ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 47
Bu Celse'de iki paşa ile karşılaştık. Ama birbirine benzer yanları yoık...
Varlık : Kürt Mustafa Paşa
Medyum.... yolum kesildi... Dört kademeyi geçtim... Birden kesildi.
Tarih : 12.10.1962
Usûl : Hipnoz yoluyla rûhî infisâl
Medyum: Ali
İdâreci- Hangi kademede kesildi, efendim?..
M- ... Mahpes'teyim... Karanlık... Yalnız mercimek büyüklüğünde gözler gibi yanyana
iki ışık!...
Yüzlerce, binlerce iki ışık görüyorum...
Uğultu... Korkunç!.. Çıkmak istiyorum, tepemdeki yolum da kapandı...
İ- Yolunuzu kesen kim?
M- ... Onlara doğru gidince, onlar geri çekiliyorlar...
Varlıklar- Mağfiret!... Mağfiret!... Mağfiret!...
M- ... O iki ışıktan birisi bana doğru geliyor... Mustafa... KÜRT MUSTAFA...
İ- Hangi devirde yaşamış? Ve suçu neymiş?
M- ... Fenâ'da paşa imiş... Paşa... KÜRT MUSTAFA PAŞA... Mütâreke'nin Divân-ı Âli
Başkanı imiş...
Haksız yere 17 idâm kararı vermiş... KÜRT MUSTAFA PAŞA... (1)
İ- ALLAH taksirâtını affetsin.
Varlık- Ebedî mahpus!... Ebedî mahpus... Mağfiret!... Mağfiret!... Mağfiret!..
M- ... Yavaş yavaş yükseliyorum... Gene karanlıkların içinden geçiyorum... Tepem de açık
görünüyor...
Altımda binlerce "Mağfiret!... Mağfiret!... Mağfiret!.. Mağfiret!.. " Çıkıyorum...
Boşboş...
Yalnız etrâfım simsiyah... Işık tepemde... Çok halsizim... Halsiz olarak yavaş yavaş
çıkıyorum...
Dört defa yolum kesilmek istendi, ama üçünü geçtim... Birini... Dördüncü'de
kaldım... ve şimdi çıkıyorum...
Varlıklar- Mağfiret!...
(1) Burada duralım, bakalım KÜRT MUSTAFA PAŞA kimmiş?
Mustafa Yamulkî, 25 Ocak 1866’da Süleymaniye şehrinde Bilbaşaran (Bilbas aşireti)
ailesine mensup Kürt eşrafından bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. İlk eğitimini Said
Hüseyin Medresesi'nde Molla Fedah ve Molla İrfan’dan alan Mustafa, Bağdat Askerî Rüştiyesi'ne
birincilikle girdi. Okuldaki başarısı ve askerî dehâsından dolayı bir süre sonra kaydı İstanbul’daki
Harp Akademisi'ne alındı. Burada iyi bir eğitim alan Mustafa, entelektüel çevrelerle de ilişki kurdu,
yazdığı şiirlerle ses getirdi. İyi derecede Türkçe, Arapça ve Farsça’nın yanı sıra Kürtçe’nin bütün
lehçelerini de çok iyi biliyordu. 3 Mayıs 1888’de Hüseyin Paşa’nın kızı ve Osmanlı’nın son
dönemlerinde Şura-yı Devlet Reisliği görevini sürdüren Kürt Said Paşa’nın (Osmanlı sefiri ve
Kürt diplomatı Şerif Paşa’nın babası) kız kardeşi Safya Hanım Hendanzâde ile evlendi.
1888 yılında askerî eğitimini tamamlayınca, Hicaz’a teğmen olarak atandı. 1893 târihinde
Hoy, Urmiye ve Senendec kentlerinde, 1899’da Bağdat, 1904’te İran ve Osmanlı sınırında,
1908’de Ankara ve 1909’da Azerbaycan’da üst düzey görevlerde çalıştı. 1911’de 5. Ordu’nun
başına getirildi. Birinci Dünya Savaşı sırasında Osmanlı’nın Bağdat güçlerinin başında yer
aldığı söylenir. Ancak hayâtı boyunca silik bir asker olarak kaldı..
I. Dünya Savaşı döneminde, Mustafa Paşa Osmaniyye'de suç ve yolsuzluk skandallarını
ortaya çıkarmak için çalıştığinı iddia eder:
- “Yurttaşlarımız bilinmedik sahtekârlıklara başvuruyorlardı ve düşünülen her türlü
Tevfik Paşa Hükûmeti ilk Divân-ı Harb-i Örfi'yi 10 Aralık 1918’de kurdu.
Başkanı Mahmut Hayret Paşa, üyelerinden biri, lağvedilmiş Nizâmiye 27. Fırka
Kumandanlığı'ndan emekli (Tümgeneral) Süleymaniyeli Mustafa Paşa’ydı.
Mütâreke döneminde İstanbul’da kurulan Birinci Divân-ı Harbî Örfi Başkanı Kürt
Mustafa Paşa'dır.. Mütâreke dönemi siyâsî yargılamaları denince, akla gelen ilk hâkim olan
Mustafa Paşa, yukardaki sözlerine rağmen işbirlikçiliği, gaddarlığı ve kanun tanımazlığı ile
ünlüdür. Mahkeme Başkanı iken,
Mustafa Kemâl ve onunla ilişkili olan kişileri ölüme mahkûm etti. Mustafa Paşa, Ermeni
Soykırımı ve Süryânî soykırımı ve ayrıca Rum kırımı iddialarından dolayı Talât Paşa'yı, Enver
Paşa'yı ve Cemâl Paşa'yı ölüme mahkûm etmiştir...
Celse'de Geri Varlık
"Mütâreke'nin Divân-ı Âli Başkanı" diyor... Yanlış!.. DİVÂN-I ÂLİ, "Yüce Divân, Yüce
Meclis" demektir, şimdiki Anayasa Mahkemesi ile kıyaslanabilir.. Büyük Selçuklu Devleti’nde
ve Osmanlı'da önemli konuların görüşüldüğü, önemli Devlet konuları hakkında kararların verildiği
en büyük divâna, yâni meclise, Divân-ı Saltanat
(Divân-ı Îli) denirdi. Geri Varlık, Mutâreke döneminde Divân-ı Harb-i Örfî, yâni Sıkı Yönetim ve
Harp Divânı (Mahkemesi) Başkanı idi.
Mustafa Paşa'nın tutuklama emirleri, Dâhiliye Vekili Ali Kemâl Bey, Sadrâzam Dâmat Ferit Paşa
ve Sultan Vahdettin tarafından imzalanmıştır. Ayrıca, "Kemâlistler'e yataklık" iddiasıyla, Dâhiliye
Vekili olan Ebubekir Hazimi de mahkûm etmiştir. Mustafa Paşa, 1919 Haziran ayında görevinden alındı.
Mustafa Paşa’nın Divân-ı Harb-i Örfi'deki bu ilk görevinden ayrılmasından sonra, araya bir
Bursa Vâliliği girmiştir. Dâmat Ferit Hükûmeti’nin Sivas Kongresi'yle cebelleştiği son günlerinde
24 Eylül 1919’da Bursa Vâliliği’ne atandı. Dâmat Ferit Paşa’nın üçüncü sadâretinde Bursa
Vâliliği görevine atanan Kürt Mustafa Paşa,
vilâyette yaptığı bir toplantıda “Ermeni, Rum ve Müslüman halkın yanında
yapılmakta olan savaşların meşrû olmadığını, kezâ I. Dünya Harbi'nin de öyle olduğunu,
dolayısıyla bu harplerde ölen subay ve erlerin köpek ölüsünden farklı bir durumlarının olmadığı”nı
söyleyerek şehit asker ve subaylarımıza hakaarette bulunması, Bursa ve civârındaki askerî
birliklerdeki subay ve askerler arasında büyük bir infiâl yarattı. Bunun üzerine 56. Tümen
Komutanı Miralay Bekir Sâmi Bey, “aziz
şehitlere dil uzatarak saygıda kusur ettiği” gerekçesiyle 3 Ekim’de onun işine son verdi.
Kendisinin 24 saat içinde Bursa’yı terk etmesi istendi. Postahâne işgâl edilerek onun dışarı ile
haberleşmesi yasaklandı. Mustafa Paşa, Sadrâzam Dâmat Ferit de o gün istifa etmek zorunda
kaldığı için, direnmedi ve sessizce İstanbul’a gitti.
Mustafa Paşa, önceleri Kürt Mustafa Paşa olarak tanınırdı. Ama Bursa Vâliliği sırasında
Nemrut Mustafa Paşa olarak anılmaya başladı… O’na Nemrut denmesine, Bursa Vâliliği
sırasındaki ceberrut yönetim anlayışı mı neden oldu?.. Yoksa kurucuları arasında bulunduğu Kürt
Teali Cemiyeti’nin ileri gelenlerinden biri olan Ahmed-i Hani'nin ,
"Nubara Biçûkan" adlı eserinde
Kürtler'in Nemrut soyundan geldiklerini iddia etmesi ve Nemrut Mustafa Paşa’nın bu görüşü
benimsemesi mi etkili oldu? Bilinmez…
Mustafa Paşa’nın bu dönemde yoğun bir şekilde İngiliz yanlısı bir siyâsetle de uğraştığı
anlaşılıyor. İstanbul’daki İngiliz Yüksek Komiseri'nin 5 Ocak 1919 târihli raporuna göre, onu
ziyârete gelen İngiliz Muhipler Cemiyeti kurucusu Sait Molla, ve diğer bâzı Kürt
ileri gelenleri İngiliz mandası altında özerk bir Kürdistan istediler.
10 Aralık 1919 târihli Tasvir-i Efkâr gazetesi, askerlerin siyâsete karışamayacağı emrine
karşı gelmekten yargılanacağını, 19 Ocak 1920 târihli Yenigün gazetesi de onun asker olduğu
halde siyâsî cemiyete girmek ve Ermenice Azadamard gazetesine bölücü demeç vermekten
Esat Paşa başkanlığındaki Divân-ı Harpte yargılanmaya başlandığını yazmıştır.
Mustafa Paşa’nın, Ali Rıza Paşa Hükûmeti zamanında Dâmat Ferit Hükûmeti’ni yeniden
iktidara getirmek için yeraltı çalışması yapanların arasında olduğu haber alınmıştır. Mustafa
Kemâl Paşa, 27 Şubat 1920’de kolordulara yayınladığı bir genelgede “İstanbul’un güvenliğini sağlamak
için Anadolu ile İstanbul arasında bir tampon devlet yaratmaya yönelik bir Cemiyet-i Ahmediye
kurulduğunu, Ali Rıza Paşa Hükûmeti’ne karşı İngilizci bir hükûmeti işbaşına getirmek için
harekete geçenler arasında Kürt Mustafa Paşa’nın bulunduğunu" bildirmiştir.
Erzurum’da yayımlanan Albayrak gazetesi, 11 Mart 1920 târihli sayısında “Milletin haklarında
kararını verdiği bozguncular” listesinde Kürt Mustafa Paşa’yı da belirtmektedir.
