına geç!"

Bunun üzerine Eylül ayı sonlarında Sultan Murad Han, oğlunun dâvetine uyarak sür'atle Anadolu askerini topladı. Lâkin o sırada Papa ve Venedik gemileri Çanakkale Boğazı önünde toplanmış, Türkler'in şimdiye kadar kuvvetlerini Rumeli’ye naklederken kullandıkları Çanakkale Boğazı yolunu kesmişlerdi. Buradan Rumeli’ye geçmek imkânsızdı.

Murad Han Çanakkale tarafına az bir kuvvet gönderip, düşmanı yanıltarak, sür'atle İstanbul Boğazı'na (Anadolu Hisarı’na) geldi. Sadrâzam Halîl Paşa, Yeniçeri, topçu, cebeci ve Rumeli askeriyle İnceğiz’de bekliyordu. Sultan'ın Boğaz'a ulaştığını haber alınca, bugünkü Rumeli Hisarı'nın bulunduğu yere geldi ve yanında getirdiği topları yerleştirdi. Yâni, Urban Usta'dan önce de Osmanlı'da top vardı, ama küçük çapta idi. Böylece târihte ilk defa İstanbul Boğazı top ateşiyle kontrol altına alındı. Sultan Murad Han derhal maiyyetindeki 40.000 kişilik Anadolu askerini, topçunun himayesinde, asker başına bir düka altını vermek sûretiyle Ceneviz gemileriyle karşıya geçirdi. Bizanslılar, İstanbul surları yakınından sancak ve bayraklarını dalgalandıra dalgalandıra ilerleyen Osmanlı ordusunu seyretmekten başka bir şey yapamadılar.

II. Murad ve 10 Kasım 1444’te düşman ordusu ile Varna'da karşılaştı. Muharebe başlar başlamaz János Hunyadi Osmanlı ordusunun Karaca Paşa kumandasındaki sağ koluna hücum ederek bu kolu geri çekilmeye zorladı. Sol kanada yüklenen Eflâk kuvvetleri de bu kanadı bozdular ve hattâ yandan Pâdişah'ın bulunduğu ordu merkezine doğru yürüdüyseler de püskürtüldüler. Ordunun gerisinin tahkim edilmemesinden dolayı, bu kısım tehdit altında idi. Sağ ve sol kollar dağılmış olduklarından, ordu merkezinde yalnız Pâdişah, mâiyeti ve kapıkulu kuvvetleri kalmıştı!.. Durum tehlikeli idi.

Osmanlı ordusunun sağ ve sol kollarının bozulduğunu gören Macar Kralı Ulászló, János Hunyadi' nin uyarılarını dinlemeyerek Leh kuvvetleriyle birlikte Ormanlı ordusunun merkezine ve Pâdişah'ın üzerine hücum ederek, sancakların bulunduğu yere kadar geldi. Yeniçeriler şiddetle müdâfaada bulundular ve merkezden içeriye giren düşman kuvvetlerini çevirdiler. Bu sırada Timurtaş adlı yeniçeri Kral'ın atının ayağına balta ile vurarak atı ve Kral'ı yere düşürdü. Kral'ın düştüğünü gören yayabaşı Koca Hızır derhâl koşarak Kral'ın başını kesti ve bir mızrak ucuna takarak yüksek sesle bağırmaya başlayınca, Leh kuvvetleri bozulup kaçmaya başladılar.

Bu sırada Osmanlılar'ın sol kanadını çevirmekte olan János Hunyadi sür'atle yetişerek vaziyeti düzeltmeye ve Kral'ın ölüsünü almaya ve "Biz Kral için değil, dinimiz için savaşmaya geldik" diye askeri cesâretlendirmeye çalıştı ve hattâ bir iki hamle daha yaptıysa da, Kral'ın katlini duyan Türk kuvvetlerinin dönerek arttığını görmesi üzerine, kendi kuvvetini toplamaya muvaffak olamadı ve Kral'ın katli duyularak Haçlı ordusunda genel bir panik meydana geldi. Bunun üzerine János Hunyadi de Leh kuvvetlerinden kurtulanları alarak kaçtı!.. Sultan Murad'ın ordunun başında olması ve en kötü anda dahi muharebe meydanını terk etmemesi, bu büyük başarının elde edilmesine sebep oldu. Hristiyan ordusu Varna’da ağır bir yenilgiye uğradı. Beş mağlûbiyetten sonra büyük zaferdir.

Savaşta Anadolu Beylerbeyi Karaca Paşa şehit düşmüştür. Haçlı ordusundan ise Kral I. Ulászló ile Edirne-Segedin Antlaşması'nın bozulmasında birinci derecede etkili olan Kardinal Julian Cesarini ölmüştür.

Varna Savaşı sırasında ve sonrasında Mehmed tahttan çekilmemişse de, fiilen Pâdişah II. Murad’dı. Zağanos ve Şehâbeddin Paşalar genç Pâdişâh'ın otoritesini güçlendirmek için Mehmed’i Varna Savaşı’na götürmek istemişler, lâkin Sadrâzam Halil Paşa buna mâni olmuş ve onlara karşı II. Murad’a gerçek Pâdişah muamelesi yapmıştı. Ancak II. Murad savaştan sonra oğlunun konumunu Konstantinopolis’teki Orhan Çelebi’ye karşı zayıflatmamak için fiilî durumu hakiki bir cülus haline getirmeden Manisa’ya çekildi. II. Mehmed saltanatına devam etti.

II. Murad 1446’nın Mayıs ayında Sadrâzam Halil Paşa’nın çağrısıyla bir kere daha Edirne’ye tahtına döndü. Bunun sebebi Mehmed’in Konstantinopolis’e saldırma plânları yapıyor olmasıydı. Halil Paşa kendi gücünü zayıflatacağı düşüncesiyle bu saldırıya karşı gelirken, Mehmed’in yandaşı olan Zağanos ve Şehâbeddin bu plânı destekliyordu. Sonunda Halil Paşa bir Yeniçeri isyânı düzenleyerek Mehmed ve yandaşlarını iktidardan uzaklaştırdı.

II. Murad’ın yeniden tahta geçmesi üzerine, Şehzâde Mehmed Manisa’ya çekildi, Zağanos Paşa da Balıkesir’e sürgüne gönderildi.

Şehzâde Mehmed'in Manisa’daki yıllarında neler yaptığına dair çok fazla bilgi yoktur. Babasının 1446’da Mora’ya düzenlediği sefere katılmadı. 1447 sonlarında, ya da 1448 başlarında Arnavut kökenli bir Hıristiyan köle olan Gülbahar Hatun’dan ileride Padişah olacak Bayezid adında bir oğlu oldu. 1448’de Macarlar ile yapılan II. Kosova Savaşı’nda babasına Anadolu birliklerinin önderliğinde eşlik ederek, ilk defâa bir savaşta yer aldı. 17 yaşına geldiğinde Gülbahar Hatun ile birlikteliğini tasvip etmeyen babası tarafından Dulkadir hânedânından Süleyman Bey'in kızı Sitti Hatun ile evlendirildi.

Şehzâde Mehmed Manisa’da bulunduğu sıralarda oldukça başına buyruk bir biçimde hareket etti. Onun rızâsıyla Türk korsanları Ege’deki Venedikliler'e saldırıyordu. Hicri takvimle 852 (1448/1449) yılında Selçuk’ta kendi adına paralar bastırdı. 1449’un Ağustos veya Eylül ayında annesi Hümâ Hatun vefat etti. 1450 yılında babasının İskender Bey üzerine yaptığı Arnavutluk seferine ve başarısızlıkla sonuçlanan Akçahisar Kuşatması'na katıldı.

Sultan II. Murad 3 Şubat 1451 günü vefat etti. Şehzâde Mehmed babasının ölüm haberini Sadrâzam Halil Paşa’nın özel ulakla Manisa’ya gönderdiği mektupla aldı. Ondan hep kuşkulanmıştı. Anlatılana göre "Beni seven ardımdan gelsin!" diyerek atına atlayıp, dört nala yola çıktı. Mehmed 19 Şubat 1451’de Edirne’de ikinci kez tahta oturduğunda 19 yaşında idi... Çandarlı Halil Paşa’yı sadrâzamlık makaamında tuttu, İshak Paşa’yı da Anadolu Beylerbeyi olarak atadı ve babasının cenâzesine eşlik etmek üzere Bursa’ya gönderdi. Daha sonra babasının İsfendiyaroğulları Beyi'nin kızından olan sekiz aylık oğlu Küçük Ahmed’i boğdurttu. Bu şekilde kardeş katli kanunu da uygulamaya konmuş oldu. Ahmet Çelebi'nin cenâzesi de babası Murad'ınkiyle birlikte Bursa'ya gönderildi.

Sultan II. Mehmed her ne kadar Çandarlı Halil Paşa’yı görevinde bıraktıysa da, artık gerçek iktidar kendisiyle birlikte lalaları Şehabeddin Paşa ve Zağanos Paşa'nın başını çektiği savaşçı kesimin eline geçmişti. Mehmed’in amacı Tuna’nın güneyindeki Balkan toprakları ile Fırat'ın batısındaki Anadolu topraklarını alarak büyük dedesi Yıldırım Bayezid’in oluşturmaya çalıştığı merkeziyetçi imparatorluğu kurmaktı. Ancak Bayezid'in aksine, bunu yapmak için önce Konstantaniyye'yi (İstanbul) alması gerektiğini düşünüyordu. Öte yandan gerek Batı'da ve gerekse de Doğu Roma'da yeni Pâdişah genç yaşı ve tecrübesizliği dolayısıyla ilk başta önemli bir tehdit olarak algılanmamıştı. Bu görüş Mehmed’in 1451’de Venedik, Ceneviz Cumhuriyeti, Macaristan ve Sırp Despotluğu ile babasının yapmış olduğu anlaşmaları yenilemesiyle pekişmişti. Sultan II. Mehmed, Doğu Roma’ya da babası dönemindeki dostâne ilişkileri devam ettireceğini ve Yıldırım Bayezid'in oğlu Kasım Çelebi’nin Konstantinopolis'teki rehin oğlu Orhan için yıllık 300 bin akçe ayırdığını bildirmişti.

