ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 40
Bugün bir Geri Varlık ve bir Mevlevî ile karşılaşılan Celse'yi nakledeceğiz.
Varlık : Arap Sâdık
Medyum- .... Bunalıyorum.
Tarih : 26.6.1962
Usûl : Hipnoz yoluyla rûhî infisâl
Medyum: Ali
İdâreci- Efendim?
M- ... Bunalıyorum... Karanlık...
İ- Sür'atle geçiniz.
M- .... Çıkamıyorum...
İ- Niçin, efendim? Mâni mi oldular?
M- ... MAHPES-İ İLÂHÎ...
İ- Hangi Muhterem görüşmek istiyor sizinle?
M- ,,, Hepsi simsiyah, çamura batmış... Muallâkta duruyorum, fakat yükselemiyorum.
İ- Şimdi yükseleceksiniz. Muktedirsiniz.
M- ... ARAP SÂDIK.... ARAP SÂDIK.... Karakullukçu...
İ- Ne zaman yaşamış ve ölmüş? Suçu neymiş?
M- Hicrî 823'de... Karakoluna aldığı zâniyeyi altınlarına tamâhen öldürmüş...
İ- Anlaşılamadı. Kimi öldürmüş?
M- Karakoluna aldığı bir zâniyeyi... Karakoluna aldığı bir zâniyeyi... altınlarına tamâhen
öldürmüş...
Suçsuzmuş o kadın... Lânet-i İlâhî'ye uğramış...
İ- ALLAH taksirâtını affetsin.
M- ... Kurtulamıyorum... ....
"Taksirâtın affı buraya uğramaz!..
Taksirâtın affı buraya uğramaz!.. Uğramaz!" diyor. ..
"Anlat!.. Anlat!.. Anlat!" diye bağırıyor...
İ- Yükselmenize devam ediniz.
Burada duralım... İnternet'te Arap Sâdık diye biri var ama, bizim aradığımız Karakullukçu
Arap Sâdık değil tabii ki...
KARAKULLUKÇU , "Yeniçeri ocağı bölük ve ortalarında, odaları
ve odaya gelen konukların ayakkabılarını temizlemek, yemek kaplarını yıkamak ve benzeri işler
görmekle yükümlü er" demektir. Ayrıca inzibat noktalarında görev yaptıkları bilinmektedir. Bu
hizmet zamanla ön plâna çıkarak "asâyiş ve emniyeti sağlayan kişi" anlamı kazanmıştır.
KARAKULLUKÇULUK görevi Fâtih Sultan Mehmet zamanında, Yeniçeri Ocağı'nın yeniden tanzimi sırasında ortaya çıkmıştır, 1450-60-70'lerde... Her koğuşa aşçı, alemdar, vekilharç, odabaşı, çorbacı gibi zâbitler tâyin edilirken, her 100 yeniçeri için acemi oğlanların ocağa alınanlar arasından 10 karakullukçu verilmiş, bunların başına da bir Başkarakullukçu getirilmişti. Yeniçerilerden başka diğer kapıkulu ocaklarında da karakullukçular bulunurdu.
Bu bilgiyi verdik, çünkü târihte bir hatâ var... Hicrî 823, Milâdî 1423 oluyor... Yâni, daha Fâtih bile doğmamış, karakullukçu teşkilâtı kurulmamış!.. Karakullukçuların asayişle ilgilenmesi herhalde bir 100-150 yıl sonradır. Karakol kurulması, bilmem, ne zaman!..
Gördünüz mü, Geri Varlıklar bile bizi araştırmaya itiyor... Ama çok iyi oldu. TÜRK POLİS TÂRİHİ üzerine muazzam bir araştırma bulduk. Fırsat bulup ta bir göz atarsanız, siz de nereden nereye, nasıl geldiğimize şaşar, hayretler içinde kalırsınız. Hazırlıyanların ellerine sağlık!.. Şimdiki polis teşkilâtımız 1845 târihinde kurulmuş... Ondan önceki belgeleri araştırmak gerek... MURAT BARDAKÇI da şöyle yazmış:
- "Eski devirlerde şehrin asâyişini sağlayanlara 'kullukçu' denirdi, bunlar aslında ordu
Kullukçular bir yıllık için göreve getirilir,
üç ay İstanbul'da dokuz ay taşrada çalışır, bu bir
yılın sonunda tekrar orduya dönerlerdi. Aldıkları ücret de, görev yaptıkları
bölgelerden
toplanırdı."
- "Tanzimat'ın ilánından sonra Avrupa'nın yerel idâreleri örnek alındı ve asâyiş görevleri
askerden alınarak sivil teşkilâtlara
ve giderek polise bırakıldı. Bugünkü jandarma yerine de
zaptiye teşkilâtı oluşturuldu."
Demek ki Arap Sâdık 1500'lerle 1800'ler arasında bir târihte karakullukçu olarak görev yapmış ve o suçu işlemiş... Neydi suçu?.. Bir zâniyeyi öldürmek.. Altınlarına tamâhen olup olmaması bizce önemli değil!.. Üstelik kadın suçsuzmuş... Yâni zinâ yaptı diye karakola getirilmiş, bu herif te onu altınlarına tamâhen öldürmüş... Halbuki kadın zinâ yapmamış... Belli ki iftirâya uğramış... O iftirâyı atanın da suçu çok büyük...
Biz bu vesile ile biraz bu "kadın öldürme" olayı üzerinde durmak istiyoruz. Kadın zâni dahi olsa, öldürülmesi suçtu, günahtı.... Ya bir de günahsız bir kadını öldürürse???.. Aman ALLAH'ım, ne büyük günah!.. Karısını "boşandı" diye öldürenler, birileri dedikodu yapınca şüphelenip öldürenler, hele ki bir kızı, kadını "yüz vermedi" diye öldürenler!... Taksirât affının uğramadığı yerlerde, çamura batmış hâlde yüzlerce yıl kalmaya hazırlansınlar!..