Mustafa Paşa’nın ikinci defa Divân-ı Harb-i Örfi Reisliği'ne getirilişi, Dâmat Ferit Paşa’nın
10 Nisan 1920’de yeniden Sadrâzam olduğu dönemdedir. Bu dönemde yargıladığı kişilerden
Hüsamettin Ertürk’e söylediği bir söz bu mahkemelerin durumu hakkında fikir vermektedir:
- “Seni pek iyi tanıyorum. Nâmuslu ve dürüst bir askersin. Askerlikten başka bir işle meşgûl
olmadığından eminim. Nemrut Mustafa Paşa bu bu görevde sâdece 6 ay kalmasına rağmen, İngilizler'in emirleri
ile hukuku katlederek, yüzlerce idâm kararı verdi. İşte o kararlardan bazıları:
- Kuva-yı Milliye ünvânı tahtında çıkardıkları fitne ve fesâdın ve Kanun-i Esâsî hilâfında
ahâliden cebren para toplamak ve asker almakta ve hilâfına hareket edenlere işkence ve
cefâya cüret gibi fesâyih irtikâp etmek sûretiyle emniyet-i dâhiliyeyi ihlâl eyleyenlerin mürettip
ve müşevviklerinden Mustafa Kemâl Paşa (Üçüncü Orduyu Hümâyûn Müfettişliği’nden azledilmiş
ve askerlik görevinden çıkartılmıştır), Pâdişah tarafından da onaylanan bu kararların hiçbiri uygulanmamıştır. Tevfik Paşa
Hükûmeti zamanında da askerî yargıya taşınarak kararlar bozuldu... Yâni, kararları verdiren
Pâdişah ve İstanbul Hükûmeti değil, İngiliz baskısı idi. Baskı azalınca kararlar bozuldu. Ancak
Bayburt Ermeni tehcirinden haksız yere sorumlu tutulan
Urfa mutasarrıfı Nusret Bey ile, Boğazlıyan Kaymakamı Kemâl Bey ile
birlikte birçok kişiye verilen idâm kararları uygulandı. Geri Varlığın kendi itirâfıyla
en az "Haksız yere 17 idâm kararı vermiş" olduğu
âşikârdır.
- “Ermeniler'i, katl ve imha ve mallarını gasp ve yağma” ettikleri iddiâsıyla Zor eski
mutasarrıfı Zeki Bey,
- Hâfız Abdullah Avni Efendi’nin İdâmı (29 Temmuz 1920)
- Eski Dahiliye Vekilleri'nden Ebubekir Hâzım
(Tepeyran) Bey de, Kuvayı Milliye'yi hâin olarak kabul etmediği gerekçesiyle,
Nemrut Mustafa Paşa’nın Başkanı olduğu mahkeme tarafından idâma mahkûm edildi…
İngilizler'in körüklediği Ermeni kini, bugün dahi sürmekte, Ermeniler'in hiçbir zaman
çoğunlukta olmadıkları Doğu Anadolu'ya "Batı Ermenistan" diye sayfalar yaparak Zor
Mutasarrıfı Zeki Bey'i kötülemektedirler. Haklı mı, haksız mı, ALLAH bilir.
- Dâmat Ferit Paşa, Peyâm-ı Sabah Gazetesi Başyazarı Ali Kemâl ve İngiliz Muhibleri
Cemiyeti’nin kurucusu Sait Molla’ya Mustafa Paşa, Matbuat Umum Müdürlüğü aracılığı ile basını da tehdit etmiş, kararları
gerekçeleri ile birlikte yayımlamayan gazeteleri kapattıracağını belirtmiştir.
Dâmat Ferit’in 17.Ekim.1920 tarihinde istifa etmesiyle Sadrâzamlığa atanan Tevfik Paşa
Hükûmeti 23.Nisan.1920’den sonra verilen Divân-ı Harbi Örfi kararlarının yeniden incelenmesine
karar verdi. ..Tevfik Paşa’yı tebrik için
sadâret makamına çıkan Nemrut Mustafa’ya Tevfik Paşa sorar; “Ebubekir Hâzım Bey’in idâm
kararını nasıl verdiniz?” Nemrut Mustafa Paşa, “Aldığımız emir üzerine” cevâbını verir.
Millici Sadrâzam Tevfik Paşa öfkeyle “Kanuna, vicdâna aykırı emre uyulur mu?” diye bağırır!
Mustafa Paşa başkanlığında görülen dâvâlar sonucunda, onun başını belâya sokan Urfa
Mutasarrıfı Nusret Bey hakkında verdiği çifte karardır. Olay şöyle cereyan etmiştir:
Nusret Bey hakkında Mustafa Paşa, üyelerden Fettah Bey idâm,
diğer üyeler Recep Paşa, Recep Bey ve Ferhat Bey ise 15 yıl kürek cezâsı istemektedirler...
Sonuç olarak Nusret Bey’e 15 yıl hapis cezâsı verilir. Buna ilişkin karar imzalanır... Fakat Mustafa
Paşa, bu kararı içine sindiremez. Nusret Bey’i idâm etmeye kararlıdır. Yeni bir şâhit getirtilip
Nusret Bey aleyhinde ifâdesi alınır. Mustafa Paşa, üye Ferhat Bey’i görevden alarak yerine
yedek üye Niyâzi Bey’i getirir. Bu kez oy birliği ile idâm kararı alınır ve bu karar da imzalanır.
Pâdişah, kararı onaylar. Nusret Bey, 5 Ağustos 1920’de idâm edilir.
Temyiz Mahkemesi Nemrut Mustafa Paşa Divanının pek çok kararını bozdu…
Bozulan kararlar arasında; Daha sonra Padişah tarafından Kürek cezasına çevrilen, Eski
Dahiliye Vekillerinden Ebubekir Hazım (TEPEYRAN) Bey hakkındaki karar, Kuva-yı Milliye’ye
katılanlar hakkında verilen idam cezaları, Erzincan Tehciri davasında
Hâfız Abdullah Avni Efendi’nin idâmı (maalesef idâm gerçekleşmişti), Damat Ferid’e Suikast dâvâsı da yer almaktaydı..
Kısacası, Hurşit Paşa Başkanlığındaki Temyiz Mahkemesi, Nemrut Mustafa Paşa
Başkanlığındaki Divân-ı Harbi Örfi Mahkemesi'nin neredeyse bütün kararlarını hukuka aykırı
buldu… Ama olan idâm edilenlere oldu… Onlarca can, sırf Nemrut Mustafa Paşa’nın Türk
düşmanlığı nedeniyle suçsuz yere darağacında yok olup gitmişti.
Sevr Anlaşması'nın imzalanmasından beş gün önce, 5 Ağustos 1920'de, Mustafa Paşa,
Tercüman-ı Hakikat gazetesine verdiği demeçte “Süratle iş gördüğümüz hâlde daha görülecek
epeyce mahkememiz var. Verilen hükümleri hak ve adâlete uygun olduklarına tam kanaatim var”
demiştir. 15 Eylül 1920’de Akşam gazetesi onun bir demecini D'Orient gazetesinden aktarmıştır:
- “Mahkemelerin açık olmasından yanayım. Böylece halkın sefâletine sebep olanların yaptığı
bozgunculuğu görülecek. Dâmat Ferit Paşa, Anadolu’da kurulan hükûmetle başa çıkamayınca, İngilizler işlerini berbat
eden bu hükûmeti değiştirdiler. Yerine yeniden Tevfik Paşa Hükûmeti getirildi. Mustafa Paşa
ve mahkemenin diğer üyelerinin görevlerine de son verildi. Divân-ı Harb-i Örfi’nin yeni başkanı
Hurşit Paşa, kendinden önce alınan kararları gözden geçirerek birçok suiistimal tespit etti.
Askerî Temyiz Mahkemesi de Nusret Bey’in idâm kararı da içinde olmak üzere, kararların
bir çoğunu bozdu.
Mustafa Paşa ve birlikte görev yaptığı üyeler, 15 Kasım 1920’de tutuklandılar.
15 Kasım 1920 tarihli Peyâm-ı Sabah Gazetesinde, eski I.Divan-ı Harp-i Örfi Başkanı Nemrut
Mustafa Paşa ve âzâlardan Recep Paşa ile Miralay Recep ve Kaymakam Fettah Beyler’in,
eski Urfa Mutasarrıfı Nusret Bey’e 15 ay kürek cezâsına mahkûm etmişken, hilâf-ı usûl olarak
ikinci bir mazbata düzenleyerek Nusret Bey’i idâma mahkûm etmelerinden ve bu kararın da
infâz edilmesinden dolayı tutuklandıklarını belirten bir haber yayınlandı..İstanbul’da yayımlanan
o dönemin ünlü mizah gazetesi Karagöz, 8 Aralık 1920 târihli sayısında şöyle yazdı:
- “Dünyâ'nın üstü varsa, altı da var. Daha dün Divân-ı Harp Reisi sıfatı ile karşısına istediğini
çekerek Bu da bize, günümüzde (2016) TÜRK ORDUSU, TÜRK DONANMASI ve TÜRK HAVA
KUVVETLERİ'nin ehil mensuplarını Ergenekon, Balyoz, Casusluk gibi dâvâlarla Silivri'de hapse
atan, Vatanperver pilotları sahte raporlarla görevden uzaklaştıran, askerî okullarda kendinden olmayan
öğrencilere binbir eziyet edip ayrılmalarına yol açan Fetullahçı hâinleri hatırlattı!.. Mâsumları
yatırdıkları cezâevinde, şimdi kendileri gün dolduruyor!.. Etme-bulma dünyâsı!..
Kürt Mustafa Paşa ve ekibi, Nusret Bey
hakkında çift tutanak tutmaktan suçlu görülerek, 11 Aralık 1920’de mahkûm oldular. Karar
temyizde de onaylandı. Buna göre Mustafa Paşa 7 ay, üyeler Recep Paşa ve Recep Bey 5'er,
Fettah Bey 3 ay hapis cezâsına çarptırdı. Ancak Pâdişah, yalnızca 85 gün tutuklu kaldıktan
sonra Mustafa Paşa ve suç ortaklarının cezâsını, yeteri
kadar yattıkları gerekçesiyle affetti.
Nemrut Mustafa Paşa, Ermeni soykırımına karşı açık suçlamaları olduğu için, Milli Hükûmet
tarafından üç seneye
kadar hapse mahkûm edilmiştir. Çeşitli Türk yetkilllere karşı verdiği hükümler kaldırılmıştır.
Yetkililer tarafından tutuklandı, fakat Britanya Büyükelçiliği'nin araya girmesi ile serbest
bırakıldı. 17 Haziran 1921’de Mustafa Kemâl ve arkadaşlarının iktidar olmalarından dolayı,
âilesini Şam’a götürme banânesiyle bir süre sonra İstanbul’dan ayrıldı. İstanbul’u
terk ederek Süleymâniye'ye gitti. 28 Haziran 1921 târihli İkdam, “Kürt Mustafa Paşa, Kürtler'i
organize etmek üzere Şam’a gitti” diye yazdı. Arkasında bıraktığı, İstanbul'daki
muazzam köşk, Mustafa Kemâl yanlıları tarafından teslim alındı.
İngiliz Yüksek Komiseri Sir H. Rumbold, Dışişleri Bakanı Curzon’a gönderdiği bir yazıda,
Mustafa Kemâl’e karşı Kürtler'i kullanma plânı hakkında bilgi veriyordu. Buna göre, Yunanlılar
böyle bir imkânı araştırıyorlardı. Kürt Mustafa Paşa’ya bir süre önce bu iş için Yüksek
Komiserlik'çe Irak’a gitmesi konusunda izin çıkarılmıştı. Raporda adı geçen kişilerin toplu bir
Kürt hareketi yaratmasının ve Kürtler'i Yunanlılar'la işbirliğine sürüklemesinin kuşkulu olduğu da
belirtiliyordu.
