ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 32
Bu sefer üç Geri Varlık ile bir Sultan gelmiş Celse'mize...
Varlık : Karıncagilin Ziya, Ali Kemâl, Ârif Su
Medyum- ... Önümü kestiler... Önümü kestiler!..
Tarih : 12.9.1961
Usûl : Hipnoz yoluyla rûhî infisâl
Medyum: Ali
İdâreci- Daha yüksek sesle!
M- ......
İ- Çıkmaya çalışınız. Kimdir bu?
M- ..... KARINCAGİL'İN ZİYA... Öbürlerini göremiyorum... Yerde... yerde sürünüyorlar...
Üst üste yığılmışlar... Yolumu kestiler... "Su!" diyor... "Su!" diyor... Uğultu... Korkunç
haykırışlar...
İ- ... Evet, efendim.
M- ..... ALİ KEMÂL... (1)
İ- Ali Kemâl... Kendi hayâtı hakkında bize mâlûmat versin... Suçu neymiş?
M- ... Celî ..Kazâ ile taş ve sopayla öldürülmüş... Ama...
İ- Suçu neymiş, efendim?
M- ... Hürriyet ve İtilâfçı'ymış... Posta telgraf mevasıhı Dâhiliye Vekili...
İzmit'te öldürülmüş...
"Peyâm-ı Sabah'çı Ali Kemâl" derlermiş... ALİ KEMÂL...
İ- Daha sâkin olarak... Anlaşılmıyor.
M- ... "Peyâm-ı Sabah'çı Ali Kemâl" derlermiş... Artin Kemâl... Suçu Millî Mücâdele'ye
ihânet değilmiş...
Eşine yaptığı ezâ-cefâdan dolayı... onun vereme tutularak ölmesine sebep olmuş...
O yüzdenmiş... Öldürülüşü adâletsizlik... Ama ..... (anlaşılmıyor) ...
.... (?)...
Varlık- Işık!... Işık!...
İ- Hangi senede ölmüş?
M- .... 1923 yılı Temmuz 26... Öğleden sonra ezânî saat dördü on geçe... İzmit'te ...
... İstasyon yakınında...
Karargâhın önünde...
İ- Bize başka söyliyecekleri var mı, efendim?
M- ... Size değil... Bana söylüyor... Ama... o kümenin başında... Yol vermiyor...
... "Mağfiret!.. Mağfiret!!" diyor... "Işık!... Işık!.. Işık!"
İ- Peki, efendim. Yukarı Kademeler'de rica ederiz.
M- ... 1338... Temmuz 26... Ezânî saat dördü on geçe... İzmit'te... Karargâh yakınında...
... Demiryolu köprüsünün altında...
İ- Evet, efendim.
M- ..... ÂRİF SU... (2)
İ- Onun suçu neymiş? Kendi hayâtı hakkında bize biraz mâlûmat versin.
M- .... Ona "Aliyesi Ârif" derlermiş... Hükûmet Meydanı'nda katilden maznun olarak
asılmış...
.... 1338.... Mart'ın altısı...
İ- Saat kaçta?
M- .... Ezânî saat sabah beşte...
İ- Peki, suçu neymiş?
M- ... Susurluk mıntıkasında, zâhirde Millî Mücâdele'ye yardım eder görünmüş...
... Mekkâre kafilelerini soydurmuş... Muhâkemesiz 25 kişinin ölümüne sebep olmuş...
... Yedisini nâhak yere öldürmüş... Bir tânesini altın kaşağı (?) ile öldürmüş...
Bağdat'tan getirdiği müstefrikesini (?) usandığı için öldürmüş... Sonra meydana çıkmış...
... Ankara'da Ağır Sivil Cezâ Mahkemesi kararıyla idâm edilmiş... (Medyum
sıkıntı içinde, anlaşılmıyor) ....(?) ...
İ- Yavaş yavaş...
Burada duralım... Medyum, yükselirken üç Geri Varlık ile karşılaşıyor.. Biri Karıncagilir Ziya... Kendisi hakkında bilgi veremeden araya bir başka Varlık girmiş.
(1) İkinci Varlık ALİ KEMÂL ... Celse'de galiba tanıyan çıkmamış... Ama daha önceki link verdiğimiz Celse'de ondan bahsedilmiş.
- "Merhum ALİ KEMÂL...Maalesef taksirâtını hâlâ affettirememiştir,
Ali Kemâl 'mâsum' rütbesine erişmiştir. Çünkü muhâkeme edilmeden öldürülmüştü,"
denmiş... Niye böyle dendiğini, hangi taksirâtını affettiremediğini bu Celse'de anlıyoruz. Karısına çok eziyet etmiş, kadıncağız kahrından verem olup ölmüş. Peki, Ali Kemâl kim ve neden muhâkeme edilmeden taş ve sopa ile öldürülmüş?.. Tekrar okuyalım.
Asıl adı Ali Rıza olan
ALİ KEMÂL , Nâmık Kemâl'e olan hayranlığından dolayı eğitim yıllarında bu ismi aldı. Ali
Kemâl, 1867'de İstanbul'un Süleymâniye semtinde doğdu. Çankırılı mum ustası Hacı Ahmet
Rızâ'nın oğlu Ali Kemâl, İstanbul'da Mülkiye Mektebi'ne girdi. 4 yılın sonunda yabancı dilini
ilerletmek için 1886'da Fransa'ya giden Ali Kemâl, ertesi yıl Paris'ten İsviçre'nin Cenevre
kentine geçti. 1888'de de İstanbul'a döndü.
Avrupa'daki özgürlükçü akımlardan etkilenen Ali Kemâl, İstanbul'da bir dernek kurdu.
Kurduğu öğrenci derneği kapatıldıktan sonra yeni bir dernek kurmaya kalkınca, bu kez
tutuklandı ve 9 ay hapis yattı. 1889'da ise tahliye edildikten sonra Halep'e sürgün edildi.
>Halep’te yaşadığı dönemde Halep İdâdisi'nde (lise) Türk Dili ve Osmanlı Edebiyatı hocalığı
yaptı ise de, buradaki durgun hayâta dayanamadı ve 1895'te izinsiz olarak İstanbul'a döndü.
Geldiğinin fark edilmesi üzerine yeniden sürgün edildi. Bu karar üzerine 1884'te tekrar, Jön
Türkler'in karargâhı hâline gelen Paris'e gitti.
Paris'te kaldığı dönemde Jön Türkler ile II. Abdülhamit arasında bir tür arabulucu bir çizgi
izlemeye çalıştı.
Mizancı Murat'ın Jön Türk
hareketinden ayrılması ardından Ali Kemâl de bu hareketle bağlarını kopardı.
Ali Kemâl, Paris’te öğrencilik de yaptı. Siyâsal Bilgiler alanında eğitim alırken, bir yandan
da gazetecilik yaptı. İstanbul'da o dönemde en etkin gazetelerden biri olan İkdam gazetesine
Paris izlenimlerini, Batı kültürünü anlatan yazılar ve çeviriler gönderdi.
Hüseyin Câhit, onun İkdam'da kendi röportajları imiş gibi kaleme aldığı bazı yazılarının
Fransız basınından çeviri olduğunu ortaya çıkardı. Bu hâdise Ali Kemâl ile Hüseyin Câhit
arasında yıllar boyu sürecek bir polemiğe sebep oldu.
1897'de Brüksel Elçiliği ikinci kâtipliğine atandı. İttihatçılar'dan çekindiği için İstanbul'a
dönemiyordu. 1899'da Siyâsal Bilgiler diplomasını alması sonrasında, II. Meşrutiyet'in ilânına
kadar Mısır'da yaşadı. 1903 yılında yaz tâtili için gittiği Londra'da Winifre Brun adlı bir İngiliz
hanımla evlendi. Bu evliliğinden Selma adında bir kız, Osman adında bir erkek çocuğu dünyâya
geldi. Oğlunun doğumunun hemen ardından eşini kaybetti.
II. Meşrutiyet'in ilânından bir gün
önce İstanbul'a döndü. .Ali Kemâl’in İstanbul’a döner dönmez Pâdişâh'ın huzuruna
çıktığı, Pâdişah II. Abdülhamit'in
iltifatlarını ve verdiği paraları kabul ettiği bilinir. Bu durum İttihatçılar'ın büyük tepkisine neden
oldu. O da yeni eleştiri hedefini İttihat ve Terakki Cemiyeti olarak belirledi. Başyazarı olduğu
İkdam gazetesinde Cemiyet'e karşı ağır eleştiriler içeren başyazılar yazar oldu
Bir yandan da Dârülfünûn'da
Edebiyat Fakültesi'nde Siyâsî Târih dersleri verdi. İlk siyâsî partilerden birisi olan Osmanlı
Ahrar Fırkası'na girdi.
Hemen bütün çevresiyle sürekli kavga hâlindeydi. Kendisiyle aynı fikirde olmayan kişilere
şiddetle saldırıyor, gençlerin öfkesini bunlara yöneltmeye çalışıyordu.
Ali Kemâ'in tahrikleri 31 Mart Olayı'nın
çıkmasında etkili olduğu söylenir... Serbesti gazetesi başyazarı Hasan Fehmi Bey’in
öldürülmesinin ertesi günü olan 7 Nisan 1909'da, Dârülfünûn’da
kalabalık bir topluluğa yaptığı konuşmadan sonra, bu konuşmanın etkisinde kalan Dârülfünûn
hocaları ve öğrencileri kaatillerin yakalanmasını istemek üzere Bâb-ı Âli'ye yürümüşler;
sayıları on binlere ulaşan kalabalığın üstüne ateş açılması sonucu, birkaç yüz kişi yaralanmıştı.
Ertesi günkü cenâze sırasında da devam eden olayların 31 Mart ayaklanmasına dönüşmesi
üzerine, Selânik'ten gönderilen Hareket Ordusu İstanbul'a gireceği sırada, Ali Kemâl yeniden
Paris'e kaçmak zorunda kaldı (1909). Bu arada Mülkiye'deki görevine son verilmişti.
İttihat ve Terakki yönetiminin iktidardan uzaklaşmasının ardından, 1912 affıyla İstanbul’a
geri gelen Ali Kemâl, İkdam Gazetesi'nde başyazar olarak yazılarına devam etti. Bu sırada
Mülkiye Mektebi'ndeki hocalığı da geri verildi. Mektepler Nâzırı Zeki Paşa’nın
kızı Sabiha Hanım ile evlendi. Bu evliliğinden Zeki adında bir oğlu dünyâya geldi. Ancak 6 ay
sonra, Ocak 1913'te hükûmet
Bâb-ı Âli Baskını ile devrilince, tutuklandı, Viyana'ya sürüldü. 3 ay sonra İstanbul'a döndü.
14 Kasım 1913’te Peyam Gazetesi’ni yayınlamaya başladı, başyazarlığını üstlendi.
22 Temmuz 1914’te, I. Dünya Savaşı'nın başladığı sıralarda, İttihat ve Terakki’nin
baskısıyla gazetesi kapatıldı. Siyâsetle ilgilenmeyip, öğretmenlik ve tüccarlıkla geçinmeye
çalıştı. Bu tutumu 1918'de İttihat ve Terakki liderlerinin bir Alman denizaltısına binip Türkiye'den
kaçışına kadar sürdü.
Ali Kemâl, Mondros Ateşkes Antlaşması'nın imzalanmasından sonra, 14 Ocak 1919'da
yeniden faaliyete geçen Hürriyet ve İtilâf Partisi'nin Genel Sekreteri oldu. Dârülfünûn'da ders vermeye devam eden Ali Kemâl, 1922 Mart ayında Dârülfünûn
öğrencilerinin istifaya davet ettiği dört öğretim elemanı arasındaydı. Öğrencilerin verdiği kararın
gerekçesi; "hocaların, bağımsızlık, kutsiyet, milliyet hislerine yabancı oluşları, saldırgan
şahsiyetleri ile kamu vicdanında mahkûm edilmiş olmaları"dır. Öğrencilerin tepkileri üzerine
Ali Kemâl ve yazar Cenap Şahâbettin
3 Eylül 1922'de Heyet-i Vükelâ (Bakanlar Kurulu) kararıyla görevlerinden uzaklaştırıldı.
Peyâm-ı Sabah'taki yazılarında Kuva-yı Milliye'yi acımasız şekilde eleştirdi. Anadolu
hareketini ve Mustafa Kemâl'i İttihat ve Terakki’nin devâmı olarak gördü. Ancak 26 Ağustos'ta
başlayan Büyük Taarruz başarılı olduktan ve 9 Eylül'de İzmir'in kurtulmasından sonra, 10 Eylül
1922'de "Gayelerimiz Bir İdi ve Birdir" başlıklı bir yazı yazarak yanıldığını açıkladı. Ama bu
yazı onu kurtaramadı.
Gayelerimiz Bir İdi ve Birdir
"Muhalif ve muvafık bütün Türklerin gayeleri birdir. ... Bizi günegün felaketlere uğratanların aksine muhaliflerin görüşü bu amacı barış ve siyaset yoluyla elde ederek ülkeyi savaşlarla yeniden maceralara sürüklememekti. Çünkü defalarca gördüğümüz gibi bu maceraların sonucu zarar, gene zarar, daima zarar olmuştu. İtiraf etmeliyiz ki Anadolu’nun son zaferleri, kuvvetimize kılıcımıza dayanarak ulusal davayı, hayat hakkımızı ve bağımsızlığımızı kazanmak görüşünün doğruluğu, büyük özverilere mal olsa da gerçekleşmiş gibidir. ... Yurdunu ve ulusunu seven muhaliflere düşen başka konularda görüşlerini korusalar bile bu konuda yanıldıklarını itiraf etmektir.
"İtiraf ederiz ki, Anadolu'nun son zaferleri kuvvetimize, kılıcımıza dayanarak milli
davayı, hayat
hakkını ve
bağımsızlığımızı
kazanmak kararının
büyük fedâkârlıklarla olsa
da isabetinin gerçekleştiğini
gösterir gibidir. Öyle ya, bu zaferler
herhalde Yunan gibi ezeli bir
hasmm belini sonuna kadar kırdı.
...Böyle olunca, muhaliflerin
görüşlerinde fena yanıldık.
...Yunan'm İzmir’den denize
dökülmesi, Edirne'nin geri
alınması, kısaca bu devletin dünya
savaşında gördüğü feci kayıpların
böyle kısmen telâfi edilmesi gibi
bir saadeti hangi Türk takdir
etmez, hangi Türk her emelin
üzerinde görmez? Muhalefet bu
hakikatlan kabul etmemek
küçüklüğünü asla kabullenmez".
Kurtuluş Savaşı’nın kazanılmasının ardından Ankara Hükûmeti, geçmişte yazdıklarından
dolayı İstanbul polisinden Ali Kemâl'in tutuklanıp, yargılanmak üzere Ankara'ya gönderilmesini
istedi. 4 Kasım 1922 günü,
Teşkilât-ı Mahsusa (bugünkü MİT) mensubu birkaç kişi Ali Kemâl'i
Tokatlıyan Oteli'nde gittiği berber dükkânından kaçırdılar, Ankara'ya götüreceklerini bildirdiler.
Söylediklerine göre Ali Kemâl İstiklâl Mahkemesi'ne çıkarılacaktı. Ancak yol üstünde Ali Kemâl,
İzmit'te Bölge Kumandanı Sakallı Nurettin
Paşa'ya teslim edildi.
Ali Kemâl, Nurettin Paşa ile görüştükten sonra dışarı çıkarken, kumandanlık karargâhı
önünde bekleyen "genç subaylar" tarafından 6 kasım 1922'de linç edildi. Kafası çekiçlerle ve
taşlarla kırılarak öldürüldü. Linç edenler, Ali Kemâl'den hıncını alamamış olmalılar ki, çıplak
vücudu ayaklarına ip bağlanarak sokaklarda dolaştırıldı. Dahası, parçalanmış cesedi, Lozan
Konferansı'na giderken trenle İzmit'ten geçecek olan İsmet Paşa görsün diye, istasyonda bir
sehpaya asılarak teşhir edildi. Sonradan İzmit’te defnedilen Ali Kemâl'in mezarı, başına bir
mezartaşı veya herhangi bir işaret konulmaması sebebiyle, zamanla ortadan kayboldu. Uzun
araştırmalar sonunda 1950'lerde yeri tespit edilebildi.
Dışişleri Bakanlığı'nda AB Genel Müdür Yardımcılığı yapan (ve o dönemde AB Komisyonu
Türkiye Temsilcisi olan Karen Fogg ile ilginç yazışmaları ile gündeme gelen)
Selim Kuneralp, Ali Kemâl'in torunudur. Selim Kuneralp Stokholm Büyükelçiliği ve
Seul Büyükelçiliği'nden sonra
Dışişleri Bakanlığı Müsteşar Yardımcılığı görevini yürütmüş, AB Daimi Temsilciliği görevinde
bulunduktan sonra Bakanlık Müşâvirliği'ne getirilmiştir.
Ali Kemâl'in ilk eşi olan İngiliz hanımından olan öz torunu Stanley Johnson'ın oğlu olan
Boris Johnson, İngiltere Dışişleri Bakanı oldu. İngiltere'nin AB'den çıkmasının ateşli
savunuculuğunu yapan Boris Johnson, İngiliz Muhafazakâr Parti parlamenterliği yaptı. Boris
Johnson, büyük dedesi gibi gazetecilik yaptı. 'The Spectator' dergisinin Genel Yayın
Yönetmenliği'ni yaptı. 1 Mayıs 2008 tarihinde Muhafazakâr Parti adayı olarak Londra Belediye
Başkanı seçildi. Boris Johnson'un dedesi Osman, eski büyükelçi Zeki Kuneralp'ın baba bir
kardeşiydi.
Bize söz düşer mi, bilmem, ama Ali Kemâl'in iyi eğitimli, popüler, kendini beğenmiş,
kavgacı bir Hürriyet ve İtilâf'çı olduğunu, İttihatçılar ile mücâdele ettiği, Peyâm-ı Sabah'ta
çalıştığı, kurtuluşu İngiliz himâyesinde gördüğünü (o târihte kim görmüyordu
ki???), Millî Mücâdele'yi "mutlak mağlubiyet"e düçâr bellediğini, bu yüzden aleyhine yazıp
durduğunu, ancak "vatan hâini" olmadığını ve sonunda hatâsını kabul ettiğini düşünmekteyiz...
Kaçabilirdi, İttihatçılar'dan korktuğunda öyle yapmıştı. Ama kaçmadı ve sert tabiatlı Sakallı
Nurettin Paşa'nın tezgâhıyla linç edildi. Diğer Varlığın, "onun
yargılanmadan linç edilmesi"
yüzünden "mâsum" sayıldığını belirtmesi bu sebeptendir.
Ama hâlâ affettiremediği hatâsı da
var, karısına eziyet edip, ölmesine sebep olması... Doğrusunu ALLAH bilir... Oğlu Zeki Kuneralp
düzgün bir diplomattı. Ama torunu Selim Kuneralp dedesine bile lâyık olamıyacak tiynette
biridir.
Celse'de "1923 yılı Temmuz 26... Öğleden sonra ezânî
saat dördü nn geçe... " öldüğünü söylemiş, ancak 6 Kasım 1922'de linç edildi. Târih
yanlış!.. "İzmit'te ... ... İstasyon yakınında... Karargâhın önünde..."
demiş, Karargâh, İstasyon'a yakın mıydı, bilmiyoruz ama bu bilgi doğru...
Ezânî saat denince; gurub, yâni güneşin batışı 12.00 olarak kabul edilir. Her gün güneş
battığında ezânî saate göre saat 12.00’dir. Akşam ezanı bu saatle (hep 12.00’de)
okunduğundan “ezânî saat” ismini almıştır. Bugünkü kullandığımız “vasatî saat” Aralık 1925'te
kabul edilip kullanılmaya başlandığında halkımız vasatî saate “alafranga”, ezânî saate de
“alaturka” demiştir. Varlığın verdiği saat, olay öğleden sonra geçti ise, takrîben
saat 1'e denk gelmektedir. Mantıklıdır.