Bu İmajlar Medyum'a lâf olsun, sayfa dolsun diye verilmiyor!.. Ders alalım, ibret alalım diye veriliyor!.. Ruhlar'la İrtibat onun için kuruluyor!.. Onun için bu faaliyete izin veriyorlar!.. Yoksa, canımız sıkılınca Fincan çevirelim diye değil!..
Neyse... Celseye devam edelim:
Varlık : Mevlevî Hasan Seyyid Dede
İdâreci- Yükselmenize devam ediniz.
... Eller yüzümden çekildi... Açıyorum gözlerimi... Sağım.... Bir yolun ortasındayım...
... Solum çok korkunç... Sanki... katran gölü gibi sanki... Katran gölü sanki... Çok berbat
koku geliyor... ... Harekete başladı...Harekete başladı.... Yolun nihâyetindeki dağ harekete başladı...
.... Sol burun deliğimdeki pis koku gitti... Şimdi sâdece çok nefis koku duyuyorum... ... Ayağa kalkmak istiyorum... Birisi ilerliyor... Kayar gibi... Ama yavaş yavaş ilerliyor...
Ellerime yapıştı... .... Anlamadım... Anlamadım.. Afedersiniz... "Len terâni" diyor... "Len terâni" diyor...
Anlamadım... İ- Dua edelim, efendim... Bütün arkadaşlarım dua ettiler. ALLAH kabul etsin. Nur içinde
yatsın Üstâdım.
Tarih : 26.6.1962
Usûl : Hipnoz yoluyla rûhî infisâl
Medyum: Ali
Medyum- ... Tepemde ışık göründü...
İ- Gâyet rahat olarak yükseliyorsunuz.
M- Rahatım.... Sıcaklık kayboldu... Tatlı bir rüzgâr yüzümü öpüyor...
İ- Yükselmenize devam ediniz, efendim.
M- Çıktım, çıktım... Yükseliyorum...
İ- Devam ediniz, efendim.
M- MENZİL-İ SUĞRA'yı geçtim.... MENZİL-İ ŞÜHEDÂ'yı da geçtim... Çok sür'atlendim.
İ- Şimdi yavaşlayınız.
M- ... MENZİL-İ HAYR.... MENZİL-İ HAYR...
İ- Bu menzil hakkında bize biraz mâlûmat verir misiniz?
M- ... MENZİL-İ HAYR.... Birşey göremiyorum... Gözlerimi açamıyorum...
İ- Peki, hissettikleriniz var mı, efendim?
M- ... Sâdece nefis koku... Nefis koku... Tatlı bir rüzgâr esiyor... Tatlı bir rüzgâr esiyor...
Tatlı bir rüzgâr esiyor...
Yüzümde, gözlerimin kapakları üzerinde bir el dolaşıyor... Mis gibi
kokan bir el... Mis gibi kokan...
Parmakları hissediyorum... Ne kalın, ne de ince... Ne kalın...
Uzun parmaklı...
Bağdaş kurdum... Başımı arkaya döndüremiyorum... Kolumu oynatmak istiyorum, oynatamıyorum...
Bacaklarım da oynamıyor... Başım da oynamıyor... Göz ucumla evvelâ sağıma baktım... Nefis
bir bahçe...
Hiç görmediğim çiçekler... Her tondan renk var... Nefis bir bahçe... Kokuyu izah
edemiyorum...
Yeni duyuyorum böyle koku... Nefis bir bahçe... Hiç ağacı yok... Yalnız
görmediğim çiçeklerle dolmuş
nefis bir bahçe...
Burnumun bir deliğine berbat koku geliyor... Diğer deliğine çok nefis kokular
geliyor...
Önüm bu iki yeri ayıran dümdüz bir yol... Uzanıyor... Uzanıyor... Uzanıyor....
Buluttan bir dağın içinde kayboluyor... Şeffaf mı, bulut mu, kestiremiyorum...
Sanki onun
içinde kayboluyor...
Renkleri mütemâdiyen değişiyor... Bir kırmızı oluyor... bir beyaz oluyor... Bir siyah oluyor...
Sonra pembeleşiyor... Şimdi filîzî bir renk aldı.... Filîzî... Tıpkı yeni bitmeye başlayan
çayırların rengi gibi
filîzî renk almaya başladı... Hareket hâlinde o sulp bir cisim değil,
buluttan yapılmış bir dağ...
Filîzî rengi muhafaza ediyor... Filîzî rengi muhafaza ediyor... Çok
yaklaştı ve içinden sâdece,
bir tarafı sâdece yeşil, bir tarafı sâdece siyah tüllere bürünmüş
başlar görüyorum... Kalabalık...
Çok muntazam saf olmuşlar... Kalabalık... Çok muntazam
saf olmuşlar... Çok yakınıma geldi...
Yürümüyorlar... Hiç adımlarının hareketini görmüyorum...
Kayıyorlar... Yol da onlarla berâber kayıyor...
Yol da onlarla berâber kayıyor...
Çok nefis koku!... Sağ taraftaki bahçeden
gelen koku... Bir siyah tül, bir yeşil tüle sarınmışlar...
Kadınlı erkekli kalabalık... Kadınların
kolları falan belli değil... Tülün içinde kolları...
O kadar güzel yüzleri var ki!.. Omuzlarına
gümûşî renkte saçlar inmiş... Omuzlarına gümûşî renkte saçlar inmiş...
