BİR SPİRİTUALİSTİN DÜNYASI

ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 37

Bu Celse'de Karanlık Tabaka'da bir genelev kadını ve sonra bir kahraman şehit ile kurulan irtibatı okuyacaksınız.

Varlık : Karacabeyli Fatma
Tarih : 3.10.1961
Usûl : Hipnoz yoluyla rûhî infisâl
Medyum: Ali

Medyum- .....KARACABEYLİ FATMA...
İdâreci- Daha yüksek sesle.
M- ... Çıkarmak istiyorum... Kudretim yok... Buradan çıkarmak istiyorum...
İ- Buradan çıkmak istiyorsunuz... Yavaş yavaş yükseliniz.
M- ... Onu da çıkarmak istiyorum... Pörsümüş...
İ- Anlaşılmadı.
M-... Yüzü pörsümüş...
İ- Kimdir bu efendim?
M- FATMA... 7 Kanunîsâni 1938'de , Bursa'da, umûmî evde öldürmüşler.
İ- Kim öldürmüş?
M- ... KÂZIM... ...
(anlaşılmıyor) ......
İ- ??? Kendisi de ölmüş?
M- .......
(anlaşılmıyor) ....... Çıkmak istiyorum....
İ- Berâber mi çıkmak istiyorsunuz?
M- ... Ben çıkamıyorum... Ben çıkarmak istiyorum...
İ- Sâkin olarak, efendim. Muhteremler'den yardım isteyin.
M- .... İstemiyor.... İstemiyor!... Ohh!... Yüzü korkunç...
İ- Ayrıldınız mı Muhterem'den?
M- ... Başını çevirdi... Karanlık içine daldı...
İ- Şimdi yükselmeye devam ediniz.

KARACABEYLİ FATMA hakkında söyliyecek fazla birşey yok!.. Hiç kimse geneleve istiyerek düşmez!.. Orada bulunmasının başka bir sebebi daha olması lâzım, ama söylememiş... Medyum, bu Geri Varlığın mazlum yönünü farketmiş olacak ki; korkunç, pörsümüş yüzüne rağmen onu da çıkarmak istiyor!:.. Ama tabii ki, mümkün değil!

Devam edelim:

Varlık : Antepli Şâhin Bey
Tarih : 3.10.1961
Usûl : Hipnoz yoluyla rûhî infisâl
Medyum: Ali

M- ... Çıkıyorum... Ohh!...
İ- Vasatınızı bize söyleyiniz.
M/- ... MUVAKKAT MENZİL... Geçiyorum...
Yalnız daha yüksek sesle, muktedirsiniz.
M- ... MAKSUT MENZİLİ..... Çıkıyorum.... ŞÜHEDÂ MENZİLİ... Durdurdular. ŞÜHEDÂ MENZİLİ...

Hiçbir tarafımı görmüyorum... Sanki gözlerimi siyah bir tülbentle bağlamışlar gibiyim...
Sessizlik... Sessizlik.. Sessizlik.... Yüzümde, gözlerimde
bir el dolaşıyor... Gözümün biri açıldı...
El nefis kokuyor... Biri daha açıldı... Elimi, eli yakalayıp öpmek için kaldırdım.... Elim kalkmadı...
Sanki iple bağlanmış gibi... Etrâfımı görüyorum, kendimi göremiyorum... Ama oturuyorum...
Ellerimin dizlerimde olduğunu hissediyorum... Ama ellerimi göremiyorum... Sol omuzuma bakıyorum...
göremiyorum... Ama etrâfımı görüyorum... Şimdi etrâfımı anlatacağım.

... Sağım alabildiğine vişne çürüğü lâleler... Sağım alabildiğine vişne çürüğü lâleler...
Solum alabildiğine vişne çürüğü lâleler... Kan kırmızı gibi...
Kan kırmızı gibi.... lâle... lâle... tepem kubbe şeklinde... Kırmızıların içinde altın renkli ışık vuruyor...
Kubbe şekli... Kırmızıların içinde altın renkli ışık vuruyor...

... Önüm kan kırmızı bir yol... Sanki halı döşemişler... Kan kırmızı renkte halı döşemişler...
Bu yolun son noktasında kan kırmızı buluttan yapılmış bir dağ... Sanki mercan dağı...
Korkunç bir sessizlik... Sessizlik... Ellerimi kaldıramıyorum... Kaldırsam da görmüyorum...
Ama kollarım, bacaklarım benden ayrı değil...

.... Tepemdeki kırmızılık çekildi... Sâde altın renkli ışık kaldı... Sanki bir avizeden dökülüyor...
Yarı Tekbir , yarı Cenâze Marşı gibi karışık sesler geliyor... Sol taraftan CENÂZE MARŞI gibi... hıııımmm ....
ses... Sağ taraftan TEKBİR SESLERİ.... geliyor... mercan gibi dağ parçası bu Tekbir seslerinin
temposuna uyarak ağır ağır ... koskoca dağ ilerlemeye başladı... İnişli çkışlı şekilleri vardı... Yaklaştıkça
o şekiller kayboldu... Dağ parçası bu sefer yontulmuş kaya parçası gibi oldu ama şeffaf.... Kan kırmızı!..

... Şimdi sağımda, solumda o binlerce lâleler birdenbire büyür gibi oldular... Yaprakları sanki
yarım metre gibi açıldılar... Onlar da ZİKREDER gibi başlarını bir sağa, bir sola sallıyorlar...
Cenâze Marşı'yla Tekbir seslerinin temposuna uyduruyorlar başlarını...

(Medyum duyduğu sesi mırıldanarak taklit etmeye çalışır) ... hıııımmm ... hııımmmm...
İ- Lûtfen duyduğunuz sesleri de bize bildiriniz.
M-
(tekrar mırıldanarak taklit etmeye çalışır)... hııımmm...

... ALLLAHU EKBER ALLAHU EKBER... LÂ İLÂHE İLLALLAH... HUVALLAHU EKBER...
ALLAHU EKBER VE LİLLÂHİL HAMD... ALLLAHU EKBER ALLAHU EKBER... LÂ İLÂHE İLLALLAH...
HUVALLAHU EKBER...

... Çok yaklaştı... Çok yaklaştı... Bulutlar çekildi... Şimdi muntazam sıralar hâlinde kan kırmızı
tüllere bürünmüş başlar görüyorum... Saçları gümûşî renginde... Vücutları kan kırmızı tüle bürünmüş...
Sanki BAYRAĞIM'a benziyor!.. BAYRAĞIM'a benziyor!.. BAYRAĞIM'a benziyor!..

.... En orta yerden uzun boylu birisi ayrıldı... En orta yerden uzun boylu birisi ayrıldı... Ağır ağır ilerliyor...
Cenâze Marşı sustu... ALLLAHU EKBER ALLAHU EKBER... LÂ İLÂHE İLLALLAH... HUVALLAHU EKBER...
ALLAHU EKBER VE LİLLÂHİL HAMD...

