BİR SPİRİTUALİSTİN DÜNYASI

ÂHIRETTEN SİMÂLAR -16

Bu sefer hiç bilinmeyen bir TÜRK kadın kahramanı size sunacağız, Âhıret Âlemi'nden... Ama önce Karanlık Tabaka'dan iki Geri Varlık var...

Varlık : Barçakçının Cemile, Burçakçının Nesibe
Tarih : 24.10.1961
Usûl : Hipnoz yoluyla rûhî infisâl
Medyum: Ali

Medyum- ..... BURÇAKÇININ CEMİLE...
İdâreci- Ne zaman yaşamış? Nerede yaşamış?
M- ... 1934'de Tekirdağı'nda ölmüş... Kocasının kardeşi NUMAN'dan edindiği gayrımeşrû çocuğu birlikte boğarak öldürmüş.
İ- Anlaşılmadı. Daha rahat olarak bildiriniz.
M - Kocasının kardeşi NUMAN'dan edindiği gayrımeşrû çocuğu birlikte boğarak öldürmüş.
Varlık - Mağfiret!.. Mağfiret!.. Mağfiret!...
İ- ALLAH taksirâtını affetsin.
M- ... BURÇAKÇININ NESİBE...
İ- Ha???
M- ...... kırk .... Hâlet...
(anlaşılmıyor) ...... "Hâlet" diyor... "Hâlet" diyor... Korkunç!... "Hâlet" diyor!... Boğdurularak öldürülmüş...
İ- Hangi senede?
M- ... 1821... MAHMUD-U ADLÎ... ....
(anlaşılmıyor) ..... varmış... Katran içine gömülmüş... Seyyiâtını çekiyormuş...
V- Mağfiret!... Işık!... Mağfiret!... Işık!... Mağfiret!...
M- ... Yanıyorum!:..
İ- Yükselmeye devam ediniz!
M- .... Yol açıldı... Aydınlık tepemde... Çok yavaş çıkıyorum... Dehlizin içindeyim... Duvarlar korkunç siyah.... Siyah...
- ... Çok kalabalık.... Kalabalık...
İ- Daha yüksek sesle.
M- ... Kalabalık... Kalabalık...

Burada biraz duralım... Medyum'un Medyumluk kaabiliyeti gittikçe gelişiyor, gittikçe İrtibat kurmaya, Âhıret Âlemi'ne seyyahat yapmaya alışıyor ve tasvirleri hem Karanlık Tabaka için, hem de daha Üst Tabakalar için daha tafsilâtlı oluyor...

Bu seferki yükselişinde aynı âileden iki Geri varlık'la karşılaşması enteresan... BURÇAKÇI'NIN CEMİLE, kocasına ihânet etmiş, ilişkiye girdiği kayınbirâderi NUMAN ile ondan edindiği gayrımeşrû çocuğu, birlikte boğarak öldürmüşler. Numan hangi Geri Tabaka'da ALLAH bilir... Ama Cemile 1934'den beri cezâsını çekiyor...

Burada yeri gelmişken bir TÜRKÇE yanlışını da düzeltelim... TÜRKÇE'de eşinden başkası ile ilişkiye giren için "ihânet etti" denir. Şimdilerde İngilizce "cheat" kelimesinin karşılığı olan "aldatma" kullanılıyor. Bizce doğru değil. CEMİLE, kocasına, kayınbirâderi NUMAN ile ilişkiye girerek, ondan çocuk peydahlıyarak ihânet etmiş!..

Akrabası BURÇAKÇI'NIN NESİBE'nin suçunu öğrenemedik, ama o da aynı Tabaka'da olduğu için ağır bir suçu olduğu muhakkak... Hele o 1821'de boğdurularak öldürüldüğü târihten beri çekiyor. Onu kim boğdurdu? MAHMUD-U ADLÎ dediği Pâdişah, Sultan II. Mahmud mu?.. Târih ve lâkabı tutuyor. MAHMUD-U ADLÎ diye bilinen Sultan II. Mahmud (1785–1839) 1808 yılında tahta çıkmış ölünceye kadar da tahtta kalmıştır. 1821'de Pâdişah idi.

Şimdi bir husus var ki, mutlaka Celselerimiz'i okuyan Spiritualistler'in ve bilhassa dindar kişilerin aklına takılmıştır... "MAHŞER, KIYÂMET koptuktan sonra ise; CEZÂ ve MÜKÂFAT orada, GÜNAH ve SEVAPLAR'ın tartılmasından, HESAP GÜNÜ'nden sonra ise; CENNET ve CEHENNEM ancak ondan sonra ise; nasıl oluyor da, Geri Varlıklar Karanlık Tabakalar'da ıbdırap çekiyor?.. Şehitler Şühedâ Menzili'ndenasıl huzur içinde yaşıyor?.." diyebilirsiniz... Hemen hatırlatalım ki, ALLAH için ZAMAN ve MEKÂN yok!... Âhıret'te olanlar da bunu söylediler. Mükevvenât'ın yaratılmasıyla Kıyâmet'in kopması zaman olmadığına göre aynı anda olmaz mı?... Zaman bizim için... Hem, bir Ruh'un tekrar bedenlenebilmesi, yâni Reinkarnasyon için bitirdiği hayâtın hesâbını vermesi gerekmez mi?.. Buna bir de Peygamberimiz'in "Her ölenin kıyâmeti kopar" hadisini ekleyince, karşılaştığımız sahneler bir anlam kazanıyor.

Bâzıları bu çekilenlere "kabir azâbı" diyebilirler. AZÂB olduğu doğru da, KABİR'de, yâni mevtânın gömüldüğü toprak parçasında birşeyler olduğu doğru değil!.. Orada et ve kemikler var. Onlar da ısdırap çekmez, dağılır gider!.. Bizce hadislerde geçtiği rivâyet edilen "kabir azâbı"nın çok daha değişik bir mânâsı var ki, sırdır, söylenemez!

Bu konu derin... Haddimizi bilip fazla derine dalmayalım!.. Celse'ye devam edelim...

Varlık : Kurret-ül Ayn
Tarih : 24.10.1961
Usûl : Hipnoz yoluyla rûhî infisâl
Medyum: Ali

Yükseliyorum... İNTİZAR MENZİLİ'ni geçtim... Çok sıcak!... Ohh!... Ohh!..
İ- Biraz durun ve dinlenin.
M- Durmaya muktedir değilim.... MAKSUK MENZİLİ.... Geçiyorum... ŞÜHEDÂ MENZİLİ...

... Oturdum... dizlerimin üstüne... Gözüm açık ama hiçbir şey görmüyorum... Karanlık değil, aydınlık...
Ama hiçbir şey görmüyorum... Nefis kokulu bir... elimi, yüzümü okşuyor... eli görmüyorum...
Nefis kokulu!... Saçlarımı okşuyor... Görüyorum... Sanki gözümün önüne bir perde çekilmiş...
O el o perdeyi kaldırdı... Omuzlarımda, sırtımda eli dolaşıyor...

... Oturduğumu hissediyorum... Bacaklarım benimle berâber... ama yalnız boşlukta... İki elimi dizlerimin üzerinde
görüyorum... Dizimi göremiyorum... Tatlı bir sessizlik... Başımı güçlükle sağa çeviriyorum... Baştanbaşa kırmızı lâleler...
Kırmızı lâleler... dört yapraklı nefis lâleler... Soğan gibi... Soğan gibi nefis lâleler ... Açılmamış... Soğan gibi...
Soluma bakıyorum... Baştanbaşa kırmızı lâleler... Kırmızı lâleler... Dört yapraklı kırmızı lâleler... Sakları da kırmızı...
Sakları da kırmızı... Önüm alabildiğine uzanan kırmızı çayırlardan halı döşenmiş gibi dümdüz...
Gök, câmi kubbesine benziyor... Kırmızıyla karışık ışık... Keskin, nefis bir ışık... Keskin...
Sanki kırmızı içine batırılmış gümüş gibi... Nefis!... Aydınlık!... Aydınlık!...

