BİR SPİRİTUALİSTİN DÜNYASI

TEKÂMÜL'E GİDEN YOL

Öğrenci Medyumumuz Olcay'a gelen Muhterem Varlığın verdiği Tebliğler'i, TEKÂMÜL'E GİDEN YOL başlığı altında topladık. Hatırlanacağı gibi, Olcayto ile 34 çalışma yapılmıştı.

Sayfaların birinde İMÂN VE İNKÂR Celsesi'nden bir kaç cümle vermiş ve ilerde tümünü vereceğimizi vaad etmiştik... Şimdi onu nakledeceğiz. Bu aynı zamanda, bizim TEKÂMÜL'E GİDEN YOL başlığı altında topladığımız sohbetlerinden ilki olacak.Aslında daha önce verdiğimiz KADIN Celsesi de bu gruba dâhildir ve çok daha ileri bir târihte alınmıştır. Kısmet olursa, diğerlerini de size sunacağız. Ama tabii her şey gibi bu da İLGİ'ye bağlı. Kimse ilgi göstermezse, uğraşmanın bir mânâsı yok!

Medyumumuz öğrenci Olcay... Bu kendisinin üçüncü uyuyuşu ve Muhterem Varlık'la ikinci görüşmesi... Celse 27 Şubat 1968 târihinde yapılmış. Yâni yarım asırlık bir Celse... Şimdi sâdece mevzu üzerinde yoğunlaşacağımız için Yükselme, Şahsî Sualler vesâire gibi kısımları vermiyeceğiz. Bunlardan önemli olanları başka sayfalara aktarabiliriz. Ama çoğu yayın dışı kalacak..... Başlıyoruz.

ÎMAN VE İNKÂR

Varlık: İsmini henüz vermedi
Medyum: Olcay
İdâreci: Ruhi Selman
Târih 28 Şubat 1968
Usûl: Hipnotik Manyetik Rûhî İnfisâl
Hâzirûn: 15 kadar muhtelif şahıslar
Konu: İMAN VE İNKÂR

Medyum yükseldikten ve Varlık'la İrtibat'a geçmtikten hemen sonra Muhterem Varlık derhal konuya girer. Yalnız uyaralım, ilk görüşmede çok yüksek bir KADER Tebliği vermiş olan bu Muhterem Varlık, bundan sonra Celseler'in basit olacağını, bilgileri herkesin anlayıp kavrayabileceği şekilde vereceklerini belirtmişlerdi. Celse size basit gelirse bilin ki, hitâbı size değil, daha basit anlayanlara... Bu da ayıp değil... Ben de çok tıbbî konuyu, hele astronomi, kuantum fiziği gibi konuları " Aman, basitleştir de anlat" diyorum.

Varlık- .... Geçen seferki konuşmalardan aklınızda kalanlar ne?.. Neler öğrendiniz?
Dediklerimi tatbik ediyor musunuz?

Bunu ben soruyorum, bana hesap verecek değilsiniz. Biz tatbik edip etmediğinizi zâten
biliyoruz. kendi vicdanınıza hesap verin!
İdâreci- Efendim, arkadaşların ekserisi geçen toplantıda yoktular. Bu toplantıda da o
Celse'nin ancak bir kısmı dinletilebildi.
V- Zâten dinletmesen de, onların kafasında her zaman bunlar yazılı... Fakat onlar örtmek
istiyorlar.
İ-??? Bu sözünüzü biraz açıklar mısınız?
V- Siz insanların bâzıları "inançsız" olduklarını iddia ederler... İNANÇSIZ KİMSE YOKTUR!
ÇÜNKÜ İNANÇSIZ BEDENÎ HAYAT OLMAZ... BUNUN YANINDA RÛHÎ HAYAT HİÇ OLMAZ!..
İNSANI YAŞATAN İNANÇTIR.

Fakat bu, Tekâmül'e bağlıdır... Tekâmül etmeyenler, inanacakları şeyin de basit olmasını
tercih ederler. Çünkü daha yüksek fikirler onların kafalarını yakar. Çünkü onların
kafalarının genişliği, onu almaya müsait değildir. Halbuki Tekâmül etmiş için bu, daha
genişler.

İ- İnanmayanlardaki, yâni inanmıyor görünenlerdeki bu tezâhürü nasıl izah ediyorsunuz,
Üstâdım?
V- Onlar aslında İNANÇLARI'nın basitliğinden ürktükleri için inanmıyor gözüküyorlar... Çünkü
bir şeyin.... Siz insanlar bir şeyin dâima ifrâdını düşünürsünüz. Azından hiç bir zaman
hiç biriniz tatmin olmazsınız. İşte onun da inancı az olduğundan tatmin olmuyor...

İnançsızlık ise... "İnançsızım" demek kolay!.. Ve bunun en ifrat hâline varmak daha da kolay...
"Ben inançsızım, sonsuz olarak inançsızım" derse bir insan, inançsız olduğunu, yâhut inançsız
olmadığını ispat edebilir misiniz?

Ama İNANÇ... "Ben inanıyorum" dese, bunu ispata zorlarsınız... Neye inanıyorsun?.. Kime
inanıyorsun?.. İnanıyorsun ve bu İNANC'a karşılık neler yapıyorsun?.. Göster!... Ama
inançsız bir insan bunu pek âlâ gösterebilir.

İşte bu inançsızları... "İnançsızım" dedikleri... diyorlar, daha doğrusu... aslında kâlplerinde
ufak İNANC'ın ufaklığından korktukları için "İnançsızım" diyor... Çünkü, demincek de
belirttiğim gibi, siz insanlar ufaklara tenezzül etmezsiniz. O da aranızda sivrilebilmek
için, dikkatinizi üzerine çekebilmek için, "az inançlıyım" diyeceği yerde, "inançsızım" diyor...
Ve siz inançsızların çoğunuı çok iyi tanırsınız.

Çok iyi gidiyor, konuya ekleyecek hiç bir şeyim yok... Yalnız Medyum'un teklediğini görüyorsunuz, alamıyor... Bunu zâten Varlık bir önceki Celse'de söylemişti. Alışıncaya kadar da bu böyle gidecek... Celse'nin akışını bozmamak için o ifâdeleri düzeltmedik.

Sayfanın adı İMÂN VE İNKÂR... Ama Celse hep İNANÇ ve İNANÇSIZLIK kelimeleri üzerinden akıp gidiyor... Bunun sebebi ileride anlaşılacak.

İdâreci- Bu inançsızlara karşı ne çeşit bir şey takbik etmemizi emredersiniz? Nasıl davranalım?
Varlık- İnançsız... "İnançsızım" diyenler, bu inançlarının azlığından gelen bir aşağılık
duygusu neticesi bunu söylüyorlar. SİZ DOST OLUN ONLARLA... AYDINLATIN ONLARI...
Ruhlarındaki o ufak İNANÇ parçasını geliştirin. Dünyâ'da geliştirilmesi en kolay olan şey
inançtır. ÇÜNKÜ İNANÇ DOĞRUYA VARIR, İMÂN BÜYÜĞE VARIR!...

Demek ki İNANÇ ile İMÂN birbirinden farklıymış. Farkını ilerde göreceğiz. Ha, bir de İNKÂR var. O da ne ola ki? .

İdâreci- İNKÂR'dan İNANMA'ya, İNANMA'dan İMÂN'a nasıl geçilir?
Varlık- şöyle bir şey söyliyeyim:

Bir bardak alın... (boş... ) Bunun içine su koyun...
Su ne olur, yarısına kadar?... Bardağın içinde... Doldurun bardağı, tam ağız seviyesine
kadar... Su yine bardağın içinde... Bunun üzerine bir bardak daha su ilâve edin!..
Ne oldu su?

İ- Taşar!
V- Döküldü, değil mi?... İşte bu!... İşte bu!...

Sanmayın ki, reklâm yapıyorum, ama ben gerçekten bundan güzel, İNKAR, İNANÇSIZLIK, İNANÇ, İMÂN açıklaması ne duydum, ne okudum, ne de gördüm!.. Çünkü bu göze de hitap eden bir açıklama...

Bardak boşken İNKÂR... Hiç bir İNANÇ yok... Ama bardağın kaderi hep su dolmaktır. Yâni, tümden boş kalması imkânsız... Tıpkı inançsız insan olmadığı gibi... Bardakta yarıya kadar veya daha az su varken İNANÇ var ama, zayıf, bardağın boş kısmını ŞÜPHELER dolduruyor. Yarıya kadar da, ağzına kadar da dolu olsa bu İNANÇ... Ama ikinci bardak su gelip te birinci bardak taştı mı, yâni gönül, istersen akıl de, artık ŞÜPHE'ye yer yok!.. Bu da İMÂN!.. Onun için İNANÇ, DOĞRU'ya götürür. Çünkü inandığın şeyi araştırırsın. İMÂN ise BÜYÜĞE yanî ALLAH'a götürür. Gönülde ŞÜPHE'nin zerresi yoktur. Orada ALLAH'tan başka bir şey yoktur. Hallâc- Mansûr'a (858- 922) "ENEL HAK" dedirten İMÂN işte budur. Bayezid-i Bistâmî'ye (804-874) "Cübbemin içindeki ALLAH'tan başkası değildir" dedirten İMÂN işte budur. İMAN öyle taşmış ki, değil gönlünde, vücudunda dahi O'ndan gayrısı yok! Kâinat'ta O'ndan gayrısı yok!

Ama çok ileri gittik... Biz dönelim gene Celse'ye...

İdâreci- Anlaşılmayan bir şey var mı/
Hâzirûn'dan Birisi- İzah ederler mi?
Varlık- Bunu daha açalım... evet... Evet...
İdâreci- Lûtfen Üstâdım.
V- Açalım... Bir insan niçin İNKÂR eder?..

İNKAR'ın sebebi aslında iki türlüdür. bir İNANMAKTAN KORKMAK... İkincisi ise...
İkincisini vermeden evvel şöyle bir misâl verelim:

Siz hastasınız... Ateşler içinde yanıyorsunuz... Yâhut bir hastanız var. Ateşler içinde
yanıyor... Siz bunu tabii yoldan nasıl halledersiniz?
İ- İlâçla tedâvi ederiz.
V- "TABİİ YOLDAN" dedim... Terletirsiniz, değil mi?
İ- Evet.
V- Terin gâyesi nedir?.. İçerdeki ateşi dışarı vermek... İçerdeki... sizin deyiminizle,
mikropların meydana getirdiği kötülükleri ter vâsıtasiyle... toksinleri... dışarı atmak...

İşte İNKÂR'ın ikinci sebebi de bu!.. İNKÂR'DAN KURTULMAK İÇİN İNKÂR ETMEK!..

Siz içiniz sıkıldığı zaman niçin ağlarsınız?.. Boşalmak için... İçinizdeki sıkıntıyı gözyaşlarınızla
dışarı vermek için... İşte İNKÂR'ın ikinci sebebi bu!... İNKÂR temizlenme vâsıtasıdır bir
bakıma...

Bakın, göreceksiniz... İNKÂR edenleri yakından tetkik edin... Aslında o da inanır. İnanır
ve bu İNANC'ını... içindeki ŞÜPHELER'in bu İNANC'ını yenmemesi için bu ŞÜPHELER'i
dışarı taşırır... yâni, İNKÂR eder...

İşte bu şekilde... Demincek verdiğimiz Bardak Misâli de İMÂN'a âitti.

Bu söylediklerimizden soracaklarınız var mı?
İ- Var mı, efendim? Anlaşılmayan bir nokta kalmasın. Nedret Hanım soruyor.
Nedret Hanım- Yâni şöyle oluyor, anladığıma göre. İNKÂR da bir lûtuf.. Yâni o
kimsenin, o kulun İNKÂR'dan İMÂN'a geçmesi için bir basamak... O hâlde bir lûtuf.
V- Dünyâ'da zâten size lûtuf olmayan ne var ki?..Lûtuf olmayan bir şey var mı?.. Hepsi
lûtuf... Hepsi!..
NH- Takdirden âciziz şu halde.
V- O işte sizin Tekâmülünüze bağlı... Takdir, Tekâmül'le berâber yükselecek.
NH- Evet. ALLAH râzı olsun.
İ- Bu mevzuda sual sormak isteyen?.. Muhterem Üstâdım, arkadaşlar huşû içinde
dinliyorlar.
V- Fakat yine sabırsızsınız. Yine sabırsızsınız. Başka konuya geçmek için bu konuyu
kapatmak istiyorsunuz.
İ- Ben mi, efendim?
(Tabii sen!.. Kafandaki suallere geçmek istiyorsun.)
V- Devam edelim, isterseniz... Evet, İMÂN'a gelmiştik.
İ- Evet, efendim.
V- Bâzı insanlar vardır, siz onlara
"ukalâ" dersiniz... Bilmediği hâlde bilmiş görünür.
Yapmadığı hâlde "yaptım" der... Ulaşmadığı hâlde "ulaştım" der.,.. Neden?.. Sizin onun
içindeki öbür tarafını, öbür yüzünü görememeniz için... Sizin gözünüzü lâflarla boyamaya
kalkar..

İMÂN' da bu şekilde ikiye ayırabiliriz. Birincisi, yine İMÂN'ının küçüklüğünden dolayı
İMÂN'ını söyleyen... Fakat bu aslında gene İMÂNSIZLIK'tır. Yine İMÂN'ı azdır.

Burada Medyum'un yine nakil sıkıntısı var. Birincisi "dalkavuk" demiş... Biz onu düzelttik, "bilgiçlik taslayan " anlamında "ukalâ" yaptık... Eskiden her mesleğin kendine göre bir başlığı vardı. Mesleğine göre kavuğunun üzerine sarık sarardı. Mevlevîler'inki de farklı bir kavuk ve sarıktır. O dönemde gösteri ile hayâtını kazananlarınki önemli bir meslek sayılmadığı için sarık sarmalarına izin verilmezdi, Onların kavuğu sarıksız olurdu, "dal" kelimesi "boş , -sız" anlamına gelir. Meselâ "dalkılıç" tâbiri "yalın kılıç, kılıfsız kılıç" demektir, Onlara "dal-tavuk" denirdi. Ama o kelime buraya uymaz.

İkinci nokta Başlarda İMÂN, "tam ve bütün İNANÇ, ŞÜPHESİZ İNANÇ" olarak târif edilmişti. Halbuki bu kısımda "İMÂN'ın küçüklüğü"nden, "İMÂN'ın azlığı"ndan bahsediliyor. Bu Medyum'un nakil hatâsı mı, yoksa Varlığın tercihi mi, bilemiyoruz. Kastedilen "İNANC'ın azlığı"dır.

Varlık- Bir insan kendi şeyini bilmeli...Kendi kapasitesini bilmeli
ve ona göre doldurmalı kendini... Abur cubur çok yemektense, az ve öz yemeli...
İMÂN diye aslında İMÂN OLMAYAN şeylerle doldurmamalı yüreğini, Ruh'unu...

Size bir misâl verelim: Sizler vücûdunuzu sıhhatli kılmak için çeşitli yemekler yersiniz ki,
bu yemeklerin çoğunu tabiatnı değiştirerek yersiniz. Sözümona bir çeşni, bir güzellik
vermek için.. Ama o sizin midenizi harâb eder. ve neticede yediklerinizi bâzı
zamanlarda çıkarırsınız... Öyle değil mi?
İ- Evet.
V- İşte İMÂN'ı da saf olarak almalı... Bu şekilde "İMÂN'ım gelişsin" diye, İMANSIZ kalmaktan
korarak, "İMÂN'ım gelişsin, İMÂN'ım artsın" diye bunu yanlış yollardan almayınız. Emdire
emdire, yavaş yavaş inana inana İMÂN'a gelin!..
İNKÂR'dan İMÂN'a giden yol budur işte.

Bu kısım "İMÂN'a erecem, Cennet'e gidecem" diye türlü tarikatların, uyduruk şeyhlerin-,şıhların, câhil hacı-hoca takımının pencesine düşen, vârolan azıcık İNANC'ını da bu yolda kaybeden, hattâ nâmusundan olan insanlara hitap etmektedir. Nasıl "karnım doysun" diye abur cubur yememek gerekirse, nasıl sosyetik görünme pahâsına olmadık târiflerin peşine düşmemek gerekirse, "İMÂN'ın artsın" diye her kitaba kapılmamak, her dindarlık taslayanın kuyruğuna takılmamak gerekir... Yavaş yavaş ereceksin.

Peki, nereden başlayacaksın?... Elbette ki, sana inmiş olan KUR'AN'dan... Onun Türkçe'sini okuyacaksın. İçinde 130 adet YAP-YAPMA emri var. Onları yerine getireceksin. Sonra Kıssalar'dan ibret alacaksın. ALLAH'a ve ÂHIRET GÜNÜ'ne şeksiz-şüphesiz inanacaksın ve İYİ İŞLER yapacaksın... Hiç İYİ İNSAN olmadan Cennet'e gidilir mi?.. Hangi tarikata girersen gir, boş!.. Hangi hocanın eteğine yapışsan boş!.. Sen adam olmadıkça, seni kimse adam edemez!.. Namaz kılsan, oruç tutsan, bin defa Hacc'a gitsen, yine boş!.. Yunus Emre'den daha mı iyi bilecek falanca şeyh?

İlim ilim bilmektir
İlim kendin bilmektir
Sen kendini bilmezsin
Ya nice okumaktır?

Okumaktan murat ne?
Kişi hakkı bilmektir
Çün okudun bilmezsin
Ha bir kuru emektir

Okudum bildim, deme
Çok taat kıldım, deme
Eğer hak bilmez isen
Abes yere gelmektir

Dört kitabın mânâsın
Bellidir bir elif'te
Sen elif'i bilmezsin
Bu nice okumaktır?

Yiğirmi dokuz hece
Okursun uçtan uca
Sen elif dersin, hoca
Mânâsı ne demektir?

Yunus Emre der, hoca!
Gerekse bin var hacca
Hepisinden iyice
Bir gönüle girmektir

Yaa!.. İşte böyle...

Yunus Emre'nin bahsettiği HAK, "kul hakkı"dır bir... Kişi başkasının hakkını gözetmekle mükelleftir. Bunu yapmadan ermesi mümkün değildir. O yüzdendir ki, "ALLAH her günâhı affeder, kul hakkını affetmez" denir. İkincisi HAK, ALLAH demektir. Kişi ALLAH'ı da bilmek durumundadır. Bunun için de önce kendini bilmesi gerekir.

Elif'e gelince, Arap Alfabesi'nin birinci harfidir. Arapça ALLAH ve AHAD isimlerinin ilk harfi olduğu gibi; yine ALLAH'ın Arapça EVVEL-ÂHİR, EZEL-EBED sıfatlarının da ilk harfi o lan “elif”, evvel ile ahiri, ezel ile ebedi AHADİYET çizgisinde, "ALLAH'tan başka hiç bir şeyin olmadığı"noktada birleştiren semboldür. Şu halde Elif'i bilmek; ALLAH'ı bilmek, başlangıcı-sonu her şeyi bilmek demektir. Elif, sayı olarak da “Bir”i ifâde ettiği için her şeyin kaynağıdır.

Bunları konuşmak güzel ama, biz devam eden Celse'ye dönelim.

İdâreci- Var mı, efendim?... Cenap Bey soruyor.
Öğrenvi Cenap - Sual değil de... Üstâdım, şimdi bâzı hâllerde buradan yürümek imkânsız
gibi görünüyor madde hayâtında.
Varlık- O sizin plânsızlığınızdan meydana geliyor... Söyleyin bakalım, ikisi berâber
gitmeyen ne var?
ÖC- Gâyet basit bir misâl versem?... Ben hem İMÂN ederim, hem Spor Toto oynarım.
V- Spor Toto ile İMÂN'ı nasıl bağdaştırıyorsunuz?
ÖC- İşte, diyorum onun için... İlgisiz kalıyor.
V- Spor Toto oynarken gâyeniz ne?
ÖC-Belki bir şey çıkar diye... Maddî olarak tam mânâsiyle...
V- İşte, Spor Toto oynarken güvendiğiniz taraf nedir?
ÖC- Şans.
V- Şans?.. Şans size nereden gelir?... Bir meselede şanslı olmak için, bir meseleyi iyi
bir neticeye vardırmak için ne yaparsınız?.. DUA edersiniz... "İnşallah" dersiniz, en azından.
ÖC- Mutlaka... Tabii.
V- İşte o da İMÂN değil midir?.. ALLAH'a inanmazsanız, ALLAH'tan size yardım edeceğini
ve sizi belki bu lûtfundan faydalandııracağını düşünmeseniz, "inşallah" der misiniz?
Şansa inanır mısınız?
ÖC- Evet, öyle.
V- "Kısmet olursa ALLAH bu parayı bana verecek ve bunu vâsıta olarak bu oynadığım
kâğıt parçasını kullanacak... Ve bana verdiği parayı benim hayrım için verecek".... Veriyor
ki, hayır için veriyor... Hiç bir zaman siz bir işe girerken, "Olsun da, sonu kötü olsun"
der misiniz?
İ- Hayırlısını isteriz tabii.
V- Hayırlısını istersiniz... Hayırlısını kim verir?.. ALLAH verir. İşte İMÂN'la ikisi bir araya
geldi.

Arkadaşın sorusu biraz tuhaf gibi görünüyor, değil mi?.. Celse'den sonra kendisiyle konuştuğumuzda, şöyle sormak istediğini, fakat çekindiği için başka bir misâl seçtiğini söyledi: "Ben hem İMÂN ederim, hem de kadına giderim. Şimdi benim bunu yapmam, hem de İMÂNLI olmam mümkün mü?"

Bu sorunun cevâbını ilerde başka şekillerde vereceğiz. Elbette ki her Tekâmül seviyesine göre cevâbı değişir. Ancak Bardak Misâli'nden giderek şu kadarını söyleyebiliriz ki, biz günah addedilen bir hareketi yaptı isek, henüz o hareketin günah oluşunun sebebini anlıyamamışız, demektir. Böyle olunca, az da olsa bir ŞÜPHE mevcuttur, bardağımız henüz taşmamıştır. Zirâ hakiki İMÂN'da ŞÜPHE yoktur. Emredilenin doğruluğu kabul ve tatbik edilir.

Spor Toto bahsine gelince, Bizler en kötü hareketi yaparken bile ALLAH'a sığınırız. Bâzı hırsızlar işe çıkarken yakalanmamak için ALLAH'a dua eder. Artık buna İMÂN mı denir, bilmem, ama İNANÇ belirtisidir.

İdâreci- "Yavaş yavaş İMÂN'a gelme" sözünü açıklar mı, diye soruyorlar.
Varlık- Yavaş yavaş... "Yavaş"tan kastımız ne, bir kere?.. Bu "yavaş" bâzen çok hızlıdır.
İşte bu, SİZİN TEKÂMÜLÜNÜZE BAĞLI BİR HIZ...

Siz ömrünüzde hiç bir yerden bir yere yürüyerek gitmemişsiniz ... ve uzun bir yere
yürüyerek gideceksiniz... Bunun hepsini bir seferde mi yürümeyi düşünürsünüz? ..
Yoksa bir gidip, bir dinlenip, bir gidip, bir dinlenip gitmeyi mi düşünürsünüz?
İ- Anlaşıldı mı?... Dinlene dinlene...
V- Dinlenmeden kasıt işte bu... yavaş yavaş... bir... Medyumunuz'la da ilgili bu iş...
sporcu olsanız... Sporcu olmasanız en fazla yürüyeceğiniz üç kilometre... Sporcu
olursanız bir seferde onbeş kilometre... İşte hız burda Beden'in Tekâmülü'ne bağlandı.
Halbuki İMÂN'DA DA BU HUSUS TEKÂMÜL'E
(RUH'UN TEKÂMÜLÜ'NE)
BAĞLANIYOR bu şekilde.
İ- Evet... Aynı mevzu üzerinde konuşmak isteyen var mı?... Fuat Bey...
Fuat Bey- İNKÂR'ı iki kısma ayırdı. Birincide "içindeki İMÂN'ın zayıflığından korktuğu
için İNKÂR eder" dedi. Bu korkuyu etrâfındaki insanlara açıklasa, İMÂN'ı daha çok
olmaz mı acaba?
V- İMÂN... İNANÇ.... İkisi aynı şey
(sizce) Öyle değil mi?... İMÂN'a biz ALLAH'a olan İNANC'a diyoruz...
İNANÇ'sa, diğerlerine... Yâni, ikisi ayrı ayrı hisler, ayrı ayrı düşünceler değil... Biz ALLAH'a
olan İNANC'ı ulvîleştirmek ve diğerlerinle karış
tırmamak için İMÂN diyoruz... Veyâhut ulvî
bir şeye inanmamızı, ulvî bir gâyeye inanmamıza İMÂN diyoruz. Diğerlerine İNANÇ adını
veriyoruz.

Burada verilen cevâbın soruyu soranın seviyesine göre olduğunu unutmamak lâzım. Üstat burada sâdece ULVÎ kelimesiyle bir ayırım yapmış. Halbuki Bardak Misâli'nde İİNANÇ'ta ŞÜPHE olabileceğini, İMÂN'da ise hiç ŞÜPHE olmadığını belirtmişti... Bu tarz bir bilgilendirme KUR'AN için de geçerlidir. Daha doğrusu, Ulu Kişiler bu ilhâmı KUR'AN'dan alırlar. Bâzı cümleler daha derin anlayışlılara hitap ederken, aynı kitapta bâzı cümleler daha kıt anlayışlılar için basitleştirilmiştir. Çok iyi bir eğitim metodudur. Ne var ki, idraksizler bu uygulamayı "çelişki" olarak görürler.

Varlık- İMAN'ın küçüklüğünden... yâhut sizin anlamanız için, İNANC'ın küçüklüğünden dolayı
"İnançsızım" diyenleri alıyoruz ele... Bunun zâten İNANC'ı kuvvetli olan İNKÂR etmez...
("İnançsızım" diyenin ise) İNANC'ı, herkese karşı bunun küçüktür. Herkese karşı
ŞÜPHE duyar. Herkese karşı bir itimatsızlık başlar. İşte onun için, ona en yakın olan bile
onda ŞÜPHE uyandırır.

Böyle bir şahıs kendi inançsızlığını ortaya atıp herkesin öğrenmesini ister mi?.. İstemez..
İşte onun için açılmaz. Onun için etrâfındakilere bu inançsızlığını söyleyip, bu şekilde
kapatmak ister. Ve İNANC'ının azlığını bu yüzden söyleyemez. İtimat etmediği için...
Yine etrâfındakilere de bir İNANÇ duymadığı için...

İNANÇ, İMÂN RUH'UN BİR TEZÂHÜRÜDÜR... BU, BİR TARAFTA ÇOK, BİR TARAFTA AZ
OLAMAZ!...

İ- Solmaz Hanım soruyorlar.
Solmaz Hanım- Sayın Üstâdımız, bize İMÂN mevzuunda daha geniş, detaylı mâlûmat
verirler mi Acaba?.. Yâni insanın İMÂN'ının ne kadar Tekâmül ettiğini insan kendi kendine
düşündüğü zaman, bir nebze olsun, çıkarabilir mi?
V- İşte yine İMÂN'ının ne kadar olduğunu düşünmek, İMÂN'ından korkmaktan gelir.

Sizin cebinizde yüzlerce lira olsa, cebinizdeki parayı sayar mısınız?.. Saymazsınız...
Ama cebinizde cüz'i bir miktar para olsa, ikide bir çıkarıp sayar, "Acaba eksildi mi?..
Acaba beni idâre edecek mi?" diye düşünürsünüz.

İşte İMÂN'ınızın az veya çok olduğunu kontrol etmek te bu İMÂN'ınızın azlığından
meydana gelir. Bir insan İNANC'ının az veya çok olduğunu muhakkak ki hisseder.
Bunu kontrol etmez, HİSSEDER!..

Bunu... bunu anlamanız için bir yol var. Ne zaman İNANC'ı tamdır?.. Ne zaman
ŞÜPHELER içinde?...

Biliyorsunuz ki, RUH'UN FONKSİYONLARINDAN ÇOĞU, SİZİN DÜNYÂNIZDA BEDENDE
GÖRÜLÜR.