.... Çok yaklaştı, çok!.. Yüzün nûr gibi... Erkek... Saçları gümûşî... Kan kırmızı tüle sarınmış...
Kan kırmızı tüle sarınmış... Nur gibi yüzü... Yaşı 30 civârında... 25'le 30... Tatlı bir gülümseyişle bana bakıyor...
Nasıl nefis bir koku ortalığa yayıldı!.. Nasıl nefis bir koku ortalığa yayıldı!..
O parmağa, yüzümü okşayan elin kokusuna benziyor... Kalkıp kucaklamak istiyorum... Nur gibi yüz...
Kalkamıyorum... Eli, ayakları meydanda yok... Kırmızı tüle sarınmış... Sanki BAYRAĞIM... konuşuyor....
ANTEPLİ ŞÂHİN BEY... (1)
İ- Antepli Şâhin Bey... Nur içinde yatınız. TANRI râzı olsun. Bize emirleri var mı, efendim?
Varlık- EMİR, SÂHİB-İ HAKİKİ'NİN!..
İ- Bir arzuları var mı, efendim? Sonra bizim ricâlarımız olacak.
V- Su...
İ- Peki, efendim. Ne yapalım suyu, efendim?
M- "Benim için içsinler," diyor.
İ- Öyleyse müsaadenizle arkadaşlar hemen suyu alsınlar....
V- Su... Sular gibi tükenmez ömür versin!..
İ- Nur içinde yatınız. Aziz ruhunuz için hepimiz su içtik, efendim.
V-TANRI DA SİZİN BAHTINIZI SERİNLETSİN!
İ- Başka bir arzunuz var mı, efendim?
M- ... "Başka bir istirhamım yok," diyor...
İ- Şu halde, Muhterem Üstâdım, bizim evvelâ umûmî suallerimiz var. Sonra arkadaşlarımızın
şahsî sualleri olacak. Müsaade eder misiniz?
V- Nasıl isterseniz... Ne şekilde isterseniz... Hizmete âmâdeyim.
İ- Nur içinde yatınız... Birinci sual olarak, ELEST MECLİSİ'nde LEVH-İ MAHFUZ nasıl izah edildi?..
Ve bugün onun tezâhürü nedir?
V- Mükevvenat yaratılmadan evvel ELEST MECLİSİ'ni topladı ki, ancak ruhları halketti.
ELEST MECLİSİ, TANRI huzurunda değişmez sayıda bulunan ruhların toplantısıdır. Şu suali sordu:
"ELESTİ BİRABBİKÜM?"... "ELESTİ BİRABBİKÜM?"... "ELESTİ BİRABBİKÜM?"... "BEN SİZİN RABBİNİZ MİYİM?" ...
"HÂLİKİNİZ MİYİM?"... "KAALÜ BELÂ!" Yalnız bir varlık cevap vermedi... Bugün onun tezâhürü
kaderinizin sonuçlandığı andır. LEVH-İ MAHFUZ da o gün okundu. İstikametlerini bilmiyorlardı.
Neticelerini biliyorlardı. Kendilerine şefaat edecek kimse bulunmadığı için kaderlerine rızâ gösterdiler...
ÂDEM'den HAZRET-İ FAHR-İ KÂİNAT'a kadar olan ruhlar da ELEST MECLİSİ'nde ön safta bulunuyorlardı...
Fenâ'daki sonunuz, LEVH-İ MAHFUZ'un maddelerinin neticeye ulaşmasıdır.
İ- Güzel !
V- Başka mevzuda öğrenmek istedikleriniz var mı?
İ- Muhterem Üstâdım, Hüsâmettin Bey soruyorlar: Ruhların ELEST MECLİSİ'ndeki vazifeleri neydi?
V- Vazifeleri yoktu. Vazifeleri tebliğ edildi. Önce biat ettirildi. Vazifeleri tebliğ edildi.
İ- Peki, o zaman bütün Ruhlar aynı vasatta mı yaşıyorlardı?
V- Hayır. LEVH-İ MAHFUZ'daki derecelerine göre yaşıyorlardı.
İ- Bu ELEST MECLİSİ toplandığı zaman insan yaratılmış mıydı, efendim?
V- İNSAN DEĞİL, MÜKEVVENAT DAHİ YARATILMAMIŞTI!.. Evvelâ ELEST MECLİSİ toplandı.
Ondan sonra MÜKEVVENAT denen mekân hazırlandı.
İ- Peki, bu LEVH-İ MAHFUZ o zaman yapıldığına göre, niçin Ruhlar bu LEVH-İ MAHFUZ'a göre sıralandılar?
V- LEVH-İ MAHFUZ Ruhlar'ın halkedilmesinden evvel yapılmıştır. ELEST MECLİSİ'nde LEVH-İ MAHFUZ'un
yazısı tebliğ edildi.
Burada bir şeyi anlıyamadık biz. Özür dileriz. Tam bir adâlet olmuyor. Niçin bâzıları hiçbir günâhı olmadan
o şekilde bir yazıyla, LEVH-İ MAHFUZ'da daha dun bir duruma geçiriliyor?
V- Eğer HALLÂK-I ÂLEM'in HİKMET'in çok cüz'i bir kısmı suale tâbi tutulmuş olsaydı,
insan müfekkiresi bu tarzda yaratılmazdı. HİKMETİNDEN SUAL OLUNMAZ!..
İ- Peki, efendim. Muzaffer Kürkçü Hanım diyorlar ki, "Lehh-İ Mahfuz kulun duasıyla değişir mi?"
V- Yanlış telâffuz ediyorsunuz... Lehh-i Mahfuz değil, LEVH-İ MAHFUZ... MAHFUZ LEVHA ...
Kulun duası ancak Fenâ'daki gündelik işlere âittir. LEVH-İ MAHFUZ'un hükmü, sonun neticesidir.
TAKDİR-İ İLÂHÎ'yi ferdî tedbirle bozmanıza, değiştirmenize imkân yoktur.
İ- Şimdi sırası gelmişken sorayım, Üstâdım: Günah nedir?
V- HALLÂK-I ÂLEM'in, SÂHİB-İ HAKİKİ'nin elçileri vâsıtasıyla gönderdiği emirlere mugayyir harekettir.
LEVH-İ MAHFUZ'un hükmüyle onu karıştırmayınız.
İ- Peki, efendim. Vicdan nedir?
V- İnsan benliğinde devamlı olarak iki şahsiyet yaşar. Birisi AK-KUT'u temsil eder ki, biz ona VİCDAN diyoruz...
AK-KUT'u, KARA-KUT mağlup ettiği zaman, yâni NEFS-İ EMMÂRE bizi pencesine aldığı zaman,
VİCDAN mağlup edilmiş, demektir. AK-KUT, KARA-KUT'u mağlup ettiği zaman,
biz NEFS-İ EMMÂRE'yi mağlup edip, VİCDAN'ı hâkim kıldık, demektir. O da tıpkı Ruh'un husûsiyetinde meknuz
bir hassadır ki, terbiye ile ne artar, ne eksilir!.. Sonradan iktisap edilmesine imkân yoktur.
İnsanlardaki vicdan derecesi AK-KUT'un derecesine bağlıdır.
İ- Bu vicdan ile iç huzuru arasında bir münâsebet var mıdır, efendim?
V- İç huzurunun kapısı da, bekçisi de vicdandır.
İ- Peki, üstâdım. "İnsan gibi yaşamak" diyoruz. Bundaki kasıt nedir?
V- Bundan iki esas tecelli eder. Birinci esas mâneviyâta âittir ki, Yeryüzü'nde ALLAH'ın kanunlarının
gölgesi bulunan emir ve nehiylere ittiba ederek yaşama... İkinci his pınarında akıl denen büyük cephâneyi
yıkayıp, günlük hayâtını onun emrine vermek demektir. Bu iki esâsı birleştirdiğiniz takdirde,
İNSANCA YAŞAMA denen şeyi elde edersiniz.
İ- Son kısım anlaşılmadı, efendim.
V- İNSANCA YAŞAMA iki unsurdan terekküp eder. Birinci, mânevî unsurdur. HALLÂK-I ÂLEM'in elçileri
vâsıtasıyla Yeryüzü'ne inzâl ettiği emir ve nehiylerin devre, zamana göre şekil almış kısımlarına
kayıtsız şartsız ittibâiyet... Ulul emre itaat... (2) Ahkâm tegayyür eder. Hükümler tegayyür eder,
ezmanın değişmesiyle...(3) Ama esaslar değişmez! Diğer ikinci unsur, akıl denen cephâne deposunun
vicdanın pınarında yıkadıktan sonra, günlük hayâtının emrine vermek, demektir. Bu iki unsuru birleştirip
bir noktaya tevcih ettiğin takdirde İNSANCA YAŞAMA'yı elde edersin.
İ- Nur içinde yatasınız, üstâdım. Şimdi Medyum'umuzdan rica ediyoruz. Muhterem'in tipini bize târif eder misiniz?
Tanımadığımız için, lûtfen. Ve muhteremin kendi yaşadığı devre âit enteresan vak'aları bize lûtfen nakletsinler.
M- ... Yüzü, nûr gibi bir yüz...Siyah, ENVER PAŞAVÂRÎ bıyıkları var... Çok siyah, gür kaşlı... Kaşlar çatık değil..
Ortası boş... Elâ bir göz... Işıklı... Sanki onların içi nur muhfazası... Işıklı... Işıklı... Saçları gümûşî...
Tasvirlerdeki İSÂ'nın saçı gibi omuzlarına dökülmüş... Vücudu kan rengi tülle kaplı... (1)

