BİR SPİRİTUALİSTİN DÜNYASI

ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 42

Bu sefer Âhıret Âlemi'nden bir Suikastçi ile bir Sadrâzam'ı sunacağız sizlere...

Varlık : Abdülkadir
Tarih : 11.9.1962
Usûl : Hipnoz yoluyla rûhî infisâl
Medyum: Ali

Medyum- .... Karanlık... Karanlık.... yolumu kestiler...
İdâreci- Yolunuzu kesen kimdir? Sâkin olarak, lûtfen.
M- ... Simsiyah bir borunun içindeyim... Tepemde ışık var, oraya gitmek istiyorum. Yolumu kestiler.
İ- Kimdir kesen?
M- ... Çok.. çok kalabalık... Simsiyah bir balçık gibi suyun içinde... Boğazlarına kadar batmışlar...
Boğazlarına kadar batmışlar... Başlar... başlar... başlar... Üstüste yığılmış başlar...
Yolumu kapatıyor... Sesler çıkarıyor... "Mağfiret!.. mağfiret!.. Mağfiret!" diyor.
.... Birisi ileri geçti... Yalnız baş... Korkunç yüzler görüyorum... Korkunç yüzler... ABDÜLKADİR...
İ- Ne zaman ölmüş? Ve kimmiş? Bize kendini tanıtsın.
M- ... 1941... Asılarak ölmüş...
İ- Suçu neymiş?
M- ... Nimet-nâşinaslık... Nimet-nâşinaslık... Kendisine nimet verene kemlik yapmış...
ANKARA VÂLİSİ ABDÜLKADİR... ANKARA VÂLİSİ ABDÜLKADİR... (1)
Varlık- ... Mağfiret!.. Mağfiret!...
M- ... MUSTAFA KEMÂL'e suikast... MUSTAFA KEMÂL'e suikast...
V- ... Mağfiret!.. Mağfiret!... Mağfiret!... Mağfiret!... Mağfiret!...
M- ... ANKARA VÂLİSİ ABDÜLKADİR... MAHPES-İ İLÂHÎ'de...
V- ... Mağfiret!.. Mağfiret!... Mağfiret!... Mağfiret!...
İ- TANRI affetsin.
M- .... Çıkıyorum... Kurtuldum!... Çıkıyorum..
İ- Gâyet rahat olarak...
M- ... Arkamdan "Mağfiret!" sesleri duyuyorum... Hızlı çıkmak istiyorum... Kudretim yok...
Çok yavaş ilerliyorum...
İ- Dinlene dinlene çıkınız.
M- ... Hayır!... Duvarlar simsiyah, balçık gibi... Hep başlar... hep baş... baş... Korkunç yüzler...
Korkunç yüzler... Baş... baş... baş... Başlarını kımıldatamıyorlar... Hepsi "Mağfiret!.. Mağfiret!.. mağfiret!"...
İ- TANRI yardımcıları olsun!
M- ... "Su!" diyorlar... "Su!... Su!..." diye bağırıyorlar. "Su!.."

Burada duralım...

(1) 15 Haziran 1961 târihli Celse'de Abdülkadir'le karşılaşmış, ve hayâtını anlatmıştık. Orada bize idâm tarihi olarak 17 Eylül 1926'yı vermişti, bu sefer 1941 yılını vermiş. İkisi de yanlış!.. Cezası 31 Ağustos 1926 gecesi infaz edilmiş!.. Ancak artık biliyoruz ki, bu tarz yanlışlar çok sık oluyor. Bir sebebi Varlıklar'ın Dünyâ hayâtı ile bağlarının zayıflaması, ikinci bir sebebi de bizi araştırmaya sevketmek... Aldatmak için olanları zâten kaale almıyoruz!..

Burada enteresan bulduğumuz Ankara Vâlisi Abdülkadir'in ikinci defa karşımıza çıkması!.. Belki kendisi hakkında daha fazla sual sormak gerekirdi. Âhıret'te çektiği cezânın akim kalmış suikast teşebbüsünden değil, yetim malı gasbetmesindeni olduğunu söylemişti. Ancak bu sefer sebebi "Nimet-nâşinaslık... Kendisine nimet verene kemlik yapmış..MUSTAFA KEMÂL'e suikast..." diye bildiriyor... Yâni, kendisini Vâli yapan kişiye nankörlük edip suikast düzenlediği için cezâ çekiyormuş... Belki de bu suçunu yeni farkettiği için ikinci defa İrtibat'a geçip söyledi. Daha önce idrak ettiği suç yetim malı gasbetmekti, ona bu suç da eklendi... Kimbilir!.. Âhıret'te işler nasıl yürüyor, bilmiyoruz ki!.. Bizimki Varlıklar'dan alınan yarım-yamalak bilgilerle bir tahminde bulunmak!:.

Celse'ye devam edelim:

Varlık : Pîrî Mehmet Paşa
Tarih : 11.9.1962
Usûl : Hipnoz yoluyla rûhî infisâl
Medyum: Ali

Medyum- ... MUVAKKAT MENZİLİ geçtim... MUVAKKAT MENZİLİ geçtim...
Bir sıcaklık, bir serinlik geliyor yüzüme... Bir sıcaklık, bir serinlik geliyor ...
(heyecanlanır) .....
İdâreci- Sâkin olarak!...
M- ... Çıkıyorum... Çıkıyorum...
İ- Peki.
M- ... Durmak istiyorum... Duramıyorum...
İ- Sâkin olarak çıkınız.
M- ... Sâkin olarak çıkıyorum... Bir menzil daha geçtim... Bir menzil daha geçtim...
İ- Hangi menzili geçtiniz?
M- ... MENZİL-İ AFİF... MENZİL-İ AFİF... MENZİL-İ AFİF... Koku!... Ohh!...
İ- Derin derin nefes alınız.
M- ... Koku... Çıkıyorum... Kollarım, ayaklarım aşağıda... Dimdik çıkıyorum. Menzil-i Afif'ten sonra bağdaş kurdular...
Birisi sanki ayaklarımı kıvırdı... Bağdaş kurdum... Bir minderde oturuyorum gibi çıkıyorum...

.... Hızlandım... MENZİL-İ ŞÜHEDÂ.... MENZİL-İ ŞÜHEDÂ.... MENZİL-İ ŞÜHEDÂ.... Yeni gözlerimi açtım...
Yeni gözlerimi açtım... Gözlerimi açtım, etrâfıma bakıyorum... Gözlerimi açtım, etrâfıma bakıyorum...
Gözlerimi açtım, etrâfıma bakıyorum... Kollarım da benimle berâber... Ayaklarım da benimle berâber...
Vücudum da benimle berâber,,, Hissediyorum ama onları göremiyorum... Gözlerim açık.. Başımı da göremiyorum...
Etrâfımı görüyorum.. Etrâfımı görüyorum.. Sâdece... iki tarafım sâdece yeşil... Sâdece yeşil...
Gökte bulut gibi birşeyler var... Onlar da yeşil... Koku hissediyorum... Önüm de yemyeşil, halı gibi
bir şeyle kaplanmış... Çok uzaklarda nihâyetlenen.... bir dağ... Yeşil bir dağ... Yeşil bir dağ görüyorum...
Yeşil... Her taraf yeşil... Yeşil... Yeşil!... Kokuyu hissediyorum... İki el yanaklarımı okşuyor...
İki el yanaklarımı okşuyor... Elin birisi çok sıcak... birisi çok soğuk... Elin... Elleri göremiyorum...
Göremediğim elimi, tutmak için kaldırdım.... -mak istedim... elim kalkmadı... Ama benimle berâber...
Görmüyorum.. Onları görmüyorum... Kendimi görmüyorum... Etrâfım yeşil...