Fatih Sultan Mehmed, bilginlere fazlaca ilgi gösterdiğinden, bu kişileri sarayına davet edip derecelerine göre değer verir ve onları ödüllendirirdi. Bir ara Hurufîler'in başı olan Fazlullah-ı Tebrizî taraftarlarından bâzı kötü düşünceli kimseler, dürüst kişiler gibi görünüp Pâdişâh'a yaklaşmış, onun kalbini ve güvencesini kazanmışlardı. Aynı dönemde başkentte kendini Hurufîlik taraftarlarının elçisi olarak tanıtan bir İranlı, halktan epey yandaş toplamıştı. Sultan Mehmed de İranlı'nın öğretisine ilgi duymuş ve koruması altına almıştı. Mahmut Paşa, bu durumdan fazlaca üzülüp onları Pâdişah meclisinden uzaklaştırmaya çalıştı. Fakat Pâdişâh'ın onlara duyduğu aşırı ilgi yüzünden durumu kendisine anlatmaya cesâret edemiyordu. Daha sonra büyük bilginlerden o dönemde Müftü Fahrettin Acemî'ye durumu anlattı ve dini yeteneğine inandığından onun yardımını istedi. Paşa'nın sözleri Fahrettin'i etkilemiş olduğundan, o kişileri dinlemek istedi. Paşa da onları dâvet edip Fahrettin'i bir yere gizledi ve onlara düşünceleri yönünden yakınlık gösterdi. Onlar da bâtınî inançlarının temelinin "Hulûl" ve "İlhat-tanrıtanımazlık" olduğu açığa çıkınca, Fahrettin Acemî sabredemeyerek saklandığı yerden çıkıp, Hurufiler'in tutuklanmalarını isteyince, onlar da Saray'a kaçtılar. Ancak Müfti Fahreddin Acemî ve Sadrâzam Halil Paşa’nın bu duruma tepki göstermesi üzerine, Pâdişah desteğini çekmek zorunda kaldı. Fahrettin Acemî inandırma gücüyle Sultan'ı râzı edip hepsini alarak Edirne'deki Üçşerefeli Câmi'ye götürdü. Müezzinler minârelerden halkı câmiye çağırdılar. Câmi tıka basa doldu. Kendisi de minbere çıkarak güçlü bir konuşma yaparak o fesatçıların çarpık yorumlarını anlattı ve "bunların katledilmeleri gerektiğini, öbür dünyada atılacakları Cehennem'e atılmaları gerektiği"ni söyledi. Ayrıca "bu işe yardım edeceklerin de sevap kazanacakları"nı bildirdi. Bunun üzerine, toplanan cemaatin tam fikir birliği ile Hurufiler'i Musalla'ya, yani Namazgâh Ovası'na götürüp orada bir ateş yaktılar ki; rivâyete göre bu ateşi üflerken Fahrettin Acemi'nin saç ve sakalı yanmıştır. Ateş alevlenince, Hurufiler'in başkanı olan kişinin başı ateşe sokulup yakıldığı ve ona uyanların da ateşe atılıp yakıldığı rivâyet edilir. Bu sırada şehirde çıkan yangında bedesten ile birlikte 7.000 ev kül olmuş!.. Bu rivâyetlerde Fâtih'e bir iftira var gibi!.. Eğer ateş ovada yakıldıysa, şehire nasıl yangın sıçramış ve evler nasıl yanmış?..

Sultan II. Mehmed’in yetersiz bir hükümdar olduğunu düşünen yalnızca Hıristiyanlar değildi. Tahta geçmesinin ardından Karamanlılar yerel beylikleri yeniden diriltmek üzere ayaklandılar ve Seydişehir ile Akşehir’i ele geçirdiler. Bunun üzerine 1451’in yazında Sultan II. Mehmed Anadolu'ya geçti ve kısa sürede bu isyânı bastırdı. Bu sırada Sultan Mehmed’in Anadolu’da bulunmasını fırsat bilen Doğu Roma İmparatoru Konstantinos ulakları vâsıtasıyla Kasım Çelebi’nin oğlu Şehzade Orhan’ın ödeneğinin yapılmadığını, ödeneğin ikiye katlanmaması hâlinde Orhan’ın Osmanlı tahtında hak iddia etmesine izin vereceği tehdidinde bulundu. Sultan Mehmed sorunu çözeceğini söyleyerek elçileri geri gönderdi, ancak Edirne'ye döndükten sonra Orhan Çelebi için ayrılmış olan gelirlere el koydu ve Konstantaniyye'nin ablukaya alınmasını emretti.

Lâf arasında belirtelim, Dünyâ'da 19-25 yaşlarında üç "general" vasfında hükümdar vardır... Büyük iskender, Fâtih Sultan Mehmed ve Napolyon Bonapart !... İskender 20 yaşında imparator olmuş, 13 yıllık hâkimiyeti süresinde Mısır'dan Hindistan'a kadar olan toprakları fethetmiş, sonra generalleri oralarda devletler kurmuştur. Napolyon, 25 yaşında iken topçu birliklerinin başına, bir yıl sonra da Fransız ordusunun komutanlığına getirildi. Fâtih Sultan Mehmed'in de 19 yaşında itibâren yaptıklarını, işte okuyoruz. Bir de gene 20'li yaşlarda teğmen iken, isim benzerliği ve evrak yanlışlığı sonucu general rütbesine kavuşan "George Armstrong Custer" vardır ki, hayâtı hezimetli ve hazin bir şekilde sona ermiştir, onu adamdan saymıyoruz. Bu uyduruk askeri yere göğe koyamayan Amerikalılar tam 30 filimde ona yer vermişlerdir!.. Bedavadan nasıl general olduğunu anlatan filmde bir zamanların meşhur aktörü Errol Flynn var!..

Sultan II. Mehmed kuşatma hazırlıklarına 1451 sonlarında başladı. Boğaz’ın Anadolu yakasında büyük dedesi Bayezid’in yaptırmış olduğu Anadolu Hisarı'nın karşısına o dönemde Boğazkesen adı verilen Rumeli Hisarı’nın inşâ emrini verdi. İmparator Konstantinos, Pâdişâh'a, "hisarın yapımı için kendisinden izin alması gerektiğini" bildirmek için elçiler gönderdi, ancak Pâdişah elçileri kabul etmedi!.. İmparator en son 1452’nin Haziran ayında barış görüşmeleri için bir kere daha elçilerini gönderdi, ancak Pâdişah elçileri yine reddetti. Bunun anlamı savaştı!..

Hisar 1452’nin Ağustos ayında tamamlandı. Böylece Boğaz'ın kontrolü Osmanlılar'ın eline geçmiş oldu. Boğaz'dan geçecek gemiler bundan böyle geçiş parası ödemek zorundaydı!... Aksi takdirde gemiler top atışıyla batırılacaktı. 1452 sonlarında ödeme yapmayı reddeden bir Venedik gemisi batırılmış, kaptanı ve tayfası tutuklanmıştı. Söz konusu toplar Erdelli Urban adında bir top dökümcüsü tarafından yapılmıştı. Sultan II. Mehmed kendisinden "Konstantaniyye’nin surlarını yıkabilecek güçte bir top yapıp yapamayacağını" sormuş Urban da "Ne Konstantaniyye, ne de Bâbil’in surlarının karşı koyabileceği bir top yapabileceğini" söylemişti.

Sultan II. Mehmed'in Konstantaniyye merâkı, İslâm Peygamberi Hz. Muhammed'in (S.A.V.), İstanbul’un fethi mevzuunda,

- "Konstantaniyye (İstanbul) mutlaka fetholunacaktır.
Onu fetheden komutan ne güzel komutan,
onu fetheden asker ne güzel askerdir"

hadis rivâyetine dayanıyordu. Sultan Mehmed bu ulu mevkiye ulaşabilmek için çok çaba sarfetmiştir. Bir sözünde,

- "Ya ben Bizans'ı alırım, ya Bizans beni!"

demiştir. 19 yaşında bir delikanlı!..

Öte yandan bu gelişmeler karşısında İmparator Konstantinos, Papa ve İtalyan şehirlerinden umutsuzca yardım talebinde bulundu ama, bunlar sonuçsuz kaldı. Yalnızca Cenova 1452’nin Kasım ayında yardım göndermeye karar verdi ve Giovanni Giustiniani komutasında 700 asker taşıyan Ceneviz kadırgaları 26 Ocak 1453’te Konstantinopolis’e vardı. İmparator Konstantinos, Giovanni Giustiniani’yi kara kuvvetlerinin başkumandan yaptı. Kostantinopolis’teki asker sayısı 8.000 civârındaydı, limanda 26 savaş gemisi bulunuyordu. Daha evvel 700 İtalyan'ı taşıyan 7 Girit ve Venedik gemisi Şubat ayında şehirden kaçmıştı. Osmanlı ordusundaki asker sayısı ise en az 50.000 idi. Ayrıca Sultan Mehmed yalnızca karadan kuşatmanın yeterli olmayacağını düşünerek bir donanma hazırlatmıştı. Bu donanma bahar aylarında Boğaz'ın Marmara girişine vardı.