6 NİSAN 1920 Pazartesi sabâhı, şafak 5:10'da İKİZCE KÖPRÜSÜ'nde, Fransız Tümeni'ni
Antep'e sokmamak için çarpışırken şehit olmuş..."Müsterihim ki," diyor, "vatandaşlarıma daha önce
verdiğim sözü yerine getirdim. Düşman benim cesedimi çiğnemeden Antep'e giremedi!
121 arkadaşımın en sonuncusu olarak, son defa alnımdan aldığım bir kurşun yarasıyla
HAKK'a ruhumu teslim ettim." (1)
İ- Bu anda hissettiklerinizi bize söyler misiniz?
V- Sâdece yükseldiğimi, tatlı bir rehâvet içinde uykuya daldığımı hissediyorum.
İ- Hayâtınızde enteresan bulduğunuz ve bizim bilmediğimiz bir vak'a var mı, efendim?
V- KUT-ÜL AMARE'de İhtiyat Mülâzımı olarak bulunurken Mülâzım-ı Sâni arkadaşım MARAŞLI CEBBAR'ın
bir İngiliz alayına karşı tek başına nasıl durduğunu hatırlıyorum. CEBBAR da burdadır. (4)
İ- Muhterem Üstâdım, daha anlatacaklar mı? Arkadaşların sualleri var.
V- Sür'atli sorunuz. İnsâfı elden bırakmayınız.
İ- Peki, efendim. Şehitlik ânında tatlı bir uykuya daldığınızı söylediniz. Şuurlu vaziyete ne zaman geçtiniz?
İ- Burda zaman ve mekân ölçüsü yoktur.
İ- Şuurlu hâle geçtiğiniz zaman neredeydiniz?
V- Burdaydım.
İ- Şimdi, efendim, bizim umûmî suallerimiz bitti. Arkadaşlarımızın şahsû sualleri var. Eğer vaktiniz varsa,
Medyumumuzun durumu müsaitse, devam edelim.
V- Benim Mahşer'e kadar vaktim var. Fenâ'yı düşününüz.
İ- Medyum'u düşünelim.
V- Fenâ'yı düşününüz. Sür'atli sorunuz.
İ- Peki, efendim. Bu sualler zihnî mi olsun, açık mı?
V- Nasıl arzu ederseniz.
İ- Yalnız Medyum yoruldu. Medyum için bir şey var mı?
V- Vakit geçirmeyiniz! Nasıl arzu ederseniz, ona göre sorunuz.
İ- Efendim, Sâliha Yaltı zihnen soracak... Mümkün olduğu kadar şifâhî sormaya çalışın.
V- .... Tereddütü bıraksın da, kat'i olarak sormak istediğini sorsun! ....
Tahakkukundan sonra altında ezilmek istemiyorsa, vazgeçsin!
İ- Belma Hanım soruyorlar.
V- .... Vahdet!.. Bir ağaçta çürük bir meyvanın bulunuşu, diğer meyvaların kötü olmasına sebep teşkil etmez...
Bütün meyvalar da çürük olabilir... Ağaçta yine hayır vardır.
İ- Muzaffer Kürkçü Hanım rica ediyor.
V- .... Kara bulutun bâzı ahvâlde kirli gri renkte oluşu, arkasındaki ak ve aydınlık sahânın delilidir.
İ- Nedim Bey soruyor.
V- ... Değiştirmesin!... Şüphe her zaman hakikatin temeli değildir.
İ- Muzaffer Hanım bir sual daha ricâ ediyor.
V- ... Uzakları bıraksın!... Susuzluğunu gidermek için yanındaki pınardan su içmenin imkânlarını arasın!
İ- Belma Hanım bir sual daha rica ediyor.
V- ... Camekânların arkalarındaki oynananların mâhiyetini anlamaya çalışsın!
Camekândaki kirler gözünüzü boyamasın! Aksi hâlde hüsrandır. Sonuncusunu sûret-i kat'iyede reddediniz.
Sonuncusunu sûret-i kat'iyede reddediniz! Üç vakit sonra üzerinde çok titizlikle durunuz.
Hattâ fedâkârlık yaparak çok titizlikle...
İ- Üstâdım, son olarak Medyumumuz için bir sualim var, efendim. Kendisi için hayırlı mı
ve bundan sonra ne olacak?
V- ... Büyük neticelerin küçük başlangıcı.
İ- Şu halde hayırlı.
V- Tecelli etmekte... Tecelli etmekte... Tecelli etmekte... En küçük inhiraf kaydetmeden devam!...
En küçük inhiraf kaydetmeden devam!... En küçük inhiraf kaydetmeden devam!...

Peki, efendim..... Temâs'ı kestiniz mi?
M- İniyorum... Çok üşüdüm... Çok üşüdüm.... Çok!...
İ- Sür'atle ininiz.

Celse Tetkiki'ne başlamadan bir hususu arzetmek istiyorum. Hani insan uzun bir müddet tanıdığı, sevdiği birini göremeyip te, bir gün ansızın karşılaşınca nasıl sevinirse; işte ben de ismini duyduğum, okuduğum şahısları böyle Öbür Âlem'de karşımda bulunca öyle seviniyor, heyecanlanıyorum. Âdetâ eski bir ahbâbımı görmüş gibil oluyorum... Adını duyduğum, hayrânı olduğum Şehit Antepli Şahin Bey'le Temas kurulunca da öyle büyük mutluluk duydum ki, tahmin edemezsiniz. Spiritualizm'in en önemli hususiyetlerinden biri bu... Sonra o şahıs hakkında daha fazla bilgi ediniyorsunuz. Ve bilmediğiniz konuları araştırıp öğreniyorsunuz. Ruhlar'a, Âhıret Âlemi'ne, Ölüm'den sonra Hayât'a daha fazla inanıyor, imân ediyorsunuz...

Şimdi bu hazza, "Aragon'dan mesaj verdiğini söyleyen bir Uzaylı" ile varmak mümkün mü?.. Size sevgiden falan bahsediyor; sıradan, donuk kelimelerle..., yoga-moga öğretiyor sözde... Sonra bir bakıyorsunuz, geldiğini söylediği gezegen ya yok, uydurma... ya da 9.000 derece santigradda yanıp kavrulan bir yıldız... Yâni, hepsi palavra... Bunun neresinden haz alacaksınız?...

(1) ANTEPLİ ŞÂHİN BEY Asıl adı MEHMED SAİD'dir. ŞÂHİN BEY, MUSTAFA KEMÂL'in verdiği kod adıdır. 1877 yılında Antep'in Bostancı Mahallesi'nde doğmuş olup, babası Abdullah Efendi, annesi Ayyuş Hanım'dır. Genç yaşta babası öldüğünden, amcası tarafından büyütülmüştür.

İlk eğitimini Antep'te gördü. Rüştiye öğrenimini yarıda bırakmış ve deri işlerinde çalışmıştır. 1899'de Yemen'e er olarak giden Mehmed Said, Yemen cephesinde gösterdiği muvaffakiyet ve kahramanlık üzerine başçavuş oldu. 1902 yılında Zeynep isimli güzel bir kadınla evlendi. Hayri ve Mehmet adında iki oğlu oldu. Mehmet küçük yaşta vefat etti. Büyük oğlu Hayri ise bütün savaşlara katılmış, aynı zamanda da şâir olarak ölmüştür.

Mehmet Said 1911'de Trablusgarb harbine gönüllü olarak katıldı, Balkan savaşlarında Çatalca cephesinde savaştı. Galiçya'da 15. Kolordu'da da savaşan Mehmed Said, 1917 Ekimi'nde Sina Cephesi'nde vazife aldı. Tehlikeli vazifelere gönüllü olarak koşan, vatanperverliği, ahlâkı ile dikkatleri üzerinde toplayan Mehmed Said'in rütbesi teğmenliğe yükseltildi. 1918 yılında İngilizler'le Sina cephesinde cereyan eden şiddetli bir muharebe neticesinde esir düştü. Mısır'daki İngiliz esir kampında 1919 Aralık ayı başlarına kadar esir olarak kalan Mehmed Said, ateşkesden sonra serbest bırakıldı. 13 Aralık 1919'da İstanbul'a geldi ve Harbiye Nezâreti'ne müracaat ederek vazife istedi. Harbiye Nezâreti tarafından Urfa'nın Birecik kazası Askerlik Şubesi Başkanlığı'na tâyin olunan Mehmet Said, işgâl altındaki Antep'in vaziyetini görerek, Antep'te kalmaya karar verdi. Antep Heyet-i Merkeziyesi'ne müracaat ederek vazife istedi. Kilis Kuvayı Milliye Komutanlığı'na getirildi.