CELİ, "açık, âşikâr" demektir... Varlık "Açık bir şekilde kazâ ile, yani belki haksız yere
öldürüldüm" demek istemiş.
Üçüncü Geri Varlık ÂRİF SU... Çok adam öldürmüş, çok kişinin ölümüne sebep olmuş.
Hicrî 1338'de, yâni 1922-23 yılında idâm edilmiş. Ama simdi kaldırılmış olan
İDÂM EDİLENLER listesinde o yıllarda adına rastlamadık.
Niye Varlıklar'ın verdiği bâzı târih, yer, isim gibi bilgiler doğru çıkıyor da, bâzısı çıkmıyor,
izah edemiyoruz. Ama bizi yanlış yöne sevketmediği müddetçe, bu tarz yanlışları önemli
addetmiyoruz.
MEKKÂRE, "Osmanlı ordusunda taşıma işlerinde kullanılan at, deve, katır ve benzeri
hayvanlar, bu amaçla halktan ücret karşılığında kiralanan yük hayvanı" demektir. Varlık,
bunlarla taşınan devlet mal ve malzemelerini soyuyormuş. Pek çok insan öldürmüş.
Kayda MÜSTEFRİKE diye geçmiş olan kelimeyi bulamadık. Banzeri, yakınını da bulamadık.
Galiba "metres, kapatma" demek... Bilen varsa, haber versin!
Savaşta ve nefsi müdafaa için olan hâriç, adam öldürmek çok büyük günah... Kısas ise, yâni,
"cana can, kana kan" ancak Devlet eliyle
ve muhakeme sonucu mümkün. Bunun hârici zinhar büyük günah!.. Kur'an-ı Kerim
bunu açık olarak belirtmiş:
- ".... Kim, bir cana veya yeryüzünde bozgunculuk çıkartmaya
karşılık olmaksızın, Bunu bütün kadın-kız öldürenlere, trafikte yol vermedi diye levyeyi kapanlara, yan baktın
diye silâh çekenlere duyurmak isteriz!.. Canı sen vermedin ki, sen alasın!.. Peygamber'in
IFK OLAYI'ndaki tavrını anlattık. Onun
yapmadığını, Dört Halife'nin yapmadığını, Hacı Bektaş'ın, Pîr Sultan Abdal'ın yapmadığını sen
nasıl olup ta yapmaya kalkarsın?.. Aklını başına topla!.. Nefsine, öfkene, sinirine hâkim ol!..
Celse'ye devam ediyoruz:
Varlık : Fâtih Sultan Mehmed
Medyum- .... Yükseliyorum.... İNTİZAR MENZİLİ'ni geçtim...
Uzak mesâfede, önde yeşil bulut dağı... yürüyor... Tekbir sesine benziyen binlerce insan
bir ağızdan .... Sanki üstüme geliyorlar... Çok sesleri yaklaştı... O dağ yaklaştı... Açılıyor... Açılıyor..
Sisler içinde... ... Çok yaklaştılar... Şimdi Naât-ı Şerif'e benzeyen kudüm sesleri, tamburalardan çıkan
sesler gibi ... Tamâmen açıldı... Dağ kayboldu... Bulutlar dağıldı... Gümüşî ışık daha çok aydınlattı...
Yüzlerini görüyorum... MUHTEL-İ ŞUUR, MUHTEL-İ VİCDAN, MUHTEL-İ İDRAK OLMAYINIZ!
İ- Devletlüm, bizim neslimize, ve bizden sonraki nesillere kalmak üzere nasihatleriniz
var mı?
Dikkatinizi çekmiştir, Medyum bu sefer uzun uzun bulunduğu mevkii ve hissettiklerini
anlatıyor... Daha önce de verdik ama, Medyum'un sözünü ettiği vasatları tekrarda fayda var.
İNTİZAR MENZİLİ, "Bekleme Yeri" demektir.
Bilinmeyen kelimelere gelince; NAÂT-I ŞERİF , Mevlevî âyînlerinde okunan bir bestedir,
Naât-ı Mevlâna'dır.
- "Fe vecedâ abden min ibâdinâ âteynâhu rahmeten min indinâ
ve allemnâhu min ledunnâ ilmâ "
diye geçer. Bu zâtın ilmi Hz. Mûsâ'dan da, yanındaki arkadaşından da üstündür. Ancak o da
ALLAH'ın kuludur. Şöyle anlatılır:
- "Mûsâ ona dedi ki: 'Doğru yol (rüşd) olarak sana öğretilenden bana öğretmen için
sana tâbi olabilir miyim?'
Ne güzel, ibret verici bir kıssa değil mi?.. ALLAH'ın böyle sevgili ve gizli kulları vardır.
Bâzıları Peygamberler'e bile ders verirler. Ancak, dikkatinizden kaçmasın, o muhterem zât
diyor ki, "Ben bunu kendi görüşümle yapmadım." Yâni,
herşey gibi, o da ALLAH'ın isteğine, irâdesine, takdirine bağlı!..
- "(Süleyman), 'Ey ileri gelenler!
İşte kıssalarda geçen her iki kişi de İlm-i Ledün sâhibi muhterem zatlardır.
NÜCUM , "tulû' etmek, doğmak" demektir. Bu kavramdan hareketle İLM-İ NÜCUM ,
"Yıldızlar İlmi, Astroloji" anlamındadır. "Astronomi" mânâsına kullanıldığı da olur.
Varlık, "Siz İlm-i Nücûm'u bırakınız, İlm-i Kozmografi'ye
ehemmiyet veriniz," diyor ki, KOZMOGRAFYA, "astronominin, matematik ve fiziğin
yalnız ana kavramlarından yararlanarak, Kâinat'la ilgili en bellibaşlı olayları konu alan dal"dır,
ve yerinde bir nasihattır.
SÛRE-İ ŞUARÂ , Hz. Mûsa,
Hz. İbrâhim, Hz. Nuh, Hz. Sâlih, Hz. Lût, Hz. Şuayb kıssaları
ile Peygamberimiz Hz. Muhammed'in çevresindeki müşriklere hitâbı hakkındadır. Boş şeyler
hakkında şiir yazan şâirlere de çatar. O yüzden adı "Şâirler Sûresi"dir... Ancak içinde
Üç Ümm-ül Hayr hakkında bir işâret göremedik. Belki gizli mânâlarda saklıdır.
Kayıtlarda Ümm-ül Hayr olarak birincisi Hz. Ebubekir'in annesi Binti Sahr verilmektedir.
Ebu Kuhafe ile evlenmiştir. İkinci Ümm-ül Hayr olarak Peygamberimiz'in kızı Hayrünnisa
Betül Zekiyye Fatıma verilmektedir. Hz. Ali ile evlenmiştir.
Üçüncü Ümm-ül Hayr olarak Abdülkadir Geylâni'nin annesi Fâtıma verilmektedir.
Bunların üçünün de evlâtları hayırlı olduğu için
anaları da elbette hayırlıdır. Ancak bizim kurduğumuz Rûhî İrtibatlar'da biri bu Celse'de,
biri de ABDÜLHAMİD HAN celsesinde, iki defa Üç Ümm-ül Hayr,
"ÖMER-ÜL HATTAB'ın vâlide-yi muhteremleri, MEMÛN'un
vâlide-yi muhteremleri ve CENÂB-I MUSTAFA KEMÂL'in vâlide-yi muhteremleri"
diye verildi... Bunlar hem TÜRKLER , hem de MÜSLÜMANLAR için hayırlı annelerdir...
Elbette ki, doğrusunu ALLAH bilir ama, siz hangisine inanırsanız...
Varlık, "Öyle bir makamdır ki, o ruhlarca Yeryüzü'ne tekrar
gönderilmek mesele değildir" diyor... Bundan anlıyoruz ki, başka ruhlar Yeryüzü'ne
tekrar tekrar geliyor. Yâni Varlık reinkarnasyonu tasdik etmiş oluyor... Biz daha önce
demiştik ki, " Reinkarnasyon 3 şekilde tesbit edilebilir. Birincisi,
HATIRLAMALAR'dır. İkincisi, EKMİNEZİ çalışmalarıdır. Üçüncüsü, irtibat kurulan BEDENSİZ
VARLIKLARIN YAPTIKLARI AÇIKLAMALAR'dır." İşte bu ifâde onlardan biridir.
Böyle bir açıklama HÜSÂMEDDİN ÇELEBİ Celsesi'nde de geçmişti.
EVLÂD-I HASAN , EVLÂD-I HÜSEYİN; HZ. MUHAMMED'İN TORUNLARI HZ. HASAN ve
HZ. HÜSEYİN soyundan gelenler, yâni EHL-İ BEYT kastedilmiştir. EHL-İ BEYT,
"ev halkı" demektir. Peygamberimiz'in soyundan sâlih olanlar kastedilmiştir ki, çoğu öyledir.
Ama arada
Mekke Şerifi Hüseyin gibi, üç-beş altın ve taht sevdâsı için İngilizler'le birlik olup,
İslâm'a ve Osmanlı'ya ihânet edenler de çıkmıştır.
"Kardeş katli" sorusuna verilen cevap "Fert zarâr-ı amme,
fitne menfaat-ı şahsiyeyi ihlâl eder" gibi karışık bir ifâde... Anlaşılamadı. Ama kastedilen,
"Şahsın menfaati fitneye dönüşüp ammenin zararına yol açıyorsa, Kitâb'a uygundur" olsa gerek!..
"El gaybı taalallah", "Gaybı ancak ALLAH'ındır, Allah
bilir" demektir.
4 Mart 1919'da
kurulan Birinci Dâmad Ferit Paşa hükûmetinde Maarif Nâzırlığı, bu hükûmetin iki ay sonra
istifasının hemen ardından kurulan ikinci Dâmad Ferit Paşa hükûmetinde ise Dâhiliye Nâzırlığı
görevini üstlendi. Bu görevde iken Kuva-yı Milliye ve Mustafa Kemâl Paşa aleyhine peş peşe
emirler yayınladı. İngiliz Muhipler
Cemiyeti’nin kurucularından birisi oldu. Hükûmet içinde çıkan
bir anlaşmazlık yüzünden 26 Haziran 1919'da Nâzırlık'tan istifa etti.
MEVASIH diye bir kelime bulamadık. Kayda yanlış geçmiş olmalı...
haksız yere bir cana kıyarsa, bütün insanları öldürmüş gibi olur.
Her kim bir can kurtarırsa, bütün insanları kurtarmış gibi olur."
(Mâide Sûresi , 32. Âyet)
Tarih : 12.9.1961
Usûl : Hipnoz yoluyla rûhî infisâl
Medyum: Ali
İdâreci- ... Gidiyor gene bu akşam!
M- .... MAKAM-I SUĞRA...
İ- Evet, efendim.
M- ...
İ- Neniz var, efendim? Lûtfen bize bu mevkii anlatınız.
M- .... Sâdece.... sâdece ellerim... Bir sessizlik... Her tarafım yeşil bulutlarla kaplı...
... Hiçbir şey görmüyorum...
(Derin derin nefes alır) Ohh!... Oturdum...
... Açılıyor... Açılıyor... Gök yeşil... Yeşilin ortasında dâire şeklinde
göz kamaştırıcı bir ışık... Işık... Işık... Gümüşî ışık...
Gümüşî ışık... Gümüşî ışık... Sağım göl...
Ama bildiğiniz... Yeşil ... Yeşil ... Yeşil... Ne ağaç, ne çiçek, ne ot... Yeşil ...
Yeşil ... Yeşil...
Solum yeşil... Solum yeşil... Solum yeşil... Önüm yeşil... Buluttan yeşil bir dağ...
Oturduğum
minder yeşil.... Yeşil... Yalnız gümüşî ışık tepemde... Gümüşî ışık tepemde... Hiç görmedim...
söyler gibi sesler... Uğultu... Uğultu... Uğultu... Uğultu... Uğultu... O dağ yürüyor...
Dağ yürüyor... Dağ yürüyor...
Uğultu... Uğultu... Uğultu... Uğultu... Ohh!... Ayağa kalkmak
istiyorum ama muktedir değilim...
Başımı kımıldatamıyorum, mecâlim yok... Parmağımı
oynatamıyorum... Namaz kılar gibi oturuyorum...
sâdece yeşile bürünmüş hayâletler, bedenler seziyorum... Yalnız başları
görünüyor... Saçları da yeşil...
MAKAM-I SUĞRA...
sesler duyuyorum... Naât-ı Şerif'e benzeyen sesler... Nefis bir musikî!.. İnsandan
bir başak tarlası sanki...
Yüzlerini görüyorum... Bedenler beyaz bulutlara, yeşil tüllere sarınmış...
Kayar gibi birisi ağır ağır ilerliyor...
Musikî daha arttı... Ne lâtif bir musikî!.. Naâtın temposuna
uyarak ağır geliyor... Yüzü o gümüşî ışıktan sanki bir parça...
Ağır ağır... Korkuyorum!...
Tebessüm ediyor...
Varlık-
V- (kendi mübârek sesleri ile) MEHMED BİN
MURAD EL MUZAFFER DÂİMA...
İ- Ben ve arkadaşlarım dua ettiler... TANRI kabul etsin. Nur içinde yatasınız.
Fatih Sultan Mehmed...
V- (kendi mübârek sesleri ile) Haddün bilesiz, mütelezziz olasız!..
İ- Devletlüm, sizleri dinliyoruz, efendim. Sizlere sual sormak haddimiz değil. Bizleri
irşad ediniz. TANRI rızâsı için.
V- (kendi mübârek sesleri ile) Mürşide muhtaç
olanın irşat haddi değildir.
İ- Efendim, ricâmız odur ki, MAKAM-I SUĞRA hakkında bir bilgimiz yoktur.
Medyumumuz ilk defa bu kata çıkmıştır.
Biraz bulunduğunuz yer hakkında bilgi verir misiniz?
M- ... Cesedimizi sadâ-yı mübâreklerinden kestiler.
İ- ???
V- MAKAM-I SUĞRA, MAKAM-I ŞÜHEDÂ'dan sonra gelen, ENBİYA-YI İZ'AM'ın
altında bulunan bir makamdır ki,
onlarca Yeryüzü'ne tekrar gönderilmek mesele değildir.
Mükâfatı, sâdece Yevm-i Kıyâmet'i beklerler.
İ- Devletlüm, bir sualimiz de şudur, efendim. Kaç tâne Ümm-ül Hayr vardır? Bunun
hakkında mâlûmat verir misiniz?
V- Sûre-i Şuarâ'da işâret buyrulmuştur... Üç tâne Ümm-ül Hayr vardır... ÖMER-ÜL
HATTAB'ın vâlide-yi muhteremleri,
MEMÛN'un vâlide-yi muhteremleri ve CENÂB-I MUSTAFA
KEMÂL'in vâlide-yi muhteremleri...
İ- Üç tâne???
V- ÖMER-ÜL HATTAB'ın vâlide-yi muhteremleri, MEMÛN'un vâlide-yi muhteremleri
ve CENÂB-I MUSTAFA KEMÂL'in vâlide-yi muhteremleri...
İ- Şimdi İlm-i Ledün ile İlm-i Nücûm arasındaki fark nedir? Lûtfeder misiniz?
V- İlm-i Ledûn, enbiyâ ve evliyâ mesleğini tâlim eden ilimlerdir ki, kanunları yoktur.
Sâdece maddeyi kendisine esir eder ve mâneviyâtın şâhikasına yükselmeyi bize tâlim eder.
Öğretmenle kullanılır.
İlm-i Nücûm, yıldızlar ilmidir. Mükevvenat'ta ne kadar canlı varsa, o sayıda yıldız vardır.
LEVH-İ MAHFUZ'un bir aksini, bir katresini bu yıldızlarda okumak kaabildir.
İ- Şu halde yıldız fallarının bir esâsı var.
V- Asla!... Asla!..
İ- Yıldızlara bakmakla ne şekilde Levh-i Mahfuz okunabiliyor?
V- Bu, takaatım dışındadır... Siz İlm-i Nücûm'u bırakınız, İlm-i Kozmografi'ye ehemmiyet
veriniz.
İ- Muhterem Devletlüm, bugünkü memleketimizin ahvâli hakkında, gidişâtı hakkında
mâlûmat lûtfeder misiniz?
V- Şimdi muhtel-i şuur değilseniz, esas yolunuzu tesbit edersiz... Edersiniz...
İ- Muhterem üstâdım, Medyumumuz bunu iyi nakledemediler. Lûtfederseniz, bir daha
söylesinler...
V- (kendi mübârek sesleriyle) Haddin bilesiz,
mütelezziz olasız! (Medyum teşevvüş hâlinde) .......
İ- Devletlüm, Medyumumuz çok sıkıntıda. Rahat konuşamıyor... Ve sözlerinizi iyi
nakledemiyor.
Lûtfediniz, bir daha tekrarlasın, efendim.
V- Muhtel-i şuur değilseniz, esas yolunuzu tesbit edersiniz
İ- Celâl Bey diyorlar ki, "Üçüncü bir cihan harbi olursa, İstanbul'un başka bir devlet
tarafından
işgâli mümkün mü?"
V- Bilesiz ki, İstanbul'u kuşağınızın orduları değil, Şühedâ Evlâd-ı Hasan, Evlâd-ı Hüseyin
ve nihâyet Hazret-i Eyüp mübâreklendirdi.
İ- Celâl bey diyorlar ki, "İstanbul'un fethinde Bizanslılar'a tanınan hakları sonradan bir
hata olarak
kabul ediyorlar mı?"
V- Asla!.. Ben Emr-i İlâhî'yi, Emr-i Kitâbî'yi, Emr-i Müstağnî'yi yerine getirdim. Önüne,
hak
ve adâlet ekmeğini sofrasına koyduğunuz insan, arkadan kancıkça sizi hançerlerse,
bu kabahat sizin değildir.
Ben bu mertebeyi o Adl-i İlâhî'yi, o Emr-i Kitâbî'yi yerine getirmekle,
cibilliyetimin iktizâsına göre
hareket etmekle kazandım.
İ- Efendim, arkadaşlarımız diyorlar ki, "Kardeşlerinizi öldürtmekle... bunu ne şekilde
izah edebilirsiniz?"
V- Emr-i Kitâbî, "Fert zarâr-ı amme, fitne menfaat-ı şahsiyeyi ihlâl eder" der. (?)
İ- Devletlüm, İstanbul'un fethini kitaplardan okuduk. Fakat bizim bilmediğimiz tarafları
var mı?
Eğer varsa, lûtfeder misiniz?
V-
"Târih-i Ebü'l Feth"i sizin anlıyabileceğiniz hâle getirirlerse, o zaman bilmediğiniz taraf
kalmez.
İ- İstanbul'un fethinde yabancı milletler Sarkapulka denen bir kapının açık bırakılarak
Türkler'in oradan girdiğini söylerler. Bu doğru mudur?
V- Doğrudur. Doğru... Bâd-ı seherde hücum ettiğimiz Edirne Kapısı'nın sol cenâhında,
cânibindedir...
Ama bunları Rumlar değil; bizim daha önce yerleştirdiğimiz bir grup serdengeçti
açmıştır.
İ- Efendim, Şükrü Bey diyorlar ki, "Bundan sonra Türkiye Cumhuriyeti'nin sizin gibi
kuvvetli,
dirâyetli bir başkan gelecek mi?"
V- Bu budunun başına ben getirilmedim. Budunun büyüklüğü, ululuğu beni içinden
çıkardı.
O, bu buduna mensup değil midir ki, ondan şüphe eder?
İ- Bu ne zaman olacak? Ve kimdir, efendim?
V- El gaybı taâlallah.
İ- Şükrü Bey diyorlar ki, "Memleketimizde siyâsî ölüm olacak mı?"