Osmanlı ordusu 23 Mart’ta Edirne’den hareket etti ve 2 Nisan’da Konstantaniyye’ye vardı. Aynı gün Haliç’in girişi Bizanslılar tarafından zincirle kapatıldı. Karargâhını Romanus kapısının karşısına Maltepe’ye kuran Sultan II. Mehmed son kez teslim çağrısında bulundu ama, İmparator reddetti.

6 Nisan 1453 sabahı ilk saldırı başladı. Kuşatma, aralıklı çatışmalarla 53 gün sürdü. İmparator Konstantinos, Giustinani ile birlikte Romanus Kapısı'nı savunuyordu. Şehzâde Orhan da Marmara kıyısındaki kıtalardan birini yönetiyordu. 20 Nisan günü Papa’nın gönderdiği üç Ceneviz gemisi ve Sicilya’dan gelen bir Rum yük gemisi şehrin açıklarında belirdi. Marmara denizinde yapılan savaşın sonunda akşam saatlerinde bu dört gemi, Türk gemilerini atlatıp Haliç’e girmeyi başardı. Buna çok kızan Pâdişah, zincirin de kırılamadığını görünce, donanmasını bir şekilde Haliç’e indirmesi gerektiğini anlayarak, gemilerini karadan geçirmeye karar verdi. Bugünkü Dolmabahçe’den Kasımpaşa’ya uzanan güzergâha kalaslar döşendi ve 70 kadar gemi silindirler üstünde 22 Nisan sabahında Haliç’e indirildi. Böylece Haliç’in kontrolü Osmanlılar'ın eline geçti. Öte yandan kuşatmanın 7. haftasında Osmanlılar hâlâ kesin bir sonuç alamamıştı. Halil Paşa son bir kez Mehmed’i teslim çağrısı yapmaya ikna etti, ancak İmparator teklifi yine reddetti. Bunun üzerine Sultan Mehmed 24 Mayıs’ta ayın 29’unda karadan ve denizden büyük bir saldırı yapacağını duyurdu.

Son saldırı hazırlıklarını Zağanos Paşa düzenledi. Osmanlı ordusu 29 Mayıs’ın ilk saatlerinde taarruza başladı. Osmanlılar son taarruzu üç dalga halinde gerçekleştirdiler. İlk iki saat boyunca başıbozuklar surlara saldırdılar, ardından Anadolu birlikleri onların yerini aldı. Son olarak öldürücü darbeyi vurmak üzere Yeniçeriler devreye girdi. Bu sırada yaralanan Giustiniani'nin savaş alanından ayrılması, şehri savunanların arasında büyük moral bozukluğuna neden oldu. Nihâyet sabah saatlerinde Osmanlı askerleri "Kerkoporta" adlı kapıdan içeri girmeyi başardılar ve kapının üzerindeki burca Osmanlı sancağını diktiler.

Celsede muhterem Varlık, "İstanbul'un fethinde yabancı milletler Sarkapulka (aslı Kerkoporta) denen bir kapının açık bırakılarak Türkler'in oradan girdiğini söylerler. Bu doğru mudur?" sorusuna, "Doğrudur. Doğru... Bâd-ı seherde hücum ettiğimiz Edirne Kapısı'nın sol cenâhında, cânibindedir... Ama bunları Rumlar değil; bizim daha önce yerleştirdiğimiz bir grup serdengeçti açmıştır," cevâbını vermiş ki, bizce doğrudur!.. Sultan Mehmed'in Konstantaniyye'de câsusları vardı.

Yine MOLLA AKŞEMSEDDİN celsesinde "İstanbul'un fethinde ULUBATLIı HASAN sura çıkarken şehit oldu. Bu şehitliğin bizim taraftan üç soysuz Rum'un attığı oklarla olduğunu söylüyorlar. Arkasından vuruldu, diyorlar. Bu doğru mudur?" sorusuna o Varlık, Eski surun sonundan bir evvelki burcunda, Edirne Kapı'nın sağında, onüç küffarla, Çesar'ın leşkerini Dâr-ı Cehennem'e gönderdikten sonra, yâ-mâsum okuyla şehit oldu" cevâbını vermişti. Bunun da doğru olduğuna inanıyoruz. Bir kısım asker burçlara tırmanırken, bir kısmı da aşağıdan ok atıyordu. O oklardan bir kaçı Ulubatlı Hasan'ı arkadan vurmuş olabilir.

Artık FÂTİH olan Sultan Mehmed, şehir kendiliğinden teslim olmadığı için âdet üzre 3 gün yağma izni verdi. Fethin, ilk günü öğleden sonra şehre girdi. Bu sırada bir askerin Ayasofya'nın mermer taşlarından birini kırmakta olduğunu görünce, "Mal sizin, mülk benimdir," diyerek gürzünü askerin kafasına indirdi!... Ayasofya’ya giderek namaz kıldı ve "Minba'd (bundan sonra) tahtım Konstantaniyye'dir," diye buyurdu.

Şehir zorla alınmıştı, bu yüzden dinî hukuka göre yağmalanabilirdi. Yağma üç gün sürdü. İmparator Konstantinos'un âkıbeti meçhûldür. Kimi kaynaklar cesedinin bulunamadığını söylerken, Babinger gibi bâzı târihçiler İmparator'un cesedinin mor ayakkabılarından teşhis edildiğini yazar. Alphonse Lamartine eserinde İmparator'un cesedinin bulunduğunu ve Fâtih'in Konstantin için Hristiyan usûlü cenâze töreni düzenlediğini belirtir ki, bizce mantıklı ve doğrudur. . Hâin Şehzâde Orhan ise keşiş kılığında şehri terketmeye çalışırken yakalanıp idâm edildi.

Çandarlı Halil Paşa, Konstantaniyye kuşatması sırasında Avrupa'da yeni bir Haçlı ittifakı ortaya çıkacağından kuşkulandığını ve bu nedenle "kuşatmanın zayıflatılmasını ve hatta kaldırılmasını" Sultan II. Mehmed'e tavsiye etmişti. Bu tavsiyeleri orduda ve Devlet kapılarında Çandarlı Halil Paşa'nın Bizans'tan rüşvet aldığı söylentilerinin dolaşmasına neden oldu. 29 Mayıs'ta Konstantaniyye'nin fethedilmesinden hemen sonra, 1 Haziran 1453'de Sultan II. Mehmed bu dedikoduları çok ciddiye aldığını açıklayarak, 1439'dan beri Sadrâzam olan Çandarlı Halil'i görevinden azletti. Çandarlı Halil Paşa ve çocukları tutuklandı. Çocukları daha sonra serbest bırakıldı ama, Çandarlı Halil Paşa Yedikule’de, Altın Kapı’da 40 gün hapis edildi. 10 Temmuz’da gözlerine mil çekildi ve daha sonra aynı gün idâm edildi. Sonra oğlu İbrahim Paşa tarafından İznik’e götürülüp türbesine gömüldü. Yerine Mahmut Paşa getirildi ki, Sırp veya Hırvat asıllı muhtedi, yâhi Müslümanlığı kabul etmiş kişilerden olduğu söylenir. Fâtih'in diğer değer verdiği Zağanos Paşa da muhtedi Rum devşirmesidir. Yâni, Fâtih Sultan Mehmed Türk asıllı olan Çandarlı Halil Paşa gibi vezirlerin yerine, Devşirmeler'i göreve getirmeyi tercih etmiştir... Sebebini aşağıda anlatacağız.

Fâtih Sultan Mehmed şehrin ticâret merkezi olan Galata’dan kaçmış olan Rumlar'ın ve Cenevizliler'in dönmesini sağladı. Rum Patrikhânesi’nin yeniden açılmasına izin verdi; ayrıca bir Yahudi Hahambaşlığı ile bir Ermeni Patrikhânesi kurdurdu. Fâtih, sonradan İstanbul adını alan Konstantaniyye'yi Hıristiyanlar'ın ve Yahudiler'in merkezi hâline getirip bir ticâret ve kültür arenası olan bir Dünya Başkenti yapmayı hedeflemişti.

Fethin hemen ardından Fâtih Sultan Mehmed zâten epeydir harap olan şehrin imârına başladı. Kuracağı imparatorluk bir İslâm Devleti olmakla birlikte, yıkılan 1.000 yıllık Doğu Roma İmparatorluğu'nun mirâscısı olacak, Dünyâ'ya meydan okuyacaktı. İstanbul'un fethi, birçok târihçi tarafından "Orta Çağ'ın sonu, Yeni Çağ'ın başlangıcı" olarak kabul edildi.

Fâtih, 6 Ocak 1454’te Yorgo Skolaris'i yeni Ortodoks Patriği olarak atadı. İslâm'da âdet fethedilen şehrin en büyük kilisesinin câmiye çevrilmesi idi. Ayasofya câmiye çevrildiğinden, Patrikliğe resmî makam yeri olarak Havâriyûn Kilisesi verildi... Fâtih, Ayasofya'dan başka hiçbir kiliseyi câmiye çevirmemiş, aynen bırakmıştır... Şehirdeki Yahudiler'e Hahambaşı olarak Moşe Kapsali atadı. 1461 yılında ise, Bursa Psikoposu Hovakim İstanbul Ermeni Patriği olarak atandı.

Fatih Sultan Mehmed, Theodosius Forumu’nun olduğu yerde ilk sarayının inşasını başlattı. Daha sonraki yıllarda ise Sarayburnu’nda Topkapı Sarayı’nı inşa ettirdi.

