BİR SPİRİTUALİSTİN DÜNYASI

ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 12

Bu celsede sizlere tarihe mâlolmuş edebî iki şahsiyeti tanıştıracağız.

Medyum önce Karanlık Tabaka'dan, geri varlıkların bulunduğu yerlerden geçiyor... Karşılaştığı Geri Varlık'la olan irtibâtı ayrı bir sayfada vereceğiz.

Varlık: Hüseyin Siret
Tarih: 8.5.1961
Usül: Hipnoz yoluyla ruhî infisal
Medyum : Ali

Medyum - ... Ayrılmak istiyorum.... Sür'atle çıkıyorum...
İdâreci - Daha sür'atle çıkınız . Ruhlar Âlemi'ne doğru sür'atle çıkınız.
M- ... Burası Ruhlar Âlemi... Nasıl bir yer?
İ- Daha sür'atle çıkınız.
M- ... Korkunç sesler çıkarıyorlar...
İ- Daha sür'atli çıkıyorsunuz.
M- ... Aydınlığa yaklaştım...
İ- Daha sür'atli olarak çıkın.
M- ... Bahar gibi burası...
İ- Sür'atle çıkınız.
M-.... Çıktım... Kokulu mıntıkaya geldim...
İ- Derin derin nefes alınız. Bu kokuyla ciğerlerinizi doldurunuz. Bu kokuyu asla unutmıyacaksınız.
M- Tamam.
İ- Yükselmeniz devam ediyor.
M- ... Birdenbire HÜSEYİN SİRET BEY'in yanına geldim. (1)
İ- Hoş geldiler. Kendileri için dua ediyoruz. ALLAH kabul etsin.
M- ... Edebiyât-ı Cedide yazarlarındanmış...(9) ÖMER HAYYAM'ı nazım hâlinde konuşulan dile çevirmiş...(10)
... Kendisi konuşmıyacakmış... Daha yukarı çıkmamı önlemek için gelmiş...
İ- Acaba niçin daha yukarı çıkmanıza mâni oldular?
M- ... ENİS BEHİÇ BEY çoktan beri konuşmak için bekliyormuş...
İ- Lûtfetsinler öyleyse...

(1) Medyum, Yukarı Tabakalar'da ilk olarak HÜSEYİN SİRET BEY ile karşılaşılmış. Varlık, kendisi hakkında çok kısa bilgi verdikten sonra, konuşmadan ayrılmış. Ama o verdiği bilgileri araştırmak, kendisini tanımak gerekmez mi?.. Tanıyalım, bakalım.

HÜSEYİN SÎRET ÖZSEVER 1872'de İstanbul'da doğdu. S. Mazhar Bey'in oğludur. Aksa­ray’da Taşmekteb’i ve Mülkiye İdâdîsi’ni bitirdi. Mülkiye yüksek kısmını, hastalandığı için bitiremedi. Memur oldu. Sultan II. Abdülhamid'e karşı olduğu için uzun yıllar sürgünde ve yurt dışında kaldı. 1918’den sonra İstanbul'a döndü. Öğretmenlik, Matbuat Umum Müdürlüğü yaptı, 1959'da İstanbul'da vefat etti. Rumelihisarı Mezarlığı'na gömüldü.

Servet-i Fünûn şâirlerindendir. Tevfik Fikret'in tesirinde şiirler yazdı. Dil ve tekniğe önem verdi. Aşk, kadınlar, tabiat, gurbet, âile, özlem temalarını işleyen lirik şiirler yazdı. Son şiirlerinde, hece ölçüsü ve sâde Türkçe ile yazmayı denedi.

Şiir kitapları şunlardır:
1. Leyâl-i Girızân (1909),
2. Bağbozumu (1928),
3. Kıvılcımlı Kül (1937),
4. Kargalar (1939),
5. İki Kaside (1942),
6. Bir Mektubun Cevâbı (1948)
Yeni Yayınlar Mart-1960 sayısında eserlerinin tam listesi vardır.

Bir şiiri:

ADA'DAN DÖNERKEN
Bırakıp gidiyorum Ada'yı ilkteşrinde
Sen yeşil bir kıyısın, ben dalgayım enginde
Gözyaşlarım dolaşır yorulmuş eteğinde.
Ben ağlarım, uzaktan iniltimi dinlersin.

Mevsim yaprak dökümü, hep ağaçlar üşüyor,
Yaprak sanma, her daldan soluk bir ah düşüyor,
Düşünceli dağlara karaltı üşüşüyor.
Yol üstünde böyle geç vakit kimi beklersin?

Baş ucundaki yıldız sönük gece kandilli;
Şu geçen beyaz bulut yaşlı hicran mendilli,
Rüzgâr atmış havaya, onu al da sevgili,
Derdinle ağlayanın gözyaşını silersin.

Sanırsın Derdli İshak Garip öttükçe
Bir kırık dal altından ney üfler hazân gece,
Beyaz atkı omzunda, mehtâb dinler sessizce...
Ayrılık akşamıdır, hazân gibi inlersin...

(1930, Kıvılcımlı Kül)

Burada biraz durup irtibâtı değerlendirelim. Öyle ya, Edebiyât-ı Cedide'den bir zat gelmiş. Edebiyât-ı Cedide, "Yeni Edebiyat" demektir.

Şimdi bırakın bu değerli zâtı yaktından tanımayı, bir tek kitabını bile görmedik, okumadık! Okul kitaplarında bir tek şiiri bile yer almaz!

Bu yüzden geçmişimizden, edebiyatımızdan, sanatımızdan, şiirimizden, romanımızdan, hatta kendi insanlarımızdan habersiz, kopuk bir eğitim görmekteyiz. Ondan sonra da kalkıyoruz, "Şâir yetişmiyor, romancı, edebiyatçı çıkmıyor içimizden" diyoruz. Nasıl çıksın ki?.. Tavuk yumurtadan, yumurta tavuktan çıkar. Biz yumurta görmüyoruz ki, tavuk çıksın. Tavuğu tanımıyoruz ki, yumurta çıksın!

(9) SERVET-İ FÜNÛN Edebiyatçıları, aynı adla çıkan dergide toplanan yazarlardan oluşur. Recâizâde Mahmut Ekrem , Tevfik Fikret bu gruba dâhildi.... Yalnız Varlık "EDEBİYÂT-I CEDİDE" diyor, ama o isim de aynı grubu kastetmek için kullanılır.

(10) Tesbit edemediğimiz husus şudur ki, acaba rahmetli Hüseyin Siret , Ömer Hayyâm'ın Farsça rubâilerini şiir hâlinde Türkçe'ye çevirmiş mi, çevirmemiş mi?... İnternet'te bu konuda hiç bir bilgi yok. Ama Ömer Hayyam'ı nazım olarak çevirenler var Biri Sabahattin Eyüpoğlu... Ondan önce Üsküdarlı Talât Bey var. İbrâhim Alâaddin Gavsu (1922'de), Hüseyin Daniş, İzmirli Doktor Rıfat, Feyzullah Sâcit (1939'da), Vasfi Mâhir Kocatürk (hece vezniyle), Cemâl Yeşil, Rıfat Moralı, Bedril İlhacı, Orhan Veli Kanık, Yahya Kemâl Beyatlı var... Bir kısmı eksik, bir kısmı yayınlanmamış... ve en son Rüştü Şardağ nazım olarak çevirmiş...

Hemen aşağıda ikinci bir edebiyatçı daha geliyor. Onu da tanımıyoruz. Bir ara Türkçe kitaplarında bir-iki şiiri vardı. Şimdikilerde o da yok!.. Üstelik o bir devlet adamı ve Spiritualist!.. Hiç değilse, o açıdan iyice tanıyalım. Ama önce Celse'yi tâkip edelim:


M- ... Minder şeklinde gri bir bulut geldi altıma... Oturttu beni... Kendisi ayakta... Çok nefis manzaralar var etrafta... Etrafıma bakınıyorum...
... Bir taraftan da o bulut hareket ediyor.... ENİS BEHİÇ BEY.... (2)
İ- Muhterem Üstâdımızı hürmele selâmlıyoruz. Kendileri için dua ediyoruz.
M- ... "ALLAH BES," diyerek selâmladı. (3)
İ- Üstâdımızın emirleri var mı?.. Evvelâ lûtfetsinler, sonra bizim ricalarımız olacak.
M- ... Kendisinin önce bana söyliyecekleri varmış.
İ- Lûtfen öyleyse. Yalnız biz de müstefit olalım.
M- ........ Bitti.... "Hizmete hazırım," diyor....
İ- Estağfirullah. Üstâdımıza bir sualim var...
(Bir kaç umûmî sualden sonra)
Üstâdım, siz Öbür Âlem'e intikal etmeden evvel bu İspirtizma ile uğraşıyordunuz. Bir de bu hususta bir kitap yazdınız... Yazdırıldı,
VÂRİDÂT-I SÜLEYMAN diye... (4) Hayatteykenki düşünceleriniz oraya geçtiğiniz andan itibâren aynen kaldı mı, yoksa değişti mi?
V- Ben Dünyâ'da o kitabın sâdece kalemiydim... Hangi eser vardır ki, o eseri yazan kaleme izâfeten "eser" diye adlandırılır?