.... Tekbir sesleri başladı... (Mırıldanarak tekbir getirir) ... ..Dağ... Uzaklardaki yemyeşil dağ harekete başladı...
Uzaklardaki yemyeşil dağ harekete başladı... Şekilsiz, yeşil bir dağ.... Şekilsiz, yeşil bir dağ.... Dağ...

(Tekrar bir nağme mırıldanır) ...... Dağ Tekbir sesiyle duruyor... ilerliyor... duruyor... ilerliyor...
Duruyor... ilerliyor...

... Yeşil dağ şekillendi...Yeşil dağ şekillendi... Muntazam bir şekil değil... İnişli, çıkışlı bir şekil...
Devam ediyor Tekbir sesleri... Devam ediyor ... Tekbir sesleri devam ediyor... Uğultu hâlinde...
(Uğultuyu taklit etmeye çalışır) ..... Devam ediyor... Bir duruyor... bir ilerliyor...
Çok yaklaştı... Bu kayadan yapılmış bir dağ değil.. Mikadan yapılmış bir dağ... Şeffaf... şeffaf...
Tepesindeki inişler, çıkışlar da silindi... Şimdi tepesindeki inişler, çıkışlar da silindi şimdi... Çok yaklaştı...
Düzleşti tepesi... İkiye yarıldı... Çok muazzam kalabalık çıktı içinden... Muazzam kalabalık...
Duman gibi, dağ kayboldu... Muazzam kalabalık... binlerce, binlerce... kalabalık.. Hepsi yeşil tüllere bürünmüşler...
Yalnız başları görünüyor... Yüzleri gümüş gibi... Gümüş gibi parlıyor...
Yukarda dâire şeklinde yeşil bir bulut o kalabalığın üzerine geldi... Yukarda dâire şeklinde yeşil bir bulut
o kalabalığın üzerine geldi... Şemsiye gibi... Şemsiye gibi o kalabalığın üzerinde duruyor...
Gölgesi kalabalığın üzerine vuruyor...

MAKAM-I ŞÜHEDÂ... MAKAM-I ŞÜHEDÂ... MAKAM-I ŞÜHEDÂ... Tekbir sesleri kesildi...
Gâyet muntazam saflar hâlinde yeşil tüllere sarınmış, ellerini kollarını göremediğim,
sanki muallâkta duran binlerce insan saf saf karşımda... Saf saf karşımda... MAKAM-I ŞÜHEDÂ...
MAKAM-I ŞÜHEDÂ... MAKAM-I ŞÜHEDÂ..

... Kalabalığın orta yerinden birisi ilerliyor... Yürümüyor sanki... Yürümüyor sanki...
Yavaş yavaş tülleri savrula savrula geliyor... İki tarafıma bakınıyorum... yemyeşil... Yemyeşil...
Sessizlik... Sessizlik... Sanki o ilerliyen insanla benden başka kimse yok... Sessizlik...
Üşüyorum... Şimdi üşüyorum...

... Tüle sarınmış göremediğim ellerini kaldırdı... Kollarıyla... Kolları önde... uzatmış... Bana doğru geliyor...
Bana doğru geliyor.. Bulunduğu yerden nefis bir koku geliyor... nefis bir koku geliyor... Nefis!..