İstanbul’un fethinden sonra Osmanlılar'a bağlılığını bildiren ve ele geçirdiği bâzı kaleleri geri veren Sırplar, Macarlar ile iş birliği yaparak yeniden düşmanlıklarını göstermeye başlamışlardı. Bunun üzerine 1454-1457 arasında üç kez peşpeşe Sırbistan’a sefer düzenlendi. Belgrad dışındaki bütün Sırp toprakları ele geçirildi. Fâtih o sıra 25 yaşında idi. Sırp Kralı Bronkoviç’in ölümüyle başlayan taht mücadelelerinden faydalanan Osmanlılar, Sırplar'ı vergiye bağladılar. Taht kavgalarının yeniden alevlenmesi üzerine, Mora seferinde bulunan Fâtih, Sırp meselesine son verilmesini emretti. Mahmud Paşa, 1459’da başkentleri Semendire’yi ele geçirilerek Semendire Sancakbeyliği’ni oluşturdu. Böylece Sırbistan’da 350 yıl sürecek Osmanlı hâkimiyeti başlamış oldu.

İstanbul’un fethinden sonra Bizans İmparatoru XII. Konstantin’in oğulları, rakipleri Kantakuzen âilesine karşı Mora’da, Osmanlılar'ın yardımını istemişlerdi. Turahanoğlu Ömer Bey, akıncıları ile duruma müdahale etti ve muhalifler bertaraf edildi. Fakat bu sefer iki kardeş arasında mücâdele başlamıştı. Bölge ülkelerinin Mora'yı istilâ niyetlerini bilen Fâtih 1458’de harekete geçti. Korent’i ele geçiren Fâtih, Mora’nın bir kısmını merkeze bağlayarak, burada bir sancak oluşturdu. Atina ve diğer bölgeler ise Osmanlı yönetimini kabul etti. Kardeşi Dimitrios’a karşı Arnavutlar'ın desteğini alan Tomas'ın Osmanlılar'la yapılan anlaşmayı bozması üzerine, 2. kez Mora’ya sefer düzenlendi. Tomas, Papa’nın yanına kaçmak zorunda kaldı. Bölgeye çok sayıda Türk yerleştirildi. Venedikliler bölge halkını Osmanlılar'a karşı ayaklandırmaya çalışıyorlardı. Ancak bunda başarı kazanamayan Venedik, Osmanlı kuvvetleri tarafından bozguna uğratıldı. (1465) Fâtih o sıra 33 yaşında idi.

Osmanlılar'a vergi yoluyla bağlı olan Bosna Kralı'nın, anlaşmalara riâyet etmemesi üzerine Üsküp’ten harekete geçen Fâtih, Sadrâzam Mahmud Paşa ve Turahanoğlu Ömer Bey’e Bosna’nın tamâmen fethedilmesi emrini vermişti. 1463 yılındaki seferle Bosna Kralı Osmanlı hâkimiyetini yeniden tanıdı. Ancak Şeyhülislâm'ın da fetvasıyla sonra öldürüldü ve bu topraklarda Bosna Sancakbeyliği oluşturuldu. Fakat ordunun İstanbul'a dönmesi üzerine aynı yıl, Macar kralı Bosna’ya girdi.

İkinci kez düzenlenen seferle Osmanlılar, Yayçe dışındaki bütün kale ve şehirleri yeniden ele geçirdiler. Bosna seferleri esnasında Hersek Kralı Stefan da ülkesinin bir kısım toprağının Osmanlılar'a doğrudan bağlanması şartıyla, tahtında bırakılmıştı.

Fâtih, Bosna'yı Osmanlı topraklarına kattığı zaman "Bogomil" mezhebindeki Bosnalılar'a çok iyi davranmıştı. Hem Katolik, hem de Ortodokslar'ın kendi kiliselerine almak için baskı yaptıkları Bogomiller, bu sebeple Osmanlı yönetimine sıcak bakmışlar ve kendilerine sağlanan din ve vicdan hürriyetinden etkilenerek zamanla Müslüman olmuşlardır. Bu Müslüman Bosnalılar'a "Boşnak" denilmektedir.

Fâtih’in Bosna Fransiskanları’nın özgürlüğü ile ilgili fermanı:

"Ben, Sultan II. Mehmed Han,
bundan böyle bütün Dünyâ'ya ilân ediyorum ki,
Bosna Fransiskanları bu ferman ile benim korumam altındadır.
Ve emrediyorum ki, kimse bu insanlara veya kiliselerine zarar vermeyecek!
Devletimde barış içinde yaşayacaklar. Göçmen hâline gelmiş bu insanlar, güvende ve özgür olacaklar.
Devletim sınırları içerisinde olan manastırlarına geri dönebilirler.
Devletimden hiçbir önemli kimse, vezirler, kâtipler veya hizmetkârlar onların
izzetlerini kıracak, ya da onlara zarar verecek bir şey yapmayacaklar!
Kimse onlara hakaret etmeyecek, tehlikeye atmayacak, ya da kendilerine veya mallarına
veya kiliselerine saldırmayacak!
Ayrıca, bu insanların kendi memleketlerinden getirdikleri şeyler ve kimseler de aynı haklara sâhiptir...
Bu fermanı buyurarak, gökleri ve yeri yaratan ALLAH’ın ve onun Resûlü'nün ve ondan önceki
124.000 peygamberlerin adına, kılıcım üzerine yemin ederim ki,
hiçbir vatandaşım bu fermânın aksine hareket etmeyecek!"

Fâtih devrinde Osmanlılar'ın karada en güçlü komşusu ve rakibi Macarlar, denizde ise Venedik idi. Macarlar bu dönemde tek başlarına Osmanlılar'la başedemeyeceklerini bildiğinden, doğrudan bir savaşı göze alamamış, Fâtih de tabiî sınır olan Tuna’yı geçmeyi düşünmemiştir. Ancak akıncılar vâsıtasıyla, Macaristan’a güvenliğin sağlanmasına yönelik yüzlerce başarılı akın düzenlenmiştir. Keza Venedik Cumhuriyeti de Osmanlılar'la doğrudan karşılaşmaktansa, Balkanlar'daki diğer devletleri kışkırtmayı yeğ tutmuştur. Güçlü donanmasıyla Mora ve Ege’deki adalara sâhip olmak isteyen Venedik, Osmanlılar karşısında istediği sonucu alamamış, aksine pek çok ada ve kıyı kaleleri Osmanlılar'ın eline geçmiştir.

Yıldırım Bayezid zamanında vergiye bağlanan Eflâk Prensliği’nin başına Fâtih Sultan Mehmed tarafından, Drakul (ejderha) diye anılan Vlad'ın oğlu Vlad Tepeş (III. Vlad) getirilmişti. (1456) Osmanlılar'a bağlı görünen Vlad Tepeş aslında gizliden gizliye düşmanlık ediyordu. Vlad’ın Fâtih’in elçilerini kazığa oturtarak öldürmesi üzerine, 1462 yılında Fâtih, Eflâk’a bir sefer düzenledi. Boğdan’dan da yardım alan Osmanlı kuvvetleri Voyvoda'yı uzun süre tâkip etti. Neticede, sığındığı Macarlar'ın, Osmanlılar'la yaptığı anlaşma üzerine Vlad'ı esir etmeleri ile, mesele çözüldü. Fâtih voyvodalığa kardeşi Radul'u getirdi ve Eflâk bir Osmanlı eyâleti hâline geldi.

Bizde Kazıklı Voyvoda diye bilinen Vlad Tepeş'in (1431-1477) bu lâkabı, yakaladığı Türk esirleri kazığa oturması ve karşılarına kırmızı şarap içerek onların ıstırâbını seyretmesinden ileri geliyordu. Bu, daha sonra babası Vlad Drakul'a mâledilmiş ve içtiği şarap, kan sanılarak vampir hikâyelerine konu olmuştur. Önce Bram Stoker adlı bir kişi, Kazıklı Voyvoda gerçeğinden etkilenerek ve kan içen vampir yarasalardan ilham alarak bir "Drakula" romanı yazmıştır. İlk vampir filmi bu romandan esinlenerek "Nosferatu - Bir Dehşet Senfonisi" adıyla 1922'de çekilmiş, sonra "Drakula" filmi de, Bram Stoker'ın aynı isimli romanından uyarlanan, 1931 Universal Pictures yapımı siyah beyaz bir korku filmi olarak ortaya çıkmıştır. Arkasından pek çok "vampir" 1ilmleri geldi. Eflâk yerine Erdel (Transilvanya) meşhur oldu. İşin kötüsü Türkiye'de bile vampirlerin olduğuna, ölümsüzlüğüne inananlar zuhûr etti!...

Fâtih, 1461’de Pontus Devleti'nin (Trabzon Rum İmparatorluğu) başkenti Trabzon’u ele geçirdi ve bu devletin varlığına son verdi. 1462’de yeniden Rumeli seferine çıktı. Eflâk’ı Osmanlı Devleti'ne bağladı ve 1463'te Bosna'yı tamâmen ele geçirdi. Aynı yıl Ege Denizi’ndeki Midilli Adası'nı alınca Venedikliler’le arası açıldı. Bu olay, 1479’a kadar sürecek olan savaşın da başlangıcı oldu. Fatih'in Ege'de fethettiği adalar; Taşoz, Eğriboz, Limni, Semadirek, İmroz, Midilli ve Tenedos’dur. 1465’te Hersek’in büyük bölümünü, 1466'da da Arnavutluk’taki bâzı kaleleri fethetti.