V- Evvelâ mevta hâline gelmiş kimselerin defin merâsimlerini yapmadın. Teşhis ve
tekfini bitirin.
Ondan sonra bunları düşünün.
İ- Bir sualim de şu efendim...
M- ... Susunuz!..... (Varlık, Medyum'la konuşur) ... Sorunuz!...
İ- Üçüncü Cihan Harbi olacak mı? Böyle bir harpte memleketimizin durumu ne olacak?
V- Evvelâ Ruhlarınız'daki başlangıçta olan çıfıtlık harbini sulha kavuşturunuz. Ondan
sonra
hiçbir harpten korkmazsınız.
İ- Şükrü Bey soruyorlar: "Devletlüm'den rica ediyorum, acaba seçimlerin sunucunda kim
iktidara gelecektir?"
V- Meyhâne-yi mânevînizde hâlâ sarhoş olmamakta devam eder, ayılırsanız, arzu
ettiğinizi getirirsiniz.
Aksi hâlde meyhânecinin arkadaşı bozacı mülk-ü millete hâkim olur.
Muhtel-i şuur, muhtel-i vicdan, muhtel-i idrak olmayınız!
Muhtel-i şuur, muhtel-i vicdan, muhtel-i idrak olmayınız!
V- Bir tek!... Bir tek!... ECDÂDINIZA LÂYIK AHVÂD, AHFÂDINIZA LÂYIK ECDÂD OLUNUZ!...
İ- Arkadaşların şahsî sualleri var. Lûtfeder misiniz?
V-
... Sorunuz!...
İ- Devletlüm, Sâliha Hanım zihnen rica ediyorlar... Lûtfediniz.
V- .... Aldanmamak için BİR tarik vardır. Tek bir tarik vardır: ALDATMAMAK!..
İ- Berna Hanım soruyorlar.
V- ... Tecrübe edilmeden dikilen elbise, bedene oturmaz!
İ- Câvit Bey soruyarlar.
V-.... Vahdet.... Sırçadan köşk yaptıran, kaabil-i muhafaza tertibâtı alması lâzımdır.
İ- Celâl Bey soruyorlar.
V- .... Tabiat-ı eşyâyı zorlamak, atılan okun geri dönmesi gibidir. .... Tabiat-ı eşyâyı zorlamak,
atılan okun geri dönmesi gibidir. .... Tabiat-ı eşyâyı zorlama!... Zorlama!.. ....
Tabiat-ı eşyâyı zorlama!..
İ- Şükrü Bey soruyorlar.
V- .... Kâğıttan yapılan kîsenin delinmesi çabuk olur.
İ- Ümit Bey soruyorlar.
V- .... Bulgur yapacağın buğdayın fazla dövülmeden kepeğe katılması lâzımdır.
İ- ......
V- ... Sorunuz!
İ- Abidin Bey soruyorlar.
V- .... Kilden çanak çömlek isterseniz, kirden ayıklanması, saf hâle getirilmesi lâzımdır.
İ- Bülent Hanım soruyorlar.
V- .... Kandili yakması mukadder... Sonra bahtiyarlık ışığına kavuşacak... Kandil yakması
mukadder...
Sonra bahtiyarlık ışığına kavuşacak...
İ- Türkân Hanım soruyorlar.
V- ... Sualiniz içindeki kudret-ü niyete bağlıdır.
İ- Zehra Hanım soruyorlar.
V- ... Hakkıdır. Hakkıdır ama, daha mahrem olarak hakkını elde etmeye çalışsın.
İ- Muzaffer Hanım rica ediyorlar.
V- .... Gönül suyuyla yıkamaya devam etsin. Ak olacak.
İ- Fatma Hanım rica ediyorlar.
V- ... Tırnak uzaması neticesi rahatsızlık veriyorsa, sındığıyla kessin!
İ- İhsan Hanım soruyorlar.
V- ... Eğlenceyi, zevki düşündüğü kadar elindeki nimetin kadrini bilsin!
İ- Bülent Hanım tekrar rica ediyorlar.
V- .... Meyva alabilmek için, meyvanın değeri kadar emek sarfetmek lâzım.
Ceninin
ana rahmindeki durumunu düşün!..
Emek sarfetmezse, hüsrân olur!...
İ- Celâl Bey soruyorlar.
V- ... Kendi kapısının anahtarını kaybedenler, başka eve giremez, sokakta kalırlar.
İ- Muhterem üstâdım, şimdi ben bir sual soruyorum.
V- Sor!... Ay bulutun arkasına girdiği zaman elbette ışık vermez! Bu, ayın ışık vermediğine
delil değildir.
M- ..... Karşılıyorlar...... Uğurluyorlar...
İ- Evet.
MUVAKKAT MENZİL, "Geçici bekleme Yeri" demektir.
MAKSUT MENZİLİ, "Ulaşmak İstenen Yer" demektir.
MENZİL-İ ŞÜHEDÂ, açık, "Şehitler Yeri" demektir.
MAKAM-I SUĞRA... SUĞRA, "en küçük, daha, pek" anlamına geliyor. "En Küçük Makam"
olabilir mi?.. Peygamberler Makamı'nın altında olduğu için, orası BÜYÜK MAKAM ise,
burası da KÜÇÜK MAKAM anlamında olabilir.
MÜTELEZZİZ OLASIZ, "tad alın" demektir.
MUHTEL , "düzeni bozulmuş, bozuk, eksilmiş, zarara uğramış" demektir. Muhtel-i Şuur,
"bilinci bozuk", muhtel-i vicdan "vicdânı bozuk, vicdansız", muhtel-i idrak "idrâki noksan, idraksiz"
demektir.
MÜSTAĞNİ , " ihtiyaçsız, ihtiyaç duymayan, elinde olanla yetinen, doygun, nazlı davranan,
eskimiş" anlamlarına gelir. Celsede "hiçbir şeye ihtiyaç duymayan ALLAH'ın emriyle"
mânâsında Emr-i Müstâğni olarak geçmiş...
CİBİLİYET , "yaradılış" demektir.
İKTİZA , "gerekli olma, gerekme" demektir.
MEVTÂ , "ölü, ceset, ölmüş kimse" demektir. Siyâsî ölüler için kululanılmış.
TEKFİN , "kefenleme" demektir.
AHFAD , "torunlar" demektir.
ECDÂD , "dedeler. babalar, büyük babalar" demektir.
ÇIFIT , "Yahudi, hileci, düzenbaz" demektir.
TARİK , "yol" demektir.
PÎR-U PÂK , "tertemiz, lekesiz" demektir.
ENBİYA-YI İ'ZAM , "Büyük peygamberler" demektir. İ'ZAM"ın , "bir kimseyi gönderme,
yollama" anlamı da vardır. Böyle alınırsa "gönderilmiş olan peygamberler" demektir.
YEVM , "gün" demektir. YEVM-İ KIYÂMET , "Kıyâmet Günü" anlamındadır.
HURUFÎLİK , harflerden rakamlar, ve onlardan mânâ çıkaran tarikattır. Seyyit Nesimî celsesinin incelemesinde bu konuda bilgi verilmişti.
LEDÜN , "(Tanrı) huzuru, (Tanrı) katı" demektir. Böylece İLM-İ LEDÜN , TANRI'nın bildiği,
ancak seçtiği kullarına bildirdiği ilimdir. İlm-i ledün, Allah ile ilgili bilgi ve
sırlara ait ilim, gayb ve mârifet ilmidir. İlm-i Ledün, çalışmak ve gayretle ele geçmez.
Ancak ALLAH tarafından ihsân edilir, seçilmiş kimselere mahsûstur. Umûma şâmil değildir.
KURAN-I KERİM'de Hz. MÛSÂ ve arkadaşı için,
- "(Orada) Kullarımızdan bir kul buldular ki, Biz ona katımızdan bir rahmet vermiştik
ve ona katımızdan bir ilim öğretmiştik,"
(Kehf Sûresi , 65. Âyet)
O zât ise, 'Sen benim beraberliğime tahammül edemezsin,' dedi.
'Havsalanın almadığı bir şeye nasıl dayanacaksın?'
Mûsâ, 'İnşâallâh benim sabırlı olduğumu
ve sana hiçbir işte karşı gelmeyeceğimi görürsün,' dedi.
O da, 'Eğer bana uyacaksan, hakkında
sana açıklama yapıncaya kadar bana hiçbir şey sormayacaksın,' dedi.
Derken yola koyuldular. Nihâyet bir gemiye bindiklerinde, (o zat) onu (gemiyi) deldi.
(Musa), 'Gemiyi, içindekileri boğmak için mi deldin? Doğrusu şaşılacak bir şey yaptın,'” dedi.
(O zât )Dedi ki, 'Gerçekten benimle birlikteliğe
sabretmeye kesinlikle güç yetiremeyeceğini, ben sana söylemedim mi?'
'Ne olur,' dedi Mûsâ,
'unuttuğum bir şeyden dolayı beni sorguya çekme ve şu işimde bana güçlük çıkarma.'
Gene yola düştüler. Derken bir erkek çocuğa rastladılar, o zât, çocuğu öldürdü.
Mûsâ 'Bir cana
kıymamışken tuttun, tertemiz birisini öldürdün.
Andolsun ki, pek kötü ve menedilmiş bir şey yaptın sen,' dedi.
O (kişi), 'Ben sana dememiş miydim?' dedi, 'Sen benimle birlikteliğe asla
katlanamazsın diye?!'
Mûsâ, 'Eğer bundan sonra sana bir şey hakkında soru sorarsam,
artık benimle arkadaşlık etme.
Doğrusu, tarafımdan (dilenecek son) özre ulaştın (bu son özür dileyişim)' dedi.
Yine yola koyuldular. Nihâyet bir şehir halkına varıp, onlardan
yiyecek istediler.
Halk onları konuk etmek istemedi. Derken orada yıkılmaya yüz tutmuş
bir duvar gördüler.
O zât hemen o duvarı doğrulttu. Mûsâ, 'İsteseydin, bu iş için bir ücret alırdın'
dedi.
O zât, 'İşte,' dedi, 'seninle benim aramda artık ayrılık bu!
Sabredemediğin şeylerin içyüzünü haber vereyim sana.
Gemi var ya, o gemi, denizde çalışan yoksul kimselerindi. Onu kusurlu
kılmak istedim.
(Çünkü) onların arkasında, her (sağlam) gemiyi gasbetmekte olan bir kral vardı.
'O küçük çocuğa gelince, onun annesi ve babası mü’min kimselerdi. Onun (büyüyünce),
annesini babasını,
aşırı sevgileri sebebiyle kendisi gibi azgınlığa, eşkıyalığa, inkâra ve küfre
sürüklemesinden korktuk,' dedi.
'İstedik ki, Rableri, bunun yerine onlara daha temiz, daha
merhametli birini versin.' dedi.
'Duvara gelince, o şehirdeki iki yetim çocuğa âitti ve altında
onlara âit bir hazine vardı.
Babaları da sâlih biriydi. Rabbin onların erginlik çağlarına ermelerini
ve Rabbinden bir rahmet olarak hazinelerini çıkarmalarını diledi.
Ben bunu kendi görüşümle
yapmadım.
Haklarında sabır gösteremediğin şeylerin içyüzü işte budur.'
(Kehf Sûresi , 66-82. Âyetler)
Onlar bana teslim olmadan önce, hanginiz bana onun
(Sabâ Melikesi Belkıs'ın) tahtını getirebilir?' dedi.
Cinlerden bir ifrit, '“Sen yerinden kalkmadan önce, onu getiririm, buna gücüm yeter,' dedi.
Kitâb'tan (ALLAH tarafından verilmiş) bir bilgiye sâhip olan kimse ise ,
'Ben,' dedi, 'gözünü yumup açmadan onu getiririm sana.'
Derken (Süleyman) baktı ki, taht yanında durmada! Onu görünce, 'Bu,' dedi, 'Rabbimin lûtfundan,
ihsânından!
Şükür mü edeceğim, nankör mü olacağım, beni sınamak istiyor.
Fakat şükreden, mutlaka kendisini faydalandırmış olur ve nankörlük edene gelince,
hiç şüphe yok ki Rabbim, kullarından müstağnîdir, onlara karşı lütuf ve kerem sâhibidir,' (dedi)"
(Neml Sûresi , 38-40. Âyetler)
(3) Celse İdârecisi, Sultan Genç Osman celsesinden aldığı dersle akıllanmış, Fâtih'e
"Devletlüm" diye hitap ediyor. Bu sefer Fâtih az-çok tanınmış bir şahsiyet olduğu için uygun
sualler sorulmuş ama; ne onu, ne de onun dönemini iyi bilen çıkmadığı için, gene gelen
Varlık'tan yeteri kadar
yararlanılmamış, zamanın çoğu şahsî sualler ile geçmiş... Tabii onlar da bize birşeyler öğretir
ama asıl önemli olan târihî, siyâsî ve dînî boyutları olan bu Muhterem Zat'tan kendisi ile
ilgili bilgiler alabilmek idi.. İşte o yüzden "Fâtih Sultan Mehmed Han'ı bir iyice tanıyalım," dedik.
FÂTİH SULTAN MEHMED , yâni,
Sultan II. Mehmed, Avrupa'da tanınan adıyla, Makyavelli'nin
tâbiri ile "Grand Turco (Büyük Türk)" veya "Turcarum Imperator (Türk İmparatoru)"
30 Mart 1432'de doğmuştur. Osmanlı İmparatorluğu'nun yedinci pâdişâhıdır. İstanbul'u
fetihinden sonra "Fethin Babası" anlamına gelen "Ebû'l-Feth" , daha sonraki dönemlerde ise
"Çağ Açan Hükümdar" ve "Doğu Roma İmparatorluğu'nun Hükümdarı" anlamında "Kayser-i Rûm"
olarak anıldı. Bu "Kayser-i Rum" ve "Sultân-ı Rum" tâbirlerini ondan sonraki pâdişahlar da
kullandılar. Batı Roma İmparatorluğu zâten 476'da yıkılmıştı.
Mehmed, 27 Receb 835 (30 Mart 1432) Pazar günü, şafak vaktinde, Devlet'in o zamanki
pâyitahtı olan Edirne'de, Sultan II. Murad'ın dördüncü oğlu olarak dünyaya geldi. Annesi Hümâ
Hatun'dur. Babinger ve Lord Kinross gibi bâzı târihçiler bu muhterem kadının "gayrimüslim
bir köle", yâni câriye olduğunu iddia ederlerse de, doğru değildir. Olsa da farketmezdi. Annesi
câriye olan Pâdişâhlar'ın hiçbiri TÜRK ve MÜSLÜMAN olduğunu unutmamıştır. Sâdece onlar
değil; câriyelikten vâlide sultanlığa terfi eden Analar'ı da TÜRK ve MÜSLÜMAN olarak ülkeye
hizmet etmişlerdir. Arniyetlilerin Fâtih'in anasıyla uğraşmaktan vazgeçmeleri gerekir.
Mehmed 2 yaşına kadar Edirne'de kaldıktan sonra, 1434’te sütninesi ve küçük ağabeyi
Ali ile birlikte 14 yaşındaki büyük ağabeyi Ahmed’in Sancakbeyi olduğu
Amasya'ya gönderildi. Burada ağabeyi Ahmed'in erken yaşta ölmesi üzerine, Mehmed 6
yaşında Sancakbeyi oldu denirse de, rahmetli Halil İnalcık bunu "şüpheli" bulur. O yaşta
Sancakbeyi olsa bile, yanında lalası, tecrübeli bir devlet adamı bulunur, işleri onun tavsiyesine
göre yürütürdü. Diğer ağabeyi Aladdin ise Manisa'da (Saruhan) Sancakbeyi idi.
İki yıl sonra babaları II. Murad'ın tâlimatıyla iki kardeş yer değiştirdiler ve Mehmed Saruhan
Sancakbeyi oldu.
Mehmed’in eğitimi için babası çeşitli hocalar görevlendirdi. Ancak zeki olduğu kadar
hırçın bir çocuk olan Mehmed’in eğitilmesi kolay olmadı. Sonunda babası heybetli ve otoriter
bir alim olan Molla Gürânî’yi
görevlendirdi. Anlatılana göre Sultan Murad, Molla Gürânî'ye bir değnek vermiş ve Mehmed
itaatsizlik ederse kullanmasını söylemişti. Molla Gürânî Mehmed’e, dersini dikkate almayan
bir öğrencinin hocası tarafından dövülmesi ile ilgili edebî bir cümleyi inceletmiş, Mehmed
durumun ciddiyetini kavrayarak eğitimine önem vermeye başlamıştır.
Şehzâde Mehmed'in medrese kökenli hocalarının yanısıra bilgi edindiği Batılı şahsiyetler
de bulunmaktaydı. Saruhan (Manisa) Sarayı'nda İtalyan hümanisti Anconalı Ciriaco ve
Saray'daki başka İtalyanlar onun Avrupa Târihi ile Antik Yunan filozoflarının hayatlarıyla ilgili
kitaplar okumasına önayak olmuştu. Bu durum Şehzâde Mehmed'e bir kaç dil ve bir kaç
kültür hakkında bilgi kazandırmıştır... Bundan da anlıyoruz ki, Osmanlı Pâdişahları öyle iddia
edildiği gibi gerici, tutucu, bilgisiz falan değildi. Topkapı Sarayı arşivinde bulunan
II. Mehmed'in şehzâdelik yıllarına âit karalama defterinde Lâtin harfleri, Arap harfleri, Roma
büstlerini andıran insan çizimleri ve Osmanlı figürleri bulunmaktadır.
Mehmed'in TÜRKÇE'ye ek olarak Arapça ve Farsça'nın yanısıra Lâtince, Yunanca ve
İtalyanca bilmesi bu dönemdeki eğitimine dayanır.
Sultan II. Murad 1443 yazında Karaman beyi İbrahim'i Anadolu’da yenilgiye uğrattıktan
sonra, Ekim ayında Edirne'ye döndüğünde, János Hunyadi, Macar Kralı Ladislas ve
Sırp Despotu Yorgo Brankoviç önderliğinde bir Hristiyan ordusunun Tuna’nın güneyindeki
Osmanlı topraklarını istilâ etmeye başladığı haberini aldı. Aynı dönemde Amasya’dan
Şehzâde Ali’nin öldüğü haberi geldi. Diğer ağabeyinin de sonradan erken yaştaki ölümü sonucu
Mehmed tahtın vârisi oldu... Bir süre sonra Sultan II. Murad kendi isteğiyle tahtını oğluna bırakıp
çekildi... Bu, Osmanlı Târihi'nde ilk ve tek vak'adır. Bir sultanın tahtına oğluna bu şekilde
terkedip çekilmesi görülmedik bir şeydi. Sebebini aşağıda anlatacağız. Ama önce, uzun
uzun bu noktaya nasıl gelindi, onu anlatmamız gerek... Sabrınıza sığınıyoruz.
Aslında TÜRK soyundan olan Macarlar (Hungarlar - Hun soyu Türkler) ile Osmanlı
arasında düşmanlık vardı. Macarlar hıristiyandı, tıpkı TÜRK soyu Bulgarlar gibi... Müslüman
Türkler'in Avrupa'ya geçmiş ve yayılmış olmasını bir türlü hazmedemiyorlardı.
18 Mart 1442 Mezid Bey kumandasındaki bir akıncı kuvveti Transilvanya'ya girmiş
ve alışılmış akınlardan ve Sent İmre mevkiinde bir başarı elde ettikten sonra, Hermanştad
kalesini kuşatmıştı. Bu sırada Jan Hunyad (Hunyadi Yanoş) kalenin imdâdına koştu.