Yıllardır evinden,âilesinden, çocuklarından ayrı kalan Şâhin Bey, kendisine verilen vatan hizmetinin mesuliyetini omuzuna aldıktan sonra derhal hizmet mahalline koştu. Yıllar sonra döndüğü evinde ise ailesi ve çocukları arasında ancak bir gün kalabildi. 1920 yılı Ocak ayı başlarında köyleri dolaşarak cihâdın ehemmiyetini ve faziletini anlatan Şâhin Bey, kısa zamanda 200 fedâi topladı. Kilis-Antep yolu, Antep harbinin kilit noktasıdır. 5 Kasım 1919'da İngilizler'den bölgenin işgâlini devralan Fransızlar, bir türlü Anadolu'nun bu güzel beldesini tam olarak kontrole muvaffak olamamakta; şehir halkı, sınırlı imkânlarıyla karşı koymaktadırlar. Fransızlar bütün ümitlerini Kilis'ten gelecek takviye kuvvetlerine bağlamışlardır. Ne yapılıp edilmeli Fransızlar'ın bu yoldan Antep'teki işgâl birliklerine yardım ulaştırmalarına engel olunmalıdır. Şâhin Bey kendisine haber gönderen Antepliler'e şu cevabı vermektedir:

- "Müsterih olunuz. Düşman arabaları cesedimi çiğnemeden Antep'e giremez!"

Bu ifâde, İnternet'te Şâhin Bey hakkındaki hemen her yazıda geçmektedir. Muhterem Varlık Celse'de, "Müsterihim ki,vatandaşlarıma daha önce verdiğim sözü yerine getirdim. Düşman benim cesedimi çiğnemeden Antep'e giremedi!. 121 arkadaşımın en sonuncusu olarak, son defa alnımdan aldığım bir kurşun yarasıyla HAKK'a Ruhumu teslim ettim," demişti. İfâdenin doğru olması bir yana, gelen Varlığın Şâhin Bey olduğuna delil sayıyoruz. Yalnız hakkında yazılan sayfalarda "200 fedâi topladığı" öne sürülüyor. Biz Celse'deki 121 rakamının daha doğru olduğuna inanıyoruz...

Kilis Antep karayolunda oluşturduğu üç savunma hattıyla uzun süre Fransızlar'ın Antep’e destek göndermesini engelledi. Şâhin Bey ve fedâileri 3 Şubat'ta ve 18 Şubat 1920'de tam donanımlı Fransız birliklerini perişân ettiler. Şâhin Bey, zaferin ardından düşman kumandanına gönderdiği mektupta şöyle diyordu:

- "Kirli ayaklarınızın bastığı şu toprakların her zerresinde şühedâ kanı karışıktır...
Din için, nâmus için, hürriyet için ölüme atılmak bize,
Ağustos ayı sıcağında soğuk su içmekten daha tatlı gelir.
Bir gün evvel topraklarımızdan savuşup gidiniz. Yoksa kıyarız canınıza!"

Yeni Fransız kuvvetleri 25 Mart 1920'de Andorya kumandasında yola çıktı. Bu Fransız kuvvetleri 8.000 piyâde ve 200 süvâriden oluşmaktaydı. Ayrıca bu Fransız birliğinde, bir batarya top, 16 ağır makinalı tüfek, çok miktarda otomatik tüfek ve 4 tank mevcuttu. Kahraman Şâhin Bey, ancak 121 kişiyi bulan fedâileriyle düşmanın karşısına dikilmişti. Sürüyle saldıran düşman kuvvetleri bir avuç yiğit karşısında perişân olmanın şaşkınlığına düşmüşlerdi. Bu şaşkınlık yerini öfkeye terketmiş ve Antep'e ulaşmak düşman kuvvetleri için bir prestij meselesi olmuştur. 25 Mart günü sabahtan akşama kadar çatışma devam etmiş ve Şâhin Bey düşmana ağır kayıplar verdirmiştir. Şâhin Bey gece gündüz uyumuyor, çatışma esnasında her tarafa yetişerek fedâilerin mânevî gücünü yükseltmeye çalışıyordu. Sırtındaki kaputu çıkartıp, nöbet bekleyen yiğitlerin üzerine örten Şâhin Bey, her hareketiyle örnek olmaktaydı. 28 Mart sabahına kadar düşmana aman vermeyen Şâhin Bey, durumun gittikçe kritik hal almasından sonra kendisine geri çekilmeyi tavsiye edenlere şöyle diyordu:

- "Düşman buradan geçerse, ben Ayıntab'a ne yüzle dönerim? Düşman ancak benim vücudum üzerinden geçebilir."

Fransız alayına karşı Kızılburun ve Kertil tepelerini iki gün savundu. Sonunda Bostancık yakınlarına çekildi. Çatışmanın 4. günü öğleye doğru Şâhin Bey'in yanında 18 kişi kalmıştı. Onların da şehit olmalarından sonra, tek başına kalan Şâhin Bey, son kurşunu kalıncaya kadar düşman ateşine karşılık vermiştir. Rivâyet odur ki, atacak kurşunu kalmayan Şâhin Bey, tüfeğini yere çarparak kırmış ve üzerine hücum eden düşmanlara karşı yumruklarını sıkarak karşı durmuştur. Silahsız Şâhin Bey'in yanına yaklaşamayan düşman askerleri uzaktan ateş ederek şehit etmişler, ardından süngü darbeleriyle aziz nâşını parça parça etmişlerdir Adına ağıtlar yakılan Şâhin Bey’in kahramanlıkları türkü ve uzun havalara da konu olmuştur.

Celsede "6 NİSAN 1920 Pazartesi sabâhı, şafak 5:10'da İKİZCE KÖPRÜSÜ'nde" şehit olduğunu söylemiş... Hakkında yazılan yazılarda şehâdet günü olarak 28 Mart ile 30 Mart târihleri veriliyor. İkizce Köprüsü'nden bahsedilmiyor. Yalnız Gaziantep'te bir "Şâhinbey Köprüsü" var, anladığımız kadarıyla köprünün adı değiştirilmiş. Esas adı ELMALI KÖPRÜSÜ imiş... Vurulduğu yer de orası... Bir İkizce köyü var, Gaziantep, Nizip'e bağlı... Bu iki isim niye karışmış, anlamıyoruz... Ancak biz gelen Varlığın da Şâhin Bey olduğundan kuşku duymuyoruz. Rahmetli büyük yazar HASAN İZZETTİN DİNAMO, KUTSAL İSYAN adlı eserinin 4. Cildi'nde (yeni baskı) olayı uzun uzun anlatır. Mehmet Said'i, ŞÂHİN BEY kod adıyla Antep'e, MUSTAFA KEMÂL'in halkı teşkilâtlandırmak için gönderdiğini yazar. Aynı şekilde asıl adı Süleyman Asaf Emrullah olan kişiye de KILIÇ ALİ kod adı vererek Maraş'a göndermiştir.

ŞÂHİN BEY, "KUT-ÜL AMARE'de İhtiyat Mülâzımı olarak bulunduğunu" söylemiş Celse'de.... Hayat hikâyesinde TRABLUSGARB HARBİ var, BALKAN SAVAŞI var, SİNÂ CEPHESİ var, bâzı kayıtlarda YEMEN SAVAŞI var, ama KUT'ÜL AMARE yok!... Biz diyoruz ki, ya Yemen yerine Kut'ül Amare'ye gitti, ya da bu, bizi araştırmaya sevketmek için verilmiş bir yanlış bilgi... Tıpkı diğer yanlış naklettiği hususlar gibi...

KUT'ÜL AMARE son derece önemli bir zaferdir. Biz zâten I. Cihan Savaşı'da Sina, Filistin ve Basra dışında hiçbir cephede yenilmedik. Müttefiklerimiz yenilme durumunda olduğu için, biz de çıkar bir yol görmediğimizden mütâreke yaptık. sonu felâket oldu. KUT'ÜL AMARE, İngilizler için ÇANAKKALE ve GELİBOLU mağlûbiyetinden dahi büyük bir yüz karasıdır. Onun için bize unutturmaya çalışırlar... Ama unutmadık... Anlatacağız.

(2) KUT'ÜL AMÂRE Kuşatması veya Birinci Kut'ül Amâre Muhârebesi, I. Dünya Savaşı'nın Irak Cephesi'nde, İtilâf Devletleri ile İttifak Devletleri arasında gerçekleşmiş bir kuşatma ve Türkler'in zaferiyle sonuçlanmış bir muharebedir.