1455’ten itibâren Osmanlı hâkimiyetini tanıyan Boğdan Prensliği’nin, Kefe'nin fethinden sonra izlediği düşmanca siyâset üzerine, Osmanlı kuvvetleri 1475 yılında Racova Savaşı'nda yenilmesine rağmen 1476'da Boğdan'a girdi. Fâtih'in bizzat başında olduğu Osmanlı kuvvetleri Boğdan ordusunu büyük bir bozguna uğrattı. Böylece Boğdan da yeniden Osmanlı hâkimiyetini tanımış oldu.

Fâtih Sultan Mehmed ile aynı sarayda yetişen ve sonra Papalık ve Napoli Krallığı'nın desteği ile harekete geçen Arnavutluk hâkimi İskender Bey, vurkaç taktiği ile Osmanlı kuvvetlerine baskınlar düzenlemekteydi. Bunun üzerine Fâtih, bizzat sefere çıkmaya karar verdi. 1465 yılında gerçekleşen I. seferde, İlbasan Kalesi’ni yaptırıp, içine asker yerleştiren Fâtih, Balaban Paşa'yı bölge için görevlendirerek, geri döndü. Ancak, Papa ve diğer devletlerden aldığı kuvvetlerle Türkler'e saldıran İskender Bey, Balaban Paşa’yı şehit etti ve İlbasan kalesi’ni kuşattı. Bunun üzerine Fâtih , II. Arnavutluk Seferi'ne çıktı. (1467) Ele geçirilen topraklarda yeni garnizonlar oluşturuldu. Bu sırada İskender Bey ölmüş ve yerine oğlu II. Gjon Kastrioti geçmişti. Fâtih başlattığı III. Arnavutluk Seferi'nde Arnavutlar'ın elinde kalmış olan Kroya ve İşkodra kuşatıldı. 1479’da Arnavutluk da bir Osmanlı vilâyeti durumuna geldi.

Osmanlı Devleti'nin gelişen bu gücü karşısında Karamanoğulları, Doğu Anadolu'daki Akkoyunlular’la ittifak kurdu. Fâtih, 1466’da yeni bir Anadolu seferine çıktı. Karamanoğulları'nın başkenti Konya’yı ele geçirdi. Ama İstanbul'a dönünce Karamanoğulları, Osmanlılar'a geçen yerleri geri aldılar. Sonradan Sadrâzam olacak olan Gedik Ahmed Paşa 1471’de Karamanoğulları'nı bir kez daha yenilgiye uğrattı ise de Akkoyunlular, Karamanoğulları'nı desteklemeye devam ettiler. Fâtih 11 Ağustos 1473’te Otlukbeli Savaşı’nda Akkoyunlu hükümdârı Uzun Hasan’ı ağır bir yenilgiye uğrattı. Ertesi yıl da Karamanoğulları Beyliği'ni tamâmen ortadan kaldırdı.

Fatih Sultan Mehmed 1477’de Kırım Hanlığı’nı Osmanlı Devleti’nin egemenliği altına aldı. Çandaroğulları’nın elindeki Sinop’u aldı. Cenevizliler'in önemli üslerinden Amasra’yı aldı. 1479’da bir antlaşma yaparak Venedik'le 16 yıldır süren savaşa sona verdi. Venedik Arnavutluk’taki kaleleri Osmanlılar'a bıraktı, karşılığında Mora’daki bâzı iskelelerden yararlanma hakkı elde etti. Fâtih Venedik’le anlaşmaya varınca, İtalya’nın öteki önemli kent devletlerine savaş açtı. 1480’de İtalya’nın güneyindeki Otranto limanını ele geçirdi. Otranto, Roma’ya giden yolda bir köprübaşı olduğu için bu olay Avrupa’da büyük yankı uyandırdı.

Fâtih 1481’de, hedefi meçhûl bir sefere çıktı. Ama daha yolun başında hastalandı ve 3 Mayıs 1481’de Gebze yakınlarındaki Hünkar Çayırı'ndaki ordugâhında öldü. Gut hastalığından öldüğü sanılmakla birlikte, zehirlendiği de rivâyet edilir. Seferi nereye düzenlediği tam olarak bilinmemektedir. Zîra Fâtih bu bilgiyi seferin güvenliği açısından çok gizli tutuyor ve kimseye söylemiyordu. Ancak târihçiler seferin Mısır’a, ya da Roma’ya (Papalık) olacağı yönünde tahminler yürütmektedir... Birlikleri Üsküdar’da topladığı ve hazırlıkları başlattığı için seferin İtalya’ya olma olasılığı günümüz târihçileri tarafından mâkûl bulunmamaktadır.

Fâtih öldükten sonra vefâtı saklandı. "Pâdişâh'ın hamam ihtiyâcı var," denilerek, nâşı gizlice Saray'a getirildi. O sırada Şehzâde Bayezid'e ve Şehzâde Cem'e ulak gönderildi. Ne var ki, asker Fâtih'in öldüğünü öğrenip, İstanbul'a gelip büyük bir anarşi başlattılar. Karamanlı Mehmed Paşa Cem taraftarı olduğu için, idâm edildi. Her taraf yağmalanmaya başladı. Gayrimüslim tüccarların evlerine ve dükkânlarına saldırıldı. O arada herkes kendi taraftarını tahta çıkarmak için uğraşırken, Fâtih'in cenâzesi Saray'da karanlık bir odada unutuldu. Baltacılar Kethüdâsı Kasım isimli bir kişinin II. Bayezid'e yazdığı mektupta "Saray'da cenâzenin yanına gittiğinde, 3 gün 3 gece üzerine mum yanmadığını, cesedin kokusundan yanına zor varıldığını" belirttiği öne sürülür. Daha sonra ceset tahnit edilmiştir. Cesedi tahnit edebilmek için elbiselerinin çıkarılması gerekiyordu. Lâkin mevsimin sıcak olması dolayısıyla ceset bozulduğu için elbise cesede yapışmıştı. Bu yüzden sol kolunun üzerinden elbise kesildi ve tahnit edildi. Kesik elbise bugün hâlâ Topkapı Sarayı'ndadır. II. Bayezid pâyitahta gelene kadar o şekilde bekletilmiştir... Sultan Mehmed'’in Konstantaniyye'yi fethederken kullandığı kılıcı, Topkapı Müzesi'nde sergilenmektedir.

Fâtih, adını taşıyan câmideki türbesinde yatmaktadır. Ölümünden sonra oğlu Bayezid tahta çıktı.

Fâtih Sultan Mehmed'in adâletini anlatan HIZIR BEY- MİMÂR DÖNME SİNAN kıssasını daha önce nakletmiştik.

Eşleri:
1. Emine Gül-Bahar Hatun - II. Bayezid ile, Akkoyunlular'a gelin giden Gevherhan Sultan'ın annesidir.
2. Helena Hatun - Mora Despotu olan Demetrus’un kızıdır.
3. Alexias Hatun - Bizans prenseslerindendir.
4. Gülşah Hatun - Karamanoğulları Beyliği’nden İbrahim Bey’in kızı, Karaman Sancakbeyi Şehzâde Mustafa' nın annesidir.
5. Sitti Mükrime Hatun - Dulkadiroğlu Süleyman Bey’in kızı.
6. Çiçek Hatun - Türkmen Beyi kızı veya câriye, Cem Sultan’ın annesidir.
7 .Anna Hatun - Trabzon İmparatoru’nun kızıdır. Evlilikleri kısa sürmüştür.
8.Hatice Hatun - Zağanos Paşa'nın kızıdır. Fâtih boşamıştır.

Erkek çocukları
1. II. Bayezid
2. Mustafa
3. Cem Sultan

Kız çocuğu:
1.Gevher Sultan - Akkoyunlu Uzun Hasan’ın oğlu Uğurlu Mehmet Bey ile evlendi.

Fâtih Sultan Mehmed, birçok târihçi tarafından bir Rönesans hükümdarı olarak tanımlanmaktadır. Fâtih, İtalya ve İtalyan kültürünü tanıyan nâdir bir Doğu hükümdârıydı.Sultan Mehmed'in yanında bulundurduğu Rum târihçi Kritvulos, onun "kendi anadili olan Osmanlı Türkçesi dışında Arapça, Farsça, İbrânice, Keldânice, Slavca, İtalyanca, Yunanca ve Lâtince bildiğini" ifâde etmektedir. Fâtih'in, özellikle İstanbul'un fethinden sonra, zengin bir kütüphânesi vardı ve binlerce ciltlik kitaba sâhipti. Antik târihe meraklı olan Pâdişah, Pulutark'ın Geographia isimli eserini Yunanca'dan Türkçe'ye çevirerek coğrâfi bilimlere olan ilgisini göstermiştir.

