BİR SPİRİTUALİSTİN DÜNYASI

ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 3

Ne yapalım?.. Bu sefer de Geri bir Varlık/la kurulmuş olan İrtibat'ı mı verelim, yoksa Târihî bir Şahsiyet'i mi tanıtalım?

Hadi, bu sefer târihî bir kişiliğin sözlerini dikkatinize sunalım.... Medyum yine Ali... Tanınmış bir şahsiyet olduğu için iznini almadan soyadını veremiyoruz. Kendisiyle yapılmış yüze yakın Celse, görüşülen yüz küsûr Varlık var.

Bu bir tek Medyum... Daha böyle onlarca Medyum, yüzlerce Celse var elimizde. Bakalım, kaçını sizlere ulaştırabileceğiz.

Medyum önce Karanlık Tabaka'da bir Geri Varlık'la İrtibat kurar (DÜRRİYE) , sonra yükselmeye devam eder ve Türk târihinde çok önemli yeri olan bir zat ile karşılaşır.

Yalnız unutmıyalım, İrtibat tam da Yassıada Mahkemeleri'nin sürdüğü dönemde kurulmuştur.

Bilindiği gibi 27 Mayıs İhtilâli bu Celse'den tam bir yıl önce olmuş, Yassıada Mahkemeleri 14 Ekim 1960 günü başlamış, henüz bitmemiştir. 16 Eylül 1961'de sona erecektir.

Varlık: TALÂT PAŞA
Tarih : 18.5.1961
Usûl : Hipnoz yoluyla ruhî infisal
Medyum: Ali

Medyum- ...Yükseliyorum...
İdareci- Yükselmeye devam ediniz.
M- .... Kokulu Mıntıka.... Çok sür'atli geçtim...
İ- Rahat mısınız?
M- Rahatım fakat tahammül edemiyeceğim kadar sür'atli çıkıyorum.
İ- Peki, yavaşlayınız. Durunuz burada.
M- ... Daha Yukarı çıkmam lâzımmış...
İ- Peki, bir parça istirahat edin. Daha sonra çıkalım. Lûtfen durunuz.
M- ... Geldim... MENZİL-İ ŞÜHEDÂ... Bu sefer altıma burada mâvi bir bulut geldi...
İ- Lûtfen vasatınızı bize anlatır mısınız?
M- ... Çok güzel sesler duyuyorum... Etraf bomboş... Her tarafım berrak bir ufukla çevrili...
... Sesler yaklaştı... Bir küme insanla çevrildim.... Başlarında gayet güleç yüzlü birisi... Benimle konuşmak istiyor.
İ- Bu muhterem zat kimmiş efendim?
M- ... TALÂT PAŞA!.. (1)
İ- Kendileri için dua ediyoruz efendim... Ben ve bütün arkadaşlarım dua ettiler. ALLAH kabul etsin.
M- ... "Daha muhtaç olanlara göndersinler. ALLAH kabul etsin," diyor.
İ- Nur içinde yatsınlar.
M- ... "MENZİL-İ ŞÜHEDÂ'nın rahmete ve duaya ihtiyâcı olmayanların menzili olduğunu bilsinler," diyor.
İ- Bizden bir arzuları var mı efendim?
M- ... Aranızda bir şehit torunu varmış.
İ- (Hâzirûna) Var mı efendim?... Şehit torunu olarak kimse bulunmuyormuş... Yahut biz bilmiyoruz.
M- ... "Dalâlete düşmekte haklıdırlar," diyor.
İ- Lûtfen, bir parça açıklarlarsa, minnettar kalırız.
M- ... "Nasıl faydalı olabilirim?" diyor.
İ- Bu şehit torununu bize bildirmiyecekler mi? Kimmiş acaba?
M- ... "Dalâletin delili, insanın yine kendisidir," diyor.
İ- Muhterem üstâdım, Erdoğan Bey'in bir suali var: İttihad-ı Terakki'nin bu memleket için fayda ve zararları nelerdir?
Bu hususta neler düşünüyorsunuz şu anda? Bize söyler misiniz?
M- ... Tebessüm ediyor.... "Çok memnun oldum," diyor... "Küçük şeyler hakkında kanaatli çıkıyorsunuz," diyor.... "Cevaplıyayım," diyor...

"İTTİHAD-I TERAKKİ, herşeye rağmen, hayât-ı tabiiyelerini nimetiyle perverde oldukları vatanın selâmetine hasretmiş mefkûreci insanlar topluluğuydu," diyor.

"Onu meydana getirenler insanlardı... Kusursuzluk, yalnız Hallâk-ı Âlem'e mahsus bir sıfattır... Elbette kusurları vardı.
Ve onun temelini teşkil edenler kusurlarının cezâsını, bir Takdir-i İlâhi olarak hayatlarıyla ödediler."

"İTTİHÂD-I TERAKKİ olmasaydı, TÜRK MİLLETİ son büyük hâdiseyi atlatamazdı!"

"Yetişen nesillerin İTTİHÂD-I TERAKKİ'ye çok şeyler borçlu olması, onun hatâlarından ders alması lâzım," diyor.
İ- ??? Evet efendim.
M- ... "Mutmain oldular mı?" diyor.
İ- Evet efendim. Gene aynı arkadaşımızın sualini söylüyorum: CELÂL BAYAR'ı da siz tanıtmışsınız. Çok severmişsiniz Celâl Bayar'ı.
Şimdi onun hakkında ne düşünüyorsunuz? Ve hâlihazırdaki durumu nedir?
Varlık- Bir evi ne kadar temiz tutarsanız tutunuz, eğer evin etrâfı eve pire göndermeye müsâit ise, pirenin girmesine mâni olamazsınız.
İ- Özer Yılmaz'ın da bir suali var: NÂZIM PAŞA'nın vurulması hâdisesini bize anlatır mısınız?
Sebep neydi acaba? Ve kimin tarafından vuruldu? (2)
V- NÂZIM PAŞA'nın vurulmasının, daha doğrusu ŞEHİT edilmesinin iki safhası vardır.
Birinci safha LEVH-İ MAHFUZ'da Nâzım Paşa'nın kaderi ecel-i kazâ ile olacağı yazılmıştı.
İkinci safha, aranızdaki yaşlılar bileceklerdir, ZARÂR-I ÂMI DEF İÇİN, MENFAAT-İ ŞAHSİYE İHLÂL EDİLİR.
İ- Efendim. Ziver Bey diyorlar ki, (sizin nimetinizle, insâniyetinizle yaşamış bir şahsın oğludur Ziver Bey) "Sizin ölümünüzde, cenâzeniz İstanbul'a geldiği zaman gitmek istedim. Fakat bir albay bana mâni oldu, gidemedim. Acaba bana darıldılar mı? Yahut darıldılarsa, affettiler mi?" diyor.
V- ... Hâlisâne niyetler, hâlisâne olmayan fiillerden daha makbûldür. Müsterih olsunlar.
İ- Erdoğan Bey, "Demin benim sualim 'Celâl Bayar'ın durumu ne olacaktır?' idi. Acaba bunu açıklarlar mı?" diyor.
V- Hiç siz harman sonu mahsûlün çuvallara elenmeden konduğunu görmediniz mi?.. Bir çuvalın içinde bulunan taşlar ve topraklar buğdayı kötülemeğe vesile olmamalıdır. O taşı, toprağı ayıklamadan çuvalı değirmene gönderirseniz, o zaman niyetinizin kötülüğü anlaşılır.
İ- Efendim, Erdoğan Bey ısrar ediyorlar. Diyorlar ki, "Celâl Bayar hakkındaki gençliğinizdeki lûtufkâr sözlerinizle, bugünkü düşünceniz arasında
bir fark var mıdır? Hakikaten onu eskisi gibi seviyor musunuz? Yaptığı hareketler doğru mudur?"
V- Evvel emirde İTTİHAD-I TERAKKİ'nin, dolayısiyle onun içinde nâçiz bir yer almış olan benim, hayat safhalarımızın vuzûha kavuşturulmadığı bir müteârifedir.
İkincisi Mehmet Celâl'in son sefer memleketin mukadderâtında oynadığı rol, bir TANRI tecellisidir. TANRI, fertleri olduğu gibi milletleri de imtihan eder... Açlığın vukû bulmadığı zamanda ekmeğin kıymeti, çöle düşünmedikçe suyun kıymeti nasıl anlaşılmazsa, kötü olmadan iyinin kadri bilinmez!
İ-Şimdi Ömer Yalman Bey'in bir suali var: Bir devlet adamı olarak siz bugünkü memleketin durumu hakkında ne düşünüyorsunuz? Bu gidiş nereye? Memleket için hayırlı olacak mı?
V- Suali soran şahsın nesli, Ruhunu belinin emrinden ayırdığı zaman, bu memleketin yıllardır hasret kaldığı karanlık ufkunda şafak sökecektir.
İ- Şimdi üstâdım, müsaade ederseniz bir tecrübî sualim var.
M- ... "Arzunuz ne?" diyor... Teşekkür ediyor... Ben naklederken, onun da gençliğinde hasretini çektiği arık Türkçe'yle naklediyormuşum.
İ- Şimdi efendim, içerdeki odaya bir kâğıda bir sual yazarak, yanına bir kalem koyduk. Acaba muhterem Üstâdımız lûtfedip kendi el yazılarıyla bu sualin cevâbını yazarlar mı?
M- ... "Muhâlle uğraşmasınlar," diyor.
İ- Peki efendim... Ziver Bey soruyorlar: ŞERİF ALİ HAYDAR PAŞA'yla aynı katta mısınız? (3)
V- Kendisine hiç rastlamadım.
İ- Ziver Bey soruyorlar: Bir emirleri var mı bizlere?
V- HER HAKKA BİR VAZİFE, HER VAZİFEYE BİR HAK TEKABÜL EDER!..
Ben "emretme" hakkımı, meşrû veya gayrimeşrû olarak, Fenâ'da kullandım. Bir ricâm olsaydı, söylerdim.
İ-Çok güzel!.. Efendim, bugünkü gençliğe bir nasihatiniz var mı?
V- Bir tek nâçizâne sözüm var: Hayatlarının hangi safhasında olurlarsa olsunlar, hangi mesleğin müntesibi bulunurlarsa bulunsunlar,
nimetiyle perverde oldukları bu topraklara ibâdet-i hizmet ifâsına çalışsınlar!
İ- Medyumun ses durumundan anlaşılamadı. Bir daha tekrarlar mısınız?
V- Kendilerine söylenecek nâçizâne bir tek tavsiyem var: Hangi durumda bulunurlarsa bulunsunlar, hangi mesleğin müntesibi olurlarsa olsunlar, üzerinde yaşadıkları, nimetiyle perverde oldukları bu vatana hizmeti bir İBÂDET bilsinler! Bunu yaparken düsturları yalnız ve yalnız FAZİLET olsun!
İ- Çok güzel!.. "Işın Hanım'ın dedesiyle bir arkadaşlığınız var mı?" diye soruyorlar.
V- Edirne Postanesi'nde çalıştığım zaman kendisiyle bir defa konuşmuştum. O zaman o, 34 yaşındaydı.
M- ... Başkaları da konuşmak istiyorlar da... Yanaştı... Ayağa kaldırarak alnımdan öptü... "Buranın kapısında 'İnsafsız olunuz!' diye yazmaz," dedi.
İ- Medyumumuz yoruldu mu acaba?
M- ... Yanağımı okşuyor... "Medyumunuz 13 yaşından beri yorgun," diyor.
İ- Öyleyse, müsaade derseniz ayrılalım. Sizi bir başka zaman tekrardan rica ederiz. Lûtfederseniz.
V- İlâhî İrâde'nin emrine tâbiyim.
M- ,,, Kaybolmaya başladılar...
İ- Şimdi aşağıya iniyoruz.