... Şimdi gümûşî yüzü yeşilleşti... Gümûşî yüzü, üstündeki tül gibi yeşilleşti... Tebessüm ediyor...
Çok tatlı, nurânî bir yüzü var... Ayağa kalkmak istiyorum... Kalkamıyorum...
Ayağa kalkmak istiyorum... Kalkamıyorum... Ben korkuyorum... Ben seviyorum... Öyle bir yüze sâhip!..
Ben çok korkuyorum, ha!.. Pîrî Mehmet... Pîrî Mehmet... SADRÂZAM PÎRÎ MEHMET...
Fenâda bu sıfata PAŞA ekliymiş... SADRÂZAM PÎRÎ MEHMET PAŞA..
PÎRÎ MEHMET.. (2) .
İ- Nur içinde yatsınlar. TANRI râzı olsun. Kendilerini hürmetle selâmlıyoruz.
V- Beyân-ı hoşamedîyi Fenâ'ya saklayınız... Beyân-ı hoşamedîyi Fenâ'ya saklayınız. ... Sorunuz.
İ- Bu akşamki suallerimi, geçen akşam muhteremlerden almış olduğumuz, anlıyamadığım için,
sizden rica edeceğim, efendim.
Vakit diyk, mânâ dakik... Bunu izah eder misiniz?
V- FENÂ'NIN ALTI DİREĞİNDEN BİRİSİ ZAMAN VE ONUN MAZRUFU OLAN MEKÂNDIR.
"Zamânınızı boş yere israf etmeyiniz," mânâsına gelir.
Vakit diyk, mânâ dakik...
Ömrü kıymetlendirmek isterseniz... Fenâ'nın altı direğinden ikincisini teşkil eden ZEMAN ve MEKÂN içinde
ömrünüzü kıymetlendirin... Vakit diyk, mânâ dakik.
İ- "Fenâ'nın altı direği" buyurdunuz. Diğer dört direk nedir, lûtfeder misiniz?
V- ADL, İNSAN, FAZİLET, MÜRÜVVET... ADL, İNSAN, FAZİLET, MÜRÜVVET...
İ- Tamam!
V- "99 Sıfat-ı İlâhî'nin 6 gölgesiyim," der... Esmâ-yı Hüsnâ'nın, yekûnu 99'a varan Esmâ-yı Hüsnâ'nın 6 gölgesiyim:"
İ- Efendim, bir arkadaşımızın bir ricâsı vardı. Onu arzediyorum evvelâ.
V- Vakitin dıyk, mânânın dakik olduğunu unutmayınız.
İ- Evet, efendim. "Sürül muminîne şifâun ve zamnuha dâun"... Mânâsını ve tefsirini rica ediyorum.
V- .....
(anlaşılmıyor) ....... yerde yazıyor.
İ- ???
V- İzah edeyim... Müminlerin Ruhu Târik-i İlâhî'de yıpranırsa, onun devâsı beşerî değildir. Devâsı tariktedir.
İ- ???
V- Müminlerin Ruhu Târik-i İlâhî'de yıpranırsa, onun devâsı beşerî değildir. Devâsı tariktedir.
Zâhirde zedelenen, bâtında şifâyâp olmuştur.
İ- ??? İkinci ricâmız şudur, efendim: Varlığın kendisini araması nereden geliyor?
V- Bâtıl... Bâtıl fikir... VARLIK KENDİNİ ARAMAZ. ARAYANLARI BULUR!..
İ- ???
V- VARLIK KENDİNİ ARAMAZ. ARAYANLARI BULUR!..
İ- ??? Evet, efendim.
V- VARLIK KENDİNİ ARAMAZ. ARAYANLARI BULUR!.. BÂTIL!.. Varlık, Vahdet'i tecezzi etmez.
İ- Anlaşılmadı, efendim.
V- Varlık, Vahdet'i tecezzi etmez.
İ- ??? Evet, efendim. Şimdi bir arkadaşımızın ricâsı şu: Peygamberimiz'in Mirâc'a teşriflerine âît
bir nâatın mânâsını anlıyamamışlar. Onu okuyorum. Özür dilerim, belki de yanlış okuyorum:
"Geçip Kab-ı Kavseyn'i, Ev edna remzini duydum
Şarâb-ı lâyezâlden içen fahr-ı risâlettir."
V- Kab-ı Kavseyn değil, KABE KAVSEYN... Hazret-i Mûsâ'nın Tur-u Sinâ'da arşın altında Hallâk-ı Âlem'le
tekelmüm ettiği yer... KABE KAVSEYN ... Hazret-i Fahr-ı Kâinat onun üstüne çıktı.
İ- Şarâb-ı lâ...
V- Len terâni...
İ- Duy, duy, duy...
V- KABE KAVSEYN'de "len terâni, len terâni, len terâni" dendi. "Beni görmeye çalışma! Beni duy!" dendi.
Hazret-i Fahr-i Kâinat, Mûsâ'ya ve İsâ'ya tekaddüm etti. O arşa vardı ve gördü. Kabe Kavseyn'in üstüne çıktı.
İ- İkincisi var, efendim. "Şarâb-ı lâyezâliden içen fahr-ı risâlettir."
V- Mirâc ile müşerref olmadan fâni vücudu Kevser'le yıkandı. Aksi halde tahammül edemezdi.
Hazret-i Fahr-i Kâinat olmasına rağmen, Şarâb-ı lâ Kevser'in parçası, Şarâb-ı Kevser'in parçası yıkandı...
Cibril-i Emin getirdi. Yıkadı, yıkadı, yıkadı. Ondan sonra Mirâc'a teşrif etti.
İ- Arkadaşların umûmî sualleri burada bitiyor.
V- Malzeme-yi ilâhî ile birlikte avadanlığımı getirdim, hizmetteyim... Malzeme-yi ilâhî ile birlikte
avadanlığımı getirdim, hizmetteyim...
Cüz, küllün bir parçasıdır. İster külden alınız, ister cüz'e gidiniz. İmâlâta devam ederim.
İ- Nur içinde yatınız. Şimdi efendim, Kenan Bey'in ricâsı: "Bugünkü yaptığım tetkikler neticesi
bâzı ipuçları elde ettim. Acaba bu yolda gidersem, daha eski devirlere doğru
bir netice çıkarabilir miyim? "
V- ... Kudretler yaradılışla mebsûten mütenâsiptir. Derine indiğinde esvâbından kendisini tecrit etmesin,
derinin altında boğulur.
İ- "Lehçe itibâriyla biraz ağır olması sebebiyle bunu anlıyamadım," diyor.
V- Derinde sıcaklık artar. Esvabından, urbasından kendisini tecrit etmesin. Derine indiği zaman
sıcaklığın artması ile hâsıl olacak terden boğulur.
İ- Nâfiz Bey'in ricâsı şu: Yeni bir pozisyona geçmek istiyorum. Geçeyim mi, geçmiyeyim mi? Hangisi hayırlı?
V- ... Niyet-i hâlisâne, niyet-i bâtılâdan üstündür. Mevcut niyeti tamamladıktan sonra istese de,
istemese de geçecektir. Mevcut, başlanmış niyeti pâk tutma ehliyetini göstersin.
İ- ...?... ricâsı şu: Bu işin böyle olması hayırlı mıdır?
V- ... Dünyâya getirilişi kadar hayırlıdır... Dünyâya getirilişi kadar hayırlıdır... Dünyâya getirilişi kadar hayırlıdır.
Ancak ayağına gelen nimetler vusattır, yüz çevirmesin.
İ- Nâciye Hanım'ın ricâsı şu: Arâzileri varmış. "Fakat bir türlü mülkiyetime geçmedi," diyor.
Acaba bu arâziler benim mülkiyetime geçecek mi?
V- ... Gânus (?) bir sual ama, cevaplandıracağım... Bir balıkçının balık tutuşu, serpmesini
ve ağını mahâretle kullanmaya bağlıdır.
İ- Hatice Çankaya'nın da ricâsı şu: Murâdım olacak mı?
V- ... Vaktin altısı gitti üçü kaldı. Ortadan küçüğe, küçükten büyüğe sirâyet edecek.
İ- Asiye Hanım, kızı Yüksel'in istikbâli için soruyor.
V- ...Kimin haddi ve kudretidir ki, yazıyı değiştirmek?.. Sonuncuyu bir daha semtlerine uğratmasınlar.
Melek-simâ görünerek fısk-ü ficûru kendi benliğine doldurmuş. Uğratmasınlar. Yazık olur... Yazık olur...
Yazık olur.... O bir çam ağacından bir çıra almak için koca çam...
M- ... Afedersiniz... Afedersiniz... "kıyye" demiş... "Kıyye" diyor...
V- ....bir çam ağacından bir kıyye almak için koca çam ağacını deviren insandır.
İ- Reyhan hanım'ın da ricâsı şu: "Tavsiyeleri nedir, üstâdımızın?" diyor.
V- Başlamış olduğunuz temizliğe devam ediniz... Devam ediniz... Devam ediniz.
İ- "Netice alabilecek miyim?" diyor.
V- Bir hamama pîr-ü pâk olmak için giren, gayret sarfederse, hamamdan pîr-ü pâk olarak çıkar.
Ayş-u işret için hamama girerse, temiz giren de kirli çıkar.
(Celse'nin bundan sonrası kaydedilmemiştir.)

Hatırlıyacaksınız, 22.9.1961 târihli Celse'de PÎRÎ MEHMET PAŞA gelmiş, fakat konuşmamıştı. Hakkında kısa bilgi vermiştik. Şimdi tam anlatıyoruz.

(2) Yavuz Sultan Selim devrinin meşhur simalarından PÎRÎ MEHMET PAŞA ’nın soyu, Cemâleddin Aksarayî yoluyla Hz. Ebûbekir’e ulaşır. Ulemâdan Mehmed Celâleddin bin Ahmed Çelebî’nin oğludur. Babası Aksaray’dan Amasya’ya göçtüğü için, bu iki şehirden hangisinde doğduğu ve doğum târihi ihtilâflıdır.

Pîrî Mehmed, zamanının ilim merkezlerinden biri olan Amasya’da, en mümtaz âlimlerden ders alarak yetişti. Babasının ve amcası Zenbilli Ali Efendi’nin ilimlerinden de istifâde etti. İkinci Bâyezid Han Osmanlı tahtına çıkınca, Pâdişâh'ın mâiyetinde bulunan ilim ve fazilet sâhipleri ile birlikte, Pîrî Mehmed Çelebî de İstanbul’a geldi. Sofya, Silivri ve Galata kadılıklarında bulunduktan sonra, Fâtih Vakfı'nın İstanbul’daki imâretine mütevelli tâyin edildi. Ardından Mâliye kalemine geçerek Hazine ve Anadolu Defterdarı oldu, Çaldıran seferine Rumeli Defterdârı olarak katıldı. İâşe ve menzil işlerini yerine getirmede yararlılık gösterip isim yaptı.