Fâtih'in sarayında Yunanca ve İtalyanca bilen iki kâtip bulunuyor ve Pâdişâh'a Eskiçağ târihiyle ilgili bilgiler veriyordu. Mitolojiyle ilgilenen Fâtih, Homeros'un meşhur İlyada Destânı'nın kopyasını hazırlatmıştı. Fâtih'in yanında bulunan İtalyan nedimesi ona Antik Yunanistan'daki düşünürlerin ve Romalı târihçilerin eserlerini okutmuştu. Fâtih, Papalar'ın, İmparatorlar'ın, Fransa Kralları'nın, Büyük İskender'in Lombardlar'ın vakayinâmelerini okumuştu. Bizanslı aydın Gregorios Phrantezes, "Fâtih'in Büyük İskender, Roma imparatoru Augustus, Bizans imparatoru Büyük Konstantin ve Theodosios gibi şahsiyetlere karşı hayranlık beslediği"ni söyler. Ayrıca Fâtih ateşli silahlara karşı yoğun ilgi göstermiş, târihteki ilk havan topu olduğu bilinen Şâhi'nin çizimlerini bizzat kendisi yapmıştır. Dîvan edebiyatında Fâtih Sultan Mehmed, Avni mahlâsıyla şiirler yazmıştır... Yine Pâdişah, huzurunda felsefî tartışmalar yaptırıyordu. Ali Kuşçu, Georgios Trapezuntios ve Hocazâde gibi devrin büyük zekâlarını korumuş, Hristiyan bilim adamları ve sanatkârları sarayına dâvet etmiş, onlara iltifat ve ikramlarda bulunmuştur. Hıristiyanlığı yakından tanımak isteyen Fâtih, İstanbul Ortodoks Kilisesi'ne Patrik olarak atadığı Gennadios ile Hristiyanlık akaaidi üzerine müzâkereye girişmiş ve bu müzâkerenin yazılmasını istemişti. (Gennadios İtikadnâmesi diye bilinir) Hattâa bu durum Avrupa'da Fâtih'in Hristiyanlığa meylettiği şeklinde yorumlanmış ve Papa II. Pius, Pâdişâh'ı Hristiyanlığa dâvet eden bir mektup kaleme almıştı. Târihçi İlber Ortaylı bu konuyla ilgili olarak Fâtih'in şüphesiz bir itikaadı olduğunu, fakat sofu derecesinde koyu bir Müslüman olmadığını belirtmiştir.

Fâtih, askeri başarılarla Osmanlı Devleti’ni büyük bir imparatorluğa dönüştürdü. Bilime, târihe ve felsefeye özel ilgi gösterdi. Türkçe'den başka Arapça, Farsça, Lâtince ve Yunanca kitaplardan oluşan özel bir kütüphânesi vardı. Avni takma adıyla şiirler yazdı. Şiirleri Fâtih Dîvanı (1944), Fâtih’in Şiirleri (1946), Fâtih ve Şiirleri (1959) gibi adlar altında basıldı. Bilim adamlarını ve edebiyatçıları destekleyen Fâtih, nesir ustası Sinan Paşa ile şâir Ahmed Paşa’yı vezirliğe kadar yükseltti. Ünlü matematikçi ve astronomi bilgini Ali Kuşçu’nun İstanbul’da kalmasını sağladı. Fâtih, İtalyan ressam Gentile Bellini’yi 1479’da İstanbul’a getirterek resimlerini yaptırdı.

Fâtih, Osmanlı Devleti’ne düzenli ve sürekli bir yapı kazandırmak için önemli düzenlemeler yaptı. Yönetim, Mâliye ve Hukuk alanında koyduğu kuralları içeren Fâtih Kanunnâmesi, sonraki dönemde de yürürlükte kaldı. Bu kanunnâmenin en önemli hükmü, tahta çıkan pâdişâha Devlet'in geleceği ve nizâm-ı âlem için "kardeşlerini öldürme hakkı" vermesidir. Fâtih’in Osmanlı Devlet Düzeni'ne ilişkin temel ilkelerin pek çoğu, Tanzimat dönemine kadar geçerliliğini korudu. Fâtih’in saltanatı döneminde Osmanlı ülkesinde 500'den fazla mimârî binâ yapıldı. Onun adına yapılan en önemli binâ, İstanbul'da bir câmi ile medrese, kitaplık, imârethâne (aşevi), dârüşşifâ (hastane), hamam, kervansaray gibi birimleri kapsayan Fâtih Külliyesi’dir.

Fâtih Sultan Mehmed'in târihteki en önemli yanlarından birisi de Eğitim'e verdiği önem olmuştur. Üniversite anlamında Osmanlı târihinde ve dünya târihinde bilinen en eski eğitim kurumlarından olan Sahn-ı Semân’ı kurmuştur. Sahn-i Semân İstanbul’un ilk Türk yükseköğretim kurumudur. Sahn-ı Semân medreseleri Fâtih Külliyesi içindeki en yüksek düzeyli medreseler idiler. Sahn-ı Semân’ın eğitim müfredâtının hazırlayıcılarından biri çağın önemli bilim adamı astronom Ali Kuşçu’dur. Medreselerde Ali Kuşçu tarafından düzenlenen bir okutma planının olduğu, hatta bunun “Kanunnâme” şeklinde yapıldığı bilinmekle birlikte, bugüne kadar incelemesi yapılan Osmanlı arşiv belgeleri arasında ele geçirilememiştir. Bu kanunnâmenin aslının 1918 yılında Külliye'de çıkan yangınla yok olması da muhtemeldir.

Sahn-ı Semân, Kanunî tarafından açılan Süleymaniye Medreseleri zamanına kadar naklî ve aklî bilimlerde öğrenci yetiştirmekteydi. Kanunî devrinde bu medreseler şer’î ilimler ihtisâsı yapılan medreseler olmuşlar, Süleymaniye Medreseleri de aklî ilimlerin ihtisas yeri olmuştur.

Ali Kuşçu, Fâtih tarafından astronomi eğitimi için Semerkant'a gönderilmiş ve daha sonra 1570’te Takiyuddin tarafından Tophane’de kurulacak rasathânenin ilk çalışmalarını yapmıştır.

ALLAH kendisine, ve İstanbul'u fethinde, seferlerinde şehit olanlara, bütün hizmeti geçenlere gani gani rahmet eylesin!

***

Çok uzadı ama işimiz bitmedi... Biraz daha sabır... Fâtih Sultan Mehmed'in neden saf Türkler yerine Devşirmeler'i, yâni Hıristiyan âilelerden alınıp ta, Müslüman âileler yanında Müslüman ve Türk yapılan çocukları ve daha sonra Enderûn'da okutulup devlet adamı olanları tercih ettiğini, bu âdetin Sultan Genç Osman'a kadar devam ettiğini, Genç Osman'ın neden Devşirmeler'i bırakıp öz Türkler'e dönmek istediğini anlatacaktık, değil mi? "Genç Osman" celsesinde söz vermiştik.

Meseleye en doğru teşhisi rahmetli KEMÂL TÂHİR koymuş... İsmet Bozdağ'ın "Kemâl Tâhir'le Sohbetler" kitabında, o tatlı üslûbu ile şöyle anlatır:

- Budapeşte Üniversitesi TÜRKOLOJİ asistanı bir genç, Macarca bir belge bulmuş... Hep Osmanlılar Macar Beyleri'nin evine martaloz yerleştirecek değiller ya!.. Macar Kralı da câsusunu Edirne Sarayı'nın mutfağına sokmuş. Mektup bu câsusa ait... Şöyle diyor bir yerinde:

- "Söylenene bakılırsa, Hünkâr'la (II. Murad) lalasının arası açılmış...
Hünkâr, Çandarlı Paşa'nın, Timurtaş Paşa'nın ve öteki beylerin mallarını almaya hazırlanıyormuş!...
Bu fikri kafasına Molla Şemseddin Fenârî sokmuş,

- 'Bir fermanla İKTA usülünü ülkene yerleştir ki, beylerin elinde biriken malı mülkü geri alabilesin,'

demiş."

- "Hünkâr, 'Böyle bir şeyin şeriatte yeri var mı?' diye sormuş. Hoca da ,'Vardır,
Kur'an-ı Azimüşşan'da her şeyin ALLAH'a âit olduğu yazar,' demiş.
Hünkâr 'Aman kimse duymasın,' demiş ama, Çandarlı Halil Paşa duymuş.
Beylerin hepsine haber salmış, Hünkâr'ın karşısına dikilmişler.
Hünkâr inkâr etmiş ama inandıramamış. Sonun da Hünkâr Murad Han
yerini 13 yaşındaki oğluna burakıp çekilmiş."

- " İKTA , TİMÂR ve MÂLİKÂNE olarak bilinen toprak sistemidir. Devlet'e âit toprak parçasının kullanma hakkının, başarılı hizmeti görülen kişiye verilmesidir. Genellikle Sipâhiler'e verilirdi. Eğer sipâhi görevini yapamazsa toprak derhal elinden alınırdı."

- "49 yaşındaki II. Murad'ın durup dururken, 'Ben tahtımı l3 yaşındaki oğluma bırakacağım,' demesinin tuhaflığını düşün!... Sonra Çandarlı Halil Paşa'nın II. Mehmed tarafından İstanbul'un ele geçirilmesinden sonra idâmını düşün!.. Bizans'a câsusluk ettiği iddiası gülünç." (Tek sebep o olsa, savaş sırasında asılırdı.)

- "OSMANLI yayılması Orhan Bey zamanındadır... Orhan Bey ele geçirdiği toprakları ve ganimetleri gazileri arasında şeriat oranına göre bölüştürürdü. Yâni, Sultan ganimetin beşte birini alıyor, beşte dördünü gazilere veriyordu."

- "Söğüt gibi ufak bir kasabadan Belgrad'a 130 yıl içinde ulaşıldı. Komuta kadrosu fazla kayıp ta vermedi. Pek çoğu ordunun başında ihtiyarladılar ve ecelleriyle öldüler. Yerlerine oğulları, kardeşleri geçti."

- "Düşün!.. Her eline geçen bölgeden hisseni alıyorsun, Hünkâr'a da bir şey vermen gerekmiyor. Yığıldıkça yığılıyor. Hünkâr'ın serveti de eridikçe eriyor. Böylece Sadrâzam'ın varlığı, Hünkâr'ın varlığının çok üstüne çıkıyor. Beylerin maddi gücü çoğaldıkça, Merkezî Otorite zayıflıyor!" (Pâdişah'tan zengin vezirler, beyler, hindi gibi kabardıkça kabarıyorlar!)