Bu öyle kolayca okunup bırakılacak bir Celse zaptı değil... İncelenecek bir çok husus var. Biz bir kısmını yapacağız... Kalanını ya siz araştırın,
ya da merak edip bize sorun, cevaplamaya çalışalım.

Şimdi meşhur bir şahsiyet sizi ziyârete gelse, evinize misâfir olsa, merak edip onun nasıl biri olduğunu araştırmaz mısınız?.. Biz de celsemize misâfir olan TALÂT PAŞA'yı enine boyuna araştırdık.

(*) TALÂT PAŞAnın tam adı Mehmed Talât'tır. 1 Eylül 1874'de Edirne’de, Sultanselim’in Kurşunlufırın mahallesinde küçük ahşap bir evde doğdu. Babası, Kırcaali kazasının Çepleci köyüne yerleşmiş Batı Trakya yörüklerinden Ahmed Vasıf Efendi, annesi de Kayseri Dedeler köyünden buraya göçmüş bir yeniçeri soyundan Hürmüz Hanım’dır. Ahmed Vasıf Efendi, Mehmed Talât doğduğu sırada Edirne'de sorgu yargıcı olarak görev yapıyordu.

Mehmed Talât , ilkokulu Vize’de okudu. Edirne’de Arasta çarşısında kavaf olan Sabri Bey’in himâyesinde Edirne Askerî Rüştiyesi'ni bitirdi. İki yıl Edirne Musevî cemaatinin Alliance İsraelité mektebinde Fransızca öğrendi. Ayrıca Rumca da konuşabilmekteydi. Bu okulda bir yıl Türkçe öğretmen vekilliği yaptı. Sonradan iki yıl da Selânik Hukuk Mektebi’nde okudu, ancak bitirmedi.

11 yaşında babasının ölümü üzerine maddî durumları iyice bozulmuştu. Annesini ve ablasını geçindirebilmek için 17 yaşında, 1891’de Edirne Telgrafhanesi’nde bir süre para almadan, daha sonra 300 kuruş aylıkla kâtip olarak çalışmaya başladı... "Işın Hanım'ın dedesiyle Edirne Postanesi'nde çalıştığım zaman kendisiyle bir defa konuşmuştum" ifâdesi, bizce böylece doğrulanmış oluyor.

Bu görev, genç Talât’ın değişiminin ilk adımıdır. Kendini geliştirmek yanında, dünyâdaki gelişmeleri de izleme imkânı buldu. JÖN TÜRK hareketine ilgi duydu. Yurtdışında bastırılan, ülkeye gizlice gönderilen gazete ve kitapçıkları okuyor ve arkadaşlarıyla birlikte yayıyordu.

30 Temmuz 1896’da, 22 yaşındayken tutuklandı. 25 ay süren cezâevi günlerinde Balkan ülkelerinde yıllarca komitacılık yapmış siyâsî tutuklulardan dinlediği deneyimler, onda yeni düşünce ufukları açtı. Üç yıl kalebendlik cezâsına çarptırıldı. Sultan II. Abdülhamit tarafından affedildi. Ancak Edirne’de kalması ve İstanbul’a gitmesi yasaklandı. Selânik’e sürüldü. Siyâsi sürgün olduğu için iş bulması kolay olmadı. 1898 ile 1907 arasında, Selânik Postanesi'nde çalıştı. Önce 1898’de bir süre Selânik ve Manastır arasında seyyar posta memuru olarak çalıştı. 3. Ordu’ya mensup genç subaylar, öğretmenler ve aydınlarla tanıştı. 1899’da Paris’teki Jön Türkler’le ilişkiye geçti. Aynı yıl Selânik Telgraf İdâresi'nde kâtip, 1903’te başkâtip oldu. Etkisi daha geniş bir çevreye yayıldı. En çok güvendiği on arkadaşıyla birlikte 1906’da Osmanlı Hürriyet Cemiyeti’ni kurdu. Bir yıl sonra bu cemiyet, Paris’teki Terakki ve İttihat Cemiyeti’nin birleşme önerisini kabul ederek Osmanlı Terakki ve İttihat Cemiyeti Dâhili Merkezi Umûmîsi olarak adlandırıldı. Talât Bey, bu arada bir yandan Selânik Hukuk Mektebi’ne devam ediyordu. İki yıl devam etti. Yâni öyle şimdiki aydın geçinenler ve politikacılar gibi tın-tın "boş adam" değildi. Şöyle bir sayarsak, askerlik ve hukuk eğitimi almış, Fransızca ve Rumca bilir bir mütefekkir idi.

Yalnız bir kusuru vardı. O dönemin, MUSTAFA KEMÂL hâriç, bütün Jön Türkler'i gibi mason oldu. 1903’te İtalyan Obediyası’na bağlı Macedonia Risorta mason locasına girdi. Aslında inanç bakımından MUSTAFA KEMÂL ve pek çok Balkan Türkü gibi BEKTÂŞÎ idi, hatta tarikata mensuptu. Denir ki, her iki kanalı da muhâlif siyâsî örgütlenme için kullandı.

Bir jurnal üzerine 21 Kasım 1907’de Posta İdâresi’ndeki görevinden azledilen Talât Bey, bir ara Selânik Özel Ticâret Mektebi’nde müdürlük yaptı. Memuriyet hayâtının bitmesi sâyesinde bütün zamanını Cemiyet için kullanma imkânı buldu. Meşrutiyet’in İlânından önce iki kere İstanbul’a giderek Cemiyet'in İstanbul şubesinin kurulması için çalıştı.

RESNELİ NİYÂZİ'nin askerleriyle birlikte dağa çıkmasından ve Sultan II. Abdülhamid'e baskı yapılıp, 23 Temmuz 1908’de Meşrutiyet’in ilânı üzerine, örgüt “Osmanlı İttihat ve Terakkî Cemiyeti” adını aldı. Cemiyet'in en önemli idârecilerinden biri hâline gelen Talât Bey, 1908-1918 döneminde Osmanlı Devleti’nde en önemi siyâset yapıcılardan biri oldu. Siyâsî görevlerinin yanısıra 1909 yılında kurulan Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Büyük Locası'nın ilk Büyük Üstâdı olarak bir yıl görev yaptı.

O döneme kadar yalnızca İttihat ve Terakki’nin kurucuları ve önde gelenleri arasında adı ve rôlü bilinen Talât Bey, ülke çapında tanındı. 30 Temmuz 1908’de İttihat ve Terakki’den Edirne Mebusu seçildi. Meclisin açılışında Ahmet Rıza Bey 205 oy alarak Reis seçilirken, Talât Bey’de 116 oy alarak Birinci Reis Vekili seçildi. Bir yandan Cemiyet’i bütün memlekette örgütlemeye, bir yandan da muhtelif milletlere mensup mebuslar arasında Meclis’te memleket meseleleri konusunda görüş birliği sağlamaya çalışıyordu. 31 Mart İsyânı’nda isyancıların boy hedeflerinden biri haline gelen Talat Bey, isyânın üçüncü günü Hareket Ordusu'na katılmak, Meclis-i Mebusan ve Âyân âzâlarını toplayabilmek için Doktor Nâzım Bey’le birlikte Ayastafanos’a (Yeşilköy) gitti. Yat kulübünde toplanan diğer mebusân ve âyânla birlikte Pâdişâh'ın “Kanun-u Esâsî”ye sâdık kaldıkça saltanat haklarının korunacağına dâir Sadâret'e çekilen telgrafa imza attı. Ayaklanma bastırıldıktan sonra, Meclis’te çoğunluğu sağladı. İttihat ve Terakki mebusları arasında birlik ve berâberlik düşüncesini yaymaya çalıştı.

Artık bir parti gibi davranan İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin Sultan II. Abdülhamid’i tahttan indirmesi, Masonluk'tan sonraki ikinci büyük hâtasıdır.

Sultan Abdülhamid'e 'hâl' edildiğini bildirmeye giden heyetin üyeleri

Pâdişâh hakkında önce Fetvâ Emini Hacı Nuri Efendi'nin imzalamayı reddettiği iftira dolu bir fetvâ , Şeyhülislâm Ziyaüddin Efendi'den alındı:

- "Müslümanlar'ın İmamı olan kimse, bâzı önemli şer-i konuları Şeriat kitaplarından çıkarsa
ve bu kitapları yasak etse, yaksa, yırtsa, Devlet hazinesini israf edip, Şeriata aykırı şekilde harcasa,
idâre ettiği kimseleri şer'i sebep olmadan öldürse, hapsetse, sürse, başka türlü zulümleri de âdet edindikten sonra,
doğru yola yemin etmişken sözünden dönse, Müslümanlar'ın yaşayışını tamâmen bozacak şekilde fitne çıkarmakta direnip,
onları birbirine öldürtse, buna engel olacak durumdaki Müslümanlar, onun zora dayanan tutumunu ortadan kaldırıp,
İslâm memleketlerinin pek çok yerlerinden metbuu tanınmadığına dâir haberler gelip,
yerinde kalmasında zarar ve ayrılışında iyilik olduğu düşünülürse,
kendisine İmamlık ve Sultanlık'tan vazgeçme teklif etmek veya hâl etmek şekillerinden hangisi
erbâb-ı hâll ve akd tarafından uygun görülmüşse, bu kararın uygulanması yerinde ve icrâsı vâcip olur mu?
El-Cevap: Olur. Ketebehu el-fakir es-Seyyid Muhammed Ziyaeddin ufiye anhu"

Bu fetvâ ile asrın en siyâsî şahsiyeti Halife II. Abdülhamid Hân'ı hâl etmek üzere giden heyette Meclis-i Âyân üyelerinden eski Bahriye Nâzırı Ârif Hikmet Paşa, Ermeni Aram Efendi, Draç Mebusu Arnavut Esad Toptâni Paşa, Türk ve Müslüman düşmanlığıyla tanınmış Selânik Mebusu Yahudi Emanuel Karasu Efendi vardı!.. İslâm Halifesi'ni makamından almaya bir Ermeni ile bir Yahudi görevlendirilmişti. Sultan bunu ömrünün sonuna kadar hazmedemedi!.

Sonra Talât Bey, Âyân İkinci Reisi Gazi Ahmet Muhtar Paşa ile birlikte Reşat Efendi’ye tahta çıktığını bildiren heyetin başkanlığını yaptı.

1909’da İngiltere’ye giden 17 kişilik Meclis heyetine başkanlık etti. Bu görevle yurtdışındayken 8 Ağustos’ta Hüseyin Hilmi Paşa kabinesinde Dâhiliye Nâzırlığı’na getirildi. İç olayların yoğunlaştığı bir dönemde siyâsî muhâliflerinin şiddetli saldırıları üzerine 18 Şubat 1910’da istifa etti. 4 Şubat 1911’de kurulan Mehmet Sait Paşa Hükûmeti’nde bu kez Posta ve Telgraf Nâzırlığı’nı, 17 Şubat’tan sonra da vekâleten Dâhiliye Nâzırlığı’nı (İçişleri Bakanlığı) üstlendi. Bu görevleri Parti’nin 22 Temmuz 1918’de iktidardan çekilme kararı almasına kadar sürdü.