İ- Evet.
V- Ve siz... beden hareketlerine göre Ruh'u izleyen bir ilim dalı ortaya atmış bulunuyorsunuz.
İ- Evet.
V- İşte Medyumunuz da fikirlerinin ve bu İNANC'ın tam olup olmadığı sizin... sizinle
berâberken vücut fonksiyonlarından anlaşılabilir.

Bu kısım MEDYUMLUK bahsi ile ilgili olmasına rağmen, İNANÇ ile bağlantısı kurulunca buraya almayı uygun gördük. Hakikaten Ruh'un çoğu fonksiyonu Beden'de görülür. Öyleyse bozuk bir hâlet-i ruhiye içinde bulunan kimsenin bedenî faaliyetlerinde de bir takım aksaklıklar olacaktır. Zâten bedendeki bütün rahatsızlıklar aslında Ruh'tandır; eksiklik, kopukluk hâriç. Onun da etkisi Ruh'ta görülür. Meselâ kör bir adamın rûhî algıları farklıdır... Üstat, son cümlesi ile İdâreci'ye "Medyum'un vücut fonksiyonlarını gözlemeyi ihmâl etme ki, rûhî durumunu, anlayabilesin" ikazında bulunuyor!

Varlık- Dediğimiz gibi, İMAN'ı, İNANC'ı az olan insanların etrâfa da
İNANC'ı azdır. Yâni, ulviyâta İNANC'ı az olan, yâhut ulviyet hakkında ŞÜPHE'ye
düşenlerin içinde çevrelerine karşı da bir ŞÜPHE vardır.

İki küsur saat süren Celse sona ererken Avra'daki arkadaşlar bu nefis bilgi ziyâfetini lûtfeden Muhterem Zât'ın ismini öğrenmek istediler. Ama Mânâ Âlemi'nde isimlerin, şekillerin değil; bilginin ve mânânın önemi vardı. Üstât şöyle cevap verdi:

SORMAYINIZ İSMİMİ,
BIRAKINIZ CİSMİMİ.

AÇALIM KÂLBİMİZİ
DUYALIM SESİMİZİ!



****


DUA VE ŞÜKÜR

Varlık: İsmini henüz vermedi
Medyum: Olcay
Târih 1 Mart 1968
Usûl: Hipnotik Manyetik Rûhî İnfisâl
Hâzirûn: 15 kadar muhtelif şahıslar
Konu: DUA ve ŞÜKÜR

Varlık- Hoşgeldiniz.
İdâdeci- Hoşbulduk, efendim. ALLAH râzı olsun, ÇOK ŞÜKÜR görüştük yine.
V- ALLAH'A ŞÜKÜRLER OLSUN!..
İ- Bir emriniz var mı, Üst^dım?
V- ŞİMDİ İÇİNİZDEN GELDİĞİ GİBİ ALLAH'A DUA EDİN!..

YALNIZ, BİLEREK DUA EDİN!..
NE DEDİĞİNİZİ, NE MÂNÂYI KASTETTİĞİNİZİ , NİÇİN DUA ETTİĞİNİZİ BİLEREK
VE İÇİNİZDEN GELEREK ŞÜKÜR VE DUA EDİN!..

1 Mart 1968 târihli Celsemiz işte bu sözlerle başladı... Bildiğiniz gibi, bir önceki Sohbetimiz İMÂN ve İNKÂR üzerine idi. İMÂN sâhibi olanların bu inançlarına uygun şekilde davranmaları gerekir elbette... Bu da her ALLAH'ı hatırladığımızda DUA etmemiz demektir. Ama DUA nedir, önce onu bir iyice bilmek icâb eder... Ve tabii NE DEDİĞİNİ, NEYİ KASTETTİĞİNİ BİLEREK DUA ETMEK en önemlisi... Bilmediğin kelimeleri sırf "kutsal" diye kullanmanın, inanın hiç bir faydası yok. Hele o anda huşû içinde değilseniz, sâdece papağan gibi tekrarlıyor veya dinliyorsanız...

Biz konuya Üstat'tan evvel girmek istiyoruz... İster Kelime-i Şehâdet olsun, ister Besmele olsun, ister Ezan olsun, ister Fâtiha, Yâsin olsun... okuduğunuzun veya dinlediğinizin mutlaka mânâsını bilmek zorundasınız... VE OKURKEN O ANDA AKLINIZDAN GEÇİRMEK durumundasınız. Yoksa DUA etmiş olmazsınız.

Şimdi bir düşünün... Babanızdan ders kitabı almak için para istiyorsunuz. Kitabı götürmezseniz, öğretmeniniz kızacak.... Veya işçisiniz, darda kaldınız, patrondan ıkıla sıkıla zam istiyorsunuz... Karşınızdakine onun bilmediği bir dilde, İngilizce veya Japonca hitap etseniz, meramınızı anlatabilmiş olabilir misiniz?... Bir şey elde edebilir misiniz?.. ALLAH'a bilmediğiniz bir dilde yalvarmak ta aynı!... Diyeceksiniz ki, "Ben bilmesem de ALLAH o dili biliyor. Hattâ benim aklımdan geçeni de biliyor."... O biliyor da, sen ne istediğini bilmiyorsun. Ne söylediğini bilmiyorsun!... Yâni karga gibi gaklayıp duruyorsun... ALLAH'ın karşısında daha edepli, daha saygılı olman gerekmez mi?..

Bakın şimdi çok sık kullandığımız bir kaç ifâdenin Türkçe'sini vereceğiz... Bilenler ukalâlık ediyoruz sanmasınlar. Biz bilmeyenlere hitap ediyoruz. Her zaman yaptığımız gibi...

KELİME-İ ŞEHÂDET
Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve resûlühü
Sâhitlik ederim ki, ALLAH'tan baska ilâh yoktur ve yine sâhitlik ederim ki,
Muhammed O'nun kulu ve resûlüdür.

BİSMİLLÂHİRRAHMÂNIRRAHÎM - Rahman ve Rahim ALLAH'ın adıyla (başlıyorum).
RAHMAN:, Dünyâda her varlığa merhamet eden
RAHÎM , Âhıret'te yalnız İMAN edenlere merhamet eden

FÂTİHA SÛRESİ
Elhamdulillâhi rabbil'âlemin - ŞÜKÜR, Âlemler'in Rabbi olan ALLAH'a mahsustur.
Errahmânir'rahim - O, Rahman ve Rahim'dir.
Mâliki yevmiddin - Din Günü'nün sâhibidir.
İyyâke na'budu Ve iyyâke neste'în - (ALLAH'ım) Yalnız Sana ibâdet eder, yalnız Senden yardım dileriz.
İhdinessirâtal mustakîm - Biz doğru yol'a,
Sirâtallezine en'amte aleyhim - kendilerine nimet verdiklerinin yoluna ilet.
Ğayrilmağdûbi aleyhim ve leddâllîn - Gazâba uğrayanların ve sapkınlarınkine değil!

Ezan'ı siz bulun, Yâsin Sûresi'ni de siz okuyun. Her işi bana yaptırmayın!.. Yalnız, bir hususu daha eklemem gerekiyor. HER DUA ŞÜKÜR İLE BAŞLAMALIDIR. Gördüğünüz gibi FÂTİHA bir DUA'dır ve o DUA'yı bizim ağzımıza ALLAH koymuştur, KUR'AN'da... O yol gösterir. İlk cümlesi HAMD'dır, ŞÜKÜR'dür... Her DUA öyle olmalıdır.

Celse'de bulunanlar, Üstâd'ın dâveti üzerin huşû içinde DUA ettiler.

Varlık- İster misiniz bu seferki.... bu seferki DUA ve ŞÜKÜR üzerine olsun?
İdâreci- Lûtfedersiniz, efendim. Sizi dinliyoruz.
V- Bir kere BİZ NİÇİN VE NE ZAMAN DUA EDERİZ?..

Aslında DUA ETMEK, ALLAH'A ŞÜKRETMEK her müminin ve hattâ Dünyâ'daki her insanın
bir vazifesidir. Çünkü ALLAH size verirken karşılığında bir şey almıyor... ve biz buna
sâdece ŞÜKRETMEK'le karşılık veriyoruz.

Gene duracağız... Hatırlıyacaksınız, bir başka Muhterem Varlık Medyum Zekiye'den "Hiç şükretmiyor" diye şikâyet etmişti. Halbuki Medyum'un büyük sıkıntıları vardı. DUA etmesi, ALLAH'tan yardım istemesi gerekiyordu. Varlık, bu şikâyetiyle ne imâ ediyordu?.. DUA edip bir istemekten önce, daha evvel kendisine verilmiş olan nimetler için ŞÜKRETMEK gerekiyor!... "Ne verildi ki?" diyebilirsiniz... En başta hayâtınız... Eliniz, ayağınız, diliniz... üstünüzde bir dam.. sırtınızda elbise... karnınız her gün tok... Bunları hep unutuyor veya "kendimiz elde ettik" sanıyoruz. Öyle de, kim buna imkân tanıdı?.. Aklın, zekân, sağlığın olmasa onları alacak parayı kazanabilir miydin?... "Şüphesiz Rabbin insanlara karşı lûtuf sâhibidir; fakat onların çoğu şükretmezler." (Neml Sûresi, 73. Âyet) Kısacası, bizde ALLAH'ın vermediği hiç bir şey yok... Belki iki şey... Onu da gelecek Celse'de açıklarız.

Yalnız ŞÜKÜR'ü de duyarak, mânâsını hissederek, ALLAH'ın bize bahşettiği lûtufları hissederek yapmak lâzım, mecbûriyetten, lâf olsun diye 33'lük tesbihi çekerek değil... Bir kere gönülden "ALLAH'IM, ÇOK ŞÜKÜR!" de, 99 kere tâne döndürmekten çok daha makbûldür. Çünkü ALLAH hiç bir şeye muhtaç olmadığı gibi, senin şükrüne de muhtaç değil! Yalnız senin, o verdiği nimetlerin farkında olmanı istiyor. FARKINDAYSAN ŞÜKREDERSİN zâten.

Üstat, bir de yukarıda, İMÂN ve İNKÂR Celsesi'nde DUA'yı İMÂN'A bağlamıştı, hatırlarsınız. Bir meseleyi iyi bir neticeye vardırmak için ne yaparsınıtz?.. DUA edersiniz... "İnşallah" dersiniz, en azından. İşte o da İMÂN değil midir?.. ALLAH'a inanmazsanız, ALLAH'tan size yardım edeceğini ve sizi belki bu lûtfundan faydalandııracağını düşünmeseniz, "inşallah" der misiniz?" demişti. Zâten TEKÂMÜL YOLU'nda hepsi birbirine bağlı...

Varlık- Yine biz ne zaman ve hangi şartlar altında DUA ederiz ALLAH'a?.. Bir kere her şeyden
evvel ibâdet ederken DUA ederiz... Ve aramızdan bir çoğunun DUA'sı, ALLAH'ı anması bâzen
ancak oralarda kalıyor... Ondan sonra unutuyorlar ŞÜKRETME'sini... Bâzılarımız ise her türlü...
her hâlükârda ALLAH'a DUA etmeyi bir vazife addediyorlar.

Aslında ŞÜKREDİLMEYECEK HİÇ BİR OLAY, DÜNYÂ'DA MEYDANA GELMEZ... Bâzı olaylar
karşısında siz infiâle kapılır ve beddua edersiniz. İşte sizin o ufak kafanızdaki muhakeme
bu kadar küçüktür. Düşünemezsiniz... Göremezsiniz o olayın neticesini... Halbuki bu
sizin için kötü olan durum, ilerde daha büyük kötülüklere meydan vermemek için
meydana getirilmiştir. Fakat çoğu zaman nankör olan kullar, işte o ufak kafalarıyla bunu
anlıyamazlar ve beddua ederler. Lânet ederler. Fakat bâzı zamanlarda ALLAH onların
bu hatâlarını yüzlerine vurur.

Üstat burada kelime arasında DUA'nın bir başka mânâsını vermiş: "ALLAH'ı anmak"!. Biz tümünü vermeye çalışalım. DUA, "TANRI'ya yalvarma, yakarış, kişinin ALLAH'ın yüce kudreti karşısında aczinin bilincine varıp, engin bir sevgi ve saygı içinde O'na yalvarması, O'ndan yardım dilemesi" demektir. Bitmedi!... DUA, RIZÂDIR. Yânı "ALLAH'tan gelen iyi-kötü herşey kabûlümdür" diyebilmektir. DUA kulluğa gösterilen rızâdır. Yâni, ALLAH karşısında hamamdaki çıplak gibi her türlü varlığından, servetinden, mevkiinden sıyrılıp boynunu bükmektir. DUA KÂLBİN KONUŞMASIDIR, dilin değil!.. Birisine HAYIR DUA , SEVGİ'DİR... BEDDUA, yâni kötü dua, sevgisizliktir, İNSAN'a yakışmaz. Eninde sonunda insanın kendisine döner. O yüzden ne olursa olsun, "ALLAH'IM, HAMDOLSUN VERDİKLERİNE!... ŞÜKÜRLER OLSUN VERMEDİKLERİNE" demek gerekir. Muhakkak ki vermediğinin de bir sebebi vardır.

VARLIK- Sizin çok mühim bir işiniz var. Hattâ sizin istikbâlinize tesir edecek bir iş...
Bir şehirden bir şehire gideceksiniz... Ve bu iki şehir arasında da ancak üç-beş vâsıta var.
Ve demincek söylediğim gibi, öbür tarafa gitmeniz sizin için hayâtî bir mesele...

Fakar bir... sizin tâbirinizle, aksi tesâdüf size bu vâsıtayı kaçırtıyor. Bu vâsıtayı kaçırmanıza
sebep oluyor... Düşünün... Sizin için çok büyük istikbâl vaad eden bir işi bu şekilde
kaçırmış oluyorsunuz... Tabii ki içinizden en DUA edenler... en çok DUA edenler bile,
bu durum karşısında, hiç olmazsa bir inkisâra uğrarlar... ve çoğunuz lânet edersiniz
bu olaya...

Halbuki sonra duyarsınız ki, sizin yetişmek için çaba gösterdiğiniz, kaçırdığınız
için lânet etmiş olduğunuz vâsıta, yolda bir kazâya kurban gitmiştir. Eğer siz onun iç inde
olsaydınız, ne olacaktı?.. Hayâtınızı kaybedecektiniz... Ve sizin "hayâtî bir mesele" dediğiniz
işiniz ise, hayâtınızdan herhâlde daha önemli değil
(di)...

İşte size çok açık bir misâl... ALLAH bâzı kullarının bu hatâsını bu şekilde yüzlerine vurur.
Bunu öğrendiği zaman da pişmanlıkla ve büyük bir utançla, bu sefer ALLAH'a ŞÜKREDERLER.

Ne güzel bir misâl, değil mi?... Aslında hepimizin hayâtında buna benzer olaylar vardır. meselâ ben... Gençliğimde üniversite imtihanına girdiğim zaman iyi bir puanla Kimya Mühendisliği bölümünü istemiş ve kazanmıştım. Ancak lisede tek dersten ikmâlim vardı ve ikmâli veremedim. Bizim zamanımızda öyle "sınıfta kalmamak", öyle "tek dersten kalanların affedilmesi" gibi uygulamalar yoktu. bunlar hep Hıristiyan Batı Avrupa'nın bize kakaladığı "câhil yetiştirme" projeleridir. Her neyse... O dersi veremediğim için kazandığım üniversiteye gidemedim. Babam üzüntüden hastahâneye düştü. Ben âilemin yüzüne bakamaz oldum. O dersi veremedim diye kendimi harâb ettim. Ertesi sene tekrar üniversite sınavına girdim. Bu sefer çok düşük bir puanla İdârî İilimler Bölümü'nü kazanabildim. Yine üzüldüm. Ama yıllar geçtikçe farkettim ki, ben Kimya Mühendisi olamazmışım. İdârecilik tam bana göre bir meslekmiş... Hâlâ bana bu lûtfu bahşettiği için ALLAH'a ŞÜKREDERİM.

Varlık- Fakat her olay, bu şekilde size neticesi açıklanmaz. O sizin İMÂN'ınıza, İNANC'ınıza
ve ALLAH'a olan güveninize bağlıdır. Sizin eğer ALLAH'a olan İNANC'ınız, güveniniz ne
kadar çoksa, siz bu durum karşısında, "hayırlısı" dersiniz. "Hayırdır inşaallah" dersiniz.
Yine bu sizin Tekâmülünüze bağlı... Bâzı ufak olaylar karşısında bunu diyebiliyorsunuz.
Fakat, demincek dediğimiz gibi, büyük olaylar karşısında bunu, belki istediğiniz hâlde
bile söyliyemiyorsunuz. İşte bu Tekâmülünüzle ilgili...

Demek ki Dünyâ'daki hiç bir olay, hiç bir insanın aleyhine değildir.
Düşünün bir kere... ALLAH kullarına niye kötü olaylar hazırlasın?.. Daha doğrusu, sizi
tatmin edebilmek için, bu söyliyeceğim söz aslında çok basit ve aynı zamande ters
ve aynı zaman söylenmiyecek bir söz ama, sizin aklınızı daha iyi aydınlatabilmek için
bunu veriyoruz... Diyoruz ki, ALLAH niçin kullarına kötülük etsin?.. Neden?.. demek ki
böyle bir şey yok!.. ALLAH her zaman kullarının iyiliğini ve onların daha TEKÂMÜL
etmesini ister.

Ne denmişti İMÂN hahsinde?... Spor Toto'dan para kazanmaya çalışan kişi bile " 'ALLAH bana verdiği parayı benim hayrım için verecek'.... Veriyor ki, hayır için veriyor... Hiç bir zaman siz bir işe girerken, 'Olsun da, sonu kötü olsun' der misiniz?.. Hayırlısını istersiniz... Hayırlısını kim verir?.. ALLAH verir." ALLAH parayı hayır için verir, ama kazananların çoğu onu çar-çur eder, eski hâllerine dönerler. Bu da çok açık, ama hiç bir zaman mânâsı üzerinde durulmayan bir âyette belirtimiştir:

- "Şurası kesindir ki Allah, insanlara zerre kadar zulmetmez.
Ne var ki, insanlar kendi kendilerine zulmedip duruyorlar."

(Yunus Sûresi, 44. Âyet)

Varlık- Öyleyse başımıza gelen olayları ilk evvelâ serinkanlılıkla muhakeme edelim.
Acaba hakikaten ilerde bize iyi bir yol mu çizecek, yoksa kötü bir yol mu çizecek?..
Yalnız şunu söyliyeyim ki, YOLLARIN HEPSİ AYDINLIĞA ÇIKAR!.. HEPSİ TEKÂMÜL'E
ÇIKAR!.. HEPSİ BASAMAK BAŞAMAK TEKÂMÜL ORTAMINDA YÜKSELİR!..

Bu nasihati kerdimize meş'ale yaparsak, işte o zaman Tekâmül'ün en kestirme yoluna girmiş oluruz. HER ŞEYİ HAYIR BİLİRSEK!...

Yalnız bâzı kelimeleri önceden verdiysek bile tekrar vermekte fayda var,,. HUŞÛ , "alçakgönüllülük, mütevazı olmak, hayranlık ve korkunun karıştığı bileşik bir duygu, TANRI'ya boyun eğme, gönlü sevgi ve saygıkusur işleme korkusu ile dolu olma" demektir.
İNFİÂL , "birine içerleme, gücenme, kızgınlık duyma, bir şeyden etkilenme" demektir.
MUHAKEME , "akıl yürütme, usa vurma, bir meseleyi hâlletmek için çıkar yol arama, yargılama" demektir.
HÂLLETMEK , "çözmek, yoluna koymak, olumlu sonuca bağlamak, güç görünen bir olay veya duruma çözüm yolu bulmak, bir cismi bir sıvı içinde eritmek, bir yemeği yenecek duruma getirmek, cinsel ilişki kurmak" demektir. Burada "güç görünen b duruma çözüm yolu bulmak" anlamında kullanılmıştır.
İSTİKBÂL " gelecek" , MÂZİ "geçmiş" demektir.
NEBZE , "az, az şey, az miktar, cüz'i, bir şeyin artığı" demektir Aşağıda gelecek.

Varlık- Şimdi bâzılarınızın kafasında bâzı şeyler takılı, bu hususlarda... ve bunu öğrenmek için
can atıyorlar... bizim bu kadarlık bir... söyleyişimizden sonra , şimdi sizin o aklınıza
takılı olan yerleri hâlledelim.
İdâreci- Evet... Var mı efendim, sual sormak isteyen?.. Nihat Bey diyorlar ki, "DUA ile
ŞÜKÜR arasında bir bağlantı var mıdır? Varsa, bunlar nelerdir?"
V- Şimdi, DUA aslında ALLAH'a... DUA aslında ikiye ayrılır. Birincisi ALLAH'A YALVARMA,
O'NDAN AF DİLEME... İkincisi ise KULLARIN KENDİ İSTİKBÂLLERİYLE İLGİLİ, veyâhut KENDİ
DERTLERİYLE İLGİLİ OLAN KONULARDA YAPTIĞI DUALAR... Birincisinde insan... HER
TEKÂMÜL EDİŞİNDE, BİR ALT BASAMAKTA YAPTIĞI KÖTÜLÜKLERİ VE FENÂLIKLARI
GÖREREK, BİR İLERKİ BASAMAĞA TIRMANMAK İÇİN DUA EDER... ALLAH'a yalvarır. Onu
affetmesini, o arkada bıraktığı kötülüklerden,günahlardan tamâmen sıyırmasını,
yâni kendisine bir üst basamağa çıkacak kuvvet vermesini diler... Bunu şöyle bağlıyalım:
TEKÂMÜLÜ İÇİN DUA EDER, BİRİNCİ HÂLDE...
İ- Evet.
V- İkincisinde ise, içinden çıkamadığı ve içinden çıkması için ALLAH'ın
kendisine yardımcı olması için, ALLAH'a DUA eder.

Biz ALLAH'a DUA ederken ilk evvelâ ne deriz?.. "HAMD olsun" deriz. "ŞÜKR olsun" deriz,
"verdiğin nimetlere." ... ve ondan sonra arzularımızı iletiriz. Yâni, bu demektir ki,
"ALLAH'IM!... SEN BANA ÇOK ŞEYLER VERDİN. BELKİ HAKKIM OLMADIĞI HÂLDE BENİ
BİR ÇOK LÛTUFLARA BOĞDUN... FAKAT BEN YİNE BİR KUL OLARAK DAHA FAZLASINI
İSTİYORUM. VERDİKLERİNE ŞÜKR OLSUN!.. VE BENİ BU VERDİKLERİNDEN BİR NEBZE
DAHA LÛTUFLANDIR" diye DUA ederiz. Biz bunu bâzen söylemesek bile, içimizden
geçer bu, DUA ederken... Çünkü siz vermiyenden ister misiniz?.. İstemezsiniz...
VEREN'den istersiniz... Ve en nankör insan bile verenin verdiklerine ŞÜKREDER!
Ağzından söylemese bile, bir nebze gelir ki, "Hakikaten bana çok emeği geçmiştir"
der... İşte bu ŞÜKÜR'dür.

Bu son cümledeki ŞÜKÜR, "teşekkür" anlamındadır.

DUA ve ŞÜKÜR meselesine gelince, Matematik gibi... İlkokul birinci sınıf öğrencisinin Matematik bilgisi başkadır, üniversie öğrencisinin matematik bilgisi çok başka... İşte DUA ve ŞÜKÜR de, TEKÂMÜL basamaklarına göre farklı mânâlar taşır. Üstat burada sual sâhibinin seviyesine göre bir DUA târifi vermiş ve onu ŞÜKÜR ile bağdaştırmış. Buna göre DUA'nın ilk anlamı "kusurlar için af dileme, günahlar için tövbe etme, bağışlanma isteme"dir. mes'uliyet duygusu fazla uyanmamış kimseler bu tarz DUA pek etmezler. Onların DUALAR'ı hep istekleri, arzuları üzerinedir. "Şunu ver, bunu ver... Millî Piyango bana çıksın... oğlum evlensin, kızım koca bulsun" şeklindedir.

Yeri gelmişken HAMD ile ŞÜKÜR arasındaki farkı da belirtelim.
HAMD , "medih, övme, Cenab-ı Hakk'a karşı kulların memnuniyet ve sevinçlerini ve medihlerini bildirmeleri, senâ etmeleri" demektir. Yâni, "ALLAH'ı yücelikleri ile överek ŞÜKRETME" anlamındadır.
ŞÜKÜR , "TANRI'ya duyulan minneti dile getirme, mutlu bir olay veya durumdan, yapılan bir iyilikten duyulan hoşnutluğu bildirme" demektir. Yâni, "ALLAH'ın bahşettiği nimetlerden duyulan mutluluğu ve minnet duygusunu dile getirme" anlamındadır. Bir de "nimetin devâmını bekleme" imâsı vardır. HAMD'da bu yoktur. Yâni, "ne verdiysen, kâfidir, yeter" anlamı vardır.

Varlık- DUA'nın başlangıcı dâima ŞÜKÜR'dür... İster Tekâmülünüz için olsun, ister kendi
menfaatiniz için olsun,... dünyevî menfaatleriniz için olsun, dâima ŞÜKÜR'le başlar DUA...
Acaba oldu mu, efendim?
İdâreci- Şimdi, Nihat Bey diyorlar ki, "Dua bence bir istektir. ŞÜKÜR de kabullenmektir.
Bu bakımdan felâket ânında insan ŞÜKR eder mi?" diyorlar.
V- İşte demincek dediğimiz gibi, çoğunuz bunu yapmazsınız. Fakat yapanlarınız yok mu?
Yapanlarınıza bakın, nasıl kişiler?.. Aranızda nasıl tanınan kişiler?.. Saygı gören, sevgi gören
kişiler mi, yoksa hiç önemsemediğiniz kişiler mi?
İ- Evet, "Din adamları ŞÜKR eder," diyor... "DİNÎ İNANÇLAR'a göre her ne olursa olsun,
ŞÜKRETMEK lâzımdır. Çünkü her gelen ALLAH'tandır," diyor.
V- İşte son cümle!.. HER GELEN ALLAH'TANDIR... Demek ki her olay ALLAH'ın bize
gösterdiği yollar içinde oluyor. Dışardan veya kendi içimizden buna hükmetmeye
imkânımız yok!.. Ve yine şöyle diyoruz: ALLAH niçin kullarının kötülüğü istesin?..
Kullar O'nun için, O'nun yanında hiçten daha hiç!.. Niçin onlarlan şey yapsın?
(Zulmetsin?)

O zaman şöyle demek icâb ediyor: TEKÂMÜL ÇOĞU ZAMAN ACI ÇEKİLEREK
ELDE EDİLİR... VE TEKÂMÜL, BİR İNSAN İÇİN EN BÜYÜK LÛTUFTUR... Öyleyse çektiğimiz
acılara ŞÜKR edelim. Çünkü onlar bizim Tekâmülümüzü artırıyorlar... Ve demincek te
naklettiğimiz gibi, umûmiyetle ALLAH'a inanmış kimseler, yâni Tekâmül'ü artmış kimseler,
ŞÜKR etmeyi her zaman için kendilerine vazife bilmişlerdir. Çünkü ŞÜKÜR'deki ferahlığı
ve ondaki kuvveti anlamışlardır.

Burada ALLAH'a inananlar, "Tekâmül'ü artmış olanlar" diye vasıflandırılıyor. Neden ALLAH'a sâdece Tekâmül'ü artmış olanlar inanır?.. Neden ALLAH'a inananlar, sâdece Tekâmül'ü artmış olanlardır?... Bu soruların cevâbını Üstat, önceden İMÂN ve İNKÂR Celsesi'nde vermiş... Şöyle ki:

Varlık- Şimdi şöyle bir şey oluyor: İnsan kendi âcizliği bâzı durumlarda kabul etmez.
Kendini çok müdrik ve kuvvetli hisseder... ve bâzı sırlara, esrarlara vâkıf olduğunu
zanneder. Halbuki bu, işte çok yanlış!.. Ve yine biz... daha doğrusu, insanlar... çoğu
zoman görmedikleri şeye inanmazlar. Bunlara göstermeniz lâzım, "bu böyledir" diye...
Herhangi bir olay karşısında, yâni kendi aleyhlerine gibi gözüken o olay karşısında, eğer
siz bunun daha iyi bir neticeye sebep olduğunu söylemezseniz, kendisi bunu kabul etmez,
daha iyi bir neticeye sebep olacağını... "Kötü, kötüdür" der... Fakat daha ilerlerde bu olay
kendisini kazançlı çıkaracaktır. Fakat işte bu, kısa zamanda görülmediği için, o başına
gelen lânet ettiği olayın, aslında kendisi için kötü olduğuna hükmeder. Ama siz ona
gösterirseniz, o olayın kendi istikbâlinde onu iyi bir duruma hazırlayacağını, o zaman
kabul eder. Ama gösteremediğiniz takdirde kabul etmez... Ve aslında başımıza gelen
bütün olaylar, bizim lânet ettiğimiz olaylar, aslında daha ilerki olayların bir SİGORTA'sıdır.