SÜLEYMAN ÇELEBİ (5) ilk beş sene burada da beni himâyesinde bulundurdu. Burada da kendisinin feyz pınarından kana kana içmeme
müsaade etti. İçmeme, yıkanmama ve serinlememe hizmet etti. Ondan sonra emir geldi. O yerine çekildi, ben de yerime çekildim.

İ- Acaba Üstâdım, oradan bize yeni bir eser yazdırabilecekler mi?
V- Buradaki bütün hareketlerimiz emr-i yevmiyelere bağlıdır. Şimdiye kadar bu şekilde bir emir almadım.
İ- Acaba Üstâdım, bize bir hâtıra olmak üzere yeni bir şiir verirler mi?
V- Burada hiçbir sanatkâr yeniden eser vermez. Eğer mukadderse, başka bir Varlık olarak yeryüzüne indiğinde onun ağzından,
yeni eserler vermeniz mümkündür.
İ- Şimdi efendim, mâdemki oradan yeni bir eser vermek mümkün değil, Süleyman Çelebi'nin size yazdırmış olduğu eser ne oluyor?
Yeni bir eser değil mi?
V- Süleyman Çelebi emir alıp beni fânus hâline sokmuştur. (6) O eser de kendisinin değildir. Vazife taksiminde ona düşen odur.
Ben yeryüzünde seçilmiştim ve ben fânus oldum.
İ- ??? Evet efendim...
V- Çok zaman kaybediyorsunuz.
İ- Efendim, bizi BEDRİ RUHSELMAN'la (7) temas ettirmek imkânı var mı?
V- Hayır.
İ- Acaba neden?... Öğrenmek kastıyla soruyorum.
V- Benim Katımda iki gruba ayrılırız biz... Hizmet Edilenler, Hizmet Ettirilenler.
İ- ??? Evet?
V- Ben "Hizmet Ettirilen" gruba dâhilim.
İ- Bedri Ruhselman sizin Kat'ta mıdır, üstâdım?
V- Bilmiyorum.
İ- Peki efendim. Acaba bizi REMZİ OĞUZ ARIK'la (8) temas ettirmek imkânı var mı?
V- .... Üzülmeyiniz, söylemek zorundayım. Siz söylenenleri anlamıyorsunuz.
M- ... "Ben," diyor, "Hizmet Ettirilenler grubuna dâhilim."
İ- Peki efendim. Şimdi arkadaşların şahsî sualleri var. Müsaade ederseniz, sorsunlar....
(Şahsî suallerden sonra) ...
İ- Muhterem Üstâdım, daha vaktiniz var mı acaba?
M- Onun vakti varmış, Fakat beni tutmak doğru olmazmış.
İ- Acaba Medyumumuz bu akşam diğer Muhterem Varlıklar'la Temas edebilecek mi?
V- Temas çok kolay!.. İnsafsız olmamak lâzım.
İ- Peki, öyleyse. Çok teşekkür ederiz. Dua edelim...
M- ... Gitti...ALLAH BES VE DER HEME AN ZÜLCEMÂL BES!... (3)
İ- Nur içinde yatınız.
M- ... Üşüyorum...
İ- Muhterem Üstadımız gitti mi?
M- Çoktan!..
İ- Peki, öyleyse. Aşağıya doğru ininiz...

Hemen incelemeye başlayalım... Zâten, biliyor musunuz, ben bir Celse yaptıktan sonra incelemeden duramam!.. Hattâ o incelemede en az Celse ânındaki kadar zevk alırım. Çünkü esas öğrenme safhası Celse sonrasındaki incelemedir. Ötekisi loş bir ortamda, çoğu zaman düşünmeye dahi fırsat bulamadan hızla geçer, gider.

(2)1891'de, İstanbul'da doğmuş olan ENİS BEHİÇ KORYÜREK , şâir, öğretmen, diplomat ve bürokrat olarak tanınır. Hece'nin beş şâirinden biridir. Türk denizciliğini şiire sokan şâir olarak bilinir. Türk-Macar dostluğunun gelişmesinde, Gül Baba Türbesi'nin yeniden ziyâretgâh ve müze hâline getirilmesinde büyük hizmetleri geçmiş bir diplomattır. İşçi meselelerine ciddi olarak yaklaşan ve çözüm yolları için kurumlaşma yollarını açan ilk bürokratlardandır. Uzun hizmet yıllarından sonra 1949'da Ankara'da vefat etmiştir.

Babası doktor yarbay İsmail Behiç Bey, annesi Fâika Hanım'dır. İlköğrenimini evde yaptıktan sonra babasının görevi dolayısiyle Selânik ve Üsküp idâdilerinde, ardından İstanbul Lisesi'nde okudu, 1913’te Mülkiye Mektebi'ni birincilikle bitirdi. “Ruhum Şiirlerimde Tecessüm Eder Benim başlığını taşıyan ilk şiirini 19 yaşında iken yayımladı. Kısa bir süre Fecr-i Âti topluluğu içinde yer aldı... FECR-İ ÂTİ , "geleceğin şafağı, gelecekte güneşin doğması" demektir.

“"Nâmık Kemâl'in ruhuna" ithaf ettiği "Vatan Mersiyesi" şiiriyle (ağıt) geniş yankı uyandırdı. Çoğu hamâsî temalar işleyen ve Servet-i Fünûn etkisi taşıyan oniki manzumesi Şehbal'de yayınlandı... SERVET-İ FÜNÛN , "fenlerin, yâni bilim dallarının zenginliği" demektir. Edebiyatçıların bilime verdikleri değeri gösterir.

Şiirin yanı sıra musikîye de meraklı idi. Biraz keman çalıyor, hatta kendi icat ettiği keman-boru karışımı bir müzik âleti kullandığı söyleniyordu. Bir ara aruz veznini alaturka musikînin usûlleri ile birleştirmeye çalıştı. "Musikî Usûllerinin Aruza Tatbiki" başlığı altında üç manzumesi ve konuyla ilgili kuramsal yazıları yayımlandı.

Balkan Savaşı yıllarında Ziya Gökalp'in tavsiyesiyle heceyi benimsedi ve Millî Edebiyat akımına bağlandı. Bu yıllarda onu üne kavuşturan millî duygularla yüklü kahramanlık şiirleri yazdı. Şiirleri Türk Yurdu, Hürriyet-i Fikriye, Donanma, Yeni Mecmua dergilerinde yayımlandı. Denizcilik târihinden aldığı konu ve motiflerle süslediği manzum destanlar ona "Türk denizciliğini şiire sokan şâir" unvânını getirdi. Hece vezni üzerinde çalışarak kimi durak değişikliklerini, bir şiirde çeşitli hece kalıplarını kullanmayı denedi.

Mülkiye’yi bitirdikten sonra Hâriciye Nezâreti'nde görev aldı. Bir süre Bükreş Konsolosluğu’nda (1915) görev yaptı. O dönemde Bükreş başkonsolosu olan şâir Ahmet Hikmet Müftüoğlu’ndan etkilendi. Bükreş’ten sonra görevlendirildiği Budapeşte’de yedi yıl görev yaptı. Türk-Macar dostluğunun pekişmesinde, Gül Baba Türbesi’nin yeniden ziyâretgâh ve müze hâline getirilmesinde büyük hizmetleri oldu. Gabi adlı bir Fransızca öğretmeni ile evlendi, bu evlilikten Hasan ve Argon isimli iki çocuğu oldu. Bükreş ve Budapeşte’de görev yaptığı yıllarda gönül mâceralarını mizâhî bir dille anlatan aşk şiirleri yazan Enis Behiç Bey, Kasım 1919’da yurda döndü.

1927’de ilk kitabı Miras’ı yayınladı. Bu kitapta millî duygulara yönelik şiirler ile aşk ve çapkınlık konularını ele alan manzumelere yer verdi. İlk kitabını yayınladıktan sonra bir suskunluk dönemine girdi, ancak bazı şiirlerini Hayat (1929) ve Varlık (1933) dergilerinde yayımladı. Fransızca, Rumca, Macarca, Bulgarca bilen şâir, çeşitli konularda kitap çevirileri yaptı. Daha sonra Müfide Hanım'la evlendi.

1936’da Ekonomi Bakanlığı İş Dâiresi Reisliği’ne getirildi. İşçi meselelerine ciddî olarak yaklaşan ve çözüm yolları için kurumlaşma yollarını açan ilk bürokratlardan oldu. Bir süre Çalışma Bakanlığı Müsteşarlığı yaptı. 1945 yılında emekli oldu. 1946’da Demokrat Parti Zonguldak milletvekili adayı oldu, fakat seçilemedi.

Seçimlerden sonra kendisine resmî bir görevlerden uzak kalan ve maddî sıkıntı çeken şâir, büyük bir değişim geçirdi; kendisini dine ve tasavvufa verdi. Türkiye'de Bedri Ruhselman'ın öncülük ettiği Ruh Çağırma (İspritizma) Seansları'nı kendi meclisinde uyguladı ve bu Seanslar'da irticâlen aldığı ve söylediği şiirler yakınları tarafından kaydedildi. 18. yüzyılda Trabzon'da yaşamış Çedikçi Süleyman Çelebi adlı bir Mevlevînin Ruhuyla Temas sonucu ortaya çıkan bu dinî ve tasavvufî şiirleri 1949'da "VARİDÂT-I SÜLEYMAN" adıyla kitap olarak yayımladı. Bu konudan daha önce de bahsetmiştik .