1912’de Balkan Savaşı’nın ilânı sırasında Edirne’de bulunuyordu. Gönüllü er olarak orduya katıldı. Ancak yakınlarının itirâzı üzerine İstanbul’a döndü. Balkan yenilgisinin ardından iktidâra gelen Hürriyet ve İtilâf Firkası liderliğindeki Kâmil Paşa Hükûmeti’nden tekrar iktidârı almak amacıyla düzenlediği Babıâli Baskını’na (23 Ocak 1913) öncülük etti. Baskından sonra Dâhiliye Nâzırı Vekili olarak görev yaptı, ancak kabinede yer almadı. Baskından sonra kurulan hükûmet, savaşa devam etme kararı almıştı. Talât Bey, II. Balkan Savaşı esnasında Edirne’nin geri alınması için askerî harekât kararı verilmesinde önemli rol oynadı ve ardından Bulgar temsilcileriyle yapılan barış görüşmelerinde Osmanlı heyetine başkanlık etti.

Sadrazam Mahmut Şevket Paşa’nın öldürülmesinden sonra da Said Halim Paşa kabinesinde 12 Haziran 1913’te yeniden Dâhiliye Nâzırlığı'na getirildi. Bu tarihten itibâren Talât Bey devletin siyâsetinin en önemli belirleyicilerinden biri oldu. Devrin diğer iki önemli yöneticisi Enver Paşa ve Cemâl Paşa ile birlikte "Üç Paşalar" iktidârını kurarak Osmanlı Devleti’nin son dönemine damgasını vurdu.

Balkan harbinde “hıyânetleri görülen unsurlardan memleketi temizlemeyi” bir devlet politikası hâline getiren Talât Bey, memleketin etnik yapısı hakkında araştırmalar yaptırttı. İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin teşkilâtı yoluyla Rumlar'ı ürkütüp göçe sevk etti, boşalan yerlere Makedonya Türkleri'ni yerleştirdi.

Talât Bey, I. Dünya Savaşı sırasında İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin en belirleyici isimlerindendi. Savaşa girme konusunda İttihat ve Terakkî Cemiyeti içinde beliren fikir ayrılığında, savaşa katılma taraftarı gruba dolaylı destek vererek Osmanlı Devleti’nin böyle bir karar almasında etkili oldu. Savaş sırasında Doğu Cephesi'nde Ermeniler'in Rus ordusu ile birlikte hareket ederek Osmanlı birliklerini arkadan vurması, Müslüman köylere baskınlar düzenliyerek halka zulüm ve katliam uygulaması üzerine, 27 Mayıs 1915 târihli Tehcir Kanunu’nun çıkarılması ve uygulanmasında Cemiyet liderlerinden biri ve Dâhiliye Nâzırı sıfatıyla önemli rol oynadı.

1915 yılında Ermeniler'in tehcir edilmesi nedeniyle Batı kamuoyunda “soykırım yapmak”la suçlandı ve “bir numaralı Ermeni düşmanı” ilân edildi. Bütün Batı basını saldırıya geçti. Oysa, daha sonra İttihat ve Terakki'nin 1 Kasım 1918’deki son Kongresi'nde yaptığı konuşmada Talât Bey, o günleri şöyle yorumluyordu:

- “Bu tehcir ve taktil rivâyetleri son derece mübalâğa edilmiştir. Türkler'i hiç tanımayan, daha doğrusu pek fena tanıyan
Avrupa ve Amerika kamuoyunda mezâlim sözlerinin ne kadar ağır tesirler bırakacağını takdir eden
Ermeni ve Rum neşriyâtı, biri on yaparak dünyâyı gürültüye boğmuştur. (...)
Devlet'in varlık-yokluk kararını verecek bir büyük savaş sırasında ordularının hareket serbestîsini ihlâl eden,
arkada isyanlar çıkararak memleketin selâmetini, ordunun güvenliğini tehlikeye düşüren hareketlere müsâmaha edilememesi,
doğal ve zorunluydu.”

3 Şubat 1917 tarihinde Said Halim Paşa’nın sağlık sebeplerini ileri sürerek istifa etmesinden sonra Talât Bey, vezir rütbesiyle Paşa oldu ve Sadrazamlığa getirildi. Böylece Osmanlı tarihinde Sadrazamlığa getirilen ilk mebus oldu. Arkadaşları onun keskin bir zekâ ve üstün bir yeteneğe sahip olduğunu söyler. "Bitmek tükenmeyen bir sabrı var," der. İttihat ve Terakki’nin kuruluşunda, güçlenmesinde ve yönlendirilmesinde tâyin edici bir görev üstlendiği herkesce kabul edilir.

Bolşevik Devrimi'nin gerçekleşmesiyle savaştan çekilen Rusya ile yapılan barış görüşmelerine Talât Paşa bizzat katıldı. Lev Troçki, Karl Radek gibi ihtilâlciler ve Çiçerin ile Lev Mihayloviç Karahan gibi Sovyet diplomasisinde önemli rol oynayacak olan şahsiyetlerle tanışma imkânı buldu... 3 Mart 1918'de imzalanan Brest Litovsk Barış Antlaşması'na Osmanlı Devleti temsilcisi olarak imza atan Talât Paşa'nın çabaları neticesinde Rusya, 93 Harbi (1877) sırasında işgâl ederek aldığı tüm toprakları (Ardahan, Kars, Artvin ve Batum) Osmanlı Devleti'ne geri vermiştir.

1918 yılı Temmuz ayında Sultan Reşad’ın vefâtı üzerine usûlen Hükûmet'in istifasını sunan Talât Paşa, Sultan Vahdettin tarafından yeniden Sadrazamlığa atandı. Devlet'in savaşta yenilgiye uğraması üzerine, 8 Ekim 1918’de Sadrazamlık'tan istifasını sundu ve 14 Ekim’de Ahmed İzzet Paşa Sadâreti'nde yeni kabinenin kurulmasıyla görevi resmen sona erdi.

Onu çok yakından tanıyan Hüseyin Câhit Yalçın’a göre, “Eğer Talât Paşa olmasaydı, İttihat ve Terakki olmazdı. O, örgütün kubbe taşı, çimentosu ve temeliydi”.

Meşrutiyet ilân edildiği dönemde Talât Bey İstanbul için yeni, henüz bilinmeyen bir isim. Cemiyet’in merkez-i umûmî üyeleri açıklanmadığı ve gizli olduğu için kimse tanımıyor... Meclis-i Mebusan’da ilk Meclis reisleri seçileceği gün Câvit Bey, Hüseyin Câhit Yalçın’a şöyle der:

- Talât’a rey ver.
- Kim Talât?
- Bizim Talât.

Hüseyin Câhit Yalçın sonra şunları yazıyor:

- "İşte bu 'bizim Talât' yavaş yavaş, sâdece kendi saf ve samimi hizmetleri, yararlıkları sâyesinde hepimizin Talât’ı oldu, memleketin Talât'ı oldu, vatanın Talât’ı oldu."

- "İttihat ve Terakki çok karışık ve nâzik bir örgüt. İçlerinde bir eşitlik var. Hepsi 'kardeş' (masonik birâder)... İtaat edecek olanlar, bu itaatin gerekliliğine ikna olmalılar. Aralarında çok büyük ayrılıklar vardı. Bunları gidererek, örgütte bir uyumsuzluk olmadan işleri yürütebilmek için faal, yumuşak, insan duygularını ve ihtiraslarını ölçebilmekte mâhir bir zekâ ve kişiliğe gereksinim vardı. Talât Paşa da bu tekniğin en büyük üstâdı... Alçakgönüllü ve cesur... En büyük düşmanına bile açıktan, cepheden hücum eder. Küçük ve sıradan entrikalar, yalan ve iftirâlar düşmana karşı bile bir silâh olarak kullanılmaz. Çıkarcı değil. Vatanı için ve Türklüğün yükselmesi uğruna her türlü özveriyi göze alacağı biliniyor! Seviyorlar, sayıyorlar ve sözünü dinliyorlar."

- "Bu nedenlerle 'Talât Paşa' olduğu; bir gizli örgüt üyeliğinden, siyâsî parti adamlığından yükselerek bir devlet ve vatan adamı olduğu belirtiliyor.Selânik’in kahvelerindeki Talât ne idiyse, Nâzır Bey ve Sadrazam Paşa olduğunda da öyle kalıyor. Sadrazam tâyin edildiğinde
Sultan Reşat’a,

- 'Çok istirham ederim, bana vezâret rütbesi tevcih buyurmayınız.
Memleket ve makam saltanatlarına hizmet için öyle zamanlar ve vaziyetler olur ki,
bu ünvan benim hareket serbestime ve her yere girip çıkmama engel olur,'

diyor. Bir 'paşa' olarak kahveye nasıl gidecek, onun kaygısında!.. 'Alışırız, belki sonradan çıkmak zor olur' diye Sadâret Konağı'na taşınmıyor!.. Yerebatan’daki kendi kirâlık evinde kalıyor. Pâdişah bir gün Talât Paşa’ya 'Evin yok, bir ev tedârik edersen, ben de yardım ederim' diyor. Talât Paşa, Pâdişâh'ın yanından ayrıldıktan sonra Başmâbeyinci ve Başkâtip Ali Fuad’ı (Türkgeldi) çağırıp şöyle diyor:

- 'Parasal yardım kabûlü, benim prensibime uygun değildir.
Eğer Zât-ı Şahâneleri bu fikirde ısrar edecek olursa,
kendisini gücendirmeksizin önünün alınmasını sizden bilhassa rica ederim.'..."

- “ 'Belki bir gün paramız da bulunmayabilir' diye, arabaya değil, tramvaya biniyor, ya da yürüyor. İttihat ve Terakki merkezine gittiğinde, Sadrazam olmadan önce yaptığı gibi, öğle yemeğinde ekmek, peynir ve kavun yiyor. Birinci Dünya Savaşı’nda halkın sofrasında süpürge tohumundan ekmek varken, Talât Paşa’nın da evine vesikayla aynı ekmek alınıyor.

Bir gün Askerî Levâzımat Umûmî Reisi Topal İsmail Hakkı Paşa evlerine gelir. Sadrazam’ın evinde bu çamur gibi ekmeğin yendiğini görünce, ertesi gün Paşa’nın evine bir torba beyaz ekmek yollar. Talât Paşa, akşam yemeğinde 90 yaşındaki annesi ve eşi Hayriye Hanım’la birlikte sofraya oturur. Bu beyaz ekmekleri görür görmez en küçük dilimine kadar hepsini toplattırır ve İsmail Hakkı Paşa’ya geri gönderir. 'Biz, ekmeğimizi mahallemizin fırınından vesikayla alıyoruz. Bu ekmeğe ihtiyâcımız yok,' der!.."
(Askerî Levâzımat Umûmî Reisi Topal İsmail Hakkı Paşa'nın mârifetlerini, nasıl unları çalıp, yerine una kil katarak halkı kıvrandıra kıvrandıra öldürdüğünü, rahmetli Ömer Seyfettin "Niçin Zengin Olmamış?" adlı gerçek hikâyesinde anlatır. İbretle okunması gerekir. R.S.)

- "Nâzırlığı sırasında seyahatler için aldığı harcırahların artanını geri verince, görevli memurun belli ki ilk kez başına böyle bir iş geliyor, uygulamanın böyle olmadığını söylüyor, ama Talât Paşa'dan şu cevabı alıyor: 'Ben hakkım olmayan parayı almam!' "

Birinci Dünya Savaşı sonunda Almanya’nın İtilâf Devletleri'nden ateşkes istemesi üzerine (Ekim 1918), yeni kurulan Ahmet İzzet Paşa hükümeti Mondros Mütarekesi’ni (30 Ekim 1918) imzalarken, İttihat ve Terakki Fırkası da 1 Kasım 1918 Cumartesi günü son kongresini topladı. İtilâf Devletleri artık İttihatçı avı başlatmışlardı.Talât Paşa, bir konuşma yaptı ve siyâsî hayattan çekildiğini açıkladı. Konuşmasını şöyle bitirdi ve Başkanlık koltuğunu boş bırakarak üyelere ayrılan yere oturdu:

- "Siyâsetimiz mağlup oldu. Dolayısıyla bizim için artık iktidar mevkiini her ne şekilde olursa olsun, muhafaza etmek mümkün olamaz!
Bu açıdan Hükûmet mevkiiden istifa ettiğimiz gibi, bugün burada da Merkez-i Umûmî Heyeti'yle berâber
Cemiyet'in idâre mevkiinden istifa ve Cemiyet'i hakiki ve meşrû sâhibi olan Kongre Heyeti'ne terk ediyor ve bırakıyoruz."