Çayırlardan yapılmış halının son noktasında kırmızı bulutlardan ibâret şekilsiz bir dağ...
Sesler başladı... Sesler başladı... Ağır ağır... Ağır ağır... Tekbir sesine benzemiyor... Ağır ağır,
o sesin temposuna uyarak krmızı bulut dağı yürümeye başladı... Yürümüyor, gökte bulutların
kaydığı gibi muntazam yürüyor... Yaklaştıkça büyük, kesme bir bulut parçası gibi hareket ediyor...
Kırmızı bulut dağı... Kırmızı bulut dağı... Bir duruyor, bir ilerliyor... Gene yüzümde o nefis kokulu el dolaşıyor...
Çok güzel kokulu... Çok güzel!.. Elin tesiri de gitti, koku devam ediyor... Tahminen 50-100 metre kadar ötede
kırmızı bulut dağı... Nefis kırmızı!... Nefis kırmızı!...

... Bulut dağı iki taraftan yavaş yavaş açılıyor...
Bulutlar yukarı çıkıyor... Kırmızı.. alev gibi, tatlı kırmızı... Alev gibi tatlı kırmızı... Kırmızı tüllere bürünmüş vücutlar
ve başlar... Saçlar kırmızı... yüz gümûşî... aydınlık... Yüz gümûşî... Saç kırmızı... Başlarında Romalı kumandanların
zafer günlerinde başına koydukları daldan taç gibi birşeyler var... İçinden pırıl pırıl mücevher gibi
birşeyler parıldıyor... Onlar da kırmızı... Nefis taçlar!... Hepsinin başında... Hepsinin başında taçlar var...
Taç... taç... Kırmızıdan başka hiçbir şey yok!.. Gökteki ışık hüzmesi gümûşîyle kırmızı karışımı...

... Ses kesildi... Ürpertici bir sessizlik var... En orta yerden ağır ağır birisi ilerliyor... Kadın bu... Kadın...
Nur yüzlü, çok güzel bir kadın... Kırmızı tüllere bürünmüş... O yürürken ön saftakiler başlarını ihtiramla eğiyorlar...
Onun tâcı bir parça yana doğru yatmış... Târif edemiyeceğim kadar güzel bir kadın...
Hiçbir tarafını göremiyorum... Tüllerin içine eli, ayakları sarınmış... Adım atmıyor... Bir duruyor, bir yürüyor...
Kayar gibi... Kayar gibi... Çok yaklaştı... Çok çok yaklaştı... Çok yaklaştı... Çok yaklaştı... Çok yaklaştı...
Çok yaklaştı... Çok... Uzağımda durdu... Kolunu görmüyorum... Elini saçlarımda hissediyorum...
Kolunu görmüyorum... Elini saçlarımda hissediyorum... KURRET-ÜL AYN!...
İ- ??? Evet, efendim.
M- ... KURRETÜLAYN!... (1)
İ- KURRETÜLAYN... Evet, efendim.
M- ...TEBRİZ'de NÂDİR ŞAH tarafından ateşte yakılarak idâm edilmiş... DOKUZ OĞUZ TÜRKLERİ'ndenmiş...
Farslar'ın TÜRK katliâmını durdurmak için, BÂBÎLİK perdesi altında faaliyete girişmişler. (2)
İ- Hangi senede, efendim?
M- .. Hicrî 841... Rûmî 1721...
İ- Evet, efendim. Bize kendi hayatlarına dâir geniş mâlûmat verirler mi?
V- ...

Men men gûyem semender baş veyâ pervâne baş
Ger be azmi sûten üftâde-î merdâne baş.

... Men men gûyem semender baş veyâ pervâne baş
Ger be azmi sûten üftâde-î merdâne baş.


İ- ??? Evet, efendim.
V- Sana, "Semender, veyâ pervâne ol!" demiyoruz... Sana, "Semender, veyâ pervâne ol!" demiyoruz...
"İnandığın yolda yanmaya azmedince, erkekçe yanmasını bil!" diyoruz.
V- ...
Men men gûyem semender baş veyâ pervâne baş
Ger be azmi sûten üftâde-î merdâne baş.

İ- Muhterem Üstâdım, târihi anlıyamadık... 1741 mi?
V- Kurret-ül Ayn, TÜRK kızı... Kurret-ül Ayn, TÜRK kızı... Üstât değil!.
İ- Bu târihi anlıyamadık. bir daha lûtfeder misiniz?
V- Rûmî 1721...
İ- Nâdir Şah ta TÜRK idi. Niçin Türkler'i öldürüyordu?
V- Türk-cân'di... Türk-cânân, Türk-rahim, Türk-kurban... besmegûh!.. besmegûh!..
İ- Besmegûh "Bana gel" demek.
V- Besmegûh "Sus, Söyleme!" ...Türk-cân'di... Türk-cânân, Türk-rahim, Türk-kurban... besmegûh!..
besmegûh!.. Sus, söyleme!..
İ- "Sorma" diyor...
V- Besmegûh "Söz söyleme" demek!..
İ- Efendim, Nedim Bey diyorlar ki, "Şehit olmanın şartları nelerdir? Şühedâ Menzili'nde bulunabilmesi için
şartlar nelerdir?"
V- Çölde yürürken, sağrınızda suyun size düşmüş olan kısmını içemeden ölmüşseniz,
bu sağrının kusuru değildir.
İ- Efendim, sizin zamanınızdaki Milliyetçilik anlayışı nasıldı?
V- Bu, budunun bir ecdâd mirâsıydı. Mirâsa ihânet, ALLAH'ı da inciten bir gaflet olurdu.
Mirâsı hayâtımız pahâsına bizden sonrakilere devrettik. Sen, şimdi meydana çıktın. Budunun muhafazası
ve bekaası ecdâd mirâsıydı. Biz onu hayâtımız pahâsına bizden sonrakilere devrettik. Sen, şimdi meydana çıktın.
İ- Efendim, o zamanki Milliyetçilik anlayışı budunun muhafazası mıdır sâdece?
V- Kaynak yoksa, âb elde etmene imkân yoktur. Budun ortadan kalkarsa, hiçbir şey kalmaz!
İ- Budunu millet olarak alıyor.
V- Ar, hayâ ...
(anlaşılmıyor) .... ma'şerî duygu da budunun eseridir. Yoksa, müessirleri değildir.
İ- Efendim TÜRK Milliyetçiliği'nin istikbâli hakkında bize müjdeli bir havâdisiniz var mı?
V- TÜRK milliyetçiliği bir gâye değildir. TÜRK MİLLETİ'nin gerçek benliğini bulmasında bir vâsıtadır.
Aslın mevzu-u bahs olması gereken yerde, vekîlin durumunu sormayınız!
İ- TÜRK Milliyetçiliği'nin benliğini bulması için bize yakın bir müjde var mı, efendim?
V- HÜDÂ'NIN İLK SUALİNE EVVELÂ CEVAP VEREN BİR TOPLULUĞUN ZEVAL BULMASINA İMKÂN YOKTUR!..
HÜDÂ'nın ilk sualine evvelâ cevap veren bir topluluğun zeval bulmasına imkân yoktur!..
Düşen bir canlıda, can çıkmazsa, kendisini toparlayıp, yine koşmasına devam edecektir!
Âtinin bahtiyârlıkları, onun önünde de hizmetini ikmâl eden bir zemin olacaktır! TANRI ....
(anlaşılmıyor) ....
İ- Efendim, bu okuyacağım cümlenin tam mânâsını anlıyamadık. Bize yardım eder misiniz?
"Eski mutasavvıflar avam için irâde-yi cüz'iyi inkâr küfürdür. Havâs içinse onu tasdik küfürdür"
diyorlar. Bundan neyi kastediyor? İrâde-yi Külliye'yi mi?
V- Kendileri, kendi cüz'i irâdesinin mahvı neticesi şirk koşmaya kalkan havâsın İrâde-yi Külliye'yi
yalnız tanıyıp, cüz'iyeyi tanımayan halkla mukayesesidir.
İ- Şimdi arkadaşların şahsî sualleri var. müsaade ederseniz sorsunlar....
Efendim, arkadaşların umûmî ricası şu: Bizler için bir tavsiyeniz var mı?
V- NE OLDUĞUNUZU ÖĞRENİNİZ!..
İ- Efendim, acaba Medyum için birşey söylemek ister misiniz?
V- Teenni... Teenni... Teenni...
İ- Şimdi Neclâ Hanım zihnen bir sual soracaklar. Lûtfediniz.
V ... Teyemmüm su bulunmayan yerlerde vâciptir. Su bulunan yerde teyemmüm yapılmaz!
İ- "Pek iyi anlıyamadım," diyorlar. Acaba bunu biraz daha açıklarlar mı?
V- Teyemmüm, toprakla abdest almaktır. Teyemmüm su bulunmayan yerlerde vâciptir.
Su bulunan yerde teyemmüm yapılmaz!
İ- Nevriye Toker Hanım soruyorlar.
V- ... Post üzerindeki yünlerin bâzısı kirlidir, bâzısı temizdir. Ama hepsi yündür.
İ- "Acaba biraz daha açıklarlar mı?" diyorlar.
V- Tecâhül, ârifâne olursa güzeldir, olmazsa değildir. Post üzerindeki yünlerin bâzısı kirlidir,
bâzısı temizdir. Ama hepsi yündür.
İ- Câvit Kinay Bey soruyorlar.
V- .... Fenâ'ya âit vazifelerini ihmâl edecek kazanca sâhip olan kimse, arttırmışsa ceketinin düğmelerini
pırlantadan yapar.
İ- Niyâzi Toker Bey soruyorlar.
V- ... Geriye aldığını mı istiyor, öne geçirdiğini mi?... Gözlerinde perde olanın önünü görememesi,
aydınlığın kabahati değildir.
İ- Sâmi Bey soruyorlar, lûtfediniz.
V- ... Lâğım temizleyiciler belki pis işle uğraşıyorlar ama, kazandıkları alınteriyle yıkandığı için, temizdir.
İ- "Ben bunu anlıyamadım," diyorlar.
V- Lâğım temizleyiciler belki pis işle uğraşıyorlar ama, kazandıkları alınteriyle yıkandığı için, temizdir.
İ- Şimdi Sâliha Hanım rica ediyorlar.
M- .... Ayrıldı...
V- Sefiller!... Gaafiller!... Temizleniniz!... Temizleniniz!... Temizleniniz!...
M- .... Evet...