Bu da, günümüzde (2016) A.B.D., İngiltere, Almanya ve tüm Batı Avrupa ülkeleri tarafından
PKK-PYD-HDP-KCK , DHKP-C ve TİKKO gibi sözde Kürtçü, ama aslında Ermenici örgütleri
Türkiye'de, Irak'ta ve Suriye'de desteklemelerine benziyor.
Türk Mustafa Paşa, Irak'ta Şeyh Mahmud Berzencî önderliğindeki
Güney Kurdistan ayaklanmasına katıldı. Hükûmetin kurulmasında ve askerî faaliyetlerinde
büyük emekler verdi.
19 Temmuz 1921 târihli Vakit gazetesi “Garip Bir Dâvâ” başlığı altında eski Divân-ı Harp
Başkanı Mustafa Paşa’nın, kendisine zulûm yaptığını yazan Tevhid-i Efkâr gazetesi yöneticileri
aleyhine beşer bin lira tazminat dâvâsı açtığını yazdı. Dâvâyı onun adına oğlu yürütecekti.
Mustafa Paşa’nın çeşitli suçlardan dolayı askerlikten çıkarıldığına ilişkin karar, 2 Eylül 1921
târihli Takvim-i Vekâyi’de (Resmi Gazete) yayımlandı.
Nemrut Mustafa Paşa, 21 Temmuz 1921’de Süleymâniye’de Kürdistan Cemiyeti Başkanı oldu.
10 Ekim 1921’de İngilizler'in teşvikiyle Süleymaniye başkent ilan edilerek
Güney Kürdistan Krallığı kuruldu ve Şeyh Mahmud Berzencî kral ilân edilerek hükûmet
deklare edildi. Kardeşi Sâdık Kadirî’nin Savunma
Bakanlığı Genel Müfettişi olduğu hükûmet kabinesine dışarıdan destek veren Kürt Mustafa Paşa,
Ahmed Behçet Efendi, Alî Efendi Bapîr Ağa, Fâik Ârif Bey, Hacı Ahaye Fethullah, Yüzbaşı İdham
Bey, Refik Hîlmî Bey, Sâlih Kaftan, Şeyh Muhammed Gulan, Şükrü Alaka (Hristiyan Cemaati
temsilcisi) ve Tevfik Bey gibi isimlerle "Cemaata Kudistana Mezin" (Büyük Kürdistan Cemiyeti,
bâzı kaynaklarda Kürdistan Derneği olarak da geçmekte) adlı bir cemiyet kurdular. Bu
cemiyetin esas amacı Şeyh Mahmud Berzencî hükûmetini desteklemek ve bağımsız Büyük
Kürdistan Devleti’ni kurmaktı.
8 Ocak 1922 târihli Yenigün gazetesi “Nemrut Mustafa, başına geçtiği serserilerle Tebriz
üstüne bir hareket yaptıysa da, başarılı olamamıştır” diye yazdı. 12 Şubat 1922’de aynı gazete,
“Nemrut Mustafa’nın katli inşallah doğrudur” diye yazıyordu. 26 Şubat 1922 târihli Açıksöz
gazetesinin haberinin başlığı şöyleydi: “Kürt Mustafa’yı öldürmüşler. Ellerine, bellerine sağlık!”
16 Mart 1922 târihli Yeni Adana gazetesinde şöyle bir haber yer aldı: “Süleymâniye Kürtleri
Kürt (Nemrut) Mustafa Paşa’yı katlederek, Ankara’yı tanıdıklarını bildirmişlerdir.”
Bu faaliyetler çerçevesinde 2 Ağustos 1922’de Kürtçe, Türkçe ve Farsça
yayın yapan Bangî Kurdistan adlı bir gazete çıkarılmaya başlandı. Ölmediği anlaşılan Kürt Mustafa
bu gazetedeki yazılarında sert bir dil ile Mustafa Kemâl’i eleştirmekte; Kürtler'e, ‘Mustafa Kemâl’in
oyununa gelmemeleri’ için uyarılarda bulunmaktaydı. 25 Mayıs 1936’da 70 yaşında ölen Kürt Mustafa Paşa’nın yazdığı şiirler,
1956'da, ölümünün 20. yılında yayımlandı. Mustafa Paşa'nın bir oğlu ve 3 kızı vardı.
Çocukları:
Çok uzattık... Celse'ye devam edelim:
Varlık : Ahmet Vefik Paşa
Medyum- ... MENZİL-İ MUVAKKAT'ı geçtim... Işık... Çeşitli ışık başladı... Çeşitli ışık... Çok rahat
çıkıyorum... ... Hızlandım... Hızlandım... MENZİL-İ AFİF'i geçtim... Menzil-i Afif... MENZİL-İ FAZL-ı
geçtim... Burada biraz duralım... Daha önce anlatmıştık. Bizim Medyum, Ruh ve beden münâsebetleri
gevşetilip, Mâna Âlemi'nde yükselmeye başladıktan sonra, KARANLIK TABAKALAR görüyor...
Sonra MAHBES-İ İLÂHÎ'ye geliyor. Âhiret Âlemi'ndeki İlâhî Hapishâne... Sonra İNTİZAR
MENZİLİ'ne geliyor, "Bekleme Salonu" diyebiliriz... MENZİL , "durak, konak yeri" demek zâten...
Ardından MENZİL-İ MUVAKKAT'e ulaşıyor... Yâni "Geçici Konak Yeri"... Sonra MENZİL-İ
İBTİDA geliyor.. Yanî "Başlangıç Menzili, İlk Menzil"... Ardından MENZİL-İ MAKSUT'a varıyor...
Yâni "Ulaşmak İstediği Yer, ulaşabileceği mertebe"... Sonra MENZİL-İ SUĞRA'ya çıkıyor...
"Küçük Menzil" demektir. Ardından MENZİL-İ FAZL"a çıkıyor. Yâni, "Olgunluk Menzili"...
Onun arkasından MENZİL-İ ŞÜHEDÂ geliyor, "Şehitlerin Makamı" demektir.
Medyum bâzen karıştırıyor... Çünkü MENZİL-İ SUĞRA'yı bâzen MENZİL-İ ŞÜHEDÂ'dan
önce, bâzen sonra diye naklediyor.... Nedendir bilinmez... Medyum'un yanlış nakli de olabilir.
Veyâ Medyum'un Âhıret Âlemi'ni algılaması kendi Ruh hâline göre değişiyor... Sonra MENZİL-İ
HAYR geliyor, yâni "Hayır İşleyenlerin Menzili"... Bir de MENZİL-İ AFİF var, "Temiz ve Nâmuslu
Olanların Yeri" demek... Şimdi karşılaştığımız MENZİL-İ KEMÂL için Medyum önce
"MENZİL-İ ŞÜHEDÂ'yı geçtim" dedikten sonra belirtiyor,
ama biraz sonra "MENZİL-İ ŞÜHEDÂ'nın altında" diyor,
sonra "MENZİL-İ ŞÜHEDÂ'nın ortasında" diye târif ediyor...
Yâni, bizce bu Menziller'in içinde de Katlar, Tabakalar var... Medyum'un şaşkınlığı, tereddütü ondan...
MENZİL-İ KEMÂL "Bilgi ve Erdem Menzili" demek... En sonda da PEYGAMBERÂN-I İZ'AM
MAKAAMI var, yâni "YÜCE Peygamberler Makaamı"... Tabii bunlar Medyum'un algılamasına göre
yaptığı sıralama... Doğrusu ALLAH'tan başkası bilemez!
Devam edelim:
Medyum- MENZİL-İ KEMÂL... MENZİL-İ KEMÂL...
... Şimdi arkamda, önümde, sağmda, solumda bir gürültü... bir gürültü başladı... Uğultu...
Uğultu... Celse sonunda ne oldu da, Varlık öyle dedi, anlaşılamadı. Ama Hâzirûn'dan birinin bir kusur
işlediği muhakkak!.. Medyum'un özür dilemesine rağmen Varlık terkedip gitmiş!..
Yine işimiz çok!.. Az kullanılan kelimelerle başlıyalım... HALLÂL, "hâlleden, çâre bulan,
çözen, sirkeci, sirke yapan kimse" demek...
destpotluk metodlarına el atıyorlardı.
Sürgün ve kan akıtılmasını organize ediyorlardı.
Bebekleri gazlayıp yakıyorlardı. Eli-ayağı bağlı, kadın ve kızlara ebeveynlerin
önünde tecâvüz ediyorlardı. Kızları ana ve babalarından koparıp kaçırıyorlardı. Kişisel
mülkiyetlere ve gayrimenkûllere el koyuyorlardı. İnsanları Mezopotamya'ya kadar
götürüp ve yolda barbarca muamele ediyorlardı. Binlerce insanın içinde olduğu
gemileri denize sürüp batırıyorlardı. Ermeniler'i, târihte hiçbir milletin tanımadığı,
uyumsuz koşullara sokuyorlardı."
Fakat işgâl altında çalışan bir Divân-ı Harp, vicdânından ziyâde hisleriyle
hareket eder. Bu bize yukarıdan gelen emirdir.”
- Kara Vâsıf Bey (Yirmi Yedinci Fırka Kumandanı ve
Miralaylık'tan emekli),
- Ali Fuat Paşa (Yirminci Kolordu’nun Eski Kumandanı ve Mirliva),
- Alfred Rüstem Bey (Eski Washington Sefiri ve Eski Ankara Mebusu),
- Dr. Adnan Bey
(Eski Sıhhıye
Müdürü),
- Hâlide Edip Hanım (Eski Darülfünun Garp Edebiyatı Muallimesi) (11 Mayıs 1920)
- Kuvâ-yı Milliye nâmı altına çıkarılan fitne ve fesâdın mürettiplerine iltihak etmek ve Büyük
Millet Meclisi nâmı verilmiş olan Meclis'e dâhil olmakla suçlanan
Eski Harbiye Nâzırı Ferik (Orgeneral) Fevzi Paşa (4 Mayıs 1920)
- Fevzi Paşa’ya benzer suçlamalarla; 12. Kolordu Kumandanı İzmirli Fahreddin Bey,
- 3. Kolordu Kumandanı Hüseyin Selâhaddin Bey,
- 2. Kolordu Kumandanı Priştineli Cafer Tayyar Bey,
- 14. Kolordu Kumandanı Mirliva Yozgatlı Yusuf İzzet,
- Harbiye Nezâret-i Celilesi Esbak (eski) Müsteşârı Miralay İsmet,
- Yozgad Mebus-u Sâbıkı İsmâil Fazıl Paşa,
- Erzurum Mebus-u Sâbıkı Celâleddin Ârif Bey,
- Esbak Mebuslardan Hamdullah Subhi Bey,
- Karacabey Müftü-i Sâbıkı Mustafa Fehmi Efendi,
- Esbak Mebuslardan Câmi Bey, Esbak Mebuslardan Bekir Sâmi Bey,
- Hakkı Behiç Bey,
- Sinop Mebus-u Sâbıkı Rıza Nur Bey,
- Kastamonu Mebus-u Sâbıkı ve Adliye Müsteşâr-ı Esbâkı Yusuf Kemâl Bey,
- Eskişehir Mutasarrıf-ı Esbâkı Fatin Bey,
- Ankara Müftü-i Sâbıkı Mehmet Rifat Efendi
- ve Bursa’da Fırka Kumandanı Miralay Bekir Sâmi Bey (6 Haziran 1920)
- Erzincan’da otelcilik yapan Hâfız Abdullah Avni Efendi,
- firârda olan Erzincan eski mebusu Hâlet Efendi,
- Hacı Vahidzâde Rızâ Efendi ile
- Dersim aşiret reislerinden Karmu Yusuf
- ve Erzincanlı Jandarma Çavuşu Arslan,
- Erzincan’ın Pülümür kazâsına bağlı Danzik nâhiyesi müdürü ve aşiret reisi Kakü
(8 Nisan 1920- Pâdişah tarafından onayı 27 Temmuz 1920)
- Bayburt ve Ergani Mâdeni Ermeni tehciri ve taktili iddiasıyla Urfa Eski Mutasarrıfı Nusret Bey
(20Temmuz 1920- Pâdişah tarafından onayı 4 Ağustos 1920- İdamı 05 Ağustos 1920)
suikast girişiminde bulundukları iddiasıyla;
Dramalı Rıza ,
- Halil İbrâhim,
- Mehmet Ali
- ve
Tevfik Sükûtî Beyler. (11 Haziran 1920 - İdamlar 12 Haziran 1920)
Beni şiddetle hareket etmekle suçlayanlar, ya İttihatçı, ya milliyetçi,
ya da bunların cinâyetlerini örtmek isteyenlerdir.”