İttihat ve Terakki Umum Merkezi, Talât Paşa, Enver Paşa, Dr. Nâzım ve Dr Bahâettin Şâkir Bey’lerin ülke dışına çıkmasına karar verdi. Talât ve Enver Paşalar memleket dışına çıkacak olurlarsa, bütün düşmanlığın onlarda toplanacağı ve fırkanın diğer üyelerinin bu düşmanlıktan uzak kalacakları ileri sürülüyordu.

Aynı gece saat 23.00’te, Enver ve Cemâl Paşalar ve diğer İttihat ve Terakki önderleriyle birlikte gizlice yurtdışına çıktı. Ancak Talât Paşa zor ikna edilmişti:

- "Saklanırım, beni nereden bulacaklar? Ben vatanımdan ayrı, uzak yaşayamam.
Vatandan uzak yaşamaktansa, ölmek daha iyidir,"

diyordu. Eşi, 108 kiloluk Talât Paşa’nın işgâl günlerinde birkaç haftada 90 kiloya düştüğünü belirtir.

Ayrılmadan önce Sadrazam İzzet Paşa’dan görüşü sorulur, onayı alınır. O da düşman işgâli altındaki bir İstanbul’da kalmalarının yararı olmayacağı düşüncesindedir. Talât Paşa, Sadrazam’a yazdığı mektupta şöyle der:

- “Memleketin bir süre yabancı nüfuz ve etkisi altında kalacağını anladım.
Buna rağmen memlekette kalmak ve millet karşısında muhakeme olunmak niyetindeydim.
Bütün dostlarım bunu geleceğe ertelemek için ısrar ettiler. (…)
Bütün siyâsî hayatımda hedefim, memlekete nâmusumla hizmet etmekti.
Bütün servetim Zât-ı Şahâne’nin ihsan ettiği otomobil bedeli ile
her ay artırdığım yirmişer liradan biriken ikibin altıyüz liralık dâhili istikraz bedelinden
ve bir de dört arkadaşımla birlikte kiraladığımız çiftliğin icar devrinden hâsıl olan paradan ibârettir.
Bunun bir kısmını yanıma aldım. Bundan başka nesneye sâhip değilim."

- “Millete karşı hesap vermek ve muhakeme olunarak tâyin edilecek cezâyı büyük bir cesâretle çekmek isterim.
İşte Zât-ı Fehimâneleri'ne söz veriyorum. Memleketin yabancı nüfuz ve tesirinden kurtulduğu gün,
ilk telgrafınıza itaat edeceğim.”

Rıhtımdan onları alıp ayrılan motorun son hareket anlarında yanında olanlar, Talât Paşa’nın iki üç kez çıkıp tekrar döndüğünü aktarırlar.

Talât Paşa’nın yazdığı mektubun 7 Kasım’da Sadrazam İzzet Paşa’ya verilmesiyle kaçtıkları ortaya çıktı. Talât Paşa ve arkadaşlarının yurt dışına çıkmaları hükûmeti çok zor bir duruma düşürdü. Kabine 8 Kasım’da istifa etti; yerine kurulan Tevfik Paşa kabinesi çıkarttığı bir kararnâme ile Talât Paşa ve arkadaşlarının memlekette kalan mallarına el koydu. Ardından 2 Şubat 1919 tarihinde işgâlci devletlerin baskılarıyla “Tehcir ve Taktil” olaylarını inceleyecek heyetler kurulmasına dâir Meclis-i Vükelâ kararı çıkarılarak, Talât Paşa ve arkadaşları gıyâben yargılandı... Damat Ferit Paşa Hükûmeti kurulduktan sonra İttihat ve Terakki’nin ileri gelenlerini yargılamak için yeni bir Divân-ı Harp kurulmuş; ayrıca Talât Paşa’nın paşalık rütbesi ile nişanlarının geri alınmasına karar verilmiştir.

Talât Paşa önce Odesa’ya, ardından Almanya’ya geçmişti. Ali Sâi takma adıyla Berlin yakınlarındaki Charlottenburg’a yerleşti. Sâi, "çalışan, haberci, postacı" demek... Siyâsî çalışmalarını ve temaslarını burada sürdürmeye çalıştı. Kaçışından itibaren İttihat ve Terakkî Cemiyeti’nin yurt dışında yeniden başlattığı faaliyetin idaresinde "Ali Sâî” takma adıyla görev aldı. Bütün faaliyetleri bir araya toplamak ve oradan kontrol edebilmek amacıyla bir büro kiraladı. Arkadaşlarıyla burada Türkiye’nin siyâsî durumuna âit haberler özetleyip rapor hâline getiren Talât Paşa, bir gazete çıkarmayı istiyordu. Parasızlık nedeniyle bunu gerçekleştiremeyen Talât Paşa, iktidarda iken Avrupa’da tanıdığı insanlara siyâseti hakkında açıklamada bulunmak için hâtıralarını yazdı.

Berlin’deki en önemli faaliyetlerinden birisi de Şark Kulübü adında bir kulüp kurması idi. Kulüp adına toplanan paralarla fakir doğulu öğrencilere yardım edilecek, doğuluların Avrupa’yı tanımaları kolaylaştırılacak, doğu hakkında eserler yayınlanacak, doğunun propagandası yapılacaktı.

Millî mücâdelenin Anadolu’daki gelişimini yakından tâkip ediyordu. "Millî mücâdele başarıya ulaşacaktır, çünkü millî sınırlar dışında, TÜRK MİLLETİ'nin hakikaten sâhip olduğu topraklar dışında emel beslemiyor. Bu toprağın sınırları MİLLÎ MİSAK'la çizilmiştir," diyordu.

Talât Paşa ayrıca Tevfik Rüştü, Hâlide Edip, Celâl Bayar, Ankara temsilcisi Bekir Sâmi ve Galip Kemâlî Beyler ile mektuplaşmalar, Câmi Bey, Nuri Conker ile görüşmeler yaptı. Çalışmalarının amacı Sovyetler Birliği ile Türkiye arasında anlaşma sağlamak; İngiltere ve öteki Batılılar'la ilişki kurmak; Anadolu hareketini desteklemek idi. Bu amaçlarla Avrupa ülkelerinde seyahat etti. Bolşevikler ve galip devletlerle temaslar yaptı. Kendisi bu dönemde ayrıca MUSTAFA KEMÂL PAŞA ile haberleşti.

Malta’da bulunan Mithat Şükrü Bleda’ya yazdığı bir mektupta Mustafa Kemâl Paşa’dan söz etmiş: “Ben burada SARI PAŞA ile haberleşiyorum. Berlin’de olup bitenleri, kulağıma çalınanları kendisine bildiriyorum. SARI PAŞA’nın bana verdiği cevaplardan anlıyorum ki, verdiğim bu mâlûmattan kendisi pek memnun kalmaktadır.” MUSTAFA KEMÂL de, 29 Şubat 1920’de Talât Paşa’ya yazdığı çok uzun bir mektupta onu siyâsî durum ve mücâdele hakkında bilgilendiriyor ve şöyle diyordu:

- “Bir yıldan bu yana Avrupa’daki mesâiniz memnuniyet vericidir.
Aynı tarzda mesâi sarfına devam etmek, daha faydalı neticeler verecektir.”

Yine MUSTAFA KEMÂL'e göre,

- “Vaktiyle birçoğumuz o cemiyetin kurucusu ve üyelerinden bulunuyorduk. (...)
Talât Paşa’nın riyâseti altında yapılan son Kongre kararıyla târihe intikâl eden
söz konusu cemiyetin alâkalılarıyla daha sonra teşekkül eden Teceddüt Fırkası mensuplarının büyük kısmı,
büyük milletimizin yüksek azminden doğan Anadolu ve Rumeli Müdafaai Hukuk Cemiyeti’ne
iştirak veya iltihak etmiş ve bu Cemiyet'in programını kabul etmiştir.”

Hüseyin Câhit Yalçın’a göre de dış dünyâda “İttihat Terakki’nin düşmanları, sonra millî hareketin, kurtuluş hamlesinin de düşmanları oldular.”

Memleket özlemi Talât Paşa’nın peşini gurbette hiç bırakmadı. Aradan uzun süre geçmesine karşın Talât Paşa Edirneli sivesiyle konuşuyor, "Gidiyorlardilar, geliyordilar, diyorlardilar…" diyordu. Söyledikten sonra kendisi de farkına varır, gülerdi... Ancak Berlin günlerinde bunun bile bir anlamı vardı onun için.

- "Alıştığımız bunca şeylerden mahrum kaldık, bâri bu kalsın, bir teselli olur."

Berlin’de parasız kaldığı bir sırada Talât Paşa’nın eskiden tanıdığı, ona minnet borcu olan Strauss adlı bir kişi oldukça büyük miktarda para verir. Paşa, parayı hemen bankaya yatırır, kendi ihtiyâcı için bir miktarını bile ayırmaz:

- "Vatan ihtiyâcı için para gerekirse, ne yaparız?.. Ben aç kalabilirim, kıyâmet kopmaz!"

Eşinin takılarını, nişanlarındaki taşları satar. Arkadaşı Bahâettin Şâkir’in elbisesinin daha da eski olduğunu görünce, kendi elbiselerini paylaşır. Öldüğünde cebinden sadece 10 mark çıkar.

Bir gün vatanına döndüğünde ne yapacak bilir misiniz?..Toprağı mı öpecek?

- "Hayır, yiyeceğim! Çünkü onu öpmekle doyamayacağımı anlıyorum."

Divân-ı Harb-i Örfi’den gıyâbında mahkûmiyet kararı çıkar. Savunmasını hazırlar ve Berlin’de bastırır.

- Şimdilik gurbette bu kadar yeter. İnşaâllah kurtularak vatana dönüşümüzde
mâzimizin bütün hesaplarını millete açık alınla vermek boynumuzun borcudur.
Zâten bundan sonra ALLAH’tan başka bir isteğim de yoktur!"

“Beni bir gün sokakta vuracaklar. Alnımdan kan akarak yere serileceğim.
Yatakta ölmek nasip olmayacak. Ziyânı yok, varsın vursunlar!
Vatan, benim ölümümle bir şey kaybedecek değildir. Bir Talât gider, bin Talât yetişir!”

diyen Talât Paşa gerçekten sokakta vuruldu., İttihat ve Terakkî erkânının öldürülmesi kararını alan Taşnak Partisi’nin bu kararı, suikastçı Ermeni Soğomon Tehliryan tarafından 15 Mart 1921’de yerine getirildi. Talât Paşa evinin önünde arkasından vurularak şehit edildi ve Berlin’deki Türk mezarlığına gömüldü. 20 Mart 1921 Pazar günlü Hâkimiyet-i Milliye gazetesinde haber, “Talât Paşa’ya Suikast” başlığıyla birinci sayfadan verildi. Olay şöyle yorumlanıyordu:

- “İngilizler'in, askerle ve politikayla başa çıkamadıkları TÜRKİYE’ye bugün geniş ölçekte bir suikast tertibâtı hazırladıkları anlaşılıyor. (...)
Bu menfur cinâyet İngiliz hıyânetinin insanlığın yüzünü kızartacak ne çirkin bir dereceye ilerlediğini bir kere daha gösterir.
İngilizler menfur politikalarıyla, harp zorbalıklarına şimdi bir de TÜRK ricâlini gizlice arkadan vurmak kötülüğünü de ilâve ettiler.”