Son kısımdan başlıyalım.... Varlık Avra'da Bulunanlar'ın rûhen ve bedenen temiz olmadıklarını hissederek kızgın bir şekilde ayrılıyor!... Bu durumu TÜRK'e yakıştıramıyor!..

Bu Celse'de hiç aklımıza gelmeyen, adını hiç duymadığımız bir Muhterem Varlık gelmiş... AYN "göz" demek... KÜRRE "nur" mânâsına... Bu güzel TÜRK kızının adı Kurretülayn... "Göz Nuru" demek... Şimdilerde bir aktrist var, dizilerde karşımıza çıkan. O da Kürretülayn Matur... "İki Dünya Arasında", "Şefkat Tepe", "Kollama", "Merhaba Hayat", "Ana Yüreği", "Farklı Boyut" ve "Fatmagül'ün Suçu ne?" adlı dizilerde oynamış... Belki ondan kinâye, gençler diğer Kürretülayn'ı da tanır, öğrenir.

Kurretülayn'ın bir adı da Zerrin Taç... Altın sarısı saçları olduğu için bu adla anılır olmuş... "Orta Asyalı Türk sarışın olur muymuş?" Kıpçak Türkleri sarışın ve yeşil gözlüdür, çok gördük oralarda. Anadolu'ya da yansımıştır. Hattâ aslen esmer olan Kürtler'in aralarında görülen kumral, sarışın, yeşil gözlüler; aslında hafif çekik göz, çıkık elmacık kemiklerinden de anlaşılacağı gibi kendini Kürt sanan TÜRK kökenlilerdir.

Zerrin Taç, ilk zamanlarda arşa "Kalb-i Nebi", Cebrâil'e "Akl-ı Nebi" diyen Rüştiyye mezhebinin şeyhi Kâzımü'l Hüseynî'ye bağlı idi. Seyyît Kâzım Reştî'nin vefâtından sonra, Mirza Ali Muhammed Bâb'ı imam edindi. Bâb ile mektuplaşmaya başlayınca, Bâb kendisine "Kurretüayn-Gözümün Nuru" dediğinden, Zerrin Taç, "Kurretüayn" lâkabını aldı.

Hakkında yazılanların bir kısım iddiasına göre Kurretülayn kadınlardan tesettürü kaldırdı. Mükellefiyet ve farzları tamâmen gereksiz gördü. Bir kadının 9 erkek ile evlenmesinin câiz olduğu gibi bazı hükümler koydu. İslâm şerîatının mensuh, Bâb şerîatının hak olduğunu iddia edecek kadar ileri gitti. Açık giyinirdi, fakat iffetli idi. Yine de bâzı mâceraları olduğu söylenir.

Kurretü’l Ayn, Bâbî mezhebinin ilkelerini yaymaya ve genişletmeye başladı . Sonunda Nasireddin Şah önlemini alıp, Kürretülayn'ı kısa sürede yakalattı. Tahran sarayında görüşlerinden dönmesi için iknâ edilmedi ve akabinde saray önünde yakılarak öldürüldü.

Kurretülayn öldürüldükten sonra tâkipçileri "Kurretiyye Mezhebi" mensubu olarak bilindi. Bu mezhebe mensup olanların çoğu sonradan katlolunmuş, ancak pek azı kendilerinin İsna Aşeriyye'den, yani 12 İmamlı Şiilik'ten yana olduklarını ilân etmekle kurtulmuştu.

NECİP FÂZIL KISAKÜREK konuyu biliyormuş... "ALTUN SAÇLI KADıN" diye bir makaale yazmış... Katılmadığımız yerleri çok ama, ayıklaması size âit olmak üzere, naklediyoruz:

- "Sapık kollar, «hezeyan aklı» devresini Hasan Sabbah'da kapatıp, bir müddet sonra «akıl hezeyânı» çığırını İbn-i Teymiyye'de açtı
ve bu çığır da 18. Milâdî Asır sonu ve 19. Asır başlarında (Hicri 12. ve 13. Asırlar) zehirli yemişini vermeye başlarken,
İran'da, o netâmeli fesat ikliminde, yine hezeyan aklına doğru yeni bir hareket fışkırdı: Bâbilik ve Bahâiîik hareketi..."

"Hâdisenin dekoru içinde en çarpıcı manzara, kendisine, altun rengi saçlarından kinâye, «Zerrin Taç» lâkabı takılmış olan bir kadın...
Asıl ismi Fâtıma, künyesi de Ümmü Selma... «Zerrin» kelimesi «altundan» demek... «Altundan Taç» mânâsına lâkabı,
onun sahneye çıkışından sonra takılıyor. 1818'de doğup 1851'de 33 yaşında Dünyâ'dan gidiyor. İki lâkabı daha var:
«Kürretül-Ayn: Göz Nuru» ve «Ferah-ül Fuad: Gönül Ferahı.»."

"Babası bir din âlimi... Çocuk yaşında evlendirdikleri ve yeğeni olan kocası da bir imam... Ondan 3 çocuğu oluyor;
ve sonradan büründüğü şekil içinde ne çocuklar annelerini, ne de anne çocuklannı tanıyor.
Bir köşede, karısının gittikçe sapıtan rûhî oluşumuna karşı, kocası hayretle seyirci kalmaktan başka bir şey yapamıyor
ve rezâlet meydan yerine dökülünce de, birbirini bırakıyorlar."