Vâridât-ı Süleyman'ın oluşumu hikâyesiyle bütün metinlerin tasavvuf açısından ayrıntılı açıklaması, 1950’de Ömer Fevzi Mardin tarafından 819 sayfalık bir külliyat halinde "Vâridât-ı Süleyman Şerhi" adıyla yayımlanmıştır. Şâirin 1921-1939 arasında yazdığı şiirleri Fethi Tevetoğlu, "Miras ve Güneşin Ölümü" adlı kitapta toplamıştır. (1951)

Kendisini değil ama, muhterem zevcesi Müfide Koryürek Hanım'ı tanımak, vefatına kadar (1977) Ankara Bahçelievler, 1. Cadde'deki evinde ziyâret etmek ve Enis Behiç Bey hakkında, Bezm-i Âli celseleri üzerine hâtıralar dinleme bahtiyarlığına erişmiştim.

Rahmetli Enis Behiç Bey'in Süleyman Çelebi ile nasıl irtibata geçtiği hususundaki bir tevâtürü, 12 Temmuz 2008 tarihli Hürriyet gazetesinde Soner Yalçın naklediyor. Şöyle ki:

Sen gözlerimde bir renk
Kulaklarımda bir ses
Ve içimde bir nefes
Olarak kalacaksın...

Rast makamındaki bu şarkıyı kim bilmez ki?.. Kendisi de bir Spiritualist olan değerli musikîşinas Erol Sayan’ın bestelediği bu şarkının sözleri, şair Enis Behiç Koryürek'e âit.

Ve 1946 yılının bir Ekim günü... Enis Behiç Koryürek'in hayatı değişti.

Ruh Çağırma toplantılarına katılmayı sürekli reddeden Enis Behiç Bey, istemeyerek geldiği bu yeni yapılmış apartman dairesine girdi... Ev sâhibi, Türkiye’deki Ruh Çağırma olayının öncüsü Dr. Bedri Ruhselman idi.

Behiç Bey, önce beş kişilik misâfirlerine "hoş geldiniz" deyip hâl hatır sorduktan sonra; gramofona Paganini’nin "Şeytan Trilleri" taş plağını koydu. Sonra; 12 yaşındayken okuduğu ve hayâtını değiştiren Gayret Kitabevi sahibi Mösyö Garbis’in yayınladığı "Cinlerle Muhabere" kitabından satırlar okudu....Vakit gece yarısını buldu. Perdeler sıkıca kapatıldı, ampuller söndürüldü. Altı kişilik yuvarlak masanın etrafına geçtiler.

Tek bir mum, masanın üzerindeki içinde harfler ve bâzı kelimelerin yazılı olduğu kadife altıgen bir kutu ile büyük bir fincanı aydınlatmaya ancak yetiyordu.

Bedri Ruhselman kısık bir sesle herkesin parmaklarını fincanın üzerine koymasını söyledi. Odada derin bir sessizlik vardı. Ruh Çağırma toplantısı böyle başladı... Birkaç dakika bir şey olmadı. Sonra nereden estiği bilinmeyen hafif bir rüzgár, mumun alevini titretmeye başladı. Fincan sarsıldı. Altıgen kutunun kapağı açıldı; kutudan fırlayan harfler ve kelimeler bazı cümleler oluşturdu!.. (Tabii bu kısım, anlatımın tümü gibi palavra!.. Kutudan harf fırlaması falan yok!.. Masada olsa olsa, bir karton üzerine dizili harfler arasında dolaşan bir fincan vardır!)

Masadakiler telaşla bu cümleleri okumaya çalışırken... şâir Enis Behiç Koryürek gözleri yuvalarından fırlayacak şekilde tavana bakıyordu. Yirmi santim boyundaki bir Mevlevî derviş, başını sol yanına yatırmış, ellerini göğsünde çaprazlamış bir hâlde semâ yapıyordu!.. Enis Behiç Bey, dervişi arkadaşlarına göstermek istedi. Parmağıyla tavanı işâret etti. Arkadaşları hiçbir şey anlamadı... Enis Behiç Bey oturduğu sandalyenin üstüne çıktı; dervişi göstererek "Bakın, bakın!" dedi. Ve düşüp bayıldı. Dervişi onun dışında kimse görmemişti!..

(5) Enis Behiç Koryürek kendine geldikten sonra toplantıya devam edildi. Mevlevî dervişin kim olduğu masanın üzerine yayılmış harfler ve kelimelerle araştırılmaya çalışıldı. Buldular da adını: SÜLEYMAN ÇELEBİ !.

Gelen Ruh'a, mevlid yazarı Süleyman Çelebi olup olmadığını sordular, değildi. Ruh, masadaki harfler ve kelimelerle oynamaya başladı. (Oynama değil, harfler üzerinde gidip gelmeye başlar.) Adı Çedikçi Süleyman Çelebi'ydi; Haliç’in donduğu kış hastalanmış ve iki yıl sonra da memleketi Trabzon’da vefat etmişti. Mezarının üstünde bahçe vardı.

Enis Behiç Koryürek istemeyerek geldiği bu evden, Ruh'un bedenden ayrıldıktan sonra Dünyâ'yı sık sık ziyâret ettiğine inanarak çıktı. O günden sonra hem kendisi, hem şiirleri ve hem de hayâta bakışı tamâmen değişti.

Enis Behiç Koryürek, Çedikçi Süleyman Çelebi ile ilişkisini hiç kesmedi. Şâir ve hâriciyeci arkadaşlarının, çalışmaktan çok yorulduğu, biraz bir hastanede dinlenmesi gerektiği şeklindeki önerilerine kızgınlıkla yanıt verdi. Zamanla eski çevresiyle ilişkileri koptu. Artık mistik şiirler yazıyordu. (O şiirleri kendisi yazmıyor, Süleyman Çelebi'den alıyordu.)

Soner Yalçın desteksiz, hatta işkembeden atmış!.. Rahmetli Enis Behiç ile Bedri Ruhselman merhum karşılaşmışlardır ama, böyle değil!.. Aşağıda İlk celse'yi vereceğiz.. Soner Yalçın fena yazar değildir ama, iyi araştırmadığı konularda palavrası bol oluyor. "Yakup Cemil'in torunuyum" diye gelen birinin anlattığı zırvaları "Teşkilâtın İki Silahşörü" adıyla kitap yapmıştır ki, tümü atmasyondur. O kişi daha önce Aydınlık gazetesine gitmiş, palavracı olduğu anlaşıldığından kapı dışarı edilmişti!... Yalnız Soner Yalçın'ın şu yazdığı doğrudur, kitaptandır:

(4) Şiirlerini "Vâridât-ı Süleyman" adlı kitabında topladı. Kitabın kapağında, "Çedikçi Süleyman Çelebi Ruhundan İlhamlar" yazılıydı. Önsözünde şöyle diyordu:

- "O sözler!.. Edâsı, musikîsi, mânâsı benim tarzımdan bambaşka olan,
fakat bu başkalıkla berâber gene benden bir koku, bir gölge taşıyan o sözler!..
Ömrümde hiç düşünmediğim ve söylemesini aklımdan hiç geçirmediğim o sözler,
içimden, benim içerimin daha içerisinden birdenbire fışkırıp çağlayan bir su gibi,
emeksiz, engelsiz akıyor, akıyordu."

Enis Behiç Bey başka bir "âleme" geçmişti.

Soner Yalçın bundan sonra Arusî Şeyhi Ömer Fevzi Mardin'in, Enis Behiç Koryürek için "peygamber" dediğini yazıyor ki, doğrudur. Mardin öyle yazmıştır ama, elbette ki ne Enis Bey peygamberdir, ne de Süleyman Çelebi bir melek!.. Bu sâdece bir Rûhî İrtibat'tır. Enis Behiç Koryürek tek Ruhiyatçı yazar, şâir değildir. Ahmet Hamdi Tanpınar "Saatleri Ayarlama Enstitüsü" romanında ve "Rüyâlar" hikâyesinde Ruhlar'dan bahseder. Peyâmi Safa ve Âsım Us ta konuyla ilgilenmişlerdir. Bu kişilerin eserler hakkında çok değerli bir araştırma vardır.

(3) Süleyman Çelebi, Celse'de Hâzirûn'u, "ALLAH BES VE DER HEME AN ZÜLCEMÂL BES!..." Farsça cümlesiyle selâmlardı. Bu ifâde "ALLAH yeter, her zaman O'nun Cemâl'i yeter" demektir. KUR'AN-I KERİM'deki, "ALLAH kuluna yetmez mi?" (Zümer Sûresi, 38. Âyet) ifâdesine atıftır.

(6) FÂNUS, daha önce başka bir sayfada belirttiğimiz gibi, "medyum" demektir.

(8) REMZİ OĞUZ ARIK ile kurulan irtibatı ve sohbeti daha önce yayımlamıştık.

(7) Herkes bilir ki, BEDRİ RUHSELMAN Türkiye'de Spiritualizm'in düzenli başlayışının timsâlidir.