Muhasarayı kaldıran Mezid Bey, Hunyad'ı karşıladı. Şiddetli bir savaşta Hunyad'ın arkadaşı
Simon dö Gemeni 3.000 kişi ile maktûl düştü ve zafer Türkler'de kalmak üzere iken,
Hermanştad'daki mahsur kuvvetin bir çıkış hareketiyle muharebeye katılmaları üzerine,
iki ateş arasında kalan akıncılar, berâberlerinde olan esirleri bırakarak ve 20.000 maktûl
verdikten sonra mağlup oldular. Kumandan Mezid Bey ile oğlu da maktûl düştüler.
Hıristiyanlar ele geçirdikleri Türk esirleri vahşice bir işkence ile, zafer sofrasında yemek
yerken katledildiler. Bu zaferi müteakip Jan Hunyad Eflâk'a girdi ve Tuna'nın iki sâhilinde
olan yerleri tahrip ederek çekildi.
Jan Hunyad'ın bu başarısı Avrupa'da şöhretine sebep oldu. Osmanlı Devleti de bu
mağlûbiyetin acısını çıkarmak üzere, aynı sene Eylül ayındı bir kuvvet sevkine karar verdi
ve Rumeli Beylerbeyi Kula Şâhin veya diğeri adıyla Hadım Şehâbeddin Paşa kumandasıyla
Rumeli'den başka Anadolu'dan da altı sancak sipâhi alınarak büyük bir ordu gönderildi.
Kuvvetine mağrur olarak ihtiyatsız hareket eden Osmanlı kumandanı, tecrübeli akıncı beylerinin
tavsiyelerine ehemmiyet vermediğinden dolayı, Jan Hunyad tarafından Vazağ mevkiinde pek
fena hâlde yenildi... Değerli ve tecrübeli ümerâdan onbeş ulu bey harb
meydanında kaldı... Bu esir beyleri unutmayın!.. Kumandan Şehabeddin, yâni Kula Şâhin Paşa
kaçarak Tuna'yı geçti ve derhal Beylerbeyilik'ten azlolunarak, yerine Kasım Paşa Rumeli
Beylerbeyi tâyin edildi.
Hıristiyanlar'ın bu iki galibiyeti, Türkler aleyhine bir Haçlı Seferi'nin teşkiline vesile oldu
ve yapılacak seferin sevk ve idâresi Polonya ve Macaristan kralı Vladislas'a verildi.
Osmanlılar'ın Hermanştad ve Vazağ bozgunları Jan Hunyad'ın Avrupa'da şöhretini
iyice arttırmış ve bundan istifâde edilerek Papa IV. Öjen'in teşvikiyle Türkler aleyhine derhal
bir ittifak hâsıl olmuştu. Bu ittifaka Macarlar'dan başka Leh (Polonya), Ulah (Eflâk) ve Sırplar'la
Alman İmparatorluğu dâhilindeki milletler, Fransa ve Belçika gönülleriyle Anadolu'da Karamanoğlu
İbrahim Bey de dâhil olmuştu.
22 Temmuz 1443'de Macaristan'ın merkezi olan Offen, yâni Budin'den hareket ile
Semendire yakınında Tuna nehrinden karşıya, yâni Sırbistan'a geçen bu orduya bâzı
Bulgarlar'la Bosnalılar ve Arnavutlar da katılmışlardı. Sultan II. Murad'a dost görünmesine
rağmen Bizans İmparatoru Yuannis de, hem Papa'ya ve hem Macar Kralı'na elçiler göndermek
suretiyle onları Türkler aleyhine tahrik etmişti.
Müttefiklerin başında Polonya ve Macaristan Kralı Vladislas ile iki büyük muharebenin
galibi Jan Hunyad bulunuyorlardı. Macarlar'a iltica etmiş olan Sırp despotu Jorj Brankoviç
ile Eflâk Beyi Kont Drakula
ve Papa'nın Vekili Kardinal Jülyen Cezzarini de bu orduda idiler.
Ordunun önünde 12.000 seçkin süvâri ile Jan Hunyad ilerliyordu. Jan Hunyad Sırbistan'ı
istilâ ve Kruşevac (Alacahisar), Şehirköy ve Niş'i tahrip edip yaktı. Macar kralı VLadislas iki
gün ara ile Jan Hunyad'ı tâkip ediyordu. 1443 Ekim ayında Osmanlı topraklarına giren
Haçlılar'la ilk muharebe 3 Kasım 1443'de Morava nehri kenarında ve Niş civârında oldu.
Burada Osmanlı ordusu üç kol halinde muharebeye katıldı. Bunlar Rumeli Beylerbeyi Kasım
Paşa kumandasında bulunuyorlardı. Türk ordusu maalesef mağlûp oldu. 4.000 esir, 2.000
maktûl verdi.
Savaşı fırsat bilerek Karamanoğlu'nun Haçlılar'la
berâber hareket etmesi üzerine, Sultan Murad Anadolu'ya geçerek Konya tarafına gitmiş,
Karamanoğlu'nu yenmiş, ve mağlûp Karamanoğlu'yla acele bir anlaşma yaparak, sür'atle
Edirne'ye, oradan da Sofya'ya hareket etmişti... Bu sırada Haçlı ordusu Morava muharebesini
kazandığından, Sultan Murad Balkanlar'ın güneyine çekildi. Haçlı kuvvetleri Bulgaristan
bölgesine girerek Sofya'yı aldılar. Haçlılar'la birleşen Bulgarlar, onlara hem süvâri kuvveti
ve hem de yiyecek tedâriki için yardım ettiler. Haçlılar, Balkanlar'ın güneyine inerek
ilerlediler. Fakat burada, yâni Balkan dağlarında Derbend denilen dar boğazları geçmek
zorunda idiler. Uğradıkları Karaboğazı geçidi Türkler tarafından tahkim edilmiş olduğu için,
tereddüde düştüler. Trayan geçidi diye bilinen Balkan geçidinden geçmek istediler..
fakat burası da kaya parçalarıyla kapatılmış ve kış münasebetiyle (1443 Aralık ayı)
dağın yamacından sular akıtılarak yollar buz tutmuş olduğundan buradan da geçemediler
ve yollarını değiştirmeye ve daha az müstahkem olan İzladi Derbendi tarafına geçmeğe
mecbur oldular.
Bu sırada Sultan Murad, İzladi Derbendi önüne geldi ve düşmanla karşılaştı. Toplamış
olduğu harp meclisinde vaziyeti görüşüp kumandanların mütalâalarını sordu. Rumeli
Beylerbeyi Kasım Paşa taarruza geçilmesini, Turahan Bey geri çekilip fırsat zuhûrunda
taarruz edilmesini, Evrenusoğlu İsâ Bey de müdafaada kalınmasını söylediler ve neticede
İsâ Bey'in mütâlâası kabul olundu.
Ancak düşmanın taarruzuyla
24 Aralık 1443'de yapılan muharebede Osmanlı ordusu mağlûp
oldu. Üçüncü mağlubiyet... Düşman derbendi geçerek Filibe ovasına indi ve Yalvaç kırlarında
yapılan muharebede de Osmanlı kuvvetleri yine mağlup edildiler. Dördüncü mağlubiyet...
Fakat kışın şiddeti Haçlılar'ı yıpratmış olduğundan, onlar geri döndüler. Türk kuvvetleri tâkibe
başladı. Meğer tuzakmış!.. Hunyad'ın sahte geri dönüşüne aldanıp, onu tâkip eden Türk
kuvvetleri pusuya düşürüldü ve bir kısmı esir edildi. Beşince mağlubiyet... Esir edilenlerin
arasında Bolu Sancakbeyi ve Pâdişâh'ın eniştesi olan Sadrâzam Halil Paşa'nın birâderi
Çandarlızâde Mahmud Bey de vardı... Bunu da hatırlıyalım, diğer esir düşmüş olan beyler
ile birlikte!...
Bu başarısızlığa akıncı kumandanı olan Turahan Bey'in kayıtsızlığı sebep olduğundan,
Kasım Paşa'nın şikâyeti üzerine Turahan Bey, Tokat kalesine gönderilerek hapsedildi.
Sultan Murad pek müteessir ve kızgın olarak Edirne'ye geldi.
Türkler aleyhine olan Haçlı ittifakını Edirne'de endişe ile takip
etmekte olan II. Murad, yine Macarlarla ittifak etmiş olan Karamanoğlu İbrahim Bey'in savaşı
fırsat bilerek giriştiği ânî saldırısına uğradı. Osmanlı hududunu geçen
İbrahim Bey, Turgutoğlu Hasan Bey kumandasıyla sevk etmiş olduğu kuvvetlerle Bolvadin,
Beypazarı, Ankara, Seyitgazi, Kütahya'ya kadar olan yerleri yağma, nâmusa taarruz ve
çok katliam yaparak Akşehir ile Beyşehri'ni işgâl etti.
Sultan Murad, İbrahim Bey'in bu hareketinin, yâni bir din
düşmanının taarruzunu def etmek için uğraşan bir İslâm hükümdârının mülküne, başka bir
İslâm hükümdarının taarruzuyla tahribat ve katliam yapmasının Müslümanlık'la ne derecede
telif edileceği hakkında dört mezhep ulemasından fetva istedi. Fetvayı alan Sultan Murad,
Amasya Sancakbeyi olan büyük oğlu Alâaddin Bey'i Karamanoğlu üzerine gönderdiği gibi,
arkadan da kendisi Kapıkulu askeriyle o tarafa gitti ve Rumeli'deki durumu kumandanlara bıraktı.
Karamanoğlu âdeti üzere mukaabele etmeyerek sarp yerlere çekildi. Konya, Karaman ve
havâlisi vurulduktan sonra İbrahim Bey sulh için müracaat etti. Osmanlılar'a âit olup işgâl
ettiği yerleri bırakarak, Pâdişâhın kızkardeşi olan zevcesinin rica ve aracılığı ile barış oldu
ve Haçlılar'ın taarruzları sebebiyle Sultan Murad, acele Edirne'ye döndü
Şehzâde Alâaddin Karaman seferinden Amasya'ya döndükten az sonra vefat ettiğinden,
Sultan Murad'ın o tarihte Mehmed adındaki oğlundan başka oğlu kalmamıştı.
Haçlılar'la Morava, İzladi, Yalvaç muharebeleri yapılmış ve Osmanlı ordusu üst üste
mağlûp olmuş, Haçlılar'ın müttefiki olan Karamanoğlu durumu fırsat bilerek barışı bozup
1444 ilkbaharında tekrar hududu geçerek daha geniş ölçüde istilâ ve tahrip yapmış ve
bu sûretle Rumeli ve Anadolu'da Osmanlılar iki ateş arasında kalmışlardı.
Haçlılar, Yalvaç muharebesinden sonra Filibe ile Otlukköyü arasındaki Topluca (Kozludere)
ovasında kışı geçirmek istedilerse de, kış şiddetli ve zahire ve levâzımatın noksanlığı
sebebiyle, bu kadarla iktifa ederek geri döndüler ve kar yüzünden bir çok ağırlıklarını
bırakmaya mecbur oldular. Haçlılar, yeni kuvvetlerle gelip tekrar taarruza geçmek niyetinde
idiler.
Eğer yeni bir taarruz yapılırsa, durum pek kötü olabilirdi. Aynı zamanda Anadolu'da
da durum fenâ idi. Bundan dolayı dirâyetli Sultan Murad sulh yapmayı uygun buldu.
Jorj Brankoviç vasıtasıyla Macaristan Kralı'na müracaat edip sulh istedi.
Vladislas bu müracaatı kabul ederek Edirne'ye bir heyet gönderdi. Uzayıp giden
mağlûbiyetlerden müteessir olan Sultan Murad saltanattan çekilmeğe karar vererek Manisa
Vâlisi olan Şehzâde Mehmed'i Edirne'ye getirtmiş ise de, henüz hükümdar yapmamıştı.
Cyriacus, 22 Mayıs 1444'te Edirne'de elçilerle Sultan Murad'ın huzuruna çıktığı zaman,
Şehzâde Mehmed'i dîvânda, paşalarla berâber oturmuş olarak görmüştür.
Edirne'ye gelmiş olan Macar murahhaslarıyla 1444 Haziran'ın 12'sinde 10 sene üzerine
bir anlaşmaya varıldı. Bu anlaşma gereğince Sırplar'dan alınan yerler (Başlıca, Semendire,
Kolombaç, Kruşevaç (Alacahisar) Topliçe tarafları, Leskofça ve Zelenigrad yine Jorj
Brankoviç'e bırakılarak, Sırbistan'ın tekrar kurulması ve Despot'un Osmanlılar'ın yanında
bulunan iki oğlunun iâdeleri kabul edildi ve Sırp despotu da Osmanlılar'a vergi vermeyi
taahhüd etti. Bundan başka Eflâk, Osmanlılar'a vergi vermekle berâber, Macarlar'ın nüfûzu
altına bırakılmakta idi. Kolombaç (Güvercinlik) kalesinin verilmemesi için Osmanlı
murahhasları ayak diredilerse de, mümkün olmadı.
Anlaşma hükümleri çok ağırdı. Sultan Murad, anlaşmaya sâdık kalacağına dâir Macar
elçilerinin önünde yemin etti.
Bu muahedenin Macaristan Kralı Vladislas tarafından tasdiki için Macar murahhas heyeti
ile beraber bir Osmanlı heyeti de Macaristan'a gidecekti. Anlaşma gereğince, despotun
Osmanlılar tarafından hapsedilmiş olan iki oğlu da serbest bırakılacak ve muharebede
esir düşen ve Despot'un muhafazasında bulunan Padişah'ın eniştesi Çandarlızâde Mahmud
Çelebi de 70.000 duka fidye-i necat mukaabilinde tahliye edilecekti. Bundan sonra gerek
Türkler ve gerek Macarlar birbirlerinin topraklarına tecavüz etmeyerek dostça yaşayacaklardı...
Ödenen fidyeye dikkatinizi çekeriz!..
Sultan Murad Macarlar'la Edirne'de anlaşmayı imzaladıktan sonra Karaman seferine çıktı.
Edirne'deki Macar murahhas heyeti ile berâber Pâdişâh'ın tasdik ettiği anlaşmayı
Vladislas'a vermek ve onun tasdik edeceği muahedeyi de alıp getirmek üzere Kapıcıbaşı
Baltaoğlu Süleyman Bey riyâsetinde bir Osmanlı heyeti Macaristan'a gönderildi. Osmanlı
murahhas heyeti evvelâ Jan Hunyad'a müracaat ettilerse de, Vladislas, muharebeye devam için müttefiklerinin vaad eyledikleri kuvvetlerin gelmesini
ilkbahara kadar beklemiş. fakat bu kuvvetler gelmemişti. Papa ile Bizans İmparatoru kendisinin
anlaşmayı onaylamaması için gayret sarf ediyorlardı!... Beş defa Osmanlı
kuvvetlerini yendiler ya, nazlanıyorlar!.. Buna mukaabil Edirne anlaşması ile
memleketini kurtarmış olan Sırp despotu, muharebenin devâmından bir fayda görmeyeceğini
ve belki de zarar göreceğini düşünerek barış anlaşmasını istediği gibi, aynı zamanda Jan
Hunyad da anlaşmanın geçici olarak kabûlü için Vladislas'a ısrar ediyordu!
Nihayet Kral bunların mütalâalarını kabûl ederek 12 Temmuz 1444'te Segedin'de
anlaşmayı imzalayarak Türk Heyeti'ne verdi. Barışı bozmayacağına mukaddes kitaplarına
el basarak Osmanlı heyeti önünde yemin etti. Muahedenâmeler iki dilde yazılıp karşılıklı
alınıp verildi.
Sultan Murad Han, sulh devresinden istifâdeyle, velîahd Mehmed’in
idâresini görmek için, yorulduğunu ileri sürerek saltanattan çekildi. Oğlu Sultan İkinci
Mehmed Han 13 yaşında Osmanlı tahtına geçti. Oğlu Mehmed’i Edirne'de Sadrâzam
Çandarlı Halil Paşa denetiminde bırakarak Hamidili topraklarını işgâl
eden Karamanlılar'ın üzerine yürümek maksadıyla Anadolu’ya geçti ve Karamanlılar’la
Yenişehir'de bir anlaşma yaptı. Yenişehir’den ayrıldıktan sonra Ağustos ayında Mihaliç’te
Yeniçeri ağası Hızır Ağa ve diğer beylere tahttan oğlundan yana resmen çekildiğini duyurdu
ve ordusu Edirne’ye dönerken kendisi Bursa’da kaldı.
Sultan II. Murad'ın 1444 yazında doğuda ve batıda barışı sağladığını düşünerek tahttan
çekilmesi, Edirne’de bir otorite boşluğu değil de, bir rekaabet buhrânı yarattı. . Dış siyâsette
ihtiyatlı davranmayı tercih eden Sadrazam Çandarlı Halil Paşa ile, Mehmed’in etrafında
toplanmış olan Şahâbeddin, Zağanos, Turahan Paşalar arasında rekaabet baş gösterdi.
Osmanlı tahtına tecrübesiz bir çocuğun çıktığını öğrenen Haçlılar, hazırlığa
giriştiler. Fırsatı kaçırmak istemeyen Bizans İmparatoru ile Venedik Senatosu, Osmanlılar'ı
Rumeli’den çıkarmanın zamanının geldiği iddiâsıyla, Macar kralı Vladislas’a
antlaşma yaptıktan bir ay sonra, Kardinal Çesarini'nin "Hıristiyanlar tarafından
Müslümanlar'a verilen sözün bâtıl olduğu, Müslümanlar'a verilen yemini tutma mecbûriyeti
olmadığı" fetvâsı üzerine
yeminini bozdurdular... O târihten itibâren Hıristiyan devletler hiçbir zaman Müslüman
devletlere, Müslüman topluluklara, şirketlere verdikleri sözleri tutmamışlardır!.. Bir örneği de,
30 Ekim 1918'de imzalanan MÜTÂREKE'den sonra İngiliz
ordusunun ilerleyip 10 Kasım'da
Musul-Kerkük'ü işgâl etmesidir. Sâdece Müslümanlar'a değil; Kızılderililer'e, Hintliler'e, Çinliler'e,
kimseye verdikleri sözü tutmazlar!
Bizans İmparatoru, Kardinal Çesarini ve Macar kralı Vladislas, Haçlı seferi için hazırlıklara
başladılar. Yaptıkları plâna göre; Haçlı gemileri, Çanakkale ve Karadeniz boğazını tutacaklar,
Anadolu’da bulunan Sultan II. Murad’ın Rumeli’ye geçmesine mâni olacaklar ve zincirleme
savaşlarla yorulmuş ve çocuk yaştaki Sultan Kısa zamanda hazırlanan Haçlı ordusunu; Macarlar, Leh, Ulah, İtalyan, Çek, Litvanya,
Hırvat, Alman, Fransız ve Venedik kuvvetleri teşkil etmekteydi. Venedik, müttefik ordularına
kuvvetli bir donanmayla yardım edecekti. Eflak ve Boğdan voyvodalıkları da mühim kuvvetlerle
müttefiklere katılmışlardı.
Hıristiyan müttefiklerin harp îlânı ve giriştikleri hazırlıklar, Osmanlılar tarafından haber
alınınca, Edirne’de endişeli bir hava esmeye başladı. Konstantinopolis’te (İstanbul) Rumlar'a daha
önceden Yıldırım Bayezid'in
oğlu Süleyman Çelebi tarafından rehin olarak bırakılmış bulunan kardeşi Kasım'ın oğlu
Şehzâde Orhan Çelebi, Osmanlı tahtında hak
iddia ederek bu dönemde Çatalca yakınlarında İnceğiz’e ve Dobruca’ya
geçti ve bir isyan girişiminde bulundu. Bu girişim Şahâbeddin Paşa tarafından önlendi
ve Orhan Çelebi Konstantinopolis’e kaçtı. Edirne’de toplanan Saltanat Şûrâ'sında,
alınacak tedbirler düşünüldü ve ordunun başında tecrübeli bir hükümdârın bulunmasına karar
verildi... Osmanlı pâdişahları öyle başlarına buyruk hareket etmezlerdi, İslâm'ın "şûra" ve
"meşveret" hükümlerine uygun davranırlardı.