Erkeklerin başında
hiçbir şey yok... Çok azı sakallı... Diğerleri sanki yeni traş olmuşlar gibi... Çok iyi seçiyorum...
Hiçbirinin yüzleri renkli değil... Bembeyaz... Ama beyaz insan gibi bembeyaz değil... Bu
beyazlık
bir bambaşka beyazlık... Onu izah edemem!
Ellerim hareket etti... Ayağa kaldırdı... Ayağa kaldırdı, alnımdan öptü...
Elleriyle omuzlarımdan tutuyor...
Ama ellerini görmüyorum... Ellerini görmüyorum... Ama
ellerini omuzlarımda hissediyorum... Elini...
Elini yakalamak istedim... Elim boşlukta kaldı...
Tebessüm ediyor... Dişleri bembeyaz, inci gibi...
İnci gibi dişleri var... Güzel, çok güzel bir
adam...
"Len terâni" diyor...
AŞK-I RABBÂNÎ İLE HAYRETZEDE ... AŞK-I RABBÂNÎ
İLE HAYRETZEDE
MEVLEVÎ HASAN SEYYİD DEDE... (1)
M- ... "Aşağı Katlar'a göndersinler," diyor... "Aşağı Katlar'a göndersinler," diyor...
"Dualarını
Aşağı Katlar'a göndersinler," diyor... "Burasının ihtiyâcı yok," diyor...
İ- Peki, üstâdım.
V- Len terânî!..
İ- Emirleriniz varmı, efendim? Lûtfeder misiniz?
V- ŞER ile HAYIR hududu üzerinde bulunuyorsun. Biz HAYIR MENZİLİ'nin bekçileriyiz.
M- ... "Dikkat edin," diyor... Ben HAYIR-ŞER ÇİZGİSİ üzerinde şu anda bulunuyormuşum...
Onlar HAYIR MENZİLİ'nin bekçileriymiş. Vazifeleri HAYIR... HAYIR...
İ- Özür dileriz, bilmediğimiz için. Bizim cehâletimizi bağışlayın. Afedersiniz.
V- Kusur işlemediniz ki, özür diliyorsunuz. Af, Rahim ve Şefik olan SÂHİB'indir.
İ- Bu akşam sizinle mi görüşeceğiz?
V- Evet.
İ- Nur içinde yatınız. Bizim ricâlarımız var. Evvelâ emirleriniz varsa lûtfedip, irşad
buyurunuz.
Sonra bizim ricâlarımız olacak.
V- MENZİL-İ HAYR'ın hizmetçileri, hayır hizmetkârıdır.
İ- Evvelâ müsaadenizle Medyum'un ricâsını bildireyim.
V- Len terânî.
İ- Sizin hayâtınıza âit bir bilgimiz yok. Evvelâ kendi hayâtınıza âit mâlûmat rica ediyoruz.
V- Len terâni.
İ- "Len terâni" kelimesini bilmiyoruz. Özür dileriz, lûtfedin.
V- Haklısınız. Suç öğretmeyende!.. Mükevvenât'a "len terâni!" (OL!) buyurdu. Mükevvenat
oldu. (2)
İ- Şimdi Medyumumuzun ricâlarını bildireyim mi?
V- Menzil-i Hayr'ın hizmetkârları arzunuzu yerine getirmek için geldiler.
İ- Nur içinde yatsınlar. Şimdi, 1- Kabe Kavseyn'in mânâsı son defa bulduğu gibi midir?
V- Hayır... Bir noktada hatâya düşüyor... MİRÂCIN TECELLİ ETTİĞİ YERDİR KABE
KAVSEYN...
Onun son bulduğu Mirâç Gecesi CİBRİL ile FAHR-İ KÂİNAT'ın buluşması,
Kabe Kavseyn değildir.
Mirâc'ın tecelli ettiği yerdir Kabe Kavseyn.
İ- Son cümleyi anlıyamadık. Medyumumuz daha rahat söylesin.
V- Bir denizi alelâde künke mi doldurmak istiyorsunuz? Başka türlü yapamazdı. Onun
son bulduğu
Miraç Gecesi HAZRET-İ FAHR-İ KÂİNAT'la CİBRİL-İ EMİN'in kucaklaşması
değildir Kabe Kavseyn.
Yanlış!... Düzeltsin onu. Kabe Kavseyn, Mirac'ın tecelli ettiği andır.
HAZRET-İ FAHR-İ KÂİNAT'la
SÂHİB-İ HAKİKİ'nin kavuşması Kabe Kavseyn.
İ- Gene Medyumumuzun 2. ricâsını arzediyorum: Üçünden en uygunu hangisidir?
V- .... Hiç birisi!.. Hiç birisi!.. Ona kendini gösterenlerle hiç değil!
Kendini
göstermeyenlere yüzünü çevirsin.
İ- 3. sualini rica ediyorum. Dün akşam gördüğü rüya hangi safhanın işâretidir?
V- Haknâşinaslık yapmış adam... Fahşedilince izahta mahzur kalmadı. Son safhadır.
İ- Müsaade ederseniz bizim sualleri rica ediyorum: Vahdet-i Vücut Felsefesi hakkında
ne düşünüyorsunuz?
V- Kül'den cüze gidip, cüzden Kül'e dönüşü.
İ- İlâhi Aşk nedir? Bunu bizim anlıyacağımız şekilde geniş olarak lûtfeder misiniz?
V- Cismânî aşk diye birşey yoktur. Aşk-ı Hakiki, İlâhî Aşk'tır ama, onun maddedeki
tezâhürüne
alat olarak "cismânî aşk" diyorlar. Eğer vuslat olmasaydı, ten kafesi bu aşkın
şiddetine
tahammül edemezdi. Tıpkı mütemâdiyen dolan ve fakat boşalacak yeri olmayan
bir depo gibi...