Kuzey Kafkasya'da yaşayan Çerkes'lerin Şapsığ kabilesindendir. 1898 yılında doğmuştur. Babası Cemalettin efendi, Annesi Safiye hanımdır. Çocukluğunun ilk yıllarıyla ilgili bir geçmiş yaşamı hatırlama olayından, "Çocukluğumun hangi zamanında başladığını bilemediğim, 4-5 yaşıma kadar beni tâkip eden bu hâtıranın o zamanki canlı tesirlerini hâlâ az çok duyabiliyorum" diye Ruh ve Kâinat kitabında bahseder. Dokuz yaşındayken keman derslerine başlar. On iki yaşına geldiğinde, yıllar sonra anlatacağı bir olay gerçekleşir. Gayret Kitabevi’nin sahibi Mösyö Garbis’in “Cinlerle Muhabere" kitabını edinir. Fakat elbette ulu orta yerde okuyamayacağı bu eseri herkesten gizli okumaya başlar, en çok da babasından gizler. Çünkü babası Ruhselman’ın bu tür merakını sezmiş ve hiç hoşlanmamıştır. Annesi de anlattığı konuları uydurduğunu düşünerek Ruhselman’ı bunları uydurmaması için ikaz etmektedir. Oysa tavan arasında ilk celse denemelerini gerçekleştirdiğinde bundan kimsenin haberi yoktur. Âilesinin tek istediği onun ‘normal’ bir çocuk olmasıdır.

Bu mösyö Garbis'i ben de tanımış ve ilk kitabım "Spiritualizm Ansiklopedisi"ni ondan satın almıştım.

Bedri Ruhselman, günün birinde bir kitap okurken, ölen insanların mezar acısı duydukları aklına takılıverir. Kafasına takılan soruların peşini bırakmak istemeyen Ruhselman, çevrelerinden birinin ölmesini fırsat bilerek mezarlığa gider. Derdi, kabir azâbını araştırmaktır. Mezarlıkta sabahlar ve ilk araştırmalarını yapar.

Bedri Ruhselman 15 yaşına geldiğinde ise babası artık durumu kabul etmek zorunda kalmıştır. Babasının ve bâzı arkadaşlarının önünde ilk celselerini yapar. Bu celselerde Birinci Dünya Savaşı haberi verilir. Aynen iletildiği gibi 1914’te, Birinci Dünya Savaşı çıkar. Savaşın çıkmasıyla âilesi, Ruhselman’ı bir denizaltı ile İstanbul’a gönderir. Artık lise eğitimini Kabataş Lisesi’nde sürdürecektir. 1916’da Kabataş Lisesi’nin ardından Tıbbiye’ye adım atan Ruhselman’ın âilesi de İstanbul’a gelmiştir. Hayâtını belirleyecek bir durum da bu dönemde yaşanır: Yine tesâdüfi şekilde, Ruhselman, “Hakikat-ı Muhammediye” kitabını okur. Kitapta ilgisini çekense cennetin ayrıntılı olarak anlatılması olur. Gözüne bir not ilişir: ‘Cennette en üst sırada şehitler olacaktır.’ Ruhselman büyük bir coşkuyla asker olmayı kafasına koyduğu gibi şehit olmayı da arzu etmektedir. En sonunda çâreyi Çanakkale Savaşı'na katılmakta bulur. Zaman kaybetmeden askerlik şubesinin yolunu tutar. Kaydolur ama, çevresindekiler tıbbı bıraktığı için lâf etmesinler diye ağzını açmaz. Kendi sırrıdır. Sonraki gün Ruhselman’ın kafası rahat, ruhu şenken ve tüm şenşakrak haliyle Bâb-ı Âli yokuşunu arşınlarken; bir kahvenin önündeki tahta sedirde oturmuş bir adamın gazete okuduğunu gözüne ilişir. Adamın önünden öylesine geçip giderken, deli bir rüzgâr çıkar. Gazetenin arka sayfası açılır!.. Sanki bir ilânı Ruhselman’a göstermek derdindedir rüzgâr… İlânda ne var, diye baktığında, Aksaray semtindeki bir falcının, geleceği okuduğu, şâşâalı cümlelerle anlatılmaktadır. Ruhselman "Var bunda bir hikmet!" diyerek falcının yolunu tutar bu sefer… Bir an önce savaşa gidip şehit olmayı planlayan Ruhselman, tıbbiyeyi bırakmasının mantığını soracaktır ve en nihâyetinde şehit olup olmayacağını merak etmektedir.

Aksaray’a falcının yanına geldiğinde Ruhselman’ı bir odaya alırlar. Saatlerce bekler, çok sıkılır, ne gelen vardır, ne de giden… Nasıl bir iştir, nasıl bir falcıdır; tam kendiyle dalga geçildiğini düşündüğü sırada, çok yaşlı, sakallı, ölmek üzere olan bir ihtiyar, bastonuyla gelir, Ruhselman’ın karşısında dikiliverir ve birden bağırmaya başlar:

- “Cerrahın oğlu, cerrahın oğlu, ne cenneti? Deli misin sen? Cennete gideceğin yok!
Sen bu işten vazgeç ve tahsilini tamamla! Haydi kalk, yıkıl karşımdan!”

Bedri Ruhselman şaşkın; kalkar, çıkar... Sonra yüzbaşı olan dayısı Ruhselman’ı alır ve o dönemde subayların sohbet ettiği, Sirkeci’deki Meserret Kahvehânesi'ne götürür. Kahvede hoş bir muhabbet vardır: Oradaki birkaç subayla berâber, ne yapabilecekleri hakkında fikir yürütürler. Masada bu konuşma devam ederken, yine enteresan bir durum olur. İleriki masadaki sarışın bir subay konuşmalara kulak misâfiri olmuştur. Sohbete katılıp konu hakkında yardımcı olup olamıyacağını sorar.

Dayısı dertli dertli olanları aktarır ve çâresiz kalakaldıklarını iletir. Sarışın subay dinler, başını sallar ve genç Ruhselman’a dönerek şu öğüdü verir:

- “Oğlum, duyguların mühim ve saygı duyulacak türden. Vatan için ölmek onurdur fakat sen çok küçüksün ve tıbbiyeyi kazanmışsın.
Tamam, milletimizin askere ihtiyâcı olduğu âşikârdır lakin bizim mektep yüzü görmüşe de ihtiyacımız var. Savaşta insan bir kere ölür,
vatana yararı bu olur. Lâkin okumuş bir insan hayattayken, milletine her gün hizmet sunar. Sen de eğitimini hemen bitir
ve vatana böyle hizmet sun!”

Ardından cebinden bir kart uzatır. Üzerine bir şeyler karalar ve “Bunu Savaş Bakanlığı'ndaki şu isme iletin ve Ruhselman’ın adını da sildirin,” der.

Bu ilginç karşılaşmada dayı ve yeğen memnuniyetle kartı alırlar. Kâğıtta -o zamanlar pek de tanıdık olmayan- şu isim yer almaktadır: Miralay Mustafa Kemâl.... Âilesinin sonradan aktardığı röportajlarda, bu olay Ruhselman‘ı çok ama çok duygulandırmıştır.

1920’de Ruhselman, Tıp Fakültesi'nin dördüncü sınıfına devam ederken keman dersleri hiç bırakmamıştır. Okuldaki hocalarından da onu destekleyenler çoktur. Adlî Tıp hocası Saim Ali Bey, onun müzikteki yeteneğini çok övmektedir. Müzik tutkusu daha ağır geldiğinden, Ruhselman Tıbbiye'yi bırakmaya karar verir. Amacı, Avrupa’da müzik eğitimi almaktır. Lâkin bunun için parası da yoktur. Ne var ki, bir çâre bulunur. Kadıköy Bostancı’da oturan Mısırlı bir prenses, Ruhselman’a sponsor olmayı kabul eder ve böylece mâlî sorunları çözümlenir.

Nihâyet 1920’de tam istediği gibi, Dr. Bedri Ruhselman Prag’tadır. Konservatuarın ardından, “Meister Schule”nin/ Virtüöz Okulu'nun sınavlarında ter döker ve elbette burada da başarı kazanır. Son sınıfın ikinci dönemine kadar bu okulu sürdürür. Oldukça emin adımlarla ilerleyerek, keman dalında virtüözlük derecesine tırmanışını tamamlar.

Bedri Ruhselman, Prag’daki müzik eğitimi esnasında tanıştığı bir üstattan, Ruhçuluk konusundaki ilk öğretileri alır. Ki, bunlar sonradan çok kıymetli olacaktır. Ayrıca bununla bitmez metapsişik araştırmalara da hayâtına girer. Fransızca, Almanca ve biraz da İngilizce okuyabilmenin sunduğu yararlar vardır: Teorik Ruhçuluğu dünya literatüründen çok iyi takip edebilmektedir, hem o dönemde böylesi bir tâkibin ikinci ismi de yoktur.

Allan Kardec , Gustave Geley , Charles Richet , Leon Denis gibi Spiritualizim üstatlarının n kaleme aldığı kitaplarını en ince ayrıntısına kadar özümser. Teoriden yola çıkarak pratiğin merdivenlerini inşaa eder ve kitaplardan okuduklarını hayata geçirir.Hipnotizma uygulamaya başlar.