- "Daha l. Murad zamanında yolsuzluklar almış yürümüştü. Sultan'ın Bursa'da yaptığı düğüne Evrenos Bey'in hediyesi, bugün bile göz kamaştıracak seviyede idi."

- "Yıldırım'ın şehzâdelerinden Musa Çelebi Edirne'de tahta çıkınca, önce kendi yanında iken sonradan kardeşlerinin yanına câzip teklifler ile transfer olan beylerin, paşaların sancak ve zeametlerini geri almak cesâretini gösterdi. Ama bu cesâretini başıyla ödedi."Belki (Şeyh Bedreddin , ki kazaskeriydi, ona bu fikri vermişti...)

- "Musa Çelebi Çamurluova'da kardeşi Mehmet ile cenge tutuştuğu zaman yanındaki beylerin karşı tarafa geçtiği görünce, başına gelenin beylerin mallarına el atmaktan olduğunu biliyor muydu?.."

- "Zâten Timur Kütahya'ya girip kaçan İsâ Çelebi'nin bıraktığı malları görünce, 'Bunca malı cenkte kullanmak varken yığıp seyretmek ne gaflettir?' diye yanındaki (daha serbest bırakmadığı) Musa Çelebi'yi azarlamıştı."

- "Bu kardeş kavgasında Sultan'ın neyi var neyi yoksa harcanmıştı. II. Murad 19 yaşında tahta oturduğunda tamtakır bir hazine devralmıştı. Oysa beyleri, paşaları Kaarun gibi zengindi. Onun döneminde beyler paşalar o kadar güçlenmişlerdi ki, Pâdişah buyruklarının uygulanmadığı bile oluyordu. Macar Jan Hunyad'ın (yukarda saydığımız) başarıları beylerin söz dinlememelerinden dolayı idi. Mezit Bey'in, Şâhin Paşa'nın yenilgisi, Dâmat Osman Çelebi'nin şehit düşmesi ve Dâmat Mahmut Çelebi'nin esir olması hep bu yüzdendi." (Hatırladınız mı, II. Murad dönemindeki 5 Mağlubiyet'i?.. Nedenmiş?... Zengin paşaların, beylerin canlarına, mallarına daha çok ehemmiyet verip buyruk dinlememelerinden!..)

- "Bu dâmat Mahmut Çelebi, Çandarlı İbrahim Paşa'nın oğlu ve Çandarlı Halil Paşa'nın kardeşi idi. Onu kurtarmak için ilk defa savaş tazminâtı verilmiştir: 60.000 duka altını!.. Bu tazminâtı da Kaarun gibi zengin olan âilesi değil, Pâdişah ödemişti!.."

- "Bu dönemde DEVŞİRME devlet adamları ile YERLİ devlet adamları arasında kıyasıya bir mücâdele başlamıştı. DEVŞİRME'de millet, din, ülke, (âile) olmadığı için, ancak Pâdişâh'a yakın olursa kendini güvende sayıyordu. YERLİ de servetini daha arttırmak için Devlet'i elinde tutmak istiyordu. (Şimdi anlaşıldı mı, Fâtih neden YERLİ Türk devlet adamlarını bırakıp ta, sonradan Türkleşen ve Müslüman olanları tercih etmiş?..) İstanbul'un fethiyle işe bir de Bizans türü entrikalar karışmıştı."

- "II. Murad işte bütün bunlara çıkar yol arıyordu. Molla Fenârî o târihte Şeyhülislâm idi. İSLÂMİYET'teki İKTA sisteminin tâ HALİFE ÖMER'den bu yana kullanılışını Pâdişâh'a anlatmış olmalı... Pâdişah ta böylece toprağın mülkiyet hakkının intifa hakkına dönüştürülmesini ve böylece kişilerin elinde büyük servetler yığılmasını önlemek istemiştir... Ama karşısına beyler dikilmiştir... O dönemde Pâdişah vücûdunu ortadan kaldırmak zor iş... Onun için Pâdişah tehlikeyi görüp 'Ben Manisa'ya tesbih çekmeye gidiyorum,' deyince, kabul etmişlerdir."

- "Ama Jan Hunyad İncil üzerine ettiği yemini bozup Haçlı ordusu hazırlamaya başlayınca, l3 yaşındaki Pâdişah Mehmed'in bu işi götüremiyeceğini bildiklerinden ve Yerliler'den Çandarlı Halil Paşa bu işin sorumluluğunu almak istemediğinden, II. Murad'ı tekrar tahta çağırdılar."

- "II. Mehmed'in bu l3 yaşındaki pâdişahlığı kısa sürmüştür ama, Devşirmeler'le Yerliler'in arasındaki mücâdeleyi de farketmiştir. Devşirmeler'den Zağanos Paşa, küçük Pâdişâh'a İstanbul'un zaptından söz etmiştir. Belli ki Devşirmeler,
güçlü olmalarının ancak Batı'ya yönelmekle ve İstanbul'un zaptıyla mümkün olacağını biliyorlardı."

- "Nitekim II Mehmed Pâdişah olur olmaz İstanbul'a yönelmiş; alır almaz da Yerli Sadrâzam Çandarlı Halil'i idâm ettirmiştir."

- "Çandarlı âilesi kuruluş yıllarından beri Devlet'e hizmet ediyordu. "Bizanslılar'dan balık karnında rüşvet alması" gibi tutarsız bir sebeple idâm edilmesi, anlamsız!.. Çandarlı'nın o târihteki serveti Pâdişâh'ınkinden fazla idi. Ayrıca İstanbul ticâretini Bizanslı aracılarla elinde tutuyordu. Belki câsusluk etmiştir ama, rüşveti akıl almıyor."

- "Fâtih, Çandarlı'nın yalnız kafasını vurdurmakla kalmadı, bütün malını mülkünü de hazineye aktardı!.. Böyle bir şey Osmanlı târihinde ilk defa oluyordu!.. Fâtih bu davranışıyla beylere, paşalara canlarının ve mallarının ancak Pâdişâh'a itaatle korunabileceğini göstermek istemişti. Nitekim Târih-i Ebul Faruk'ta (Mizancı Murad'ın
7 ciltlik eseri) 'Muahharan âyân-ı memleketin idâmları' denmesi, başka beylerin de idâm edildiğini göstermektedir."

- "Çandarlı'nın yerine Enderun'da yetişmiş Mahmut Paşa geçmiştir. Böylece Devşirme-Yerli mücâdelesini Devşirmeler kazanmış oluyordu. Bu olay üzerine Fâtih'in hocası Akşemseddin, Pâdişah odasına geldiğinde ayağa kalkmamış, hizmetlerine karşılık verdiği 2.000 altını da almamıştır!.."

- "Fâtih sistemini kurabilmek için çeşitli tâvizler vermek zorunda kalmıştır. Yerliler'i memnun etmek için, Çandarlı'nın çocuklarına daha sonra malının bir kısmını iâde etmiştir. "Rumlar'a yüz veriyor" iddiaları üzerine Bizans Başvekili Notaras'ı idâm ettirmiştir. İkta sistemini kurunca, geçmişte sâdece askerî hizmeti olanlara timar (arâzi) verilirken, kendini desteklesinler diye, mollalara da toprak vermiştir."

- "Fâtih'e kadar DEVLET bazı (Yerli ve Türk) âilelere ihâle edilmiş gibiydi. Sadrâzamlık Çandarlı âilesinde, Çavuşbaşılık Samsama âilesinde, Beylerbeyilik Aykutalp âilesinde, Serhat Beylikleri Evrenos âilesinde ve Mihail Oğulları'nda idi. Bunların çoğu Yerli, diğerleri de kuruluş yıllarında müslüman olmuş eski âilelerdi."

- "Devlet adamları arasındaki bu boğuşmayı, târihe sıçramış bir-iki cümleden çıkartmaktayız. Yoksa vak'anivüsler Pâdişâh'ın hoşuna gitmeyecek hiçbir şeyi yazmamışlar."

- "Târihçiler Fâtih'in yetişkin devlet adamları varken, Devşirme Enderunlular'ı önemli mevkilere getirmesini eleştirirler... Ama İKTA sistemini yerleştirirken, can güvenliği açısından başka yol düşünülemezdi... Hem o zamana kadar DEVLET'e hizmet etmiş olan YERLİ takımın elinden malını mülkünü alacaksın, hem de DEVLET'i ona emânet edeceksin, bu mümkün değil!"

- "Fâtih, bütün OSMANLI İmparatorluğu'nun topraklarını içine alan bir yeni düzen getirmiştir. Ama bu reformun dayandığı emirnâmeler, kanunnâmeler ortada yoktur. Fâtih Kanunnâmesi'nin birinci bölümü TEŞRİFAT-GÖRGÜ hakkındadır. İkinci Bölümü toprak reformu üzerinedir ama hiçbir yerde rastlanmaz!.." (yok etmişler!.. )

- "Âşıkpaşazâde'de Fâtih'in 50 yaşlarında içtiği bir ilaçtan ciğerleri parçalanarak acılar içinde öldüğü yazılıdır. Avrupa'da bütün çanların çalması, bu işi Papa'nın yaptığını düşündürmüştür. Fâtih ölümü sırasında hedefi bilinmeyen bir sefere hazırlanıyordu, ama Papa'nın Saray'a bu kadar sokulduğunu düşünmek zordur."

- "Ölümün Karamanî Mehmet Paşa gibi bir Yerli'nin zamanında olması, bu işi toprağını kaybeden beylerin yaptırdığını düşündürmektedir." (Bir ihtimâl daha var... Kemâl Tâhir Fâtih'in doktorlarından birinin Yakup Paşa diye bilinen, Jakop adlı bir Yahudi olduğunu hesaba katmıyor...)