Irak petrollerini ele geçirmeyi amaçlayan Büyük Britanya İmparatorluğu, 6 Kasım 1914 târihinde Basra Körfezi'nden Şattülarap ağzındaki Fav mevkiine asker çıkararak saldırıya geçmiş, ilerleyen aylarda bu saldırılarını kuzeye doğru genişletmiştir. İngilizler, 3 Haziran 1915 târihinde Kut’ül Amâre’yi, Temmuz ayı sonlarına doğru da Nâsıriye’yi işgâl etmişlerdir.

İngiliz Kralı VII. Edward'ın kızıyla evli, dönemin kralı V. George'un eniştesi Tümgeneral Charles Townshend komutasındaki İngiliz 6. Poona Tümeni (Hint Tümeni) Bağdat'a ilerlemeye çalışırken 22-23 Kasım 1915'te Selmân-ı Pâk Muharebesi'ni (Ctesiphon) kazanamayarak geri çekildi ve 3 Aralık'ta Kut'a sığındı.

Yeni kurulan Osmanlı 6. Ordusu'nun komutanlığına atanarak 5 Aralık'ta Bağdat'a varan Mareşal Colmar Freiherr von der Goltz Paşa'nın emriyle Irak ve Havâlisi Komutanı Miralay Sakallı Nurettin Bey'in birlikleri 27 Aralık'ta Kut'u kuşattı.

İlk yardım harekâtı Korgeneral Fenton Aylmer komutasında toplanmış 19.000 kişilik orduydu. Ocak 1916'ta Ali Gharbi'den nehrin son noktasına vardılar.

İngilizler Kut'u kurtarmak için General Aylmer komutasındaki Tigris (Dicle) Kolordusuyla hücuma geçtiyse de, 6 Ocak 1916 târihli Şeyh Saad Muharebesi'nde 4.000 asker kaybederek geri çekildiler. Bu muhârebede geri çekilme emrini veren 9. Kolordu Komutanı Miralay Sakallı Nurettin Bey görevinden alındı ve yerine Enver Paşa'nın kendisinden bir yaş küçük olan amcası Mirliva Halil getirildi.

İngiliz Ordusu, 13 Ocak 1916 târihli Vâdi Muhârebesi'nde 1.600, 21 Ocak Hanna Muhârebesi'nde 2.700 asker kaybederek geri püskürtüldü. İngilizler Mart başında tekrar taarruza geçti. Ancak 8 Mart 1916'da Sabis (Dujaila) mevkiinde Miralay Ali İhsan Bey komutasındaki 13. Kolordu'ya hücum ettiyse de, 3.500 asker kaybederek geri çekildi. Bu yenilgiden dolayı General Aylmer azledilerek yerine General Gorringe getirildi.

Osmanlı ordusu Vâdi'nin yukarısındaki Hanna'da mevzilendi. Burası Dicle ve Suwaikiya bataklığı arasında daralan kuru zeminde bir geçitti. İngilizler Felâhiye Muhârebesi'nde ölü ve yaralı 2.700 miktarında kayıpla mağlûp oldu.

19 Nisan 1916'da 6. Ordu Komutanı Mareşal Von der Goltz Paşa, Bağdat'ta bulunan karargâhında tifüsten ölünce, yerine Halil Paşa (Kut) getirildi.

İngiltere Kralı'nın eniştesi General Townshend, "1 Milyon Sterlin ve bütün silâhların teslim edilmesine karşılık, kendisi ve bütün askerlerinin serbest bırakılmasını" istedi. Bu durum telgrafla Enver Paşa'ya iletildi. Enver Paşa en başından beri İngilizler'in koşulsuz bir teslimiyetini istemekteydi. Kesin bir dille teklifin kabul edilmemesini bildirdi. Neticede 29 Nisan 1916'da İngiliz Kralı'nın eniştesi General Townshend birlikleri Kut'ta yaşanan açlıktan dolayı diğer 13 general, 481 subay ve 13.300 er ile birlikte Osmanlı Kuvvetleri'ne teslim oldu!

Halil Paşa, Kutü'l Amâre zaferinden sonra 6. Ordu'ya yayınladığı mesajda askerlerine şöyle seslendi:

- "Arslanlar!.. Bütün Osmanlılar'a şeref ve şan, İngilizler'e kara meydan olan
şu kızgın toprağın güneşli semâsında, şehitlerimizin Ruhları sevinçle gülerek uçarken,
ben de hepinizin pak alınlarından öperek cümlenizi tebrik ediyorum.
Ordum gerek Kut karşısında ve gerekse Kut'u kurtarmaya gelen ordular karşısında
350 subay ve 10 bin erini şehit vermiştir. Fakat buna karşılık bugün Kut'ta
13 general, 481 subay ve 13 bin 300 er teslim alıyorum.
Bu teslim aldığımız orduyu kurtarmaya gelen İngiliz kuvvetleri de 30 bin zâyiat vererek geri dönmüşlerdir.
Şu iki farka bakılınca, Cihân'ı hayretlere düşürecek kadar büyük bir fark görülür.
Târih bu olayı yazmak için kelime bulmakta müşkülâta uğrayacaktır.
İşte Osmanlı sebâtının İngiliz inâdını kırdığı birinci zaferi Çanakkale'de,
ikinci zaferi burada görüyoruz."

Kutul Amâre’de 40 bini aşkın İngiliz askeri öldürülmüştür. Kralın eniştesinin esâretinden dolayı rezil duruma düşen İngilizler, daha sonra teklif edilen rüşveti 2 milyon sterline çıkardılarsa da, yine kabul edilmedi.

İngiliz târihçi James Morris, Kut'un kaybını, "Britanya askerî târihindeki en aşağılık şartlı teslimi" olarak tanımlamıştır. Bu yenilgi İngiliz basınında ve kamuoyunda çok büyük bir infiâl uyandırdı. Bunun üzerine General Lake ve General Gorringe İngiliz ordusunda görevlerinden alınmış ve yerlerine General Maude getirilmiştir.

Bu çarpışmaların askerî târih açısından bir başka önemi de bilinen ilk havadan ikmâl denemesinin yapılmış olmasıdır. İngiliz ordusunun Kut'taki birliklerine, 26 gün boyunca Dicle'deki Ora Üssü'nden 3 adet Short 184 tipi 225 beygirlik deniz uçakları ile ikmâl yapılmıştır. Ancak bu çaba yeterli olmamış ve sonucu değiştirmemiştir. Türk birlikleri sınırlı sayıda uçakla önemli işler başarmıştır. Keşif görevleri yapan Türk uçakları bir taraftan da düşman hedeflerini bombardıman etmiş, 26 Nisan 1916’da Kut ül Amare’deki İngiliz kuvvetlerine erzak yardımına çalışan bir İngiliz uçağı da Türk avcı uçağı tarafından düşürülmüştür.

Destek kuvvetlerinin gelmesiyle Kut şehrine ilerleyen General Frederick Maude komutasındaki Britanya kuvvetleri, İkinci Kut Muharebesi sonrasında 23 Şubat 1917' de Kut şehrini geri aldı. Irak’ın güneyine 1914 sonlarında çıkarma yapmış olan İngilizler, ancak Mart 1917’de Bağdat’a ulaşarak kenti işgâl etti.

VII. Edward'ın Kızları, General Townshend'in Karısı Aralarında

General Townshend esir alındıktan sonra İstanbul'a gönderildi. Eski İngiltere Kralı'nın dâmâdı, o günkü İngiltere Kralı'nın eniştesi olduğu için; diğer 12 generalden ayrı bir muamele gördü. Resmiyette esir olsa da, İstanbul'da geçirdiği iki buçuk yıl içerisinde gayet lüks ve özgür bir yaşam geçirdi. Büyükada'da bir köşkte yaşadı. Şehirde serbestçe dolaştı. 1918 yılında, esâretinin son verilmesini şart koşarak, Mondros Ateşkes antlaşması'nda İngiltere-Osmanlı arasında arabulucuk yapmayı teklif etti. Bu teklifi kabul edildi ve General Townshend 1918 yılının Ekim ayında ülkesine geri döndü.