Tekrar Türkiye’ye gelen Ruhselman, bir süre (1926 ile 1935 yıllarında) Anadolu’nun çeşitli şehirlerinde müzik öğretmenliği yapar. Ruhselman’ın son konseri İzmir Erkek Muallim Mektebi’nde gerçekleşmiştir. Paganini’nin “Şeytan Trilleri” adlı eserini çalarken, hayâtına iz bırakacak olay şöyle yaşanır. Eserin ortasında dinleyicilerden bir çocuğun elindeki balon birdenbire havalanır. Dinleyiciler de şaşkınlık içindedir. Ruhselman da!.. Ne dinleyicilerde, ne de Ruhselman’da konserin devâmı için konsantrasyon kalmıştır. Bütün dinleyiciler konseri dinlemeyi bırakıp, büyük bir merakla balonu takibe başlar. Bu olay üzerine Ruhselman eseri bitirmez, çıkar gider, kemanını dolabına koyar; konserlere son verir. Sonra tutkun olduğu müziği 1934’de bırakarak, Tıp Fakültesi'ne döner. Dördüncü sınıftan ayrıldığı okuluna ikinci sınıftan devam eder.

Bir yandan son hızla Dr. Bedri Ruhselman spiritüel kaynakları okumayı sürdürmektedir.

Ruhsal âlemle ilk değerli iletişim şu şekilde gerçekleşir: 1936’da tanınmış müzikolog Hüseyin Sadettin Arel’in medyumluğu ile önemli ve üstün bilgiler almaya başlar. Gelen, kendisini “Üstad” adıyla tanıtan bedensiz bir varlıktır. Bu ad ruhiyatçıları öyle etkiler ki, celselerde gelen varlıklara hep "Üstat" diye hitap etmeye başlarlar. Bu derece yüksek bir ruhsal âlem ile doğrudan temas kuran dünyada bu dönemde, bildiğimiz kadarıyla sâdece Bedri Ruhselman’dır. Bu yüksek öğretilerle, Dr. Bedri Ruhselman‘ın gelecekteki bilgi çalışmalarının ayaklarının kökleri oldukça derinlere atılmıştır. Tam tamına 20 celse devam eden bilgi bağlantısının ardından, Üstad adlı bedensiz varlık, "Bu irtibatın devâmı, uzunca bir zaman sonra olacaktır.” diyecektir ve tam da dediği gibi epey bir zaman sonra, 11 yıl sonra iletişim devam edecektir. Zamanla Dr. Ruhselman, öğretilerin analizini gerçekleştirdiği gibi, Neo-Spiritualizm'in temelini atar.

Bedri Ruhselman, Neo-Spiritüalizm prensipleriyle ülkemizde, Ruhiyat ve metapsişik biliminin tanınmasını sağlayan kişidir. Neo-Spiritualizm'in kendinden önceki Spiritualizm'den farkı, işi falcılıktan ve eğlenciden çıkarıp, ilmî bir araştırma sahâsı hâline getirmesidir. Ama maalesef, ne Türkiye'de, ne de dünyâda Spiritualist geçinenler bu gerçeği kavramamışlardır.

Bedri Bey bu alanda yeni bir ekol kurar. "Ruh ve Kainat" adlı kitabında bütün ruhsal konular tek tek işler. Ruh ve Kainat, Türkiye’de reinkarnasyon alanında çıkan ilk bilimsel kitap ünvanını taşımaktadır. 1950’de bastırır. Taksim Sıraselviler’de, Billurcu Çıkmazı’nda bulunan harap bir yeri düzenleyerek kullanmaya başlar. Dr. Sevil Akay , Avukat Suat Plevne , Muammer Bayurgil ve Nurettin Özmen’dir. Ardından, Dr. Bedri Ruhselman 1951’de "Allah" adlı kitabını baskıya verir. Enerjisi bitip tükenmeyen üstad, bu sırada Ankara’da yayınlanan, Turgut Akkaş'ın çıkardığı “İç Varlık” adlı dergiye makaleler kaleme almaktadır. Metapsişik Tetkikler ve İlmi Araştırmalar Derneği, Uluslararası Spiritüalizm Ruhçuluk Federasyonu’na üye kabul edilerek onurlandırılır. Stockholm’de Uluslararası Spiritüalizm Kongresi gerçekleştiği sırada, Dr. Ruhselman bu kongreye, ilginç bir rapor sunar. Bu rapor ki, adından çok söz ettirecektir: 61 sayfalık rapor “Medyomluğun ve Ruhların Dünyamızdakilerle Görüşme ve Münasebetlerinin Neo-Spiritüalizma Görüşü ile İlmi İzâhı” adını taşır. Kongrede on beş millet vardır ve içinde Dr. Ruhselman sâyesinde Türkiye’de yer almıştır. Rapor tüm dünyada yankı uyandırmış ve birçok kaynağa referans olmuştur. Tesadüfler birbirini takip eder ve Dr. Bedri Ruhselman‘a, Londra’daki Uluslararası Spiritüalizm Federasyonu Başkanı Hitchcock’tan, hayranlık dolu bir mektup iletilir. Dr. Bedri Ruhselman’ın raporu hakkında olumlu görüşlerini paylaşan Hitchcock, düşüncelerini Ruhselman’la paylaşma isteği duymuştur. Muhteşem rapor, Medyomluk adıyla Türkçe olarak da raflarda yer almıştır. Ruhselman’ın çalışkanlığı bununla bitmez, 1952’de Ruh ve Kainat adlı bir dergi yayınlamaya başlar. Ancak dergi maddi sorunlar nedeniyle sadece 18 sayı çıkar. (Bu dergiler de ciltli olarak bende bulunmaktadır.)

Aynı yıl RUHLAR ARASINDA yayınlanır. Sonra önemli bir eseri olarak görülen, "Mukadderat ve İcabat’ı" 1953’te yayınlar.

Bedri Ruhselman devamlı çabası sonucunda diğer varlıklardan farklı bilgiler almaya başlar. Bu varlıklardan bazıları adları şöyledir: “Kadri”, “Mustafa Molla”, “Şihap”, “Kemâl Yolcusu”... Bu isimler birçok yapıtında da yer almaktadır. Derlemiş olduğu bu bilgiler için, “Bu, hiçbir zaman benim kitaplarım değil, Yukarı’nın eseridir,” demekten de geri kalmamıştır.

Bedri Ruhselman. 1960 yılı Şubat ayında vefat etmiştir. ALLAH gani gani rahmet eylesin.

Ne anlatıyorduk?.. Ha, Soner Yalçın'ın sözde Bedri Bey'in katıldığı Enis Behiç Bey'in ilk celsesinden bahsetmiştik. Bakın, eşi Müfide Koryürek ağzından ilk celse nasıl cereyan etmiş:

- “Yanılmıyorsam 1946-1947 yıllarıydı. Ankara’daydık. Bir gece Enis’in eski arkadaşları ziyaretimize geldiler. İçlerinde Avukat Suat Plevne, Savcı Kemal Bora ve eşi, Tâhir Sebük, Sinan Onbulak, Evkaf Umum Müdürü Şevki Bey, eski vâliler, eski Temyiz Reisi gibi seçkin kimseler vardı. Gecenin bir vaktinde, misâfirler, şu gördüğünüz masanın etrafında toplandılar. Ruh çağıracaklarını söylediler. Masanın etrafında Enis’ten başka herkes vardı. Enis bu dâveti kabul etmiyor, işi ciddiye almıyor, arkadaşlarıyla eğleniyordu. Çünkü Enis o zaman ruha inanmıyordu. ‘Günün birinde otlar gibi çürüyüp gideceğiz’ diyordu. Arkadaşları ısrarla kendisini masaya çağırdılar ve ‘mâdemki biz bu akşam senin misâfirin olarak buradayız, öyle ise bizi kırmayacaksın ve parmağını şu fincana uzatacaksın’ dediler. Enis nezâketen bu teklifi kabul etti. Masaya oturdu ve emre uydu. Bir usûl içerisinde ruh çağrıldı. Ve biraz sonra fincan, bir dâire üzerinde harfler arasında dolaşmaya başladı. Enis’in katıldığı toplantıda alınan ilk tebliğ şudur:

Ben aşk-ı ilâhî ile yandım da uyandım,
Her zerre rimâdımla mükerrer yine yandım.

Anladık ki gelen ruh, bir şâire âittir. Üstelik aruzla yazılmaktadır. Bu, Çedikçi Süleyman Çelebi’nin ruhuydu. Enis, bu tebliğden sonra birdenbire değişiverdi.”

Bizim elimizde gazeteci SELÂHATTİN ŞAR'ın 1966 yılında bir gazetede tefrika ettiği "Büyük Ruh olayları" başlığı altında anlattığı "Ankara'da Bir Mucize" bölümü var. Bir gazeteden kesip saklamışım. Ama gazetenin adını almayı düşünmemişim... Yazar isimleri kodlamış, herhalde o târihte hayatta oldukları ve izin almadığı için... Naklediyorum:

Şimdi okurlarımızla birlikte Koryürek'in Ankara Atatürk Bulvarı'ndaki 257 numaralı Yağcı Apartmanı'na girelim...
Takvimlerin 1 Ocak 1947 yılını gösterdiği gecenin saat onbiri...
Salon seçkin dâvetlilerle dolu... Bunlar arasında Devlet teşkilâtında önemli mevkilerde görev almış yüksek derecedeki memurlar da var...
Bir yandan servis yapılırken, bir yandan da sohbet devam ediyor.

Bir kısım misâfirler Jean Dufy'nin tablosu etrafında tartışıyorlar... Söz resim sanatından açılmış, klâsik çağdan, empresyonistlere kadar bütün ünlülere değinilmiş, Renoir'ler, Betiçelli'ler, Van Gogh'lar, Memet'ler dile getirilmiş... Bir başka grup da diğer bir odada toplanmışlar, parçalar dinliyorlar... Thibo'dan, Menenin ve Heyfas'den...