- "ONLARIN İŞLERİ ARALARINDA MEŞVERET İLEDİR."
Bu âyetin başka bir tercümesi de şöyle:
- "İNANIP RABLERİNE DAYANANLAR...
- "EY PEYGAMBER!) İŞ HAKKINDA ONLARA DANIŞ.
Çocuk Pâdişah Sultan Mehmed de öyle yaptı. Saltanat Şûrası kararları ve Sadrâzam
Çandarlı Halîl Paşa'nın isteğiyle II. Mehmed Han babasını başkumandan
olarak ordunun başına dâvet etti. Murad Han önce gelmek istemedi, oğlunun orduya komuta
etmesini istedi. Bunun üzerine Sultan II. Mehmed, Çandarlı'nın teşviki ile, babasına şöyle
bir mektup gönderdi:
- "Pâdişah sensen, gel, ordunun başına geç!
Bunun üzerine Eylül ayı sonlarında Sultan Murad Han, oğlunun dâvetine uyarak sür'atle
Anadolu askerini
topladı. Lâkin o sırada Papa ve Venedik gemileri Çanakkale Boğazı önünde toplanmış,
Türkler'in şimdiye kadar kuvvetlerini Rumeli’ye naklederken kullandıkları Çanakkale Boğazı
yolunu kesmişlerdi. Buradan Rumeli’ye geçmek imkânsızdı.
Murad Han Çanakkale tarafına az bir kuvvet gönderip, düşmanı yanıltarak, sür'atle
İstanbul Boğazı'na (Anadolu Hisarı’na) geldi. Sadrâzam Halîl Paşa, Yeniçeri, topçu, cebeci
ve Rumeli askeriyle İnceğiz’de bekliyordu. Sultan'ın Boğaz'a ulaştığını haber alınca, bugünkü
Rumeli Hisarı'nın bulunduğu yere geldi ve yanında getirdiği topları yerleştirdi. Yâni,
Urban Usta'dan önce de Osmanlı'da top vardı, ama küçük çapta idi. Böylece târihte
ilk defa İstanbul Boğazı top ateşiyle kontrol altına alındı. Sultan Murad Han derhal
maiyyetindeki 40.000 kişilik Anadolu askerini, topçunun himayesinde, asker başına bir düka
altını vermek sûretiyle Ceneviz gemileriyle karşıya geçirdi. Bizanslılar, İstanbul surları
yakınından sancak ve bayraklarını dalgalandıra dalgalandıra ilerleyen Osmanlı ordusunu
seyretmekten başka bir şey yapamadılar.
II. Murad
ve 10 Kasım 1444’te düşman ordusu ile Varna'da karşılaştı. Muharebe başlar başlamaz János
Hunyadi Osmanlı ordusunun Karaca Paşa kumandasındaki sağ koluna hücum ederek bu kolu
geri çekilmeye zorladı. Sol kanada yüklenen Eflâk kuvvetleri de bu kanadı bozdular ve hattâ
yandan Pâdişah'ın bulunduğu ordu merkezine doğru yürüdüyseler de püskürtüldüler. Ordunun
gerisinin tahkim edilmemesinden dolayı, bu kısım tehdit altında idi. Sağ ve sol kollar dağılmış
olduklarından, ordu merkezinde yalnız Pâdişah, mâiyeti ve kapıkulu kuvvetleri kalmıştı!.. Durum
tehlikeli idi.
Osmanlı ordusunun sağ ve sol kollarının bozulduğunu gören Macar Kralı Ulászló, János
Hunyadi' nin uyarılarını dinlemeyerek Leh kuvvetleriyle birlikte Ormanlı ordusunun merkezine
ve Pâdişah'ın üzerine hücum ederek, sancakların bulunduğu yere kadar geldi. Yeniçeriler
şiddetle müdâfaada bulundular ve merkezden içeriye giren düşman kuvvetlerini çevirdiler.
Bu sırada Timurtaş adlı yeniçeri Kral'ın atının ayağına balta ile vurarak atı ve Kral'ı yere düşürdü.
Kral'ın düştüğünü gören yayabaşı Koca Hızır derhâl koşarak Kral'ın başını kesti ve bir mızrak
ucuna takarak yüksek sesle bağırmaya başlayınca, Leh kuvvetleri bozulup kaçmaya başladılar.
Bu sırada Osmanlılar'ın sol kanadını çevirmekte olan János Hunyadi sür'atle yetişerek
vaziyeti düzeltmeye ve Kral'ın ölüsünü almaya ve "Biz Kral için
değil, dinimiz için savaşmaya geldik" diye askeri cesâretlendirmeye çalıştı ve hattâ
bir iki hamle daha yaptıysa da, Kral'ın
katlini duyan Türk kuvvetlerinin dönerek arttığını görmesi üzerine, kendi kuvvetini toplamaya
muvaffak olamadı ve Kral'ın katli duyularak Haçlı ordusunda genel bir panik meydana geldi.
Bunun üzerine János Hunyadi de Leh kuvvetlerinden kurtulanları alarak kaçtı!.. Sultan
Murad'ın ordunun başında olması ve en kötü anda dahi muharebe meydanını terk etmemesi,
bu büyük başarının elde edilmesine sebep oldu. Hristiyan ordusu Varna’da ağır bir
yenilgiye uğradı. Beş mağlûbiyetten sonra büyük zaferdir.
Savaşta Anadolu Beylerbeyi Karaca Paşa şehit düşmüştür. Haçlı ordusundan ise Kral I.
Ulászló ile Edirne-Segedin Antlaşması'nın bozulmasında birinci derecede etkili olan Kardinal
Julian Cesarini ölmüştür.
Varna Savaşı
sırasında ve sonrasında Mehmed tahttan çekilmemişse de, fiilen Pâdişah II. Murad’dı.
Zağanos ve Şehâbeddin Paşalar genç Pâdişâh'ın otoritesini güçlendirmek için Mehmed’i
Varna Savaşı’na götürmek istemişler, lâkin Sadrâzam Halil Paşa buna mâni olmuş ve
onlara karşı II. Murad’a gerçek Pâdişah muamelesi yapmıştı. Ancak II. Murad savaştan
sonra oğlunun konumunu Konstantinopolis’teki Orhan Çelebi’ye karşı zayıflatmamak için
fiilî durumu hakiki bir cülus haline getirmeden Manisa’ya çekildi. II. Mehmed saltanatına
devam etti.
II. Murad 1446’nın Mayıs ayında Sadrâzam Halil Paşa’nın çağrısıyla bir kere daha
Edirne’ye tahtına döndü. Bunun sebebi Mehmed’in Konstantinopolis’e saldırma plânları
yapıyor olmasıydı. Halil Paşa kendi gücünü zayıflatacağı düşüncesiyle bu saldırıya karşı
gelirken, Mehmed’in yandaşı olan Zağanos ve Şehâbeddin bu plânı destekliyordu.
Sonunda Halil Paşa bir Yeniçeri isyânı düzenleyerek Mehmed ve yandaşlarını iktidardan
uzaklaştırdı.
II. Murad’ın yeniden tahta geçmesi üzerine, Şehzâde Mehmed Manisa’ya çekildi, Zağanos
Paşa da Balıkesir’e sürgüne gönderildi.
Şehzâde Mehmed'in Manisa’daki yıllarında neler yaptığına dair çok fazla bilgi yoktur.
Babasının 1446’da Mora’ya düzenlediği sefere katılmadı. 1447 sonlarında, ya da 1448 başlarında
Arnavut kökenli bir Hıristiyan köle olan Gülbahar Hatun’dan ileride Padişah olacak Bayezid
adında bir oğlu oldu. 1448’de Macarlar ile yapılan II. Kosova Savaşı’nda babasına Anadolu
birliklerinin önderliğinde eşlik ederek, ilk defâa bir savaşta yer aldı. 17 yaşına geldiğinde
Gülbahar Hatun ile birlikteliğini tasvip etmeyen babası tarafından Dulkadir hânedânından
Süleyman Bey'in kızı Sitti Hatun ile evlendirildi.
Şehzâde Mehmed Manisa’da bulunduğu sıralarda oldukça başına buyruk bir biçimde hareket
etti. Onun rızâsıyla Türk korsanları Ege’deki Venedikliler'e saldırıyordu. Hicri takvimle 852
(1448/1449) yılında Selçuk’ta kendi adına paralar bastırdı. 1449’un Ağustos veya Eylül ayında
annesi Hümâ Hatun vefat etti. 1450 yılında babasının İskender Bey üzerine yaptığı Arnavutluk
seferine ve başarısızlıkla sonuçlanan Akçahisar Kuşatması'na katıldı.
Sultan II. Murad 3 Şubat 1451 günü vefat etti. Şehzâde Mehmed babasının ölüm haberini
Sadrâzam Halil Paşa’nın özel ulakla Manisa’ya gönderdiği mektupla aldı. Ondan hep kuşkulanmıştı.
Anlatılana göre "Beni seven ardımdan gelsin!" diyerek
atına atlayıp, dört nala yola çıktı. Mehmed 19 Şubat 1451’de Edirne’de ikinci kez tahta oturduğunda
19 yaşında idi... Çandarlı Halil Paşa’yı sadrâzamlık makaamında tuttu, İshak Paşa’yı da
Anadolu Beylerbeyi olarak atadı ve babasının cenâzesine eşlik etmek üzere Bursa’ya gönderdi.
Daha sonra babasının İsfendiyaroğulları Beyi'nin kızından olan sekiz aylık oğlu Küçük Ahmed’i
boğdurttu. Bu şekilde kardeş katli kanunu da uygulamaya konmuş oldu. Ahmet Çelebi'nin
cenâzesi de babası Murad'ınkiyle birlikte Bursa'ya gönderildi.
Sultan II. Mehmed her ne kadar Çandarlı Halil Paşa’yı görevinde bıraktıysa da, artık gerçek
iktidar kendisiyle birlikte lalaları Şehabeddin Paşa ve Zağanos Paşa'nın başını çektiği
savaşçı kesimin eline geçmişti. Mehmed’in amacı Tuna’nın güneyindeki Balkan toprakları ile
Fırat'ın batısındaki Anadolu topraklarını alarak büyük dedesi Yıldırım Bayezid’in oluşturmaya
çalıştığı merkeziyetçi imparatorluğu kurmaktı. Ancak Bayezid'in aksine, bunu yapmak için
önce Konstantaniyye'yi (İstanbul) alması gerektiğini düşünüyordu. Öte yandan gerek Batı'da ve
gerekse de Doğu Roma'da yeni Pâdişah genç yaşı ve tecrübesizliği dolayısıyla ilk başta önemli
bir tehdit olarak algılanmamıştı. Bu görüş Mehmed’in 1451’de Venedik, Ceneviz Cumhuriyeti,
Macaristan ve Sırp Despotluğu ile babasının yapmış olduğu anlaşmaları yenilemesiyle
pekişmişti. Sultan II. Mehmed, Doğu Roma’ya da babası dönemindeki dostâne ilişkileri
devam ettireceğini ve Yıldırım Bayezid'in oğlu Kasım Çelebi’nin Konstantinopolis'teki rehin oğlu
Orhan için yıllık 300 bin akçe ayırdığını bildirmişti.
Fatih Sultan Mehmed, bilginlere fazlaca ilgi gösterdiğinden, bu kişileri sarayına davet edip
derecelerine göre değer verir ve onları ödüllendirirdi. Bir ara Hurufîler'in başı olan Fazlullah-ı
Tebrizî taraftarlarından bâzı kötü düşünceli kimseler, dürüst kişiler gibi görünüp Pâdişâh'a
yaklaşmış, onun kalbini ve güvencesini kazanmışlardı. Aynı dönemde başkentte kendini Hurufîlik
taraftarlarının elçisi olarak tanıtan bir İranlı, halktan epey yandaş toplamıştı. Sultan Mehmed de
İranlı'nın öğretisine ilgi duymuş ve koruması altına almıştı. Mahmut Paşa, bu durumdan
fazlaca üzülüp onları Pâdişah meclisinden
uzaklaştırmaya çalıştı. Fakat Pâdişâh'ın onlara duyduğu aşırı ilgi yüzünden durumu kendisine
anlatmaya cesâret edemiyordu. Daha sonra büyük bilginlerden o dönemde Müftü Fahrettin
Acemî'ye durumu anlattı ve dini yeteneğine inandığından onun yardımını istedi.
Paşa'nın sözleri Fahrettin'i etkilemiş olduğundan, o kişileri dinlemek istedi. Paşa da onları
dâvet edip Fahrettin'i bir yere gizledi ve onlara düşünceleri yönünden yakınlık gösterdi.
Onlar da bâtınî inançlarının temelinin
"Hulûl" ve "İlhat-tanrıtanımazlık" olduğu açığa çıkınca, Fahrettin Acemî
sabredemeyerek saklandığı yerden çıkıp, Hurufiler'in tutuklanmalarını isteyince, onlar da
Saray'a kaçtılar. Ancak Müfti Fahreddin Acemî ve
Sadrâzam Halil Paşa’nın bu duruma tepki göstermesi üzerine, Pâdişah
desteğini çekmek zorunda kaldı. Fahrettin Acemî inandırma gücüyle Sultan'ı râzı edip hepsini
alarak Edirne'deki Üçşerefeli Câmi'ye götürdü. Müezzinler minârelerden halkı câmiye çağırdılar.
Câmi tıka basa doldu. Kendisi de minbere çıkarak güçlü bir konuşma yaparak o fesatçıların
çarpık yorumlarını anlattı ve "bunların katledilmeleri gerektiğini, öbür dünyada atılacakları
Cehennem'e atılmaları gerektiği"ni söyledi.
Ayrıca "bu işe yardım edeceklerin de sevap kazanacakları"nı bildirdi.
Bunun üzerine, toplanan cemaatin tam fikir birliği ile Hurufiler'i Musalla'ya, yani Namazgâh
Ovası'na götürüp orada bir ateş yaktılar ki; rivâyete göre bu ateşi üflerken Fahrettin Acemi'nin
saç ve sakalı yanmıştır. Ateş alevlenince, Hurufiler'in başkanı olan kişinin başı ateşe sokulup
yakıldığı ve ona uyanların da ateşe atılıp yakıldığı rivâyet edilir. Bu sırada şehirde çıkan
yangında bedesten ile birlikte 7.000 ev kül olmuş!.. Bu rivâyetlerde Fâtih'e bir iftira var gibi!..
Eğer ateş ovada yakıldıysa, şehire nasıl yangın sıçramış ve evler nasıl yanmış?..
Sultan II. Mehmed’in yetersiz bir hükümdar olduğunu düşünen yalnızca Hıristiyanlar
değildi. Tahta geçmesinin ardından Karamanlılar yerel beylikleri yeniden diriltmek üzere
ayaklandılar ve Seydişehir ile Akşehir’i ele geçirdiler. Bunun üzerine 1451’in yazında
Sultan II. Mehmed Anadolu'ya geçti ve kısa sürede bu isyânı bastırdı. Bu sırada Sultan Mehmed’in
Anadolu’da bulunmasını fırsat bilen Doğu Roma İmparatoru Konstantinos ulakları vâsıtasıyla
Kasım Çelebi’nin oğlu Şehzade Orhan’ın ödeneğinin yapılmadığını, ödeneğin ikiye
katlanmaması hâlinde Orhan’ın Osmanlı tahtında hak iddia etmesine izin vereceği tehdidinde
bulundu. Sultan Mehmed sorunu çözeceğini söyleyerek elçileri geri gönderdi, ancak Edirne'ye
döndükten sonra Orhan Çelebi için ayrılmış olan gelirlere el koydu ve Konstantaniyye'nin
ablukaya alınmasını emretti.
Lâf arasında belirtelim, Dünyâ'da 19-25 yaşlarında üç "general" vasfında hükümdar vardır... Büyük iskender,
Fâtih Sultan Mehmed ve Napolyon Bonapart !...
İskender 20 yaşında imparator olmuş, 13 yıllık
hâkimiyeti süresinde Mısır'dan Hindistan'a kadar olan toprakları fethetmiş, sonra generalleri
oralarda devletler kurmuştur. Napolyon, 25 yaşında iken topçu birliklerinin başına, bir
yıl sonra da Fransız ordusunun komutanlığına getirildi. Fâtih Sultan Mehmed'in de 19 yaşında
itibâren yaptıklarını, işte okuyoruz. Bir de gene 20'li yaşlarda teğmen iken, isim benzerliği ve evrak
yanlışlığı sonucu general rütbesine kavuşan "George Armstrong Custer"
vardır ki, hayâtı
hezimetli ve hazin bir şekilde sona ermiştir, onu adamdan saymıyoruz. Bu uyduruk askeri yere
göğe koyamayan Amerikalılar tam 30 filimde ona yer vermişlerdir!.. Bedavadan nasıl general olduğunu anlatan
filmde bir zamanların meşhur aktörü Errol Flynn var!..
Sultan II. Mehmed kuşatma hazırlıklarına 1451 sonlarında başladı. Boğaz’ın Anadolu
yakasında büyük dedesi Bayezid’in yaptırmış olduğu Anadolu Hisarı'nın karşısına o dönemde
Boğazkesen adı verilen Rumeli Hisarı’nın inşâ emrini verdi. İmparator Konstantinos, Pâdişâh'a,
"hisarın yapımı için kendisinden izin alması gerektiğini" bildirmek için elçiler gönderdi, ancak
Pâdişah elçileri kabul etmedi!.. İmparator en son 1452’nin Haziran ayında barış görüşmeleri
için bir kere daha elçilerini gönderdi, ancak Pâdişah elçileri yine reddetti. Bunun anlamı
savaştı!..
Hisar 1452’nin Ağustos ayında tamamlandı. Böylece Boğaz'ın kontrolü Osmanlılar'ın eline
geçmiş oldu. Boğaz'dan geçecek gemiler bundan böyle geçiş parası ödemek zorundaydı!...
Aksi takdirde gemiler top atışıyla batırılacaktı. 1452 sonlarında ödeme yapmayı reddeden
bir Venedik gemisi batırılmış, kaptanı ve tayfası tutuklanmıştı. Söz konusu toplar Erdelli
Urban adında bir top dökümcüsü tarafından yapılmıştı. Sultan II. Mehmed kendisinden
"Konstantaniyye’nin surlarını yıkabilecek güçte bir top yapıp
yapamayacağını" sormuş
Urban da "Ne Konstantaniyye, ne de Bâbil’in surlarının karşı
koyabileceği bir top yapabileceğini" söylemişti.
Sultan II. Mehmed'in Konstantaniyye merâkı, İslâm Peygamberi Hz. Muhammed'in (S.A.V.),
İstanbul’un fethi mevzuunda,
- "Konstantaniyye (İstanbul) mutlaka fetholunacaktır.
hadis rivâyetine dayanıyordu. Sultan Mehmed bu ulu mevkiye ulaşabilmek için çok
çaba sarfetmiştir. Bir sözünde,
- "Ya ben Bizans'ı alırım, ya Bizans beni!"
demiştir. 19 yaşında bir delikanlı!..
Öte yandan bu gelişmeler karşısında İmparator Konstantinos, Papa ve İtalyan şehirlerinden
umutsuzca yardım talebinde bulundu ama, bunlar sonuçsuz kaldı. Yalnızca Cenova 1452’nin
Kasım ayında yardım göndermeye karar verdi ve Giovanni Giustiniani komutasında 700 asker
taşıyan Ceneviz kadırgaları 26 Ocak 1453’te Konstantinopolis’e vardı. İmparator Konstantinos,
Giovanni Giustiniani’yi kara kuvvetlerinin başkumandan yaptı. Kostantinopolis’teki asker
sayısı 8.000 civârındaydı, limanda 26 savaş gemisi bulunuyordu. Daha evvel 700 İtalyan'ı
taşıyan 7 Girit ve Venedik gemisi Şubat ayında şehirden kaçmıştı. Osmanlı ordusundaki
asker sayısı ise en az 50.000 idi. Ayrıca Sultan Mehmed yalnızca karadan kuşatmanın yeterli
olmayacağını düşünerek bir donanma hazırlatmıştı. Bu donanma bahar aylarında Boğaz'ın
Marmara girişine vardı.