İ- Aşk-ı İlâhî'ye ulaşmak için bir tarikata intisap etmek şart mıdır?
V- İLÂH'ın tecelligâhı senin iç âlemin, senin niyetin ve şuurun olduğuna göre, onların
elleriyle
gerçek yolu bulursun... Evet... O hâtuna söyleyin, cevâbı gelecek!
Hâriçten başka
noktalar karıştırmadan aklında tutsun!
İ- Özür dilerim.
V- Aranızda birisi halledemediği mühim bir meselesinin neticesini öğrenmek istiyor.
İ- Dr. İbrâhim Tunalı Bey'in ricâsı şu: Eflâtun'un bir sözünü anlıyamamış.
"Kâinat, Ruh'la
hareket eden bir büyük hayvandır" diyor... Bu sözde hakikat payı var mıdır?
V- Hakikat payı değil, onun putperestliğinin tabii neticesinin payı vardır.
İ- Nur içinde yatınız. Çok güzel!... Sizinle konuşmaya hazırlıklı olmadığımız için özür
dilerim.
Sizden faydalanabileceğimiz sualleri hazırlıyamadık. Acaba sizin bizlerin Tekâmül'ü
için
irşad etmek istediğiniz kısımlar varsa, lûtfedin.
M.... Sorunuz... Ben bitirdim...
İ- Benim bir ricam var: Kemâ tekûnu yavellâ aleyküm... Bunun hakiki mânâsının tefsiri
nedir?
V- "Kemê tekûnu yuvellâ aleyküm", "Elestü birabbiküm?" cümlesinden evvel evvel
söylenmiştir.
"Ben Âlemlerin Rabbi değil miyim?" sözünün cevâbı alınmadan ...
"Elestü
birabbiküm?" (Ben sizin Rabbiniz değil miyim?) ...
Meclis-i Elest'te Levh-i Mahfuz'un
karşısında üçüncü hitaptır.
Birinci hitap "OL!"... velâ aleyküm...
Dört kişi... "Elest Meclisi
de nedir?" diye dört kişi soruyorlar...
İ- Lûtfedin.
V- ELEST MECLİSİ, Ruhlar'ın Fenâ'ya gönderilmeden evvel TANRI huzurunda yaptıkları
bir içtimâdır.
O içtimâda "Kemâ tekûnu yuvellâ aleyküm"den sonra "Elestü birabbiküm?"
buyuruldu.
Ruhlar cevap verdiler: "Kaalû belâ!" ...
- Ben sizin Rabbiniz değil miyim?
- Kaalû belâ'dan beri.
ELEST MECLİSİ budur... Siz kabahatli değilsiniz. Size karşı bu hususta vazifelerini
yapmayanlar kabahatlidir.
İ- Nur içinde yatınız, üstâdım. Bizim ricâlarımız burada bitti. Şimdi arkadaşların şahsî
sualleri var.
Müsaade ederseniz sorsunlar.
Yalnız Medyumumuzun durumu müsait ise, lûtfedin.
V- Biz hayra memûruz. Neticesini şerre tebdile müsaade etmeyiz. İz'an pencerelerinizden
bakınız.
İz'an pencerelerinizden
Ali-yi Mürteza'ya bakınız. İz'an pencerelerinizden... Beş...
İ- Demin bir hanım için, "Sualini unutmasın" demiştiniz. Müsaadenizle ondan başlıyalım.
V- ... Yünü eğirmek için pıtrak kullanılmaz... Yünü eğirmek için pıtrak kullanılmaz.
İ- Bunu o beşinci hanım için mi söylediniz?
V- Hayır.
İ- Medyum yorulduğu için suallerden vazgeçiyoruz.
V- ..... beş......Beş...
İ- ??? Beş kişi...
M- ...,İniyorum....
Peki. Şimdi rahat ve sâkin olarak ininiz.
M- ... Rahat ve sâkin olarak iniyorum.
(1) Bugün 17 Aralık 2016... Şeb-i Arus... Yâni HAZRET-İ MEVLÂNA'nın vefâtı, onun DÜĞÜN GÜNÜ... Ve hiç hesap etmeden, bir muhterem Varlık gelip, kendini "mevlevî" diye tanıtmış olduğu Celse'yi sizlere nakletmek için klavyenin başına oturmuşuz... Acaba tesâdüf mü?.. Acaba bu zâtı İnternet'ten veya ansiklopedilerden Mevlevîler arasında bulabilecek miyiz?...
Aradık, yok!... İşin içinde başka bir iş olması lâzım... Başta da Karanlık Tabaka'da karşımıza çıkan Varlık yanlış târih vermemiş miydi?.. Daha çok araştırma istiyorlar galiba...
Biz de araştırmayı "Seyyid mevlevî var mı?" sorusuyla başlattık... Bu soru kafamıza takıldı, çünkü Seyyidler daha çok karşımıza Alevî olarak çıkar.... Varmış... Seyyid Ebubekir Dede, Seyyid Burhaneddin Dede mevlevî imiş... Öyleyse Hasan Seyyid Dede'nin mevlevî olmasında şaşacak birşey yok!.. Yok ta, neden adı "Seyyid Hasan Dede" değil de, "Hasan Seyyid Dede" ?.. Acaba "seyyid" ünvânı değil de, adı mı?.. Kendisini bulamadık... Bir Seyyid Hasan Dede bulduk, ama o Alevi... Aşağıda ondan bahsedeceğiz. Niye bahsedeceğiz?.. Çünkü Varlığın söylediklerinde her zamanki gibi yanlışlar var. Bizi hem araştırmaya, hem de farklı düşünmeye sevkediyor... .