Misâfirlerden biri yüksek sesle onlarla şakalaştı:

- "Hey, uykucular!.. Bırakın şu ninni plâklarını da, gidin evinizde uyuyun, daha iyi!
Ben sizin yerinizde olsam, senfonik müzik dinlerim, konçerto yerine!"

Bir başka orta yaşlı erkek de,

- "Haydi," diyordu, "Beziğe bir kişi lâzım. Kim gelecek benimle?"

Evsâhibi Enis Behiç Bey ve eşi Müfide Hanım sık sık her grubun yanında dolaşıyordu. Enis Behiç Bey etrâfa espriler yağdırıyordu. Ankara'nın en şık giyinen adamı, son yılların politik olaylarına da karışmıştı. Demokrat Parti'nin kurucularındandı. O görününce söz Tek Parti Devri'nin baskı olaylarına, Cumhurbaşkanı'nın tutumuna, Dörtlü Takrir'den sonraki gelişmelere, atanmalara, görevden uzaklaştırmalara dökülüyodu.

Vakit hayli ilerlemiş olmasına rağmen, Enis Behiç Bey ve eşi uzun süre ortalarda görünmemişti. Durumu merak edenler sordular. Müfide Koryürek'in kardeşi nâzik bir sesle,

- "Efendim, onlar arka salondalar. Sessizlik içindeler. Gidip görmediniz mi?"

Hazır bulunanlardan biri,

- "Sessizlik içinde mi dediniz?.. Bunu anlıyamadık. Acaba neden? " diye sordu.
- "Bâzı misâfirlerimiz ruh tecrübesi yapıyorlar, efendim... İçerde fincanlar konuldu, kaldırıldı. Masalar çekildi.
Gelen ruhlara sorular soruldu. Enis Bey de aralarında."

Doktor S.R. atıldı,

- "İşte buna hayret ettim doğrusu!.. Herşey hatırıma gelirdi ama, Müsteşar Bey'in ruh deneyi için masaya oturacağı,
fincanlarla yazı yazacağı gelmezdi!"

Fakat bu sırada bütün dikkatleri üzerine çeken bir haber verildi. Bir dâvetli diğer salondan âdeta koşarak gelmiş ve,

- "Koşun, dostlarım!" diye bağırmıştı. "Acele içeri gelin. Olağaüstü bir olay!.. Şimdiye kadar işitip de iinanmadığım
Suat Bey'le Enis Bey büyük bir ruhla karşılaştılar. Konuşuyorlar. Fakat rica ederim, sessiz olalım!"

Bayan İ.Ö. ,

- "Ah, ne kadar ilginç bulurum böyle deneyleri!.. Aman gidelim, çocuklar, ne olursunuz, hadi!"

Şaşkınlığı, Bayan T.'nin de konuşmasını arttırmıştı. O da içerde olup bitenleri anlatırken heyecanını gizliyemiyordu.

- "Şu anda karşılıklı olarak ruhla konuşuyor Enis Bey... Fakat asıl hayret ettiğim şey,
insanın aklından geçen sorulara da cevap veriyor bu ruh."
- "Toplantıda kimler var?"
- "Suat Bey ve eşi, M.A. Bey ve eşi, Kompozitör J. M. Bey, Bayan K., Enis Bey ve Müfide Hanım... ve daha bir çok misâfirler."

Ortalığı birden bir sessizlek kapladı. Çok geçmeden bütün ev halkı ve dâvet katılanlar Enis Behiç'le Suat Plevne'nin ruha sorular sordukları odayı doldurdular. Bir kısmı da gürültü olmasın diye kapıda duruyordu. Suat Plevne sorulara devam etmekteydi. Olay irtibat kurulduktan sonra şöyle gelişmişti:

SP- Efendim, kimsiniz? Lûtfen isminizi söyler misiniz?
Varlık- Ben Süleyman Çelebi.
SP- Mevlid-i Şerif müellifi mi?
V- Hayır...
Ben aşk-ı ilâhî ile yandım da uyandım,
Her zerre rimâdımla mükerrer yine yandım.

SP- Siz gerçekten Mevlevî Çelebi misiniz?
V- Beli, eyvallah!.
SP- Siz Enis Bey'in hâmi ruhu musunuz?
V- Onun koruyucusu HAK.

Konuşma devam ederken, hazır bulunanlardan da soru sormak isteyenler çoğalmıştı. Bir hanım Suat Bey'in eşine işâret ediyor ve kendisinin de soracakları olduğunu anlatmaya çalışıyordu.

SP- Mevlevî Çelebi olduğunuz anlaşıldı. Yaşadığınız ve irtihal eylediğiniz târihleri söyler misiniz?
V- 1112'de ALLAH'ı buldum.
SP- Nerede vefat ettiniz?
V- Trabzon.
SP- Kabriniz var mı? Neresindedir?
V- Şimdi kabrim bahçedir.
Çok zamandan beri çektiğim işkencedir.

O sırada Müfide Koryürek kalktı yerinden. Koltukta oturmakta olan eşinin yanına sokuldu. Tam ruh hakkında ondan bir şey soracaktı... Birden Süleyman Çelebi konuştu:

V- ALLAH'ı düşün, sağlık sükûnettedir.

Müfide Hanım olduğu yerde bir heyecan geçirdi. Ruh kendi sormak istediği soruya cevap veriyordu!.. Ama işin asıl önemli olan yanı, sağlığı hakkında daha bir kelime bile söylemeden! Henüz düşünce hâlinde iken, cevap vermişti onun sorusuna Süleyman Çelebi.

Beri yanda kompozitör J. M., himâyesinde bulunan bir genç kız hakkında birşeyler öğrenmek istemişti ruhtan. J.M.'nin koruyup yetişmesine yardım ettiği kız, öğretmen okulundan henüz diploma almıştı. Okul idâresi daha önce kur'a çekerek onun Rize'ye gideceğini kendisine bildirmişti. Fakat bu kur'adan memnun olmamıştı, kızın çevresinde bulunanlar... İşte Kompozitör J.M. de, Süleyman Çelebi'ye bu hususta başvuruyordu. Durumu Suat Pilevne'ye henüz arlatmaya başlamıştı ki, ruh birden kesti onların konuşmasını ve,

V- "Hakkı her ne ise, onu kabul etmeli," dedi.

Bu son cevap az süre sonra salonda birden bir heyecan çalkantısı meydana getirdi. Olay hazır bulunanların bir çoğu tarafından sevinçle karşılandı, amma misâfirler arasında korku geçirenler de olmadı değil!.. Bâzı hanımlar oturum sonuçlanır sonuçlanmaz hemen kalktılar. Her biri ayrı bir bahâne ileri sürdü. Bir anda hizmetçiler o yana, bu yana koşuşturdu. Kadınların ekserisi kendilerini kapıya kadar geçiren Müfide Hanım'la öpüşmeyi dahi unuttular. Bir misâfir Hanım böyle birden kalkışlarının sebebini çok başka bir şeye bağladı ve Müfide Hanım'a dedi ki,

- "Siz dışarı çıktığınız sırada, ruhun Bayan Leylâ'ya verdiği cevâbı duymalıydınız.
- "Bayan Leylâ acaba ne sordu ruhtan?"
- "Onun ne sormak istediğini bilemem. Yalnız sizin arkanızdan o da Enis Bey'e yaklaştı. Herhalde onun da öğrenmek istediği birşey vardı.
Fakat onu derhal oradan uzaklaştırdı Süleyman Çelebi."
- "Hayret doğrusu!.. Acaba Çelebi ne söyledi kendisine?"
- "Abdestini tâzele! Beni falcı sanma!"

Bayan Koryürek hiç beklemediği bir cevapla karşılaşmıştı. Salona döndüğü zaman, orada seçkin bir topluluğun sessiz, fakat huzur verici yüzlerini gördü.. Enis Bey ve Suat Bey öylece dalgın ve vecd içinde duruyorlardı. Bir misâfir de Farsça gelen iki mısraın anlamını hemen çözümliyerek toplulukta bulunanlara okudu. Daha sonra Çelebi'nin Bayan Leylâ'ya söylediği söz tartışıldı. Bu konu görüşülürken, hazır bulunanlardan birinin eşi çözdü problemi. Bayan Leylâ, ruhun uyarıcı sert hitâbından sonra yerine oturmuş ve yanındaki hanım arkadaşlardan birine gerçeği duyurmak mecburiyetini hissetmişti:

- "Çelebi'nin çıkışması yersiz değil!:. ben bu toplantıya 'mâzur' olarak gelmiştim."

Hatırlarsanız, bizim celselerde de bâzı Varlıklar celseye "temiz, abdestli" gelinmesini istemişlerdi.. E, Bakan'ın, Başbakan'ın huzuruna traşsız, saçları dağınık, üstünüz başınız çamurlu çıkmıyorsunuz. Bir Muhterem ve Mânevî Varlığın huzuruna da aynı itinâ ile çıkmak gerekir.

O gece misâfirlerin çoğu birbiri arkasından gittiler. Süleyman Çelebi ile yapılan konuşma bütün kâlp ve kafaları doldurmuştu. Ev biraz daha sâkinleşince, daha sonra Yârân-ı Hak adını alan dost grubu bir süre sohbete devam etti. Toplantıdan en son ayrılanlar Suat Plevne ve eşi oldu... Daha sonra bir çok aydın 1 Ocak 1947 gecesi cereyan eden ruh hâdisesi üzerine görüşlerini belirttiler.