Sene 1514 idi.... Osmanlı ordusu, uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra Çaldıran ovasına varıp İran-Safevî kuvvetleri ile karşı karşıya gelmişti. Yavuz Sultan Selim Han, burada hemen harb meclisini topladı. Pâdişah, "muharebeye şafakla birlikte mi başlanılması, yoksa askere 24 saat istirahat mi verilmesi" hususunda devlet adamlarının fikrini soracak, onlarla istişare edecekti.... Bu İSTİŞÂRE mevzuunda aşağıda bir açıklamada bulunacağız.

Fikri sorulan Vezirler, Osmanlı askerinin yorgun, düşmanın ise zinde ve kuvvetli olduğunu beyanla, 24 saat dinlenilmesi yönünde görüş bildirdiler. Son olarak da, Rumeli Defterdârı Pîrî Mehmed Efendi söz aldı.

Mehmed Efendi, farklı düşüncedeydi. Ordu içinde, Şah İsmâil'in şii-alevi propogandasının etkisine girerek düşmanla işbirliği yapabilecek olanların bulunabileceğine dikkati çekerek, şafakla birlikte muhârebeye girmenin daha uygun olacağını belirtti... Öyle ya, Yeniçeriler, Şah İsmâil gibi Bektâşî idi. Sipâhiler arasında mutlaka "Şah Hatâyî" diye bildikleri Şah İsmâil'e yakınlık duyan aleviler vardı. Yavuz, bu tedbirli mütalâayı dinledikten sonra, şu sözlerle takdirini ifâde etti: “İşte, rey sâhibi tek adam! Ne yazık ki vezir olamamış!”

Böylece Sultan Selim'in takdirini kazandı. Şah İsmail'e karşı zafer sonrasında İkinci Vezir Dukakinoğlu Ahmed Paşa ile birlikte Tebriz'i zaptedip muhafazasıyla görevlendirildi. Selim Han değerini ölçüp biçtiği Pîrî Mehmed’i Çaldıran seferiden dönüşünde Nahçıvan'a gelindiği zaman, Ekim 1514'te azlolunan Mustafa Paşa'nın yerine Üçüncü Vezir yaptı. Amasya'da Mart 1515 yeniçeri isyânı sonunda vezâretten alındıysa da, üç gün sonra tekrar vezârete iâde edildi.

Hersekli Ahmed Paşa'nın son defa Veziriâzamlık'tan azlinden sonra, Mısır seferine karşı geldiği için, Pîrî Mehmed Paşa da azil ve emekli edildi. Ama emekliliği uzun sürmedi.

Yavuz Sultan Selim'in Osmanlı ordusu ile 1516 Mısır seferine hareketi üzerine İstanbul muhafızı ve Sadâret Kaymakamı, yâni Başbakan Vekili tâyin olundu.

Mısır'ın fethedilmesinden sonra Mısır'da bulunan Osmanlı ordusuna İstanbul'dan iâşe, tedârik ve mühimmat getirmesi ve Mısır'dan geri dönüşte elde edilen ganimetin İstanbul'a taşınması için Yavuz Sultan Selim İstanbul'dan bir donanma filosu istemişti. İstanbul muhafızı olan Pîrî Mehmed Paşa İskenderiye'ye sevk edilecek donanmayı büyük bir titizlikle donattı. Galata ve Gelibolu'da hazırlanan altı yüz parçadan ziyade ve padişahın istediği sayıdan fazla olan bu donanmadaki gemilerin altısı top ve beşi de at gemisi olarak tanzim edilmişti. Ama 1517 başındaki çok şiddetli kış dolayısıyla bu donanma ancak 26 Mart 1517'de İstanbul'dan ayrıldı. İskenderiye'ye gelen gemilere hazineler ve ganimet yüklendi ve bu filo 15 Temmuz 1517'de İstanbul'a geldi. Pîrî Mehmed Paşa'nın bütün bu çalışma ve gayretleri, Yavuz Sultan Selim gözünde, onu Veziriâzamlığa hazırlamaktaydı.

Mısır Seferi dönüş yolunda âni bir kararla Yavuz Sultan Selim Veziriâzam olan Yunus Paşa'yı 13 Eylül 1517'da idâm ettirdi. Yerine hemen Veziriâzam tâyin edilmedi ve İstanbul'da bulunan Pîrî Mehmed Paşa acele Suriye'ye çağrıldı. Pîrî Mehmed Paşa 24 Ocak 1518'de Şam'daki ordugâha ulaşıp, bir gün sonra da veziriâzam görevine getirildi.

Pîrî Mehmet Paşa, Saray'da, Din ve Dünya işlerinde, Saltanat ve Hilâfet konularında Pâdişâh'ın yardımcısı oldu. Gece yarılarına kadar, devlet ve millet işlerini görmek için evinde toplantılar yapardı. Ülkede ortaya çıkan haksızlık ve zulûmlerle ilgili bilgi edinmeye de çalışır, geceleri pek az uyurdu.

Çünkü bu hususta Selim Hân’ın da çok büyük gayretleri vardı. Geceleri çeşitli vesilelerle kapıcılardan bâzılarını Veziriâzam'ın evine gönderir, "Müslümanlar’ın işleri görülüyor mu?" diye tâkip ettirirdi. Yavuz’a göre, memlekette zulûm ve haksızlık olduğunu bilmemek en büyük günahtı. Zâten o, kendisini bir pâdişah gibi de bilmezdi. “Yüce Allah’ın âciz, hakîr kulu, Yeryüzü'nde kullarının önemli işlerini kayırmağa koyduğu en aşağı yaratığım” buyururlardı... Nerede şimdi böyle Cumhurbaşkanları, Başbakanlar, Bakanlar, Genel Müdürler, Vâliler, Belediye Başkanları, Komutanlar, Patronlar!:. Hepsi burnundan kıl aldırmıyor, "Küçük dağları ben yarattım!" edâsıyla kolaşıyor!... Devlet dâirelerindeki odacılar bile öyle!.. Hem de ALLAH'ın,

- "Yeryüzünde kibirlenerek yürüme!
Çünkü ne yeri yarabilirsin,
ne de boyun dağlara erer, onlara erişebilirsin!"

İsrâ Sûresi . 37. Âyet)

emrine ve ikazına rağmen!.. Bir de Müslüman geçinirler!

Neyse... Devam edelim... Selim Han, devlet ve millet işlerinde ihmâle kesinlikle göz yummaz, sebep olanları suçun durumuna göre derhal cezâlandırırdı. Onun bu huyunu bilen Pîrî Mehmed Paşa, bir gün,

- “Pâdişâh'ım, eninde sonunda beni azledecek veya cezâlandıracaksınız.
Hemen bir gün evvel halâs etseniz, münâsiptir,”

deyince, bir hayli gülen Selim Han, şu sözlerle kadirşinaslığını ifâde etmiştir:

“Benim dahi murâdım budur. Lâkin yerini tutar bir adam bulamıyorum.
Yoksa seni murâdına eriştirmek kolaydır.”