gelişigüzel idâm eden Mustafa Paşa, bugün adlî bir mevkuf olarak cezâevi koğuşunda
sıra bekliyor!”
1 Ekim 1924’te Kürdistan Cemiyeti Başkanı
sıfatıyla Milletler Cemiyeti’ne bir mektup yazan Kürt Mustafa Yamulkî, mektubunda Türk yönetiminin
"Kuzey Kürdistanlılar'a karşı göstermiş olduğu saldırılar"ı protesto ederek Türk Devleti’nin
Musul üzerindeki talebine cevaplar vermiş ve "Musul ile Kerkük’ün yalnızca Kürdistan’a âit
olduğunu" öne sürmüştü.
-Albay Aziz Yamulki, 1982de Bagdat'ta öldü....
- Zehra Yamulki, Izzet Begi Caf'la evlendi ve 1972de Bağdat'ta öldü..
- Dr.Anyom Yamulki, 1919’da Kürt Kadınları Teali Cemiyeti’ni
kurdu, 1968 yılında Pâris'te öldü..
- Ve Meliha Yamulki....Ne olduğunu bulamadık.
Tarih : 12.10.1962
Usûl : Hipnoz yoluyla rûhî infisâl
Medyum: Ali
Ellerim dizlerime yapışık... Bacaklarım
yapışık... Dimdik çıkıyorum... ...
... (anlaşılmıyor) ... gibi dimdik
çıkıyorum...
Burada ne durak yeri, ne de etrafta bir eşya var... Bomboş!... boşlukta çıkıyorum...
Boşlukta...
MENZİL-İ ŞÜHEDÂ'yı geçtim... MENZİL-İ KEMÂL... MENZİL-İ KEMÂL... MENZİL-İ
KEMÂL...
MENZİL-İ ŞÜHEDÂ'nın altında.... MENZİL-İ ŞÜHEDÂ'nın ortasında....
MENZİL-İ ŞÜHEDÂ'yı geçerken bacaklarım kıvrıldı... Diz çökmüş
gibi yukarı çıkmaya başladım...
Şimdi de diz çökmüş vaziyette oturuyorum... Altımda minder
falan yok...Ama çok yumuşak bir yerde oturuyorum....
Şimdi dizlerimi de görüyorum... Ellerimi de
görüyorum... Vücudumu da görüyorum... Etrafımı görüyorum...
Ben bir sümbül tarlasının
ortasında oturuyorum... Koku tamâmen sümbül kokusu... Sümbül...
sümbül... Sümbülden başka
birşey yok!.. Elimi kaldırıp yanımdakilerden bir tâne koparmak istedim..
dizime değiyor ama,
elimi kaldıramıyorum... Elimi yapıştırmışlar gibi... Elimi yapıştırmışlar gibi...
Yapıştırmışlar...
Sâdece başımı çeviriyorum... Arkama yatmak istedim, ağzımla koparırım diye...
Vücudumu
kımıldatamıyorum... Yalnız başımı sağa sola döndürebiliyorum... Uçcsuz bucaksız
bir sümbül
tarlasının ortasındayım... Başka hiçbir şey yok... Hiçbir şey!.. Yüzlerce kilometre uzunlukta,
genişlikte bir sümbül tarlası... Sümbül... kokusu burnumu sızlatıyor... Yüzüme gelen rüzgârda
da
sümbül kokusu var...
devam ediyor...
O kadar şiddetli ki,
sarsıldım!.. On metre ileride, sümbüllerin ortasında birşey yükselmeye başladı...
Önümde, az
ilerimde sümbül renginde bir tüle bürünmüş... duman gibi o sümbül tarlasının ortasından
çıkıverdi...
Yavaş... yavaş... yavaş.... insan.. bir... bir insan... sümbül renginde tüle bürünmüş
bir insan...
ellerini, kollarını göremiyorum... Bacaklarını da göremiyorum... Sütun gibi... Sâdece
başı var...
Uzun saçları omuzlarına dökülmüş... saçları gümûşî renkte... Üzerindeki tül sümbül
renginde... sümbül...
Kaşları çok gür, fakat çatık... "Sâkin ol," dedi... Bana seslendi... "Sâkin ol!"
... Kayar gibi geliyor...
O gelirken önümdeki sümbüller yana yatıp, onun kaydığı yer yol hâline
geliyor... Çok yavaş kayıyor...
Çok yaklaştı... Yüzü güzel ama ürkütücü... Çatık kaşlı... Kaşları
çatık... Saçları da gümûşî renkte...
AHMET VEFİK... AHMET VEFİK..
İdâreci- Nur içinde yatsınlar, efendim.
Varlık- Fenâ'da ismimin sonuna PAŞA ekleyiniz... AHMET VEFİK PAŞA... (2)
İ- Emir ve arzuları var mı? Lûtfetsinler.
V- Çabuk olsunlar... Hâllâl-ı müşkülât olmadığım hâlde, bu vazifeyle tavzif edildim.
İ- Var mı umûmî suali olan?
V- Çabuk olunuz!..
İ- Efendim, Kadri Bey'in ricâsı şu: Barak Baba'nın beytini iyi anlıyamadım. "Bunun bir
felsefî gâyesi,
bir tasavvufî gâyesi olması lâzım" diyorlar. (3)
V- Düzeltiniz: REBBÂK...
İ- ??? "Ben görünüşte Âdem'in oğluyum ama, gerçekte ona baba olduğuma dâir tanığım
var."...
"Bu beyiti anlıyamadım," diyorlar.
V- Tanığına lüzum yok. Hangi bir tavuk vardır ki, doğurduğu yumurtadan çıkmasın?..
Vahdet-i Vücut'ta hilkate temas ediyor... Dâvânın kendisi başlangıcın aynıydı... (?)
İ- Medyumumuz sizin bu güzel izâhatınızı bize zorlukla naklettiler. Daha rahat olarak
verilmesini rica ediyoruz.
V- Tavuk bir yumurtanın eseridir. Ondan sonra kendisi de yumuruta yumurtlamaya başlayıp,
bir çok tavukların anası olur. Bu sizin anlamanız gereken cihet... REBBÂK'ın kastettiği mânâ,
Vahdet-i Vücut'un esâsını izah ediyor... Vahdet'in başlangıcını Fenâ'da Âdem Aleyhisselâm
teşkil eder.
Havva onun eseridir. Sen de ondan devam eden, devam ettirecek olan bir parçasın.
Kökü Mâzi-yi İlâhî'ye,
kaynağa giden, bir devam eden ve devam ettirensin!
İ- Kadri Bey diyorlar ki, "Âdem de bir Ruh olduğuna göre, ondan nasıl oluyor da, diğer insanlar
meydana çıkıyor?"
Hatta diyor ki, "Ondan sonra gelen ben, 'Âdem'in babasıyım' diye nasıl iddiada
bulunabiliyor?"
V- Nasıl ki, Fenâfillah'a eriştiği zaman MANSUR da "ENEL HAK (Ben ALLAH'ım)" dedi.
İ- "Yâni, vârit olmayan bir iddia olarak kabul ediyor. Öyle mi?" diyorlar.
V- Hayır! O'ndan gelen herşey aslın başlangıcını teşkil eder. Tecâhül-ü İblisiye... Tecâhül-ü
İblisiye...
MANSUR da "ENEL HAK" dedi. "Ben ALLAH'ım" dedi. Filhakiyka iddiasında haklıydı.
(4)
Bir kaynaktan çıkan ve ilerlediği yerde bir mâniaya çarpan da geri dönse, kendisini o kaynağın
ilki olarak kabul edebilir. Haklıdır... Söyleyen, Âdem'i başlangıç olarak kabul etmiyor...
"O da" diyor,
"benim gibi bir parçaydı." Ve Vahdet-i Vücut'u bir sel-i müntevî şeklinde
izâhına gidiyor.
İ- Anlaşıldı mı?
Kadri Bey- Evet.
V- Mürâilik yaptı, sahte beyânda bulundu.
İ- Kadri Bey diyorlar ki, "Zaman kaybetmemek için ben kabul ettim. Medyum güçlükle
naklediyor.
Teype tesbit ettiğimiz için yarın dinler, daha iyi anlamaya çalışırım."
V- Donan buz, arı bir cisim olarak kendisini meydana koyamaz. O, suyun donmasından
meydana gelmiştir.
Aslı sudur.
İ- Baltacı Mehmet Paşa'nın Prut Seferi'ndeki, târihçilerin yazdığı gibi bir takım rivâyetler var.
Bu rivâyetler ne dereceye kadar doğrudur? (5)
V- Katerina'nın defterindir. (?) Esâsı 1052'de... Baltacı denen önce cezâ-yı sezâsını Fenâ'da
da,
Ukba'da da bulan mâyesi bozuk şahıs, nefs-i emmâresine tamâmen mağlûb olup,
Katerina'nın
tuzağına yakalanmış. Kusuru ordunun bozgununa vermiş... Tek hakikat budur.
İ- Efendim, Hüseyin Bey'in ricâsı şu: İnsanlar ölürken bir tek noktaya bakar ve ondan sonra
gözlerini kapar.
Bunun bir sebeb-i hikmeti var mı?
V- Evet... İsm-i Zât-i Vechi'ye o sırada bakmak lâzımdır. Takallüs ediyorsa, gideceği
Menzil'i görüyor,
tebessüm ediyorsa gideceği Menzil'deki mükâfâtı görüyor... Son an artık
Ukba'nın hakikatının
anlaşıldığı geri dönülmeyen andır. Takallüs çekeceği ızdırâbı, tebessüm
kavuşacağı bahtiyarlığın delilidir.
Bir sual daha sorabilirsiniz.