Nasıl ki siz... mâdem burdan açtık, burdan devam edelim... evinizde sigorta atıp ışığınız
söndüğü zaman yine kızarsınız, "Kahretsin! Işıklar söndü!" dersiniz... Halbuki o SİGORTA
sizi, evinizde çıkacak bir yangından korumuştur. Ama ilk anda lânet edersiniz. "Gene
söndü ışıklar! Gene sigorta attı!" dersiniz. Ama düşünmezsiniz ki, o olmasaydı, eviniz
kül olacaktı!"

Üstâdımız gene çok güzel bir Ruh tahlili yaparak cevap vermiş... Ama önce iki kelimeyi açıklayalım. MÜDRİK , "idrak eden, anlayan, aklı eren, kavrayan, yetişkin, olgun" demektir. Peki, İDRAK ne?.. İDRAK, "anlama kaabiliyeti, akıl erdirme, algı, erişme, ulaşma, dış dünyanın uyarısı ile meydana gelen fizikî duygunun zihnî yorumu" demektir.

Ne yaparmış İnsanoğlu?... Küçüklüğüne, âcizliğine bakmadan "Her şeyi anladım, kavradım, biliyorum, sorunları çözdüm" dermiş... Halbuki bir düşünse, bir an sonrasına bile hâkim değil... Görmediğine, gösterilmeyene inanmazmış...

ALLAH'a da o yüzden inanmaz. Halbuki BİLİM gördüğüne, DİN görmediğine inanır. GAYBA İMÂN bu demektir. ALLAH'ı görmedin, Peygamber'i görmedin, Kitaplar'ın inişini görmedin, Melekler'i görmedin, Âhıret'i görmedin, ama bunlara inanman İSLÂM'ın gereği... Nasıl inanacaksın?... İdrakinle... Yâni, DELİL'i kendin bulacaksın. Bu noktaya ulaşmak ta Tekâmül etmek demektir. İşte ondan "Tekâmül'ü artmış olanlar ALLAH'a inanır" denmiş.

Nihat Bey- Bir sorum daha var.
Varlık- Evet?
NB- Kur'an-ı Azîm'de sûreler veyâhut sûrenin içerisinde âyetler vardır. Bunlar birer DUA
mıdır, değil midir?
V- .... Şimdi, işte yine biz DUA dediğimiz...
Her zaman maddî olarak düşünüyorsunuz. Biz DUA dediğimiz zaman, söylenen bir kaç
söz veya bir kaç cümle değildir
(bu) ... DUA demek, ALLAH'I ANMAKTIR... ALLAH'ı anmak,
O'na şükretmek, O'nun Birliği'ne, Varlığına ve Peygamberleri'ne, Kitapları'na inanmak...
Ve ondan sonra, bu İNANÇ'tan sonra eğer varsa bir arzusu,, onu söylemektir.

ALLAH'ın Büyük Kitabı KUR'AN da, biliyorsunuz ki, bu dediklerimizi kapsar. O'nun Varlığı'na,
Hazret-i MUHAMMED'in O'nun Peygamberi olduğuna, KUR'AN'ın O'nun Kitabı olduğuna
ve diğer konularda... Âhıret, Ahıret Günü'ne
(iman) , kötülük, günah, sevap... ve bunlardan
bahseder. Biz DUA derken bunlardan de işte bunlardan bahsetmez miyiz?

Yalnız, işte demincek dediğimiz gibi, siz DUA'yı küçülte küçülte bir kaç kelimeye ve
cümleye sığdırıyorsunuz. Halbuki DUA'NIN KAPSADIĞI ANLAM ÇOK BÜYÜKTÜR. Siz
istiyorsunuz ki, yâni, "DUA'nın ALLAH'tan bir şey istemek olduğu"nu söyliyeyim... O değil!

Durmanın tam zamanı... Gerçekten de ısrarcı Nihat Bey DUA'yı "ALLAH'a dilekçe yazmak" gibi kabul ediyor ve onun söylenmesini istiyordu. Elbette ki, DUA o değil, ondan ibâret değil. Ve asla istek kısmı önemli değil. Ne demiştik en yukarda?... DUA, RIZÂDIR... ALLAH'ın kulu olduğuna râzı olmak, bundan mutluluk duymaktır. DUA KÂLBİN KONUŞMASIDIR, ALLAH'LA... İşte onun için dedik ki, KUR'AN'ı anlayarak okumak aslında ALLAH'la konuşmaktır. Çünkü O, sana hitap ediyor. Sen de O'nun söylediklerini okuyarak KÂLBİNLE tasdik ediyorsun, "AMENNA, öyledir, doğrudur, inandık"" diyorsun. O yüzden biz de diyoruz ki, "Bir sûrenin Arapça'sını bir kere okuyor veya dinliyorsan, bir kere de Türkçe'sini oku ki, ALLAH'ın sana ne dediğini duymuş, anlamış olasın!"

Varlık- "KUR'AN'ı hiç bir zaman bölmemeliyiz. Bir bütün olarak kabul etmeliyiz... Çünkü
içindeki âyetler; birini anlamadan, birini kabullenmeden diğerine geçilemiyor. Birini onun,
anlamazsanız, veyâhut kabul etmezseniz, bütün KUR'AN'ı anlamamış ve kabul etmemiş
olursunuz. Öyleyse, mâdem ki bâzı âyetlerinde insanların o zamanki gidişâtını gösteriyor
ve onları doğru yola götürmeye bir yön veriyor... Öyleyse onları anlayıp, ondan sonra
ALLAH'a ŞÜKR ediyoruz. Diyoruz ki yine, "ALLAH'IM!.. SEN BENİ O ZAMANKİ DURUMLARA
DÜŞÜRME!.. AHLÂKIMI, İMÂNIMI TAM YAP!" diye yalvarıyoruz.... İşte ne oldu?.. Bağlandı
birbirine...

Bu BÜTÜNLÜK meselesi son derece önemli... KUR'AN başından sonuna kadar bizi ALLAH'a yakınlaştıran bir bütündür. Bâzılarının yaptığı gibi onu kıssalar, emirler, dualar diye bölümlere ayırmak doğru değildir. Eğer dikkatli incelenirse, bunların birbirinin içinde olduğu görülür. Hattâ bu bütünlüğe işâret etmek için KUR'AN'da kıssalar sûrelere bölünmüştür. Âdem'in Kıssası'nı bir tek sûrede bulamazsınız. KUR'AN sana "Bunları bul, birleştir" der. Emirler dahi öyledir. Meselâ "içki içmeme" emri üç ayrı sûrededir. Kısacası, bir tek âyetten, bir tek sûreden mânâ çıkarmaya kalkışılırsa, güçlüklerle karşılaşılır. Kıssaları,, emirleri ayırsak bile sonunda birleştirmek gerekir.

İdâreci- Nihat Bey bir sual sormak istiyor. Müsaade eder misiniz?
Varlık- Bağlayınız.
İ- Evet. Nihat Bey'in sesini işitiyorsunuz.

Israrcı Nihat Bey, müsamahamızdan yararlanarak "Kur'an-ı Kerim'de Tebbet diye bir lânet sûresinin bulunduğunu, Bakara'da bâzı kavimlerin hikâyelerinin anlatıldığını, Nisâ Sûresi'nde kadınların ne şekilde hareket etmesi gerektiğinin belirtildiğini, İhlâs Sûresi'nde ALLAH'ın Büyüklüğü'nün ifâde edildiğini, nihâyet Felâk gibi bir-iki sûreyle de DUA ettiğimizi" iddia etti. "Bütün bu sûrelerin hepsini nasıl DUA olarak kabul edebileceğimizi" sordu.

Bizim Celseler'de, konuya bağlı kalmak şartıyla soru sormak serbesttir. Mantıksız görünen sorular dahi Üstatlar'ın bize aydınlatıcı bilgiler vermesine yol açar. Bu soru mantıksız değil, soru sâhibinin bir noktaya takılmasından ötürü dile gelmiş... Bakalım Muhterem Dostumuz ne cevap vermiş?.. Yalnız DUA'nın KÂLBİN ALLAH'LA KONUŞMASI, O'NU DİNLEMESİ olduğunu unutmıyalım.

Varlık- Şimdi ne demiştik?... BÜTÜN OLARAK DÜŞÜNMEK LÂZIM. İlk evvelâ gözünüze
örnekleri ...göz önünüze örnekleri alıp, oradan ALLAH'ın bize gösterdiği bu örneklerden
uzak tutmasını ve onlardan bizi koruması için, neticede DUA ederiz.

Şimdi, yine demincek dediğimiz gibi, DUA'NIN ANLAMI GENİŞTİR... DUA derken, sizlerin
anladığı YAKARMAK, YALVARMAK... Halbuki bizim dediğimiz... "NİÇİN DUA EDERSİNİZ?"
DİYORUZ... Siz DUA'nın en son kısmını alıyorsunuz. Biz ise, "BU DUA HİSSİ NERDEN
BAŞLIYOR?" onu alıyoruz...

Etrâfınızdak kötülükleri, veyâhut kendi yaptığınız kötülükleri görüyorsunuz, ilk evvelâ
ALLAH'tan kendinizi affetmesini istiyorsunuz. Daha sonra O'ndan bir şeyler niyâz
ediyorsunuz. E, siz işte bu niyaz kısmına DUA diyorsunuz. Peki, bu niyaz nerden geldi?..
(daha önceki) Bu TÖVBE nerden geldi?.. Örneklerden!.. Daha evvelki durumlardan geldi.
Öyleyse yine Kur'an-ı Kerim'de ilk evvelâ örnekler veriliyor. Bunların kötülükleri gözler
önüne seriliyor... ve ondan sonra TÖVBE ve "ALLAH'ın bizi bu örneklerden uzak tutması"
yakarılıyor.
Nihat Bey- Netice itibâriyle DUA bir istektir. KUR'AN'da da istekler vardır. Bununla da,
eğer DUA'yı istek olarak kabul ediyorsak, o zaman KUR'AN'ı bir şey olarak kabul edeceğiz.
Bütün sûreleri veyâhut âyetleri olduğu gibi bir DUA olarak kabul etmiş olacağız.
V- Bakın, SON OLARAK, bu sizin şeyinizle, bir şey söyliyeyim: Yine diyorum ki,
SİZ NİÇİN DUA EDERSİNİZ?... NİÇİN TÖVBE EDERSİNİZ?... Onu bana söyleyiniz.
NB- TÖVBE günahların affı maksadıyla yapılır.
V- Tamam!.. Demek ki daha gerisinden geliyor... İlk evvelâ günah yapıyorsunuz, ve
onun etkisinden dolayı DUA ediyorsunuz. Günah yapmasanız, TÖVBE edecek misiniz?...
Etmiyeceksiniz... Öyleyse??? Demek ki başlangıcı aslında, daha evvele dayanıyor. Fakat
biz neticeyi ALLAH'a bildiriyoruz. Diyoruz ki, "ALLAH'IM, YAPTIKLARIMI BİLİYORUM,
KÖTÜLÜKLERİ... VE SENİN HUZÛRUNDA YAPMIYACAĞIMA DÂİR YEMİN EDİYORUM,
TÖVBE EDİYORUM" diyoruz... İşte siz bu son kısmı DUA olarak alıyorsunuz. Fakat bu
son kısmı hazırlayan nedir?... Değil mi?..

Tabii ki öyle!... İster DİLEK olarak, ister TÖVBE olarak DUA olsun, mutlaka bir başlangıcı var. Ama bu sorular KÂLBİN KONUŞMASI'na gitmiyor, İSTEK'te takılıp kalıyor. İstekler, talepler, arzular DUA'nın en alt basamağı, en basiti... Aslında isteğin dahi ulvî olanı var, ama o, herkesin harcı değil... Bakın, FUZÛLÎ ne gibi bir İSTEK'te bulunmuş:

YÂRAB!.. BELÂ-YI AŞK İLE KIL ÂŞİNA BENİ!
BİR DEM BELÂ-YI AŞK'TAN ETME CÜDÂ BENİ!...

ALLAH AŞKI elbet çile ile dolu... Ama Fuzûlî "Ben çilesine, acısına, ızdırabına, hasretine râzıyım. Ne olur, ALLAH AŞKI ile tanıştır beni. Ve bu belâlı aşktan bir an olsun ayırma beni" diye yalvarıyor! Biz de kalkmış, isteklerden bahsediyoruz.

İdâreci- Nedret Hanım soruyor.
Nedret Hanım- Efendim, ben ŞÜKÜR hakkında konuşmak istiyorum. Her şey için mi
ŞÜKR edilir?.. Meselâ, yakınlarımıza, faraza, ALLAH korusun, bütün bu mahalle yanıyor,
benim evime bir şey olmuyor. Bunun için ŞÜKR etmeli miyim, ŞÜKR etmemeli miyim?
Varlık- Siz parça parça düşünüyorsunuz. ŞÜKR etmelisiniz, hem kendiniz için, hem de
komşularınız için ŞÜKR etmelisiniz... Onların daha kötü bir âkıbete sürüklenmediği için
ŞÜKR etmelisiniz. bu olayın... yine Tekâmüllünüze bağlı olarak... bunu görüp görmemek
size kalıyor... Bu olayın onları daha iyi bir seviyeye çıkaracağını düşünerek, onlar için
ŞÜKR etmelisiniz.

Şöyle diyelim: meselâ... HER ŞEYDEN EVVEL, HER OLAYIN BİR HİKMETİ VARDIR... Sizin
mahalleniz acabe neden yanmışır?.. Belki sizin mahallenizde, her evinizin her köşesinde,
belki... binbir ahlâksızlıklar dönüyordu. Ve bu ahlâksızların... ahlâksızlıkların sonu da
kısa şekilde nasıl gelebilir?.. Bu işlerin yapıldığı yerlerin ortadan kalkmasıyla!.. ŞÜKR
etmelisiniz ki, böyle bir olay bir yangın olayı, belki daha etrâfa genişlemeden bu
ahlâksızlığı burada yok etmiştir."
NH- Ama efendim, burası yanar, bir başka yerde de mekân bulur bu insanlar... Yâni,
kötülük her zaman için kolayca yayılabilen bir şey.
V- Fakat bir kötülüğün hacmi ne kadar büyük olursa, etkisi de o kadar büyük olur.
Bu şekilde... Ve biz bunu bilemeyiz, bu yangından sonra onların yine aynı şekilde bu işe
devam edip etmeyeceğini...

Burada bir kaç hususa dikkat çekmek için duralım... Birincisi, Medyum'un teklemelerini görüyorsunuz. Bir Bedensiz Varlık'tan fikir alıp vermek bir Bedenli Varlık, yâni insan için öyle pek te kolay bir iş değil. Medyum bâzen "ukalâ" kelimesi gibi kavramları alamıyor, bâzen de "ahlâksızlıklar" yerine "ahlâksızlar" diyor... Duraksamaları da zorlandığı dönemleri göstermektedir. Buna rağmen genç Medyumumuz işi iyi götürüyor.

İkinci husus, anlatılan kısımda iki türlü ŞÜKÜR var. İlki Nedret Hanım'ın dile getirdiği evi yanmadığı için edilen ŞÜKÜR.... Ötekisi ise mahalle yandığı için edilen ŞÜKÜR... Kötülükler, ahlâksızlıklar yok olduğu için edilen ŞÜKÜR...

Hep düşünmüşümdür, TEVRAT'ta, KUR'AN'da hep azgın kavimlerin başına gelen felâketler anlatılıyor. Bu felâketlerin "yaptıklarının cezâsı" olduğu belirtiliyor. Acaba 600'lerden sonra, yâni KUR'AN'ın inişi tamamlandıktan sonra sapıtan, yoldan çıkan, zâlimleşen toplumların, milletlerin başına gelen felâketler... depremler, seller, yangınlar, savaşlar, sürgünler, göçler... onların işledikleri "günahların cezâsı" mı?... ALLAH kullarına zûlmetmiyeceğine göre, ya öyle olmalı, ya da mümin kulunun İMÂN'ını ölçen bir imtihan olmalı.

"Allah, kullarına zûlmetmez, haksızlık etmez.
Onlar, kendilerini azaba, acılara sürükleyen bozuk düşünceleri,
çirkin işleri ile kendilerine zulüm ve işkence ediyorlar."
(Nahl Sûresi , 33. Âyet)

Felâketler, belki de gaflette olanları uyandırmak, harekete geçirmek içindir.

Varlık- Başka bir şekilde şöyle diyelim: Belki bu şekilde herhangi bir yangından sonra
mallarını, mülklerini kaybeden insanlar, belki daha büyük çalışma azminlen eski
seviyelerine çıkmaya çalışacaklar...

Bu verdiğimiz misâller aslında size "olmayacak" gibi gözükür. Fakat yine etrâfınızda
Tekâmül'ünden emin olduğunuz kimselere bunlardan bahsederseniz, onlar da bizim
söylediğimizi sizlere nakledeceklerdir.

Nedret Hanım-Peki, efendim, O halde şunu anlamak isterim: Tibyan tefsirinde,
mâlûmunuzdur tabii, evliyâlardan bir zatın. bir çarşının yanışında yalnız onun dükkânının
kurtulmasından bahsedilir. "Ve yangın var, bütün çarşı yandı" dedikleri zaman gelir, bakar,
kendi dükkânına hiç bir şey olmamıştır. "Yarabbi, sana çok ŞÜKÜR" der. Ondan sonra
bu ŞÜKR'ü için 30 yıl TÖVBE ve İSTİĞFAR eder ALLAH'a. Sorarlar, "Niye TÖVBE ediyorsun,
sen evliyâsın" derler. O da, "Şu hâdise için ŞÜKR etmiştim, bir ŞÜKÜR için 30 yıl TÖVBE
ediyorum, kabul etmiyor," der. Hangi sûrede, bilmiyorum. Mâlûmunuzdur tabii.
V- Evet.
NH- O hâlde, her şey için ŞÜKRETMEK lâzımsa, niçin cezâlandırlmıştır evliya olan bir
kimse? Bunu anlıyamadım.

Cevâbı vermeden şu EVLİYÂ kelimesini açıklamak gerek. EVLİYA , aslında VELİ'nin çoğuludur. VELİ , "ALLAH'ın dostu, eren, ermiş" demektir. Böylece EVLİYA , "Allah'a yakın olanlar, nefsine değil, dâima Cenâb-ı Hakk'ın rızâsına tâbi olmaya çalışan, ibâdet ve taatta, takva ve riyâzatda çok yüksek mertebelere ulaşıp ALLAH'ın mahbubu ve karibi olan büyük ve ender zatlar, ALLAH'ın emâneti olan dinini ve hükümlerini Yeryüzü'nde tevelli ederek korumaya çalışanlar, ALLAH yolunda mallan ve canlarıyla cihat edenler, İMÂN edip sâlih amel işleyenler" demektir, derece derece iner, derece derece çıkar. Aslında çoğuldur ama, halk arasında tekil olarak kullanılır. "Yatır" anlamına da gelir. Bâzıları hiç bilinmez,. Kılığından, kıyâefetinden de anlaşılmaz. Evliyalığa soyunan, kapısını yeşile boyatan,yeşil elbiseler cübbeler giyip, sarık takan, sakal bırakanların çoğunun velilikle, yâni ALLAH'ın dostu olmakla alâkası yoktur. Elbette ki gerçek evliyânın kim olduğunu ancak ALLAH bilir.... Kıssa tabii sûrede değil, sûrenin açıklamasındadır.

Gelelim cevâba...

Varlık- İşte yine o zat... Sizin baştan düşündüğünüz gibi...
Yâni, o bir taraftan bir parça almış, diğer tarafı unutmuştur. Her şeyden evvel o çarşıdaki
esnafın vaziyetini düşünüp, yine demincek söylediğimiz sonuçlara varabilip, ŞÜKR edip,
ondan sonra kendi durumuna...
Nedret Hanım- Evet. Madde için ŞÜKR etmiş, değil mi efendim?
V- Evet.
NH- ALLAH râzı olsun. Çok teşekkür ederim.
İdâreci- Var mı efendim, bu mevzuda?... Üstâdım, benim bir sualim var.
V- Bir şey daha söyliyeceğim... TÖVBE, ÇOĞU ZAMAN İNSANI YÜKSELTİR... TEKÂMÜL'ÜNÜ
HIZLANDIRIR... Bu olay, o zâtın Tekâmül'ü için bir vâsıta olmadığını nereden biliyorsunuz?..
Belki de bütün o yangın, bütün o olaylar, bu olayları hatırlamak içindi. Bu zâtın 30 sene
TÖVBE ederek Tekâmül'ün daha yüksek kademelerine çıkması için hazırlanmıştı.

Yalnız, bu arada, bu şekilde BU KADAR DA BASİT DÜŞÜNMEMENİZ LÂZIM... Bu zat gibi
diğer dükkânları yanan kimseler de bu işten muhakkak hisselerini almıştır. Meselâ,
orada hileli bir satış yapan bir bakkal, bu olayın kendi yaptığı hile neticesi meydana
geldiğini düşünerek, yine o da TÖVBE ile DOĞRU YOL'a dönmüştür... Öyle düşünemez
miyiz?.. Aslında misâl çok!.. Oradaki her dükkân sâhibini ele alırsak, hepsinin daha
DOĞRU YOL'a geldiğini görürüz.... Oldu mu, efendim? İ- Evet.

Burada bir tek cümle: TÖVBE DE BİR DUADIR... KÂLBİN ALLAH'LA KONUŞMASIDIR.

Varlık- Evet. Sizin bir sorunuz vardı.
İdâreci- Evet. Bizim ettiğimiz DUALAR siz Muhteremler tarafından nasıl hissediliyor?
V- Bizim sizinle İrtibat kurduğumuzu kabuil ediyorsunuz.
i- Evet?
V- DUALARINIZ'ın bizim tarafımızdan işitildiğini kabul etmiyor musunuz?
İ- Onu demek istemedim. Sizde...
V- Evet, anlıyorum.
İ- ... ne gibi bir değişiklik..
V- Anlıyorum.
İ- ... meydana getiriyor bu DUALAR?
V- Her şeyden evvel bizim vazifemiz ne? ..Vazifemiz, sizi ALLAH indinde daha iyi birer
KUL yapmak... Yâni, Tekâmülünüzü artırmak... Öyle değil mi, efendim?
İ- Evet.
V- İşte DUA ettiğiniz zaman aslında.... DUA ederken ne hissedersiniz?.. İçinize bir şey
doğar, değil mi?
İ- Evet.
V- Her türlü kötülükten, her türlü kötü fikirden arınırsınız, öyle değil mi?
İ- Evet, efendim.
V- Peki, bu sizin Tekâmülünüze yardım etmez mi?
İ- Eder efendim, evet.
V- Öyle ise siz kendi Tekâmülünüze yardım etmekle, bizim vazifemize bir katkıda
bulunmuş oluyorsunuz. Öyle değil mi, efendim?
İ- Çok güzel! Evet.
V- Öyleyse biz de vazifemizi yapmanın huzûru içinde bu DUALARINIZ'dan zevk
duyuyoruz.

İki husus var açıklanması gereken... Birincisi VAZİFE ... Bir çok yerde Öbür Âlem'de VAZİFE ALANLAR, VAZİFE VERENLER olduğunu söylemiştik. Üstâdımız burada daha Üst Makam'dan böyle bir VAZİFE aldığını imâ ediyor. Eminiz ki, kendisi de başkalarına, daha Alt Tabakalar'a VAZİFE veriyordur.

İkincisi, hep TEKÂMÜL deyip duruyoruz. "Nedir?" diye düşünenler olabilir. TEKÂMÜL , "her türlü gelişim, gelişme. olgunluk, olgunlaşma, kemâle erme" demektir. KEMÂL , "bilgi ve erdem bakımından olgunluk, yetkinlik, erginlik, eksiksizlik, bütün güzel sıfatlarla bezenmiş olmak" demektir. Bâzılarının çok kullandığı EVRİM kelimesi de TEKÂMÜL'ün içindedir. EVRİM , "bir canlıyı ötekilerden ayırt eden biçimsel ve yapısal karakterlerin gelişmesi yolunda geçirilen bir dizi değişme olayı" demek olduğuna göre, o da TEKÂMÜL'dür. Yalnız biz de bir celse var, EVRİM kelimesini kullanan bilim adamları bir türlü TEKÂMÜL'ü anlamıyorlar. "Nasıl olur?" demeyin, vallahi öyle.

Üstat bir misâlle aynı konuya devam etmiş:

Varlık- Bir şey söyliyeyim.
İdâreci- Evet, efendim.
V- Sizin bir talebeniz var. Ona ders veriyorsunuz ve o talebe sizin derslerinizi kendi evde
ne kadar çok çalışırsa, siz o kadar memnun olmuyor musunuz?.. Onun başarısı ne kadar
çok olunca, sizin gururunuz, zevkiniz o kadar çok artmıyor mu?
İ- Artıyor.
V- İşte aynı şey bizler için...
İ- Evet... Yalnız biz DUA ettiğimiz zaman, Muhteremler'i tefrik etmeden "Bütün Ölmüşler
için, bütün Ruhlar için" DUA ediyoruz. Bu arada, uzaktan veya yakından yardımı dokunmayan
Ruhlar da bu sûrette, eğer ALLAH kabul ederse, nasiplerini almış oluyorlar. Şimdi, hiç bir
cehit sarfetmeden, bizim etmiş olduğumuz DUALAR'la bir Varlık nasıl Tekâmül ediyor?
V- Şimdi... Tekâmül aslında... Tekâmül seviyesinin altlarında olan kimseler, bir çölde susuz,
dudakları çatlamış kimselere benzerler...
İ-/ Evet.
V- Şimdi düşünün... Siz onların üzerinden geçerken rastgele su serpiştiriyorsunuz...
Bu serptiğiniz sulardan bir kaç damla, bu çöldeki dudakları çatlamış ve bir damla su için büyük
ümitler besleyen bu kimselerin dudaklarına konduğu zaman, ne oluyor?.. Onlar...
İ- ... ferahlıyor.
V- Ferahlıyorlar. İşte bu!... Tekâmülün altındaki
(Alt Basamaklarındaki) insanlar da
ALLAH'ın lûtuflarına susamış... Siz onların... ALLAH rızâsı için onlara DUA ediyorsunuz.
ALLAH, MUHAKKAK Kİ DUALARINIZI KABUL EDİYOR... İşte onların.... BU DUALAR ONLARIN
O ÇATLAMIŞ DUDAKLARINA BİRER SU DAMLASI!..
İ- Evet... Yalnız bu ferahlığı kendileri hiç bir cehit sarfetmeden kazanmış oluyorlar.
Bizim anlayışımız bu tabii. Biz o şekilde görüyoruz. Bu ise TEKÂMÜL NAZARİYESİ'ne
aykırı değil mi?..
V- Aslında... Şöyle: Biz her zaman cehdi daha çok BEDENÎ BİR FONKSİYON olarak alırız.
"Daha çok" diyorum yalnız, dikkat edin.
İ- Evet.
V- Ve VÜCÛDUMUZUN YORULMASIYLA NETİCELENDİRİRİZ... Halbuki Ruh'un Tekâmülü
apayrı. Bu cehit, bedende görülen bu hareketler, yorulmalar değil.
İ- Evet.
V- Bunu size zamanla çok açacağım.
İ- İlerde mi Üstâdım?
V- Evet.
İ- Peki, Üstâdım.