Osmanlı ordusu 23 Mart’ta Edirne’den hareket etti ve 2 Nisan’da Konstantaniyye’ye vardı.
Aynı gün Haliç’in girişi Bizanslılar tarafından zincirle kapatıldı. Karargâhını Romanus kapısının
karşısına Maltepe’ye kuran Sultan II. Mehmed son kez teslim çağrısında bulundu ama,
İmparator reddetti.
6 Nisan 1453 sabahı ilk saldırı başladı. Kuşatma, aralıklı çatışmalarla 53 gün sürdü.
İmparator Konstantinos, Giustinani ile birlikte Romanus Kapısı'nı savunuyordu. Şehzâde
Orhan da Marmara kıyısındaki kıtalardan birini yönetiyordu. 20 Nisan günü Papa’nın
gönderdiği üç Ceneviz gemisi ve Sicilya’dan gelen bir Rum yük gemisi şehrin açıklarında
belirdi. Marmara denizinde yapılan savaşın sonunda akşam saatlerinde bu dört gemi, Türk
gemilerini atlatıp Haliç’e girmeyi başardı. Buna çok kızan Pâdişah, zincirin de kırılamadığını
görünce, donanmasını bir şekilde
Haliç’e indirmesi gerektiğini anlayarak, gemilerini karadan geçirmeye karar verdi. Bugünkü
Dolmabahçe’den Kasımpaşa’ya uzanan güzergâha kalaslar döşendi ve 70 kadar gemi
silindirler üstünde 22 Nisan sabahında Haliç’e indirildi. Böylece Haliç’in kontrolü Osmanlılar'ın
eline geçti. Öte yandan kuşatmanın 7. haftasında Osmanlılar hâlâ kesin bir sonuç alamamıştı.
Halil Paşa son bir kez Mehmed’i teslim çağrısı yapmaya ikna etti, ancak İmparator teklifi
yine reddetti. Bunun üzerine Sultan Mehmed 24 Mayıs’ta ayın 29’unda karadan ve denizden
büyük bir saldırı yapacağını duyurdu.
Son saldırı hazırlıklarını Zağanos Paşa düzenledi. Osmanlı ordusu 29 Mayıs’ın ilk
saatlerinde taarruza başladı. Osmanlılar son taarruzu üç dalga halinde gerçekleştirdiler.
İlk iki saat boyunca başıbozuklar surlara saldırdılar, ardından Anadolu birlikleri onların yerini
aldı. Son olarak öldürücü darbeyi vurmak üzere Yeniçeriler devreye girdi. Bu sırada yaralanan
Giustiniani'nin savaş alanından ayrılması, şehri savunanların arasında büyük moral
bozukluğuna neden oldu. Nihâyet sabah saatlerinde Osmanlı askerleri "Kerkoporta" adlı
kapıdan içeri girmeyi başardılar ve kapının üzerindeki burca Osmanlı sancağını diktiler.
Celsede muhterem Varlık, "İstanbul'un fethinde yabancı milletler Sarkapulka
(aslı Kerkoporta) denen
bir kapının açık bırakılarak Türkler'in oradan girdiğini söylerler. Bu doğru mudur?" sorusuna,
"Doğrudur. Doğru... Bâd-ı seherde hücum ettiğimiz Edirne
Kapısı'nın sol cenâhında, cânibindedir... Ama bunları Rumlar değil; bizim daha önce
yerleştirdiğimiz bir grup serdengeçti açmıştır," cevâbını vermiş ki, bizce doğrudur!..
Sultan Mehmed'in Konstantaniyye'de câsusları vardı.
Yine MOLLA AKŞEMSEDDİN celsesinde "İstanbul'un fethinde
ULUBATLIı HASAN sura çıkarken şehit oldu. Bu şehitliğin bizim taraftan
üç soysuz Rum'un attığı oklarla olduğunu söylüyorlar. Arkasından vuruldu, diyorlar. Bu doğru
mudur?" sorusuna o Varlık, Eski surun sonundan bir evvelki
burcunda, Edirne Kapı'nın sağında, onüç küffarla, Çesar'ın leşkerini Dâr-ı Cehennem'e
gönderdikten sonra, yâ-mâsum okuyla şehit oldu" cevâbını vermişti. Bunun da doğru
olduğuna inanıyoruz. Bir kısım asker burçlara tırmanırken, bir kısmı da aşağıdan ok atıyordu.
O oklardan bir kaçı Ulubatlı Hasan'ı arkadan vurmuş olabilir.
Artık FÂTİH olan Sultan Mehmed, şehir kendiliğinden teslim olmadığı için âdet üzre 3 gün
yağma izni verdi. Fethin, ilk günü öğleden sonra şehre girdi. Bu sırada bir askerin Ayasofya'nın
mermer taşlarından birini kırmakta olduğunu görünce, "Mal sizin,
mülk benimdir," diyerek
gürzünü askerin kafasına indirdi!... Ayasofya’ya giderek namaz kıldı
ve "Minba'd (bundan sonra) tahtım Konstantaniyye'dir,"
diye buyurdu.
Şehir zorla alınmıştı, bu yüzden dinî hukuka göre yağmalanabilirdi.
Yağma üç gün sürdü. İmparator Konstantinos'un âkıbeti meçhûldür. Kimi kaynaklar cesedinin
bulunamadığını söylerken, Babinger gibi bâzı târihçiler İmparator'un cesedinin mor
ayakkabılarından teşhis edildiğini yazar. Alphonse Lamartine eserinde İmparator'un cesedinin
bulunduğunu ve Fâtih'in Konstantin için Hristiyan usûlü cenâze töreni düzenlediğini belirtir ki,
bizce mantıklı ve doğrudur. . Hâin Şehzâde Orhan ise keşiş kılığında şehri terketmeye
çalışırken yakalanıp idâm edildi.
Çandarlı Halil Paşa, Konstantaniyye kuşatması sırasında Avrupa'da yeni bir Haçlı ittifakı ortaya
çıkacağından kuşkulandığını ve bu nedenle "kuşatmanın zayıflatılmasını ve hatta kaldırılmasını"
Sultan II. Mehmed'e tavsiye etmişti. Bu tavsiyeleri orduda ve Devlet kapılarında Çandarlı
Halil Paşa'nın Bizans'tan rüşvet aldığı söylentilerinin dolaşmasına neden oldu.
29 Mayıs'ta Konstantaniyye'nin fethedilmesinden hemen sonra, 1 Haziran 1453'de
Sultan II. Mehmed bu dedikoduları çok ciddiye aldığını açıklayarak, 1439'dan beri Sadrâzam
olan Çandarlı Halil'i görevinden azletti. Çandarlı Halil Paşa ve çocukları tutuklandı. Çocukları
daha sonra serbest bırakıldı ama, Çandarlı Halil Paşa Yedikule’de, Altın Kapı’da 40 gün
hapis edildi. 10 Temmuz’da gözlerine mil çekildi ve daha sonra aynı gün idâm edildi.
Sonra oğlu İbrahim Paşa tarafından İznik’e götürülüp türbesine gömüldü. Yerine Mahmut Paşa
getirildi ki, Sırp veya Hırvat asıllı muhtedi, yâhi Müslümanlığı kabul etmiş kişilerden olduğu söylenir.
Fâtih'in diğer değer verdiği
Zağanos Paşa da muhtedi Rum devşirmesidir. Yâni, Fâtih Sultan Mehmed Türk asıllı olan
Çandarlı Halil Paşa gibi vezirlerin yerine, Devşirmeler'i göreve getirmeyi tercih etmiştir... Sebebini
aşağıda anlatacağız.
Fâtih Sultan Mehmed şehrin ticâret merkezi olan Galata’dan kaçmış olan Rumlar'ın ve
Cenevizliler'in dönmesini sağladı. Rum Patrikhânesi’nin yeniden açılmasına izin verdi;
ayrıca bir Yahudi Hahambaşlığı ile bir Ermeni Patrikhânesi kurdurdu. Fâtih, sonradan
İstanbul adını alan Konstantaniyye'yi Hıristiyanlar'ın ve Yahudiler'in merkezi hâline getirip
bir ticâret ve kültür arenası olan bir Dünya Başkenti yapmayı hedeflemişti.
Fethin hemen ardından Fâtih Sultan Mehmed zâten epeydir harap olan şehrin imârına
başladı. Kuracağı imparatorluk bir İslâm Devleti olmakla birlikte, yıkılan 1.000 yıllık Doğu
Roma İmparatorluğu'nun mirâscısı olacak, Dünyâ'ya meydan okuyacaktı. İstanbul'un
fethi, birçok târihçi tarafından "Orta Çağ'ın sonu, Yeni Çağ'ın başlangıcı" olarak kabul
edildi.
Fâtih, 6 Ocak 1454’te Yorgo Skolaris'i yeni Ortodoks Patriği olarak atadı. İslâm'da âdet
fethedilen şehrin en büyük kilisesinin câmiye çevrilmesi idi. Ayasofya
câmiye çevrildiğinden, Patrikliğe resmî makam yeri olarak Havâriyûn Kilisesi verildi...
Fâtih, Ayasofya'dan başka hiçbir kiliseyi câmiye çevirmemiş, aynen bırakmıştır...
Şehirdeki Yahudiler'e Hahambaşı olarak Moşe Kapsali atadı. 1461 yılında ise, Bursa
Psikoposu Hovakim İstanbul Ermeni Patriği olarak atandı.
Fatih Sultan Mehmed, Theodosius Forumu’nun olduğu yerde ilk sarayının inşasını başlattı.
Daha sonraki yıllarda ise Sarayburnu’nda Topkapı Sarayı’nı inşa ettirdi.
İstanbul’un fethinden sonra Osmanlılar'a bağlılığını bildiren ve ele geçirdiği bâzı kaleleri
geri veren Sırplar, Macarlar ile iş birliği yaparak yeniden düşmanlıklarını göstermeye
başlamışlardı. Bunun üzerine 1454-1457 arasında üç kez peşpeşe Sırbistan’a sefer
düzenlendi. Belgrad dışındaki bütün Sırp toprakları ele geçirildi. Fâtih o sıra 25 yaşında idi.
Sırp Kralı Bronkoviç’in ölümüyle başlayan taht mücadelelerinden faydalanan Osmanlılar,
Sırplar'ı vergiye bağladılar. Taht kavgalarının yeniden alevlenmesi üzerine, Mora seferinde
bulunan Fâtih, Sırp meselesine son verilmesini emretti. Mahmud Paşa, 1459’da başkentleri
Semendire’yi ele geçirilerek Semendire Sancakbeyliği’ni oluşturdu. Böylece Sırbistan’da
350 yıl sürecek Osmanlı hâkimiyeti başlamış oldu.
İstanbul’un fethinden sonra Bizans İmparatoru XII. Konstantin’in oğulları, rakipleri
Kantakuzen âilesine karşı Mora’da, Osmanlılar'ın yardımını istemişlerdi. Turahanoğlu
Ömer Bey, akıncıları ile duruma müdahale etti ve muhalifler bertaraf edildi. Fakat bu sefer
iki kardeş arasında mücâdele başlamıştı. Bölge ülkelerinin Mora'yı istilâ niyetlerini bilen
Fâtih 1458’de harekete geçti. Korent’i ele geçiren Fâtih, Mora’nın bir kısmını merkeze
bağlayarak, burada bir sancak oluşturdu. Atina ve diğer bölgeler ise Osmanlı yönetimini
kabul etti. Kardeşi Dimitrios’a karşı Arnavutlar'ın desteğini alan Tomas'ın Osmanlılar'la
yapılan anlaşmayı bozması üzerine, 2. kez Mora’ya sefer düzenlendi. Tomas, Papa’nın
yanına kaçmak zorunda kaldı. Bölgeye çok sayıda Türk yerleştirildi. Venedikliler bölge
halkını Osmanlılar'a karşı ayaklandırmaya çalışıyorlardı. Ancak bunda başarı kazanamayan
Venedik, Osmanlı kuvvetleri tarafından bozguna uğratıldı. (1465) Fâtih o sıra 33 yaşında idi.
Osmanlılar'a vergi yoluyla bağlı olan Bosna Kralı'nın, anlaşmalara riâyet etmemesi üzerine
Üsküp’ten harekete geçen Fâtih, Sadrâzam Mahmud Paşa ve Turahanoğlu Ömer Bey’e
Bosna’nın tamâmen fethedilmesi emrini vermişti. 1463 yılındaki seferle Bosna Kralı Osmanlı
hâkimiyetini yeniden tanıdı. Ancak Şeyhülislâm'ın da fetvasıyla sonra öldürüldü ve bu
topraklarda Bosna Sancakbeyliği oluşturuldu. Fakat ordunun İstanbul'a dönmesi üzerine
aynı yıl, Macar kralı Bosna’ya girdi.
İkinci kez düzenlenen seferle Osmanlılar, Yayçe dışındaki bütün kale ve şehirleri yeniden
ele geçirdiler. Bosna seferleri esnasında Hersek Kralı Stefan da ülkesinin bir kısım toprağının
Osmanlılar'a doğrudan bağlanması şartıyla, tahtında bırakılmıştı.
Fâtih, Bosna'yı Osmanlı topraklarına kattığı
zaman "Bogomil" mezhebindeki Bosnalılar'a çok iyi davranmıştı. Hem Katolik, hem de
Ortodokslar'ın kendi kiliselerine almak için baskı yaptıkları Bogomiller, bu sebeple Osmanlı
yönetimine sıcak bakmışlar ve kendilerine sağlanan din ve vicdan hürriyetinden etkilenerek
zamanla Müslüman olmuşlardır. Bu Müslüman Bosnalılar'a "Boşnak" denilmektedir.
Fâtih’in Bosna Fransiskanları’nın özgürlüğü ile ilgili fermanı:
"Ben, Sultan II. Mehmed Han,
Fâtih devrinde Osmanlılar'ın karada en güçlü komşusu ve rakibi Macarlar, denizde ise
Venedik idi. Macarlar bu dönemde tek başlarına Osmanlılar'la başedemeyeceklerini
bildiğinden, doğrudan bir savaşı göze alamamış, Fâtih de tabiî sınır olan Tuna’yı geçmeyi
düşünmemiştir. Ancak akıncılar vâsıtasıyla, Macaristan’a güvenliğin sağlanmasına yönelik
yüzlerce başarılı akın düzenlenmiştir. Keza Venedik Cumhuriyeti de Osmanlılar'la doğrudan
karşılaşmaktansa, Balkanlar'daki diğer devletleri kışkırtmayı yeğ tutmuştur. Güçlü
donanmasıyla Mora ve Ege’deki adalara sâhip olmak isteyen Venedik, Osmanlılar karşısında
istediği sonucu alamamış, aksine pek çok ada ve kıyı kaleleri Osmanlılar'ın eline geçmiştir.
Yıldırım Bayezid zamanında vergiye bağlanan Eflâk Prensliği’nin başına Fâtih Sultan Mehmed tarafından,
Drakul (ejderha) diye anılan Vlad'ın oğlu Vlad Tepeş (III. Vlad)
getirilmişti. (1456) Osmanlılar'a bağlı görünen Vlad Tepeş aslında gizliden
gizliye düşmanlık ediyordu. Vlad’ın Fâtih’in elçilerini kazığa
oturtarak öldürmesi üzerine, 1462 yılında Fâtih, Eflâk’a bir sefer düzenledi. Boğdan’dan da
yardım alan Osmanlı kuvvetleri
Voyvoda'yı uzun süre tâkip etti. Neticede, sığındığı Macarlar'ın, Osmanlılar'la yaptığı anlaşma
üzerine Vlad'ı esir etmeleri ile, mesele çözüldü. Fâtih voyvodalığa kardeşi Radul'u getirdi
ve Eflâk bir Osmanlı eyâleti hâline geldi.
Bizde
Kazıklı Voyvoda diye bilinen Vlad Tepeş'in (1431-1477) bu lâkabı, yakaladığı Türk esirleri
kazığa oturması ve karşılarına
kırmızı şarap içerek onların ıstırâbını seyretmesinden ileri geliyordu. Bu, daha sonra babası
Vlad Drakul'a mâledilmiş ve içtiği şarap, kan sanılarak vampir hikâyelerine konu olmuştur.
Önce Bram Stoker adlı bir kişi, Kazıklı Voyvoda gerçeğinden etkilenerek ve kan içen vampir
yarasalardan ilham alarak bir "Drakula" romanı yazmıştır. İlk vampir filmi bu romandan
esinlenerek "Nosferatu - Bir Dehşet Senfonisi"
adıyla 1922'de çekilmiş, sonra
"Drakula" filmi de, Bram Stoker'ın aynı isimli romanından uyarlanan, 1931 Universal
Pictures yapımı siyah beyaz bir korku filmi olarak ortaya çıkmıştır. Arkasından pek çok "vampir" 1ilmleri geldi. Eflâk yerine
Erdel (Transilvanya) meşhur oldu. İşin kötüsü
Türkiye'de bile vampirlerin olduğuna, ölümsüzlüğüne inananlar
zuhûr etti!...
Fâtih, 1461’de
Pontus Devleti'nin (Trabzon Rum İmparatorluğu) başkenti Trabzon’u ele geçirdi
ve bu devletin varlığına son verdi. 1462’de yeniden Rumeli seferine çıktı. Eflâk’ı Osmanlı
Devleti'ne bağladı ve 1463'te Bosna'yı tamâmen ele geçirdi. Aynı yıl Ege Denizi’ndeki
Midilli Adası'nı alınca Venedikliler’le arası açıldı. Bu olay, 1479’a kadar sürecek olan
savaşın da başlangıcı oldu. Fatih'in Ege'de fethettiği adalar; Taşoz, Eğriboz, Limni,
Semadirek, İmroz, Midilli ve Tenedos’dur. 1465’te Hersek’in büyük bölümünü, 1466'da da
Arnavutluk’taki bâzı kaleleri fethetti.
1455’ten itibâren Osmanlı hâkimiyetini tanıyan Boğdan Prensliği’nin, Kefe'nin fethinden
sonra izlediği düşmanca siyâset üzerine, Osmanlı kuvvetleri 1475 yılında Racova Savaşı'nda
yenilmesine rağmen 1476'da Boğdan'a girdi. Fâtih'in bizzat başında olduğu Osmanlı kuvvetleri
Boğdan ordusunu büyük bir bozguna uğrattı. Böylece Boğdan da yeniden Osmanlı hâkimiyetini
tanımış oldu.
Fâtih Sultan Mehmed ile aynı sarayda yetişen ve sonra Papalık ve Napoli Krallığı'nın
desteği ile harekete geçen Arnavutluk hâkimi İskender Bey, vurkaç taktiği ile Osmanlı
kuvvetlerine baskınlar düzenlemekteydi. Bunun üzerine Fâtih, bizzat sefere çıkmaya karar
verdi. 1465 yılında gerçekleşen I. seferde, İlbasan Kalesi’ni yaptırıp, içine asker yerleştiren
Fâtih, Balaban Paşa'yı bölge için görevlendirerek, geri döndü. Ancak, Papa ve diğer
devletlerden aldığı kuvvetlerle Türkler'e saldıran İskender Bey, Balaban Paşa’yı şehit etti
ve İlbasan kalesi’ni kuşattı. Bunun üzerine Fâtih , II. Arnavutluk Seferi'ne çıktı. (1467)
Ele geçirilen topraklarda yeni garnizonlar oluşturuldu. Bu sırada İskender Bey ölmüş ve
yerine oğlu II. Gjon Kastrioti geçmişti. Fâtih başlattığı III. Arnavutluk Seferi'nde Arnavutlar'ın
elinde kalmış olan Kroya ve İşkodra kuşatıldı. 1479’da Arnavutluk da bir Osmanlı vilâyeti
durumuna geldi.