İ- Peki, efendim. "Filozofi metafiziktir" diyorlar. "Filozofinin işi âlemin mâhiyetini mutlak sûrette izah
etmektir."
Bu ne demektir?
V- Cehl-i mürekkebin deryâsında yüzenin fikri karışmış... Filozofiden maksat, murat,
FELSEFE ise;
METAFİZİK Felsefe'den evvel mânevî kâinatın içinde bir koldur. Birbiriyle
mukayese edilmemesi lâzımdır.
FELSEFE; ilimlerin hallemedikleri mes'eleleri, yine ilimlerden
kuvvet ve hız alarak hâlle uğraşan
şahsî bir görüş, temelli bir düşünüştür. METAFİZİK; gâye-yi
illet mes'elesiyle, bilgi mes'elesiyle
(efrenciyûn bunlara epistomoloji, antoloji diyor) uğraşan,
fizik ötesi, elemlaren mevzuunun dışında olan
mes'elelerle uğraşan bir Felsefe koludur.
Ruhiyat bir ilimdir. Bu, Ruh'un mâhiyetiyle uğraşmaz,
tezâhürleriyle uğraşır. Ruh'un mâhiyetini,
ilimlerin halledemedikleri mes'eleleri, yine ilimlerden kuvvet
ve hız alarak hâlle uğraşan şahsî
bir görüş, temelli bir düşünüş olan Felsefe'nin Metafizik kısmına bırakır.
Anlamadığını ikrar et!
İ- Anladım, efendim. Şahsî suallere geçelim... Nebahat Hanım'ın ricâsı: Kocamın
rahatsızlığının tedâvisi
mümkün müdür? Durumu hakkında biraz bilgi verir misiniz?
V- ... Diğer gizli hayâtında olduğu gibi, tedâvisinde de ihtiyatsızlığı bıraktığı ve devâmı meşk
olarak
kabul ettiği takdirde, şifa bulacaktır.
İ- Timuçin Bey'in ricâsı: Benim Tepedelenli Ali Paşa ile bir akrabalık olduğu söylenmektedir.
Fakat şecerede bâzı kopukluklar vardır. Acaba bu söylenti doğru mudur?
V- ... Yedinci büyük dedesi... Tepedelenli'nin torunu Mehmed'in oğludur.
İ- Beyhan Hanım durumunu soruyor. Lûtfeder misiniz?
V- ... Delik bakraçla su taşımayı terketsin.
İ- İlhan Baysal Hanım'ın ricâsı: Benim Tokyo'da incilerim çalındı, külliyetli miktardı. Acaba
bunu kim çaldı?
V- Kazûratın görülmemesi için insan zekâsı kanal ve lâğımı icât etmiştir.
İ- Anlaşılamadı.
V- Kazûratın görülmemesi için insan zekâsı kanal ve lâğımı icat etmiştir. Biraz daha
deşerse,
hayâl kırıklığı sonsuz olur. kendi hayâtına tesir eder. Artık onun lâfını etmesin.
İ- Hüseyin Bey'in ricâsı: Annemin Ruhuyla temas temin edebilir miyim?
V- Kim dedi ki, bizler muhririz (?) veyâ mübâşiriz diye?..
Eyvah!.. Eyvah!.. Müstesnâ... Eğer duygularınızın temizliğinden şüpheye düşülseydi,
"Lânet
yağmuru üzerinize olsun!" tazarrusunda bulunurduk!..
M- ... Afedin!.. Afedin!...
.... İniyorum...
MÜŞKÜLÂT , "güçlükler, zorluklar" demek...
Celse'deki HALLÂL-İ MÜŞKÜLÂT , ""zorlukları halleden kimse" mânâsındadır.
TAVZİF , "vazifelendirme, görevlendirme, iş verme" demektir.
TECÂHÜL , "bilmez gibi görünme, bilmezlikten gelme, câhil gibi davranma" demektir.
Celse'deki "tecâhül-ü İblisiye, "İblis'in bildiği bir şeyi bilmezden gelmesi" demektir.
MÜRÂİLİK , "ikiyüzlülük" demektir.
SEZÂ , " uygun, yaraşır, bir şeye değer, münasip, lâyık" demektir. Celse'de CEZÂ-YI SEZÂ
şeklinde geçmiş, "ona lâyık cezâ" demektir.
VECİH , " yüz, çehre, yol, tar, bir kavmin büyüğü, başkanı, şefi, güzel, hoş uygun,
yaraşır" anlamları vardır. Celse'de İSM-İ ZÂT-I VECHİ şeklinde geçmiş, karışık, doğru olamayan
bir tamlama, herhalde kastedilen "sözü edilen zâtın yüzü" demek...
TAKALLÜS , "kasılma, büzüşme" demektir.
KAZÛRAT , "pislik, insan pisliği, süprüntü" demektir.
(2) AHMET VEFİK PAŞA
Kimi kaynaklara göre, 3 Temmuz 1823’de
İstanbul’da doğdu. Ancak doğum târihi hakkında 1813’ten 1823’e kadar değişik kaynaklar
gösterilir. Rum kökenli Hâriciye Nezâreti memurlarından Ruhittin Efendi'nin oğludur. Dedesi
Yahya Nâci Efendi, Müslüman Osmanlı memurlara yabancı dil öğretmek için kurulan ve Devlet'in
yıkılışına kadar varlığını sürdüren Tercüme Odası’nın ilk müslüman çevirmenidir. Babası da
Fransızca bilirdi ve çevirmenlik yapmış, Tercüme Odası’nda çalışmış bir kişiydi. Türk
edebiyatının büyük şâirlerinden Abdülhak Hamid Tarhan’ın babası Hayrullah Efendi ile de kardeş
çocuğu olan Ahmet Vefik'in yetiştiği âile çevresi, onu dil öğrenmeye, çevirmenlik yapmaya
yöneltmiştir. Zamanla 16 dil bilen bir bilim adamı olmuştur. Şimdi var mı böyle bilimi adamı, devlet adamı
bilmem!
1831 yılında İstanbul’da başladığı eğitimini, babasının görevi nedeniyle gittiği Pâris’te
dönemin gözde okullarından Saint Louis Le Grand Lisesi’nde tamamladı. Babası, Pâris’e elçi
olarak atanan Mustafa Reşit
Paşa’nın tercümanlığını yapmaktaydı. Kendisi de Paris’te bulunduğu süre içinde
Fransızca’yı anadili gibi öğrendi. Fransızca’nın yanısıra İtalyanca, Yunanca ve Lâtince de
öğrendi.
1837’de yurda döndüğünde Tercüme Odası’nda memuriyet hayatına başladı. 1840’da elçilik
kâtibi göreviyle Londra’ya gitti ve İngilizce öğrendi. İki yıl sonra Sırbistan’da, İzmir’de,
Memleketeyn’de (Eflâk ve Boğdan) geçici ve özel görevler aldı. Bu arada İstanbul’a döndükçe
mertebesi yükseltilerek yine Tercüme Odası’na atandı. Kısa bir süre pasaport dâiresinde müdürlük
yaptı. Sonra tâbiyet işlerini çözmek ve sonuçlandırmak için İzmir’e gönderildi. 1845 yılında
İzmir’den dönünce, mevkii yükseltilerek “Tercüme Odası Mümeyyizi”, 1847’de “mütercim-i evvel”
(başçevirmen) oldu. 1847’de Devlet'in ilk resmî salnâmesinin hazırlanması işi kendisine verildi..
Salnâme, resmî ve özel kurumlar tarafından bir sene boyunca gerçekleşen olayları topluca
göstermek üzere hazırlanan defterdir.
1849’da mütercim-i evvel rütbesinin yanısıra başmümeyyizlik rütbesini aldı. Aynı yıl Reşit
Paşa tarafından kendisine Aydın’da bir çiftlik hediye edilen ünlü Fransız şair Alphonse de
Lamartine’in rehberliği ile görevlendirildi, onunla bir buçuk ay geçirdi. 1849 yılında Macaristan
mültecileri olayını çözmek için görevlendirildi. Olağanüstü yetkilerle Memleketeyn’de komiser
vekili olarak görevlendirilen Ahmet Vefik Paşa, İstanbul’a döndüğünde Memleketeyn ile ilgisini
kesmedi ve bu yerler hakkında rahatça bilgi edinebilmek için Rumence öğrenmeye başladı.
1851’de pek çok konudaki derin bilgisi nedeniyle, diğer resmî görevlerinin yanısıra, yeni
kurulan
Encümen-i Dâniş adlı bilim kuruluna üye seçildi ve bu üyeliğin gerektirdiği çalışmaların
içinde yer aldı. 1851’de Encümen-i Dâniş’de görevlendirilmesinin hemen ardından Tahran’a elçi
olarak atandı ve dört yıl bu görevi sürdürdü.
Tahran’da elçilik binâsını Osmanlı Devleti toprağı
olarak ilân edip, bayrak çektiren Ahmet Vefik Paşa, elçilik binâlarına bayrak asma âdetini
getiren kişi oldu.
Paşa, gittiği yerlerde resmî görevlerinin yanısıra özel olarak dillerini, kültürlerini,
geleneklerini öğrenmek âdetinde idi. İran’da Fars dilini ve İran târihinin kökenlerini öğrendi;
bu ülkenin edebiyat, felsefe ve din konuları ile de yakından ilgilendi. Tahran’da doğu dillerini
incelemesi ve dillerin târihsel gelişimine kafa yorması, onu Osmanlıca’nın Farsça ve Arapça’nın
etkisinden kurtarılması düşüncesine sevketti. Türkçü bir tutum geliştirdi.
Küçük yaşlardan beri kendisini koruyan Mustafa Reşit Paşa’nın Abdülmecit’e Sadrâzam
olması ile önemli görevlere getirilen Ahmet Vefik Paşa, “Meclis-i Valây-i Ahkâm-ı Adliye”
üyeliği (1855), “Deâvi Nâzırlığı” (1857), Pâris elçiliği (1860) yaptı. Pâris büyükelçiliği sırasında
III. Napolyon ile aralarında yaşanan gerilim, fıkralara konu oldu.
Pâris Sefâreti'nden İstanbul’a döndükten sonra, 1862’de Darülfünun’da Hikmet-i Târih
(Târih Felsefesi) hocası, aynı sene içinde Bursa’da Evkaf Nâzırı oldu. Dârülfünûn hocalığı
sırasında “Şecere-i Türkiye”' (Türklerin soy kütüğü) adlı eseri, Çağatay Türkçesi'nden İstanbul
Türkçesi'ne çevirdi; Türklerin Târihi'nin Osmanlı Târihi ile başlamadığını savundu. Ayrıca
“Lehçe-i Osmânî” ve Türk Lugati hazırlayarcak, değişik Türk lehçelerinin varlığını gösterdi.