Bâzı kelimeleri vermeden geçmeyelim. CEHD veya CEHİD , "fazla çalışma, güç ve kuvvetini sarfetme, gayret gösterme, çabalama, uğraşma, insanın nefsine hâkim olması" demektir.
LÛTUF , "önem verilen, sayılan birinden gelen iyilik, yardım, ihsan, inayet, atıfet, güzellik, hoşluk, bağış" demektir.
İSTİĞFAR , "TANRI'dan suçlarının bağışlanmasını dileme, tövbe etme, afv dilemek, " Estağfirullah" demek" anlamındadır.
DERUHTE , "üzerine alma, üstlenme" demektir. Aşağıda gelecek.

Şimdi 27 Şubat 1968 târihli İMAN ve İNKÂR Celsesi'nde geçtiği halde DUA ile ilgili olduğu için o kısımda vermediğimiz bir bölümü buraya alıyoruz:

İdâreci- Efendim, Solmaz Hanım diyorlar ki, " Ben bâzen DUA ettiğim zaman doymuyorum.
DUA etmediğim zaman da huzursuzluk duyuyorum ve ertesi gün işlerim rast gitmiyor.
Bu hususta tatmin olmam için, ne yapmam lâzım?" diyor.
Varlık- İşte yine kendi kendinizi tatmin... Cevâbı kendi sorusunda!.. Mâdem ki DUA
ettiği zaman ferahlık hissediyor da, niye devam etmiyor?.. Huzursuz olduğu zaman niye
aynı işlemi yapmıyor?
İ- "İçinde bulunduğum şartlar altında belli bir miktarda DUA edebiliyorum. Fazlasını
yapamıyorum," diyor.
V- Ben demincek söyledim. Faydasız şeyleri çok yapmaktansa, faydalı şeyleri az yapmak
daha iyidir. Eğer tamâmen hissederek yapıyorsa, BİR ANLIK DUA bile onu tatmin etmeye
yeter. BİR ANLIK!... AMA TAMÂMİYLE HİSSETMESİ ŞARTIYLA!. Sâdece dUA etmek için, DUA
ediyorsa, hiç bir faydası yok!.. HİÇ BİR FAYDASI YOK!...
İ- Şimdi Handan Hanım'ın suali, lûtfen.
Handan Hanım- Efendim, ben şimdiye kadar söylediklerinizden "yaptığımız günahların
affedilmesi için yalvarma ve DUA etme, KUR'AN'dan sûreler okuma, bunların idrâkine
varmak" ... Bunu anladım. Doğru mu?
V- Evet, efendim. Bütün mesele burda... Bütün mesele burda... İşte bu, sizin Tekâmülünüze
bağlı bu idrak... İdrak ettiğiniz zaman siz Tekâmül'e, daha Yüksekler'e çıkıyorsunuz.
HH- İdrak te her insanın hem Tekâmül'üne, hem de...
V- Yâni, "Hem bedenî, hem mânevî Tekâmül'üne bağlı" diyeceksiniz.
HH- Evet!

Handan Hanım'ın dediği çok doğru... Bütün o yalvarmalar, DUALAR, okumalar ancak işlenen günah idrak edildiği, kabullenildiği takdirde faydalı oluyor. Yoksa bir dilencinin bir lira için ettiği sizi bütün kazâlardan koruyacak DUA (!) gibi, "Sen büyüksün ALLAH'ım, beni de affediver" demek işe yaramaz. Hatâlarımızı idrak etmeliyiz. İdrakin de bir tek belirtisi vardır: HATÂ TEKERRÜR ETMEZ!.. AYNI HATÂ BİR DAHA YAPILMAZ!

Ama bu idrak Tekâmül'e bağlıdır. Küçük bir çocuk için yeni çiçek açmış bir dalı kırmak gâyet mâsumâne bir harekettir. Çünkü o dalın bir müddet sonra nasıl kilolarca meyvanın hevengi olacağını bilemez. İdrak edemez. Bunun için hem bedenen, hem de fikren büyümesi lâzımdır. İşte bunun için İDRAK hem bedenin, hem de Ruh'un Tekâmül'üne bağlıdır ve herkeste başka seviyededir.

Varlık- .... Yalnız bir şey vardır. Aslında burda Beden'in vazifesi çok azdır. Siz DUA ederken,
siz DUA ederken bedeninizden mi, zihnen mi ilk evvelâ hazırlanırsınız? Yoksa bir his mi
gelir içinizden, DUA etmek için?
Handan Hanım- Muhakkak ki his gelir, efendim.
V- Demek ki Mâneviyat yanında Maddiyat çok zayıf kalıyor, bu hususta...
HH- Fakat gelen histe maddî şeyi de ona uydurmak kaabil bence... Yâni bedenî hisleri,
rûhî hislere uydurmak kaabil bence.
V- Zâten aslında BEDEN, RUH'UN BİR ÂLETİDİR... ONU YÖNETEN RUH'TUR... Mâdem ki
Beden Ruh'un bir âleti. onu Tekâmül ettirmek yine Ruh'un elinde... Çünkü Ruh olmadığı
zaman bedeniniz ne işe yarıyor?.. Hiç!... Düşünebiliyor mu?.. O büyük fikirler ondan
çıkabiliyor mu?.. Çıkamıyor... Demek ki, bütün mesele, bütün kuvvetler Ruh'ta.

Biraz konu dışına çıkar gibi olduk ama, Celse'nin en mühim kısmı burası... Bâzı insanlar bâzı işlerin ellerinden gelmediğini iddia ederler... Halbuki onlar, o işi yapamamaktan değil, o işi yapmayı yeteri kadar arzu etmediklerinden şikâyet etmelidirler. Yoksa, içten gelerek girişilen her işte Ruh isterse Beden'e hâkim olabilir ve kudreti dâhilinde her işi yaptırabilir. Sporcuların rekorları, Sirk cambazlarının, yogilerin inanılmaz hareketleri nasıl gerçekleşiyor?..

Bu kadın Her Şeyi Ayaklarıyla Yapıyor

Handan Hanım- Efendim, bir de dediniz ki, "HER YOLUN SONU AYDINLIĞA ÇIKAR".
Şöyle bir şey geldi aklıma: Meselâ, çok kötü bir insan düşünelim. Dünyâ'daki bütün
kötülükleri işliyor. Yolunun sonu nasıl aydınlığa çıkar?.. Bunu izah etmenizi rica edecektim.
Varlık- Siz her zaman bir kaatili, Dünyâ'nın en kötü varlığı olarak düşünürsünüz... Evet,
aslında yaptığı işlem ALLAH huzûrunda bir günahtır. Fakat siz
(in) aranızda, bu günahtan
o kadar çok büyük günahlar işleyenler var ki, sizin ellerinizin üzerinde. GÖKLERE
ÇIKARIYORSUNUZ!... Ve bir kaatili ise, aranıza bile almıyorsunuz. Hiç düşünüyor musunuz
acaba, bu işlemi o insan acaba niçin yapmıştır?.. Hangi şartlar altında yapmıştır? ... Acaba
sabrının en sonuna gelipte mi yapmıştır?.. Yoksa bir zevk için mi yapmıştır?
HH- Her ikisi de olabilir.
V- Olabilir. Öyleyse, "kaatil" derken genel olarak bir şey söyleyemeyiz. Fakat yine de...
şöyle diyelim... Burda yaptığınız kötülüklerin ağırlığına göre Öbür Taraf'ta çekiyorsunuz.
Ve bu ağırlıklar altında Tekâmülünüz genişliyor... Siz herhangi bir kötülük yapmasanız,
şu Dünya hâlinizle bile, hiç bir mes'uliyetiniz olmaz. Hiç bir endişeniz olmaz. Öyle
değil mi?
HH- Evet.
V- Halbuki istemiyerek bile bir kötülük yapsanız.... İşte VİCDAN AZÂBI NEDİR?... VİCDAN
AZÂBI... İŞTE O SİZİ TEKÂMÜL ETTİRİR.

O demincek verdiğimiz zâten,... Bir ŞÜKÜR'den ne kadar büyük VİCDAN AZÂBI çektiğini
kendiniz de takdir ettiniz. Her insan bir RUH olduğuna göre, her insan da Tekâmül'ü
nisbetinde bir ACI ÇEKER yaptıklarından. Öbür Taraf'ta bir ŞÜKÜR için, Tekâmül'ü Yüksek
olduğundan, daha fazla acı çeker... Fakat Bu Taraf'ta onun onda biri acıyı çok daha kötü
işlemler yaptığı hâlde çeker. Fakat neticede yine bu ACILAR'ın.. yâhut ta Dünya
Hayâtı'nda işlenen bu kötülüklerin ağırlığı, Öbür Taraf'ta az-çok onu Tekâmül ettirir.

Yine demincekki şeye geliyoruz... Siz her zaman bu Dünyâ'da her şeyi Vücud'a
bağlıyorsunuz. Daha ziyâde, ilk evvelâ Vücud'u düşünüyorsunuz, sonra RUH geliyor.
VİCDAN AZÂBI çekerken kâlbinizi düşünüyorsunuz. Halbuki kâlp, bir et parçası...
Öyleyse bu azâbı
(çeken) yine RUHUNUZ...
Ölmüş bir insan azap çekebilir mi,?.. Sizin deyiminizle... Çekemez!.. Öyleyse yine, azâbı
çeken RUH... Oldu mu efendim?
HH- Evet, teşekkür ederim.

Mevzu dışına çıktık gibi, ama çıkmadık... DUA VE ŞÜKÜR'den bahsederken Üstâd'ın kullandığı "HER YOLUN SONU AYDINLIĞA ÇIKAR" ifâdesi Handan Hanım'ın aklına takılmış. O da sormuş. Bu ifâde "HER YOLUN SONU TEKÂMÜL'DÜR" anlamındadır. En kötü insan bile eninde sonunda, Dünyâ'da olmasa bile Öbür Âlem'de VİCDAN AZÂBI çeker, ACI çeker... ve bu ACI onu Tekâmül'e götürür. Yâni, HER YOL TEKÂMÜL'E ÇIKAR...

Medyum, kendisinde olmayan bu bilgileri naklederken zorlanıyor, tekliyor. Aradaki siyah harfli düzeltmeler bizden.

İdâreci- Aklınıza takılan yerleri sorabilirsiniz.
Adnan Bey- Ben sorabilir miyim?
Varlık- Evet, efendim.
İ-Adnan Bey konuşuyor.
Varlık- Evet. Zâten bağlandık
(herkese) , biliyorsunuz.
Adnan Bey- Efendim, şimdi DUA okuyalım" dendiği zaman, ben fazla ilgilenmedim.
Özür diliyorum. Meselâ, Amentü, Besmele, Elham, vesâireyi okuyoruz. Fakat ben
bunları okurken...
V- Şimdi bir şey soracağım size.
AB- Sorun.
V- Siz bunları okurken, bunların mânâlarını anlıyor musunuz?
AB- Anlamıyorum.
V- Onu diyecektiniz, değil mi?
AB- Onu diyecektim, evet.
V- Tamam, işte.
AB- Evet, mânâlarını bilmiyorum, efendim. Yalnız bir yöne yöneldiğimi, büyük bir İMÂN'la
okuduğuma inanıyorum. Yâni, bunu bilerek yapıyorum.
V- Evet... Şimdi siz... Şöyle söyliyelim... Evet, ben sizin aklınızdan geçeni biliyorum.
Siz bu DUALAR'ı okurken, genel olarak bir ALLAH'a yönelme... yâni, bu DUALAR'ın içinde
ALLAH olduğunu kabul ederek okuyorsunuz, ve onu hissediyorsunuz.
AB- Evet.
V- Fakat, öbür taraftan, bunu anladığınız takdirde, daha başka bir durum hâsıl olacak.
O zaman bir ANLAYIŞ olacak içinde.

Siz bunların mânâsını anlamadınız diye üzülmeyin. Mühim olan, herşeyden evvel, ONU
HİSSEDEBİLMEK!.. Yüce TANRI'YI, ALLAHIMIZ'I HİSSEDEBİLMEK!... Ve bu hissederken sâdece
"ALLAH vardır" diye hissetmiyorsunuz herhâlde. Siz aklınızdan geçenleri belki şu anda
söyliyemezsiniz... Fakat bütün o DUA ÂNI'nda aklınızdan ALLAH geçiyor... veyâhut başınıza
gelen olaylardan ALLAH'ı ne şekilde anladığınız geçiyor. Siz mâdem ki ALLAH'ı biliyorsunuz,
O'nun Varlığı'na, Birliği'ne inanıyorsunuz... ve bunları bilerek İDRAK etmişsiniz... Öyleyse
DUA ederken yine bunlar sizin aklınıza geliyor ve AYNI İŞLEM'i yapmış oluyorsunuz.

Burası enteresan... Başta "NE DEDİĞİNİZİ, NE MÂNÂYI KASTETTİĞİNİZİ , NİÇİN DUA ETTİĞİNİZİ BİLEREK DUA EDİN VE İÇİNİZDEN GELEREK ŞÜKÜR VE DUA EDİN!" diyen Üstat, bu zâtın durumuna uygun olarak konuya HİSSETMEK kavvramını katmış, ve "Eğer gerçekten hissediyorsan, mânâsını bilmesen de yaptığın makbûldür" demeye getirmiş. "AYNI İŞLEM" dediği "mânâsını bildiğin takdirde hissedecekleri"dir, "onları hissetmişsin zâten" demiş. Ama orada bırakmamış. "Bunu anladığınız takdirde, daha başka bir durum hâsıl olacak. O zaman bir ANLAYIŞ olacak içinde" cümlesiyle "Bir de ANLAYIŞ'ın zevkini tadacaksın" diye hatırlatmış.

Varlık- Yalnız ne var ki, İÇİNİZDE BUNLARI ANLAMAMAKTAN DOLAYI BİR EZİKLİK VAR...
Fakat bunları mânâlarını anlayarak söyleseniz, tabii ki çok daha iyi... O zaman ALLAH'ın
bizi doğru yola götürmek için indirdiği, lûtfettiği KUR'AN'ı anlamış olur ve vazifenizi
tamâmiyle yapmış olursunuz... Anlatabiliyor muyum, efendim?
AB- Çok teşekkür ederim. ALLAH râzı olsun.
Nihat Bey- Efendim, bir şey ben arzetmek isterim.
İdâreci- Bir dakika!
NB- Müsaade buyururlarsa, bağlandık.
V- Bağlandık efendim, bağlandık.

Şimdi burada iki hususu belirtmek istiyoruz. Birincisi Nihat Bey'in patavatsızlığı... Celse'de sualler, konuşmalar İdâreci'nin izniyle yapılır. Aksi takdirde Medyum'u, İirtibat'ı, Avra'yı takip etmek, düzeni sağlamak zorlaşır. Kişiler kendi aralarında konuşamazlar. Lâfa "cumburlop" dalamazlar. Söz alma durumundadırlar. Bu bir ilkokul sınıfında bile geçerli olan adâb-ı muaşeret kuralıdır. Kaldı ki, Celseler'in, Sohbetler'in ve bu tarz Toplantılar'ın kendine göre bir âdab ve erkânı vardır. Nitekim bu usûle uymayan, ve verilen vazifeyi yapmayan Nihat Bey bir daha Toplantılar'a dâvet edilmedi. O da, bir vazife üstlenmesine rağmen, "Tamam, ben hazırlandım" deyip gelme arzusu göstermedi.

İkincisi Medyum çevreden, şehir hayâtının gürültülerinden etkilenmesin diye derin uyku safhasında "yalnız İdâreci'nin sesini duyacağı" hususunda tembihlenir ve başka ses duymaz olur. Kişileri Medyum'a İdâreci bağlar. Medyum daha önce Nihat Bey'e bağlanmıştı. Ama yine de "Müsaade eder misiniz?" diye İdâreci'den izin almak görgü açısından gerekli idi. Varlık müsaade edince, tabii ki İdâreci'ye söz düşmedi.

Nihat Bey- Hangi sûre veya âyeti okumakla daha iyi bir şey yapmış olabilirim?
Varlık- Her şeyden evvel muhakkak ki KELİME-İ ŞEHÂDET... Oldu mu, efendim?
NB- Hayır, efendim. Benim söylemek istediğim "DUA edilsin" dendiği takdirde hangi
âyet veya sûreyi okursak, sizin için daha iyi olmuş olabilir?
V- Bakın, yine demincek demiştik ki, "Yüce Kitab'ı parçalıyorsunuz", değil mi efendim?
Onların o Büyük Kitab'ın içindeki hiç bir fikir diğerinden az değerli değildir.
NB- Ama Muhterem Zâtım, biraz evvel meselâ, bilmeyen için aynı şeyi duyarak söylüyor,
fakat bilenler var, herhangi bir DUA'nın ne mânâya geldiğini... Meselâ, biraz evvel
arzetmiştik, bunların içerisinde lânet olan da var. Halbuki burada lânet değil de, bilhassa
Ruhlar'ı şâd edecek bir âyeti veya sûreyi okumak daha iyi değil midir?.. Zâten DUA
denilince, geçmişlere yapılacak en güzel DUA Fâtiha Sûresi'ni okumaktır.
V- Evet.
NB- Evet. Ben bunu arzetmek istiyorum. KELİME-İ ŞEHÂDET yalnız insanın Müslüman
olduğunu, inanışını gösteren bir şeydir. ALLAH'ın Birliği'ne İMÂN edip, Hazret-i
Muhammed'in Cenâb-ı Hakk'ın rehberi olduğunu kabul etmek demektir. Değil mi, efendim?
V- Evet.
NB- Burada KELİME-İ ŞEHÂDET'le DUA ayrılmış oluyor.
V- Bakın, ne demiştik size? "Siz DUA ederken bizim vazifemizi kolaylaştırıyorsunuz.
Bizim gâyemiz sizin İMANINIZ'ı, İNANCINIZ'ı kevvetlendirmek... ve Tekâmülünüzü
hızlandırmak... Bunun için en büyük şey nedir?.. KELİME-İ ŞEHÂDET'tir...
NB- Valla, Muhterem Zâtım, ben bunu kabul edemiyeceğim.

İddia sâhibi olanlar, yarım-yamalak bildikleri, şuurlandırmadan öğrendikleri ile başkalarını imtihana kalkarlar. Nihat Bey de bildiğini zannettiği bir hususu sorarak yeni birşey öğrenemedi ama, biz öğrendik.

Gerçekten de KELİME-İ ŞEHÂDET öyle sihirli bir ifâdedir ki, kırk yıllık gavuru bir anda Müslüman yapar. Üstat diyor ki, "Sizin ettiğiniz DUALAR aslında sizin içindir, sizin Tekâmülünüz içindir. En büyük DUA da KELİME-İ ŞEHÂDET'tir." Büyüktür, çünkü İMÂN'ın özünü özetler. O yüzden her ezanda tekrarlanır., hem de iki kere!... Her Amentü'de okunur. Ama çoğu kimse üzerinde durup düşünmez. Meselâ, ŞEHADET kelimesi hem "şehit olma" , hem de "tanıklık, şâhitlik etme" demektir.

"Sâhitlik ederim ki, ALLAH'tan baska ilâh yoktur" diyoruz. ALLAH ALLAH!... Nerde gördük ki böyle olduğunu?... Yine "Şâhitlik ederim ki, Muhammed O'nun kulu ve resûlüdür" diyoruz. Gördük mü?... Hayır!.. Peki, nasıl oluyor?... İşte İMÂN bu... Biz varlığımızla ALLAH'ın Birliği'nin, Tekliği'nin şâhidiyiz. Biz İMÂNIMIZ'la Hazret-i Muhammed'in hem ALLAH'ın kulu, hem de Peygamber olduğunun şâhidiyiz. Zâten "şehid olmak" da inandığı ALLAH uğruna, Varlığı'na şâhit olduğu ALLAH uğruna ölmek değil mi?.. İşte onun için en büyük DUA, KELİME-İ ŞEHÂDET'tir. Üstat, "Sizin bana ettiğiniz DUA mühim değil, Fâtiha da okusanız, kendinizi veremedikten sonra ne size yarar, ne bana!... Hissederek okursanız, kendi Tekâmülünüze yardım etmekle, bizim vazifemize bir katkıda bulunmuş oluyorsunuz. Biz de vazifemizi yapmanın huzûru içinde bu DUALARINIZ'dan zevk duyarız, ama kendiniz için en büyük DUA odur" diyor. Kaldı ki, ölmek üzere olan bir insandan ne beklenir?.. KELİME-İ ŞEHÂDET getirmesi, değil mi?.. Demek ki en önemli DUA o!.. Üstat, itîrâzını tekrarlayan Nihat Bey'e de şöyle cevap verdi:

Varlık- Şimdi, biliyorsunuz, vaktimiz az. Bu konu aslında günlerce sürecek, aylarca sürecek
bir konu... Ben size bunun ana hatlarını çizdim. Bir şeyler vermeye çalıştım. Şimdi bundan
sonra olan VAZİFENİZ, SİZİN BUNLARI GELİŞTİRMENİZ... Etrâfınızdaki muhterem zatlara
bu verdiklerimizden bahsediniz. Ve onlara da bu sorduğunuz soruları sorunuz. Ve
neticede nereye variyorsunuz?.. ALLAH kısmet eder de ilerde yine berâber olursak,
sizden bu vazifeyi yapmanızı isteyeceğiz.
NB- ALLAH râzı olsun.
V- Yâni, zamânınızın, vaktinizin müsait olduğu nisbette bu konu üzerinde, bilgilerine
güvendiğiniz, inandığınız... yalnız bu iki kelimeye çok dikkat edin!... GÜVENDİĞİNİZ
ve İNANDIĞINIZ kimselerle ve hakikaten bu hususta bilgisi engin olan kimselerle
konuşunuz. Bu fikirlerimizden yalnz, bahsediniz. Bizim burada verdiklerimizden
bahsediniz ve neticeyi bize getiriniz... Oldu mu, efendim?
NB- Oldu, efendim. ALLAH râzı olsun.
V- Bu vazifeyi deruhte ediyorsunuz?
NB- Evet.
İ- Şimdi Handan Hanım bir sual sormak istiyor.
Handan Hanım- Sual değil. Bir şey söylemek istiyorum sâdece.
V- Evet.
HH- Bence, kendi düşünceme göre, SÂDECE ALLAH KELİMESİ BİLE BİR DUA'DIR. Çünkü
öyle tarikatlar vardır ki, "ALLAH ALLAH" kelimesiyle kendinden geçer, Rûhen ALLAH'a
ulaşır. Tamâmen Madde Dünyâ'sından sıyrılır. Bu da bence bir DUA'dır. Bilmiyoırum,
yanlış mı düşünüyorum?
V- Çok doğru, efendim. Demincek aranızdan birinin sorusunu cevaplandırırken "Aslında
bu bilmeden okuduğu DUALAR'ın kendisini ALLAH'a götürdüğünü" söylemiştik. Mühim
olan aslında zâten maddiyat değil. Yâni, şu ağzımızdan çıkan bir-iki kelime değil,
HİSSETTİKLERİMİZ'dir.. Ağzımızın, bedenî ağzımızın
(söyledikleri) değil.
Bir taraftan DUA edersiniz, ama ağzınızdan... öbür taraftan kafanız, Ruhunuz bambaşka
şeylerle meşgûldür. Bu DUA'nın ne kıymeti kaldı?.. Ama bir taraftan "ALLAH ALLAH"
dersiniz, fakat Ruhunuzun tamâmı konuşur. İşte asıl bu daha makbûldür.
Tamam mı, efendim?
HH- Evet.
V- Söyledikleriniz çok doğru. Evet, çok güzel bir sual.
İ- Muhterem Üstâdım, suallere devam edelim mi?
V- Nasıl isterseniz.
İ- Var mı efendim, bu mevzuda suali olan? ...
(yok)
V- .... Bir şey demiştik... Bundan bir kaç Sohbet evvel demiştik ki, "Evet, bir kitap
alıyorsunuz, üç sayfasını okuyup bir kenara atıyorsunuz. Öbür kitabı alıyorsunuz, bir
sayfasını okuyup öbür kenara atıyorsunuz. Neticede bir şey öğrenemiyorsunuz."
İ- Evet.
V- Öyleyse, EMDİRE EMDİRE, SİNDİRE SİNDİRE YÜRÜYELİM... Değil mi, efendim?..
Nasıl olsa o konulara da geleceğiz.
İ- Tamam. Öyleyse nasıl bir sual emrediyorsunuz?
V- Biliyorsunuz bizim vazifelerimiz oldukça mukaddes vazifeler... Ve bu Sohbetlerimiz'in
gâyesi de bu vazifelerimizi yerine getirebilmek. Ee, acaba sizden şahsî sualleri sorarken,
bu işi daha kısa tutmanızı, ve bunları vazifeleri daha az olanlara sormanızı dilesek???
İ- Peki, efendim. Emredersiniz.
V- Çünkü onu soracağınız kimseler var ve oldukça vazifeleri hafif.
İ- Tamam, efendim. Çok güzel!... Şimdi Fahri Bey soruyor.
Fahri Bey - Efendim, Ruh'un mezarla ne gibi bir alâkası vardır?
V- .... Aslında onlar hep... "Hep" demiyelim de... çoğu zaman sizin bedenî görüşünüzün
bozukluğundan meydana geliyor... Yâni, siz niye mezarlıkta dolaşmaktan korkarsınız_..
Ruhlar'ın gelip sizi çarpacağından, değil mi?.. Aslında çoğu zaman bu böyle değildir.
Nice insanlar vardır, mezarlıkları mesken edip, yatıp kalkar. Niye onlara bir şey olmuyor?..
Üstelik...
FB- Hayır, efendim. Onu anlatmak istemedim.
V- Evet, efendim?
FB- Ayrıldıkları zaman o beden bir mezara konuyor.
V- Evet?
FB- O mezara ikide birde gidip ziyâret etmekle, oraya , mezara okunan,... yâhut mezarda
bunun tesellisi görmekle ona DUALAR filân ediliyor.
V- Evet?
FB- Yâni, o mezarla ne gibi bir münâsebeti oluyor Ruh'un?
V- İşte... İşte onu diyorum... Bâzıları Ruhlar'ın bedenine yakın olduğunu, yâni mezarlıklarda
dolaştıklarını düşünürler. Demincek belirtmek istediğim oydu. Bu, değil bu
(öyle) ...
Yanlış!.. Onu diyorum... Ve dolayısiyle korkarlar bu Ruhlar'dan
ve çarpılacaklarını düşünürler, Ruhlar'ın mezarlıkta dolaştığını düşünerek... Halbuki nice
insanlar vardır, dediğimiz gibi, mezarlıkları mesken yapmışlardır. Onlara hiç bir zaman
bir şey olmaz. .. Öyleyse oraya gittiğiniz zaman... biz aslında Ruh'la kendi düşündüğünüz
gibi bir yakınlığımız yok. Fizikî bir yakınlığımız yok yâni... Oraya gitmekle onu daha çok
düşünmüş oluyoruz... Daha doğrusu, ONU DÜŞÜNDÜĞÜMÜZÜ GÖSTERMİŞ OLUYORUZ...
Evet... Aslında biz orda yatan kimseyi biz başka zamanlarda da düşünüyoruz. Ama oraya
gittiğimiz zaman, daha başka türlü onu düşünürüz. Onun Ruhunun rahat etmesini ve ona
olan sevgimizi saygımızı (yaşarken), ona olan şimdiki arzumuzu, berâber olma arzumuzu
dile getirir, hissederiz. Öyle değil mi, efendim?
FB- Evet.
V- Yâni oraya gittiğimiz zaman ordaki yatan şahsın Ruhuyla daha, mânevî bakımdan daha
yakın oluruz. O BAKIMDAN MEZARA GİTMEK VE ONLARI ZİYÂRET ETMEK FAYDALIDIR
VE RUHLARINI DAHA MEMNUN EDER.
FB- Teşekkür ederim.
V- Mezar başına gittiğiniz zaman, çoğu zaman orda yatan şahıstan başka şey
düşünmezsiniz. Tabii günlük hayatta, bâzen hatırınıza gelir, fakat şöyle bir geçersiniz,
"ALLAH Ruhunu şâdetsin" dersiniz, o kadar... Ama oraya gidersiniz, bâzen on, onbeş

(dakika) belki saatlerce durur ve sâdece onu düşünürsünüz. Değil mi, efendim?
İ- Evet. Daha yakınlaşmak...
V- Evet, efendim.