Osmanlı Devleti'nin gelişen bu gücü karşısında Karamanoğulları, Doğu Anadolu'daki
Akkoyunlular’la ittifak kurdu. Fâtih, 1466’da yeni bir Anadolu seferine çıktı. Karamanoğulları'nın
başkenti Konya’yı ele geçirdi. Ama İstanbul'a dönünce Karamanoğulları, Osmanlılar'a geçen
yerleri geri aldılar. Sonradan Sadrâzam olacak olan Gedik Ahmed Paşa 1471’de
Karamanoğulları'nı bir kez daha yenilgiye uğrattı ise de Akkoyunlular, Karamanoğulları'nı
desteklemeye devam ettiler. Fâtih 11 Ağustos 1473’te Otlukbeli Savaşı’nda Akkoyunlu hükümdârı
Uzun Hasan’ı ağır bir yenilgiye uğrattı. Ertesi yıl da Karamanoğulları Beyliği'ni tamâmen
ortadan kaldırdı.
Fatih Sultan Mehmed 1477’de Kırım Hanlığı’nı Osmanlı Devleti’nin egemenliği altına aldı.
Çandaroğulları’nın elindeki Sinop’u aldı. Cenevizliler'in önemli üslerinden Amasra’yı aldı.
1479’da bir antlaşma yaparak Venedik'le 16 yıldır süren savaşa sona verdi. Venedik
Arnavutluk’taki kaleleri Osmanlılar'a bıraktı, karşılığında Mora’daki bâzı iskelelerden
yararlanma hakkı elde etti. Fâtih Venedik’le anlaşmaya varınca, İtalya’nın öteki önemli kent
devletlerine savaş açtı. 1480’de İtalya’nın güneyindeki Otranto limanını ele geçirdi. Otranto,
Roma’ya giden yolda bir köprübaşı olduğu için bu olay Avrupa’da büyük yankı uyandırdı.
Fâtih 1481’de, hedefi meçhûl bir sefere çıktı. Ama daha yolun başında hastalandı ve
3 Mayıs 1481’de Gebze yakınlarındaki Hünkar Çayırı'ndaki ordugâhında öldü. Gut hastalığından
öldüğü sanılmakla birlikte, zehirlendiği de rivâyet edilir. Seferi nereye düzenlediği tam
olarak bilinmemektedir. Zîra Fâtih bu bilgiyi seferin güvenliği açısından çok gizli tutuyor
ve kimseye söylemiyordu. Ancak târihçiler seferin Mısır’a, ya da Roma’ya (Papalık) olacağı
yönünde tahminler yürütmektedir... Birlikleri Üsküdar’da topladığı ve hazırlıkları başlattığı için
seferin İtalya’ya olma olasılığı günümüz târihçileri tarafından mâkûl bulunmamaktadır.
Fâtih öldükten sonra vefâtı saklandı.
"Pâdişâh'ın hamam ihtiyâcı var," denilerek, nâşı gizlice Saray'a getirildi. O sırada Şehzâde
Bayezid'e ve Şehzâde Cem'e ulak gönderildi. Ne var ki, asker Fâtih'in öldüğünü öğrenip,
İstanbul'a gelip büyük bir anarşi başlattılar. Karamanlı Mehmed Paşa Cem taraftarı olduğu için,
idâm edildi. Her taraf yağmalanmaya başladı. Gayrimüslim tüccarların evlerine ve
dükkânlarına saldırıldı. O arada herkes kendi taraftarını tahta çıkarmak için uğraşırken,
Fâtih'in cenâzesi Saray'da karanlık bir odada unutuldu. Baltacılar Kethüdâsı Kasım isimli bir
kişinin II. Bayezid'e yazdığı mektupta "Saray'da cenâzenin yanına gittiğinde, 3 gün 3 gece
üzerine mum yanmadığını, cesedin kokusundan yanına zor varıldığını" belirttiği öne sürülür.
Daha sonra ceset tahnit edilmiştir. Cesedi tahnit edebilmek için elbiselerinin çıkarılması
gerekiyordu. Lâkin mevsimin sıcak olması dolayısıyla ceset bozulduğu için elbise cesede
yapışmıştı. Bu yüzden sol kolunun üzerinden elbise kesildi ve tahnit edildi. Kesik elbise
bugün hâlâ Topkapı Sarayı'ndadır. II. Bayezid pâyitahta gelene kadar o şekilde bekletilmiştir...
Sultan Mehmed'’in Konstantaniyye'yi fethederken kullandığı kılıcı, Topkapı Müzesi'nde
sergilenmektedir.
Fâtih, adını taşıyan câmideki türbesinde yatmaktadır. Ölümünden sonra oğlu Bayezid
tahta çıktı.
Fâtih Sultan Mehmed'in adâletini anlatan HIZIR BEY- MİMÂR DÖNME SİNAN kıssasını daha önce
nakletmiştik.
Eşleri:
Erkek çocukları
Kız çocuğu:
o bunları Segedin'de bulunan
millî meclise yolladı. Yüz atlı maiyyetiyle hareket eden heyet Segedin'e vardı. Diyet Meclisi'nin
toplanmasını emreden Macaristan Kralı da ordusunun hazırlanmasını emrettikten sonra,
Temmuz sonlarında Segedin'e gelmişti. Bu sırada Macar siyâsî mahfillerinde barış ve savaş
isteyen iki grup vardı. Muharebe isteyen tarafı Papa destekliyordu ve Papa'nın mümessili
Kardinal Sezarini bunların başında bulunuyordu. Venedik de 'muharebeye iştirak edeceği'ni
Macar ve Leh Kralı'na bildirmiş, 'harbe başlandığı takdirde vaad ettiği gemilerini Çanakkale
Boğazı'na göndereceği'ni yazmıştı. Denizden bir donanmanın Çanakkale'ye geleceğini duyan
savaş taraftarları kuvvetlendiler.
II. Mehmed’in kumandasında olan Osmanlı
ordusunu kolayca imhâ edeceklerdi.
(Şûra Sûresi , 38. Âyet)
İŞLERİ ARALARINDA ŞÛRÂ İLEDİR."
(Şûra Sûresi , 38. Âyet)
(BİR KERE) KARAR VERDİN Mİ DE,
ARTIK ALLAH'A DAYANIP GÜVEN(EREK GEREKENİ YAP)."
(Âl-i İmrân Sûresi , 159. Âyet)
Eğer bensem, sana emrediyorum, ordunun başına geç!"
Onu fetheden komutan ne güzel komutan,
onu fetheden asker ne güzel askerdir"
bundan böyle bütün Dünyâ'ya ilân ediyorum ki,
Bosna Fransiskanları bu ferman ile benim korumam altındadır.
Ve emrediyorum ki, kimse bu insanlara veya kiliselerine zarar vermeyecek!
Devletimde barış içinde yaşayacaklar. Göçmen hâline gelmiş bu insanlar,
güvende ve özgür olacaklar.
Devletim sınırları içerisinde olan manastırlarına geri dönebilirler.
Devletimden hiçbir önemli kimse, vezirler, kâtipler veya hizmetkârlar onların
izzetlerini kıracak, ya da onlara zarar verecek bir şey yapmayacaklar!
Kimse onlara hakaret etmeyecek, tehlikeye atmayacak, ya da kendilerine
veya mallarına
veya kiliselerine saldırmayacak!
Ayrıca, bu insanların kendi memleketlerinden getirdikleri şeyler ve kimseler de
aynı haklara sâhiptir...
Bu fermanı buyurarak, gökleri ve yeri yaratan ALLAH’ın ve onun Resûlü'nün ve
ondan önceki
124.000 peygamberlerin adına, kılıcım üzerine yemin ederim ki,
hiçbir vatandaşım bu fermânın aksine hareket etmeyecek!"
1. Emine Gül-Bahar Hatun - II. Bayezid ile, Akkoyunlular'a gelin giden Gevherhan
Sultan'ın annesidir.
2. Helena Hatun - Mora Despotu olan Demetrus’un kızıdır.
3. Alexias Hatun - Bizans prenseslerindendir.
4. Gülşah Hatun - Karamanoğulları Beyliği’nden İbrahim Bey’in kızı,
Karaman Sancakbeyi Şehzâde Mustafa' nın annesidir.
5. Sitti Mükrime Hatun - Dulkadiroğlu Süleyman Bey’in kızı.
6. Çiçek Hatun - Türkmen Beyi kızı veya câriye, Cem Sultan’ın annesidir.
7 .Anna Hatun - Trabzon İmparatoru’nun kızıdır. Evlilikleri kısa sürmüştür.
8.Hatice Hatun - Zağanos Paşa'nın kızıdır. Fâtih boşamıştır.
1. II. Bayezid
2. Mustafa
3. Cem Sultan
1.Gevher Sultan - Akkoyunlu Uzun Hasan’ın oğlu Uğurlu Mehmet Bey ile evlendi.
Fâtih Sultan Mehmed,
birçok târihçi tarafından bir Rönesans hükümdarı olarak tanımlanmaktadır.
Fâtih, İtalya ve İtalyan kültürünü tanıyan nâdir bir Doğu hükümdârıydı.Sultan Mehmed'in
yanında bulundurduğu Rum târihçi Kritvulos, onun "kendi anadili olan Osmanlı Türkçesi
dışında Arapça, Farsça, İbrânice, Keldânice, Slavca, İtalyanca, Yunanca ve Lâtince bildiğini"
ifâde etmektedir. Fâtih'in, özellikle İstanbul'un fethinden sonra, zengin bir kütüphânesi vardı
ve binlerce ciltlik kitaba sâhipti. Antik târihe meraklı olan Pâdişah, Pulutark'ın Geographia
isimli eserini Yunanca'dan Türkçe'ye çevirerek coğrâfi bilimlere olan ilgisini göstermiştir.
Fâtih'in sarayında Yunanca ve İtalyanca bilen iki kâtip bulunuyor ve Pâdişâh'a Eskiçağ
târihiyle ilgili bilgiler veriyordu. Mitolojiyle ilgilenen Fâtih, Homeros'un meşhur İlyada
Destânı'nın kopyasını hazırlatmıştı. Fâtih'in yanında bulunan İtalyan nedimesi ona Antik
Yunanistan'daki düşünürlerin ve Romalı târihçilerin eserlerini okutmuştu. Fâtih, Papalar'ın,
İmparatorlar'ın, Fransa Kralları'nın, Büyük İskender'in Lombardlar'ın vakayinâmelerini
okumuştu. Bizanslı aydın Gregorios Phrantezes, "Fâtih'in Büyük İskender, Roma imparatoru
Augustus, Bizans imparatoru Büyük Konstantin ve Theodosios gibi şahsiyetlere karşı
hayranlık beslediği"ni söyler. Ayrıca Fâtih ateşli silahlara karşı yoğun ilgi göstermiş,
târihteki ilk havan topu olduğu bilinen Şâhi'nin çizimlerini bizzat kendisi yapmıştır. Dîvan
edebiyatında Fâtih Sultan Mehmed, Avni mahlâsıyla şiirler yazmıştır... Yine Pâdişah,
huzurunda felsefî tartışmalar yaptırıyordu. Ali Kuşçu, Georgios Trapezuntios ve Hocazâde
gibi devrin büyük zekâlarını korumuş, Hristiyan bilim adamları ve sanatkârları sarayına
dâvet etmiş, onlara iltifat ve ikramlarda bulunmuştur. Hıristiyanlığı yakından tanımak isteyen
Fâtih, İstanbul Ortodoks Kilisesi'ne Patrik olarak atadığı Gennadios ile Hristiyanlık akaaidi
üzerine müzâkereye girişmiş ve bu müzâkerenin yazılmasını istemişti. (Gennadios
İtikadnâmesi diye bilinir) Hattâa bu durum Avrupa'da Fâtih'in Hristiyanlığa meylettiği şeklinde
yorumlanmış ve Papa II. Pius, Pâdişâh'ı Hristiyanlığa dâvet eden bir mektup kaleme almıştı.
Târihçi İlber Ortaylı bu konuyla ilgili olarak Fâtih'in şüphesiz bir itikaadı olduğunu, fakat sofu
derecesinde koyu bir Müslüman olmadığını belirtmiştir.
Fâtih, askeri başarılarla Osmanlı Devleti’ni büyük bir imparatorluğa dönüştürdü. Bilime,
târihe ve felsefeye özel ilgi gösterdi. Türkçe'den başka Arapça, Farsça, Lâtince ve Yunanca
kitaplardan oluşan özel bir kütüphânesi vardı. Avni takma adıyla şiirler yazdı. Şiirleri Fâtih
Dîvanı (1944), Fâtih’in Şiirleri (1946), Fâtih ve Şiirleri (1959) gibi adlar altında basıldı. Bilim
adamlarını ve edebiyatçıları destekleyen Fâtih, nesir ustası Sinan Paşa ile şâir Ahmed
Paşa’yı vezirliğe kadar yükseltti. Ünlü matematikçi ve astronomi bilgini Ali Kuşçu’nun
İstanbul’da kalmasını sağladı. Fâtih, İtalyan ressam Gentile Bellini’yi 1479’da İstanbul’a
getirterek resimlerini yaptırdı.
Fâtih, Osmanlı Devleti’ne düzenli ve sürekli bir yapı kazandırmak için önemli düzenlemeler
yaptı. Yönetim, Mâliye ve Hukuk alanında koyduğu kuralları içeren Fâtih Kanunnâmesi,
sonraki dönemde de yürürlükte kaldı. Bu kanunnâmenin en önemli hükmü, tahta çıkan
pâdişâha Devlet'in geleceği ve nizâm-ı âlem için "kardeşlerini öldürme hakkı" vermesidir.
Fâtih’in Osmanlı Devlet Düzeni'ne ilişkin temel ilkelerin pek çoğu, Tanzimat dönemine kadar
geçerliliğini korudu. Fâtih’in
saltanatı döneminde Osmanlı ülkesinde 500'den fazla mimârî binâ yapıldı. Onun adına yapılan
en önemli binâ, İstanbul'da bir câmi ile medrese, kitaplık, imârethâne (aşevi), dârüşşifâ
(hastane), hamam, kervansaray gibi birimleri kapsayan Fâtih Külliyesi’dir.
Fâtih Sultan Mehmed'in târihteki en önemli yanlarından birisi de Eğitim'e verdiği önem
olmuştur. Üniversite anlamında Osmanlı târihinde ve dünya târihinde bilinen en eski eğitim
kurumlarından olan Sahn-ı Semân’ı kurmuştur. Sahn-i Semân İstanbul’un ilk Türk
yükseköğretim kurumudur. Sahn-ı Semân medreseleri Fâtih Külliyesi içindeki en yüksek
düzeyli medreseler idiler. Sahn-ı Semân’ın eğitim müfredâtının hazırlayıcılarından biri çağın
önemli bilim adamı astronom Ali Kuşçu’dur. Medreselerde Ali Kuşçu tarafından düzenlenen
bir okutma planının olduğu, hatta bunun “Kanunnâme” şeklinde yapıldığı bilinmekle birlikte,
bugüne kadar incelemesi yapılan Osmanlı arşiv belgeleri arasında ele geçirilememiştir.
Bu kanunnâmenin aslının 1918 yılında Külliye'de çıkan yangınla yok olması da muhtemeldir.
Sahn-ı Semân, Kanunî tarafından açılan Süleymaniye Medreseleri zamanına kadar naklî
ve aklî bilimlerde öğrenci yetiştirmekteydi. Kanunî devrinde bu medreseler şer’î ilimler
ihtisâsı yapılan medreseler olmuşlar, Süleymaniye Medreseleri de aklî ilimlerin ihtisas yeri
olmuştur.
Ali Kuşçu, Fâtih tarafından astronomi eğitimi için Semerkant'a gönderilmiş ve daha sonra
1570’te Takiyuddin tarafından Tophane’de kurulacak rasathânenin ilk çalışmalarını yapmıştır.
ALLAH kendisine, ve İstanbul'u fethinde, seferlerinde şehit olanlara, bütün hizmeti
geçenlere gani gani rahmet eylesin!
Çok uzadı ama işimiz bitmedi... Biraz daha sabır... Fâtih Sultan Mehmed'in neden
saf Türkler yerine Devşirmeler'i, yâni Hıristiyan âilelerden alınıp ta, Müslüman âileler
yanında Müslüman ve Türk yapılan çocukları ve daha sonra Enderûn'da okutulup devlet adamı
olanları tercih ettiğini, bu âdetin Sultan Genç Osman'a kadar devam ettiğini, Genç
Osman'ın neden Devşirmeler'i bırakıp öz Türkler'e dönmek istediğini anlatacaktık, değil mi? "Genç Osman" celsesinde söz vermiştik.
Meseleye en doğru teşhisi rahmetli KEMÂL TÂHİR koymuş... İsmet Bozdağ'ın "Kemâl
Tâhir'le Sohbetler" kitabında, o tatlı üslûbu ile şöyle anlatır:
- Budapeşte Üniversitesi TÜRKOLOJİ asistanı bir genç, Macarca bir belge
bulmuş... Hep Osmanlılar Macar Beyleri'nin evine martaloz
yerleştirecek değiller ya!.. Macar Kralı da câsusunu Edirne Sarayı'nın mutfağına
sokmuş. Mektup bu câsusa ait... Şöyle diyor bir yerinde:
- "Söylenene bakılırsa, Hünkâr'la (II. Murad) lalasının arası
açılmış... - 'Bir fermanla İKTA usülünü ülkene yerleştir ki, beylerin elinde biriken malı
mülkü geri alabilesin,'
demiş."
- "Hünkâr, 'Böyle bir şeyin şeriatte yeri var mı?' diye
sormuş. Hoca da ,'Vardır, - " İKTA , TİMÂR
ve MÂLİKÂNE
olarak bilinen toprak sistemidir. Devlet'e âit
toprak parçasının kullanma hakkının, başarılı hizmeti görülen kişiye
verilmesidir. Genellikle Sipâhiler'e verilirdi. Eğer sipâhi görevini
yapamazsa toprak derhal elinden alınırdı."
- "49 yaşındaki II. Murad'ın durup dururken, 'Ben tahtımı l3 yaşındaki
oğluma bırakacağım,' demesinin tuhaflığını düşün!... Sonra Çandarlı
Halil Paşa'nın II. Mehmed tarafından İstanbul'un ele geçirilmesinden
sonra idâmını düşün!.. Bizans'a câsusluk ettiği iddiası gülünç." (Tek
sebep o olsa, savaş sırasında asılırdı.)
- "OSMANLI yayılması Orhan Bey zamanındadır... Orhan Bey ele geçirdiği
toprakları ve ganimetleri gazileri arasında şeriat oranına göre
bölüştürürdü. Yâni, Sultan ganimetin beşte birini alıyor, beşte
dördünü gazilere veriyordu."
- "Söğüt gibi ufak bir kasabadan Belgrad'a 130 yıl içinde ulaşıldı.
Komuta kadrosu fazla kayıp ta vermedi. Pek çoğu ordunun başında
ihtiyarladılar ve ecelleriyle öldüler. Yerlerine oğulları, kardeşleri geçti."
- "Düşün!.. Her eline geçen bölgeden hisseni alıyorsun, Hünkâr'a da bir şey
vermen gerekmiyor. Yığıldıkça yığılıyor. Hünkâr'ın serveti de
eridikçe eriyor. Böylece Sadrâzam'ın varlığı, Hünkâr'ın varlığının çok
üstüne çıkıyor. Beylerin maddi gücü çoğaldıkça, Merkezî Otorite zayıflıyor!"
(Pâdişah'tan zengin vezirler, beyler, hindi gibi kabardıkça kabarıyorlar!)