Evkaf Nâzırlığı görevi sırasında çeşitli zelzelelerde, özellikle de 1855 depreminde hasar
görmüş ve o güne kadar onarım görmemiş Osmanlı yapılarını tâmir ettirdi. 29 Mayıs 1862
yılında Pâdişah Abdülaziz tarafından Divân-ı Muhâsebat Reisliği'ne tâyin edilen Ahmet Vefik
Paşa, bugünkü adıyla Sayıştay'ın ilk başkanlığını yapmış oldu. 1864 yılında nereden ve neden
çıktığı anlayşılmayan halkın şikâyetleri üzerine Bursa’daki görevinden alınarak, yıllarca resmî
bir görev verilmedi. Bu süre içinde Türk târih ve edebiyatına yeni eserler ve tercümeler
kazandırdı. Mehmet Emin Âli Paşa’nın ölümünden sonra, Mahmut Nedim Paşa’nın Sadrâzam
olması ile, kendisine yeniden Devlet görevleri verildi. 1872’de Maarif Nâzırı
olarak atandı ama 1873’de görevden alındı. Kısa bir süre Edirne Vâliliği yaptı. 1876’da
Petersburg Bilim Akademisi’ne üye seçildiği için Petersburg’a gitti... Lehçe-i Osmânî adlı eserini
ortaya çıkarmasında, ona Türk lehçelerini inceleme fırsatı veren bu seyahat etkili olmuştur.
18 Mart 1877’de çalışmalarına başlayan ilk Meclis-i Mebusân’ın İstanbul üyesi olarak seçilen
Ahmet Vefik Paşa, Meclis-i Mebusân'ın başkanlığını yaptı. Oturumları diktatörce idâre ettiği
yolunda eleştirilere uğradı.
1878’de tekrar Maarif Nâzırı, daha sonra da Sadrâzam oldu ve yüzyıllardır kullanılan
“Sadrâzam” sözcüğünü “Başvekil” olarak değiştirdi ama pek tutmadı.. Bu göreve geldiği sırada
İmparatorluk, 93 Harbi’nden yenik çıkmıştı. Rusya ile yapılan ağır anlaşma koşullarını hafifletmek
için çalıştı ve donanmanın teslimini önledi. Sultan Abdülhamid’i hâl edeceği yönündeki bir jurnal
nedeniyle 18 Nisan 1878’de görevinden azledildi.
1879-1882 yılları arasında Bursa Vâlisi olarak görev yaptı. Vâliliği sırasında Bursa yolları ve
caddelerini Pâris Belediye Başkanı George Euègene Haaussmann’dan esinlenerek yaptırdı.
Bursa’da zarar görmüş pek çok önemli anıtın onarımı, şehre getirttiği Fransız mîmar Leon
Parvillee tarafından gerçekleştirildi. Ayrıca şehre Hükûmet Konağı, Memleket Hastanesi,
Belediye Binâsı, Tiyatro Binâsı yaptırdı. Yaptırdığı tiyatro binâsında çevirdiği Molière eserlerinin
sahneye konulmasını sağladı. İstanbul’da yıktırılan Gedikpaşa Tiyatrosu’nun oyuncularını
himâyesine alarak Bursa’ya getirtti. Sahnelenecek oyunların dekorundan provalarına kadar
herşeyiyle ilgilendi. Ahmet Vefik Paşa’nın kurduğu bu tiyatro, İstanbul dışında Anadolu’da
kurulan ilk tiyatrodur. Onun izinden giderek Adana Vâlisi Ziya Paşa da 1880 yılında Adana’da
bir tiyatro yaptırdı.
Ahmet Vefik Paşa, ayrıca vâliliği sırasında “Müntehabâı-ı Durûb-ı Emsâl” (Atalar Sözlüğü)
adlı yapıtının içeriğini 5.000 maddeye çıkarıp Hüdâvendigâr Matbaası’nda yeniden bastırdı. (1881)
1882’de Bursa Vâliliği görevinden alınan Paşa, Mehmet Sait Paşa’dan boşalan Sadrâzamlık
makamına tekrar atandı ama, 3 gün sonra görevden alındı ve bir daha kendisine resmî bir
görev verilmedi... Pâdişah II. Abdülhamid’in onu Sadrâzamlığa atayıp, 3 gün sonra görevden
almasının, bâzı vekillere gözdağı vermek için olduğu öne sürülür.
Ahmet Vefik Paşa, bu olaydan sonra ölümüne kadar Rumelihisarı’ndaki evinde ilmî ve edebî
çalışmalar yaptı. Oluşturduğu kütüphâne, “İstanbul’un en zengin kütüphânesi” olarak tanındı.
2 Nisan 1891’de (kimi kaynaklara göre 1890’da) İstanbul’da, Rumelihisarı’ndaki köşkünde
vefat etti. Rumelihisarı’nda Kayalar Mezarlığı’na defnedildi. ALLAH gani gani rahmet eylesin!..
Bize de onun gibi ilim adamları, devlet adamları nasip etsin!
Ahmet Vefik Paşa’nın ünlü kütüphânesi, ölümünden sonra kısım kısım satılmış, satış
1902’ye kadar sürmüştür. 1902’de kütüphâne binâsı ve kalan kitaplar Rıza Paşa adında biri
tarafından satın alındı. Rıza Paşa Koleksiyonu daha sonra Maarif Nezâreti tarafından satın
alınmış ve Dârülfünûn’a verilmiştir. Kütüphâne binâsı ise 1927 yılında satıldı. Şimdi kimdedir, ne
hâldedir, bilinmez.
(3) Varlık BARAK BABA ifâdesini "REBBÂK" veya "berrak" diye düzeltiyor. Tam
anlaşılamıyor. Araştırmamızda BERRAK BABA diye birini bulamadık. REBBAK BABA
diye araştırınca karşımıza REBAK soyadlı İngilizler, Amerikalılar çıkıyor. Bir hata olsa gerek...
Barak Baba 1257 doğumludur. Ünlü bir Babaî dervişidir.
Kesin olarak nerede
doğduğu bilinmemektedir. Anadolu'nun Selçuklu Türkleri'nin eline geçmesinden sonra
Müslümanlaştırılması görevini bu büyük zatların üstlenmesi ile Anadolu'da çeşitli tekke ve
zâviyeler kurulmuş ve bu insanlar tarafından devamlı dolaşılır olmuştur. Şamanizm'den izler
taşıyan Bâbâilik tarikâtı, Anadolu'ya göçen Türkler-Türkmenler arasında taraftar bulmuş, sonradan
Alevilik tarikatına dönüşmüştür. Barak Baba 1307 târihinde vefat etmiştir.
(4)
BARAK BABA'nın "Ben görünüşte Âdem'in oğluyum ama,
gerçekte ona baba olduğuma dâir tanığım var" ifâdesine Varlık, MANSUR'dan, VAHDET-İ
VÜCUT'tan ve ENEL HAK'tan bahsederek cevap vermiş... Şimdi bize bunları açıklamak düşüyor.
HALLÂC-I MANSUR veya Mansûr el-Hallâc, asıl adıyla "Ebû’l Moğıt Huseyn bin Mansûr
bin Mehemmed
Beyzâvvî" , 858 yılında İran'ın Güney Horasan Eyâleti'ne bağlı Nehbendan Şehristanı'nın Meyghan
kırsalındaki "Tûr" köyünde dünyaya geldi. Mansûr’un dedesi Mahamma Mecûsî, Beyazid
Bistâmî'nin babası gibi bir Zerdüşt idi. Babası âilesiyle Dicle yakınlarına, Araplar tarafından
kurulmuş bir yerleşim bölgesi olan Vasıt'a taşındı. Mansûr, 12 yaşında burada hâfız oldu. Babası
nasıl İslâm'a girmesine izin verdi, nasıl okuttu, bilinmez.
Önceleri kısa bir süreliğine sûfî azizlerinden Beyazid-i Bistâmî’nin de mürşidî olan Zû’l-Nûn
el-Mısrî’nin öğrencisi Sahl al-Tustarî’nin müridi oldu. 29 yaşında Basra’ya geldi. Buradan
Bağdat’a giderek tanınmış sûfîlerin sohbetlerine katıldı. Daha sonra ise Emr el-Mekkî ile
Cûneyd-î Bağdâdî’nin talebesi oldu. 896 yılında ilk haccını yapmak üzere Hicaz’a gitti. Burada
vaktini ibâdetle geçiren Mansur, daha sonra bir grup sûfî ile birlikte Bağdat’a dönerek Cüneyd’in
sohbetlerine devam etti. Fakat, hocalarıyla fikir ayrılığına düştüğü için, onlardan ayrılarak
Tüster’e döndü. Mansur daha sonra 5 yıl sürecek bir yolculuğa çıkmak üzere Tüster’den ayrıldı.
Horasan, Mâverâünnehir, Sicistan ve Kirman bölgelerini dolaştı. Fars’ta halka vaazlar verdi,
onlar için eserler yazdı. Ardından Ahvaz’a geçti ve âilesini de buraya getirtti. Ahvaz’da meclis
kurup vaazlar vermeye başlayan Mansur, halkın ve aydınların büyük teveccühüne mazhar oldu
ve burada Hallâc-ı Esrâr diye tanındı. Daha sonra âilesini Ahvaz’da bırakarak 400 müridiyle
birlikte ikinci defa hac yapmak üzere Basra üzerinden Mekke’ye gitti. Hac dönüşü Basra’da
bir ay kaldıktan sonra Ahvaz’a gelen Hallâc, âilesini ve buranın ileri gelenlerinden bir grubu
yanına alarak Bağdat’a geçti. Burada bir sene kaldı; ardından "küfür ve şirk beldelerini Allah’ın
dinine dâvet etmek için mânevî bir işâret aldığını" söyleyerek, âilesini müridlerinden birine emânet
edip, deniz yoluyla Hindistan’a gitti. Böylece Horasan, Tâlekan, Mâverâünnehir, Türkistan,
Maçin, Turfan ve Keşmir’i dolaştı. Gezdiği yerlerdeki halk için eserler yazarak İslâm’a
girmelerinde etkili oldu. Onun tesiriyle müslüman olanlara Mansûrî deniliyordu. Bu durum
kendisini büyük bir üne kavuşturdu.
Bu seyahatten dönünce aleyhindeki faaliyetler de tekrar başladı. 903 senesinde üçüncü defa
hacca gitti ve burada 2 yıl kaldı. Bâzen ibâdet ediyor, bâzen de halk arasına karışıp hacda
kesilen kurbanlar gibi, Allah yolunda kendini feda etmeye hazır olduğunu haykırıyordu. Bir ara
Arafat’ta kendisine hakaret ve işkence edilmesini istedi.
Bağdat’a dönen ve bir ev satın alan Hallâc’da bir değişikliğin meydana geldiği farkedilmişti.
Hakkında anlatılan bir hikâyeye göre, Bağdat’ta açıkça Hak yolunda canını feda etmek istediğini,
kanının dökülmesinin halk için helâl olduğunu ilân etti.
Karmatiler’in Abbasî Devleti’ni
tehdit ettiği, 870 yılında başlayıp 883 yılına kadar devam eden
Zenci İsyânı'nın
izlerinin henüz silinmediği, istikrarsızlığın devam ettiği bir dönemde, Hallâc’ın sözleri ve
davranışları halk ve ulemâ arasında yeni bir huzursuzluk meydana getirdi. Davûd ez-Zâhirî
öncülüğünde bir grup, Hallâc’ın aleyhinde bir faaliyet başlattı. Bâzıları onun sihirbaz, şarlatan
veya deli olduğunu ileri sürerken, bâzıları da kerâmet sâhibi bir veli olduğunu söylüyordu.
Aleyhindeki faaliyetler artıp, bir kısım müridleri tutuklanınca, kendisini de aynı âkıbetin beklediğini
anladı ve Ahvaz’a kaçtı. Sûs’ta bir dostunun yardımıyla Dânyâl Peygamber'in makaamı civârında
bir yıl saklandı. 913'de yakalanarak Bağdat’a getirildi ve idâm talebiyle mahkeme önüne çıkarıldı.