Peşînen belirtelim: bu ifâdemizden Varlığın bizi aldattığını, bir Geri Varlık olduğunu falan kastetmiyoruz. Hem Medyum'un intibaları, hem de verilen bilgiler bir Üstün Varlık olduğuna kuşkusuz inanmamızı sağlıyor.
Bir tek şüpheli husus... Nakilden kaynaklanabilir. Medyum "MENZİL-İ SUĞRA'yı geçtim.... MENZİL-İ ŞÜHEDÂ'yı da geçtim... " diyor... Halbuki daha önceki Celseler'de önce MENZİL-İ ŞÜHEDÂ'yı geçer, sonra MENZİL-İ SUĞRA'ya ulaşırdı. Şöyle ki, "İNTİZAR MENZİLİ'ni geçiyorum... MAKSUT MENZİLİ'ni geçiyorum... ŞÜHEDÂ MENZİLİ'ni geçiyorum... Hızlandım... Hızlandım.... MENZİL-İ SUĞRA..." Bu sâyede biz de bu Medyum'un algısına göre Menziller'in sırasını öğrenmiştik. Hata bir...
İkincisi, daha önce MENZİL-İ SUĞRA için "Sondan bir evvelki menzildir... Bundan sonra sâdece Peygamberân-ı İz'am'a mahsus... Ondan sonrası da sondur..." denmişti. Bir de Fâtih celsesinde "MAKAM-I SUĞRA, MAKAM-I ŞÜHEDÂ'dan sonra gelen, ENBİYA-YI İZ'AM'ın altında bulunan bir makamdır ki, onlarca Yeryüzü'ne tekrar gönderilmek mesele değildir. Mükâfatı sâdece Yevm-i Kıyâmet'i beklerler" denmişti. İki açıklama da birbirini tutuyor... Halbuki bu celsede Medyum "MENZİL-İ SUĞRA'yı geçtim.... MENZİL-İ ŞÜHEDÂ'yı da geçtim... MENZİL-İ HAYR...." diyor... Hem sıra yanlış, hem de MENZİL-İ SUĞRA'dan sonra PEYGAMBERLER MAKAMI olması lâzım gelirken karşımıza yeni bir menzil çıkıyor... Olmadı!.. Yanlış nerede?...
Bizce En Karanlık Tabaka'dan En Üst Makam'a kadar sonsuz tabakalar olmasından daha tabii birşey olamaz!.. Tabaka sayısını kısıtlamak gibi bir maksadımız yok. MENZİL-İ ŞÜHEDÂ ile MENZİL-İ SUĞRA arasında tabaka olmadığına dâir de elimizde bir bilgi yok... Bizce Medyum en başta bir nakil hatâsı yaptı. "MENZİL-İ MAKSUT'u geçtim" diyeceği yerde "MENZİL-İ SUĞRA'yı geçtim" dedi... Sonra MENZİL-İ ŞÜHEDÂ'yı geçti, MENZİL-İ HAYR'a geldi, MENZİL-İ SUĞRA'nın altında kaldı.... MENZİL-İ HAYR'ın tasviri son derece güzel... HAYIR'la ŞERR'in bir yol, bir çizgi ile ayrılması ne kadar etkileyici!..
Daha başka hatâlar var ama, onlar bizi araştırmaya sevketmek için... Celse esnâsında doğrusunu bilen de çıkmamış... Farkedilmemiş bile....
Birincisi "Len terâni" âyeti... Varlık sık sık tekrarlıyor... sanki "sorun" anlamında kullanıyor, ama gerçek mânâsı bu değil... Sonunda Celse İdârecisi "Bu kelimeyi bilmiyoruz" deyince, "Mükevvenâta "len terâni!" (OL!) buyurdu. Mükevvenat oldu." şeklinde bir mânâ veriyor ki, o da doğru değil!.. Ancak "buyurdu" kelimesinden anlıyoruz ki, bu kısım da bir âyet!... Avra'da onu da bilen yok!.. Hadi bakalım, onu da araştırmak gerek!..
Enteresandır ki, yıllar sonra tamâmen başka bir meclis'te, tamâmen başka bir Usûl'le yapılan bir Celse'de, tamâmen farklı bir Varlık'la kurulan İrtibat'ta, yine bu "Len terâni" karşımıza çıkmış, yine yanlış mânâ verilmişti, ama yine başka bir âyetle... Demek ki üzerinde çok durulması gereken âyetler bunlar!..
Önce "Len terâni"ye bakalım:
- "Belirlediğimiz vakitte Mûsa gelip de, Rabbi ona hitap
buyurunca,
o, 'Rabbim, bana kendini göster de, Sana bakayım,' dedi.
Allah 'Asla göremezsin Beni,' buyurdu.
'Ama şu dağa bak; eğer o yerinde durursa o zaman görürsün.'
Rabbi dağa tecellî edince, onu paramparça etti, Mûsa da bayılıp kaldı.
Ayıldığında, 'Sen her türlü kusurdan yücesin. Tövbe edip Sana yöneldim.
İman edenlerin de ilki benim.' (dedi.)"
(A'raf Sûresi , 143. Âyet)
Bu âyetteki "Asla göremezsin Beni" ifâdesi, "len terâni" karşılığıdır. ALLAH'ı gözle görmek mümkün değildir. Mûsâ Aleyhisselâm'a bile nasîp olmamıştır. Âyetin tümü bize bu gerçeği hatırlatır.
Peki, "OL!" emri nerede?