Yavuz Sultan Selim, çeşitli meselelerde bu olgun ve akıllı veziri ile istişârede bulunur, onun bilgi ve görüşlerinden istifâde ederdi. Bir gün sohbette, kendisine şu soruyu sordu:

- “Pîrî Lalam! Allahu Teâlâ’nın emri, Resûl-i Ekrem Efendimiz'in mucizesiyle Mısır’ı fetheyledik.
Hâdimü’l-Haremeyn (Mekke ve Medine’nin hizmetkârı) olmakla şereflendik.
Her gittiğimiz yerde fetihler müyesser oldu. Emrimize muhalefet edecek kimse kalmadı.
Bu hâlde Devletimiz'in zevâli ihtimâli var mıdır?..”

Pîrî Mehmed Paşa’nın sanki çağlar ötesini görüyormuşçasına verdiği cevap şöyleydi:

- “Dedelerinizin koydukları kanun ve kaideler yürürlükte kalıp tatbiki devam ettikçe,
bu Devlet'in zevâli, yıkılması mümkün değildir.
Ama evlâtlarınızın hilâfetleri zamanında, akılsız Veziriâzamlar tâyin edilir,
rüşvet kapıları açılır, rütbe ve makamlar ehli olmayanlara verilir,
Devlet işlerinde kadınların hükmü yürürse,
o zaman bu Devlet'te karışıklık ve düzensizlik hüküm sürer!”

Bunun üzerine bir müddet düşünceye dalan Yavuz Sultan Selim, “ALLAH’ım, bizi koru” duasını yaptı ve Pîrî Mehmet Paşa’ya ihsanlarda bulundu.

Pîrî Mehmed Paşa, Yavuz Sultan Selim’in hilâfetinin ve hayâtının sonuna kadar (1520) Vezîriâzam'ı idi. Özellikle İstanbul tersânesinin yeniden kurulması ve donanmanın güçlenmesini sağladı. Kanunî zamanında bu faaliyetlerin semereleri görülmüştür.

Kanunî Sultan Süleyman’ın ilk yıllarında da Vezîriâzamlık mevkiini muhâfaza eden Pîrî Mehmed Paşa, Belgrad ve Rodos’un fetihlerinde ısrar edip, Osmanlı topraklarına katılmasını sağladı. Huzûra girdiği zamanlar, Kanunî Sultan Süleyman, bu tecrübeli ve ağırbaşlı ihtiyar vezirin önünde hicap duyar, kendisine çok iltifatta bulunur ve saygı gösterirdi. 1523 yılında, 200.000 akçalık vezâret hasları verilerek emekli edildi.

Silivri’deki çiftliğine çekilen Pîrî Mehmed Paşa, orada sakin bir hayat sürüp, kalan ömrünü ibâdet ve taatla geçirdi. 1533 yılında Edirne’de vefat etti. Silivri’de yaptırdığı câmi yanına defnedildi. Vefâtına “Pîrî Paşa’nın mekânın Adn ide Hayy-ı Vedûd” (940/1533-34) sözüyle târih düşürülmüştür. Kendisini dinine ve milletine adamış olan Pîrî Mehmed Paşa, ömrü boyunca Devleti'nin hizmetinde ve Allah-û Teâlâ'nın dinini yaymak için çalışan Pâdişâh'ın yanında oldu. Adâleti, dürüstlüğü, idâreciliği, ilmi, güzel ahlâkı, kanun ve nizâma vukûfiyeti ile pek faydalı hizmetlerde bulundu. Cömertliği, cesâreti, vakar ve sabrı fevkalâde idi. Fıkıh ilminde üstâd idi. ”Remzî” mahlâsıyla şiirler de yazmıştır.

Piri Mehmed Paşa’nın hayâtı;

Kişi odur ki, koya her yerde bir eser
Eseri olmayanın yerinde yeller eser

güzel sözüne tam uygundu. Devlet hizmeti süresince eline geçen mal ve parayı hayır işlerine sarfetti. Osmanlı Devleti’nin hâkim olduğu birçok bölgede, câmiden zâviyeye, mektepten medreseye, imâretten kervansaraya kadar pek çok hayır eseri yaptırdı. İstanbul-Zeyrek’te Soğukkuyu Câmii, Mercan’da Terlikçiler Mescidi, Hasköy’de Pîrî Paşa Câmii, Belgrad’ta câmi, Bursa Pınarbaşı’nda mescid, Gülek kalesi civârında zâviye ve kervansaray, Karaman’da mektep, Silivri’de câmi, imâret, mektep, medrese, Konya’da mescit, hankâh, imâret ve Aksaray’da bir mektep, bu büyük devlet adamının yaptırdığı hayır eserlerinden bir kaçıdır. İstanbul'da Haliç'de Halıcıoğlu ile Hasköy arasında kendi adını taşıyan bir semt bulunmaktadır.

Şimdi az kullanılan kelimeleri verelim de, Sohbet daha iyi anlaşılsın.... BEYÂN, "söyleme, bildirme, bir eserde, düşüncelerin, duyguların, hayâllerin doğuş ve değerlerini, bunların anlatımında tutulacak yolları konu edinen bir edebiyat bilgisi dalı, belagat ilimlerinden ikincisi, belli, apaçık, izah, açıklama, anlatma, açık söyleme" anlamlarındadır.
HOŞAMEDÎ "Hoş geldin demek, hoş geldine gitmek"tir. Böylece BEYÂN-I HOŞAMEDÎ "hoş geldin demek" mânâsına gelir. "Bunu dünyada kullanın," diyor Varlık.
ESMÂ, "adlar, isimler, kulaklar, işitme" demektir. HÜSNÂ "çok, en çok, pek çok güzel" demektir. ESMÂ-ÜL HÜSNÂ, "ALLAH'ın güzel isimleri" demektir. 99 adeti sayılır. Elbette ki, ALLAH'ın güzel isimleri sonsuzdur.
MAZRUF, "Zarf içine konmuş, zarflı" demektir.
FAZİLET, "erdem" demek de; ERDEM ne demek, bilen var mı? İyisi mi, biz gene FAZİLET'in anlamlarını verelim "insan yaradılışındaki bütün iyi huylar, insanda iyilik etmeye ve fenalıktan çekinmeye olan devamlı ve değişmez istidat, güzel vasıf, kişiyi, ahlâklı ve iyi hareket etmeye yönelten mânevî kuvvet, iyi ahlâk, iffet, değer, meziyet, iyilik, ilim ve iman, irfan itibarı ile olan yüksek derece, dinî ve ahlâkî vazifelere riâyet derecesi, fazl ve hüner cihetiyle olan yüksek derece, bir şeyin başka şeylerden Cemâl ve Kemâl ve fayda cihetiyle üstünlüğü, müreccah olmasına sebep olan keyfiyet, şecaat, in'am ve ihsan gibi müteaddid meziyetler" anlamları taşır.
MÜRÜVVET, "cömertlik, yiğitlik, mertlik.insanlık,iyilikseverlik, insaniyet, insanlığa uygun olan şeyi yapmak, bir âilede çocukların doğumu, sünneti, evliliği, iyi bir göreve geçmeleri gibi olaylardan duyulan mutluluk, sevinç, güzel ve iyi şeyleri alıp, kötü şeyleri ve hâlleri bırakmak" demektir.
TEKELLÜM , "Söyleme, konuşma" demektir.
GÂNUS diye bir kelime bulamadık. Yanlış nakil veya yanlış kayıt ürünü.
SİRÂYET , "yayılma, dağılma, hastalık başkalarına geçme, bulaşma" demektir.
KIYYE bir anlamı "bir ağırlık ölçüsü" ama, aynı zamanda "sakız" demek... Burada "sakız" olarak kullanılmış. Çam sakızı...
PÎR-Û PÂK "çok temiz" demektir.
AYŞ- U İŞRET , "yiyip içmek, kafayı çekmek" demektir. Hamamda âlem yapmayı kastetmiş.
BÂTIL , "doğru ve haklı olmayan, çürük, temelsiz, asılsız, geçersiz" demektir.
TECEZZİ, "parçalara ayrılma, ayrılma, bölünme" demektir.