Vezir Ali bin Îsâ el-Kunnâî onu üç defa siyâset meydanında teşhir ettikten sonra, hapsedilmesini
yeterli gördü. 8 yıl süren hapis hayâtı, genellikle dostu Nasr el-Kuşûrî’nin evindeki bir odada göz
hapsi şeklinde geçti. Bütün ihtiyaçları karşılandı, ziyâretçi kabul etmesine izin verildi.
HALLÂC-I
MANSUR, hapiste iken Bağdat ve çevresindeki etkisi giderek arttı. Orada Kitâbü’t-
Tavâsîn’in “Tâsînü’s-Sirâc” ve “Tâsînü’l-Ezel” bölümlerini yazdı. Hallâc’ın savunduğu Tâsîn,
tevhîd akîdesinin özü olan "Fî" ve "An" kavramı, Vahdet-i Vücud’daki "Her şey Allah’tır"
akîdesinden farklı olup, "Her şey Allah’tadır ve her şey Allah’tandır" anlamına gelmektedir.
Kendisinden sonra gelen ve "72 millete bir gözle bakmak" gibi sözlerle tüm farklı inanç ve
kanaatleri hoşgörü ile değerlendiren Yunus Emre gibi sûfilerde görülen kucaklayıcı, anlamaya
dönük yaklaşımın kökleri, Hallâc-ı Mansur'a kadar uzanmaktadır. Ünlü Alman tasavvuf
araştırmacısı
Annemarie Schimmel'in Hallac'dan aktardığı aşağıdaki satırlar
onun farklı inançtan insanlara nasıl baktığını apaçık bir şekilde göstermektedir:
- Öğrencilerinden biri bir Yahudi'ye hakaret eder ve Hallac'ın kızgınlığını üzerine çeker.
Bir süre sonra sâkinleşen Hallac ona:
- "Sevgili oğlum. Bütün dinler, ulu Tanrı'nın dinleridir. Tanrı, her bir dini ile ayrı bir
- "Bilesin ki Yahudilik, Hıristiyalık ve diğer dinler, sâdece çeşitli sanlar ve farklı isimlerdir;
der... Hallac'ın bu ifâdesi, "Dinde zorlama yoktur"
(Bakara Sûresi, 256. Âlet) emrine uygundur. Aslında bütün dinlerin özünün aynı, Tek Din
olduğunu belirtir. Yine ondan aktarılan şu satırlar onun Tanrı
ve insan arasındaki ilişkiye bakışındaki geniş perspektifi ortaya koymaktadır:
- "Yeryüzünde hiçbir imansızlık yoktur ki, altında imân saklı olmasın! Hallâc-ı Mansur, "ALLAH'ta yok olmak" mânâsına söylediği "Enel Hakk - Ben Hakk'ım"
sözü bahâne edilerek 912 yılında tutuklandı. Hallâc hapisteyken de aleyhindeki faaliyetler bütün
şiddetiyle devam ediyordu. Cezâlandırılması yönündeki taleplerin artması üzerine, Vezir Hâmid
bin Abbas tarafından idâm isteğiyle tekrar hâkimler heyetinin önüne çıkarıldı. Delillerin yetersiz
olduğunu söyleyen hâkimler, idâmı için hüküm vermekten kaçındıklarından, mahkeme uzun
sürdü.
Hallâc-ı Mansûr’un idâm sebebi olarak, Abbasiler’e karşı ayaklanmış olan Karmatiler’le
gizlice mektuplaştığı, “Enel Hakk” sözüyle ulûhiyyet iddiasında bulunduğu, haccın farz
oluşunu inkâr edip, yeni bir hac anlayışı ortaya koyduğu şeklinde çeşitli iddialar ileri
sürülmüştür... Vezir Hâmid’in ısrarlı tâkibi ve baskısı karşısında Mâlikî kadısı Ebû Ömer
Muhammed bin Yûsuf el-Ezdî idâmına hükmetti. Hanefi kadısı İbn Bühlûl’ün muhâlefetine rağmen
bu hüküm diğer kadılara ve şâhitlere imzalatıldıktan sonra, Halife Muktedir-Billâh tarafından
tasdik edilince Hallâc, 26 Mart 922 tarihinde Bağdat’ın Bâbüttâk denilen semtinde önce
kırbaçlandı. Burnu, kolları ve ayakları kesildikten sonra idam edildi. Başı kesilerek Dicle
üzerindeki köprüye dikildi. Gövdesi yakılıp külleri nehrin sularına savruldu. Kesik başı iki gün
köprüde dikili bırakıldıktan sonra Horasan’a gönderilerek bölgede dolaştırıldı... Derler ki, suya
atılan külleri "Enel Hakk" yazmış!..
Hallâc’ın asıldığı yer zamanla önem kazanmaya, Hak şehidi bir velinin türbesi olarak ziyâret
edilmeye başlanmıştır. Vezirliğe yeni tâyin edilen Ali bin Mesleme’nin, görevine başlamadan
önce Hallâc’ın kabri olarak bilinen yeri ziyâret ederek, mânevî huzurunda dua edip, niyazda
bulunması, Abbasî Devleti’nin ondan özür dilemesi ve itibârını iâde etmesi anlamına gelmiştir.
Daha sonra Hallâc adına burada türbe inşa edilmiştir.
FENÂFİLLAH , "ölmeden önce ölmüş gibi olup, yokluk sırrına ermek, ALLAH'ın varlığında
yok olmak" mânâsı taşır. Daha derinini ancak Fenâfillah'a ermiş olanlar verebilir.
(5) BALTACI MEHMET PAŞA
ve Rus Çarı BÜYÜK
PETRO'nun karısı ÇARİÇE KATERİNA
arasında PRUT SAVAŞI
sırasında geçtiği öne sürülen hâdise sorulmuş...
Baltacı Mehmed Paşa veya Pakçamüezzin Baltacı Mehmed Paşa 1662 doğumlu,
ilme olan merakıyla kendini olağanüstü bir şekilde geliştirmiş Trablus, Cezayir ve Tunus
gibi önemli yerlerde görev yapmış, daha sonra Saray'da görev yaparak kısa sürede kendini
ispatlayarak Sultan III. Ahmed'in saltanat döneminde, iki kez Sadrâzamlık yapmış
(25 Aralık 1704 - 3 Mayıs 1706 ve 18 Ağustos 1710 - 20 Kasım 1711 aralarında) bir zattır.
Hayâtındaki en önemli dönüm noktası, Rusya ile yapılan Prut Savaşı'nda (1711)
Serdâr-ı Ekrem, başkomutan görevidir. Savaşı kazanmıştır ama, dedikodusu yüzyıllarca
dile dolanmıştır. 30 Kasım 1712'de öldüğü sanılmaktadır.
O dönemde Rusya'nın başında Çar I. Petro vardı. Bizim târihçiler
"Deli Petro" diye bilir. Kendi
ülkesinde başarılarından dolayı "Büyük Petro" diye anılır... Rusya'nın sıcak denizlere inmesi için
Osmanlı engelini aşmayı hedeflemekteydi. Poltava Savaşı’nda İsveç Kralı
Demirbaş Şarl’ı yendi. Şarl, Osmanlı topraklarına çok yakın bir bölgede bulunan Bender
Kalesi’ne sığındı. Osmanlı Pâdişâhı’na mektup yazarak Ruslar'ın eline düşmek üzere olduğunu
bildirip yardım istedi.
O zamanın Osmanlı'sı, başı sıkışanın kurtarılmak için müracaat ettiği son çâre idi…
Sultan III. Ahmed , hem Demirbaş Şarl’ı kurtarmak, hem de Petro’nun “Büyük Rusya”
hayâlini yıkmak üzere Rusya’ya savaş açtı.
Osmanlı Devleti Rusya'nın kendi üzerinde
kurmak istediği bu baskıyı önlemek amacıyla, Sadrâzam Baltacı Mehmet Paşa komutasındaki
yaklaşık 140.000 kişilik ordusunu Rusya üzerine gönderdi. (9 Nisan 1711)
Osmanlı donanması da 360 parça gemiyle Karadeniz’e açılarak, Azak Denizi’ndeki Rus
donanmasını imha ile Azak Kalesi’ni fethetmek üzere harekete geçti. Rusya ise Mareşal
Şeremitiyev komutasındaki 60.000'den fazla
ordusuyla Prut nehri kıyısında Türk kuvvetleriyle karşılaştı. Baltacı
Mehmed Paşa, son derece usta bir manevra ile Rus ordusunu dört yandan kuşatmayı
başardı. Yapılan savaşta kısa sürede yoğun topçu ateşiyle Osmanlı kuvvetleri Ruslar'ı ilk
günden itibâren
yenilgiye uğratmaya başladı. Günlerce süren yoğun Osmanlı bombardımanı Ruslar'a çok ağır
kayıplar verdirdi. Bunun üzerine Rusya Başkomutanı Mareşal Şeremitiyev, Baltacı Mehmet
Paşa'dan barış istedi. İlk barış önerisi Baltacı tarafından kabul edilmedi ve Osmanlı baskısı daha
da arttı. Bunun üzerine bir süre daha dayanan Şeremitiyev, ikinci bir mektup yazarak barış isteğini
tekrarladı. Savaş uzayacağa benziyordu. Savaş uzadıkça yeniçerilerde bıkkınlık alâmetleri
görülmeye başlamıştı. Baltacı Mehmed Paşa, Harp Divânı'nı topladı: “Rus Çarı sulh istiyor,
ve her ne talep edilirse vermeyi kabul ediyor. Arzumuz gibi hareket ederse, sulha müsaade mi
edelim, yoksa emanma (barış istemesine) bakmayıp harbe devam mı edelim?” diye sordu.
Kırım Hânı hâriç, komutanların çoğu şu görüşte anlaştılar: “Eğer istediklerimizi bize teslim
eder ve tekliflerimize râzı olursa, sulh yapmak kazançtır. Önümüz kış, muharebe uzarsa, burada
barınamayız. Şimdiden Yeniçeriler arasında savaşa karşı bir isteksizlik seziliyor. Maazallah
fena bir durumda, savaşın bozgunla neticelenmesi ihtimâli vardır,” dediler.
Tartışmalar sonunda barış teklifi kabul edildi. Bütün ihtimâlleri düşünen Baltacı
Mehmet Paşa Rusya Başkomutanı Mareşal Şeremitiyev'in barış önerisini kabul etti. Ertesi gün
ordugâha dâvet edilen Rus murahhası Pyotr Şafirov ile barışın şartları görüşmelerine
başlandı ve bir süre sonra da meşhur “Prut Antlaşması” imzalandı. (22 Temmuz 1711)
Buna göre; Azak kalesi Osmanlı Devleti'ne geri verilecek,
Rusya'nın tâkip ettiği İsveç Kralı XII. Demirbaş Şarl ülkesine serbestçe dönebilecek, Rusya
İstanbul'da dâimi elçi bulundurmayacak ve Lehistan'ın içişlerine karışmayacaktı.