Artık burada duralım mı?... Neye hayranım, biliyor musunuz? Bu Muhterem Üstat, sanki bizden biriymiş gibi konuşuyor... Mezara gitmekten bahsederken "biz" zamirini kullanıyor. Halbuki kendisi mezarlıkta... Nur olsun inşaallah.

İki husus var... Birincisi, mezarlıkta sâdece kemikler var. Ama o mezar, o kemikler size kaybettiğiniz kişiyi daha iyi hatırlatıyor, bu yönden önemli. Orada onu daha iyi hissediyorsunuz. Bunu başka bir yerde daha yazmıştık. Yoksa duyarak evden de DUA etseniz, ona ulaşır. Üstat mezarlıkla DUA'nın ilişkisini kurmuş.

Müslümanlar mezarlıklardan korkmazlar. Korkutmaya çalışanlar vardır ama, çoğu insan korkmaz. Hıristiyanlar korkar ve bunu filimlerine, romanlarına yansıtırlar. Bu da bizim insanımıza bulaşır. İşte tehlike orada. Korku hissiyle mezarlığa giden hassas bir kişi, özellikle kadınlar, mezarlıktan değil; fırsat kollayan Geri Varlıklar'dan bu korkusu nedeniyle zarar görebilir. O yüzden "mezarlıklı Hıristiyan filimlerinin etkisine kapılmayın," derim.

İdâreci- Evet, efendim. Söyliyeceğiniz başka bir şey var mı bana?
Varlık- Söyliyeceğimiz çok ama... Sonraya bırakalım.
İ- Emredersiniz. ALLAH râzı olsun.
V- Cümlemizden.
İ- Nur içinde yatınız. Bizi ihya ettiniz bu akşam gene. Bir DUA edelim, efendim...
ALLAH kabul etsin.
V- ALLAH kabul etsin.
İ- ALLAH nurunuzu artırsın.
V- Cümlemizin.
İ- Müsaade isteyiniz... Muhteremler'in ellerini öpünüz. Temâsı kestiğiniz an, haber
veriniz.
Medyum- ... Burası çok rahat. Böyle kalktım... Sanki her tarafımda biri ağırlık var.,
yürüyemiyorum.
(Tabii, onca bilgi yüklendin.)
İ- Huzur içindesiniz ama.
M- Evet.
İ-Temâsı kestiniz mi?
M- Alnımdan öptü.
İ- Ne mutlu size.
M- .... Ve bahçeden çıktım, aşağıya atladım... İniyorum şimdi.

İşte saatler süren Celse böyle bitti... Şimdi size tekrar tekrar okuyup üzerinde fikir yürütmek düşüyor... Düşüncelerinizi bize de yazın.

***

SABIR VE GAYRET

Çok uzun zaman önce bir okurumuza söz vermiştik, "SABIR üzerine bir tebliğ yayınlayacağız" diye... Araya başka meşgalelerimiz girdi, uzun zaman İnternet'ten ve sitemizden uzak kaldık. Şimdi sözümüzü tutuyoruz ve celseyi veriyoruz ancak mevzuyu dağıtmasın diye sohbetin diğer kısımlarını çıkardık... Bu arada Dostumuz'un öğrendiğimiz ismini de veriyoruz: Hz. Mevlâna'nın torunu Ulu Ârif Çelebi...


Varlık: Ulu Ârif Çelebi
Medyum: Olcay
Celse İdârecisi: Ruhi Selman
Târih: 6 Mart 1968
Usül: Ruhî infisal
Hâzirûn: Muhtelif 19 kişi


Medyum- Kasabanın ordayım.
İdâreci- Yüksek sesle konuşun. Muktedirsiniz... Kasabanın ordasınız.
M- Evet. Câminin yanında... Câminin arka tarafında şimdi (o zamana kadar hiç görmemiştim)...
kırmızı kiremitli iki katlı bir ev var. Oldukça büyük bir ev... Demincek câminin avlusunda
uzun geniş etekli, beyaz etekli birilerini gördüm. Gelip gidiyorlardı... Başlarında yine külâh var...

Bilmeden önemli bir günün gecesinde celse yapmışız. Bunu ilk anlardan îtibâren anladık. Bu beyaz etekli, külâhlı kişiler mevlevî... Ama şimdiki aynı kıyafeti giyip para için sözde semâ yapan tiplerden değil, gerçek mevlevî!..

Varlık- Merhaba!..
İdâreci- Merhaba, efendim. Hoş geldiniz, Üstâdım.
V- Hoş bulduk. Asıl siz hoş geldiniz.
İ- Biz de hoş bulduk efendim.
V- Bugün bizler için oldukça önemli bir gün…
Aada sırada böyle günlerde biz de sizlerin arasına ineriz. Tabii her yere değil. Bâzı belli yerlere…
Siz zâten o yerlerin nereler olduğunu bilirsiniz.
Ve zâten oraya geldiğiniz zaman bizi bulacağınızı bilirsiniz. Onun için zâten biz de oralara ineriz.

Bâzı günlerde (zamanlarda demek daha doğru olacak) Ruhlar bizim aramıza inerlermiş. Bu onlarn için veya bizim için önemli günler olabilir. Bizim yardıma, desteğe muhtaç olduğumuz zaman olabilir. Peki, nereye inerler?.. Türbelere, kendi mezarlarına, bizim namaz kıldığımız, Kur'an okuduğumuz yerlere inerler. Onun için türbeye, mezarlığa gittiğimizde duygulanmaz mıyız?.. Aslında o sandukanın, o toprağın altında kemiklerden başka bir şey yok. Bizi duygulandıran inip te bizimle berâber olan, dualarımıza katılan o büyük zatlar, ölmüş yakınlarımızdır.

Herkes bilir ki, veya bilmesi gerekir ki, türbelerdeki zatlardan bir şey istemek doğru değildir. Ancak ALLAH'tan istenir. Çünkü veren de, vermeyen de O'dur. Türbe ziyâretine gitmişsek, ki, Ulu Ârif Çelebi Üstâdımız'ın kabri Hz. Mevlâna türbesinin içinde, meydana girişte üçlü sandukanın ortasındadır. Meselâ, orada durup onların varlığını hissedip huşû içinde ALLAH'a yalvarır, onlarında ruhları için dua edersek, muhtemeldir ki, dileklerimizin gerçekleşmesinde bize vâsıtalk edebilirler. Yoksa, "Telli Baba, ne olur bana bir koca!" demek hem sizi, hem de o Varlığı müşgül duruma sokar.

Varlık-Bugün biraz vazifelerimiz çok. Eğer sizle lâyıkî veçhile fazla meşgûl olamazsak, bize darılmayın.
İ- Estağfirullah, efendim.
V- Çünkü hakikaten bugün ve yapacağımız çok işler var.
İ- Nasibimiz neyse ona râzıyız, efendim.
V- Bugünkü toplantınız oldukça karışık oldu. İstediğiniz şekilde başlayamadınız.
Birçok gecikmeler ve bâzı karışıklıklar meydana geldi. Bir çoğunuz buraya gelebilmek için
epeyce GAYRET gösterdiniz ve yoruldunuz. Öyle değil mi?
İ- Evet efendim.
Ve buraya gelenler de yine oldukça uzun bir müddet beklemek zorunda kaldılar.
Aslında bu, her zaman karşılaştığınız, fakat her zaman da hoşnutsuzluğunuzu belli ettiğiniz
olaylardan. Yâni, GAYRET ve SABIR…

Siz Bedenli Varlıklar’ın ve biz Bedensiz Varlıklar’ın tekâmülü için altın anahtarlardan biri de işte budur. SABIR!..

Dünyâ’da SABIR’la ulaşılmayacak şey yoktur. Fakat ne var ki, (iş) bu sabrı gösterebilmekte!...
Tam en sonuna kadar gelirsiniz, tam elinizi uzatacağınız zaman, yakalayabilecek olduğunuz
bir durumda, o kadar büyük GAYRET,o kadar yorgunluğa rağmen o son hareketi yapmazsınız.
İşte bütün o zamana kadar yaptıklarınız da (bir bakıma) boşa gider.

Aslında boşa giden bir şey yoktur. Aslında siz o gayretinizin ve sabrınızın mutlak semeresini
görmüş ve göreceksiniz. Ne var ki, siz kendi kendinizi memnun edemezsiniz bu durumdan.

Size sabrın en iyi örneklerini yine sizler ve bizler içerisinde en değerli kimseler vermişlerdir.
Ulu Peygamberimiz Hazret-i Muhammed kendisine çizilen yolda, gösterilen yolda
büyük bir SABIR ve GAYRET’le ve bir an olsun, geriye şöyle başını çevirip bakmamak üzere
bütün hayâtını ve bütün her şeyini bu SABIR ve GAYRET’e dökmüştür.
Çoğunuz onun başından geçen olayları ve bu yüce dinimiz Müslümanlığı yayabilmek için
çekmiş olduğu meşakkatleri muhakkak ki bilirsiniz. Bunları her Müslüman çok iyi bilir.

O akşamki toplantımızda "Tekâmülün Altın Anahtarları" adlı eserin yazarı Hâluk Alpender de bulunmaktaydı. Üstat o yüzden "Siz Bedenli Varlıklar’ın ve biz Bedensiz Varlıklar’ın tekâmülü için altın anahtarlardan biri de işte budur. SABIR!" diyerek Hâluk Bey'e atıfta bulunmuş. Bir önemli husus ta SABR'ın sâdece Dünyâ'da değil, Âhıret'te de gerekli olduğunu belirtmesi...

Üstat "çoğunuz bilir" diyor ama, bilmeyen o kadar çok ki!.. Yine "Bunları her Müslüman bilir" diyor ve bununla "bilmesi gerekir" demek istiyor. Ne var ki, kendisine "Müslüman'ım" diyen 85 milyonun kaçı Kur'ân-ı Kerim meâlini okumuş ve anlamıştır?.. Arapça aslını okuyan çok!.. Ama ne dediğini bilen az, dediğine uyan daha da az!..

Kur'ân-ı Kerim'in TERCÜMESİ olmaz!.. Çünkü bir çok kelimenin tam Türkçe karşılığı yok... Buna İngilizce'den bir misâl vereyim: İngilizce'de KÖLE kelimesinin karşılığı vardır ama, KUL kelimesinin yoktur. KÖLE "Bondswoman / (en)Servile / (en)Slave / (en)Bondsman / (en)Drudge / (en)Serf - (en)Bond slave / (en)Bondman / (en)Bondslave / (en)Chattel / (en)Chattel slave / (en)Contraband / (en)Helot /(en)Mameluke (Arapça'dan) / (en)Servant" diye verilir. KUL ise " creature / (en)Slave / (en)Servant /(en)Helot (en)Vassal / (en)Subject / (en)Mortal / (en)Human being /"(en)Villein" diye geçer. Bunların hiç biri KÖLE (arzusu dışında başkasının boyunduruğuna girmiş) ile KUL (kendi rızâsıyla birisine bağlanmş) kelimeleri arasındaki farkı vermez. Biz ALLAH'ın kuluyuz, kölesi değiliz.

Arapça kelimeler de böyledir. Bâzı kelimelerin açıklamaları paragraf tutar. O yüzden Kur'ân-ı Kerim'in hiçbir dilde tam TERCÜMESİ (birebir karşılığı) yoktur, MEÂLİ (tercümeye yakın karşılığı) vardır. İnternet işimizi çok kolaylaştırmıştır. İstediğiniz konuyu Kur'ân-ı Kerim'de bulup araştırabilirsiniz. Meselâ SABIR üzerine Bakara 155 sayfasında âyetin 28 meâli vardır. "Türkçe Kur'an Meâlleri" sayfasında ise bu âyetin tam 53 meâli vardır. Ayrıca Diyânet'in her âyet için tefsiri (yorumu) vardır. Hangisi sizin anlamanızı kolaylaştırıyorsa onu kabul edersiniz.

Şimdi biz o okunmayan, bilinmeyen Kur'ân-ı Kerim için, İnternet'e "SABIR ile ilgili âyetler" yazıp, bulduklarımızı verelim:

"Ey iman edenler! Sabrederek ve salâtla Allah’tan yardım isteyin!
Çünkü Allah, sabredenlerle berâberdir."
(Bakara Sûresi, 153. Âyet)

SALÂT kelimesinin en bilinen mânâsı "namaz"dır. Kur'an meallerinde "salâtı ikame edin (ayakta tutun, devam edin)" cümlesi çoğu yerde "namazı dosdoğru kılın" diye verilir ki, "kendinizi vererek , içten gelerek. vazgeçmeyerek kılmaya devam edin" anlamındadır. Çok yerinde bir meâldir. Ancak SALÂT aynı zamanda "Hz. Muhammed'in adı anıldığında sevgi ve saygı göstermek. onu övmek için okunan dua / dayanışma, yardımlaşma, destekleme / dua, rahmet " demektir. Bu âyette "duâyla, dayanışma ile" anlamındadır. Her "salât" geçen yere "namaz kılma" koymak doğru değildir.

"Sizi mutlaka biraz korku ve açlık ile; biraz da mallardan, canlardan
ve ürünlerden noksanlaştırmak sûretiyle imtihan ederiz.
Sabredenleri müjdele (ki yakında kurtulacaklar)!"
(Bakara Sûresi, 155. Âyet)

"Yoksa siz, Allah içinizden cihâd edenleri ve sabredip direnenleri (imtihan edip) ortaya çıkarmadan
kolayca Cennet'e girivereceğinizi mi sandınız?"
(Âl-i İmrân Sûresi, 142. Âyet)

"Andolsun ki, içinizden cihâd edenleri ve sabredenleri bilinceye; kadar
Biz sizi sınamaya devam ederiz.
"Söylediğiniz sözleri de sınava dâhil ederiz.'
Muhammed Sûresi, 31. Âyet)

Parantez içindeki ifâdeler, âyetin öncesine ve sonrasına dayarak mânâyı tamamlamak üzere meâli verenler veya bizim tarafımızdan konulmuştur.

ALLAH çok açık söylüyor. Sıkıntıyla, zorlukla imtihan edilmeden Cennet'e girmek yok!.. Şurası muhakkak ki Dünyâ'da geçmiş ve gelecek bütün insanlar bu tarz imtihanlara tâbi tutulurlar. Korku ve sefâlet yaratan deprem, heyelân, yangın, sel, harp, işgâl gibi felâketlerle ve açlık yaratan kıtlık, kuraklık gibi tabiat olaylarıyla karşılaşacak; dolancılarla, kapkaçcılarla, hırsızlarla, hattâ kaatillerle uğraşmak durumunda kalacak; malından belki de canından olacaktır. Bütün bunlara SABIR ve SEBAT gösteren ve imtihandan başarıyla geçenler belki bu Dünyâ'da kurtulup ferâha erecek, belki de Âhıret Âlemi'nde mükâfatını göreceklerdir. ALLAH, Peygamberimiz'e (s.a.v.) "Sabredenlere müjdele" diyor!

Bu arada SEBAT , "Sözünden veya kararlarından dönmeme / bir işi sonuna değin sürdürme, direşme, dayanma / yerinde durma, kımıldamama" demektir. "Dayanma" doğrudur, "katlanma, tahammül etme" yanlıştır. Çünkü "dayanma" kendi rızâsı ile vazgeçmemedir, ""katlanma" ise "zorâki, istemediği hâlde" demektir. ALLAH'a karşı istemeden yapılan hiçbir şeyin kıymeti yoktur. TRT iftar duasında yıllardır "Senin için açlığa katlandım" diyorlar ki, şikâyet bâbındadır. Asla doğru değildir.

"Onlar ki, kendilerine bir musibet dokunduğu zaman:
“Bizim bütün varlığımız Allah’ındır ve biz ancak O’na dönüyoruz” derler.
İşte bunlar, Rablerinin bol mağfiret ve rahmetine ulaşanlardır.
Doğru yolu bulanlar da ancak onlardır."
(Bakara Sûresi, 156-157. Âyetler)

"Yüzlerinizi doğu ya da batı tarafına çevirmeniz iyilik değildir.
Asıl iyilik; Allah’a, Âhiret Günü'ne, meleklere, kitaplara ve peygamberlere inanmasıdır.
(Ayrıca) Malını sevdiği hâlde akrabasına, yetimlere, yoksullara, yolda kalan gariplere,
dilenenlere, hürriyetine kavuşmak isteyen köle ve esirlere vermesidir.
salâtı ayakta tutması, zekâtı vermesidir.
antlaşma yaptığında sözünde durmasıdır.
Sıkıntı, darlık, hastalık ve şiddetli savaş zamanlarında sabretmesidir.
Kulluklarında samimi ve dürüst olanlar işte bunlardır;
Gerçek takvâ sahipleri de yine bunlardır."
(Bakara Sûresi, 177. Âyet)

Bu âyeti tekrar tekrar ve yavaş yavaş okuyun!.. Çünkü Îmân'ın, yâni gerçek Müslümanlığın şartları burada!... İlk 5'ini almışlar, "İmânın şartı altıdır "Allah’a, Âhiret Günü'ne, meleklere, kitaplara ve peygamberlere inannmaktır" deyip bir de kaderi, hayır ve şerrin ALLAH'tan olduğunu eklemişler... Âmennâ, ALLAH herşeyi bir KADER ile (uygun ölçüde, gerektiği şekilde) yaratmıştır, herşey O'ndandır, kabul... Ama kişinin sevdiği malını fakirlere, yetimlere, gariplere vermesini atlamışlar. Namazı zekâtı "İslâm'ın şartı" saymışlar da, sözünde durmasını atlamışlar! En önemlisi sıkıntılı zamanlarında sabretmesinin îmandan ve İslâm'dan olduğunu belirtmeyi unutmuşlar!.. Siz bilin ve atlamayın, olur mu?..

TAKVÂ , "Allah'a derinden saygı duyma ve bunun gereği olarak O'nun yasakladıklarından sakınma ve bunlara karşı korunmak için samimi bir kulluk çabası içinde olma / Allah'a karşı gelmekten çekinme / Allah'ı gazaplandırmaktan korkma" demektir. Böyle davrananlara "muttaki" denir. Sabır göstermeyen kul, takvâlı olamaz, yâni "ALLAH'ın imtihanını bilip, saygı göstermiyor" demektir.

"Onlar sabreden, sözlerine sâdık olan, (Allah'a) gönülden itaat eden,
infak eden ve seher vakitlerinde (Allah’tan) bağışlanma dileyenlerdir."
(Âl-i İmrân Sûresi, 17. Âyet)

Yukarıdakinin aynı,,. "Bağışlanma dileyenler" ile SALÂT'ın "dua" mânâsını vermiş.
İNFAK , "bir karşılık beklemeden parasını, malını harcama / nafaka verip bir kimsenin geçimini sağlama / besleme, geçindirme" demektir.

"Ey îman edenler! Sabredin!, Sabırda direnin!
(Savaşa için) hazırlıklı olun, uyanık bulunun
ve Allah’a karşı gelmekten sakının ki kurtuluşa erebilesiniz."
(Âl-i İmrân Sûresi, 200. Âyet)

"(Yâ Muhammed!) Sabret!.. (Şunu bil ki) Senin sabrın Allah’ın yardımından başka bir şey değildir:"
(Nahl Sûresi, 127. Âyet)

ALLAH, Peygamberimiz'den bile sabır istiyor. Böyle çok âyet var. Demek ki sabredecek dertleri çokmuş Peygamberiz'in. Ancak ALLAH diyor ki, "O senin sabrın var ya, aslında o ALLAH'ın sana yardımından başka bir şey değildir." Sabır bir nev'i yardım olarak geliyormuş.

"(Yâ Muhammed!) Onların sözlerine sabret!..
Güneş doğmadan ve batmadan önce Rabbini överek tesbih et.
Gecenin bâzı saatlerinde ve gündüzün bâzı vakitlerinde de tesbih et!
Umulur ki hoşnut olur (huzur bulursun:"
(Tâhâ Sûresi, 130. Âyet)

"(Yâ Muhammed!) Rabbinin hükmü yerine gelene kadar sabret!
Çünkü sen bizim himâyemizde, gözetimimiz altındasın.
(Yataktan) Her kalktığında Rabbini överek tesbih et! "
(Tûr Sûresi, 48. Âyet)

TESBİH, "SÜPHAN ALLAH demek"tir. "Yüce Allah'ı anma / O'nu her türlü eksiklikten, noksandan, kusurdan uzak görme / O'nu yücelterek dua etme" anlamındadır. ALLAH, Peygamberimiz'e bile "sıkıldığında, bunaldığında sabretmesini, ALLAH'ı anıp dua etmesini, huzuru böyle bulabileceğini" söylüyor. Peygamber'e söylenen her söz, bize de söylenmiş demektir.

Peygamberimiz (s.a.v) ALLAH'ın himâyesinde de, biz değil miyiz?.. Elbette biz de O'nun himâyesi, koruması ve lûtfu altındayız. Ancak kurtuluş ve rahatlama hükmü gelinceye kadar sabretmek gerek! .

"(Yâ Muhammed!) O hâlde sabret! Şüphesiz Allah’ın vaadi gerçektir.
Günahların için bağışlanma dile ve akşam sabah Rabbini överek tesbih et!"
(Mü'min Sûresi, 55. Âyet)

"(Yâ Muhammed!) Müşriklerin ileri geri konuşmalarına sabret
ve güzel bir ayrılışla onlardan ayrıl."
(Müzzemmil Sûresi, 10. Âyet)

"O hâlde (yâ Muhammed!) onların (kötü) sözlerine sabret!
Güneş'in doğuşundan ve batışından önce Rabbini övgüyle tesbih et!"
(Kaf Sûresi, 39. Âyet)

"Öyleyse( Resûlüm!) Azim (kararlılık) sâhibi peygamberler nasıl sabrettilerse sen de öylece sabret!
Ve asla onlar (İnkârcılar) için acele etme!
(Zâten) onlar, tehdit edildikleri azâbı gördükleri gün,
(sanki Dünyâ'da) gündüz bir saat dışında hiç yaşamadıklarını sanacaklardır.
Bu bir duyurudur! Yoldan çıkmış bir toplumdan başkası helâk edilir mi hiç?"
(Ahkaf Sûresi. 35. Âyet)

"(Yâ Muhammed!) Rabbin hükmüne (karârına) sabret!
Onlardan hiçbir günahkâra ve kâfire itaat etme!"
(İnsan Sûresi, 24. Âyet)

"(Yâ Muhammed!) Sana vahyedilene uy!
Allah hükmünü verinceye kadar da sabret!
Çünkü O, hüküm verenlerin en hayırlısıdır."
(Yunus Sûresi, 109. Âyet)

"(Resûlüm Muhammed!) Senden önce gönderdiğimiz peygamberler de mutlaka yemek yer, çarşı pazarda dolaşırlardı.
Ey insanlar! Biz, sizi birbirinizle imtihan ediyoruz. Bakalım sabredebilecek misiniz?
Rabbiniz zâten her şeyi hakkıyla görmektedir."
(Furkan Sûresi, 20. Âyet)

"(Yâ Muhammed!) O'nun rızâsını dileyerek
Rablerine sabah akşam dua edip yalvaranlarla birlikte tut nefsini, sabret!
Dünya hayâtının süsünü isteyerek gözlerini onlardan çevirme!
Arzu ve hevesine uymuş ve işi gücü aşırılık olduğu için,
kâlbini Bizi hatırlamaktan habersiz kıldığımız kimseye boyun eğme!*
(Kehf Sûresi, 28. Âyet)

DUA bahsini yukarıda verdik ama, yetmez ki!.. Bitmez ki!.. DUA kelimesi DÂVET ile aynı köktendir. Yâni, DUA ile ALLAH'ı DÂVET ediyorsun, çağırıyorsun. Daha doğrusu, O dâima senin yanında, bunu farkediyorsun. Seni dinliyor, karşılık veriyor.

"Rabbiniz buyurdu ki: "Bana dua edin ki, size icâbet edeyim' "
(Mümin Sûresi, 60. Âyet)

O'nunla konuşuyorsun. Saygısızlık etme yalvarıp yakırırken. Dünya hayâtının süsüne aldanıp, arzu ve hevesine kapılıp, başkalarına özenip olur olmaz şeyler isteme!

"(Yâ Muhammed!) Sen şimdi sabret. Şüphe yok ki, Allah’ın vaadi gerçektir.
İnanmayanlar (sakın) seni telaşlandırıp gevşekliğe sevketmesin!"
(Rûm Sûresi, 60. Âyet)

"Onlar ki, yanlarında Allah anıldığı zaman kâlpleri derin bir saygıyla ürperir,
(başlarına) gelene (musibetlere) sabreder ve salâtı ayağa kaldırırlar
ve kendilerine verdiğimiz rızıklardan (bir kısmını Allah yolunda) harcarlar."
(Hac Sûresi, 35. Âyet)

Bir kere daha tekrarlayalım ki, "Salâtı ayağa kaldırırlar" ifâdesi "namazı dosdoğru, olması gerektiği gibi kılarlar" anlamına gelir. Ayrıca "namaza, duaya, ALLAH'ı anmaya devam ederler, hiç bırakmazlar" mânâsı da vardır. Bundan sonraki âyetlerde de o anlamda kullanılmıştır.

"Size (Müslümanlar'a) bir iyilik gelse, bu onları (kâfirleri) üzer.
Size bir kötülük dokunsa, sevinirler.
Sabreder ve (Allah’tan) sakınırsanız, onların hîle ve tuzakları size hiçbir zarar vermez. br>Şüphesiz ki Allah, onların tüm yaptıklarını çepeçevre kuşatmıştır."
(Âl-i İmrân Sûresi, 120. Âyet)

"İşte onlara sabretmelerinden ötürü mükâfatları iki kat verilir.
Onlar kötülüğü iyilikle savarlar
ve kendilerine verdiğimiz rızıklardan infak ederler."
(Kasas Sûresi, 54. Âyet)

"Bu güzel haslete (kötülüğü iyilikle savmaya) ancak hakkıyla sabredenlerdan
ve (hayır işlemede) büyük payı olanlardan başkası kavuşturulmaz.";
(Fussilet Sûresi, 35. Âyet)

"Onlar (ödülü hakedenler) sabreden ve (yalnızca) Rablerine güvenip dayanan kimselerdir."
(Ankebût Sûresi, 59. Âyet)

"(Yâ Muhammed!) Öyleyse sen, güzel bir şekilde sabret! "
Meâric Sûresi, 5. Âyet)

"(Yâ Muhammed!) Rabbin (rızâsı) için sabret."
Müddessir Sûresi, 7. Âyet)

"Biz ona iki göz, bir dil ve iki dudak vermedik mi? Ona (doğru ve yanlış) iki yolu göstermedik mi?
Fakat insan, akabeye (o sarp yokuşa) koyulamadı.
Sen, (yâ Muhammed!) Akabenin ne olduğunu nereden bileceksin?
O, köleyi özgürlüğüne kavuşturmaktır.
veya açlık gününde yakını olan bir yetimi, yahut toprakta sürünen bir yoksulu doyurmaktır.
Bir de birbirlerine sabır ve merhamet tavsiye eden inananlardan olmaktır."
(Beled Sûresi, 10-17. Âyetler)

Bu son âyet Kur'ân-ı Kerim'in sırlarından birini açığa vuruyor!.. Kelimelerin bir açık, bir de bir gizli mânâsı var, belki birden de fazla!.. "Sen o dik yokuşu çıkamadın!" diyor...
"ALLAH ALLAH, ben yokuş falan tırmanmıyorum ki" diyorsun. Mecaz var, mecaz... Peygamber'e bile, "Sen nereden bileceksin?" demiş ALLAH! Yâni "Düşünmezsen, benzetme ile başka birşey anlatıldığını anlamazsın" demiş!..

Sarp Yokuş ne imiş?.. Köle azat etmek, yetimi, fakiri doyurmak, sabır ve merhamet tavsiye etmekmiş. "Sen köle gibi çalışana onu rahatlatacak bir ücret ödemedin. Pahalılık günlerinde yakınlarına, muhtaç olanlara yardım etmedin. Öfkelenenlere merhamet, sıkıntıda olanlara sabır tavsiye etmedin. Sen ne biçim Müslüman'sın?" diyor!.. Kur'ân-ı Kerim'de böyle derin mânâlar taşıyan pek çok kelime ve terim var. Meselâ yukarıda "ALLAH'a inanmak" geçti, değil mi?.. "ALLAH var, inandım" dediğinde bitiyor mu?.. "ALLAH'ın her yerde ve her zaman hâzır ve nâzır olduğuna " inanacaksın.