KABE KAVSEYN EV EDNA, "Fe kâne kâbe kavseyni ev ednâ" - "Aralari iki yay aralığı kadar belki daha da yakin oldu" şeklinde Necm Sûresi, 9. Âyet'te geçer, KABE KAVSEYN, "iki yay boyu" demektir. EV EDNA , "hatta onu da geçti, daha yakîn oldu" mânâsınadır. Peygamber'in Mirâcı'na âit ifâdelerdir. Varlık, "Hazret-i Mûsâ'nın Tur-u Sinâ'da arşın altında Hallâk-ı Âlem'le tekelmüm ettiği yer... Hazret-i Fahr-ı Kâinat onun üstüne çıktı." diye târif ediyor, kastettiği "tekellüm ettiği makam"dır. Hz. Muhammed'in o makamı aştığını söylemek istiyor. Yalnız bir sonraki açıklamasında, "O arşa vardı ve gördü" diyor ki, bizce doğru değildir. Âyetten de böyle bir anlam çıkmıyor. "Yakınlaştı, ama birleşmedi" deniyor... Zâten Hz. Mûsâ'ya hitap "Len Terâni" (A'raf Sûresi, 143. Âyet) "Mümkün değil göremezsin, duy, hisset" mânâsınadır. ALLAH görülmez!

Celse İdârecisi "Sürül muminine şifâun ve zamnuha daun" diye bir cümle soruyor... Böyle bir âyet veya hadis bulamadık. Belki birinin yazdığı Arapça bir eserden alınmıştır, Arapça bir dua olabilir. Varlık buna, "Müminlerin ruhu târik-i ilâhîde yıpranırsa, onun devâsı beşerî değildir. Devâsı tariktedir" şeklinde bir cevap veriyor ki, mantıklıdır. Aslında o cümle yok ama, Ve yeşfi sudûra kavmin mü'minin. Ve yüzhib ğayza kulûbihim - Allah müminler topluluğunun gönüllerine şifâ versin ve onların kalplerindeki öfkeyi gidersin" ifâdesi var. TÜevbe Sûresi, 14-15. Âyetler)

Celse İdârecisi, "Şarâb-ı lâyezâliden içen fahr-ı risâlettir" diye bir mısra soruyor. FAHR-I RİSÂLET, "peygamberliğin övüncü" demektir. Cümle mânâsız... FAHR-I KÂİNAT olsaydı, Peygamberimiz'i (s.a.v.) kastetmiş olacaktı, doğru olacaktı. Onu bulamadık ama,

Süregeldik ezelîden Pîr-i Muhammed Alî'den
Şarab-ı lâ yezâliden içenlerde humâr olmaz

diye bir beyit bulduk. ŞARÂB-I LÂ YEZÂL "ölümsüz şarap" demektir. "Ölümsüzlük şarabından için şaşı olmaz, BİR'i iki görmez" anlamına geliyor mısra...

Yukarda vaadettik, İSTİŞÂRE'den bahsedeceğiz...DANIŞMA demektir... Anlattık, ne yapmıştı Yavuz Sultan Selim Han?.. Çaldıran Savaşı'ndan önce Harp Meclisi toplamıştı... Vezirlere "savaşa başlayıp başlamama" konusunda fikirlerini sordu. Hepsi daha önceki pâdişâhlar zamanında savaşlara katılmış, tecrübeli, bilgili insanlardı. Hepsi her TÜRK gibi asker doğmuş, asker gibi yaşamış kişilerdi.

Pâdişah, işte böyle askerlerden oluşan Harp Meclisi'nde vezirlerin düşüncelerini öğrendikten sonra, kendi nihâî kararını verdi. Çünkü sorumlu kendisi idi!

Yavuz'un bu davranışı hem TÜRK örf ve âdetine, hem de İSLÂM'a, KUR'AN âyetlerine uygun idi.

- "ONLARIN İŞLERİ ARALARINDA MEŞVERET İLEDİR."
(Şûra Sûresi , 38. Âyet)

Bu âyetin başka bir tercümesi de şöyle:

- "İNANIP RABLERİNE DAYANANLAR...
İŞLERİ ARALARINDA ŞÛRÂ İLEDİR."

(Şûra Sûresi , 38. Âyet)

- "EY PEYGAMBER) İŞ HAKKINDA ONLARA DANIŞ.
(BİR KERE) KARAR VERDİN Mİ DE,
ARTIK ALLAH'A DAYANIP GÜVEN (YAP)"

(Âl-i İmrân Sûresi , 159. Âyet)

Ne 500 yıl öncesi Yavuz Sultan Selim?.. Ne 1400 yıl öncesi Hz. Muhammed?... 2500 yıl öncesinin kadın hükümdârı Sabâ Melikesi Belkis bile, bizim kendini beğenmiş,sözde müslüman politik liderlerimizden daha çok KUR'AN hükümlerine uyarmış!..

-“(SONRA MELİKE BELKIS) DEDİ Kİ:
'EY MİLLETİMİN BÜYÜKLERİ! (ULULAR!)
ŞU İŞİMDE BANA REYİNİZİ SÖYLEYİN.
BEN SİZ YANIMDA OLMADAN,
HİÇ BİR İŞE KAT'İ HÜKÜM VERMEM."

(Neml Sûresi , 32. Âyet)

Bir insan ne kadar bilgili de olsa, "Akıl, akıldan üstündür" demişler... Mutlaka daha iyisini bilen vardır. Daha iyi çözümler, çâreler düşünenler vardır. Bu yüzden yükselip İDÂRECİ mevkiine gelenler etraflarına her hususta İLİM SÂHİBİ olanları toplamalı, herhangibir konuda karar vermeden önce, o konuyu etraflıca bilenlere, o konu ile ilgili uzmanlara mutlaka danışmalı, onların fikirlerini almalıdır... Öyle helikoptere atlayıp İstanbul üzerinde dolaşarak "Hah, şurası olsun" diyerek 3. Hava Alanı seçilmez!.. Oraya kömür mâdeni artıkları dökülmüş olduğunu bilmezsen, zeminin kaygan, çökmeğe hazır olduğunu da bilmezsin!.. Sonra milyonlarca ton beton dökerek zemini sabitleştirmeye çalışırsın!.. ALLAH'ın dağına, bayırına 3. Köprü yapıp, milletin yolunu uzatmaz, köprüyü müşterisiz bırakmaz, geçmeyen yolcunun parasını Devlet kasasından ödemek durumunuda kalmazsın!