Halil Paşa, ateşkes antlaşmasından sonra çeşitli görevlerde bulundu. Bir ara İtilâf Devletleri'nce hapse atıldı. Buradan kaçarak Anadolu'ya geçti ve Milli Mücâdele sırasında Sivas'ta Mustafa Kemâl Paşa ile buluştu. Kurtuluş Savaşı sırasında Mustafa Kemâl Paşa'nın tâlimâtıyla Sovyetler ile Türk Hükûmeti arasındaki ilişkilerde görev aldı. 1922 yılında Berlin'e gitmek zorunda kaldı. Cumhuriyet'in ilânından sonra yurda geri döndü ve kendisine 1934'ten sonra soyadı kanunuyla, Mustafa Kemâl Atatürk tarafından, Kut soyadı verildi. Ömrünün sonlarına doğru yakalandığı gırtlak kanseri rahatsızlığı dolayısıyla Haydarpaşa'daki GATA'da tedâvi altına alındı. Dönemin yetersizlikleri ve tıbbi imkânsızlıklar dolayısıyla hastalığı geç teşhis edildi. Rahatsızlığı teşhis edildiğinde yapılacak pek bir şey kalmamıştı. Halil Kut, 1957 yılının Ağustos ayında artık ömrünün sonuna geldiğini anlayarak, evine gitmek istedi. 20 Ağustos günü evinde hayâtını kaybetti. ALLAH gani gani rahmet eylesin.

Halil Paşa Zafer Günü'nün “Kut Bayramı” olarak kutlanmasını istemiştir. Kut Bayramı, Türkiye NATO'ya girinceye kadar kutlanmaya devam etmiş, o târihte İngilizler'in "ricâsı üzerine, Menderes Hükûmeti tarafından 1952'de kaldırılmıştır... Rahmetli Halil Kut Paşa, şarkıcı Burak Kut'un dedesidir.

Avustralyalı araştırmacı Dr. Gaston Bodart tarafından Kut’ül-Amâre Zaferi, “İngiliz prestijinin Birinci Dünya Savaşı’nda yediği en büyük darbe" olarak yorumlanmaktadır. O yüzdendir ki, 2000 yılına kadar İnternet'te ve ansiklopedilerde olan "General Townshend'in âile efrâdı" ile ilgili bilgiler daha sonra esrârengiz bir şekilde kaldırılmıştır.

Şimdi, hadi gazeteciler işin bu kısmını bilmiyor, târihçilerimizin hiç aklına "bir esir general nasıl olur da, Büyükada'da sayfiye hayâtı sürer?" diye sormak gelmedi mi?.. Bizim hiçbir târih kitabımızda, Dünyâ'da ilk ve tek defa Türkler'in "Üzerinde Güneş batmayan Büyük Britanya İmparatorluğu Kraliyet Âilesi'nden bir ferdi bütün komuta heyeti ve 13.000 askeri ile birlikte esir aldığını" yazmaz!.. İngilizler'den mi korkarlar?..

Evet... Kimse niye böyle büyük bir rüşvet (2 milyon altın sterlin) teklif edildiğini, niye İngiliz târihçisi James Morris tarafından, Kut'un kaybının "Britanya (İngiltere) askeri târihindeki en aşağılık şartlı teslimi" olarak tanımlandığını, niye İnternet'ten ve ansiklopedilerden General Townsend'in medenî durumunun silindiğini anlatmıyor!.. Sormuyor!..

Çünkü General Townsend (1861-1924), Büyük Britanya Kralı'nın eniştesi idi!.. Kralın kızkardeşi ile evliydi!.. Bir İngiliz Hânedân mensubu ilk defa esir düşüyordu!.. Bu yenilgi İngiliz basınında ve kamuoyunda çok büyük bir infiâl uyandırdı. Türkler'in Kutül Amâre zaferini tarihten silmeye kalktılar!

Aslında Towshend âilesinin İngiliz Hânedanı ile yakınlığı 1600'lere dayanır.
Charles Towshend (1674-1738) . Viskont idi.
Feldmareşal George Townshend (1724-1807) , 1. Marki Townshend, daha sonra Viskont Townshend diye bilinir.
Charles Townshend (1725-1787) ilk Charles'ın torunu idi. Donanma Bakanı ve Mâliye Bakanı olarak görev yaptı.
Günümüze daha yakın olan Yüzbaşı Peter Townsend'in Kral VI. George'un kızı Prenses Margaret Rose ile olan aşkı da meşhurdur. Maalesef evlenememişlerdir. Prenses 31 Ekim 1955 günü evlenmiyeceklerini açıklamıştır.

Muhterem ve merhum Antepli Şâhin Bey, büyük bir ihtimâlle Kut'ül Amâre'de savaşmamış ama, bizi o yöne sevkederek bu önemli olayı ortaya çıkarmamızı sağlamıştır. Kendisine şükran borçluyuz. ALLAH gani gani rahmet eylesin.

(4) CEBBAR'ı bulamadık... Onca asker, subay arasında nasıl bulalım ki?.. İnternet'te de yok!.. Belki bu yazımızı okuyan torunlarından biri çıkar da, bize bilgi verir.

(2) İslâm dininde, DEVLET idâresinin nasıl olması gerektiği hususunda üç esas vardır: "ADALET... MEŞVERET... ULULEMRE İTAAT!" ... Yâni, "emir sâhiplerine, âmirlere itaat" ki, Devlet kadrolarında disiplin olsun!.. Bu, tabii, "kanunsuz emirlere itaat" anlamına gelmez!.. Sen farklı düşünsen de; haksızlık veya Vatan'a ihânet unsuru görmediğin emirlere uymanı gerektirir. Eğer rahatsız oluyorsan, istifa edersin.

Az bilinen kelimelerle devam edelim.
Hep kullanılır ... daha doğrusu eskiden kullanılırdı, "Bahtın açık olsun" denirdi. BAHT , "olacakların, kaçınılmaz olduğunu belirleyen İlâhî İrâde'nin insan için veya bir toplum için çizdiği hayat tarzı, kader, tâlih, şans" demektir. Celse'de ilk mânâsı ile kullanılmış... Şimdilerde "Şansın açık olsun" diyorlar ya, ancak kumar masalarında geçerli bir sözdür. Halbuki, "Bahtın açık olsun" sözü, "ALLAH'ın senin için çizmiş olduğu kader, hayat tarzı iyi olsun" anlamındadır.
Bu uyduruk "ŞANS kelimesi, İngilizce "chance"den gelir, filimlerden öğrendik, onlar gibi her yerde kullanıyoruz. Meselâ, "Bana bir şans daha ver" İngilizcesi doğru, TÜRKÇE'si yanlıştır, kelime darlaşmasına yol açar. "Bana bir fırsat daha ver" demek gerekir... "Çok şanssızım" tâbiri de ancak zar attığınızda, millî piyango biletini ikrâmiye çıkmadığında doğrudur. Hayâtî bir olayda başarısızlık için "Tâlihim yâver gitmedi" demek gerekir.
İSTİRHAM , "yalvarma, merhamet dileme" demektir. Genelde "rica" anlamında kullanılır. Varlık da öyle kullanmış.
İSTİKAAMET , "doğrultu" demektir, "uzun A" ile telâffuz edilir, "yön" anlamında kullanılır. Varlık da öyle kullanmış.
NEHİY , "bir işin yapılmasını yasak etme, engelleme, menetme, ket vurma" demektir. Celse'de "menetme" mânâsına kullanılmıştır.
MUGAYYİR , "tağyir eden, değiştiren" demektir. Celse'de "aykırı" manâsına kullanılmıştır.
TEGAYYÜR , "hâlden hâle geçmek, değişmek" demektir.
İTTİBA , "tâbi olma, arkasından gitme itaat etme, tebâiyyet ve imtisâl etme" demektir.
MÜSTERİH , "bütün kaygılardan kurtulup gönlü rahata kavuşan, içi rahat olan" demektir.
CEBBAR , "Kudret Sâhibi ALLAH" demektir. Ayrıca "gökyüzünün güneyinde bulunan bir yıldız kümesi, becerikli, açıkgöz kadın, zorlayıcı, zorba" gibi anlamları vardır. CABBAR şeklinde de kullanılır. Celse'de bir Muhterem Şahsın adı olarak geçmiş.

(3) Varlık, "Hükümler tagayyür eder, ezmanın değişmesiyle" demiş... .Aslı "Ezmanın tagayyürü ile ahkâmın tebeddülü inkâr olunamaz" olan cümle, MECELLE'nin 39. maddesidir ve ""zamanın değişmesiyle, hükümlerin de değişmesi kaçınılmaz olur" mânâsındadır.