"Kürretülayn, evvelâ, babasının şiddetle yasaklamasına rağmen bâzı sapık kollara âit eserler okumaya
ve bunlar üzerinde sabahlamaya başladı. Bir zaman sonra, peygamberliğini daha yüzünü görmeden kabûl edeceği
ve kucağına atılacağı Mirza Ali Bâb'a hocalık etmiş bir sapığa, Reşti'ye kapılanmak istedi, fakat ona yetişemedi
ve bir «Mesih» bekleyen Reştîler'e katıldı ve yakında sökün edecek giyâbî âşıkının atına âit nal seslerini sabırla bekledi."

"İşte nal sesleri... kapısında duran at... inen süvâri ve uzatılan el: Mirza Ali Muhammed!... Beklenen Mesih!"

"Evet, Mirza Ali Muhammed Bâb, Mehdiliğini ilân etmiş ve bu ilâna sanki önceden dâvetliymiş gibi ilk katılanlardan biri de
Kurretülayn olmuştur."

"Aradan zaman geçti. Kâzım Reşti öldü ve Mirza Ali Muhammed Bâb 1844 yılında beklenen kurtarıcı olduğunu ilân etti.
Ve işte Altun Saçlı Kadın da o tarihte kendisi 20 ve Mirza 25 yaşındayken, daha yüzünü görmeden sevdiği adama kapılandı."

"Sene 1848 ... Bâbîler, yâni "kurtuluş kapısını açtı" mânâsına, Mirza Ali'ye «Bâb-Kapı» ismini verenler,
29 yaşındaki rehberleri etrafında «Bedeşt Kongresi» dedikleri bir toplantı yaptılar..."

"Altun Saçlı Kadın, işte bu kongrenin sahnesinde meydana çıktı. Açık saçık, belki sâdece vücuduna yapışık bir tülle örtülü
ve çizgilerinin en mahrem kıvrımlarını ortaya döker biçimde...Dehşet!.. Bütün çeneler düşmüştü! Yakıcı bir iş ve büyüleyici
bir hitâbet ve birer atom bombası sözler:

- 'Düstûrlarımızı bütün gücümüzle yaymalıyız!'
- 'Ahlâk ve âdetlerimizi değiştirmeliyiz!'
- 'İşte beni görüyorsunuz; kadınlar açılmalıdır!'

dedi... Herkesi coşturdu."

Necip Fâzıl Kurretülayn'ı böyle değerlendirmiş... Ve Muhsin Abdülhamid imzâlı, Iraklı bir profesörün eserinden aynen alınanlar:

"Kürretülayn, açık-saçık, tahrik edici tarzda herkesin önüne çıkmış, fettan güzelliğiyle toplantıda
bulunanların akıllarını başlarından almış ve uzun bir nutuk irâd ederek şunları söylemiştir:"

- "Sizinle kadınlarımız arasında bulunan bugünkü hicâbı, onlarla ortaklaşa iş yaparak,
faaliyetlerini paylaşarak, yırtınız! Ayrıldıktan sonra da onlarla birleşiniz!
Onları kapalılık ve yalnızlıktan umûmî hayâta, cemiyete çıkarınız!
Onlar Dünya Hayâtı'nın çiçeklerinden, güllerinden başka bir şey değillerdir.
Çiçek ise mutlak koparılmalı ve koklanmalıdır. Çünkü koklanmak için yaratılmıştır.
Sayılması veya şöyle ve şu kadar koklanacak diye sınırlanması uygun değildir.
Çiçek derilir toplanır, dostlara sunulur, hediye edilir!..."

"Bu azgın dişi, bir yıl sonra idâm edilecek olan Mirza Ali Muhammed Bâb'ın peşinde, kendisi de 3 yıl sonra ölmek üzere,
yapmadığını bırakmadı. Münâsebetleri 5 yıl sürdü, sürmedi."

"Altun Saçlı Kadın'ın müdafaasız bir futbol kalesi gibi bir Bâbi ve Bahâî'den öbür Bâbi ve Bahâî'ye hedef teşkil edici fuhşu,
onun iki büyük aşk yaşamasına engel olmadı. Bunlar ikisinde de Ali ismi bulunan iki Mirza,
Bâbiliğin kurucusu Mirza Ali Muhammed, öbürü de birincisine ek hâlinde Bahâîlik dâvâcısı Mirza Hüseyin Ali...
Altun Saçlı Kadın birinci Mirza'dan bir yaş büyük,
ikinci Mirza da birincisinden bir yaş küçük... Demek ki, kadın 1818, Mirza Ali Muhammed (Bâb) 1819,
Mirza Hüseyin Ali de (Bahâ) 1820 doğumlu olarak, üçü de üç bitişik yaş çizgisi üzerinde..."

"Mirza'ya daha ziyâde mânâya yönelik şehvet açısından ilgi gösteren kadın, belki yine aynı mânânın kamçıladığı
hayvânî şehvetini, birçok erkek bir arada geçirdiği gecelerde öbür "kapı" yoldaşlariyle
tatmin etmekten kaçınmadı ve durum o sıralarda hapiste bulunan Bâb Hazretleri'ne bildirilince,
şuna benzer bir cevap alındı."

- "Bu kadar güzel bir kadının hareketlerini çirkin görebilmek ne mümkün!"

"Kıyâmetler kopartan ve İran fakihlerini birbirine katan 1849 Kongresi'nden sonra Mirza, bir de peygamberlik ve peşinden
tanrılık iddiasına kalkışınca, onu zindandan çıkarıp, meydan yerinde idâm ettiler ve "El Beyan-Bildiri" isimli kitabını yaktılar."

"Bir de "El Akdes-en Mukaddes" isimli kitabı var..."

"Bâb'dan sonra bu dâvâ böyle bir yol tutarken, İran Şâhı'na yaptıkları suikast neticesinde Bâbî ve Bahâîler perişan edildi,
zindanlara atıldı. Kısa bir müddet sonra da Mirza Hüseyin Ali (Bahâ), biraz sonra ele alacağımız,
işin en nâzik noktasını teşkil eden, Emperyalist dış politika dünyâsının tazyikiyle
hapisten çıkarıldı ve İran'dan sürüldü."

"Bağdat... Bâbîler'le Bahâîler arasında anlaşmazlık... Süleymâniye... Dağlarda ve mağaralarda hayat...
Yine Bağdat ve Osmanlı Devleti'yle İran arasında bir mutabakat üzerine Edirne'ye ve peşinden
şimdi İsrâil'de olan Akka kalesinde sürgün... 19. Asır sonlarında, 76 yaşında ölüm..."

"O ölmeden çok evvel, Bâbîliğe karşı İran'da girişilen harekette, Kürretülayn, ele geçirilerek bir odun yığını
üzerine çıkarılmış ve bir anda alev alan altun saçlarıyla diri diri yakılmıştı."

"İran Hükümdâı Nâsıreddin Şah, 'Tövbe edenler serbest bırakılacak, dâvâlarında direnenlerin boynu vurulacak'
diye ferman çıkardı. Ne var ki, Kazvin halkının 'Kurretülayn' diye andığı Zerrin Tâc, ölümün üzerine
korkusuz yürümüştü."

***

Celse'de verilen bilgilerde, her zaman olduğu gibi târihlerde ve isimlerde yanlışlar var... Târihî bilgilerden gittiğimizde, Mirza Ali Muhammed Bâb 1819 doğumlu... Bunu tesbit ettik... Hicrî 1234/1235 , Rûmî 1233/1234 yılları yapıyor... Şu halde Varlık'tan kaydedilen "Rûmî 1721" 2300'lere uzanıyor ki, elbette yanlış!.. Ancak Medyum yanlış nakletmiş, veyâ yanlış kayda girmiş olabilir. " Hicrî 841" yılı da çok geride kalıyor. 1400'ler oluyor... O da yanlış!.. Buna da "Medyum hatâsı" demek insafszlık olur herhalde. Çünkü bir de "Nâdir Şah" meselesi var. Nâdir Şah 1688-1747 târihleri arasında yaşamış bir İran hükümdârı... "Şiî Caferîliği 5. Mezhep sayın da, bu Sünnî-Şiî sürtüşmesi bitsin" diye Osmanlı'ya mektup yazmış TÜRK hükümdâr... Halbuki Kürreülayn, Bâb, Bahâ hep 1800'lerde!... O târihlerin hükümdârı da Nasireddin Şah... 1831-1896 târihleri arasında yaşamış, 1848'de tahta çıkmış... Kürretülayn'ı ve Muhammed Bâb'i idam ettiren de o!.. Zâten İran'da Persler, Sasânîler ve son Pehlevî hânedânından başka bütün hükümdârlar TÜRK'tür.