Berlin’deki mahkemede Talât Paşa’nın kaatili Soğomon Tehliryan cinayeti işlediğini itiraf etti. İki günlük yargılamadan sonra, "tehcirden dolayı geçirdiği travma ve cinnet geçirdiği" gerekçesiyle Alman mahkemesi tarafından suçsuz bulunarak beraat ettirildi.

TBMM'nin 1926 yılında kabul ettiği bir kanunla ailesine ev tahsis edilmiş ve şehit aylığı bağlanmıştır. Talât Paşa’nın cenâzesi 25 Şubat 1943’te İstanbul’a getirilerek büyük bir törenle Şişli’de Âbide-yi Hürriyet tepesinde toprağa verildi.

Kaatil Soğomon Tehliryan’ın oğlu bugün (2015) 86 yaşında olan Tehliryan, Talat Paşa’yı öldürmekten tutuklanan babasının mahkemeye doğruları söylemediğini belirtti. Babasının mahkemeye cinâyeti işlemekteki amacına dâir söyledikleri için “Benim babam mahkemede yalan söyledi” diyen oğul Tehliryan, “Onun kız kardeşi yoktu. Hâkime üç kız kardeşi olduğunu söyledi. Babam hiçbir zaman da zorunlu bir göç içinde yer almadı” ifâdelerini kullandı. Babasının savaş çıkmadan önce birçok Ermeni gibi para kazanmak amacıyla Sırbistan’a gittiğini belirten oğul Tehliryan, babasının üç kız kardeşi değil, üç erkek kardeşi olduğunu ve sadece birinin Erzincan’da yaşayan annesinin yanında kaldığını aktardı. Savaş döneminde yaşanan sıkıntıları aktardıktan sonra babasının mahkemede yalan söylemesini anladığını kaydeden oğul Tehliryan, “Sonuçta babam Ermeni halkının yaşadıklarını uydurmadı. Onun mahkemede yalan söylemesini anlıyorum da, Ermeni halkının onu bugün bile kahraman olarak görmesini anlamıyorum,” dedi. “Bir kaatil nasıl bir kahraman olabilir?” diye soran oğul Tehliryan, kendisinin babasını hiçbir zaman kahraman olarak görmediğini belirtti. Babasının 1921’den sonra aşırı milliyetçi görüşlerden vazgeçtiğini dile getiren oğul Tehliryan, şu ifâdeleri kullandı: “Bu fikirleri kirli bir çorap gibi çıkarıp, bir kenara bıraktı. O, büyük Ermenistan yerine Kaliforniya’da bir ev hayâli kuruyordu. Bizimle, âilesiyle ilgilendi. Onu bu yüzden seviyordum.”

23 Mayıs 1960’da San Francisco’da ölen babasının kemiklerinin Ermeni Hükûmeti tarafından 1915 olaylarının 100’üncü yıl nedeniyle Ermenistan’a getirilmek istenmesine karşı çıktığını da kaydeden oğul Tehliryan, babasının 1919 yılında İstanbul’da da bir cinâyet işlediğini; Talat Paşa’ya Ermeniler'in listesini sunan Ermeni’yi öldürdüğünü söyledi. Oğul Tehliryan, “Babam sâkin ve suskun biriydi. Aynı zamanda âdeta görevlendirilen bir kaatildi. İstanbul’daki bu cinâyeti ben ABD’de öğrendim. Babam o konuda hiç konuşmadı,” dedi.

Soğomon Tehliryan'ın şehit ettiği Talât Paşa’nın hâtıratının özeti New York Times Current History dergisinde Ekim 1921'de ve bir kısmı Yeni Şark gazetesinde Kasım-Aralık 1921'de sansürlenerek yayınlanmış; 1945'te Tanin gazetesinde tefrika edilmiş, 1946’da Hüseyin Câhit Yalçın tarafından kitap hâlinde neşredilmiştir. Yeni Şark gazetesinde çıkan sansürlü metin, eksik bölümler, Tanin'deki tefrikadan tamamlanıp 2006 yılında Kaynak Yayınları tarafından yayınlandı. Ancak bu kitabın gerçekten Talât Paşa’nın kaleminden çıkıp çıkmadığı hususu tartışma yürütenler vardır. Bizce yayınlanan metin doğrudur. Bir de Alpay Kabaçalı'nın hazırladığı "Talât Paşa'nın Anıları" kitabı vardır. Adı pek çok şehirde, ilçede caddalere, sokaklara verilmiş, adına câmi ve okullar yapılmıştır.

"Of, bitti mi?" dediğinizi duyar gibiyim... Ama Spiritualist olmak öyle kolay değil!.. Bir Varlık gelmiş... Zâten ismen çağıramazsınız... Çağırsanız da, o diye % 99,99 bir başkası gelir...

Bu neye benzer biliyor musunuz?... İstanbul'da rastgele bir telefon numarası çevirip "Ben annemle görüşmek istiyorum," demeye benzer!.. Karşınıza çıkan kişi hatun ise, ve sizi işletmek isterse, "Ah yavrum, sen mi aradın?.. Nerede kaldın? Ben de seni merak ediyordum," der, oyun başlar!.. Eğer kalkıp onu test edici sorular sormazsanız, aldanır gidersiniz.

Ruhlar'la İrtibat ta öyledir.... Bir Varlık gelmiş, "Ben Talât Paşa'yım" demiş... Bunu ispatlıyacak ifadeler olması, ve sorular sorulması lâzım...
Celsede o tarz sorular var. Bir ispat ta Varlığın Edirne Postanesi'nden bahsetmesi... TALÂT PAŞA gerçekten orada çalışmış... Yukarıda yazdık. Sonra kullandığı ifâdeler eski ve tahsilll, terbiyeli birinin konuşma tarzına uygun... Bu da lehte bir puan... Kendisi için bir şey istememesi, dua dahi istememesi de durumuna uygun. Karşılaştığımız Üstün Varlıklar'ın çoğu "duanın asıl yararının edene olduğunu, vesile olanın da bundan nasiplendiğini" söylemişlerdir.

Geldik KAVRAMLAR'a ve KELİMELER'e...

MENZİL-İ ŞÜHEDÂ, "şehitlerin bulunduğu tabaka" demektir... TALÂT PAŞA'nın şehit olduğunu da başka bir vasıta ile görüştüğümüz başka bir Üstün Varlık, "yurtdışında öldürülen her üç paşa (ENVER, TALÂT, CEMÂL) ile İttihatçı Sadrazam Sait Halim Paşa'nın şehit olduğunu" bildirmişti... Böylece o bilgiyi de teyit etmiş olduk. Yalnız ŞÜHEDÂ MENZİLİ'nin de kendi içinde katları olduğunu sanıyoruz.
DALÂLET: Aslında Rahmetli ATATÜRK'ün Gençliğe Hitabesi'nde geçen bir kelimedir: "Memleketin dâhilinde iktidâra sâhip olanlar GAFLET, DALÂLET , HATTA HIYÂNET içinde bulunabilirler." "SAPKINLIK, DOĞRU YOLDAN AYRILMA" demektir. Celsede şehit torunu olduğunu bilmeyen kişi için kullanılmıştır. O kişi bir süre sonra bir şehit hakkında soru soracaktır.
PERVERDE "terbiye görmüş, yetiştirilmiş, beslenmiş" demektir.
MEFKÛRE, "ülkü" demektir.
MUTMAİN OLMAK, "tatmin olmak" demektir.
VUZUHA KAVUŞMAK, "açıklanmak, anlaşılmak" demektir.
MÜTEÂRİFE, "bilinen, meşhur olan" demektir.
MUHÂL, "imkânsız" veya "boş" şey demektir.
TEKABÜL ETMEK , "karşılık olmak, karşılamak, bir şeyin yerini tutmak" demektir.

LEVH-İ MAHFUZ, kelime olarak "Korunan Levha" demektir. KUR'AN-I KERİM'de Buruc Sûresi, 21-22. Âyetler'de "bel huve kur'ânun mecîdun fî levhın mahfûzın" - O yüce ve şerefli Kur'an, Mahfûz olan bir Levha'dadır" şeklinde geçer. İSLÂM dininde, "olmuş ve olacak herşeyin yazılı olduğu Kitap" anlamına gelir. Başka âyetlerde başka adlar ile geçer.

- Râd Sûresi, 39. Âyet'te ÜMM-ÜL KİTÂB (Kitapların Anası, Ana Kitap) şeklindedir: "yemhûllâhu mâ yeşâu ve yusbitu, ve indehu ummul kitâb" - "Allah, dilediğini siler, dilediğini yazar ve ANA KİTAP O'nun katındadır."

- Kaf Sûresi, 4. Âyet'te KİTÂB-UN HAFİZ (Koruyan, Muhafaza Eden Kitap) şeklinde geçer: "kad alimnâ mâ tenkus-ul ardu minhum ve 'indenâ kitâbun hafîz" - "Gerçekten de arzın, toprağın, onlardan neyi eksiltir, biliriz Biz ve her şeyi koruyan ve zapteden Kitap Bizim katımızdadır."

- Vâkıa Sûresi, 78.Âyet'te KİTÂB-UN MEKNÛN (Korunan Kitap) diye geçer: "İnnehu le kur'ânun kerîmûn fî kitâbin meknûn" - "Şüphe yok ki bu, pek güzel ve şerefli Kur'ân'dır, Korunan bir Kitap'tadır."

- En'âm Sûresi, 59. Âyet'te KİTÂB-UN MÜBÎN (Apaçık Kitap) diye geçer: "ve indehu mefâtih-ul gaybi lâ ya'lemuhâ illâ huve, ve ya'lemu mâ fîl berri vel bahri, ve mâ teskutu min varakatin illâ ya'lemuhâ ve lâ habbetin fî zulumâtil ardı ve lâ ratbin ve lâ yâbisin illâ fî kitâbin mubîn" - "Gaybın anahtarları O'nun Katındadır. O'ndan başka kimse bilmez. Karada ve denizde olanı da O bilir. Bir yaprak düşmez ki; onu bilmesin! Yerin karanlıkları içindeki tek bir tâne, yaş ve kuru müstesna olmamak üzere, herşey Apaçık bir Kitap'tadır."

- Neml Sûresi, 75. Âyet'te KİTÂB-UN MÜBÎN diye geçer: "ve mâ min gâibetin fîs semâi vel ardı illâ fî kitâbin mubîn" - "Gökte ve yerde gizli olan hiçbir şey yoktur ki, Apaçık bir Kitap'ta kayıt altına alınmış olmasın!"

- Yâsin Sûresi, 12. Âyet'te İMÂM-ÎN MÜBÎN (Apaçık yol görteren) şeklindedir: "innâ nahnu nuhyil mevtâ ve nektubu mâ kaddemû ve âsârahum ve kulle şey’in ahsaynâhu fî imâmin mubîn" - "Şüphesiz Biz, ancak Biz diriltiriz ölüleri! Onların yaptıkları her işi, bıraktıkları her izi yazarız. Biz, zâten her şeyi Apaçık, Yol Gösteren bir Kitap'ta sayıp döküp yazmışızdır."

- İsrâ Sûresi, 58. Âyet'te KİTÂB-I MESTÛRÂ (satır satır yazılmış Kitap) şeklinde geçer: "ve in min karyetin illâ nahnu muhlikûhâ kable yevmil kıyâmeti ev muazzibûhâ azâben şedîdâ, kâne zâlike fîl kitâbi mestûrâ" - "Hiç bir kasaba, şehir. memleket yoktur ki; Kıyâmet Günü'nden önce Biz, onu helâk edecek veya şiddetli bir azapla azaplandıracak olmayalım! Bu, satır satır yazılmış Kitap'ta kayıtlıdır."