MECELLE, bildiğiniz gibi, Cevdet Paşa merhumun başında bulunduğu heyet tarafından hazırlanan İSLÂM HUKUKU'dur. Ahvâl-i şahsiyye (personal status) denilen şahıs, âile ve mirâs hukukuna dâir hükümleri ihtivâ etmez. Ayrıca Mecelle’de cezâ, vergi, arâzi hukukuna âit hükümler de bulunmamaktadır. Bunlar kendi husûsî kanunlarıyla tanzim olunmuştur. Mecelle, gayrımüslim Osmanlı vatandaşları (zımmîler) hakkında da câri olup, bunlar İslâm Hukuku'nun kendilerine tanıdığı hak gereği, ahvâl-i şahsiyye bakımından zâten kendi cemaat hukuklarına ve ruhânî mahkemelerine tâbi idiler. Bu yüzden Osmanlı Devleti'nin yıkılmasından sonra Balkanlar'da, Arabistan'da ve hatta İsrâil'de Mecelle hükümleri uygulanmaya devam etmiştir.

Bulgaristan emâreti (prensliği) teşekkül ederken Mecelle’yi kendi lisânlarına tercüme ederek kanunlarına esas kabûl etmişlerdir. Bosna'da tatbik olunan Mecelle, sonraları hazırlanan Sırbistan ve Karadağ medenî kanunlarına mühim tesirlerde bulunmuştur. Öyle ki, Sırbistan ve Karadağ medenî kanunlarına, bilhassa vedia, muhayyerlik, şuf’a, rehin, irtifak hakları gibi hükümler hep Mecelle’den alınmıştır. Mecelle, Kuzey Yemen’de 1918; Arnavutluk'ta 1928; Kıbrıs'ta 1946 yılına kadar tatbik olundu. Ürdün’de, 1928’de yapılan bâzı tadilâta rağmen Mecelle hükümleri son yıllara kadar mer’iyyette (yürürlükte) kaldı. Mecelle, Suriye'de 1949, Irak'ta 1951, Ürdün'de 1976, Güney Yemen’de de 1992 yılında yürürlükten kaldırılmasına rağmen, bu ülkelerde yeni tedvîn edilen medenî kanunlarda Mecelle'nin izlerini görmek mümkündür. Lübnan'da 1934'de Mecelle'nin ekseri maddeleri mer'iyyetten kaldırılmış olmakla berâber, hâkimler Lübnan mevzuatında çözüm bulamadıkları meselelerde Mecelle'ye bakmakla mükellef kılınmıştır. Filistin'de Mecelle’nin tatbikatı Osmanlı hâkimiyetinde iken başlamış, 1922 senesine kadar devam etmiştir. Daha sonra İngilizler burayı işgâl etmişler, fakat Mecelle’yi yürürlükteki kendi hukukî mevzuatları ile karışık olarak tatbike devam etmişlerdir. Hattâ İsrâil, kurulduktan sonra da Mecelle’yi yürürlükten kaldırmamıştır. İsrâil vatandaşı Müslümanlar'a şer’î mahkemelerde Mecelle tatbik olunur. Bugün Mecelle’nin tesiri Müslüman devletlerden daha çok, İsrâil’de görülür. Bugün İsrâil hukukçularının Osmanlı hukuk sistemini, bilhassa Mecelle’yi iyi bilmeleri gerektiği ve bunların bir çok dâvâ ve meselelerde mürâcaat kaynağı olduğu kanaati hâkimdir. Ayrıca İsrâil Aynî Haklar Kanunu'nun pek çok hükümlerinin de Mecelle ahkâmını ihtiva ettiği bilinmektedir.

G. Snapian, Mecelle’yi Fransızca'ya çevirerek Fransız Medenî Kanunu ile mukaayeseli bir şekilde şerhetmiştir. Çünkü MECELLE, âlemşumûl bir Hukuk anlayışına sâhiptir.

16 Mecelle Kitabı'nın adları şöyledir:

Mukaddime, Kavâid-i Külliye: küllî kâideler, umûmî hukuk prensipleri... İslâm hukuk mantığı ile hâkimlere usûl ve tefsir yönünden tâkip edecekleri yolları göstermektedir. Bunlar, olması gereken, hukuka uygun ve modern hukukun pek çok mücâdeleden sonra varabildiği hükümlerdir.
1-100. Maddeler... Bu 100 madde, bugün dahi hukuk mantığı ve tefsir bakımından günümüz hukukçularına kıymetli bir kaynak teşkil etmektedir. Bunlar Ebu Tâhir Debbas, Debusî, İbn Nüceym ve Muhammed Hâdimi gibi Hanefî mezhebinden büyük İslâm hukukçularının tesbit ederek kitaplarına aldıkları ve eski hukukçuların neredeyse ezbere bildikleri esaslardır
Kitâbu’l-Büyû’: Alış-verişle alâkalı hükümler... Bir mukaddime ile yedi bâbdan teşekkül eder. 101-403. Maddeler
Kitâbu’l-İcâre: Kirâ ve hizmet akdi ile alâkalı hükümler... Bir mukaddime ile sekiz bâbı ihtivâ eder. 404-611. Maddeler
Kitâbu’l-Kefâle: Kefâlet ile alâkalı hükümler... Bir mukaddime ile üç bâbdan meydana gelir. 612-672. Maddeler
Kitâbu’l-Havâle: Havâle ile alâkalı hükümler... Bir mukaddimes ile iki bâbtır. 673-700. Maddeler
Kitâbü’r-Rehn ve Kitâbü’l-Vedîa: Rehin ve vedîa ile alâkalı hükümler... Bir mukaddime ile dört bâbtır. 701-761. Maddeler
Kitâbü’l-Emânât: Emânet ile alâkalı hükümler.... Bir mukaddime ile üç bâbtır. 762-832. Maddeler
Kitâbü’l-Hibe: Bağışlama ile alâkalı hükümler... Bir mukaddime ile iki bâbtır. 833-882. maddeler
Kitâbü’l-Gasb ve’l-İtlâf: Başkasının malını gasbetmek veya telef etmekle alâkalı hükümler... Bir mukaddime ile iki bâba taksim olunmuştur. 883-940. Maddeler
Kitâbu’l-Hacr vel-ikrâh ve’ş-Şufa: Tasarruftan men, zorlama ve şuf’a ile alâkalı hükümler... Bir mukaddime ile üç bâbı ihtiva eder. 941-1044. Maddeler
Kitâbü’ş-Şirket: Ortaklıklarla alâkalı hükümler... Bir mukaddime ile sekiz bâbtır. 1045-1448. Maddeler
Kitâbü’l-Vekâle: Vekâletle alâkalı hükümler... 1449-1530. Maddeler
Kitâbü’s-Sulh vel-İbrâ: Sulh ve ibrâ ile alâkalı hükümler...1531-1571. Maddeler
Kitâbü’l-İkrâr: İkrarla ilgili alâkalı hükümler... Diğer kitaplarda mevcûd olan mukaddime kısmı bu kitapta yoktur. Dört bâb üzerine tedvîn edilmiştir.
1572-1612. Maddeler
Kitâbü’d-Da’vâ: Dâva açma ve dâvâların görülmesi ile alâkalı hükümler... Bir mukaddime ve iki bâbtır. 1612-1675. Maddeler
Kitâbu’l-Beyyinât ve’t-Tahlîf: Deliller ve yeminle alâkalı hükümler... Bir mukaddime ile dört bâbtır. 1676-1783. Maddeler
Kitâbü’l-Kazâ: Hüküm verme ile alâkalı hükümler... Bir mukaddime ile dört bâbı ihtiva eder. 1784-1851. Maddeler

Böylece 1851 maddenin ilk 100 maddesi küllî kaidelerdir. 400 küsur maddesi muhakeme usûllerine,
200 tânesi ticâret hukuku bahislerine âit olup, 1100 civârında madde eşya ve borçlar hukukunu düzenlemektedir.
1792 târihli Prusya Medenî Kanunu 19 bin maddeyi aşkındı.
1804 târihli Code Civile Napoléon (Fransız Medenî Kanunu) 1281;
1866 târihli İtalyan Medenî Kanunu 2147 madde;
1900 târihli Alman Medenî Kanunu 2385 madde;
1907 târihli İsviçre Medeni Kanunu 1228 madde idi.
1926 târihli Türk Kanun-ı Medenî'si 937 maddeden müteşekkildi.