-(Allah) Bir şeyi dilediği zaman,
Yâsin Sûresi... Hepimiz bir yakının kaybettiği zaman dinlemiş,
"kun feyekûn" kısmını duymuşuzdur ama, ne mânâsını kavramış, ne de hatırda tutmuşuz!..
ALLAH Mükevvenât'a, yâni Görünen Kâinat ile bizim bilip bilmediğimiz 18.000 Âlem'e bir tek
"KUN! - OL!" der; onlar da, 15 milyar ışık yılı ebâdındaki Kâinat da dâhil olmak üzere; derhal,
ânında oluverir!... İşte ALLAH'ın o akıl almaz Büyüklüğü, Kudreti!... Celse'deki hatâ, işte bize
bunları öğretiyor...
Celse'de KABE KAVSEYN , MİRÂÇ , VAHDET-İ VÜCUT , AŞK-I İLÂHÎ , ELEST MECLİSİ
kavramları geçiyor. ELEST MECLİSİ daha önce de açıklanmıştı. Bunlar hakkındaki değerlendirme ve incelemeyi size bırakıyoruz. Biz
sâdece yapılan açıklamalara katıldığımızı belirtmekle yetineceğiz. bu konularda soru ve
itiraz olursa, bize bildirirseniz, cevaplamaya çalışırız.
Bir de Celse'de verilen "Kemâ tekûnu yuvellâ aleyküm" ,
"Elestü birabbiküm?" ifâdeleri var.... Acaba doğru mu nakledildi?.. Araştırırken,
karşımıza çok güzel bir çalışma çıktı,
"KUR'AN'DAKİ DARB-I MESELLER" yâni, "Ata Sözleri" ... Bu eseri de tavsiye ederiz.
- "Hani Rabbın; Âdemoğulları'nın sülbünden soyunu çıkarmış
"Kemâ tekûnu yuvellâ aleyküm" ifâdesi tamâmen bambaşka bir yerde geçiyor...
"Elestü birabbiküm" doğru ve
"Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" mânâsında... "Kaalu belâ"
ifâdesi de "Evet, dediler"
anlamındadır... Ondan önceki âyet şöyle :
"Ve iz ehaze rabbuke min benî âdeme min zuhûrihim
zurriyyetehum ve eşhedehum alâ enfusihim" ... "Elestü
birabbiküm , kaalu belâ" ardından da şu kısım geliyor:
"en tekûlû yevmel kıyâmeti innâ kunnâ an hâzâ gâfilîn" ....
Kıyâmet Günü, 'Bizim bundan haberimiz yoktu,' demeyesiniz (diye)"
ifâdesinin karşılığı... Ancak bu benzer kısım "elestü
birabbiküm"den önce değil; sonra geliyor!..
"Kemâ tekûnu yuvellâ aleyküm" ifâdesinin
burada işi ne?.. Sakın, o da çok önemli başka bir hususa dikkatimizi çekmek için
verilmiş olmasın?...
Tabii ki, öyle!.. "Kemâ tekûnu yuvellâ aleyküm"
âyet değil, çok önemli bir hadis... "Siz nasılsanız, öyle idâre
olunursunuz!" mânâsına bir siyâsî hadis... İyileri iyiler; kötüleri ve tembelleri kötüler idâre
eder. E, bu geçmişteki hâdiseleri, 1960'lardaki durumu, ve şimdiki hâlimizi bize göstermiyor mu?..
Biz ne isek, başımızdakiler de öyle kimseler!.. Şikâyete hakkımız yok!..Şimdi de yok!.. İyi olalım ki,
bizi iyiler idâre etsin!..
Elest Meclisi'ne dönersek, ALLAH Dünyâ'ya gelecek Ruhlar'a bir şekilde
"Ben sizin
Rabbiniz değil miyim?" diye soruyor. Onlar da,
"Evet, biz buna şâhidiz" diye cevap veriyorlar.
Ama Dünyâ'ya gelince bir kısmı bunu unutuyor... ALLAH ta, bunlar Âhıret'e intikâl edince
"Haberimiz yoktu, demeyin!... Hani size sormuştum, siz de 'evet'
demiştiniz" diye inkârcılara
hatırlatıyor... Bu eylem Âdem'in yaradılışından beri sürüp gidiyor, tâ Kıyâmet'e kadar da
gidecek!. Yâni, öyle olup bitmiş bir toplantı değil!.. Her an, her doğumdan evvel
"Elestü birabbiküm" sorusu var!..
Eveeet... Celse'yi tamamladık ama, şu Seyyid meselesini halletmedik daha... Ne demiştik,
bir Seyyid Hasan Dede bulduk ama, Alevî... Olsun, ha Mevlevî, ha Alevî...
Oradan girelim mevzuya...
Daha önce de belirttik galiba.... Peygamberimiz'in soyunu nedense sâdece kızı Hz. Fatma'dan
sürdürürler. Hz. Fatma ve kocası Hz. Ali'nin oğulları Hz. Hasan'ın soyundan gelenlere Şerif,
Hz. Hüseyin'in soyundan gelenlere Seyyid denir. Bir de Hz. Ali'nin başka bir kadından olan
Muhammed adlı oğlunun soyundan gelenlere de Hâce adı verilir. Hâce Ahmed Yesevî
Hazretleri bunlardan biridir. Hz. Ali'nin bir kaç kadından 17 oğlu olmuştur ki, bunlar bizce Ehl-i
Beyt'e dâhildir. Zâten Aleviler de "17 Kemerbest" derler ama, çoğu bunların kim olduğunu bilmez.