Kürretülayn'ın TÜRK olduğu doğru... "Kazvinli" diye geçiyor... Kendisi DOKUZ OĞUZ TÜRKLERİ'nden olduğunu söylemişti... Belki doğru, sarı saçları onu daha çok Oğuz değil, Kıpçak yapıyor, ama bilinmez. ... Bâbî olduğu doğru... Celse'de göründüğü hâliyle şehit sayıldığını da kabul etmek gerekir. Bu durumda onu fâhişe gibi gösteren ifâdeler bize doğru gelmiyor. Serbest davrandığı, kadınlar için eşitlik istediğini de kabul etmek gerekir. Celse'de "Farslar'ın TÜRK katliâmını durdurmak için BÂBÎLİK perdesi altında faaliyete girişmişler" deniyor... Bundan TÜRKLER'in muhafazakâr, hatta yobaz Farslar'a karşı Bâbilik kisvesi altında direndiklerini anlamak gerekir. Bu bizim Anadolu'da Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde, katı Devlet kurallarına ve yerleşik hayâta karşı göçebe Türkmen, Kızılbaş-Alevî, Babaî isyanlarını andırıyor. "Hükümdâr"ın da TÜRK olduğunu söylüyor ama, pek TÜRKLER'dn yana davranmadığını "Türk-cân'di... Ama Türk-cânân, Türk-rahim, Türk-kurban değildi... " ifâdesiyle dile getiriyor, lâkin arkasında "besmegûh - sus, söyleme!" diye bunun ifşâ edilmesini istemiyor. Bir TÜRK'ü kötülemek istemiyor, kendisini yakmış olsa bile!.. Nâdir Şah da, Nasıreddin Şah da TÜRK'tür. Nâdir Şah, AVŞAR TÜRKÜ'dür, Nasireddin Şah KAÇAR TÜRKÜ'dür... Hülya Avşar'ın kendini hem Avşar, hem de Kürt sayması hüsn-ü kuruntudan, daha doğrusu su-i kuruntudan ibârettir!..

Celse'de verilen şiir Kürretülayn merhuma âittir. İnternet'te de vardır. Mânâsı da aynen verilmiştir:

Men mengûyem semender bâş veya pervâne baş
Ger be azm-i sûhten üftâde-i merdane baş

Demiyorum ki semender ol veya pervâne ol
Eğer yanmak merâmına düştünse merdâne ol.

SEMENDER, "birçok türü bulunan, nemli ve karanlık yerlerde barınan, yavaş hareket eden, boyu 25 cm.yi bulabilen, uzun gövdeli, dört bacaklı, kuyruklu, kertenkeleyi andıran efsânevî bir hayvan"dır... Peki, Kürretülayn niye "Sana semender ol, demiyorum" demiş?.. Çünkü bu hayvanın ateşte yanmadığına, hattâ ateşe atıldığında ateşi söndürdüğüne inanılıyor!.. Pervâne ise mâlûm; ışığa, ateşe uçar, bundan zevk alır, yanacağını bilse de gider. Muhterem Varlık şöyle demiş: "Ben sana ateşi söndür, veya ateşte yanmaktan zevk al" demiyorum. "Eğer ateşte yanmak durumunda isen mert ol, yeter," diyorum.... Ne güzel şiir, değil mi?.. Bu beyiti yazan güzeli yakmışlar!..

Aslında İslâmiyet'te "adam yakmak" diye bir cezâ yoktur. Çünkü "yakma" cezâsının ancak TANRI'yı âit olduğu, Cehennem ateşinin bununla görevli olduğu düşünülür. Bu anlayıştan bîhaber olan Hıristiyanlar Orta çağ engizisyonlarında yüzbinlerce insanı, bilhassa kadınları, Jordano Bruno gibi ilim adamlarını yakmışlardır!.. Ne var ki, daha ilk Müslümanlar'dan itibâren insan yakanlar bizde de çıkmıştır. İlk yakılan da Hz. Ebubekir'in oğlu Muhammed'dir. Muaviye'nin kumandanı tarafından yakılmıştır.

(2) Bâbîlik Bâbîlik mezhebini Mirza Ali Muhammed Bâb kurdu. Mirza Ali Muhammed 1819'da Şiraz'da doğdu. Necef'te Seyyid Ali Reştî'den ders aldı. Seyyid Ali Reştî, ona ölümünden sonra yerine geçecek halife olmasını ve Mehdî olarak ortaya çıkmasını telkin etti ve buna iknâ etti. Reştî 1843'de öldü. Mirza, dâvâsını 1844'de Şiraz'da ilân etti. Mirza Ali Muhammed aslında tutarsız görüşler ortaya atan biriydi. Önce kendisinin "İmam-ı Muntazar*ın (beklenen imam) gözleyicisi olduğunu, sonra İmam'a açılan bir "Bâb" (kapı) olduğunu iddia etti. Sonra bizzat "Beklenen İmam"ın, yâni "Mehdi"nin kendisi olduğunu söyledi. Daha sonra "peygamberlik" taslamaya başladı. En sonunda da kendisine İlâhî Ruh'un hulûl ettiğini söyleyerek, "tanrılık" iddiasında bulundu.

Yalnız bu düşünceleri kavrayabilmek için İranlılar'ın, yâni Farslar'ın, "Acem-yabancı" diye bilinen halkın hâlet-i rûhiyesini bilmek gerekir. Persler, Sâsânîler gibi iki byük imparatorluktan sonra "bedevî" saydıkların Araplar'a yenilmek, onların hükmü altına girmek ve kendi Mani ve Zerdüşt dinlerini bırakıp Müslüman olmak; onlara ağır gelmişti. İslâmiyet'te de hep muhâlif tarafta olmuşlar, "Şiî" diye bilinmişlerdir. yâni, Emevîler'e muhâlif olan "Alı yanlısı, Ali taraftârı"... Bunu pekiştirmek için de Hazret-i Hüseyin'e son hükümdârları Yezdücerd'in kızını verirler. 4. İmam Zeynel Abidin bu muhterem kadından doğar ve 12 İmam'ın diğerleri onun torunu olurlar. Farslar hep bu ilişkiden yararlanmaya çalışmışlardır. Bâb'ın çıkışını da öyle değerlendirmek gerekir.

Ali Muhammed Bâb’ın düşünceleri İran halkı arasında hızla yayıldı. Bu durumdan ürken İran hükümdârı Nasıreddin Şah hemen önlem aldı ve Ali Muhammed Bâb yakalandı. 1850 yılında Tebriz'de Şah Nasûriddin'in huzurunda, âlim ve fakihlerle yaptığı münâzara sonunda, irtidat ettiğine hükmedildi İrtidat, İslamı kabul ettikten sonra dinden dönmektir.Tebriz'de, askerî kışlada kurşuna dizildi. Fakat kurşunlardan biri bağlı olduğu ipe gelince, yere düştü ve hemen kalktı. Halk bunu görünce ürktü ama, yeniden kurşunlara hedef olunca ölüp gitti. İnançları, iddiaları ile İslâm'a fesat katmıştır. 1852'de Bâbîler Nasıreddin Şâh'a başarısız bir suikast girişiminde bulundular. Ondan sonra Şah, Bâbîler'e karşı sert ve uzun süreli bir sindirme harekâtı başlattı.

"İmam-ı Muntazar'a açılan kapı" anlamında gelen "Bâb" kelimesinden adını alan Bâbîler'in inançları şöyle özetlenebilir:

- Mirza Ali Muhammed'in bütün geçmiş peygamberlerin gerçek temsilcisi olduğuna inanmak.
- Allah'ın Mirza Ali'ye hulûl ettiğine inanmak.
- Âhiret'e inanmak.
- Hz. Muhammed'in peygamberlerin sonuncusu olduğuna inanmak.