Hıristiyan Batı Dünyâsı bu konuda çözümü "demokrasi" ile bulduğunu iddia eder. Ancak bu bize uymaz. Hoş, kendilerine de uymuyor; bir takım açgözlü büyük şirketler, politikacıları maşa gibi kullanıp, kendi halklarını sömürüyor... Çünkü ne idüğü belirsiz kimselerden, bölünmüş fırkalardan (partilerden... "parti" o demektir) oluşan parlamentolardan da, sözüm ona halka danışmak için yapılan referandumlardan da düzgün bir sonuç çıkmaz. İlmi ilgilendiren hususlarda (nükleer enerji gibi konularda) uluorta oylama, referandum falan yapılamaz!.. Hiç bilenle bilmeyen bir olur mu?.. (Zümer Sûresi, 9. Âyet) tesbiti gereği, hiç bilmeyenin reyi (fikri, kanaati, oyu) bileninkine denk sayılır mı?

Neml Sûresi'ndeki âyet bir hükümdârın davranışını bugünkü yöneticilere örnek olarak veriyor. "BEN SİZLERE SORMADAN HİÇ BİR İŞTE KARAR VERMEM," diyor, koca Sabâ Melikesi Belkis... Bir ona bakın; bir de bizim bugünkü şeflere, müdürlere, komutanlara, Bakanlar'a, Başbakan'a, hatta Cumhurbaşkanı'na!.. Hepsinin burnu Kaf dağında!.. Herşeyi kendileri bilir sanırlar, danışmayı zûl görürler. Hem de ALLAH, koskoca PEYGAMBER'e bile "ETRAFINA DANIŞ, ONLARI DİKKATLE DİNLE. AMA SONRA KARARI KENDİN VER, SONRA ALLAH'A GÜVEN, NEYİ KARARLAŞTIRDIYSAN, TERÜDDÜTSÜZ YAP," demiş iken!.. Üstelik bu kişiler etraflarına "danışman" diye dalkavukları toplarlar. O herifler de, "Kerâmet buyurdunuz, Beyefendi" demekten başka birşey yapmazlar, kendi fikirlerini bile söyliyemezler!.. Bir de hepsi Müslüman geçinir! Sünnete uyduklarını iddia ederler!..

İSTİŞÂRE, yâni danışarak bir meseleyi halletme, sâdece ülke yönetenlerin ihtiyâcı değil; patronların, hatta bir âilenin bile başvurması gereken yoldur.

- "EĞER ANA VE BABA BİRBİRLERİYLE GÖRÜŞEREK
VE KARŞILIKLI ANLAŞARAK (İKİ YILDAN ÖNCE)
ÇOCUĞU MEMEDEN KESMEK İSTERLERSE,
KENDİLERİNE BİR GÜNAH YOKTUR."

(Bakara Sûresi , 233. Âyet)

İslâm ne büyük, değil mi?.. Çocuğu sütten kesmeye bile karı-kocanın birbiriyle görüşerek, anlaşarak karar vermesini istiyor. Demek ki, bütün âile işleri danışma ile, anlaşma ile yapılmalıdır. Ev işlerinde karar mercii kadın, hâricî işlerde erkektir. Ama her ikisi de, her an birbirinin, evdeki büyüklerin, hatta çocuklarının fikrini alabilir, almalıdır.

Yukardaki âyetlerde iki önemli kelime var: Biri ŞÛRA... İSTİŞÂRE-MÜSTEŞÂR ondan türemiş...
ŞÛRA , "konsey, meclis, kurul, encümen, bir alanla ilgili olarak oluşturulan danışma kurulu, dîvan, Kuran-ı Kerim’de bir sûre adı" demektir. Bizde ASKERÎ ŞÛRA, MİLLÎ EĞİTİM ŞÛRASI vardır ama hiç yukarda belirtildiği gibi onlara danışılmaz. Hele ki, Askerî Şûra'yı sivilleştirerek, Millî Güvenlik Kurulu'nu sivilleştirerek, MİT'i sivilleştirerek, askerî istihbâratı sivilleştirerek, Millî Savunma Bakanlığı'nı (yâni savaş hazırlığı yapacak Bakanlığı) sivilleştirerek, askerin mahkemesini, hastanesini, okulunu, hatta mutfağını svilleştirerek savaş veya savunma yapılamaz!..

500 yıl önceki pâdişâhlarımız, yâni başkomutanımız bunu biliyordu. Askerleri etrâfına toplamıştı... ABD Başkanı Trump da öyle yaptı. Trump'ın Savunma Bakanı adayı 44 yıllık görev süresi sırasında ABD'nin Afganistan ve Irak işgallerinde önemli roller üstlenmiş emekli General James Mattis, Dışişleri Bakanlığı için ismi geçenler arasında eski komutan ve CIA Başkanı David Petraeus ile emekli general James Stavridis, Irak'ın işgâlinde de görev yapan John Kelly İç Güvenlik Bakanlığı'na aday, CIA Başkanlığı'na eski asker Mike Pompeo getirildi. Ulusal Güvenlik Danışmanlığı'na Korgeneral Michael Flynn getirildi ama, nedense istifa etti. Herif akıllı!.. Askerlerin STRATEJİ ve TAKTİK eğitim aldıklarını, sivillerin bundan mahrum, zırcâhil olduklarını biliyor!.. Bizimkiler ise askersiz "başkomutan" olmaya kalkıyor!.. Sen aklıma mukayyet ol, Yarabbi!

MÜSTEŞAR , "kendisinden bilgi alınan, kendisine danışılan kimse, Bakanlıklar'da, Elçilikler'de Bakan veya Büyükelçi'den sonra gelen en büyük yönetici" demektir. Demek ki, Bakanlar'ın müsteşarları itinâ ile seçilmeil!.. Mutlaka görev yaptıkları Bakanlığın tecrübeli elemanı olmalı, konuyu çok iyi bilmeli!.. Bakanlık yapan burnu havada zibidiler, Büyükelçilik yapan monşerler de onlardan gereği gibi yararlanmalı!..

İkinci kelime MEŞVERET'tir., "iki veya daha fazla kişinin birbiriyle fikir alışverişinde bulunması, bir konu hakkında birinin düşüncesini sorma, danışma" demektir. Bundan da MÜŞÂVİR-MÜŞÂVERE kelimeleri türemiştir.
MÜŞÂVİR , "danışman" demektir. MÜŞÂVERE ," danışma, danışmak" demektir. Bakanlar'ın hatta özl şirket patronlarının müşâviri, danışmanı vardır ama, lâf olsun diye tutulurlar. Kendi uzman oldukları konularda hemen hiç onlarla müşâvere yapılmaz, onlara danışılmaz, danışılsa dahi doğru-dürüst bir değerlendirme yapılmadan kararlar verilir. Devlet kuruluşlarında iyi birer eleman oldukları halde, kayırılan birine yer açmak için kızağa çekilmiş değerli insanlar "MÜŞÂVİR-DANIŞMAN" yapılır. Ama onlara hiçbir zaman danışılmaz. Onlar da senelerce bir odada oturur, çalışmadan maaş alır, sonunda emekli olur, giderler. Bu, asla böyle olmamalıdır.