Hâdid Sûresi, 22. Âyet'te sâdece KİTAP diye geçer: "mâ esâbe min musîbetin fîl ardı ve lâ fî enfusikum illâ fî kitâbin min kabli en nebraehâ, inne zâlike alâllâhi yesîr" - "Ne yerde ve ne de nefislerinize, başınıza musibetten bir şey isabet etmez ki, illâ o, onu yaratmamızdan evvel bir Kitap'ta yazılmış olmasın!. Şüphe yok ki bu, ALLAH'a göre pek kolaydır."

Dikkatinizi çekmiştir, hem KORUNAN KİTAP deniyor, hem de APAÇIK KİTAP ifâdesi kullanılıyor... Yâni bu Kitap hem ortada, hem de sıkı muhafaza altında!.. Daha fazlasını söylemeye izin yok!

İşte KADER kavramı, "herşeyin önceden yazılmış olduğu bu Kitâb"ın mevcudiyetinden çıkar. KADER'in, "yazgı, alınyazısı, determinizm" karşılıkları da vardır. Ancak biz burada KADER üzerine bir sohbet açmıyacağız. Sâdece İlâhiyatçı Mustafa İslâmoğlu'n'a göre, KADER'in KUR'AN-I KERİM'de "ölçü" ya da "kapasite" anlamında olduğunu belirtmekle yetineceğiz. Üstât, bunu Rad Sûresi, 8. Âyet'e bağlar: "kullu şey'in indehu bi mıkdâr" - "O'nun katında herşey bir ölçü (kader ve miktar) iledir."

- Furkan sûresi, 2. Âyet te aynı şeyi belirtir: "halâka kulle şey'in fe kadderahu takdîrâ" - "Her şeyi yaratıp, ona ölçü içinde bir nizam verdi ve mukadderâatını (kaderini) tâyin etti. "

- Tevbe Sûresi, 51. Âyet ise "kul len yusîbenâ illâ mâ keteballâhu lenâ" - "De ki: ALLAH'ın bizim için Kitâb'a yazdığından başkası bize asla erişmez!" şeklindedir.

- Vâkıa Sûresi, 60. Âyet te KADER'den bahseder: "nahnu kaddernâ beynekumul mevte ve mâ nahnu bi mesbûkîn" - "Ölümü aranızda Biz takdir ettik ve Biz önüne geçileceklerden değiliz."

Böylece MİKTAR, TAKDİR, MUKADDER kelimelerinin KADER ile aynı kökten olduğunu da görebiliriz...

"Niye bunları böyle uzun uzun anlatıyorsun?" diye sorarsanız, ilerde, hemen her Celse'de bu kavramlar geçecek, biz de bu Celse'ye atıflar yapacağız. Hepsi bir arada bulunsun, istiyoruz.

ECEL, "belirlenmiş sürenin bitimi" demektir. KUR'AN'da 52 yerde geçer. Başlıca iki anlamı vardır. Bunlardan biri, Türkçe'deki "vâde"nin karşılığı, diğeri ise "ölüm ânı" demektir. "Yaşama süresi" anlamında kullanılan ÖMÜR ("umr") kelimesi ise KUR'AN'da 7 yerde geçer. Ölüm anlamında MEVT kelimesi, KUR'AN'da 165 yerde geçer. "vefat ettirmek, öldürmek, hayâtına son vermek" anlamında VEFAT kelimesi KUR'AN'da 22 yerde geçer.

ECEL MESELESİ, LEVH-İ MAHFUZ ve KADER mevzuuna bağlı olarak Kelâm âlimleri arasında tartışılan önemli ve zor konulardan biridir. İslâm'da iki türlü ecel vardır: ECEL-İ MÜSEMMA ve ECEL-İ KAZÂ...

- En´am Sûresi 2. Âyet'te ECEL-İ MÜSEMMA (belirlenmiş süre) kavram olarak geçer: "huvellezî halâkakum min tînin summe kadâ ecelâ, ve ecelun musemmen indehu summe entum temterûn" - "O, öyle bir TANRI'dır ki, sizi balçıktan yaratmıştır da, ölüm vaktini takdîr etmiştir ve belirlenmiş bir başka süre de (Kıyâmet'in vakti) O'ndadır, O'nun katındadır. Gene de şüphe edersiniz siz!"

- Âl-i İmran Sûresi, 145. Âyet'te "ecel" geçer: "ve mâ kâne li nefsin en temûte illâ bi iznillâhi kitâben mueccelen"- ""Hiç kimse, Kitab'a yazılmış belli bir vâdeden önce, Allah'ın izni olmadan ölmez."

- Fatır Sûresi, 11. Âyet, ömrün uzayıp kısalmasının mümkün olduğunu, bunun ALLAH'a âit olduğunu belirtir: "illâ bi ilmihî, ve mâ yuammeru min muammerin ve lâ yunkasu min umurihî illâ fî kitâbin, inne zâlike alâllâhi yesîr" - ."Ömrü uzun olanın çok yaşaması ve ömürlerin azalması şüphesiz Kitap'dadır. Doğrusu bu Allah'a kolaydır."

Tekrarlamaya lûzum yok, KİTAP'tan kasıt LEVH-İ MAHFUZ'dur.

- Nahl Sûresi, 61. Âyet'te ECEL-İ MÜSEMMA: "ve lev yuâhızullâhun nâse bi zulmihim mâ terake aleyhâ min dâbbetin ve lâkin yuahhıruhum ilâ ecelin musemmâ, fe izâ câe eceluhum lâ yeste'hırûne sâaten ve lâ yestakdimûn" - "Ve eğer ALLAH insanları zulümleri sebebiyle muaheze edecek olsa idi, Yeryüzü'nde hareket eder bir mahlûk bırakmazdı! Velâkin, onları mukadder bir zamana kadar tehir eder. Onların ecelleri geldiği vakit ise, onlar ne bir saat geri kalabilirler, ne de öne geçebilirler!"

- Münâfikun Sûresi, 11. Âyet'te "ecel" var: "ve len yuahhırallâhu nefsen izâ câe eceluhâ" - "Bir nefsin, bir canlının eceli gelip çatınca, ALLAH onu asla geri bırakmaz!"

Sıra ECEL-İ KAZÂ'da... Vay ki, vay!.. Ne ben anlatabilirim, ne siz anlıyabilirsiniz... Ama biraz dimağımızı, beynimizi, kafatasımızın içindeki Amerikalılar'ın tâbiri ile
o "gri madde"yi zorlıyalım...

ECEL-İ KAZÂ, "bir sebebe bağlı olarak değiştirilmesi takdir edilmiş ecel"dir.
"Bir canlıya ömür verilmesi de, ömründen kısaltılması da mutlaka bir kitapta (yazılı)dır" (Fâtır Sûresi , 11. Âyet)

"Allah, dilediğini siler, dilediğini bırakır. (Bütün) kitapların anası, O'nun yanındadır" (Ra'd Sûresi , 39. Âyet)

"Allah'ın izni olmadıkça hiçbir kimseye ölüm yoktur. O, vâdesiyle yazılmış bir yazıdır." (Âl-i İmran Sûresi , 145. Âyet)

Ömür, canlının bu Dünyâ'da var olmasıyla başlayan ve ecelinin gelip çatmasıyla ya da canlının ölmesiyle son bulan belirli süredir. KAZÂ , "yanlışlık ile meydana gelen, olumsuz sonuçlara yol açan olay"dır diye biliriz... KAZÂ, "İslam Hukuku'nda yargı erki, Kadı, vaktinde kılınmayan namazı veya tutulmayan orucu sonradan dini kurallara uygun olarak yerine getirme, ilçe" gibi başka anlamları da vardır ama, onlar şimdi bizi ilgilendirmiyor...

İslam dininde, KAZÂ, ALLAH'ın Ezel'de takdir buyurduğu, Levh-i Mahfuz'da kayıtlı olayların, zamanı gelince, KADER'e uygun olarak meydana gelmesine verilen isimdir. KADER'de yazılıdır, KAZÂ'da gerçekleşir.

ALLAH, "yazılmış olanı silip değiştirebileceğini (Râd Sûresi, 39. Âyet'), "bir canlıya ömür verilmesi de, ömründen kısaltılması da Kitap'ta yazılmıştır" (Fâtır Sûresi, 11. Âyet) "bunu da ancak Kendisi'nin yapabileceğini, kimsenin O'nun önüne geçemiyeceğini" (Vâkıa Sûresi, 60. Âyet) buyurmuş!.. Demek ki, ALLAH ne isterse yapar, ister uzatır, ister kısaltır!.. İster, yazar, isterse yazdığını siler, yeniden yazar!.. Onun için zâten ZAMAN, MEKÂN yoktur.FONT color=#ff0000 size=3> "OL!" demesi bir şeyin olması için yeterlidir. (Yâsin Sûresi, 82. Âyet)

Biz insanlar olup bitenleri anlıyamadığımız için isimler vermişiz. Normal bir ölümle sona eren hayat için KUR'AN terimini kullanarak ECEL-İ MÜSEMMA 'tâyin edilmiş hayat sonu) demişiz, beklenmeyen ölümler için ECEL-İ KÂZÂ demişiz. Halbuki o da ALLAH'ın takdirinin (yâni kaderin) sonucu!.. Rahmetli Remzi Oğuz Arık ta uçak kazâsındaki ölümü için "Uçağın havada infilâk etmesi, Dünya yaratılmadan evvel tesbit edilmişti" demiş, LEVH-İ MAHFUZ'a atıfta bulunmuştu. Ayrıca İbni Kemâl Celsesi'nde bu konularda uzun açıklamalar vardır.

Bu Celse'de Varlık, Nâzım Paşa'nın suikaste kurban gitmesini, LEVH-İ MAHFUZ'da Nâzım Paşa'nın kaderi ECEL-İ KAZÂ ile olacağı yazılmıştı" diyerek bizi bu uzun çalışmaya sevketti. Yâni, ALLAH Nâzım Paşa için yazdığını silmiş, tekrar yazmış!..

(2) Peki, kim bu NÂZIM PAŞA ?... Nasıl vuruldu?

Bu soruyu soran kişiye Varlık, usturuplu bir cevap veriyor, ve "NÂZIM PAŞA'nın ŞEHİT olduğunu" söylüyor. Soruyu soran, şehit torunu, bilmiyor, farkında değil!.. Varlık vuranın adını vermiyor... Koca TALÂT PAŞA öyle gammazlığa girer mi?.. Ama söyledikleri ile "araştırın, bulun" demeye getiriyor!..
Biz de araştırdık, yazıyoruz.

II. Meşrutiyet ile iktidara gelen İttihat ve Terakki Cemiyeti'ne muhâlif olarak 1908'de Hürriyet ve İtilâf Fırkası kuruldu. İki parti arasındaki çekişme sonucu ordu bölündü, karışıklık arttı. Nihâyet Halâskâr Zâbitân [Kurtarıcı Subaylar] adlı bir grup, 16 Temmuz 1912'de verdikleri bir muhtıra ile İttihatçı Sait Paşa hükûmetinin istifasını sağladı. Gazi Ahmet Muhtar Paşa, iki partiye mensup (İttihat ve Terakki, Hürriyet ve İtilâf) kişilerden bir hükûmet kurdu... 8 Ekim 1912'da, I. Balkan Savaşı çıktı. Sırplar, Bulgarlar, Yunanlar birlikte Osmanlı Devleti'ne saldırdılar. Savaş kısa sürede bozguna dönüştü. Ahmet Muhtar Paşa istifa etti. İtilâfçı Kâmil Paşa yeni hükûmeti kurdu. Ordudaki çekişme, bölücülük yüzünden Kasım ayında Bulgarlar Çatalca'ya dayandılar. Makedonya, Selânik, Batı Trakya, Edirne elden çıktı... Osmanlı Devleti 1912'deki I. Balkan Savaşı'nda fecî şekilde yenildi.