Bunlar ve bunların soyundan gelenlerin pek çoğu Orta Asya'ya gitmiş, TÜRKLER'in müslüman
olmasında önemli bir
rol oynamışlardır. Orta Asya'da bir kaç yerde "Hz. Ali Türbesi" , "Şâh-ı Zinde", "Şâh-ı Merdan"
diye bilinen türbeler, aslında Ali oğullarına, Ali torunlarına âittir. Önceleri sâdece Hz. Hüseyin
soyuna Seyyid denilirken, sonradan Medine dışındaki bütün Peygamber torunlarına Seyyid
denmeye başlamış, zaman zaman da sahte "seyyit"ler peydah olmuştur. Medine'dekiler Şerif
diye bilinir. Vehhâbî Suudlular'a kadar Mekke Şerifi hep Hz. Hasan torunu bir Şerif olurdu.
Onlar geldi, o müessese de yıkıldı.
Anadolu'da bir "Hasan Dede Ocağı" vardır ki, Âleviler'in bir kısmı burada yetişir. Seyyid
Hasan Dede; Seyyid Hasan Faki oğlu Seyyid Yâkup'un oğludur. Seyyid Hasan Dede, 8. İmam
Naki’nin oğlu Seyyid Musa Arac’ın soyundan gelmektedir. Alevî inancına göre; Baba İlyas,
Hacı Bektaş, Sucaattin Veli, Abdal Musa ve Sarı Saltuk’la aynı koldan gelmektedir.
Eskişehir, Ankara, Çankırı, Çorum, Kırıkkale, Kırşehir, Kayseri ve Nevşehir gibi Orta Anadolu
illerinde yaşayan Aleviler, çoğunlukla Beğdilli Türkmen oymaklarından oluşmaktadırlar.
Beğdilliler, Hazar Ötesi Türkmenleri'ndendirler. 1221 yılındaki Moğol istilâsından sonra
Anadolu’ya gelmişlerdir.
Beğdilli Alevi oymakları, Haydar Sultan, Turâbîler, Cebe Aliler, Murâdîler, Mehmet
Abdallar, Kalenderler gibi bir dizi ocaklar aracılığı ile Hasan Dede Ocağı’na, Hasan Dede
Ocağı da Otman Baba Ocağı aracılığı ile Hacı Bektaş Veli Dergâhı’a bağlıdır. Otman Baba,
Bulgaristan’a gidince, Seyyid Hasan Dede, Balım Sultan döneminde doğrudan Hacı Bektaş
Veli Dergâhı’ na bağlanmıştır.
Beğdilli oymaklarının önemli bir kolu, Kanunî Sultan döneminde Kuzey Suriye ve Halep
dolaylarına yerleştirildiler. Seyyid Hasan Dede, kendine bağlı Türkmen obaları Kuyumcu,
Köcekli, Gündeşli, Ceritli, Teberli, Gündüzbeyli ve Beğdilliler’in bir bölümü ile birlikte
1500’lü yılların başında Karaman bölgesinden gelip, bugünkü Kırıkkale iline bağlı “Teke Salan”
adlı bölgeye yerleşti. Sekiz nefer dervişi ile virân hâlde bulunan bu yeri onararak bir zâviye
kurdu.
Rivâyet odur ki, bu sırada Hacı Bektaş Veli Dergâhı’nın başında Balım Sultan bulunuyordu.
Onunla da ilişki kurdu... Bu kısım hep rivâyetlerden oluşur. Balım Sultan, Hünkar Hacı
Bektaş-ı Veli'nin mânevî kızı Fatma Nuriye Hatun (Kadıncık Ana - Kutlu Melek)'un
torunu Mürsel Baba'nın oğludur, derler. Balım Sultan, II. Bayezid zamanında yaşamıştır.
Şah İsmâil'in Anadolu Türkmenleri üzerindeki alevî etkisini kırmak için Bektâşî tarikatını
yeniden düzenlemiştir. Bu yüzden “İkinci Pîr"- Hasan Dedeliler’in anlatıklarına bakılırsa, Hasan Dede ile berâber gelen dervişlerden
Mehmet Dede, Koyun Baba, Kulu Dede’ler bir ocak sâhibi olmamalarına rağmen, onlar da
bugün saygı ile anılıyorlar.
Rivâyete göre, Seyyid Hasan Dede, 1529 yıılında Kanunî’nin Viyana seferine katılmış,
dervişleri ile semahlar dönüp, gülbenkler çekerek askeri çoşturmuş.
Hacı Yılmaz’ın Hacı Bektaş Veli Araştırma Dergisi'nin 27. sayısında yayınlanan söyleşide:
Seyyid Hasan Dede torunlarından Halim oğlu Ali Bahri Demirhan şöyle diyor:
- “Hasan Dede Ocağı bir Mürşit ocağıdır. Murâdîler, Turâbîler, Cebe Aliler, Kalender
Veliler bize bağlıdır. - "Seyyid Hasan Dede’nin Halil İbrâhim, Şah Mustafa adlarında iki oğlu ve Ümmühan
adında bir kızı olmuştur. Araştırmacı Haydar Teberoğlu’nun iddiasına göre: Hasan Dede Ocağı, Seyyid Ali Otman
Baba Ocağı’na bağlı iken, Otman Baba Rumeli’ne geçince, onları Sucaattin Veli Ocağı’na
bağlamış. Oysa Hasan Dede evlâtları, Mürşit ocağı olarak Hacı Bektaş Veli’yi bilir.
Seyyid Hasan Dede’nin bir deyişi şöyledir:
Eşrefoğlu, al haberi,
Erlik midir eri yormak?
Âdem vardır, cismi semiz,
Arı vardır, uçup gezer,
Biz Erenler gerçeğiz,
Kuldur Hasan Dede’m, kuldur,
Hasan Dede’nin soy zinciri tam olarak bilinmiyor. Söylendiği kadarıyla böyledir:
Mevlevî Hasan Seyyid Dede'den nerelere geldik!..