Görüldüğü gibi bu, Osmanlı için başarılı bir antlaşmadır... Ancak Baltacı Mehmet Paşa'nın
siyâsî rakipleri dönüşte Pâdişâh'a durumu farklı izah ettiler, yok edilmek üzere olan Rus
ordusunun Baltacı'nın keyfî hareketleri yüzünden kurtulduğunu anlattılar. Böylece Baltacı
Mehmet Paşa eski otoritesini kaybetti.
Bu savaş sırasında efsâneleşmiş iddia şudur ki, Çariçe Katerina, kuşatma sırasında, tam
TÜRK ordusunun saldırıp Ruslar'ı imha edeceği günün gecesinde, Rus hazinelerini toplayıp
Osmanlı ordugâhına sızmış, Baltacı Mehmet Paşa'nın çadırına girmiş ve Rus ordusunun barış
teklifini kabul etmesi için yalvarmış, o gece ne olmuşsa olmuş, Baltacı'nın da bu yüzden
antlaşmaya râzı olmuş!.. Varlık, bu konudaki suale, Baltacı denen
önce cezâ-yı sezâsını Fenâ'da da, Ukba'da da bulan mâyesi bozuk şahıs, nefs-i emmâresine
tamâmen mağlûp olup, Katerina'nın tuzağına yakalanmış. Kusuru ordunun bozgununa vermiş...
Tek hakikat budur" cevâbını vermiş. Buna göre anlatılan efsâne doğru!.. Târih olarak ta,
hicrî 1052'yi vermiş... Bu Milâdî 1642 yapıyor ki, bizim olayla ilgili değil. 1642 Sultan IV. Mehmed'in
doğduğu, Galile'nin öldüğü yıldır. Savaş 1711'de oldu.
Varlık "Bu olay doğrudur," diyor ama, bu iddianın hayâl mahsülü olduğunu aşağıdaki
öne sürenler de şöyle diyorlar:
1) 1711 yılında yapılan Prut savaşı ile ilgili ne Rus arşivleri, ne de Osmanlı arşivleri Baltacı
ve Katerina arasında görüşme yapıldığıyla ilgili bir bilgi vermiyor. Yâni, böyle bir olayla ilgili en
ufak bir bilgi söz konusu değildir. (Buna da itiraz var: Osmanlı arşivi niye versin?.. Baltacı, Katerina'yla
geçirdiği geceyi gelip anlatacak, kayda geçirecek, zabıt tutturacak değil ya!..)
Bir de Çariçe Katerina'nın resmini gösterip "değer miydi?" diyenler var.
insan topluluğunu meşgûl etmektedir. İnsanlar inandıkları dinleri kendileri seçmediler.
Bilakis Rahman ve Rahim olan Tanrı, insanları inandıkları dinler için seçmiştir.
Eğer bir kimse başka bir kimseyi, inandığı dinin doğru olmadığı iddiasıyla kınarsa,
bu hareketiyle o insanın kendi irâdesiyle bir tercih yapmış olduğu yolunda bir hüküm
vermiş olur."
fakat hepsinde maksat aynıdır, farklı değildir. Ben dinlerin ne olduğu konusunda çok
düşündüm. Neticede gördüm ki, dinler, bir kökün çeşitli dallarıdır. Bir insandan, onu
alışkanlıklarından alıkoyan ve bağlarından koparan bir din seçmesini talep etme!
O zâten varlığın sebebini ve yüce gâyelerin mânâsını kendisinin en iyi anladığı şekilde
arayacaktır,"
İtaat yoktur ki, altında
kendinden büyük isyan saklı olmasın!
Ve kendini tamâmen ibâdete adama hâli yoktur ki,
altında saygıdan ferâgat hâli olmasın!
Sevmek iddiası yoktur ki,
altında edepsizlik saklı olmasın!
Fakat ulu Tanrı, kullarına istidatlarına göre muamele eder."
2) İddialara göre Baltacı Katerina'nın altınlarına ve mücevherlerine kanarak savaşı
durdurmuş!.. Oysa ki, zâten Osmanlı Devleti Rusya'yı savaşta köşeye sıkıştırmış ve Rusya
Osmanlı'nın her isteğini kabul ediyor. O halde her istediğini alabilecek gücü olan Baltacı Mehmet
Paşa, niçin Katerina'nın altınlarıyla şantaj yemiş olsun?.. (Bir defa bu şantaj değil, rüşvet!.. Sonra
savaşarak alsa, ya asker ganimet diye malı yağma edecek, ya da hazineye "irâd" kaydedilecek.
Baltacı'ya birşey kalmayacak!.. Bu da ikna edici bir açıklama değil!)
3) Baltacı Mehmet Paşa'nın o dönemde Saray içinde bulunan siyâsî rakipleri bile böyle
bir olaydan bahsetmemişlerdir. Böyle bir olay olsa, rakipleri bunu kullanıp dile getirmez miydi?...
(Saray'daki rakipler, "Bunu yapan iki kişi / Biri erkek, biri dişi / Başka bilmez hiçbir kişi" tarzı
cereyan etmiş bir ilişkiyi, nereden duyup bilecekler ki?)
4) Yapılan antlaşmayı Baltacı kabul etmiştir. Ancak hiçbir antlaşma Serdâr-ı Ekrem'in keyfî
kararıyla olmaz. Osmanlı Devleti'nde barış antlaşmaları için Serdâr-ı Ekrem'in kararı yeterli
değildir. Ancak askerlerden, diplomatlardan ve vezirlerden oluşan Harp Divânı bu kararı verebilir.
Prut antlaşması da böyle olmuştur. O hâlde Harp Divânı'nın tamâmı Katerina ile şimdi birlikte mi
oldu? (Bundan saçma bir açıklama olamaz!.. Harp Divânı zâten Yeniçeriler'den dolayı savaşmak
istemiyordu. Antlaşmayı güle oynaya kabul etmişlerdir. Kaldı ki, Sadrâzam ve Serdâr-ı Ekrem
"Barış yapalım" diyecek te, Divân'da birileri buna karşı çıkacak!.. Yâhu, bugün Üniversite
Yönetim Kurulu'nda Rektör'e karşı akademisyen çıkaran bir tek üniversite bile yok!.. Bugün bile!:.
Böyle kurullar mensuplarına maaş temin etmekten başka bir işe yaramaz!..Tepedeki yöneticiler
diktatörce işi yürütür.)
5) Savaş sırasında 82 yaşında olan Baltacı Mehmet Paşa'nın yaşını düşündüğümüzde
Katerina ile bir ilişki içerisinde olması mümkün değildir! (Kim demiş??? Evelallah, benim 90
yaşında baba olmuş tanıdıklarım var. 80 yaş ne ki?.. 77 yaşında Deniz Baykal bile 35 yaşında
milletvekil yaptığı
evli sekreteri ile basılmadı mı?.. Bu da geçerli bir reddiye değil!)
6) Savaşın olduğu dönemde İstanbul'da bulunan Osmanlı Pâdişâhı III. Ahmed'dir.
Sultan III. Ahmed devrini 4 ciltte tüm teferruatıyla nakleden târihçi Râşid böyle bir olaydan
bahsetmemiştir. (Yâhu, târihçi Râşid, Baltacı'nın çadırında şamdan mı tutuyordu ki,
bahsedebilsin?.. "İki kişi arasında" dedik.)
7) Hiçbir Avrupa kaynağında, arşivinde böyle bir görüşmeden yine bahsedilmiyor.
(Avrupalılar'dan şamdan tutan var mıydı ki, kalkıp gördüklerin yazsınlar?.. Bunların hiçbiri gerçek,
tutarlı, ikna edici açıklama değil!.. Buna rağmen "böyle bir hâdise cereyan etti" demiyoruz.)
Yalnız bu resim ileriki yaşlarında... Katerina, Letonyalı bir köylü ailesinin kızı... Asıl adı Marta
Skrovnovska... Ruslar, İsveç ile yaptıkları savaşlar sırasında kızı esir aldılar.
Çar Petro'nun danışmanlarından birinin konağında çamaşırcılık yaparken, Çar'ın gönlünü çeldi,
ve Çariçe oldu. Prut Savaşı sırasında 1684 doğumlu Katerina, 27 yaşında... Güzel bir genç kadın...
Burada cevap gerektiren sihirli soru, "Katerina'nın savaş mahâllinde ne aradığı"dır...
Rus çarları karılarını hep savaşlara götürürler miymiş?.. 140.000 kişilik orduya karşı 60.000
askerle gelen Çar Petro'ya, sırf bu davranışı için mi bizimkiler ona "Deli" demiş?..
İşin aslı, Çar Petro ile karısı savaş meydanına hiç gitmediler!.. Daha doğrusu; Petro da,
Katerina da gitmedi diye biliniyor... Petro, Mareşal
Şermetiyef aracılığıyla savaşı uzaktan yönetti!.. Öyle deniyor!.. Doğrusunu ALLAH bilir!..
Ruhi Selman
selman@journalist.com
- BİR SPİRİTUALİSTİN DÜNYASI - ANA SAYFA
- BİR TEBLİĞ
- ÖLÜM VE SONRASI
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 1
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 2
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 3
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 4
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 5
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 6
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 7
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 8
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 9
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 10
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 41
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 42
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 43
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 44
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 45
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 48
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 49
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 50
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 51
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 52
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 53
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 54
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 55
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 56
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 57
- BİR OBSESYON VAK'ASI
- ÖTE ÂLEM'DEN ŞİİRLER - 1
- RÜYÂLAR - 1
- RÜYÂLAR - 2
- REİNKARNASYON - 1
- REİNKARNASYON - 2
- ANADOLU'DA REİNKARNASYON ŞİİRLERİ
- İRLANDALI ŞÂİR JAMES CLARENCE MANGAN ANADOLU'DA MI
YAŞADI?
- FİNCAN CELSELERİ - 1
- FİNCAN CELSELERİ - 2
- FİNCAN CELSELERİ - 3
- EKMİNEZİ ÇALIŞMASI
- RÛHÎ FİLİMLER - 1
- ENTERESAN RÛHÎ OLAYLAR
- ERGUN ARIKDAL VE SÂDIKLAR PLÂNI'NI TENKİT
- BÜLENT ÇORAK VE DÜNYA KARDEŞLİK BİRLİĞİ SAFSATASI
- CENAP BAŞMAN VE MARON TARİKATI
- SAPKIN RAEL TARİKATI
- TRANSANDANTAL MEDİTASYON KANDIRMACASI
- MELEKLER'DEN MESAJ ALDIĞINI SANAN ŞAŞKINLAR
- ŞEYTANA TAPAN SATANİSTLER
- KRYON "TEBLİĞ"LERİ VE LEE CARROLL'UN "MEDYUM"LUĞU
- J. Z. KNIGHT ADLI KADIN RAMTHA "TEBLİĞ"LERİ
- SILVER BIRCH TEBLİĞLERİ
- MEDYUM JANİ KİNG VE VARLIK P'TAAH
- "SÜPER İNSANLIK" DERNEĞİ VE UYDURUK "TEBLİĞ"LER
- RA "TEBLİĞ"LERİ
- HAYÂLÎ ANDROMEDA KONSEYİ
- VARMIŞ GİBİ YUTTURULAN PLEİADES KONSEYİ
- HATHOR GEZEGENİNDEN İNANDIRICI OLMAYAN MESAJLAR
- ÜSTAT KUTHUMİ'DEN SAHTE İNCİLER
- ARKTURUSLULAR'DAN ZIRVA MESAJLAR
- MEKTUPLAR