Ancak Balkan devletleri ganimeti paylaşamadılar, aralarında savaşa tutuşunca, İttihatçılar harekete geçti... Tarihler 23 Ocak 1913‘ü gösteriyordu, Hükümet Bâbıâli‘de toplanmıştı, büyük devletlere nota verilecekti. Notanın Fransızca’ya çevrilen metni gözden geçiriliyordu. İttihatçı bir fedâi grubu Bâbıâli'de Vekiller Heyeti toplantısını bastı. Harbiye Nâzırı Nâzım Paşa'yı vurup öldürdüler. Sadrazam Kâmil Paşa'nın kafasına tabanca dayayıp istifa ettirdiler. Sonra hazırladıkları hükûmet listesini götürüp Pâdişâh'a kabul ettirdiler. Mahmut Şevket Paşa Hükûmeti böyle kuruldu.

İşte bu Bâbıâli Baskını nasıl gerçekleşti?.. Onu anlatalım.

Balkan Savaşı'nda Edirne'nin dahi elden çıktığını gören İttihatçılar’ın ileri gelenleri, bir toplantıya karar verdiler... Toplantı Vefa’da, İttihat ve Terakki‘nin önemli isimlerinden Emin Beşe Bey‘in evinde yapıldı. Enver Bey, bir tümeni denetlemek için İzmir’e gittiğinden toplantı hiçbir karar alınamadan dağıldı.

Bu girişimin en büyük mimarı olan Talât Bey, toplantıda konuşulanları İzmitli Mümtaz aracılığıyla Enver Bey’e bildirmişti. Çok geçmeden Enver Bey İzmir’den döndü ve ikinci toplantıya geçildi. Katılımcılar şunlardı: Sait Halim Paşa, Talât Bey, Enver Bey, Hacı Âdil Bey, Ziya Gökalp, Albay İsmâil Hakkı Bey, Fethi Bey (Okyar), Mithat Şükrü Bleda, Cemâl Paşa, Kara Kemâl, Doktor Nâzım Bey, Mustafa Necip Bey.

Enver Bey arkadaşlarına diyordu ki:

- "Arkadaşlar! Geçen seferki toplantınızda verdiğiniz karardan haberdar oldum, ne yazık ki, şaşırdım.
Bin türlü bahâne bularak hükûmete ilişmeyi uygun bulmamışsınız. Bu karara nereden vardınız, bilmiyorum.
Yalnız size bir şey soracağım: Memleketin geleceğini bu hükûmetin kurtarabileceğine inancınız var mı?..
Cevabınız 'Evet!' ise, bir sorun yok, burada boş yere çene patlatmayalım. Herkes dağılsın ve işine baksın.
Yok, eğer bu adamlara inanmıyorsanız, teorilere takılıp kalmayalım, icraata geçelim.
Bu adamlardan kurtulmanın tek çâresi bu hükûmeti devirmektir!".
- "Hayır, hükümete kesinlikle güvenmiyoruz!"
- "O halde ne duruyoruz? Hemen yarın işe başlayalım."
- "Fakat bu işi kim yapacak? Hükûmeti kim devirecek?"
- "Ben bu işi, yanıma alacağım altmış fedâkâr arkadaşımla rahatlıkla başarabilirim."

Karar alındı, Ziya Gökalp ve Fethi Okyar’ın itirâzına rağmen... Bir darbe ile hükûmet devrilecekti. Plan yapıldı, herşey en ince ayrıntısına kadar düşünüldü. Gerekli yerlere ve kilit noktalara Teşkilât’ın adamları yerleştirildi. İttihaçılar'ı düşündüren tek kişi vardı: ÇERKEZ NÂZIM PAŞA... İri kıyım, sert, gaddar, hırslı, ne yapacağı belli olmayan bu adamı bertaraf etmek işin en zor yanıydı.

Baskın günü 23 Ocak 1913 , saati ise 15.00‘di. Gözü pek ve fedâkâr altmış yiğite haber uçuruldu, hepsi belirlenen saatte Bâbıâli‘de olacak, baskın hükûmet toplantıda iken yapılacaktı. Baskın çabuk olmalıydı ki, kan dökülmesin!.. Yürüyüş İttihat ve Terakki’nin Nûruosmaniye’deki kulübünden başlayacaktı.

Ve 23 Ocak Perşembe, saat 13:00'de Talât Bey ve Sapancalı Hakkı, hazırlıkları denetlediler. Bâbıâli civârında toplanma merkezi olarak tesbit edilen kahvehâne, gazino, otel salonu gibi yerleri gözden geçirdiler... Nedendir bilinmez, baskın için orada bulunması gereken hiçbir militan ortada yoktu!... Soğuk hava, inceden inceye yağan yağmur hâkimdi Bâbıâli’ye.

Bu sırada Hüsamettin Ertürk, birkaç arkadaşı ile birlikte baskının sızmasını engellemek için polis müdürlüğü, merkez komutanlığı, posta ve telgraf idaresi gibi hayatî noktaları ele geçirmek için tetikte bekliyordu. Estern kablo idâresi işgâl edilecek, Büyükdere Rus Konsolosluğu’nun bahçesindeki telsiz istasyonu ele geçirilecekti... Nihâyet emir geldi ve Hüsamettin Bey ve ekibi harekete geçti. Öte yandan Teşkilât’a bağlı subaylar da Bâbıâli civârındaki devriyeleri kaldırdılar.

Beri yandan da Kurmay Yarbay Enver Bey ve arkadaşları Teşkilât’ın askeri müfettişliğinde, Talât Bey’den gelecek haberi beklemekteydiler. Yüzbaşı Yâkup Cemil, Mustafa Necip ve İzmitli Mümtaz tabancalarını kuşanmışlar, Enver Bey’in yanında yerlerini almışlardı. Saat iki buçuğu geçerken Sapancalı Hakkı, Menzil Müfettişliği‘ne geldi ve;

- "Haydi, herşey hazır ve tamam, çıkınız!" dedi.

Bu haberi sabırsızlıkla bekleyen Enver Bey şimşek gibi yerinden fırladı ve kaşla göz arasında kapının önünde kendisi için bekletilen kır ata bindi. Şimdi o bir savaş kahramanı gibi heybetli ve gözalıcı görünüyordu. Âheste âheste Nûruosmaniye’den Bâabıâli’ye doğru ilerleyen bu mağrur adamın iki yanında Filibeli Hilmi ve İzmitli Mümtaz vardı. Bâbıâli’nin tenha sokakları, kır atını üstünde tunç bir heykel gibi dikilen, masal kahramanlarını andıran, erkek güzeli bu yiğidi, geleceğin paşasını temâşa ediyordu.

Ama yolunda gitmeyen bir şeyler vardı. Bâbıâli‘nin önü boştu, altmış fedâkâr adamdan hiçbiri ortada yoktu!.. Az sonra Enver Bey köşeden, -bugünkü İran Konsolosluğu’nun bulunduğu- sokağın başından göründü. Karşılaştığı manzara hiç de hoşuna gitmedi, yanında beliren Yâkup Cemil ve Mustafa Necip‘e rağmen, keskin bakışlarını Sapancalı Hakkı‘ya yöneltti. Sanki:

- "Herşey hazır, dediğiniz bu muydu?.. Beni ateşe düşürdünüz," dercesine öfkeyle bakıyordu.

Çok geçmemişti ki, her yaştan insan Bâbıâli yokuşuna yığılmaya, kalabalık artmaya başladı. Enver Bey’in ve Yâkup Cemil’in hedefi artık Bâbıâli binâsı, toplantı hâlindeki hükûmetti!...

Peki binâyı koruyan askerler neredeydi?.. Bâbıâli’yi korumakla görevli Uşak taburu ne yapıyordu?..

Uşak taburu binânın önünde silah çatmış şekilde beklemekteydi. Ne hikmetse "geliyorum" diyen tehlikeye karşı tabur kılını bile kıpıdatmamaktaydı!... Tabur İttihatçılar tarafından elde edilmişti. Yoksa dünya tarihinde bir olmazı gerçekleştiren darbecilerin böyle bir mâceraya atılması mümkün değildi!.. Eğer atılsalar bile, baskın başlamadan bitecek, başta Enver Bey olmak üzere bütün kader arkadaşları ölecekti. İttihatçılar herşeyi en ince ayrıntısına kadar hesap etmiş, önlerine çıkacak en büyük tehlikelerden birini bertaraf etmişlerdi.

Enver Bey tereddüt içindeydi ki, imdâda Ömer Nâci yetişti. İttihat ve Terakki Teşkilâtı‘nın bu ateşli ve ünlü hatibi, Ömer Seyfettin‘le beraber olay yerine gelmişti. Bâbıâli‘nin merdivenlerine çıkan Ömer Nâci şöyle haykırıyordu:

- "Vatandaşlar! Kâmil Paşa Hükûmeti, Edirne’yi Bulgarlar'a bugün resmen terk ediyor! Şu dakikada Bâbıâli’de notalar imzalanıyor."

- "Büyük TÜRK MİLLETİ bunu hiçbir zaman kabul etmeyecektir. İttihat ve Terakki buna ne pahâsına olursa olsun, izin vermeyecektir.
Yaşasın Büyük TÜRK MİLLETİ!... Yaşasın İttihat ve Terakki!"

Ömer Nâci kitleleri öylesine etkiliyordu ki Bâbıâli yokuşu her geçen dakika biraz daha kalabalıklaşıyor, Ömer Nâci’nin etrafını sarıyordu. Ömer Nâci devam ediyordu:

- “İşte Hürriyet Mücâhidi Enver Bey Bâbıâli’ye yürüyor!... İşte kapının önünde arkadaşlarımız,
yüzlerce sivil ve subay ellerinde tabanca, içeri girme hazırlığındalar!.
Onlarla birlik olunuz, bu beceriksizler idâresine son veriniz!”

Ömer Nâci bu sefer Uşak Taburu’na hitap ediyordu:

- “Evlâtlar! Elinizdeki silâhları millet size kullanmanız için vermiştir. Düşman Çatalca’dadır.
Kutsal vatan topraklarını kirli ayaklarıyla çiğneye çiğneye oraya kadar gelmiştir.
Biz millî şerefi, millî nâmusu korumak, mukaddes âile yurdumuzu kurtarmak istiyoruz.
Siz başka türlü düşünüyorsanız, işte sinem açıktır, ateş ediniz..”

Bu nutuk Uşak taburunu büyülemiş, askerin gözünde Enver Bey’i bir mitoloji kahramanı hâline getirmişti. Enver Bey ve yanındakiler şimdi dış kapıyı aşmış, Bâbıâli’nin avlusuna ulaşmıştı.

Manastır Askerî Lisesi’nde Mustafa Kemâl’e vatan fikrini, Nâmık Kemâl’in vatan edebiyatını aşılayan, kabına sığmaz bir yiğit adam olan Ömer Nâci, gerektiğinde silâhşörluk bile yapmış, İran Şâhı'na kafa tutmuş bir inanç ve ülke adamıydı. “Kardeşlerim!” diye haykırınca havada şimşekler çaktıran, etrafı inim inim inleten bu adamın Bâbıâli Baskını'ndaki rolü inkâr edilecek gibi değildir.