"Gökler'de ve Yer'de ne varsa tümü Allah'ındır.
Allah, herşeyi kuşatandır."
Nisâ Sûresi, 126. Âyet)

Sonra dâima seninle berâber olduğuna inanacaksın ki, kötülük yapmaktan çekinesin.

“Andolsun, insanı biz yarattık ve nefsinin ona verdiği vesveseyi de biz biliriz.
Çünkü biz, ona şah damarından daha yakınız”
(Kaf Sûresi, 16. Âyet)

En nihâyet ALLAH'ın senden, yaptıkların için hesap soracağına inanacaksın.

"Kıyamet Günü için adâlet terazileri kurarız.
Artık kimseye, hiçbir 'şekilde) haksızlık edilmez.
(Yapılan), bir hardal tânesi ağırlığında bile olsa, onu getiririz.
Hesap gören olarak Biz yeteriz."
Enbiya Sûresi, 47. Âyet)

İşte böyle... Kur'an çok derindir. Satıhta kalan idâre eder. Dalan derine iner, ama boğulmamak gerekir.

"Müslüman (Allah’a teslim olmuş) erkekler ve Müslüman (Allah’a teslim olmuş) kadınlar,
mü’min hiç şüphesiz inanmış( erkekler ve mü’min (hiç yüphesiz inanmış) kadınlar,
(Allah'a) itaate devam eden erkekler ve (Allah'a) itaate devam eden kadınlar,
özü-sözü doğru erkekler ve özü-sözü doğru kadınlar,
sabreden erkekler ve sabreden kadınlar,
(Allah’a ve insanları) saygılı ve alçakgönüllü erkekler ve (Allah’a ve insanlara) saygılı ve alçakgönüllü kadınlar,
Sadaka veren (yardımsever) erkekler ve sadaka veren (yardımsever) kadınlar,
oruç tutan erkekler ve oruç tutan kadınlar,
iffetlerini (nâmuslarını) koruyan erkekler ve (iffetlerini, nâmuslarını) koruyan kadınlar,
Allah’ı (çok) zikreden erkekler ve (Allah’ı) çok zikreden kadınlar!
işte bunlar için Allah, bağışlanma ve pek büyük bir mükâfat hazırlamıştır."
(Ahzâb Sûresi, 35. Âyet)

Bu da İslâm'ın özünü veren âyetlerden biri... Birincisi kadın-erkek ayırımı yok!.. Öyle "Cennet'e gidince her erkeğe 70 tâne bâkire hûri verilecek" gibi safsatalara fırsat tanımıyor. Peki, kadınlara ne verilecek?.. Bunu söylemeden bir hoca-imam-şeyh-şıh lâf edebilir mi?.. Ne haddine!..

Yukarıda ÎMÂN'ı vermiştik. Ama yeter mi?.. ÎMAN konusu öyle biter mi?.. ALLAH bu âyette MÜSLÜMAN ile MÜMİN'i ayırmış. Bir başka âyette de farkını söylemiş.

"Göçebe Araplar 'İman ettik!' dediler.
(Yâ Muhammed) De ki: "Siz (henüz) iman etmediniz ama ‘Müslüman (Allah'a teslim) olduk!' deyin!
(Çünkü) îman henüz kâlplerinize yerleşmedi."
Hucûrat Sûresi, 14. Âyet)

Demek ki Kelime-i Şehâdet getirince MÜSLÜMAN oluyormuşsun ama, MÜMİN olmaya daha çok yol alman gerekiyormuş! O kuşkusuz, şeksiz-şüphesiz îman ve itaat kâlbine yerleşmeden MÜMİN olamazmışsın!

Şimdi aklınızdan geçmiştir, "Neden oruç tutmayı söylemiş te, namaz kılmayı dememiş?" diye... Çünkü ORUÇ "nefse hâkim olma" demektir. "Bütün kötülüklerden uzak durma, hırsını, kinini, öfkeni frenleme" demektir. Namaz kılarken aklından bin türlü şeytanlık geçebilir... Ama ekleyelim, SALÂT aynı zamanda DUA idi ya, o yüzden "ALLAH'ı zikretme" içinde SALÂT de vardır.

Nâmuslu olmak nedense hep kadınlar için istenir. Kadınlara yan gözle bakmayan "nâmuslu" bir erkek pek akla gelmez. Aslında erkekler nâmuslu olsa, ortalıkta hiç nâmssuz kadın kalmaz!

"Gaybın anahtarları Allah'ın yanındadır; onları O'ndan başkası bilemez.
Karada olan ve denizde olan ne varsa O bilir.
O'nun ilmi dışında hiçbir yaprak yere düşmez.
Yerin karanlıkları içindei yaş ve kuru tek bir tâne yoktur ki,
Apaçık bir Kitap'ta olmasın!"
(En'am Sûresi, 50. Âyet)

O'nun bilgisi dışında yaprak kıpırdamadığını bileceksin.

"Andolsun ki, insanı Biz yarattık. Nefsinin ona neler fısıldadığını biliriz.
(Çünkü) Biz ona şahdamarından daha yakınız."
(Kaf Sûresi, 16. Âyet)

"Şüphesiz ki, Allah, Gökler'in ve Yer'in gaybını bilir.
O, göğüslerin özünü (içindekini) de bilendir."
(Fâtır Sûresi, 38. Âyet)

"Gökler"den kasıt Kâinat, "Yer" ile kastedilen Dünyâ'dır... ALLAH'ın kendine şahdamarından, kâlbinden, beyninden daha yakın olduğunu bileceksin. Böylece aklından, kâlbinden geçirdiklerini bildiğine inanacak ve kötülük düşünmeyeceksin...Onun için dâima üzerinde düşünmek gerek, okurken.

"Şüphesiz insan ziyândadır.
Ancak iman edip iyi işler yapanlar
ve birbirlerine hakkı tavsiye edenler
ve birbirlerine sabretmeyi öğütleyenler hâriç!"
(Asr Sûresi, 2-3. Âyetler)

"Peygamberlerden niceleri vardır ki, kendilerini Allah’a adamış pek çok kimseyle beraber savaştılar.
Onlar, başlarına gelen sıkıntılardan dolayı gevşemediler, zayıflık göstemediler ve (düşmana) boyun eğmediler.
Allah, sabredenleri sever."
(Âl-i İmrân Sûresi, 146. Âyet)

"Allah, sizde bir zayıflık olduğunu bildi de şu andan îtibâren yükünüzü hafifletti.
Buna göre sizden gerçekten sabırlı yüz kişi olursa, bunlar iki yüz kişiye;
sizden aynı şekilde bin kişi olursa iki bin kişiye Allah’ın izniyle gaalip gelir.
Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir."
(Enfâl Sûresi, 66. Âyet)

Biz Malazgirt'i, Çanakkale'yi, Sakarya'yı, Dumlupınar'ı öyle kazanmadık mı?..

"Evet! Eğer siz sabredip (Allah’tan) sakınırsanız, onlar ansızın üstünüze geliverseler bile,
Rabbiniz özel nişanlı, formalı beş bin melekle size yardım edecektir."
( Âl-i İmrân / 125. Ayet

MELEK kelimesi o yukarıda bahsettiğimiz derin mânâlı kelimelerdendir. MELEKE ile aynı köktendir. MELEKE ise "tekrar tekrar yapılan bir iş veya tecrübeden sonra hasıl olan bilgi ve meharet, yatkınlık, alışkanlık" demektir. Yâni, insana görünmeyen bir kudret verir. Ayrıca savaşta rüzgâr, kum fırtınası gibi tabiat olayları da kanatlı melekler gibi inananların yardımına yetişebilir.

"(Yâ Muhammed!) Andolsun ki, senden önce de peygamberler yalanlanmıştı.
(Fakat) onlar yalanlanmalarına ve eziyet görmelerine rağmen sabrettiler.
Nihâyet kendilerine yardımımız yetişti.
Andolsun ki, Allah’ın kelimelerini değiştirebilecek kimse yoktur.
(Nitekim) o gönderilmiş peygamberlerin (ibret verici) haberlerinden (bir kısmı) sana gelmiştir."
(En'âm Sûresi. 34. Âyet)

“(Ey Sâlih!) Onları imtihan etmek için dişi deveyi gönden Biziz.
Sen (şimdi) onları gözetle ve (eziyetlerine) sabret!”
(Kamer Sûresi, 27. Âyet)

Peygamberlerin kıssaları, hayat hikâyeleri İnternet'te var. Kur'ân-ı Kerim onları parça parça anlatır. Hz. Sâlih, azmış olan Semud kavmine gönderilmiş peygamberdi. ALLAHOnları denemek için bir dişi deve gönderir. Çölde az bulunan suyu bir gün Semud halkı, bir gün de deve içecektir. Birileri dayanamaz deveyi öldürür, ALLAH da onları cezâlandırır.

" İsmâil, İdrîs ve Zülkifl’i de hatırla! Hepsi de sabredenlerdendi." (Enbiya Sûresi, 85. Âyet)

"Çocuk (İsmâil) onun yanında yürüyüp koşma yaşına gelince (İbrâhim bir gün):
' Yavrucuğum! Uykuda (rüyâmda) seni kestiğimi görüyorum.
Ne dersin, bir düşün bakayım?” dedi.
(Çocuk hiç tereddüt etmeden:) “Babacığım! Sana emredilen şeyi yap.
İnşallah 8eğer Allah dilerse) beni sabredenlerden bulacaksın” dedi."
(Sâffât Sûresi, 102. Âyet)

Bu kıssa Hz. İbrâhim'in oğlu İsmâil'i kurban etmeye götürmesiyle ilgilidir. İsmâil, kurban edilmeye bile râzı, sabrediyor!...

"Yûsuf’un gömleğini de üzerine yalandan bir kan sürüp getirmişlerdi.
Babaları şöyle dedi: 'Hayır! Belli ki, nefisleriniz sizi aldatıp, böyle kötü bir işe sürüklemiş.
Artık bana düşen, en güzel şekilde sabretmektir.
Bu anlattıklarınız karşısında ancak Allah’tan yardım istenir!' ”
(Yusuf Sûresi, 18. Âyet)

Bir başka misâl: Küçük Yusuf'u kıskanan kardeşleri onu kör bir kuyuya atar ve babalarına "Yusuf'u kurt yedi" derler ama Hz. Yâkup inanmaz. Yusuf ise kuyudan çıkarılır, Mısır'a satılır. Sarayda yetişir ve vezir olur. Yusuf bir vesile ile küçük kardeşi Bünyamin'i de yanına alır.

"Yâkub: 'Hayır! Belli ki, nefisleriniz sizi aldatıp, böyle kötü bir işe sürüklemiş.
Artık( bana düşen) en güzel şekilde sabretmektir.
Belki de Allah, onların hepsini bana geri getirir.
Çünkü O, her şeyi hakkıyla bilen, her işi hikmetle yapandır' dedi."
(Yusuf Sûresi, 83. Âyet)

" Yusuf,'Gerçek şu ki, kim Allah’a karşı gelmekten sakınır ve sabrederse,
elbette Allah iyilik eden ve yaptığı işi güzel yapanların emeklerini boşa çıkarmaz' dedi."
(Yusuf Sûresi, 90. Âyet)

Hz. Yâkup hiç ALLAH'tan ümidini kesmez. Sonunda oğullarına kavuşur.

"Sonra Allah’a yönelerek: 'Rabbimiz! Üzerimize sabır yağdır
ve Müslüman olarak canımızı al!' diye yalvardılar."
(A'râf Sûresi, 126. Âyet)

Bu âyet, Firavun'un tehditlerine rağmen, Hz. Mûsâ'ya inanan sihirbazların duâsıdır. Âyetteki MÜSLİMÎNE kelimesi hem "Müslüman olmak", hem "ALLAH'a teslim olmak" demektir.

"Mûsa, (kavmine) dedi ki: 'Allah’tan yardım isteyin ve sabredin!
Şüphesiz bütün Yeryüzü Allah’ındır; ona kullarından dilediğini vâris kılar.
Sonuç (ancak) Allah’a karşı gelmekten sakınanların olacaktır.' ”
(A'râf Sûresi, 128. Âyet)

"(Asırlardır) hor görülüp ezilmekte olan kavmi ( İsrâiloğulları'nı) içini bereketlı kıldığımız
o toprakların doğusuna ve batısına mîrascı vâris kıldık.
Böylece Rabbinin İsrâiloğulları için verdiği söz, sabretmeleri ile tamâmen gerçekleşmiş oldu.
ve Firavun ve kavminin,yapıp yücelttiği şeyleri (köşkleri, sarayları; bağ ve bahçeleri) yıkıp yerle bir ettik."
(A'râf Sûresi, 137. Âyet)

Kastedilen topraklar Filistin'dir, şimdiki İsrâil'dir, öyle Nil'den Fırat'a kadar falan değildir. Ancak Yahudiler ahitlerinde durmadıklarından, puta tapmaya başladıklarından o topraklardan defâlarca sürülmüşler, Hz. Ömer'in 637'de Kudüs'ü fethinden sonra (1099-1189 Haçlı dönemi hâriç) 1917'e kadar Filistin Müslümanlar'ın elinde kalmıştır.
Bu arada hiç Yahudi hâkimiyeti olmamıştır. Yâni ALLAH Kudüs'ü onların elinden almış, mîrâsı iptâl etmiştir. Yahudi târihinde dahi M.Ö. 1271-M.Ö. 538 arasında ve M.Ö. 472- M.S.70 arasında, bir kısmı esir olarak, Kudüs'te varlık gösterdikleri yazılıdır. Sun'i olarak 1947'de kurulan İsrâil devletinin ömrü de bu son yaptıklarından sonra pek uzun sürecek görülmemektedir.

"Andolsun ki, Mûsâ’yı: 'Kavmini karanlıklardan aydınlığa çıkar
ve onlara Allah’ın (nimet, felâket ve hesap) günlerini hatırlat' diye âyetlerimizle gönderdik.
Hiç şüphesiz bunda, çok sabreden ve şükreden kimseler için âyetler (nice ibretler, dersler) vardır.
(İbrahim Sûresi, 5. Âyet)

Hz. Mûsa bir seferinde bir muhterem zat ile karşılaşır. Ondaki bilgiye hayran kalır ve peşine takılmak ister... Bu zât tefsirlerde Hızır diye geçer.

"O, 'İyi de, sen benimle beraber sabırla bulunmaya asla dayanamazsın!
Haberdar edilsen de (içyüzünü) kavrayamadığın şeye nasıl dayanabilirsin ki?' dedi.
(Mûsa) 'İnşaallah (Allah dilerse) beni sabırlı bulacaksın
ve senin emrine karşı gelmeyeceğim' dedi.
(Kehf Sûresi, 67-69. Âyetler)

Ne var ki, Hz. Mûsa karşılaştığı üç olayda da sabredemez. Her seferinde

"O, 'Ben sana >Sen benimle beraber bulunmaya sabırla dayanamazsın?< dememiş miydim?' dedi."
(Kehf Sûresi, 72. Âyet)

diye tekrarlar:

"O, 'Ben sana >Sen benimle beraber bulunmaya sabırla dayanamazsın< dememiş miydim?' dedi."
(Kehf Sûresi, 75. Âyet)

Ve niye öyle davrandığını,

"O, 'İşte böylece birbirimizden ayrılma noktasına gelmiş olduk.
Şimdi sana bir türlü sabredemediğin o hâdiselerin iç yüzünü haber vereceğim' dedi.”
(Kehf Sûresi, 78. Âyet)

diyerek açıklar. Sonra

“O, 'Bunların her biri Rabbinden birer rahmet tezahürüdür;
yoksa bunları kendiliğimden yapmış değilim.
İşte sabretmeye tahammül gösteremediğin hâdiselerin içyüzü bundan ibârettir' dedi.”
(Kehf Sûresi, 82. Âyet)

Mûsa Peygamber bile sabır gösterememiş bâzı durumlarda. Çünkü o da insan... O yüzden ümitsizliğe kapılmayalım, ama sabırdan da vazgeçmeyelim... Hızır ve Mûsa kıssası Kur'ânı- Kerim'in Kehf Sûresi'ndedir ve İnternet'te bulunabilir.

"Tâlût ordusuyla birliktelola koyulunca askerlerine hitâben şöyle dedi:
'Allah sizi bir ırmakla imtihan edecektir. Ondan kim içerse benden değildir.
Kim ondan tatmazsa elbette bendendir. Sâdece eliyle bir avuç (su) alanlara izin var.”
Fakat pek azı dışında hepsi ondan içti.
Tâlût ve beraberindeki inananmar ırmağı geçince (geride kalanlar:)
'Bu gün bizim Câlût ve ordusuyla savaşacak gücümüz kalmadı' dediler.
Allah’ın huzûruna çıkacaklarına kesin olarak bilenler ise: 'Az sayıdaki nice topluluk,
çok sayıdaki nice kalabalığı Allah’ın izniyle yenmiştir. Allah, sabredenlerle berâberdir' dediler."
(Bakara Sûresi, 249. Âyet)

Yahudiler ile Filistinliler neredeyse 3000 yıldır birbirlerine düşmandırlar. Ancak o târihte (M.Ö. 1000'ler) İsrâiloğulları mümin, Tek ALLAH'a inanan, Filistinliler ise puta tapan kâfirler idi. Yahudiler'in ilk kralı Tâlût ( Saul diye bilinir) Filistinliler üzerine yürürken ALLAH'ın kendilerine böyle bir imtihan hazırladığını sezmiş. Sonra Yahudiler'in bir kısmı da savaşmak istememiş. Böyle bir olay Uhud Savaşı (625) önce Peygamberimiz Hz. Muhammed'in de (s.a.v.) başına gelmişti.

Yahudi İnananlar'a 3000 yıl önce söylenen "az, çoğu yener" ifâdesi, yukarıda Peygamberimiz'e 1400 yıl önce söylenen ile aynı!..

"(Savaşmak üzere) Câlût ve ordusuyla karşı karşıya geldikleri zaman da şöyle yalvardılar:
'Rabbimiz! Üzerimize sabır yağdır! Ayaklarımızı sağlam tut ve kâfirler gürûhuna karşı bize yardım et!' "
(Bakara Sûresi, 250. Âyet)

Câlût (Golyat diye geçer) dev yapılı Filistinli bir cengâverdir. Yahudiler ondan korkarlar, korkuları dualarına yansır... Câlût'u, bir çoban olan delikanlı Dâvud sapan taşıyla devirecektir.

"(Resûlüm Muhammed! Onlar ne derse desinler, sen sabret
ve güçlü kuvvetli kulumuz Dâvûd’u hatırla!
Çünkü o, (Bize) çok başvururdu. (Sen de öyle yap!)"
(Sâd Sûresi, 17. Âyet)

"Ona (Eyüb'e:) 'Eline bir demet sap al, onunla hanımına vur ve asla yemini bozma' dedik.
Gerçekten biz onu sabırlı bulmuştuk.
O ne güzel bir kuldu. O dâima Bize başvururdu."
Sâd Sûresi, 44. Âyet)

Hz. Eyüb sabrıyla meşhur bir peygamberdir. Malını, mülkünü, çoluğunu çocuğunu kaybetmiş, üstelik vücûdunu kurtçukların sardığı bir hastalığa yakalanmış, hepsine sabrettiği için ALLAH'ın lûtfuna uğramıştı. Bu da o lûtuflardan biridir. Öfkelendiği bir gün karısına on değnek dayak atacağına yemin etmişti. Sonradan pişman olmuş ama yemin ettiği için vazgeçememiş, ne yapacağını bilememişti. ALLAH ona "(onluk) bir deste sopa al, bir kere vur, yeminin yerine gelsin" diye yol göstermiş... Bâzı din adamları bundan "hile-i şer'iyye", yâni "hileli din kuralı" çıkarmışlar!.. Hiç hileli-hurdalı kural olur mu?.. Hz. Eyüb'ün yaptığı hile değil ki!.. Artniyet yok!.. Ama sizinkinde hep var!..

"(Resûlüm!) Sen Rabbinin hükmünü sabırla bekle!
Balığın arkadaşı (Yûnus) gibi olma!
Hani o sıtıntıdan (pişmanlık ve acıyla) yutkunarak (Rabbine) seslenmişti."
(Kalem Sûresi, 48. Âyet)

Yunus Aleyhisselâm hatâ etmiş, vazifeden kaçmıştı. Denize atıldı. Koca bir balık onu yuttu. O da balığın karnında ALLAH'a yalvardı, affedildi, kurtuldu.

"Bereketli kıldığımız beldeler ile onlar Seb'eliler) arasında
birbirini gören birçok yerleşim yeri oluşturduk
ve bunlar arasında seyahati uygun konaklara ayırdık.
'Oralarda geceleri, gündüzleri güven içinde seyahat edin' dedik.
Fakat onlar: 'Rabbimiz! Seferlerimizin (konaklama yerlerimizin) arasını aç' dediler
ve kendilerine yazık ettiler.
Biz de tamâmen parçalayıp bölük bölük her tarafa dağıttık.
Şüphesiz bunda sabredip şükreden herkes için âyetler (ibretler) vardır.
(Sebe' Sûresi, 19. Âyet)

"Onların yeri, sabretseler de sabretmeseler de, ateştir.
(Özür dileyip) affedilmek isteseler de onlar affedilenlerden değildir."
((Fussilet Sûresi, 24. Âyet)

"(Ey Muhammed!) İşte bunlar sana vahyetmekte olduğumuz gayb haberlerindendir.
Daha önce bunları ne sen biliyordun, ne de kavmin.
O hâlde (ibret al ve başına gelenlere) sabret;
çünkü Dünya ve Âhiret'te hayırlı son takvâ sâhiplerinindir."
(Hûd Sûnesi, 49. Âyet)

"(Yâ Muhammed!) Sabret! Muhakkak ki Allah’ın vaadi (verdiği söz) gerçektir.
Onları tehdit ettiğimiz şeylerin bir kısmını (hayatında) sana göstersek te,
seni daha önce vefat ettirsek te, sonunda hepsi Bize döndürülürler."
(Mü'min Sûresi, 77. Âyet)

"Allah’a ve Resûlü’ne itaat edin! Birbirinizle çekişmeyin!
Yoksa korkuya kapılırsınız ve kuvvetiniz (hattâ devletiniz) elden gider.
(O hâlde zorluklara) sabredin; çünkü Allah sabredenlerle berâberdir."
(Enfâl Sûresi, 46. Âyet)

Biz Dünyâ'da hayâtta olmayan Peygamber'e nasıl itaat edeceğiz?.. Onun dediklerini ve yaptıklarını yaparak!..

"Ancak sabredip iyi işler yapanlar başka!
Onlar için bağışlanma ve pek büyük bir mükâfat vardır."
(Hûd Sûresi, 11. Âyet)

"Sabret; çünkü Allah iyilir yapanların ödülünü zâyi (kayb) etmez."
(Hûd Sûresi, 115. Âyet)

"İşte onlar, sabretmelerine karşılık saraylarda (Cennet'in yüksek makam ve mevkileriyle) ödüllendirilirler
oraya selâm ve esenlik dilekleriyle buyur edilirler."
Furkan Sûresi, 75. Âyet)

"Bize yollarımızı göstermişken neden Allah'a tevekkül aetmeyelim (dayanmayalım) ki?..
(Siz inançsızların) Bize yaptığınız (bütün) eziyetlere sabrederiz.
Tevekkül edenler yalnız Allah’a dayanıp güvensinler.”
(İbrâhim Sûresi, 12. Âyet)

"Onlar (hicret edenler, göç edenler) (başlarına gelene) sabrettiler
ve yalnızca Rablerine dayanıp güvendiler."
(Nahl Sûresi, 42. Âyet)

"Şüphesiz ki Rabbin, eziyete uğratıldıktan sonra hicret edip ardından da sabrederek
cihad edenlerin (kötülükle mücâdele edenlerin) yanındadır.
Bundan (bütün bu olup bitenden) sonra Rabbin elbette çok bağışlayandır, çok merhametlidir.*
(Nahl Sûresi, 110. Âyet)

Bizce bu son âyet sâdece Peygamberimiz (s.a.v.) zamânında müşriklerin zûlmü sebebiyle hicret edenler için değil; şimdi zâlim sömürgecilerin aç ve işsiz bıraktığından dolayı yollara düşen göçmenler için de geçerlidir.

"Sizin elinizde bulunanlar (nimetler) tükenir,
fakat Allah’ın yanında olanlar kalıcıdır (tükenmez).
Elbette sabredenlere yaptıklarının karşılığını en güzeliyle veririz."
Nahl Sûresi, 96. âyet)

"(Yâ Muhammed! Benim adıma) De ki: 'Ey iman eden kullarım!
Rabbinizden (karşı gelmekten) sakının!
Bu dünyada güzel davrananlara güzellikler vardır.
Allah’ın arzı (yeryüzü) geniştir. (Sıkıntıdaysanız göç edin.)
(Ancak) sabredenlere ödülleri hesapsız bir tarzda ödenir.' ”
(Zümer Sûresi, 10. Âyet)

Sabretmelerine karşılık (ALLAH) onları Cennet ve ipekten elbiselerle mükâfatlandırır."
İnsan Sûresi, 12. Âyet)

"Onlar, Rablerinin yüzünü (rızâsını) arzu ederek (her türlü sıkıntıya) sabreder,
salâtı ayakta tutar ve onları rızıklandırdıklarımızdan gizli ve açıktan harcar,
kötülüğü iyilikle -savarlar.Şu yurdun (Dünyâ'nın) sonu onlarındır."
Râd Sûresi, 22. Âyet)

“Sabrettiğinizden dolayı size selâm olsun!
Bakın, Dünya hayâtının mutlu sonu ne kadar güzelmiş!”
(Ra'd Sûresi, 24. Âyet)

“Şüphesiz Ben bugün onlara sabretmelerinin karşılığını verdim.
İşte onlardır onlar, kurtulup murâda erenler!.”
(Mü'minûn Sûresi, 111. Âyet)

Bu son iki âyet sabredenlere Âhıret'teki hitaptır. Buradaki "bugün" kelimesi "her gün, her an" demektir. Dünyâ'da her gün, her an birileri ölmekte, kıyâmeti kopmakta, Âhıret'te hesâbını verip hakettiği yere gitmektedir. Sabredenler iyi yerlere gidiyormuş!

"Bu, (câriyelerle evlenme izni), içinizden günâna düşmekten korkanlar içindir.
Sabretmeniz (onlarla evlenmemeniz) sizin için daha hayırlıdır.
Allah çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sâhibidir."
(Nisâ Sûresi, 25. Âyet)

Câriye, zamânımızdaki düşmüş kadınlar gibidir. Yalnız durumları biraz daha iyi idi.

"(Size yapılan bir kötülüğe) ceza verecekseniz,
size yapılanın misliyle ceza verin.
Eğer (cezâdan vazgeçer) sabrederseniz,
andolsun ki bu sabredenler için elbette daha hayırlıdır."
(Nahl Sûresi, 126. Âyet)

Bu "misliyle" kelimesi yanlış anlaşılıyor, "kat kat fazlası" anlamında olduğu sanılıyor. Halbuki misliyle "aynı miktarda, benzeri şekilde" demektir.

"Görmez misin ki, size bir kısım âyetlerini göstersin diye
Allah’ın lûtfuyla gemiler denizde nasıl akıp gidiyor?
Elbette bunda çok sabreden, her dâim şükreden kimseler için âyetler vardır."
(Lokman Sûresi, 31. Âyet)

Birinci "âyetler" ifâdesi "deliller, tabiat kanunları" anlamındadır. İkinci "âyetler" ifâdesi ise, "dersler, ibretler" demektir.

Eğer birisi "ALLAH gemileri denizde yürütüyor" derse, aslında kastettiği "gemileri denizde yürüten tabiat kanununu ALLAH koymuştur. Kâinat'ın nizâmı, düzeni O'nun işidir" şeklindedir. Yoksa herkes bilir suların buhar olup göğe yükseldiğini, bulut oluşturduğunu, bulutun soğuk bir yere geldiğinde yağmur olup düştüğünü... Peki, bu işleyişi sağlayan ALLAH'ın koyduğu tabiat kanunları değil mi?