Bu şekilde ancak 4-5 sayfasını naklettiğimiz Selâhattin Şar'ın "Büyük Ruh Olayları", 170 sayfa devam etmiş... Sanırım, bir Ankara gazetesinde idi. Ama hangisi olduğunu hatırlamıyorum.

Fincan Celseleri bir süre devam eder. sonra yazı ile tebliğ alınır, nihâyet bir gün Süleyman Çelebi,

- Kelâma gel, Fânus!

diyerek ona kalemi bıraktırır ve transa giren Enis Behiç Bey bundan sonraki tebliğleri konuşarak dile getirmeye başlar. Şiirlerdeki üslûp, vezin, kelimeler Enis Behiç Bey'in şiirlerinden ve yazdığı temalardan farklıdır.

Merhum Süleyman Çelebi, "medyum" mânâsında, Enis Behiç Bey'e "Fânus" diye hitap ederdi. FÂNUS , "bir ışığın üstüne konmuş cam veya billûr mahfazadır. Süleyman Çelebi'ye göre, Nûr'un içine dolup dışarıya aydınlık saçtığı fâni kâlptir, böylece Rûh'un verdiği ilham ile yazan veya söyleyen medyum tabiatlı insandır.

ÇEDİKÇİ SÜLEYMAN ÇELEBİ'yi Enis Behiç Bey "Vâridât-ı Süleyman" kitabının başında şöyle anlatır:

- "“Hicretin 1109’uncu yılının sonlarına doğru azgınlaşan karakış o kadar şiddetini arttırdı ki, Haliç’in suları buz tuttu. 1110’uncu yıl girdiği zaman, İstanbul’un evlerinde, tekkelerinde kaynatılmağa başlanan aşûre kazanlarını karıştıran eller donuyordu. Hele Üsküdar’daki keskin ve aralıksız ayazdan ciğerler kavruluyor, göğüsler tıkanıyordu…"

- "Câmilerde, dergâhlarda toplanıp yüreklerindeki imân ateşiyle ısınan ve o mübârek ateşten canlarını tâzeliyen halkın ‘veli’ gözüyle gördüğü Çedikçi Süleyman Çelebi kaç günlerdir görünmemişti. Ona bağlananlar üzüntü ve merak içindeydiler."

- "Pek solgun saz benizli, nârin minkârî bir burunla mânâlanmış armûdî çehresini çerçeleyen hafif kırçıl sakallı, koyu kestâne rengi dolgun kaşlar altında süzgün, âdeta şaka eder gibi gülümseyen gözleriyle, baktığı insanın gönlüne ferahlık veren, ve bu bakışı derinlere geçince ruha ılık ve nurânî bir ürperiş getiren Çedikçi Süleyman Çelebi, hikmet ve muhabbet dağıtan aziz bir Mevlevî idi. O'ndan ilâhî bir feyz almak, yahut üzüntü veya kuruntularla sislenmiş ruhlarını imân ve ümid ile aydınlatmak isteyerek çırpınanlar, sükûn ve temkîne kavuşmak için, pervâneler gibi O’na koşarlar, derinlerden ışık saçarak varlıklarını saran sesini içerler, bu halâvetli ve mûnis, heybetli sesin gönüllerine döktüğü Kelâm ve Mânâ çağlayanında yıkanıp arınırlar, ve ‘nûra varup nur alırlar.’ Bâzı nasipliler de 'Fermân-ı Kibriyâ ile aks-ül Cemâl'e nâil olup, bizzat nur olurlar'dı... Ne mutlu o kullara ki, O'nun 'söz' kevserinden mest olup, O'na bağlı kalırlardı! O, 'Bize bağlanan çözülmez, kopar,' derdi. Ve kim ondan koparak uzak düşerse, gittikçe katranlanıp kütükleşirdi."

- "İşte bu mübârek Süleyman Çelebi'nin fâni varlığı o yılın buzlu rüzgârlariyle hırpalanıp yatağa serilmişti. Onun için ortalıkta görünmüyordu." - " Bâzen ateşler içinde cesedi yanmakla berâber, iç varlığına Tanrı Bağı'dan esen bir nesîm ile kendini Şems-i Tebrizî'ye ve Mevlâna'ya ulaşmış bulur, o zaman 'nây-ı elemzâd'ını alır ve üflerdi:"

-

"Nağme-ii nây-i elemzâd'dan ilham aluruz
Yâni ilhâm-ı hüdâ-dad'dan ilham aluruz"

- "Sonra, kendi nağmesinin, bulunduğu hücreden bir kaç kere devredip, 'semâ' edip, gene Mevlâna'ya, oradan da Mevlâ'ya uçtuğunu hissedince, gözlerini açar, dört yanına bakarak:"

-

Nây huşk-üü, çôb huşk-üü, hûşk poost, (ney kuru, değnek kuru, post kuru)
Ez gücâ mî âyed-in âvâz-ı doost?" (Bu dost sesi de nereden geliyor?)

- "derdi. Ve bu beyt ile Mesnevî'nin billûrdan dökme şiir merdiveninde yüksele yüksele Zât-ül Meânî'ye erişmek için vecde girer, dalar giderdi."

- "“O kış böyle geçti. Yaz gelince, Çedikçi, biraz canlanıp, Lâhût yoluna koşan ayacıklarına çediklerini giydi. Tatlı bir morlukla patlicânî renkte harmânisini omuzlarına attı. İçinden bir ses ona: 'Doğduğun yere git!" demişti."

- "Bindiği yelkenli Üsküdar önünden kanatlarını gererek Boğaziçi'ne doğru uzaklaşırken, kıyılarda öbek öbek toplanıp yaşlı gözlerle O’nun ardından bakan ve okudukları ‘Gülbank’ın âhenk zinciriyle ruhlarını O’na bağlı tutan “yârân”ı, gemi gözden silininceye kadar öylece kaldılar… Ve sonra, ellerini göğüslerinde kavuşturup başlarını önlerine iğerek, kendi gönül hücrelerine döndüler…"

- "Çedikçi Süleyman Çelebi Trabzon’a gitti."

- "Karadeniz’de bir yelkenli ile yazın yolculuk güzeldir amma, çok uzun sürüp arasıra da çalkantılı geçtiği için, Çelebi gibi nâzik bir fânîyi elbette biraz yorar. Sonra, Trabzon’un iklimi de rutubetlidir; o kıyılardan fışkıran koyu yeşillikler, hep rutubetten hayat alırlar, sislerle gelişip serpilirler… Süleyman Çelebi’nin üflediği nâye can veren ciğerleri ise bu iklimden faydalanamaz; ot değil ki yeşersin!..Sis, nem ona zehirdir." - "O, doğduğu yere cesedini götürmüştü; rûhunu da orada Sâhibi’ne teslim edecekti…"

- "Fânî dünya ışıklarından cesed gözlerinin ilk kamaşdığı Trabzon’da, bir sonbahar günü, akşam ezanları okunurken, derin bir göğüs geçirme ile: “Allaaah!” dedi, ve dâima gülümseyerek bakan gözlerini artık büsbütün yumdu… (Hicrî Sene 1112, Milâdî 1734)

- "Fânî ışıklar, ki ebediyet nûru karşısında birer ateş böceği kadar bile tutunamazlar, Çelebi için silinip bittiler. O, şimdi cesedinin küçülmüş külçesini Trabzon yeşilliklerinin altına bırakmakla rûhunu, sonsuz âlemlerin Ulular Ulusu olan rûhuna bir sönmez çerağ halinde kavuşturdu:"

-

“Rûh sığmaz cesedin mahbesine, pür-heyecan,
Kalamaz şevk-ı Hüdâ maddede mahsûr gibi”

- "diyen o değil mi? İşte ona bu sözleri söyleten Ulular Ulusu’na elbette ki döndü. Çünkü;

-

“Encâm-ü intihâsı miyâhın Deniz’ledir.”

- "O günden beridir, cesed, Trabzon’un nemli toprakları altında yatıyor…”

- "Artık Çedikçi Süleyman Çelebi’yi bilen, anan kalmadı! Hiçbir kitapta, hiçbir kâğıt parçası üzerinde O’nu bize bildiren birkaç satır olsun bulunmuyor… Zaten araştıran, saçmış olduğu hikmet ve muhabbetin eserlerini arayıp soran nereden olsun? Gitti… Bitti… Mezarı bile dümdüz oldu… Kayboldu. Ve nihâyet, bütün o alanda geniş bir bahçe yapıldı. Şimdi, insanlar geliyor, geziyor, dolaşıyor, oturuyorlar… Belki ben de, Trabzon’a gittiğim vakit, tam O’nun mezarının üstünde oturdum!... Kim bilir, kim bilir? Ah, ölüm, sen bizi cesedlerimizden ayırmakla yok mu ediyorsun?.."

- "Hayır, hayır! Yok olmuyoruz, yok olamayız, ve yok olmamalıyız! Süleyman da yok olmadı.. O, ”

-

"Biz âb-ı câvidân içerek bulmuşuz bekaa
Varsın gubâra munkalib olsun izâmımız!"