Kalabalık bir çığ gibi büyüyor, Bâbıâli’ye doğru akıyor, Enver Bey’e yardım etmek için koşuyordu. Bâbıâli’nin önü tam bir ana-baba günüydü. Kalabalığı ancak Doktor Ağabeydin Bey’in, “Kapıları hemen kapatınız. İçeriye görevlilerden başka hiç kimse girmesin,” emri durdurabildi ve kapılar kapandı.

Binânın içinde ilerliyen Enver Bey’in yanında Yâkup Cemil vardı, peşlerinden İzmitli Mümtaz, Filibeli Hilmi Mustafa Necip, Sapancalı Hakkı geliyordu. En arkada Talât Bey ve Mithat Şükrü (Bleda) vardı. Salonun ve holün güvenliğinin sağlanması gerekiyordu. Bu görevi Yâkup Cemil ve Sapancalı Hakkı üstlendiler. Sapancalı Hakkı, nöbetçileri görür görmez komutunu verdi:

- "Selâm dur!.. Yolu aç ve geri çekil!"

Olaylar öyle hızlı akıyordu ki, askerler komuta hemen uymuş, Enver Bey’i ve arkadaşlarını mihanikî bir şekilde selâmlamak zorunda kalmışlardı. Gürültüden ve baskından ilk haberdar olan Sadâret Yâveri Nâfiz Bey oldu. Misâfiri ile odasında çay içen Nâfiz Bey masanın gözündeki tabancasını kaptığı gibi salona fırladı, Şeyhülislâm Cemâlettin Efendi’nin korumalarından birinin cesedini görünce rasgele ateş etmeye başladı. Nâfiz Bey fazla ateş edemedi, vücûduna isabet eden kurşunlarla yere yığıldı. Bu arada Harbiye Nâzırı Nâzım Paşa’nın yâveri Kıbrıslı Tevfik Bey, Yâkup Cemil’in ve İzmitli Mümtaz’ın kurşunlarıyla cansız olarak yere düştü. Baskının üçüncü kaybı Tevfik Bey’di. Derken bir asker daha öldü. Bâbıâli bir savaş alanına dönmüştü. İnsanlar ölüyor, her yeri kan götürüyordu. Silâh seslerini duyan Nâzım Paşa, karşısındakine tepeden bakan hâliyle, iri cüssesiyle elleri cebinde salona çıktı. Karşısında Enver Bey’i, İzmitli Mümtaz’ı, Filibeli Hilmi’yi ve Sapancalı Hakkı’yı görünce önce şaşırdı. Sonra öfkeyle:

- "Bu ne cüret!.. Burada ne arıyorsunuz, âsi herifler? Aklınızca Sadâret'i mi basacaksınız?"

Enver Bey birden kusursuz bir esas duruşa geçti, her zamanki utangaç ve nâzik tavrı ile;

- "Efendim," diye söze başladı. "Millet Kâmil Paşa Hükûmeti’nin istifasını istiyor. Vatanı satanlara ordu izin vermeyecektir."

Enver Bey sözünü bitirmemişti ki, Serasker Nâzım Paşa tekrar bağırmaya, karşısındakini azarlamaya başladı. İşte ne olduysa, o anda oldu. Yâkup Cemil koluyla Paşa’yı kavradı. Paşa’nın sağ şakağına tabancayı dayadı ve ateşledi. Nâzım Paşa birden düştü, ağzından kan boşaldı ve can çekişmeye başladı. Yâkup Cemil öyle kritik bir atış yapmıştı ki, eğer kurşun bir milim kaysa, Sapancalı Hakkı ölecekti!

Herkes bir tarafa sıvışmış, ortalık boşalmış durumdaydı. İşin ciddiyetini ilk kavrayan Enver Bey oldu, heyecanla:

- "Yâkup, ne yaptın? Buna gerek varmıydı?" diye bağırdı.

Ama Yâkup Cemil serinkanlılığını bozmuyordu. “Bu heriflere lâf anlatılmaz” dedi ve ölmek üzere olan Nâzım Paşa’ya bir kurşun daha sıktı. Bu sırada olay yerine Talât Bey de geldi, ama gördüklerinden hiç de memnun değildi.

- “Arkadaşlar!” diye söze girdi. “Böyle olmayacaktı, kavlimizde bu yoktu. Eğer böyle devam ederse, ben bu işte yokum.
Herşeyi bırakır, çeker giderim.”

Sonunda ortalık durulur gibi oldu. Subayların bundan sonraki ilk işi Sadrazam Kâmil Paşa’yı bulmak oldu. Kâmil Paşa Meclis-i Vükelâ salonunda yapayalnızdı, çünkü Bakanlar'ın hepsi kaçmıştı. Karşısında Enver Bey’i, Yâkup Cemil’i, Talât Bey’i ve diğer isimleri gören Kıbrıslı Kâmil Paşa sâkin bir tarzda sordu:

- "Ne istiyorsunuz, evlâtlarım?"

Sonra Enver Bey’e döndü ve konuşmasını sürdürdü:

- "Eğer bu hareketi yapmasaydınız, ülkemiz barışa kavuşacaktı. Bu baskın olmasaydı,
Bulgarlar, Sırplar, Yunanlılar işgâl ettikleri yerleri geri vereceklerdi!.. Mâdem mührü istiyordunuz, alınız!"

Paşa bunun ardından istifa dilekçesini yazdı:

- “Pâdişah'ın yüksek huzuruna,
Ahâli ve askerler tarafından yapılan teklif üzerine istifamı
yüksek huzurlarınıza arzını mecbur olduğumu yüksek bilgilerinize sunmakla…”
23 Ocak 1913

Artık hükûmet devrilmiş, darbe başarı ile tamamlanmıştı. Bundaki en büyük pay da Yüzbaşı Yâkup Cemil’e âitti. O’nun kurşunları olayların akışını bir anda değiştirmişti. Herkesin korktuğu, en büyük engel olarak görülen ÇERKEZ NÂZIM PAŞA, onun korkusuzluğu, atıcılığı sayesinde aşılmıştı!.. (linkten alıntı)

Ama doğru mu yapılmıştı?... Acaba Sırplar, Bulgarlar, Yunanlar işgâl ettikleri yerlerden gerçekten çekilecekler miydi? .. Bilinmez.

Bildiğimiz, celsede TALÂT PAŞA'nın NÂZIM PAŞA içinde ŞEHİT dediği... Ardından da ekler:

- NÂZIM PAŞA'nın vurulmasının, daha doğrusu ŞEHİT edilmesinin iki safhası vardır.
Birinci safha LEVH-İ MAHFUZ'da Nâzım Paşa'nın kaderi ecel-i kaza ile olacağı yazılmıştı.

Gerçekten de anlatılanlardan çıkardığımız sonuç Nâzım Paşa'nın öldürülmesinin planlanmadığı, ecel-i kaza, yâni, beklenmiyen sonuç olduğudur.

- "İkinci safha, aranızdaki yaşlılar bileceklerdir, ZARÂR-I ÂMI DEF İÇİN, MENFAAT-İ ŞAHSİYE İHLÂL EDİLİR."

Yâni ammenin, yâni toplumun zararını gidermek için, kişinin menfaati çiğnenebilir... Hayâtı bile önemli değildir!.. Buradan sorumuzun cevâbını da alıyoruz. Hükûmetin devâmı toplumun yararına değilmiş. Sırplar, Bulgarlar, Yunanlar işgâl ettikleri yerlerden asla çekilmiyeceklermiş. O yüzdendir ki, Enver Bey aralarındaki sürtüşmeden yararlanıp Edirne'yi geri almıştır.

(3) ŞERİF ALİ HAYDAR PAŞA; Şerif Hüseyin'in yerine Mekke Şerifi olan kişidir... Hani şu İngilizler'in vaatlerine kanıp, 1916'da 3-5 altın ve krallık uğruna OSMANLI DEVLETİ'ne ihânet eden, ancak sonradan 1926'da kendisi İngilizler'in ihânetine uğrayıp, MEKKE SERİFLİĞİ'nden azledilip sürülen Peygamber torunlarının yüzünü karartan Şerif Hüseyin!..
ŞERİF, HZ. MUHAMMED'in (S.A.V.) torunu HZ. HASAN'ın soyundan gelenlere verilen ünvandır. Osmanlı zamanında Mekke Şerifi, Peygamber torunlarından olurdu. Ne var kı, Arabistan artık Peygamber torunlarının diyârı olmaktan çıkıp, Vehhabî Suudlar'ın ülkesi hâline gelmiştir... Onlar da dünyâya İslâm'ı kötü tanıtan El Kaide'yi, Taliban'ı . IŞİD'i, her türlü sapmış ve sapıtmış tarikatı destekliyorlar!

Celse'de Varlığın verdiği bilgilerin doğru çıkması, ikna edici olması, bizi böyle yoğun ve derin bir araştırmaya sevketmesi sebebiyle, biz kendisinin TALÂT PAŞA olduğuna inandık, sizi bilmem!..

Sevgili okurlar, gördüğünüz gibi, Ruhlar'la İrtibat bize Âhıret Âlemi hakkında bilgi verdiği gibi, bizi çeşitli konularda da araştırmaya, bilgilenmeye mecbur bırakıyor. Gelen Varlık târihî bir şahsiyet olduğu için târih araştırması yaptık. Einstein gelseydi, belki fizik araştırması yapmak zorunda kalacaktık.

Yapmasak ne olur?.. Hiçbir şey olmaz!.. Yontulmamış kütük gibi kalırız. "Ruh çağırdım" diye sevinir, ama gelen Varlığın söylediklerini anlamadan yatar uyuruz!

Ruhi Selman

selman@journalist.com

***

  • Önemli Sayfalar:

    - BİR SPİRİTUALİSTİN DÜNYASI - ANA SAYFA
    - BİR TEBLİĞ
    - ÖLÜM VE SONRASI
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 1
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 2
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 4
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 5
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 6
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 7
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 8
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 9
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 10
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 11
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 12
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 13
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 14
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 15
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 50
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 51
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 52
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 53
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 54
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 55
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 56
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 57
    - ÂHIRET'TEN SİMÂLAR - 58
    - ÂHIRET'TEN SİMÂLAR - 59
    - ÂHIRET'TEN SİMÂLAR - 60
    - ÂHIRET'TEN SİMÂLAR - 61
    - TEKÂMÜL'E GİDEN YOL
    - NEYZEN TEVFİK'TEN BİR ŞİİR
    - BİR OBSESYON VAK'ASI
    - ÖTE ÂLEM'DEN ŞİİRLER - 1
    - RÜYÂLAR - 1
    - RÜYÂLAR - 2
    - REİNKARNASYON - 1
    - REİNKARNASYON - 2
    - ANADOLU'DA REİNKARNASYON ŞİİRLERİ
    - İRLANDALI ŞÂİR JAMES CLARENCE MANGAN ANADOLU'DA MI YAŞADI?
    - FİNCAN CELSELERİ - 1
    - FİNCAN CELSELERİ - 2
    - FİNCAN CELSELERİ - 3
    - EKMİNEZİ ÇALIŞMASI
    - RÛHÎ FİLİMLER - 1
    - ENTERESAN RÛHÎ OLAYLAR
    - ERGUN ARIKDAL VE SÂDIKLAR PLÂNI'NI TENKİT
    - BÜLENT ÇORAK VE DÜNYA KARDEŞLİK BİRLİĞİ SAFSATASI
    - CENAP BAŞMAN VE MARON TARİKATI
    - SAPKIN RAEL TARİKATI
    - TRANSANDANTAL MEDİTASYON KANDIRMACASI
    - MELEKLER'DEN MESAJ ALDIĞINI SANAN ŞAŞKINLAR
    - ŞEYTANA TAPAN SATANİSTLER
    - MEKTUPLAR