- "Daha l. Murad zamanında yolsuzluklar almış yürümüştü. Sultan'ın
Bursa'da yaptığı düğüne Evrenos Bey'in
hediyesi, bugün bile göz kamaştıracak seviyede idi."
- "Yıldırım'ın şehzâdelerinden Musa Çelebi
Edirne'de tahta çıkınca, önce
kendi yanında iken sonradan kardeşlerinin yanına câzip teklifler ile
transfer olan beylerin, paşaların sancak ve zeametlerini geri almak
cesâretini gösterdi. Ama bu cesâretini başıyla ödedi."Belki (Şeyh Bedreddin ,
ki kazaskeriydi, ona bu fikri vermişti...)
- "Musa Çelebi Çamurluova'da kardeşi Mehmet ile cenge tutuştuğu zaman
yanındaki beylerin karşı tarafa geçtiği görünce, başına gelenin
beylerin mallarına el atmaktan olduğunu biliyor muydu?.."
- "Zâten Timur Kütahya'ya girip kaçan İsâ Çelebi'nin bıraktığı malları
görünce, 'Bunca malı cenkte kullanmak varken yığıp seyretmek ne
gaflettir?' diye yanındaki (daha serbest bırakmadığı) Musa Çelebi'yi azarlamıştı."
- "Bu kardeş kavgasında Sultan'ın neyi var neyi yoksa harcanmıştı.
II. Murad 19 yaşında tahta oturduğunda tamtakır bir hazine devralmıştı.
Oysa beyleri, paşaları Kaarun gibi zengindi. Onun döneminde beyler
paşalar o kadar güçlenmişlerdi ki, Pâdişah buyruklarının uygulanmadığı
bile oluyordu. Macar Jan Hunyad'ın (yukarda saydığımız) başarıları beylerin söz
dinlememelerinden dolayı idi. Mezit Bey'in, Şâhin Paşa'nın yenilgisi,
Dâmat Osman Çelebi'nin şehit düşmesi ve Dâmat Mahmut Çelebi'nin esir
olması hep bu yüzdendi." (Hatırladınız mı, II. Murad dönemindeki 5 Mağlubiyet'i?..
Nedenmiş?... Zengin paşaların, beylerin canlarına, mallarına daha çok ehemmiyet
verip buyruk dinlememelerinden!..)
- "Bu dâmat Mahmut Çelebi, Çandarlı İbrahim Paşa'nın oğlu ve Çandarlı
Halil Paşa'nın kardeşi idi. Onu kurtarmak için ilk defa savaş
tazminâtı verilmiştir: 60.000 duka altını!.. Bu tazminâtı da Kaarun gibi
zengin olan âilesi değil, Pâdişah ödemişti!.."
- "Bu dönemde DEVŞİRME devlet adamları ile YERLİ devlet adamları arasında
kıyasıya bir mücâdele başlamıştı. DEVŞİRME'de millet, din, ülke, (âile)
olmadığı için, ancak Pâdişâh'a yakın olursa kendini güvende sayıyordu.
YERLİ de servetini daha arttırmak için Devlet'i elinde tutmak
istiyordu. (Şimdi anlaşıldı mı, Fâtih neden YERLİ Türk devlet adamlarını bırakıp ta,
sonradan Türkleşen ve Müslüman olanları tercih etmiş?..)
İstanbul'un fethiyle işe bir de Bizans türü entrikalar karışmıştı."
- "II. Murad işte bütün bunlara çıkar yol arıyordu. Molla Fenârî o
târihte Şeyhülislâm idi. İSLÂMİYET'teki İKTA sisteminin tâ HALİFE ÖMER'den
bu yana kullanılışını Pâdişâh'a anlatmış olmalı... Pâdişah ta
böylece toprağın mülkiyet hakkının intifa hakkına dönüştürülmesini ve
böylece kişilerin elinde büyük servetler yığılmasını önlemek
istemiştir... Ama karşısına beyler dikilmiştir... O dönemde Pâdişah
vücûdunu ortadan kaldırmak zor iş... Onun için Pâdişah tehlikeyi
görüp 'Ben Manisa'ya tesbih çekmeye gidiyorum,' deyince, kabul
etmişlerdir."
- "Ama Jan Hunyad İncil üzerine ettiği yemini bozup Haçlı ordusu
hazırlamaya başlayınca, l3 yaşındaki Pâdişah Mehmed'in bu işi
götüremiyeceğini bildiklerinden ve Yerliler'den Çandarlı Halil Paşa bu
işin sorumluluğunu almak istemediğinden, II. Murad'ı tekrar tahta
çağırdılar."
- "II. Mehmed'in bu l3 yaşındaki pâdişahlığı kısa sürmüştür ama,
Devşirmeler'le Yerliler'in arasındaki mücâdeleyi de farketmiştir.
Devşirmeler'den Zağanos Paşa, küçük Pâdişâh'a İstanbul'un zaptından söz
etmiştir. Belli ki Devşirmeler, - "Nitekim II Mehmed Pâdişah olur olmaz İstanbul'a yönelmiş; alır almaz da
Yerli Sadrâzam Çandarlı Halil'i idâm ettirmiştir."
- "Çandarlı âilesi kuruluş yıllarından beri Devlet'e hizmet ediyordu.
"Bizanslılar'dan balık karnında rüşvet alması" gibi tutarsız bir sebeple
idâm edilmesi, anlamsız!.. Çandarlı'nın o târihteki serveti
Pâdişâh'ınkinden fazla idi. Ayrıca İstanbul ticâretini Bizanslı
aracılarla elinde tutuyordu. Belki câsusluk etmiştir ama, rüşveti akıl
almıyor."
- "Fâtih, Çandarlı'nın yalnız kafasını vurdurmakla kalmadı, bütün malını
mülkünü de hazineye aktardı!.. Böyle bir şey Osmanlı târihinde ilk defa
oluyordu!.. Fâtih bu davranışıyla beylere, paşalara canlarının ve
mallarının ancak Pâdişâh'a itaatle korunabileceğini göstermek
istemişti. Nitekim Târih-i Ebul Faruk'ta (Mizancı Murad'ın - "Çandarlı'nın yerine Enderun'da yetişmiş Mahmut Paşa geçmiştir.
Böylece Devşirme-Yerli mücâdelesini Devşirmeler kazanmış oluyordu. Bu
olay üzerine Fâtih'in hocası Akşemseddin, Pâdişah odasına geldiğinde
ayağa kalkmamış, hizmetlerine karşılık verdiği 2.000 altını da
almamıştır!.."
- "Fâtih sistemini kurabilmek için çeşitli tâvizler vermek zorunda
kalmıştır. Yerliler'i memnun etmek için, Çandarlı'nın çocuklarına daha
sonra malının bir kısmını iâde etmiştir. "Rumlar'a yüz veriyor"
iddiaları üzerine Bizans Başvekili Notaras'ı idâm ettirmiştir. İkta
sistemini kurunca, geçmişte sâdece askerî hizmeti olanlara timar (arâzi)
verilirken, kendini desteklesinler diye, mollalara da toprak vermiştir."
- "Fâtih'e kadar DEVLET bazı (Yerli ve Türk) âilelere ihâle edilmiş
gibiydi. Sadrâzamlık Çandarlı âilesinde, Çavuşbaşılık Samsama âilesinde,
Beylerbeyilik Aykutalp âilesinde, Serhat Beylikleri Evrenos âilesinde ve
Mihail Oğulları'nda idi. Bunların çoğu Yerli, diğerleri de kuruluş
yıllarında müslüman olmuş eski âilelerdi."
- "Devlet adamları arasındaki bu boğuşmayı, târihe sıçramış bir-iki
cümleden çıkartmaktayız. Yoksa vak'anivüsler Pâdişâh'ın hoşuna
gitmeyecek hiçbir şeyi yazmamışlar."
- "Târihçiler Fâtih'in yetişkin devlet adamları varken, Devşirme
Enderunlular'ı önemli mevkilere getirmesini eleştirirler... Ama İKTA
sistemini yerleştirirken, can güvenliği açısından başka yol
düşünülemezdi... Hem o zamana kadar DEVLET'e hizmet etmiş olan YERLİ
takımın elinden malını mülkünü alacaksın, hem de DEVLET'i ona emânet
edeceksin, bu mümkün değil!"
- "Fâtih, bütün OSMANLI İmparatorluğu'nun topraklarını içine alan bir yeni
düzen getirmiştir. Ama bu reformun dayandığı emirnâmeler,
kanunnâmeler ortada yoktur. Fâtih Kanunnâmesi'nin birinci bölümü
TEŞRİFAT-GÖRGÜ hakkındadır. İkinci Bölümü toprak reformu üzerinedir
ama hiçbir yerde rastlanmaz!.." (yok etmişler!.. )
- "Âşıkpaşazâde'de Fâtih'in 50 yaşlarında içtiği bir ilaçtan ciğerleri
parçalanarak acılar içinde öldüğü yazılıdır. Avrupa'da bütün çanların
çalması, bu işi Papa'nın yaptığını düşündürmüştür. Fâtih ölümü
sırasında hedefi bilinmeyen bir sefere hazırlanıyordu, ama Papa'nın
Saray'a bu kadar sokulduğunu düşünmek zordur."
- "Ölümün Karamanî Mehmet Paşa gibi bir Yerli'nin zamanında olması, bu işi
toprağını kaybeden beylerin yaptırdığını düşündürmektedir."
(Bir ihtimâl daha var... Kemâl Tâhir Fâtih'in doktorlarından birinin Yakup Paşa diye bilinen,
Jakop adlı bir Yahudi olduğunu hesaba katmıyor...)
- "Bey-Paşa takımının oğlu Bayezıd'i tutuşu, Fâtih'in ölümünün şehzâde Cem'e
geç haber verilişi de tesâdüfî değildizi. Nitekim Bayezid
bir müddet sonra 'mezkûrun mâli imiş, Sultan Mehmet Han zamanında timâra
verilmiş. Mülkiyeti muharrer tutup..' denilerek beylere
topraklarının intifa hakkı iâde edilmiştir."
- "Demek ki, beyler sâdece Fâtih'in vücudunu ortadan kaldırmakla
kalmamışlar, ferman ve kanunnâmeleri de yok ederek
oğlu Bayezid'den topraklarını geri almışlar." (Ne var ki hüküm kalkmamış,
mülkiyet artık Devlet'te kalmış... Tâ Kaanunî Sultan Süleyman'a kadar!.. ) (7.11.1969)
- "Bütün bunlar bir Macar'ın bulduğu mektubun düşündürdükleri...
Üniversitelerimizin tozlu raflarında uyuklayan binlerce tezin arasında
beynimizi çatırdatacak olanlar vardır. Safdil araştırmacıların önüne
nice gerçekler çıkmış, fakat bu fikir mücevherlerine çakıl taşı kadar
önem verilmemiştir. Üniversite tez dolapları araştırmacıları özlemle
beklemektedir."
İşte böyle!... OSMANLI'nın DEVLET NİZAMI öyle kolay kurulmamış! Nice canlar pahâsına,
pâdişahlar, Sultan Genç Osman gibi, kendilerini dahi tehlikeye atarak meydana getirmişler!..
Kemâl Tâhir'in tesbitleri tamâmen doğru!... Toprak mülkiyeti tümüyle Devlet'in olmalı!..
Arsa spekülâsyonlarının, rant kavgalarının, tarım alanlarının, ormanların, göllerin, ırmakların tahrip
olmasının ülkeye verdiği zarârı bugünlerde çok derinden
hissediyoruz. Memleketi yönetenler, yönettiklerinden hem bilek gücü (askerî güç), hem de mâlî
güç bakımından daha üstün olmalıydı ki, onlara söz geçirebilsin!.. Şimdi dahi suçlunun hem
bilek gücü, (silâhı, taraftarı) hem de para gücü ortadan kaldırılmalı ki, güçsüz hâle gelsin,
boyun eğsin!.. Yoksa PKK gibi, FETÖ gibi, MAFYA gibi diklenir, durur!..
Sakın yanlış anlaşılmasın!.. Biz "bizi zenginler idâre etsin" demiyoruz!.. Onu küreselciler,
Avrupa Birlikçiler, Amerikancılar, Kapitalistler, Emperyalistler savunuyor!.. Ve günümüzde
bütün dünyâyı
85 KİŞİ ,
13 ÂİLE idâre ediyor!.. Bütün savaşlar, yıkımlar, sürgünler, göçler,
bu böyle devâm etsin diye!..
Nerden nereye geldi lâf!... Halbuki, biz neden Sultan Genç Osman'ın bu Devşirme hâkimiyetini
çevirip saf Yerli Türkler'le iş yapmak istediğini anlatacaktık...
Efendim, Cennetmekân FÂTİH'in
kurduğu OSMANLI'nın DEVLET NİZAMI o târihte öylesine bozulmuştu ki, Genç Osman bir geriye
dönüş, aslına rücû yapmak istedi... Başarabilseydi, bizim listede 18 yaşındaki 4. General
olacaktı.
Peki, OSMANLI'nın DEVLET NİZAMI ne zaman bozulmaya başladı?... Bunu da Kemâl
Tâhir'den okuyalım:
- "Kaanunî Dönemi çöküntünün başlangıcıdır...
- "Evet, İmparatorluğun bu en güçlü göründüğü sıra ki, hazine tamtakırdır.
Padişah 45 yıl tahtta kaldığı hâlde, aralıksız kanlı iktidar boğuşmaları
sürmüştür. Medreselilerin ayaklanıp çeteler hâlinde eşkiyalığa soyunmaları...
Sipahi toprak düzeni İmparatorluğu sırtında taşıyamaz hâle geldiğinden,
İltizam sistemine geçiş... Hep bu dönemde."
- "Kurtarıcı diye başvurulan bu İLTİZAM sistemi, Devlet dolandırıcılığı
hâline gelmiş. KAANUNİ LÂKABI ASLINDA SÜLEYMAN'A,
KAANUNSUZLUK DÖNEMİ AÇTIĞI İÇİN HAKAARET OLSUN DİYE
TAKILMIŞTIR!.."
- "Kaanunî, bütün saltanat dönemini kaanunsuzluklardan kaanunsuzluklara
yuvarlanarak, evlâtlarının etini yiyerek geçirmiştir. (Ayrıca Kaanunî, Timâr
sistemini bozmuş, yakınlarına toprak mülkiyeti vermiştir.) Yaşlandığı
zaman da en fakir reayasına bile nasip olan bir rahat döşeği
bulamıyarak, zorla sürüklendiği bir seferde, bir eşya gibi oradan oraya
atılarak, ölüsü bile diri gösterilerek insafsızca tartaklanmıştır."
- "Böyle başlıyan çöküş döneminde OSMANLI DEVLETİ, içten çürüyüp dıştan
Dünyâ'ya meydan okuduğu için, Dünyâ'ya başka türlü bakan abartıcı bir
yaratık hâline gelmiştir."
İşte Kaanunî döneminde başlayan medrese öğrencilerinin Suhte İsyanları ,
topraksız ve
gelirsiz kalan Sipâhi Çeteleri, Devlet'te alıp giden rüşvet, sefere çıkmamaktan işsiz
kalan Yeniçeriler'in esnaf ve kabadayı olup semtleri haraca kesmesi, Sultan Genç Osman'ı
YERLİ islâhat tedbirleri düşünmeye sevketmiş, bu da hayâtına mâlolmuştu.
Ancak OSMANLI'nın DEVLET NİZÂMI esas bir "ilerici atılım" zannedilen TANZİMAT (1839)
ile bozulmuştur. MEŞRUTİYET (1.si 1876'da, uygulanmadı, 2.si 1908) ile de 10 sene içinde
OSMANLI DEVLETİ yıkılmıştır.
Denk düşerse, nasıl oldu, onu da anlatırız.
Ruhi Selman
selman@journalist.com
- BİR SPİRİTUALİSTİN DÜNYASI - ANA SAYFA
Hünkâr, Çandarlı Paşa'nın, Timurtaş Paşa'nın ve
öteki beylerin mallarını almaya hazırlanıyormuş!...
Bu fikri
kafasına Molla Şemseddin Fenârî sokmuş,
Kur'an-ı Azimüşşan'da her şeyin
ALLAH'a âit olduğu yazar,' demiş.
Hünkâr 'Aman kimse
duymasın,' demiş ama, Çandarlı Halil Paşa duymuş.
Beylerin
hepsine haber salmış, Hünkâr'ın karşısına dikilmişler.
Hünkâr inkâr etmiş ama inandıramamış. Sonun da Hünkâr
Murad Han
yerini 13 yaşındaki oğluna burakıp çekilmiş."
güçlü olmalarının ancak Batı'ya
yönelmekle ve İstanbul'un zaptıyla mümkün olacağını biliyorlardı."
7 ciltlik
eseri) 'Muahharan âyân-ı memleketin idâmları' denmesi, başka beylerin de idâm
edildiğini göstermektedir."
Ümit Burnu yoluyla Hindistan'a varılması, İpek Yolu'nu öldürmüştü. Bu yüzden Sokullu
Mehmet Paşa, Don ve Volga nehirlerini bir kanalla birleştirmek, Süveyş
Kanalı'nı açmak gibi büyük projeler üzerinde durmuş, yabancı
gemilerden TÜRK limanlarında vergi alınmaması gibi önlemlere
başvurmuştu. İlk ikisi başarılamamış, üçüncüsü de işe yaramamış ve
çöküntü başlamıştır." (En önemli olan husus, yani 1492 den beri devam
eden keşifler, OSMANLILAR'ı 1550'lerde bile uyandıramamış, TÜRK
denizcileri sâdece "Akdeniz'i TÜRK gölü yapmakla" yetinmişlerdir.
Sokullu dahi bu konuda uyanamamıştır...)
- BİR TEBLİĞ
- ÖLÜM VE SONRASI
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 1
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 2
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 3
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 4
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 5
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 6
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 7
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 8
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 9
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 10
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 11
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 43
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 44
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 45
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 50
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 51
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 52
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 53
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 54
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 55
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 56
- BİR OBSESYON VAK'ASI
- ÖTE ÂLEM'DEN ŞİİRLER - 1
- RÜYÂLAR - 1
- RÜYÂLAR - 2
- REİNKARNASYON - 1
- REİNKARNASYON - 2
- ANADOLU'DA REİNKARNASYON ŞİİRLERİ
- İRLANDALI ŞÂİR JAMES CLARENCE MANGAN ANADOLU'DA MI
YAŞADI?
- FİNCAN CELSELERİ - 1
- FİNCAN CELSELERİ - 2
- FİNCAN CELSELERİ - 3
- EKMİNEZİ ÇALIŞMASI
- RÛHÎ FİLİMLER - 1
- ENTERESAN RÛHÎ OLAYLAR
- ERGUN ARIKDAL VE SÂDIKLAR PLÂNI'NI TENKİT
- BÜLENT ÇORAK VE DÜNYA KARDEŞLİK BİRLİĞİ SAFSATASI
- CENAP BAŞMAN VE MARON TARİKATI
- SAPKIN RAEL TARİKATI
- TRANSANDANTAL MEDİTASYON KANDIRMACASI
- MELEKLER'DEN MESAJ ALDIĞINI SANAN ŞAŞKINLAR
- ŞEYTANA TAPAN SATANİSTLER
- KRYON "TEBLİĞ"LERİ VE LEE CARROLL'UN "MEDYUM"LUĞU
- J. Z. KNIGHT ADLI KADIN MEDYUM VE RAMTHA "TEBLİĞ"LERİ
- MEDYUM JANİ KİNG VE VARLIK P'TAAH
- AKHENATON VE KURGU AGARTA "TEBLİĞ"LERİ
- SILVER BIRCH TEBLİĞLERİ
- "SÜPER İNSANLIK" DERNEĞİ VE UYDURUK "TEBLİĞ"LER
- ZIRVA RA-KA TEBLİĞLERİ
- SÂDIKLAR PLÂNI'NI TENKİT - 2- MEKTUPLAR