- "diyor...Demek ki O, gene var!.. Hep var, ve var olacak!.. Zirâ O, sonsuzlukları kapsayan asıl O'ya varmış!.. O'nunla bir olmuştur!.. Sonsuz O ile bir olan, bir daha bizlere gelir, kendini tekrar hissettirir ve sesini duyurur mu?

- "Evet, gelir! Kendini hissettirir ve sesini de duyurur!.. Hatta... hatta görünür bile!.. "

Rahmetli Enis Behiç Koryürek, merhum Süleyman Çelebi ile irtibâtını da şöyle anlatır.

- "İşte ben O'nunla tanıştım... Dost oldum. Hem de Nasıl!.. O 'ben' oldu, ben 'O' oldum! O kadar kaynaştık ki, bugüne değin insanların görüp bildiklerinden başka bir şey kabul etmek istemiyen aklım -Ah, o kendini bilmez, ve bilmediği için gururdan kurtulamaz olan budala aklım!- O'nu ilk önce 'ben' sandı!.. O'nun sözleri için 'kendi sözlerim' demek istedim."

- "Çünkü o sözler!.. Edâsı, musikîsi, mânâsı benim tarzımdan bambaşka olan, fakat bu başkalıkla berâber gene benden bir koku, bir gölge taşıyan o sözler!.. Ömrümde hiç düşünmediğim ve söylemesini aklımdan hiç geçirmediğim o sözler, içimden, benim içerimin daha içerisinden birdenbire fışkırıp çağlayan bir su gibi, emeksiz, engelsiz akıyor, akıyordu. Bu, âdetâ bir 'irtical' mûcizesi idi!"

- "Bu çağlayan, (finican tahtasında) tek tek harflerin ardı ardına doğmasıyla yazı şeklinde, ve sonraları doğrudan doğruya kendi ağzımdan seslenen esrarlı bir 'Kelâm' hâlinde taşıp dökülüyordu!"

- "İlk sözü şu oldu:"

-

"Ben Aşk-ı İlâhî ile yandım da uyandım,
Her zerre rimâdımla mükerrer, yine yandım! "

- "Allaahım, Allaahım!.. Sana binlerce hamdolsun!.. Şâirliğimin yıllardan beri kurumuş, yanmış dur çölünde. bu kaynağı, nasıl, en ummadığım anda, ruhumun derinliğinden dışarı taşırdın?"

-

"Nidâ sâz-ı dil tellerinden gelür,
En içten gelür, en derinden gelür!"

- "Benim kendimden haberim yokmuş, ey Tanrı!.. Bunları ben söylüyorsam, niçin söylemezden evvel ne söyliyeceğimi bilmiyorum?.. Ve birdenbire ben bunları nasıl söylüyorum?.. Yok, eğer ben söylemiyorsam, benim sesimi kim benden habersiz kullanıyor?.. Ve benim ağzımla kim konuşuyor?..."

-

"Vardır derûnun içre senin, senden ayrı 'Sen',
Ol senden ayrı 'Sen' kim ola?.. Bilmedin mi: 'Ben'!.."

- ",,, 'Ben' kim?.. 'Sen' kim?... Bu bir 'Ayrılık' mı, yoksa bir 'Birlik' midir?.. Ve aslında 'Ayrılık' ne, ve 'Birlik' nedir?"

-

"Fikret şu ayn-ü gayr oluşun sırr-ı vahdetin"

diyor Süleyman Çelebi. Daha başlangıçta,

-

"Senlik de yoktur, benlik de bizde,
Zerrât-ı âbız bir tek denizde!"

- "beyti ile bu meseleyi kesip atmamış mıydı?.. "

- "Süleyman Çelebi bana nasıl geldi?.. O'nunla nasıl kaynaştım?.. Bu gelişin, bu kaynaşmanın ve içimden ansızın biz 'söz pınarı'nın çağlayışının canlı şâhitleri var. Bu zatların adlarını, adreslerini buraya geçirsem, ne çıkacak?... Onlara birer birer sorsanız, ne diyecekler ki?.. Zâten insanlık 'Ruh' için kesin bir şey söyliyebilmiş midir?.. Ve neden cesetlerimizden ayrıca ebedî kalan Rûh'u tasdik edici sözleri hep inkâra meylederek, dâima hayâtı madde yönünden açıklayan bir söz söylenmesini bekleyenler var?.. Yoksa, 'cesed'in fâniliği ile yetinerek bugünkü dış varlığımızın dağılıp kaybolması, bunlara hoş mu geliyor?.. "

-

"Bırakınız safsata-ü felsefeyi!
Aklınız dolduramaz bir kefeyi.
Sırr-ı Hilkat dolu diger kefede,
Olamaz ölçü onaa felsefede!"

- "Atalar sözü der ki, 'Söyliyene bakma, söyletene bak!' Fakat bence ilkin 'söylenen'e bak!.. Söylenen senin kâlbinde de yankılanıyorsa, 'söyleten'i düşün!.. O'nu düşünmek, O'na yönelmektir!.. Hatta O'na varmak, O'nu bulmaktır! Akıl, sonsuzluğu içine sığdıramaz!.. Amma Gönül sonsuzluğu ve Sonsuzluğun Sâhibi olanı da içine alır!"

- "Ah, söz, söz!.. Her .bir kelimesi ile ve bu kelimelerin yanyana dizilişiyle sözün kesin birşey ifâde ettiğini sanmamalı. Aynı sözü ben şurada kullanırım, başka şey demiş olurum. Sen burada söylersin, bambaşka bir maksat anlatırsın.

- "Haydi, mâdemki bugün çoğumuz cesetlerimizi öz malımız, esas benliğimiz sanmaktayız, ve böyleca güyâ 'pozitivist olduk' diye övünmekte ve avunmaktayız, VÂRİDÂT-I SÜLEYMAN için de ben sizlere o 'cesed şâiri' saydığımız NEDİM'i örnek tutayım. O demişti ki,

-

"Yok bu şehr içree senin vasfettiğin dilber, Nedim,
Bir perî-sûret görünmüş, bir hayâl olmuş sana!"

- "Ben de ona uyarak diyorum ki,"

-

"Yok bu maddiyyette ilham aldığın Mürşid, Enis,
Bir Velî-sûret görünmüş , bir 'nasib' olmuş sana!"

Ekliyeceğimiz husus şudur: Enis Behiç’in Çedikçi Süleyman Çelebi’nin kabrinin “Mezarı bile dümdüz oldu… Kayboldu, ” dediği mezarlık, 1930’lu yılların sonunda, sanmıyoruz ama, iddiaya göre Mustafa Kemâl’in tâlimatı ve Umûmî Müfettiş Tahsin Uzer’in emriyle yıkılıp, “Atapark”a dönüştürülen İmâret Mezarlığı’dır... Mezarlığı kendi adıyla park yaptırmak, rahmetli ATATÜRK'ün mizâcına uymaz!..

İşte böyle... Size daha önce naklettiğimiz celseler de hep böyle heyecanlı bir ortamda cereyan etmişti. Tabii hepsinden aynı yüksek seviyede TEBLİĞ alındığı söylenemez. Çedikçi Süleyman Çelebi tarzı tebliğler nâdirattandır.

Ruhi Selman

selman@journalist.com

***

  • Önemli Sayfalar:

    - BİR SPİRİTUALİSTİN DÜNYASI - ANA SAYFA
    - BİR TEBLİĞ
    - ÖLÜM VE SONRASI
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 1
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 2
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 3
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 4
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 5
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 6
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 7
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 8
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 9
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 10
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 11
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 13
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 14
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 15
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 16
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 17
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 18
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 19
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 20
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 21
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 22
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 23
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 24
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 25
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 26
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 27
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 28
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 29
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 30
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 31
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 32
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 33
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 34
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 35
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 36
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 37
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 38
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 39
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 40
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 41
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 42
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 43
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 44
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 45
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 46
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 47
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 48
    - ÖTE ÂLEM'DEN ŞİİRLER - 1
    - RÜYÂLAR - 1
    - RÜYÂLAR - 2
    - REİNKARNASYON - 1
    - REİNKARNASYON - 2
    - ANADOLU'DA REİNKARNASYON ŞİİRLERİ
    - İRLANDALI ŞÂİR JAMES CLARENCE MANGAN ANADOLU'DA MI YAŞADI?
    - FİNCAN CELSELERİ - 1
    - FİNCAN CELSELERİ - 2
    - FİNCAN CELSELERİ - 3
    - EKMİNEZİ ÇALIŞMASI
    - RÛHÎ FİLİMLER - 1
    - ENTERESAN RÛHÎ OLAYLAR
    - ERGUN ARIKDAL VE SÂDIKLAR PLÂNI'NI TENKİT
    - BÜLENT ÇORAK VE DÜNYA KARDEŞLİK BİRLİĞİ SAFSATASI
    - CENAP BAŞMAN VE MARON TARİKATI
    - SAPKIN RAEL TARİKATI
    - TRANSANDANTAL MEDİTASYON KANDIRMACASI
    - MELEKLER'DEN MESAJ ALDIĞINI SANAN ŞAŞKINLAR
    - ŞEYTANA TAPAN SATANİSTLER
    - SİRİUS MİSYONU ZIRVALARI
    - KADIN HAKKINDA BİR TEBLİĞ
    - SILVER BIRCH TEBLİĞLERİ
    - MEKTUPLAR