1926’da bâzı değişikliklerle tamâmen tercüme ettirilen İsviçre Medenî Kanunu ile bu kânun içinde yer alan Borçlar Hukuku kabul edilip, yürürlüğe girdi. Böylece 57 seneden beri tatbik edilen Mecelle, tatbikat kanununun; “Kanun-ı medenî ve borçlar kanununa muhâlif olan ahkâm ile Mecelle mülgâdır” diyen 43. maddesiyle mer’iyyetten kaldırılmış oldu. Bununla yalnız Mecelle değil, İslâm Hukuku'nun da kaldırıldığı îlân edilmiş oluyordu.

- Mecelle, İslâm hukukçuların rey ve ictihadlarının bir araya toplanması için yapılan ilk teşebbüstür.
- Mecelle; Garp Hukuku'nun, "celb-i menâfiin def-i mefâside üstünlüğü"ne dayanan ve menfaati öne alan kıymet üstünlüğüne karşı, "def-i mefâsidin celb-i menâfiden evlâ olduğu düşüncesi ile ahlâkı" ön planda tutmaktadır. (30. maddeye bakınız)
- Mecelle, koyduğu hükümlerde dâima bir muvâzene kurmak ve haksız bir menfaat teminine yer vermemek temâyülündedir. [87 ve 88. maddeye bakınız]
-Mecelle'de her mesele teferruatına kadar tanzim edilmiş; bu sâyede ihtilâfların çözümünde ındî ve keyfî takdirlere yer bırakılmamıştır.
- Mecelle, birbirine zıt hiçbir hüküm taşımaz.
- Mecelle, zamanına göre benzerinin vücûda getirilmesi güç bir eserdir.
- Cevdet Paşa’ya ait millî bir tertibi ve sehl-i mümteni denecek kadar parlak bir üslûbu vardır.
- Mecelle'nin maddeleri son derece veciz ve açık yazıldığından tatbikatı rahat olmuştur. Şimdiki dili bozuk, anlaşılmaz kanunlara benzemez.
- Mecelle’nin üslup ve hükümlerindeki vuzuh ve kat’iyet, ona mevzuat arasında müstesnâ bir yer vermiştir.
- Mecelle, İslâm Hukuku'na ve Hanefi mezhebine dayalı, Hukuk Târihi bakımından son derece mühim bir kanundur. Garp hukuk kanunlarıyla orijin olarak doğrudan doğruya bir alâkası yoktur.
- Mecelle, İslâm Hukuku'nda Borçlar ve Medenî Kanun olarak ve son derece sistemli bir şekilde tanzim edilmiş ilk düzenlemedir.
- Mecelle'nin çok esaslı ve kuvvetli bir muhteviyâtı vardır. Bu itibârla Osmanlı Devleti’nin Medenî Kanun ihtiyâcını kolaylıkla karşılamıştır.
- Mecelle'de, her kitabın evveline, o kitaba âit ıstılâh ve tâbirlerin konması, hükümleri anlamayı kolaylaştırmış ve ihtilâfa mahâl burakmamıştır.
- Mecelle’nin misâlleri bol ve târifleri çok bir şekilde hazırlanmış olması büyük bir boşluğu doldurmuş ve mükemmel hizmetler görmüştür. Zirâ büyük İslâm hukukçularının yazdığı ciltler dolusu ve çoğu Arapça olan hukuk kitaplarındaki aslî hükümleri okuyup öğrenmek, Arapça bilmeyen nizamiye mahkemelerindeki hukukçular için çok daha zordu.

MECELLE'nin tümünü her hukukçunun, her Müslüman'ın, hatta her insanın incelemesi gerekir. Kişinin zihnini açar, adâlet duygusunu geliştirir, vicdânını hürleştirir. Ne var ki, Hukuk fakültelerinde İslâm Hukuku ve mecelle okutulmaz!.. Oru bırakın, son dönemde Roma Hukuku bile kaldırılmıştır!.. Niye mi?.. Çünkü Hukuk Târihi iç inde bunlar okutulsa, ikisinin de şimdiki Hıristiyan Batı Hukuku'ndan kat kat üstün olduğu ortaya çıkacaktır. O yüzden yakında Hukuk fakültelerinde Hamurabi kanunlarından daha söz edrlmezse, şaşmayın!..

LEVHİ-İ MAHFUZ konusunda 18.5.1961 târihli Celse'de ve İbni Kemâl Celsesi'nde geniş bilgi vermişiz.

NEFS-İ EMMÂRE , 13.6.1961 târihli Celse'de geniş bilgi vermişiz.

ELEST MECLİSİ hakkında 14.12.1960 târihli Celse'de geniş bilgi vermişiz... Oralardan öğrenilebilir.

Ruhi Selman

selman@journalist.com

---------------------------------------

MECELLE 30. Madde: Def’-i mefâsid celb-i menâfi’den evlâdır. (Kötülüklerin giderilmesi, menfaatlerin elde edilmesinden daha önde gelir.)

MECELLE 87. Madde: Mazarrat menfeat mukaabelesindedir. (Bir şeyden menfaatlenen kimse, o şeyin zararını da yüklenir.)

MECELLE 88. Madde: Külfet ni’mete ve ni’met külfete göredir. (Bir işin külfetini, sıkıntısını kim çekiyorsa; o işten de o nimetlenir. Bir işin nimetini yiyen kimse, o işin zahmetini de çeker.)

- "Ahmed Cevdet Paşa, Mecelle'nin hazırlanmasında önayak olmakla yalnız İslâm Hukuku'na değil,
Dünya Hukuk Hayâtı'na da büyük bir hizmette bulunmuş,
hem kendi adını, hem de hazırladığı bu mükemmel eserin adını ebedîleştirmiştir."
Bernard Lewis

***

  • Önemli Sayfalar:

    - BİR SPİRİTUALİSTİN DÜNYASI - ANA SAYFA
    - BİR TEBLİĞ
    - ÖLÜM VE SONRASI
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 1
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 2
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 3
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 4
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 5
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 6
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 7
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 8
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 9
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 10
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 40
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 41
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 42
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 43
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 44
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 45
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 46
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 47
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 48
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 49
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 50
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 51
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 52
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 53
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 54
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 55
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 56
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 57
    - BİR OBSESYON VAK'ASI
    - ÖTE ÂLEM'DEN ŞİİRLER - 1
    - RÜYÂLAR - 1
    - RÜYÂLAR - 2
    - REİNKARNASYON - 1
    - REİNKARNASYON - 2
    - ANADOLU'DA REİNKARNASYON ŞİİRLERİ
    - İRLANDALI ŞÂİR JAMES CLARENCE MANGAN ANADOLU'DA MI YAŞADI?
    - FİNCAN CELSELERİ - 1
    - FİNCAN CELSELERİ - 2
    - FİNCAN CELSELERİ - 3
    - EKMİNEZİ ÇALIŞMASI
    - RÛHÎ FİLİMLER - 1
    - ENTERESAN RÛHÎ OLAYLAR
    - ERGUN ARIKDAL VE SÂDIKLAR PLÂNI'NI TENKİT
    - BÜLENT ÇORAK VE DÜNYA KARDEŞLİK BİRLİĞİ SAFSATASI
    - CENAP BAŞMAN VE MARON TARİKATI
    - SAPKIN RAEL TARİKATI
    - TRANSANDANTAL MEDİTASYON KANDIRMACASI
    - MELEKLER'DEN MESAJ ALDIĞINI SANAN ŞAŞKINLAR
    - ŞEYTANA TAPAN SATANİSTLER
    - SİRİUS MİSYONU ZIRVALARI
    - KRYON "TEBLİĞ"LERİ VE LEE CARROLL'UN "MEDYUM"LUĞU
    - J. Z. KNIGHT ADLI KADIN MEDYUM ve RAMTHA "TEBLİĞ"LERİ
    - MEDYUM JANİ KİNG VE VARLIK P'TAAH
    - AKHENATON VE KURGU AGARTA "TEBLİĞ"LERİ
    - SILVER BIRCH TEBLİĞLERİ
    - "SÜPER İNSANLIK" DERNEĞİ VE UYDURUK "TEBLİĞ"LER
    - SÂDIKLAR PLÂNI'NI TENKİT - 2
    - KASYOPYA CELSELERİ'NDE ATMASYON, KITIRASYONLAR
    - RA "TEBLİĞ"LERİ
    - HAYÂLÎ ANDROMEDA KONSEYİ
    - VARMIŞ GİBİ YUTTURULAN PLEİADES KONSEYİ
    - HATHOR GEZEGENİNDEN İNANDIRICI OLMAYAN MESAJLAR
    - MEKTUPLAR