- "Bey-Paşa takımının oğlu Bayezıd'i tutuşu, Fâtih'in ölümünün şehzâde Cem'e geç haber verilişi de tesâdüfî değildizi. Nitekim Bayezid bir müddet sonra 'mezkûrun mâli imiş, Sultan Mehmet Han zamanında timâra verilmiş. Mülkiyeti muharrer tutup..' denilerek beylere topraklarının intifa hakkı iâde edilmiştir."

- "Demek ki, beyler sâdece Fâtih'in vücudunu ortadan kaldırmakla kalmamışlar, ferman ve kanunnâmeleri de yok ederek oğlu Bayezid'den topraklarını geri almışlar." (Ne var ki hüküm kalkmamış, mülkiyet artık Devlet'te kalmış... Tâ Kaanunî Sultan Süleyman'a kadar!.. ) (7.11.1969)

- "Bütün bunlar bir Macar'ın bulduğu mektubun düşündürdükleri... Üniversitelerimizin tozlu raflarında uyuklayan binlerce tezin arasında beynimizi çatırdatacak olanlar vardır. Safdil araştırmacıların önüne nice gerçekler çıkmış, fakat bu fikir mücevherlerine çakıl taşı kadar önem verilmemiştir. Üniversite tez dolapları araştırmacıları özlemle beklemektedir."

***

İşte böyle!... OSMANLI'nın DEVLET NİZAMI öyle kolay kurulmamış! Nice canlar pahâsına, pâdişahlar, Sultan Genç Osman gibi, kendilerini dahi tehlikeye atarak meydana getirmişler!.. Kemâl Tâhir'in tesbitleri tamâmen doğru!... Toprak mülkiyeti tümüyle Devlet'in olmalı!.. Arsa spekülâsyonlarının, rant kavgalarının, tarım alanlarının, ormanların, göllerin, ırmakların tahrip olmasının ülkeye verdiği zarârı bugünlerde çok derinden hissediyoruz. Memleketi yönetenler, yönettiklerinden hem bilek gücü (askerî güç), hem de mâlî güç bakımından daha üstün olmalıydı ki, onlara söz geçirebilsin!.. Şimdi dahi suçlunun hem bilek gücü, (silâhı, taraftarı) hem de para gücü ortadan kaldırılmalı ki, güçsüz hâle gelsin, boyun eğsin!.. Yoksa PKK gibi, FETÖ gibi, MAFYA gibi diklenir, durur!..

Sakın yanlış anlaşılmasın!.. Biz "bizi zenginler idâre etsin" demiyoruz!.. Onu küreselciler, Avrupa Birlikçiler, Amerikancılar, Kapitalistler, Emperyalistler savunuyor!.. Ve günümüzde bütün dünyâyı 85 KİŞİ , 13 ÂİLE idâre ediyor!.. Bütün savaşlar, yıkımlar, sürgünler, göçler, bu böyle devâm etsin diye!..

Nerden nereye geldi lâf!... Halbuki, biz neden Sultan Genç Osman'ın bu Devşirme hâkimiyetini çevirip saf Yerli Türkler'le iş yapmak istediğini anlatacaktık...

Efendim, Cennetmekân FÂTİH'in kurduğu OSMANLI'nın DEVLET NİZAMI o târihte öylesine bozulmuştu ki, Genç Osman bir geriye dönüş, aslına rücû yapmak istedi... Başarabilseydi, bizim listede 18 yaşındaki 4. General olacaktı.

***

Peki, OSMANLI'nın DEVLET NİZAMI ne zaman bozulmaya başladı?... Bunu da Kemâl Tâhir'den okuyalım:

- "Kaanunî Dönemi çöküntünün başlangıcıdır...
Ümit Burnu yoluyla Hindistan'a varılması, İpek Yolu'nu öldürmüştü. Bu yüzden Sokullu Mehmet Paşa, Don ve Volga nehirlerini bir kanalla birleştirmek, Süveyş Kanalı'nı açmak gibi büyük projeler üzerinde durmuş, yabancı gemilerden TÜRK limanlarında vergi alınmaması gibi önlemlere başvurmuştu. İlk ikisi başarılamamış, üçüncüsü de işe yaramamış ve çöküntü başlamıştır." (En önemli olan husus, yani 1492 den beri devam eden keşifler, OSMANLILAR'ı 1550'lerde bile uyandıramamış, TÜRK denizcileri sâdece "Akdeniz'i TÜRK gölü yapmakla" yetinmişlerdir. Sokullu dahi bu konuda uyanamamıştır...)

- "Evet, İmparatorluğun bu en güçlü göründüğü sıra ki, hazine tamtakırdır. Padişah 45 yıl tahtta kaldığı hâlde, aralıksız kanlı iktidar boğuşmaları sürmüştür. Medreselilerin ayaklanıp çeteler hâlinde eşkiyalığa soyunmaları... Sipahi toprak düzeni İmparatorluğu sırtında taşıyamaz hâle geldiğinden, İltizam sistemine geçiş... Hep bu dönemde."

- "Kurtarıcı diye başvurulan bu İLTİZAM sistemi, Devlet dolandırıcılığı hâline gelmiş. KAANUNİ LÂKABI ASLINDA SÜLEYMAN'A, KAANUNSUZLUK DÖNEMİ AÇTIĞI İÇİN HAKAARET OLSUN DİYE TAKILMIŞTIR!.."

- "Kaanunî, bütün saltanat dönemini kaanunsuzluklardan kaanunsuzluklara yuvarlanarak, evlâtlarının etini yiyerek geçirmiştir. (Ayrıca Kaanunî, Timâr sistemini bozmuş, yakınlarına toprak mülkiyeti vermiştir.) Yaşlandığı zaman da en fakir reayasına bile nasip olan bir rahat döşeği bulamıyarak, zorla sürüklendiği bir seferde, bir eşya gibi oradan oraya atılarak, ölüsü bile diri gösterilerek insafsızca tartaklanmıştır."

- "Böyle başlıyan çöküş döneminde OSMANLI DEVLETİ, içten çürüyüp dıştan Dünyâ'ya meydan okuduğu için, Dünyâ'ya başka türlü bakan abartıcı bir yaratık hâline gelmiştir."

İşte Kaanunî döneminde başlayan medrese öğrencilerinin Suhte İsyanları , topraksız ve gelirsiz kalan Sipâhi Çeteleri, Devlet'te alıp giden rüşvet, sefere çıkmamaktan işsiz kalan Yeniçeriler'in esnaf ve kabadayı olup semtleri haraca kesmesi, Sultan Genç Osman'ı YERLİ islâhat tedbirleri düşünmeye sevketmiş, bu da hayâtına mâlolmuştu.

Ancak OSMANLI'nın DEVLET NİZÂMI esas bir "ilerici atılım" zannedilen TANZİMAT (1839) ile bozulmuştur. MEŞRUTİYET (1.si 1876'da, uygulanmadı, 2.si 1908) ile de 10 sene içinde OSMANLI DEVLETİ yıkılmıştır.

Denk düşerse, nasıl oldu, onu da anlatırız.

Ruhi Selman

selman@journalist.com

***

  • Önemli Sayfalar:

    - BİR SPİRİTUALİSTİN DÜNYASI - ANA SAYFA
    - BİR TEBLİĞ
    - ÖLÜM VE SONRASI
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 1
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 2
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 3
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 4
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 5
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 6
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 7
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 8
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 9
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 10
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 11
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 43
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 44
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 45
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 50
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 51
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 52
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 53
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 54
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 55
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 56
    - BİR OBSESYON VAK'ASI
    - ÖTE ÂLEM'DEN ŞİİRLER - 1
    - RÜYÂLAR - 1
    - RÜYÂLAR - 2
    - REİNKARNASYON - 1
    - REİNKARNASYON - 2
    - ANADOLU'DA REİNKARNASYON ŞİİRLERİ
    - İRLANDALI ŞÂİR JAMES CLARENCE MANGAN ANADOLU'DA MI YAŞADI?
    - FİNCAN CELSELERİ - 1
    - FİNCAN CELSELERİ - 2
    - FİNCAN CELSELERİ - 3
    - EKMİNEZİ ÇALIŞMASI
    - RÛHÎ FİLİMLER - 1
    - ENTERESAN RÛHÎ OLAYLAR
    - ERGUN ARIKDAL VE SÂDIKLAR PLÂNI'NI TENKİT
    - BÜLENT ÇORAK VE DÜNYA KARDEŞLİK BİRLİĞİ SAFSATASI
    - CENAP BAŞMAN VE MARON TARİKATI
    - SAPKIN RAEL TARİKATI
    - TRANSANDANTAL MEDİTASYON KANDIRMACASI
    - MELEKLER'DEN MESAJ ALDIĞINI SANAN ŞAŞKINLAR
    - ŞEYTANA TAPAN SATANİSTLER
    - KRYON "TEBLİĞ"LERİ VE LEE CARROLL'UN "MEDYUM"LUĞU
    - J. Z. KNIGHT ADLI KADIN MEDYUM VE RAMTHA "TEBLİĞ"LERİ
    - MEDYUM JANİ KİNG VE VARLIK P'TAAH
    - AKHENATON VE KURGU AGARTA "TEBLİĞ"LERİ
    - SILVER BIRCH TEBLİĞLERİ
    - "SÜPER İNSANLIK" DERNEĞİ VE UYDURUK "TEBLİĞ"LER
    - ZIRVA RA-KA TEBLİĞLERİ
    - SÂDIKLAR PLÂNI'NI TENKİT - 2- MEKTUPLAR