Bu işleyişten dolayı kuraklık, kıtlık, sel, deprem gibi sıkıntılara düşen kimse sabredip ALLAH'a şükretmeye devam ederse, feraha çıkacaktır.

Televizyon haberlerinde bu hususa dâir enteresan bir olaya denk geldim. (2024) Gazze'de Filistinli kadının biri üç çocuğunu ve kocasını bombardımanda kaybetmesine rağmen ALLAH'a şükrediyordu. İsrâilli bir kız da bunu görünce " 'Nasıl böyle birşey olabilir? Bu kadın bunca felâkete rağmen nasıl ALLAH'a şükretmeye devam eder?' diye hayrete düştüm. 'Böyle bir inancı acaba İslâm nasıl veriyor?' "deyip Kur'an okumaya karar vermiş... "İlk sayfayı açtım" diyor, "Bir de gördüm ki, ilk cümle 'El hamdü lillâhi rabbil âlemin - Âlemlerin Rabbi ALLAH'a şükrederim' (Fâtiha Sûresi, 1. Âyet) Şoke oldum, kalakaldım" diyor... Mesele, sıkıntıda iken bile hâline şükredebilmek!..

"(Allah) Dilerse rüzgârı durdurur da yelkenli gemiler (denizin) üzerinde öylece hareketsiz kalıverir.
Elbette bunda sabreden ve şükreden kimseler için (âyetler) (dersler ve ibretler) vardır."
(Şûrâ Sûresi, 33. Âyet)

O târihlerde gemiler yelkenli idi ve rüzgârla hareket ederdi.

"Onlar âyetlerimize kesin bir şekilde inandıkları ve sabrettikleri sürece,
içlerinde Bizim emrimizle insanları doğru yolu ileten önderler yetiştirdik."
(Secde Sûresi, 24. Âyet)

Öyle olmadı mı?.. Sabrettiğimiz ve elimizde hiçbir şey yokken gayret gösterdiğimiz için Mustafa Kemâl diye bir önder çıkıp, bütün işgâlcileri yurttan sürmedi mi?.. Şimdi de inanır ve sabredersek, bütün o ekonomik sıkıntıları atlatırız.

Gerçekten de GAYRET ve SABIR'la ulaşılmayacak şey yoktur. Dinler ve târih, bu gerçeğin Hz. Eyüp ve Mustafa Kemâl olmak üzere pek çok örneğini verir. Ama ne dinimizi, ne târihimizi , ne de Dünya târihini iyi biliyoruz. Sosyal medyadan vakit ayırıp ta öğrenme çabası da göstermiyoruz.

Bir hususu kesin olarak belirtelim: Âhıret Âlemi'nde din yoktur. Şu Müslüman, şu Hıristiyan, şu Budist diye ayrılmaz insanlar. Dinler Dünya Hayâtı içindir. Aslında bütün dinlerin esâsı birdir. Meselâ, GAYRET ve SABIR bütün dinlerde makbûldür. İnsanlar Âhıret'te Müslüman, Hıristiyan olarak değil de, niçin GAYRET ve SABIR göstermediklerinden sorgulanırlar... Peki, Âhıret'te din yos, o zaman Üstâdımız neden İslâm dininden "Peygamberimiz" diyerek misâl verdi?.. Çünkü vazifeli olduğu heyet, yâni biz, Müslümanız. O da hayatta iken Müslüman'dı ve en iyi bildiği peygamber de Hazret-i Muhammed'di. Hıristiyan bir topluluğa gelen Varlık da Hıristiyanlık'tan örnekler verir.

İşte Dünya hayâtında başarının ve bu sonu olmayan bu iki taraftaki hayâtta tekâmülün de yegâne şartı SABIR’dır.

Etrâfınıza bakınız: Herşeyden çabuk vazgeçen, GAYRET etmekten yoksun olan kişiler sizin
Dünya hayâtınızda bile mutluluğa erişemezler. Ve onların sizin gözünüzde bile fazla bir değeri yoktur.
Onlara güvenemez, itimat edemezsiniz. Herhangi bir işinizi böylelerine devredemezsiniz.

GAYRET ve SABIR hemen hemen aynı şeylerdir. GAYRET te Müslümanlık’ta ve ALLAH indinde
çok kıymetli bir meziyettir. Hattâ bilirsiniz, bir gün ulu Peygamberimiz Hazret-i Muhammed
câmiye namaza giderken yol kenarında kılıksız, pejmürde bir dilenciye selâm verir.
Etrâfındakiler bunu onun yüce vasıflarına hamlederler. Halbuki namazdan dönüşte
ulu Peygamberimiz Hazret-i Muhammed aynı fakirin önünden geçerken selâm vermez.
Etrâfındakiler bu durumdan bir şey anlamazlar... Ve kendisine sorarlar.
Kendisine “niçin biraz evvel namaza giderken selâm verdiği hâlde, şimdi selâm vermediğini” sorarlar.
Ulu Peygamberimiz şöyle cevap verir:

“Demincek namaza giderken, bu fakir elinde bir çomakla
yeri eşeliyordu. Halbuki dönüşte onu hiçbir şey yapmaksızın
tembel tembel otururken gördüm. Onun için selâm vermedim.”

Görüyorsunuz, en ufak bir GAYRET’in bile bir değeri ve makbûl tarafı var.
Bâzılarınız içinizden, ufak gayretleri küçümserler. Fakat demincekki verdiğimiz misâlden de
anlaşılacağı gibi, GAYRET’in büyüğü küçüğü yoktur!.. Ne varki, siz hakikaten içinizden gelerek
GAYRET edin!.. Sırf gösteriş olsun diye bir çaba, bir gayret sarfetmeye çalışmayın!

Üstâd'ın naklettiği kıssa kayıtlara ters geçmiş. "Giderken selâm vermedi, dönüşte selâm verdi" diye anlatılıyor. Biz Ulu Ârif Çelebi Dostumuz'un anlattığına inanıyoruz.

GAYRET ve SABIR birbiinden ayrılmaz. Üstat ta "hemen hemen aynı şeydir" demiş. Şöyle ekleyebiliriz: GAYRET'siz SABIR, SABIR'sız GAYRET olmaz!


İdâreci- Bu kadar mı Üstâdım?
Varlık- Demincek te görüşmeye başlarken mazeretimizi beyan etmiştik.
Yalnız aslında bunun üzerinde söylenecek şey çok. Fakat ilk evvelâ şu verdiklerimizin anlaşılıp
anlaşılmadığını, ruhlarınıza sindirilip sindirilmediğini görelim.
İ- Evet. Var mı efendim, SABIR ve GAYRET üzerine sual sormak isteyen?.. Adnan Bey konuşuyor.
A.B.- Efendim, “çomakla yol kazdığını” söylediniz. Bunda bir maksat var mıydı?
Bu kazma bir hedefe yönelmiş miydi? Yoksa gelişi güzel mi kazıyordu?
Bir GAYRET sarfederken bunun bir hedefi olması lâzım, kanaatindeyim. Lûtfen aydınlatır mısınız?
V- Aslında o fakirin gayretini başka yönden alalım. Daha doğrusu, ulu Peygamberimiz’in
bir misâl teşkil etmesi yönünden alalım.

Eğer… Aranızda bir lâf vardır. Aslında bu lâf menfî yönlü ve eksik bir lâftır.
Şöyle ki: "Bir müsîbet bin nasihattan yeğdir," diye… Aslında bu musîbet burda eksik.
Musîbet olduğu gibi, bunun tersi, iyi olaylar da nasihatlerden bin defa iyidir.
Yâni, (daha başka türlü söylemek lâzımsa) bir şeyi görmek, onu dinlemekten daha faydalıdır
ve daha büyük etkisi olur. İşte ulu Peygamberimiz de bu ufak misâli vermekle…
Etrâfındakilere GAYRET’in ne kadar değerli bir şey olduğunu belirtmek için bu misâli vermiştir.
O anda muhakkak ki o fakirin bir gâye uğruna mı, yoksa gelişi güzel mi yeri
kazdığını tamâmiyle anlayamayız. Daha doğrusu, bir Bedenli Varlık olarak bunu tamâmiyle
anlayamayız. Bir gâyesi olabilir, ama olmayabilir de… Yalnız esas mesele bu olayın bu şekilde
hazırlanıp Hazret-i Muhammed etrafındaki müminlere bu şekilde güzel bir misâl teşkil etmesidir…
Oldu mu, efendim?
A.B.- Teşekkür ederim.
İ- Var mı başka?... Yahya Bey konuşuyor.
Y.B.- ŞEKL’e değil, MÂNÂ’ya bakmak, MÂNÂ’yı anlamak îcâbeder.
Benim kanaatim budur. Yâni, burada bir GAYRET sarfedilmiştir. Müsbet netice verir veya vermez.
V- Evet, efendim. Biz de aynı şeyi söylüyoruz. Berâberiz. Yalnız bunu açın ki… (sizde var, var)..
Bunu açın ki, etrâfınızdakiler de bundan nasiplensinler.
Y.B.- Hazret-i Peygamber Efendimiz (s.a.v.) ümmetine o hâdiseyi bir misâl olarak göstermiştir.
Âcizâne, benim açabileceğim budur.
V- Evet, efendim. Çok güzel.
İ- Sâdi Bey bir sual sormak istiyor.
S.H.- SABIR ve GAYRET’le takdir değişir mi?
V- ….. Muhakkak ki her GAYRET’in bir takdiri vardır. Bu sizin aranızda başka,
bizim aramızda başka, daha yukarılarda biraz daha başkadır muhakkak ki.
Yanız burda “başka”dan kastım, ayrı ayrı, birbirine zıt yönler demek değil.
Daha iyi takdirdir. Daha derinine inerek takdir etmektir. Bedenli Varlıklar’da bu takdir
çoğu zaman GAYRET’in neticesiyle ölçülür. Bir şahıs ne kadar GAYRET ederse etsin,
eğer başarıya ulaşamamışsa, sizler onun gayretini küçümser ve sizin tâbirinizle
“boşa kürek” veya “akıntıya kürek çekmiş” dersiniz. Halbuki yukarlarda öyle değil.

Bâzılarınız da vardır ki, aslında… evet, belki GAYRET etme kaabiliyetleri büyüktür.
Muhakkak ki sizin hepinizin bedenî kuvveti, aklî kuvveti ve ruhî kuvveti aynı değildir.
Hepinizin bir yerde gayreti son bulur, sabrı son bulur.

İşte bâzılarınızda bu, çok büyük, bu hassalardan çok fazla olmasına rağmen,
bunun bir miktarını kullanırve büyük işler elde eder. Siz bunu birincisinden daha çok takdir edersiniz.
Halbuki bizim nezdimizde birincisi daha kıymetlidir, çünkü bütün herşeyini koymuştur oraya.

Bu TAKDİR kelimesinin iki mânâsı var. Birincisinde TAKDİR , "Bir şeyin değerini, önemini, gerekliliğini anlama / değer biçme, kıymet verme" demektir. İkincisnde TAKDİR, "insan için tespit edilen hayat çizgisi / ALLAH'ın isteği, ALLAH'ın yazdığı / Alın Yazısı / Kader" anlamına gelir.

Bizim 22 yaşındaki üniversite öğrencisi medyumumuz soruyu "değerini anlama, kıymet verme" anlamıyla naklettiği için Üstat o yönde cevap vermiş.

Meselâ, sizin aranızda bile bir zengin bir hayır işi için bir miktar para harcasa…
ve onun yanında da bir fakir aynı parayı harcasa, siz fakiri göklere çıkarırsınız.
Hattâ buna inanamazsınız bile! Öyle değil mi, efendim? Demek ki mühim olan
bizde olanı vermemiz. Ama bizde olan az olabilir, çok olabilir… Oldu mu, efendim?.
S.H.- Evet. Sualim bu aşağı yukarı. Yalnız bu “takdir”i, insanların takdir etmesi değil de,
“alın yazısı” demek istemiştim. Bilmiyorum, acaba ben mi yanlış anlattım?
V- Efendim, söyleyelim, efendim. Demincek sohbetimize başlarken, tekâmülünüzün sizin
gayretiniz ve sabrınızın bir neticesi olduğunu söylemiştik. Tekâmülümüz de bizleri takdir eden
YÜCE KUVVET’in emriyle olur. İşte o SABIR ve GAYRETLERİMİZ ne kadar takdir edilirse,
bizim tekâmülümüz o kadar yükselir.

Bu arada size bir şey söyleyeceğim. Belki çoğunuz bu tekâmülü gözünüzde biraz küçültüyorsunuz.
Yâni Dünya işlerinizi bundan daha üstün tutuyorsunuz.
Muhakkak ki sizin buraya gelirken bir yolunuz çiziliyor ve bu yoldaki (çizilen yoldaki)
bu başarılarınız nisbetinde buraya geldiğiniz zaman daha yukarı çıkıyorsunuz
ve ikinci yolunuz ona göre daha iyi çiziliyor.

Aslında bunlar sizin için çok uzun zamanlar… Bir insanın Dünya hayâtını, bedenli hayâtını bitirip
buraya gelmesi ve buralardan bâzen hemen dönmesi veya bâzen uzun zamanlar kalması
sizler için hakikaten uzun gözüküyor. Halbuki aslında bunlar o sonsuzluğun çok ufak birer parçaları…
Bu bakımdan, sizin dediğiniz gibi, bu Çizilmiş Yol'daki gayretiniz ve sabrınız, daha doğrusu
genel olarak muvaffakiyetiniz muhakkak ki bir takdir görüyor ve ikinci yolunuz, burdaki yeriniz
ona göre ayarlanıyor, efendim… Acaba oldu mu, efendim?

Gördünüz mü Üstat nasıl iki TAKDİR'i birbirine bağladı?.. ALLAH'ın takdiri ile geldiğiniz Dünya hayâtında gösterdiği GAYRET ve SABIR Âhıret Âlemi'nde yine ALLAH tarafından TAKDİR edilerek değerlendiriliyor ve yeniden Dünyâ'ya gönderiliyorsunuz. Üstat burada mevzuyu Reinkarnasyon'a getirmiş!

Daha önce de söylemiştik. Biz Reinkarnasyon'un gerçek olduğuna üç delil gösteririz. Birincisi ölüp te Âhıret'e intikâl etmiş olan Varlıklar'ın anlattıkları, yaşarken geçmiş hayatlarını hatırlayanlar ve yaptığımız ekminezi çalışmaları... Üçünün de örnekleri sitemiz de var.

Yalnız Sâdi Hoşses dostumuz bundan şüphe duymuş.


S.H.- Teşekkür ederim. Yalnız orda bir şeyi anlamadım. “Buraya gelir, sonra yine döner”…
Onu anlayamadım.
V- Yalnız bunu daha evvel de söylemiştik. Bizim bu taraftan çok fazla bahsetmemize izin yok!
Sizin buradan korkmamanızı (herşeyden evvel) temin etmeye çalışıyoruz.
Ve yine daha evvelki celselerimizde söylediğiniz gibi, buraya gelince hepsini göreceksiniz.
Yalnız, mâdemki arzu ettiniz, biliyorsunuz, arzular bizler için herşeyden üstün…

Size şöyle bir misâl verelim, efendim. Bu misâlleri aslında çok çeşitli alabilirsiniz.
Yâni, vereceğim bir misâlle sakın o tek yönden ilerlemeyiniz.
Şöyle: Siz bir dâireye müracaat ediyorsunuz, bir yere… Sırada bekliyorsunuz…
Size geliyor sıra,fakat evraklarınız eksik olduğundan onu tamamlamanız için
tekrar geri gönderiliyorsunuz. Halbuki, evrakları tamam olanlar, bir diğer tarafa geçip
buradaki işlemlerine devam ediyorlar…

Yine, deminlcek söylediğimiz gibi, bu misâli yanlış anlamamanız için daha değişik bir misâl verelim.
Meselâ, siz bir lokantaya gidiyorsunuz, fakat karnınız çok aç değil. Ne yapıyorsunuz?..
Yemeğinizi… (tabii başka gâyeniz yoksa, sırf yemek yemek gâyesiyle girmişseniz)
yemeğinizi yiyorsunuz, çıkıyorsunuz. Fakat, sizinle aynı zamanda girmiş, fakat çok aç bir kimse
karnını doyurmak için sizden daha fazla yemek yiyor ve sizden daha sonra lokantayı terkediyor.

Reinkarnasyon mantığını bundan daha iyi açıklayan bir misâl duymadım. Reinkarnasyon, tekâmül basamaklarından ibâret... ki, bu aynen böyle Kur'ân-ı Kerim'de geçer. Arayıp bulması size kalmış... Bir üst basamağa çıkmak için evrakların tam değilse (Dünya hayâtındaki GAYRET ve SABR'ın yetersiz kalmış, başarısız olmuş isen) geri döner, bir hayat daha yaşarsın.

Niye bâzı Ruhlar hemen Düny'a'ya dönüyor da, diğerleri uzun müddet Âhıret Âlemi'nde kalıyor?.. Karnı toksa (Dünyâ'da gösterdiği GAYRET ve SABIR neticesinde Âhıret'te vereceği fazla bir hesap yoksa) lokantada (Âhıret Âlemi'nde) fazla kalmıyor. Ama açsa (eksiği, noksanı, kusûru, hatâsı, günâhı çoksa, hesâbını verene kadar) uzun süre kalıyor... Ancak bu misâlleri fazla zorlamamak, yeni sorular çıkarmamak gerekir.

Aslında bu misâlleri bir sürü yönde vermemiz sizi daha iyi aydınlatır.
Fakat şimdilik, dediğimiz gibi, fazla bu hususta bilgi vermeye iznimiz yok, efendim.
Hâluk Bey görüşüyor,efendim.
V- Bir dakika, efendim... Demiştik ki (daha evvel) “Yurdumuz gönül yurdu”.
Acaba verdiğimiz cevaplardan tatmin ve memnun oldular mı?
S.H:- Efendim, çok memnun oldum. Yalnız sizin bu lûtfunuzdan cesâret alarak bir şeyi merak ettim.
Çünkü siz hem söylemek istemediniz, hem de yine cevap verdiniz bana, çok memnun oldum.

Başta buyurdunuz ki, “Bu gece çok mühim bir gece.” Eğer mahzuru yoksa,
Biz de öğrenebilecek miyiz, acaba bu gecenin mâhiyetini?
V- Söyliyeyim. Bu benle alâkalı. Bu kadar yeter herhâlde. Biliyorsunuz, insanların hayatlarında
belli başlı önemli noktalar ve târihler vardır. Değil mi, efendim?
İşte bunlardan biri bu gece benim için ve en önemlilerinden biri.
İ- Şimdi müsaadenizle Hâluk Bey Üstâdımız'a bağlıyorum.
V- Efendim, ben yine rahat etmedim. Biraz daha söyliyeyim. Çünkü duramıyorlar
ve biraz tatmin olmadılar bu cevaptan. Söyliyeyim, efendim.
Bugünkü târih benim bedenli hayâtımla bedensiz hayâtımın birleştiği noktadır.
S.H.- ALLAH makaamınızı nur etsin.
V- ALLAH duâlarınızı kabul etsin, efendim.

6 Mart târihi, muhterem Üstâdımız Ulu Ârif Çelebi'nin vefat târihidir, kendisi vermiştir. Kayıtlarda 5 Şubat 1320'de vefat ettiği yazılı, ama biz onun verdiği târihe inanırız. Kendisini hep o günde yâdettik.


İdâreci- Şimdi Hâluk Bey konuşuyor.
H.A.- Aziz Varlıktan GAYRET’in Dünya ve Âhıret makbul olabilmesi için dayandığı iki ilke
bulunduğu kanısındayım. Bunu hepimizin menfaati için açıklamaya lütuf buyururlar mı acaba?
Varlık- Şimdi efendim, bunu ben açıklarım.
H.A.- Arzu ederseniz ben söyleyeyim, arzu ederseniz zât-ı âlinizden işitelim.
V- Şimdi isterseniz…
H.A.- İsterseniz ben söyliyeyim.
V- Evet, efendim. Anlaşıyoruz, görüyorsunuz.
H.A.- Birincisi HÜSN-Ü NİYET olması lâzım gelir GAYRET’in başında.
İkincisi MEŞRÛ İSTİKAMET’ten işlenmesi îcâbeder kanısındayım. Acaba doğru mudur?
V- Şimdi efendim, bu bugün buraya gelen misâfirlerimiz hakikaten tekâmülün oldukça
üst seviyelerinde olan kimseler… Bunların arasında muhakkak ki , eh… biraz daha aşağılarda
olanlar var. Fakat toplum olarak böyle.

Şimdi, biz onun için söyliyeceklerimizi katı bir şekilde (prensipler şeklinde) söylemiyoruz.
İstiyoruz ki bu prensipleri, bu kanunları siz bu söylediklerimizden çıkarın.

Demincekki misâlimizi alalım, efendim. Dedi ki “Bir kimse bütün herşeyini ortaya koyarak
GAYRET eder. Fakat onun bu yöndeki kaabiliyeti, kuvveti vardır. Fakat aynı miktarda bir GAYRET te
daha kabiliyet ve kuvveti daha çok olan bir kimse tarafından gösterilirse, birincisi daha makbûldür”
demiştik. İşte burda HÜSN-Ü NİYET oldu. Birincisi… daha doğrusu, onun (hüsn-ü niyetin)
bir kısmı, şimdi bu … Birincisi hakikaten herşeyiyle bu gayretini ortaya koyuyor…
İkincisi ise bunu fazla önemsemiyor ve yapabileceği kısmın yarısını veya daha azını yapıyor.
Halbuki o da aynı hüsn-ü niyetle bu gayreti gösterse, daha büyük iş (belki) başaracak.
Ve muhakkak ki sizin için, ve kendisi için daha hayırlı olacak.

Kullandığımız kelimeler gençlere yabancı gelebilir. Ama İngilizce, Fransızca, İspanyolca kelimeleri ve İnternet lehçesini nasıl öğreniyorlarsa, bin yıllık târihimizden gelen ve Türkçe'nin zenginliğini oluşturan "eski" kelimeleri de bilmek, öğrenmek durumundalar. Hüsn-ü niyet, "iyi niyet" demektir. MEŞRÛ, "yasal / doğru / Hak / Şeriat'ın kabul ettiği, haram ve yanlış olmayan" demektir. İSTİKAMET ise, "doğrultu, yön" demektir. Böylece meşrû istikamet "doğru yön, doğru yol" anlamına gelir.

Demek ki GAYRET iyi niyetle, samiyetle, baştan savar gibi değil de şevkle, içten gelerek doğru yönde gösterilmeli. Öndeki arabayı geçmek, kumarda kazanmak için gösterilen gayret makbûl değil!

Varlık- Efendim, bu ilk söylediğiniz HÜSN-Ü NİYET’in bir kısmı…
İkincisi, demincek te verdiğimiz misâllerde umumiyetle zâten bu gayretlerin yönlerini
müsbet tarafa çevirmiş bulunuyoruz.
Verdiğimiz misâllerde menfi yön gördünüz mü acaba, efendim?
H.A.- Hayır.
V- İşte, istiyoruz ki bunları siz, kendiniz muhakeme edin. İşte yine burda GAYRET!..
Yine GAYRET giriyor işin içine… Bu söylediklerimizle yetinmeyeceksiniz ve bunun kafanızda
ve aranızda münâkaşasını yaparak bir GAYRET sarfetmiş olacaksınız. Değil mi, efendim?
H.A.- Evet. Teşekkür ederim.
İdâreci- Efendim, benim bir sualim var. GAYRET ve SABIR arasında ne gibi bir fark vardır?
V- Aslında fark yoktur. GAYRET bir SABIR işi değil midir?.. Sabırsız insanların gayreti bir yerde biter.
Bir yerde artık GAYRET etmek istemezler, çünkü sabırları yoktur. E, görüyorsunuz, biri
ötekine bağlı. SABIR olmayınca GAYRET olmuyor, GAYRET olmayınca SABIR’dan bahsedemiyoruz.
İ- Nedret Hanım konuşmak istiyor.
N.H.- Efendim, müsaade ederseniz ben buna cevap vermek istiyorum.
GAYRET başlangıç, SABIR son diye…
V- Şimdi efendim, siz sabrı şöyle alıyorsunuz çoğu zaman. Bilhassa… yâni bu…
(Şu şekilde söylersek herhâlde daha iyi olacak) SABR’ı daha ziyâde hareketsizlik hâlindeki
GAYRET olarak alıyorsunuz.
N.H.- Evet.
V- Halbuki SABIR her zaman, her yerde var. Bir şey okurken meselâ, sabrınız…
Meselâ, düşünün! Bir otobüstesiniz, çok sıkışık… İçinizden bir an evvel otobüsten inmek geliyor.
Fakat yine sabrediyorsunuz ve ineceğiniz yere geldiğiniz zaman iniyorsunuz.
N.H.- Efendim, ben GAYRET’i başlangıç olarak alıyorum, sonra GAYRET yerini SABR’a terkediyor.
Son olarak ta SABR’ı almıyorum.
V- Şimdi efendim, SABIR muhakkak ki bir mücâdele, herşeyden evvel. Kendi kendinizle
ve diğer dış etkilerle mücâdele… E, mücâdele de bir GAYRET gerektirmez mi?
N.H.- Tabii. Yâni, bir nev’i tamamlayan.
V- Evet, efendim.

Nedret Hanım çok ısrarcı...Halbuki GAYRET'in başladığı andan îtibâren SABIR da kendini gösteriyor. SABIR olmasa, vazgeçersin, çünkü henüz sonuç alamadın. SABIR oldukça GAYRET devam eder.


N.H.- Ama ben GAYRET’i başlangıç, SABR’ı son olarak aldım. Bilmiyorum, doğru mu?
Varlık- Efendim, ikisini bir alsanız çok daha iyidir. Yâni o zaman, GAYRET’in hakiki mânâsı o zaman çıkar, efendim.
N.H.- Evet.
İdâreci- Muhterem Üstâdım, ben suallere devam ediyorum. Fakat siz vazifeniz olduğunu söylemiştiniz.
Îcâbettiği zaman lûtfen bizi haberdar eder misiniz?
V- Evet, efendim.
İ- Adnan Bey soruyor.
A.B.- Efendim, biraz evvel “GAYRET’in SABR’a bağlı olduğunu, sabırsız gayret olamıyacağını”
buyurmuştunuz. Maddî hayâtımızda acaba şöyle bir şey düşünülemez mi? Kısa süreli işler olur ki,
bu bir gayretle sabırsız, yâni uzun müddet sabretmeksizin yapılabilir.
Misâl: Bir araba, at arabası düşünelim. Çamura saplanmıştır. Bunu birkaç kişi bir hamlede yüklenirsek,
tekerleği çevirirsek çamurdan kurtulacaktır. Binâenaleyh uzun boylu sabra şey yapmaz,
ihtiyaç göstermez. Lûtfen burasını biraz aydınlatır mısınız?
V- Burda GAYRET’in çok ufak olduğunu söylediniz. İşte SABIR da ufak. Şöyle ki, tam
kaldıracağınız anda bu işin yorucu olduğunu düşünerek bıraksanız, ne olur araba?
A.B:- Yıkılır.
V- Evet. Yalnız, muhakkak ki bu şekilde ufak şeyler hakkında düşünmek ve böyle misâller vermek,
sizler için şaşırtıcı olabiliyor. Fakat bunun derinine indiğiniz zaman…

Şimdi düşünün: Siz arabayı iterken ne düşünürsünüz?.. İki şık düşünürsünüz…
Birincisi, arabanın hareket etmeyeceği, öteki de edeceği… Hareket ettiği takdirde mesele yok.
Ama hareket etmezse, siz aynı işi bir daha yapmak mecburiyetinde kalacaksınız
ve belki devamlı olarak orda bu işi bir müddet yapacaksınız...
İşte, muhakkak ki bu aklınızdan geçer. Hani siz onu daha farketmeseniz bile...