İnançlarına göre Yahudilik, Hristiyanlık ve İslâm, Bâbilik'te birleşir. Bu üç din arasında herhangi bir ayrılık yoktur.

Mirza Muhammed Bâb, "ebced hesâbı* harflerini zikretmiş ve bu harfler ve işâret ettiği sayılardan tuhaf anlamlar çıkartmıştır. Bâbîliğe göre 19 sayısı mukaddestir. Onlara âit takvime göre bir yıl 19 aya, aylar 18 güne bölünmüştür. Dolayısıyla bir yıl 19 x 19 = 361 gündür.

Bâbîler peygamberlere iman ederler. Ölüm "Lika-i Bâb" için, yâni bir bâbînin yüzü için yokluktan ibarettir. Kendisi yok olmaz. Öldükten sonra sevap ve ikab, lezzet, ısdırap ve elem vardır. Öldükten sonra Ruhlarının ikinci kez geri geldiklerine inanırlar. Yâni onlarda Tenasüh, Reinkarnasyon vardır. Ölümden sonra dirilme; Haşir ve Neşir, Bâb'ın tekrar Dünyâ'ya gelişi ve kıyamı ile tamamlanır. Onlara göre Kur'an'ın hükümleri mensuhtur, yâni silinmiştir. Ama 19 sayısını dahi Kur'an-ı Kerim'den almışlardır:

- "Üzerinde ondokuz vardır onun."
(Müddesir Sûresi, 30 Âyet)

Bu âyet; Kur'an sûre ve âyetlerinin, kelimelerinin 19 sayısı ile korunduğunu, o yüzden Kur'an-ı Kerim'e bir ekleme ve çıkarma yapmanın mümkün olmadığını belirtir. "Biz ona 19 ile mühür vurduk" anlamındadır. Bâbîler işe Müslüman olarak başladıkları için, bu âyetteki 19 sayısını mukaddes sayarlar.

Niye bunları uzun uzun anlatıyoruz, ilerde açıklıyacağız... Bâbîler'in amelle ilgili görüşlerine gelince:

- Kadınlar gerek mirâs ve gerekse diğer hususlarda erkeklere eşittirler.
- Bâbile'ri 19 kişilik bir kurul yönetir.
- Mallarının beşte birini yılda bir defa bu kurula vergi olarak verirler.
- Bütün cezâlar kaldırılmıştır.
Ancak nakdî cezâ ve karı- kocanın berâber yaşamasına engel olmak hâriçtir.
- Evlenme 11 yaşından itibâren mecbûridir. Boşanma iyi karşılanmaz.
Dul kalan erkekler 90, kadınlar 95 gün içerisinde evlenmeye mecburdurlar.
- 11 ilâ 42 yaş arasındaki kimseler her sene güneşin doğuşu ile batışı arasında bir ay (yâni 19 gün) oruç tutmaya mecburdurlar.
Oruç 42 yaşından sonra kalkar.
- Ramazan Bayramı'na "İyd-i Rıdvan" denir. Bu bayram "19" gündür. Biri kendisine, onsekizi müritlerine aittir.
- Muharrem'in birinci günü "İyd-i Mecit"tir; çünkü Bâb o gün doğmuştur.
- Bâbîler'den biri iktidârı ele geçirirse, Kâbe gibi bütün kutsal yerleri, peygamberlerin ve evliyânın mezarlarını tahrip etmekle yükümlüdür.
- Şarap içmek haramdır.
- Tütün içmek haram ise de, Bâbîler bunu sonradan câiz görmüşlerdir.
- İslâm'ın açık bir emri olan tesettür gereksizdir.
- Nikâh akd olunurken veli, vekil, şâhit gerekli değildir. Sâdece eşlerin kabûlü yeterlidir.
- Zekât ve sadaka ancak "Bâbî" olana verilir.

Bâb, "Akdes" ismini verdiği sözde Kur'an'ını meydana çıkaramamıştır. Kurretül-Ayn, Bâb'ın kendi Kur'an'ını ümmetine vereceğini ilân etmişse de, verememiştir.

Bu duruma göre Bâbîlik ve ondan türemiş olan bütün kolları, bâzı İslâmî ıstılâhları kullanmalarına rağmen, İslâm ile ilgisi olmayan, ayrı ve uydurulmuş bir din görüntüsü taşımaktadır. Bu mezhep bugün İran'dan başka Amerika, Afrika, Hindistan ve Avrupa'da taraftar bulmuştur.

Ali Muhammed Bâb mezhep kurar da, müridi Mirza Hüseyin Ali durur mu?.. O da Bahâîlik mezhebini kurdu!... Hüseyin Ali, 1817 yılında, Tahran’da doğdu. Babası Abbas Büzürg, İran Şâhı’nın sarayında mâlî işlerden sorumlu önemli bir mevkiye sâhipti. Hüseyin, saraya mensup olmanın sağladığı imkânla çocukluğunda iyi bir tahsil gördüyse de, Bahâîler onun “ümmî” olduğunu ispat için, hiçbir mektep, ya da medreseye gitmediğini iddia ederler.

Hüseyin, 1835’te evlendi. 1844’de hiç görmediği Muhammed Bâb’ın çağrısını işitti ve kabul etti. Dâveti yaymak için Mazenderen’a gitti. 1852’da Nasıreddin Şah’a, Bâbîler bir suîkast girişiminde bulundu. Bu olayda eli olduğu düşüncesiyle, o da tutuklandı. Ardından Rus elçiliğinin gayretleriyle İran’ı terk etmek üzere serbest bırakıldı. 1853’de Bağdad’a hareket etti. Bağdat’ta Bâbîler arasında öne çıktı. Kardeşi Yahyâ Nurî’nin kıskançlığı üzerine 1854’de Süleymâniye dağlarında inzivaya çekildi. 1856’da tekrar Bağdat’a döndü. Bahaullah adını aldı. Yakınında bulunanlara, kendisinin Bâb’ın önceden haber verdiği “Allah’ın ortaya çıkaracağı zat” (men yüzhiruhullah) olduğunu ilân ederek, Bâbîler'i kendisine uymaya çağırdı. Bu durum Bâbîler arasında bir kargaşaya neden oldu. Bir kısım Bâbîler'e göre, Bâb, “Allah”ın ortaya çıkaracağı zâtın, kendisinin ölümünden 2001 yıl sonra zuhur edeceğini, o zamana kadar başka bir zuhur olmayacağını" söylemiş ve yerine Yahyâ Nûrî’yi vâsi ve halef tâyin etmişti. "Şimdi bu zıpçıktı nereden çıktı?" dediler...

Muhamed Bâb'ın yerine kardeşinin geçmesini de hazmedemeyen Bahaullah ise, "kendisinin, Bâb’ın 19 sene içerisinde geleceğini haber verdiği, Bâbîler'den ona itaat etmelerini istediği ve bütün din kitaplarında geleceği müjdelenen kimse olduğu"nu iddia etti!.. Bu arada İran’ın Bağdad konsolosu ve bölge âlimleri ona karşı bir cihad çağrısı yaptılar ve onu bir sihirbaz olarak gördüler.

Nihâyet İran’ın Osmanlı sefîri, Sultan Abdülaziz’den "Bahaullah’ı uzaklaştırma" kararı aldı ve 3 Mayıs 1863’te İstanbul’a hareket edildi. 16 Ağustos 1863’te İstanbul’a varıldı. Dört ay sonra da İstanbul’dan Edirne’ye uzaklaştırma kararı çıktı. Edirne’de bulunduğunda, devlet başkanlarını kendisine inanmaya çağırdı. Yine Edirne’den sürgün olayının durdurulması için, orada bulunan yabancı konsoloslar girişimlerde bulundular... E, emperyalistler İslâm'ı ifsad etmek için böyle bir fırsatı kaçırırlar mı?... Sihliği, Vehhabîliği, Nurculuğu, Mevlâna Halid 'i, Mason Adnan Hoca'yı, Fethullah'ı böyle kullanmadılar mı?