MÜŞÂVİR kelimesi "danışman" anlamına geldiği için, Cumhurbaşkanı'nın, Başbakan'ın, Bakanlar'ın, Genel Müdürler'in sürü sepet danışmanı vardır. Ama bunların çoğu DANIŞMAK için değil; koltuk ve maaş temin etmek için bu görevlere getirilmiş ipsiz, sapsız, yandaş, akraba kişilerdir. Erdoğan milletvekillerine bile "danışman" tutma hakkı vermedi mi?.. O yüzden ortalık hiçbir işe yaramaz bir sürü insan müsveddesi ile doldu!

Olmaz!.. Böyle olmaz!.. Bakanlıklar'ın müsteşarları; Cumhurbaşkanı'nın, Başbakan'ın, Bakanlar'ın, Genel Müdürler'in danışmanları, komutanların kurmay başkanları, elçiliklerin müşâvirleri son derece bilgili ve tecrübeli olmalı; yine de bu yöneticiler alt kademelerdeki memurlarla, isçilerle, komutanlar subaylarla, astsubaylarla, hatta erlerle konuşup görüşebilmelidir. Rahmetli Veteriner Profesör Süreyya Paşa'dan İstiklâl Savaşı sırasında ishal olan erlerin tedâvisini köylü bir erin hazırladığı ilâçla tedâvi ettiğini dinlemiştim... Süreyya Paşa o eri dinlemeseydi, belki pek çok askerimiz ishalden savaşamaz hâle gelecekti.

- "SÖZLERİ DİNLEYİP, EN İYİSİNE UYAN KULLARIMA MÜJDELE!
ALLAH'IN DOĞRU YOLA ERİŞTİRDİĞİ AKIL SÂHİPLERİ BUNLARDIR."

(Zümer Sûresi , 18. Âyet)

Müdürlerin, şeflerin yardımcıları gerçekten bilgili, kıdemli ve tecrübeli kişilerden seçilip tâyin edilmeli; EHLİYET, LİYÂKAT ve TECRÜBE'den başka tercih unsuru olmamalıdır. Özel sektörde patronlar, mâiyetlerine çalışan bütün ilgili, bilgili elemanlara danışacak kadar alçak gönüllü olmalı, onların fikirlerine kulak vermelidirler. Maalesef gurur ve enâniyet mâlûlü Hıristiyan-Yahudi Batılılar'dan bize bulaşan bir kötü âdet te, sıradan bir mevki veya mertebeye ulaşan kişimin hemen kabaran kel hindi havasına girmesi, kimseler ile görüşmeye tenezzül etmemesi, boş otururken bile sekreterine "toplantıdalar" dedirtmesidir!.. ALLAH'tan korkan, KUR'AN'a ve PEYGAMBER'e uyan biri böyle yapmaz!.. Çünkü yüce ALLAH bile sen ellerini açıp dua ettin mi, seni dinliyor!.. Sen nasıl olur da, kul iken bir Müslüman kardeşini, bir dertli insanı dinlemeye tenezzül etmezsin, kapıda bekletir, "toplantıda" diye görüşmezsin!..

ŞÛRA VE MEŞVERET uygulaması, İSLÂMÎ YÖNETİM'in ÜÇ TEMEL KURAL'ından birsidir. (ADÂLET, MEŞVERET, ULULEMRE İTAAT) Hıristiyan Batı Âlemi'nin dünyânın geri kalanına kakalamaya çalıştığı demokrasiden bin kat daha üstündür. Buna bir de işleri EHLİYET, LİYÂKAT, TECRÜBE ve AHLÂK sâhibi olanlara verme eklenince, Devlet'i kimse yıkamaz!.. Ne demişti Pîrî Mehmet Paşa:

- “Dedelerinizin koydukları kanun ve kaideler yürürlükte kalıp, tatbiki devam ettikçe,
bu Devlet'in zevâli, yıkılması mümkün değildir.
Ama evlâtlarınızın hilâfetleri zamanında, akılsız Veziriâzamlar tâyin edilir,
rüşvet kapıları açılır, rütbe ve makamlar ehli olmayanlara verilir,
Devlet işlerinde kadınların hükmü yürürse,
o zaman bu Devlet'te karışıklık ve düzensizlik hüküm sürer.”

Paşa'nın bu sözleri ALLAH'ın emrine dayanmaktadır:

- "ŞÜPHE YOK Kİ, ALLAH SİZE
EMÂNETLERİ, GÖREVLERİ EHİL OLANLARA VERMENİZİ,
VE İNSANLAR ARASINDA HÜKMETTİĞİNİZ ZAMAN
ADÂLETLE HÜKMETMENİZİ EMREDER!"

(Nisâ Sûresi , 58. Âyet)

Gördünüz mü?.. ADÂLET temel kuralı da burada!... Devlet ve toplum nizâmını ancak işleri ehil olanlara, her işi en iyi yapana vermek sağlayabilir. Öyle akrabaya, hısıma, tanıdığı, partiliye, yandaşa, veyâ rüşvet verene makam ve mevki sağlandı mı, toplum gerilemeye, Devlet yıkılmaya mahkûm olur.

ALLAH böyle bir âkıbetten bizi korusun!..

Ruhi Selman

selman@journalist.com

***

  • Önemli Sayfalar:

    - BİR SPİRİTUALİSTİN DÜNYASI - ANA SAYFA
    - BİR TEBLİĞ
    - ÖLÜM VE SONRASI
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 1
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 2
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 3
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 4
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 5
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 6
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 7
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 8
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 9
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 10
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 11
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 12
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 13
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 14
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 15
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 16
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 17
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 18
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 19
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 20
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 21
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 22
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 23
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 24
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 25
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 26
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 27
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 28
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 29
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 30
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 31
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 32
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 33
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 34
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 35
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 36
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 37
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 38
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 39
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 40
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 41
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 43
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 44
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 45
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 46
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 47
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 48
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 49
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 50
    - ÖTE ÂLEM'DEN ŞİİRLER - 1
    - RÜYÂLAR - 1
    - RÜYÂLAR - 2
    - REİNKARNASYON - 1
    - REİNKARNASYON - 2
    - ANADOLU'DA REİNKARNASYON ŞİİRLERİ
    - İRLANDALI ŞÂİR JAMES CLARENCE MANGAN ANADOLU'DA MI YAŞADI?
    - FİNCAN CELSELERİ - 1
    - FİNCAN CELSELERİ - 2
    - FİNCAN CELSELERİ - 3
    - EKMİNEZİ ÇALIŞMASI
    - RÛHÎ FİLİMLER - 1
    - ENTERESAN RÛHÎ OLAYLAR
    - ERGUN ARIKDAL VE SÂDIKLAR PLÂNI'NI TENKİT
    - BÜLENT ÇORAK VE DÜNYA KARDEŞLİK BİRLİĞİ SAFSATASI
    - CENAP BAŞMAN VE MARON TARİKATI
    - SAPKIN RAEL TARİKATI
    - TRANSANDANTAL MEDİTASYON KANDIRMACASI
    - MELEKLER'DEN MESAJ ALDIĞINI SANAN ŞAŞKINLAR
    - ŞEYTANA TAPAN SATANİSTLER
    - MEKTUPLAR