Düşünün… Böyle bir şey yaparken kendi kendinizi kontrol edin. Bu düşünceler geçecektir (aklınızdan).
İşte zâten bu düşüncelerin geçişi ânında da siz bir, bu işi yapıp yapmamak arasında
ve başlayıp ta yapmak arasında bir SABIR gösteriyorsunuz.
Yâni, arabanın hareket etmemesi hâlinde bu işi tekrarlamak durumu var.
Bu da yine sabrınızı îcâbettirir… Oldu mu, efendim?
A.B.- Çok teşekkür ederim.
İ- Hâluk Bey bir şey sormak istiyor.
V- Evet, efendim.
H.B.- Aziz Ruh, anlıyoruz ki, bu konuda GAYRET bir enerji sarfı, SABIR da onu tahdit eden
bir zaman süresi oluyor. Onun için atbaşı berâber gidiyorlar. Değil mi, efendim?
V- Şimdi efendim, demincek söylemiştim, Hanımefendi “Hayır” dediler. Siz dâima GAYRET’i
hareketli durumlarda, SABR’ı ise hareketsiz alıyorsunuz.
H.B.- Hayır, her gayretin bir süresi var.
V- Muhakkak ki.
H.B.- SABIR da onu tesbit eden bir zaman süresi olmuş oluyor. Yâni, ikisi atbaşı berâber
ve birbiri içerisinde mündemiç oluyor.
V- Evet, efendim. Muhakkak ki GAYRET için bir enerji gösteriyorsunuz.
Bu meselâ, devamlı bir… Şöyle diyelim, daha doğrusu... Bilirsiniz ki, nice zatlar vardır,
oturdukları yerde devamlı Kur’an okurlar… ve dışardan baktığınız zaman buna hayret edebilirsiniz.
Saatlerce… Bu arada sanki ortadan GAYRET kalkmış, onun yerin SABIR almış gibi gözükür.
Demincek te söylediğimiz gibi, burda da (sizin deyiminizle) enerji kaybı vardır mutlaka.
Çünkü herşeyden evvel… ( düşünün, siz bunu kendi ilimlerinizle çözün) … muhakkak ki
en azından gözleriniz hareket ediyor, dimağınız meşgûl…
O andaki oturma vaziyetiniz bile sizden bu enerji kaybına sebep olur.
İşte zâten demek istediğimiz buydu.
H.B.- Evet.
V- Yâni, GAYRET’i sâdece hareketli durumlarda almayın. Hareketsiz durumlarda da büyük bir
GAYRET ve dediğimiz gibi bir enerji sarfı vardır.
H.B.- Teşekkür ederim.

Bütün o hareketsiz durumda sâdece GAYRET değil, SABIR da vardır. Saaatlerce hareketsiz oturmak bile SABIR ister.


İdâreci- Sâdi Bey sorma istiyor, efendim.
S.B.- Efendim, bizim muhtelif zamanlarda ben ve arkadaşlarım toplanıp, arkadaşlarımızın
gayreti ile, sabırlarıı ile ve iyi niyetleriyle bu sohbet meydana geliyor. Ve biz bu sohbete vâsıta
olan arkadaşımıza “medyum” diyoruz. Ve ondan, onun ağzından sizin âleminizden bâzı kıymetli
sözler alıyoruz. Bizi irşat ediyorsunuz. Fakat bizim de inanışımıza gölge düşüren bâzı kimseler var.
Onlar derler ki, “Bu yolunuz hatâlıdır. Çünkü Kur’ân-ı Azimüşşan’da Cenâb-ı Hak der ki,
‘Bir ruh bedenden ayrıldıktan sonra mekânına gider ve o HAKK’ın emrindedir. Artık ona hiçbir
kuvvet dokunamaz, emir veremez ve hiç kimsenin tasarrufuna giremez. Ancak ALLAH’ın tasarrufundadır’,
der” diyor Kur’ân-ı Kerim… Hakikaten ben de bu bahsi buldum ve okudum. Fakat bunun mânâsı
belki, yâni onların söylemek istediği belki “vâsıta olamaz”dır. Hakikaten vâsıta olamaz ama…
Varlık- Şimdi efendim, bunu söyleyelim. Daha doğrusu, size ben şimdi fazla bir cevap vermiyeceğim.
Yalnız geçen seferki toplantımızdaki konuları dinleyecek olursanız… ki, bunu dinlersiniz tahmin
ediyorum.
S.B.- Evet, efendim.
V- Bizim birer vazifeli olduğumuzu, bir vazifeli olduğumuz ve bu durumların bizim vazifemiz
îcâbı meydan geldiğini söylemiştik. Burda zannetmeyin ki, bizlerin elinde olan bir şey var.
Bizim de yok muhakkak ki. Bizde de değil.
ALLAH’ımız, yüce ALLAH’ımız bizlere bu şekilde, bu durumlarda karşılaştırıyor… Ve bu toplantılarımız
hakikaten bir fayda temin ettiği müddetçe devamlı oluyor ve bu faydadan uzaklaşıp ta, diğer yönlere
gittiğimiz zaman bu işte bâzı aksamalar gözüküyor…
Şimdi aranızda bâzıları niye daha evvelki yerlerine gitmeyi değil de, bu şekilde toplanmayı
tercih ediyorlar? Değil mi, efendim?
S.B.- Hedefimiz değiştiği için, efendim.
V- Tamam. Demek ki doğru yoldan ayrıldığı için.
S.B.- İlk hedef o değildi.
V- İlk hedef değil de, “sonraki hedef” diyelim. Bu başlangıç böyleydi ama…
S.B.- Evet.

Ruh hakkında Kur'ân-ı Kerim'deki ifâde şöyledir:

"(Yâ Muhammed!)Sana rûhtan (haber) soruyorlar.
De ki: 'Rûh, Rabbimin emrindendir.'
Ve size (bu hususta) ilimden pek az
bir şey dışında bilgi verilmemiştir."
İsrâ Sûresi, 85. Âyet)

Üstat ta sık sık "bilgi veremiyoruz" demiyor mu?.. Ruh ve yaptıkları elbette ALLAH'ın emrinden, yukarıda Üstâd'ın söylediği gibi... Bizim emrimize girmiyor ki!.. Kendisine verilen vazife gereği bizleri bir mürşit olarak eğitiyor, yetiştiriyor.

Derseniz ki "Bütün Ruhlar böyle mi yapıyor?", hayır. Her biri kendi tekâmül seviyesine göre davranıyor. Bâzısı kötülük dahi yapıyor, tıpkı Dünyâ'daki insanlar gibi... Ama bu, ALLAH'ın emrinden çıktığını göstermez. Annesinin kontrolünde yaramaz bir çocuk gibi davransa da, ALLAH'ın emri ve denetimi altındadır.

Sâdi Bey'in "hedefimiz değişti" dediği, daha önce devam ettiği spiritualist grubun artık eğitici olmaktan çıkmasıdır. Sâdece o değil, hedefini şaşırmış bir çok spiritualist grup, tarikat, cemaat, entellektüel grup var... Neye ve nereye katıldığını insan iyi bilmeli!


Varlık- İşte efendim, biz yine daha evvelki sohbetlerimizde bahsetmiştik. Herşey üst üste gelirse olmaz!
İlk evvelâ aldıklarımızı kendimize mâledelim. Ruhumuza emdirelim ve ondan sonra ötekine geçelim.
Fakat herşeyden evvel heirkesin bir seviyesi var. Bir dolma seviyesi de var.
Nasıl ki siz yediklerinizi hazmedemezseniz hastalanırsınız, o taraf ta öyle... Hazmedilmedi
ve iş fayda yolundan, doğru yoldan çıktı.
S.B.- Kusura bakmayın, tahmin ediyorum ki, bir çok arkadaşlar aynı şeydeler.
V- Evet, efendim. Evet, efendim. Bir şey söyliyeceğim. Aslına bakarsanız, bu şu anda bize
en yakın olan kimsenin bile daha henüz “tamâmiyle” diyeceğim… (muhakkak ki büyük bir
değişme oldu ama) tamâmiyle şey yaptığı yok. Yine bir içinde kuşku var. “Acaba yaptığım iş
doğru mu, yanlış mı?” diye… Zâten aslında bu işe bu içindeki şüphelerin doğruluk derecesini
öğrenmek için atıldı.. Acaba oldu mu efendim?
S.B.- Oldu, efendim. Çok güzel.

Gerçekten de medyumumuz "Acaba ben yanlış bir iş mi yapıyorum? İnsanları kandırıyor muyum?" diye tereddütler duyuyordu. Aslında bu hemen her medyumda olan bir endişedir. Rahmetli Reşat Bayer, Bedri Ruhselman'ın değerli bir medyumu ve Şihap adlı varlığın vâsıtası olmasına rağmen bu tereddütten dolayı celseleri bırakmış, Reinkarnasyon araştırmalarına yönemişti.


Varlık- Evet. Başka var mı efendim?
İdâreci- Handan Hanım soruyor.
H.H.- Mevzuyu biraz dağıtacağım galiba. Bir evvelki celseden bâzı şeyler bağlamak istiyorum.
V- Bir evvelki celsede, burdakilerden çok azı bulunmaktaydı.
İ- “Hayır” diyor. Sonra sorun.
H.H.- Hayır, bunlar berâber. Bu mevzuya bağlı.
V- E, zâten efendim, zâten… İşte yine SABIR… Yine SABIR… Söylediğimiz bitmeden sabırsızlık!..
Şunu diyecektim: “Bugünkü toplantımızda geçen seferkilerden çok az kişi var.
O bakımdan bu şekilde de geçen toplantımızdan birşeyler aktarmış oluruz” diyecektim.
İ- Çok özür dilerim, efendim.
H.H.- Teşekkür ederim.
V- Evet, sorunuz.
H.H.- Efendim, geçen toplantınızda yaptığınız konuşmadan anladığımız şeye göre “bir insanın
ALLAH Yolu’nda GAYRET ve SABIR’la yürüyebilmesi için muhakkak ki bir mürşide ihtiyâcı var”
diye bir şey anladım. Bu mevzuyu açmanızı rica edecektim. Mümkünse tabii.
V- Şimdi… İşte yine demincekki zât-ı muhteremin sorduğu soru ve söyledikleri ili ilgili bir konu.
HÜSN-Ü NİYET ve HEDEF…

Evet, efendim. Siz muhakkak ki GAYRET edeceksiniz.
Ama bu GAYRET, bu SABR’ı hangi yolda yapacaksınız?..
İşte size bu yolu gösterecek, bu yolda örnek olacak yine kimdir?.. ALLAH Katında
muhterem ve değerli olan kimseler… Bunlar size… yakınlık sırasına göre başlarsınız…
ve artık onları geride bıraktığınız ve daha ilerlerini… daha ilerlere gitmek istediğiniz zaman,
daha ileriye gitmişleri örnek alırsınız.

Siz gece karanlık bir yerde yolunuzu kaybetmişsiniz. (Bir ormanda, diyelim) Uzaktan bir ışık görüyorsunuz…
ve o ışığa doğru koşuyorsunuz. Biliyorsunuz, çünkü sizin kurtulma ümidiniz orda…
İşte bu da böyle. Size ışık tutacaklar ve siz gayretinizi ve sabrınızı o tutulan nurlu ışık yönüne çevireceksiniz.
Ve bu sâyede menfi değil, müsbet yolda yürümüş olacaksınız…. Evet, efendim.
H.H.- Şöyle bir şey geldi aklıma, Üstâdım, şu anda… Biliyorum, belki basit olacak ama,
“bir çocuğun ilk mürşidi annesidir” gibi geldi.
V- Sözlerimizi biraz kolay kolay anlayamıyorsunuz galiba.
Demiştik, “İlk evvelâ en yakınlarından başlayacak, daha sonra daha ilerlere, daha yükseklere
gitmek istediği zaman oralara varmış olanları kendine örnek alacak” demiştik
H.H.- Evet. Teşekkür ederim.

Handan Hanım gerçekten çok önemli bir konuya değindi. Mürşit meselesi... Herkes bunu bir tarikata bağlanmak olarak anlıyor. Gidecek, iki-üç sohbetini dinleyecek, şeyh diye bilinen adamla iki kelime bile konuşmadan onun müridi sayılacak, böylece erip Cennet'e varacak sanıyor insanlar... Yok öyle şey!.. Mürşid, yâni irşad eden, rüşdüne ulaştıran, yâni olgunlaştıran, doğru yolu gösteren kişi demektir. İnsanı önce hayâta, sonra Âhıret'e hazırlar, Cennet'e giden yolu gösterir. Öyleyse insanı ilk irşat eden kişi, İnsanın ilk mürşidi Handan Hanım'ın dediği annesidir. Sonra babasıdır. Sonra âile büyükleridir. Sonra öğretmenleridir, ustasıdır. İnsan Dünya hayâtına uyum sağlayıp tekâmül yolunda GAYRET ve SABIR göstermeden nasıl erip Cennet'e gidebilir ki?.. Sonra geçmişin büyük ve muhterem insanlarından ilham alır, okuyarak. Hazret-i Muhammed'i (s.a.v.) tanımadan bilmemne tarikatının şeyhine bel bağlamışsın, neye yarar ki?.. Hacı Bektaş'ı, Yunus'u, Mevlâna'yı bilmeden köşebaşındaki şeyhin peşine takılmışsan, nereye varabilirsin ki?.. Onlar insanları kendi zamanlarına hazırlıyorlardı. Var mı şimdi böyle bir şeyh?

Biz deriz ki, şimdiki tarikatların hemen hepsi boş sarık, boş cübbe, boş posttan ibâret!.. Hiçbiri insanları zamanımıza hazırlamıyor ki, Âhıret'e nasıl hazırlasın?


İdâreci- Var mı efendim, başka sormak isteyen?... Sizin lütfetmek istediğiniz var mı, Üstâdım?
Arkadaşlar huşû içinde dinliyorlar.
Varlık- Her zaman dediğimiz gibi, burda alınan burda kalmasın!.. Her zaman sizinle berâber,
her zaman ruhunuzun derinliklerinde olsun!.. Biliyorum ki, bunlar bizim vazifelerimiz.
Bizlere yardım edin ve vazifelerimizde muvaffak olmamızı kolaylaştırın!
Onun için yine GAYRET ve SABIR göstereceksiniz. Bu vermiş olduklarımız, vermeye çalıştıklarımız
üzerinde münâkaşalar, fikirler ileri atacaksınız aranızda… ve bunların daha derinlerine inmek için
bir GAYRET ve SABIR göstereceksiniz.
Bizim, biliyorsunuz, bu zamânımız mahdut, size bunları vermek için. Siz bunları kendi gayretleriniz
ve îmanlarınızla daha geliştirin. Daha artırın!.. O zaman biz size, hem seviyenizin yüksek olmasından,
hem de bizleri daha memnun etmiş olmanızdan dolayı, daha yakın olacağız…
ve sizlere daha çok açılacağız. Arzumuz budur, efendim.
Nur olunuz. ALLAH râzı olsun, Üstâdım. Yok mu sual sormak isteyen?..
Şimdi Üstâdım, benim bir ricam var.
V- Evet.
İ- SABIR ve GAYRET gösterildiği hâlde bir netice elde edimeyen olay var mıdır?
Veyâhut şöyle sorayım: Her arzu edilen SABIR ve GAYRET göstererek elde edilebilir mi?
V- Şimdi, aslında her gayretin ve sabrın muhakkak ki bir karşılığı ve takdiri var.
Fakat bu işte, sizin aranızda (dediğimiz gibi) bâzen takdir edilmiyor.
Ve siz istiyorsunuz ki, bu gayret ve sabrınız sizin aranızda da takdir edilsin.
Ama bunun Öbür Taraf’taki takdirini bilseniz!.. Hiç Öbür Taraf’a kıymet bile vermezsiniz.

Burada bir nakil hatâsı var, medyumun yorgunluğundan olabilir, örnek olsun diye bıraktık. Muhterem Üstâdımız "Bunun Öbür Taraf’taki takdirini (bir) bilseniz!.. Hiç Bu Taraf’a kıymet bile vermezsiniz" diyor ama, medyum ikincisini de "Öbür Taraf" diye nakletmiş. Anlaşıldığı gibi "BuTaraf" Dünya, "Öbür Taraf" ise Âhıret Âlemi...


İdâreci- Yahya ber soruyor.
Y.B.- Benimki sual değil, efendim. GAYRET ve SABIR hakkında idi.
Her iki mefhum da doğrudan doğruya insanın irâde-i cüz’iyesini ilgilendirir.
Her irâde-i cüz’iyeyi alâkadar eden cihet gibi Takdir-i İlâhi de bilâhare gelir kanaatindeyim.
Ki, öyle olmasa Hazret-i Peygamber'in ”efsâtü miftâhül cenne” hadis-i şerifi vârit olmazdı.
Varlık-Evet, efendim. Biz de demincekki söylediğimizi tekrar edelim:

”İlk evvelâ yolunuz çiziliyor, o yolda gayretiniz, sabrınız yâni başarınız takdir ediliyor…
ve ondan sonra burda yeriniz hazırlanıyor. Ve ikinci yolunuz ona göre çiziliyor” demiştik.
Değil mi, efendim?
Y.B.- Nur olunuz.

Yahya Bey'in bahsettiği hadis rivâyeti şöyle: Bir gün Peygamber Efendimiz (s.a.v.) mescidde otururken Cebrail Aleyhisselâm gelir ve şöyle der: :"Ey Muhammed! Hak Teâla sana selâm gönderdi ve bu duayı sana iletti. Senden önce hiçbir paygambere bu duayı vermemişti."

"Cennet'in Anahtarı" mânâsına Miftahul Cenne duası içerisinde 18 ayet bulunmaktadır. Çok uzun bir duadır. Her âyetten sonra bir dua gelir. Meselâ,

”Sizin ilâhınız bir tek ilâhtır. O’ndan başka ilâh yoktur. O, Rahmân’dır, Rahîm’dir. (Bakara Sûresi, 163. Âyet) )
Allah’ım, bizi Cennet'ine koy! Allah’tan başka yaratıcı yok! Muhammed Allah’ın Resûlüdür.”

Bu dua da başka dualar arasında tekrarlanır.

Varlık- Her SABIR ve GAYRET (dediğimiz gibi) aslında iki tarafta da karşılığını görür.
Yalnız sizlerin bu GAYRET ve SABIR takdiri biraz yetersiz oluyor.
Sohbetimize başladığım o ilk misâl gibi, en son yere gelip, elinizi uzatmıyorsunuz.
İşte yâni, sabrın belki bâzen yarısından dönüyorsunuz.
Sizin bu SABIR takdiriniz ne yazık ki, bu şekilde adâletsiz.
Siz aslında çok SABIR gösterdiğinizi, çok GAYRET gösterdiğinizi zannediyorsunuz
ve karşılığını alamadığınızı zannederek hemen vazgeçiyorsunuz. Bu da bir sabırsızlık!..
İdâreci- Sâdi Bey görüşüyorlar.
S.B.- Aşağı yukarı birleşti. Diyoruz ki, “Benim takdirim şu veya bu ise, ben ne kadar GAYRET etsem,
ben ne kadar çaba göstersem, onun için sabretsem, netice değişmez” kanısındayım.
Evet, çaba göstermek lâzım. Hayatta insan “olmuyor” diye oturup, yan gelmek değil maksat.
Çalışacak, gene GAYRET gösterecek. Gene zâten GAYRET’le SABIR berâber geliyor.
Bu olmazsa, o olmuyor.
V- Evet.
S.B:- GAYRET ve SABIR da o. Ama bir de TAKDİR vardır, inanmışız. Değişmiyor.
Nasıl meselâ bu âlemde banem varsa memurlarda… Barem orda kalıyor.
Gece-gündüz çalışsa o memur, hiç uyumasa, o 1500 lirak maaş orda kalır, ileri gitmez.
Bizim de Cenâb-ı HAK tarafından bir şeyimiz vardır, ALINYAZISI diyorum buna, bir TAKDİR vardır.
Benim en nihâyet olabileceğim bir hudut vardır. Nihâyet ben o olurum, daha başka şey olamam.
Ne kadar çaba göstersem, hiç uyumadan çalışsam, odur benim baremim.

BAREM, "Devlet memurlarının maaşlarının derece ve tutarlarını düzenleyen sistem ve çizelge" demektir. Emeklilerin "kök maaş"ı gibi kolay değişmez.


Varlık- İşte efendim, o baremin burda o şekilde bir sonu yok!..
Şimdi şöyle diyelim, gene sizin lisânınızla: Siz, evet, çok çalışıyorsunuz, bir umum müdür oluyorsunuz
ve belki bir miktar paraalıyorsunuz. Fakat siz hakikaten çok gayretli, çok çalışkan bir insansınız.
Bütün herkes tarafından bu biliniyor ve herhangi bir özel teşebbüste daha büyük bir maaş alıyorsunuz.
Değil mi, efendim?..

İşte bu da o!.. Daha olmazsa, bu o kadar gelişiyor gelişiyor, memleketinizin dışından aranan
bir insan oluyorsunuz ve maaşınız daha da yükseliyor. Değil mi, efendim?
S.B.- Evet.

Nasıl ki, Devlet dâiresindeki sabit maaşınızı müdür, genel müdür olarak terfi edip yükseltme imkânınız varsa, yine beğenmediniz, özel sektöre geçip, orada firmadan firmaya atlayarak maaşınızı artırmak, hattâ yurt dışında bir işe girip daha fazla maaş almanız mümkünse; tekâmül basamaklarını da GAYRET ve SABIR ile çıkabilirsiniz. Yâni TAKDİR, KADER sizi engellemiyor, bilâkis buna imkan sağlıyor.

Peki, bunun delili var mı?.. Var, hem de Kur'ân-ı Kerim'de:

"ALLAH (yazdığından) dilediğini siler,
dilediğini (değiştirmez) bırakır.
Kitaplar'n Anası (Ana Kitap) O'nun yanındadır."
(Râd Sûresi, 39. Âyet)

Öyleyse ALLAH, sizin gösterdiğiniz GAYRET ve SABIR'a göre size yeni bir yol, yeni bir kader çizebilir.


Vonra- Sonra size bir şey söyliyeceğim. Daha doğrusu, bu kelimelerimi şey yapmayın,
söylediklerim hepiniz için…
Sizi bir yere bırakmışlar ve karşı tarafta bir yere gitmeniz isteniyor.
Başlangıç noktanız ve varış noktanız sâbit… O noktadan çıkmak ve o noktaya varmaya mecbursunuz.
Gideceğiniz yollar ise çeşitli. Birbirinden çok fazla ayrılmamakla berâber çeşitli yollar….
Veyâhut ta şöyle diyelim: Yol TEK… Fakat yolun vaziyeti değişik.
Meselâ, sol tarafı tamâmen bir su birikintisi, onun yanı çamur, daha onun yan tarafı taşlık,
daha yan tarafı toprak ve daha yan tarafı çok temiz bir yol, meselâ asfalt…

Görüyorsunuz, yolunuz aynı, fakat siz eğer tutup ta yolun çamurlu tarafından giderseniz,
oraya vardığınız zaman üstünüz başınız çamur içinde kalır.
Ama diğer taraftaki temiz asfalt yolu tâkip ederseniz gayet rahat ve daha çabuk olarak
ve tertemiz olarak varırsınız. Değil mi, efendim?
S.B.- Evet.
V- İşte bu da o!.. Bu yolu seçmek sizin cüz’i irâdeniz. Fakat yolun dışına çıkamıyorsunuz.
Yâni, Küllî İrâde’nin kontrolü altındasınız… Oldu mu, efendim?
S.B.- Evet, oldu da, şimdi ortaya ayrı bir şey çıktı. İrâde-i Külliye, İrâde-i Cüz’iye gene
karşımıza çıktı. Bizim o sohbetimizde “İrâde-i Cüziye, İrâde-i Külliye karşısında cim karnında
bir nokta” diye aziz bir Varlık’tan almıştık.

Cim, Arap ve Osmanlı alfabesinde bir harftir. Kastedilen "Külli irâde 'cim' harfinin kendisi gibi büyük, Cüz'i İrâde ise ortasındaki nokta kadar küçüktür."

İdâreci- Hâluk Bey konuşuyor.
H.B:- Efendim, ben burada Sâdi Bey’in düşüncesinden farklı olarak mütâlâda bulunacağım.
Bu kader çizgisini insanlar kendileri çizerler, buyurduğunuz gibi. İkisi bir arada.
Varlık- Evet, ikisi bir arada. Şimdi … Evet, güzel...
Demiştik ki, “Fikirlerimizi, verdiklerimizi aranızda münâkaşa ediniz.”

Fakat, eğer müsaade ederseniz, ben aranızdan çekildikten sonra bu işi yapın.
Çünki, biliyorsunuz, arada bir vâsıta var. Onu da düşünmek îcâbediyor. Değil mi, efendim?
Son olarak şunu söyliyeyim: Demiştik ki, “O yoldan, çamurlu yoldanyürümek,
veyâ temiz asfalt yola çıkmak sizin elinizde.
Çamurlu yoldan yürürseniz üstünüz başınız çamurlu olarak ve daha yorgunbir şekilde
ve daha geç (belki) varacaksınız. Fakat asfalt yolda yürürseniz, daha temiz
ve daha zinde olarak ve belki daha erken varacasınız” demiştik.

Artık burda bizim vazifemiz sona eriyor.
İ- Evet, çok teşekkür ederiz, Üstâdım. Eğer bana ve medyumumuza emirleriniz yoksa,
müsaadenizi rica edelim.

İşte böyle, değerli dostlar!.. GAYRET ve SABIR göstermeden başarı elde edilmez. Sabırsızlık hiç fayda getirmez. Ne demişler?..

Sabreden derviş
Murâdına ermiş
Helvayı yemiş!

Ruhi Selman

selman@journalist.com


  • Önemli Sayfalar:

    - BİR SPİRİTUALİSTİN DÜNYASI - ANA SAYFA
    - BİR TEBLİĞ
    - ÖLÜM VE SONRASI
    - ÂHİRETTEN SİMÂLAR - 1
    - ÂHİRETTEN SİMÂLAR - 2
    - ÂHİRETTEN SİMÂLAR - 3
    - ÂHİRETTEN SİMÂLAR - 4
    - ÂHİRETTEN SİMÂLAR - 5
    - ÂHİRETTEN SİMÂLAR - 6
    - ÂHİRETTEN SİMÂLAR - 7
    - ÂHİRETTEN SİMÂLAR - 8
    - ÂHİRETTEN SİMÂLAR - 9
    - ÂHİRETTEN SİMÂLAR - 10
    - ÂHİRETTEN SİMÂLAR - 11
    - ÂHİRETTEN SİMÂLAR - 12
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 13
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 14
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 15
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 16
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 17
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 18
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 19
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 20
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 21
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 22
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 23
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 24
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 25
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 26
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 27
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 28
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 29
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 30
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 31
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 32
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 33
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 34
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 35
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 36
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 37
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 38
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 39
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 40
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 41
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 42
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 43
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 44
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 45
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 46
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 47
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 48
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 49
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 50
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 51
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 52
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 53
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 54
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 55
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 56
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 57
    - ÂHIRET'TEN SİMÂLAR - 58
    - ÂHIRET'TEN SİMÂLAR - 59
    - ÂHIRET'TEN SİMÂLAR - 60
    - ÂHIRET'TEN SİMÂLAR - 61
    - NEYZEN TEVFİK'TEN BİR ŞİİR
    - BİR OBSESYON VAK'ASI
    - ÖTE ÂLEM'DEN ŞİİRLER - 1
    - RÜYÂLAR - 1
    - RÜYÂLAR - 2
    - REİNKARNASYON
    - ANADOLU'DA REİNKARNASYON ŞİİRLERİ
    - İRLANDALI ŞÂİR JAMES CLARENCE MANGAN ANADOLU'DA MI YAŞADI?
    - KADIN HAKKINDA BİR TEBLİĞ
    - FİNCAN CELSELERİ - 1
    - FİNCAN CELSELERİ - 2
    - FİNCAN CELSELERİ - 3
    - EKMİNEZİ ÇALIŞMASI
    - İMAJ VE İLK YÜKSELME
    - RÛHÎ FİLİMLER - 1
    - ENTERESAN RÛHÎ OLAYLAR
    - ERGUN ARIKDAL VE SÂDIKLAR PLÂNI'NI TENKİT
    - BÜLENT ÇORAK VE DÜNYA KARDEŞLİK BİRLİĞİ SAFSATASI
    - CENAP BAŞMAN VE MARON TARİKATI
    - MEKTUPLAR