Dikkat ediyor musunuz, Osmanlı'nın ve müslümanlar'ın din işlerine Emperyalist, kapitalist, Sömürgeci Hıristiyan Batılılar müdâhale ediyorlar... Niye?.. Böyle İslâm'ı ifsad eden kişiler işlerine yarıyor da, ondan!..

Bahâî din önderlerini 1860’lı yıllarda izleyen ABD’nin Beyrut Konsolosları onları “İslâm Dünyâsı'nın Masonları” olarak tanımladı, tam yerinde bir tesbittir.... Bahâî topluluğu, Osmanlı’nın çöküş yıllarında İngiliz istihbâratının emrinde çalıştı. Mirza Hüseyin Ali, “Kıyâmet öncesi insanlığı kurtaracak bir mehdi” olduğunu ileri sürerek ortaya çıkmıştı. Zavallı, Tanrı'dan “vahiyler” aldığını ve kendisinin insanlar ile Tanrı arasında iletişimi sağlayan bir “kapı” olduğuna inanıyordu.

Bahaullah’ın taraftarları Mart 1867 tarihinde ABD’nin Beyrut konsolosluğuna bir dilekçe vererek “liderlerinin serbest bırakılması” için yardımcı olmasını istediler. 53 imza ile verilen dilekçede Edirne’de cezâevinde bulunan Bahaullah’ın serbest bırakılması isteniyordu. Bahâî liderinin dilekçesinin bir örneği ABD Devlet Arşivi’nde koruma altına alındı. Bahâî lideri ile ilgili dilekçede “Masonik bir mühür” bulunduğu kaydı düşüldü. Bahâîler’in kendi arşivlerinde bulunan belgeler üzerinden yapılan araştırmalar sonucu, “Bahaullah” diyebilinen Mirza Hüseyin Ali’nin dua metinlerini “Mason Yıldızı” tarzında yazdığı ortaya çıktı.

"Mason Yıldızı" dedik ama, aslında o altı köşeli yıldız, "Mühr-ü Süleyman"dır. Hz. Süleyman'ın yüzüğündeki yıldızdır. Müslümanlar'ca makbûldür. Hacı Bektaş Türbesi'ndeki çeşmenin üzerinde ve daha pek çok yerde görülür. Yahudiler ve Masonlar sonradan bu yıldızı kendilerine sembol olarak almışlar, daha doğrusu Müslümanlar'dan çalmışlardır. Öyle ya, artık Müslümanlar'dan hiç kimse o yıldızı kendine âit saymıyor!.. Masonlarca yıldız “büyüye karşı korunma” özelliği taşıdığı gibi, iki ayağı, duran insanın “En Yüce varlık” olduğu görüşlerini yansıtır. İslâmiyet'teki anlamı çok daha derindir. Bilen bilir.

1840’lı yıllarda Bağdat civarında 40.000 taraftarının bulunduğu hakkında istihbari bilgiler elde eden ABD konsolosluğu ve diğer Batılı ülkeler diplomatik misyonları Bahâî liderinin sürgün yerinin Akka kalesi olarak değiştirilmesini sağladılar.

Pâdişah Abdülaziz, Mirza Hüseyin Ali’nin çalışmalarını kontrol ve susturmak amacıyla onu Akka’ya sürgün etti. Mirza, Akka kalesinde sürgünde iken Hayfa’da serbest dolaşma haklarına kavuştu. Akka’da 13 sene kaldı. Bu süre içinde dört defa Hayfa’ya gitti ve son gidişinde çadırını Kermil Dağı eteklerinde şimdiki makamında kurdu. Kuran-ı Kerim sûrelerinin “hükmünü kaybettiği” görüşünden hareketle, Tanrı'dan aldığı sözde âyetlerle “Kitabı Akdes"i 1871-74 yılları arasında yazdı . Taraftarlarının sayısı hızla arttı.1880’li yıllarda Dünyâ'nın önde gelen Yahudi asıllı Rotschild ailesi ve “masonlar” ile ilişkilere geçti. Yahudiler'in Filistin topraklarına yerleşmesine yardımcı olduğu Osmanlı Arşiv Belgeleri'ne bile yansıdı.18 Mdayıs 1892’de öldü. Cenâzesi evindeki bir odaya gömüldü ve sağlığında büyük oğlu Abbas’ı, “Abdulbaha” ünvânıyla yerine görevlendirdi... Akka hâlen İsrâil toprağı sayıldığından, Siyonist Yahudi Hükûmeti bölgenin Bahâîler tarafından satın alınıp "kutsal mahâl" hâline getirilmesine izin vermiştir. Kutsal sayılan mezarı da İsrail’in Hayfa şehrindedir. Yahudiler de orayı ve kendisini Müslümanlar arasına fesat katmak için kullanır... Gidip gördük...

Bahaullah, Bâbîler'i "Bahâî" adı altında kendi etrafında toplamayı başarmıştı. İnançları, iddiaları Bâb'inkiyle aynıydı... Eserleri ve görüşleriyle onların varlıklarını sürdürmelerini sağladı. İrili ufaklı birçok eser ve risâle yazmıştır. Bunların ilki, Bağdat’ta iken yazdığı "El-İkân"dır. Farsça bir eserdir. Başta Arapça olmak üzere pek çok dile çevrilmiştir. Yine 1871-1874 yılları arasında yazdığı "Kitâbu’l-Akdes", hareketin temel eseridir. Ayrıca Arapça ve Farsça vahyedildiği iddia edilen ve 19 sözde sûreden oluşan "Kelimât-ı Meknûne", "İbnü’z-zi’b", "Tarâzât", "Kelimât-ı Firdevsiyye", "İşrâkât" ve "Tecelliyât" adında eserleri vardır. Bunlardan ilki (Kelimât-ı Meknüne) “Bahaullah’ın Levhleri” adıyla 1974’te, ikincisi ise (İbnü’z-Zi’b) “Kurdun Oğlu” adıyla 1976’da Mecdi İnan tarafından Türkçe’ye çevrilmiştir. "Kurdun Oğlu" bizde vardır. Bir "Müslüman Şeyh" bozuntusu tarafından saf müslüman bir kadın verilmişti, biz de ondan aldık.

Osmanlı Devleti'nde de onu destekliyenler çıktı. Abdullah Cevdet "Bir Dünya Dîni olarak kabul edilmesini istediği" Bahailik hakkindaki bir yazısında, Peygamber'e hakaaret ettiği gerekçesiyle tutuklanarak iki sene hapse mahkûm edildi.

Bahaullah'ın oğlu Abbas Efendi, II. Abdülhamit’in gücünün kırıldığı II. Meşrutiyet'ten sonra “Bahâîlik” inancının serbestçe yayılması çalışmalarını hızlandırdı. I. Dünya Savaşı devam ederken İngilizler ve Yahudiler ile işbirliği yaptı. İngiltere onu 1920 yılında “şövalye madalyası” ile ödüllendirildi.

1921 yılında öldüğünde babasının Karmil dağındaki mezarının yanına gömüldü. Bundan sonra Bahâîler Şevki Efendi yönetiminde çalıştılar. Dünya genelinde ırkçılığın zararları karşısında insan sevgisi ve kardeşliğin esas olduğu “kadın hakları"nın öne çıktığı görüşleri savundular. Bunlar câzip te, çıkış noktası yanlış!.. Hindistan’ın Bombay, İsrail’in Hayfa, ABD'de bilhassa Şikago, Kenya, Malezya başta olmak üzere Dünyâ'nın pek çok yerinde Bahâî tapınakları inşâ ettiler. Günümüzde Dünyâ'daki Bahâîler’in sayısının
6 ilâ 8 milyon civârında olduğu açıklanıyor. Bahâîler’in bugünkü görünüşleri “İslam Dünyâsı'nın Masonları” şeklinde devam ediyor. Bahailer’in Dünyâ'ya kendilerini tanıttıkları internet sitelerinde, Yahudi ve Masonluğun ortak simgesi olan "Davut Yıldızı" diye bilinen Mühr-ü Süleyman ve içiçe geçmiş üç tane üçgeni kullanmaları onların geldikleri yeri göstermesi bakımından önemlidir.