Ruhi Selman
selman@journalist.com
- BİR SPİRİTUALİSTİN DÜNYASI - ANA SAYFA
O'nun emri yalnızca: "Ol" demesidir.
O da hemen oluverir."
(Yâsin Sûresi , 82. Âyet)
ve kendilerini nefislerine şahid tutmuş,
'Ben, sizin Rabbınız değil miyim?' demişti.
Onlar da demişlerdi ki, 'Evet, (biz buna şâhidiz).
Kıyâmet Günü, 'Bizim bundan haberimiz yoktu,' demeyesiniz (diye)."
(A'raf Sûresi , 172. Âyet)
(Pîr-î Sânî) olarak bilinir. II. Bayezid
1481–1512 arasında hükümdârdı. Ondan sonra Yavuz Sultan Selim 1512-1520 arasında
Pâdişah idi... 31 + 8 = 39 yıl eder... Sonra Kanunî gelir ki, eğer Balım Sultan onun döneminde
Hacı Bektaş postnişini idiyse, oldukça yaşlı olması gerekir. Olduğunu kabul edelim...
Bizim pirimiz Otman Baba’dır. Mürşidimiz de Balım Sultan’dır."
Hasandede beldesini Hasan Dede’ye Kanuni Sultan Süleyman
vermiştir.”
Bahçe biziz, gül bizdedir.
Biz Şah-ı Merdan kuluyuz,
Yetmiş iki dil bizdedir.
Irak yoldan haber sormak.
Cennet'teki yedi ırmak,
Çoşkun akan sel bizdedir.
Abdets alır, olmaz temiz.
Halka dahl eylemek nemiz?
Bir cümle vebâl bizdedir.
Teni tenden seçip gezer.
Cânân bizden kaçıp gezer,
Arı biziz, bal bizdedir.
Has bahçenin çiçeğiyiz,
Hacı Bektaş köçeğiyiz,
Edep, Erkan, Yol bizdedir.
Mânâyı söyliyen dildir.
Elif Hakk’a doğru yoldur,
Cim ararsan, Dal bizdedir.
1- Hz. Ali
2- İmam Hüseyin
3- İmam Zeynel Abbidin
4- İmam Muhammed Bâkır
5- İmam Câfer-i Sâdık
6- İmam Mûsa-i Kâzım
7- İmam Ali-ül Rıza
8- İmam Muhammed Taki
9- Seyyid Mûsa Araç
10- Seyyid Muhammed (Hicrî 874 yılında Nişâbur Dergâhı Piri’dir.)
11- Seyyid Yahya
12- Seyyid Câfer
13- Seyyid Hüseyin
14- Seyyid Ubeydullah
15- Seyyid Muhammed
16- Seyyid İbrâhim
17- Seyyid Hasan faki
18- Seyyid Muhammed Sâni
...........?............
............?................
Seyyid Yâkup
Seyyid Hasan Dede (Kanunî dönemi)
- BİR TEBLİĞ
- KADIN HAKKINDA BİR TEBLİĞ
- ÖLÜM VE SONRASI
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 1
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 2
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 3
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 4
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 5
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 6
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 7
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 8
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 9
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 10
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 41
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 42
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 43
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 44
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 45
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 46
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 47
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 48
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 49
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 50
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 51
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 52
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 53
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 54
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 55
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 56
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 57
- BİR OBSESYON VAK'ASI
- ÖTE ÂLEM'DEN ŞİİRLER - 1
- RÜYÂLAR - 1
- RÜYÂLAR - 2
- REİNKARNASYON - 1
- REİNKARNASYON - 2
- ANADOLU'DA REİNKARNASYON ŞİİRLERİ
- İRLANDALI ŞÂİR JAMES CLARENCE MANGAN ANADOLU'DA MI
YAŞADI?
- FİNCAN CELSELERİ - 1
- FİNCAN CELSELERİ - 2
- FİNCAN CELSELERİ - 3
- EKMİNEZİ ÇALIŞMASI
- RÛHÎ FİLİMLER - 1
- ENTERESAN RÛHÎ OLAYLAR
- ERGUN ARIKDAL VE SÂDIKLAR PLÂNI'NI TENKİT
- BÜLENT ÇORAK VE DÜNYA KARDEŞLİK BİRLİĞİ SAFSATASI
- CENAP BAŞMAN VE MARON TARİKATI
- SAPKIN RAEL TARİKATI
- TRANSANDANTAL MEDİTASYON KANDIRMACASI
- MELEKLER'DEN MESAJ ALDIĞINI SANAN ŞAŞKINLAR
- ŞEYTANA TAPAN SATANİSTLER
- KRYON "TEBLİĞ"LERİ VE LEE CARROLL'UN "MEDYUM"LUĞU
- J. Z. KNIGHT ADLI KADIN RAMTHA "TEBLİĞ"LERİ
- SILVER BIRCH TEBLİĞLERİ
- MEDYUM JANİ KİNG VE VARLIK P'TAAH
- "SÜPER İNSANLIK" DERNEĞİ VE UYDURUK "TEBLİĞ"LER
- RA "TEBLİĞ"LERİ
- HAYÂLÎ ANDROMEDA KONSEYİ
- VARMIŞ GİBİ YUTTURULAN PLEİADES KONSEYİ
- HATHOR GEZEGENİNDEN İNANDIRICI OLMAYAN MESAJLAR
- ÜSTAT KUTHUMİ'DEN SAHTE İNCİLER
- ARKTURUSLULAR'DAN ZIRVA MESAJLAR
- MEKTUPLAR
- MEKTUPLAR