Peki, bunları niye yazdık?.. Niye bunca zaman sabırla okumanızı bekledik?...

Çünkü Emperyalist Hıristiyan Batılılar, inançları ile yıkamadıkları İslâm'ı; İslâm'a fesat katarak, İslâm'ı dejenere ederek yenme gayreti içindedirler. Bunun için nasıl Lawrence'i , Gertrude Bell'i gönderip, Müslümanlar arasında siyâsî ve askerî bölünme yarattılarsa; yeni yeni mezhep ve tarikatleri destekliyerek inanç ve tatbikat bakımından da bölünme yaratmaya çalışmışlardır. Bunun için tâ 1200'lerin İbn Teymiyyesi'ne dayanan 19. Asır Vehhabîliğini destekleyip 20. ve 21 Asır'da Muslümanlar'ın başına Vehhabî Suudî Arabıstan Krallığı'nı ve Selefî terör gruplarını belâ etmişlerdir. Yine 19. Asır'da Bâbîlik ve Bahâîlik İngilizler ve Ruslar'ın kanatları altında gelişmiş ve Dünyâ'ya yayılmıştır. Yukarda anlattık... Hâlid denilen Kürt şeyhin Hindistan'dan, Budistler'den alıp getirdiği âdetler ile Nakşıbendî ve diğer tarikatları nasıl dejenere ettiğini de daha önce anlatmıştık.

Kadyânîlik , Mirza Gulam Ahmed tarafından 1889'da Hindistan'da başlatılmıştır. Mirza Gulam Ahmed, sözde vaadedilen nebi, mehdi ve mesihtir. İsâ Aleyhisselâm'ın mezarını bulduğunu ve bu nedenle de İsâ'nın kendisine hulûl ettiğini söylemiştir. "Mesih'in Halifesi" olarak adlandırdıkları önderlerinin Allah tarafından vahiy almaya devam ettiğine inanırlar. Bugün Hindistan, Pakistan, Afrika, Amerika Birleşik Devletleri ve Birleşik Krallık'ın da dâhil olduğu 207 ülkede, faaliyetlerini sürdüren Kadyânâler'in sayısının 10 milyondan fazla olduğu söylenmektedir.

Ticânîlik tarikatının kurucusu . Ahmed Ticânî 1737-1815 yılları arasında yaşamış bir Faslı olup, "Peygamber Vekili" olduğu iddiasını ortaya attı. Fransa'ya sadâkatla bağlı idi ve Fransızlar'a uşaklık etti. Cezâyirli Emir Abdülkadir, ana yurdundan Fransızlar'ı kovmak için mücâdeleye başladığı zaman, Ticânîler'den yardım istedi; fakat Ticânî Şeyhi bu yardımı reddetti. Aksine Abdülkadir'e karşı Fransız Mareşali'ne maddî ve mânevî yardımda bulundu. Hindistan'ın Gulâm Ahmed'i İngilizler'e maşalık yaptığı gibi, o da Fransızlar'a âlet oldu. Ticanî tarîkatının en yaygın olduğu yerler, kuzey ve batı Afrika'dır. Türkiye'ye de bulaşan Ticânîlik, 1950'li yıllarda Atatürk büstlerini kırmalarıyla kendisini göstermişti. O yüzden "ticân"i" kelimesi "yobaz" anlamında kullanılır olmuştur.

İşte bu gibi şeyhler müstemlekecilere âlet olmaktan, vatandaşlar arasına nifak sokmaktan İslâm'ı dejenere etmekten başka bir şeye yaramadılar. Gerçekte bunlar din bezirgânlarıdır. Ticânî de, Bâb da, Bahâ da, Gulâm Ahmed de, Papa'nın elini öpen, Rum Patriğin göbeğini okşayan Fethullah da, zıpırlar şâhı İskender Evrenos da, işe Masonluk ile mücadeleylee başlayıp, sonunda onlardan 33. Derece Mason Üstâdı berâtı alan, buna rağmen kendini Seyyid ve Mehdi ilân eden Adnan Oktar da, Menzilci Abdülbâki Erol da , Said-i Kürdî ve onu tâkip eden bütün farklı cemaatler de, Kürt Hâlid'in kuyruğuna takılıp ta kendini Kadırî veya Nakşıbendî şeyhi zannedenler de hep din perdesi kisvesinde politikacılık oynamışlardır. Tabii bir de bunlardan doğan ve yine Emperyalist Sömürgece Hıristiyan Batı ülkelerinin oyuncağı olan El Kaide, IŞİD, El Nusra, İBDA-C gibi terör örgütleri var... Hepsinin hedefi İSLÂM!.. Müslüman kisvesi altında İSLÂM düşmanlığı!.. Müslüman kisvesi altında Cihad... ama Hıristiyan'a, Yahudi'ye, Dinsiz'e, Soysuz'a değil; MÜSLÜMAN'a Cihad!..

İşte Kürretülayn bize bu gerçeği anlatma fırsatı verdi. Zâten şehit, ALLAH nurunu daha da artırsın!...

Ruhi Selman

selman@journalist.com

***

  • Önemli Sayfalar:

    - BİR SPİRİTUALİSTİN DÜNYASI - ANA SAYFA
    - BİR TEBLİĞ
    - ÖLÜM VE SONRASI
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 1
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 2
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 3
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 4
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 5
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 6
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 7
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 8
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 9
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 10
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 40
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 41
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 42
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 43
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 44
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 45
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 46
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 47
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 48
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 50
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 51
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 52
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 53
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 54
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 55
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 56
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 57
    - BİR OBSESYON VAK'ASI
    - ÖTE ÂLEM'DEN ŞİİRLER - 1
    - RÜYÂLAR - 1
    - RÜYÂLAR - 2
    - REİNKARNASYON - 1
    - REİNKARNASYON - 2
    - ANADOLU'DA REİNKARNASYON ŞİİRLERİ
    - İRLANDALI ŞÂİR JAMES CLARENCE MANGAN ANADOLU'DA MI YAŞADI?
    - FİNCAN CELSELERİ - 1
    - FİNCAN CELSELERİ - 2
    - FİNCAN CELSELERİ - 3
    - EKMİNEZİ ÇALIŞMASI
    - RÛHÎ FİLİMLER - 1
    - ENTERESAN RÛHÎ OLAYLAR
    - ERGUN ARIKDAL VE SÂDIKLAR PLÂNI'NI TENKİT
    - BÜLENT ÇORAK VE DÜNYA KARDEŞLİK BİRLİĞİ SAFSATASI
    - CENAP BAŞMAN VE MARON TARİKATI
    - SAPKIN RAEL TARİKATI
    - TRANSANDANTAL MEDİTASYON KANDIRMACASI
    - MELEKLER'DEN MESAJ ALDIĞINI SANAN ŞAŞKINLAR
    - ŞEYTANA TAPAN SATANİSTLER
    - SİRİUS MİSYONU ZIRVALARI
    - KRYON "TEBLİĞ"LERİ VE LEE CARROLL'UN "MEDYUM"LUĞU
    - J. Z. KNIGHT ADLI KADIN MEDYUM ve RAMTHA "TEBLİĞ"LERİ
    - MEDYUM JANİ KİNG VE VARLIK P'TAAH
    - AKHENATON VE KURGU AGARTA "TEBLİĞ"LERİ
    - SILVER BIRCH TEBLİĞLERİ
    - "SÜPER İNSANLIK" DERNEĞİ VE UYDURUK "TEBLİĞ"LER
    - SÂDIKLAR PLÂNI'NI TENKİT - 2
    - KASYOPYA CELSELERİ'NDE ATMASYON, KITIRASYONLAR
    - RA "TEBLİĞ"LERİ
    - HAYÂLÎ ANDROMEDA KONSEYİ
    - VARMIŞ GİBİ YUTTURULAN PLEİADES KONSEYİ
    - HATHOR GEZEGENİNDEN İNANDIRICI OLMAYAN MESAJLAR
    - MEKTUPLAR