ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 26
Bu sefer bir Geri Varlık ile, sonra da iki Muhterem din ve tasavvuf ehli Varlık ile kurulan irtibatı nakledeceğiz.
Varlık : İplikçizâde Nâzım, Sadreddin Konevî,
Mehmet Vehbi Hâdimî
Medyum- ..... Karanlık'tayım...
Tarih : 28.7.1961
Usûl : Hipnoz yoluyla rûhî infisâl
Medyum: Ali
İdâreci- Sür'atle geçiniz.
M- ... Yol kapandı... İPLİKÇİZÂDE NÂZIM.... Yalnız Karanlık'ta bir çift göz görüyorum...
Kimisi Yukarda.... Kimisi Aşağıda...
Yalnız gözlerini görüyorum... Bağırıyor!...
İ- Sizden ne istiyor?
M- ... Rahm-i İlâhî!... Rahm-i İlâhî!.. Köyceğiz karyerinde 1341 yılında ölmüş...
Öz yeğenini iğfâl etmiş... (8)
İ- Dünyâ'da ne cezâ vermişler?
M- ... Bir ses geldi... Yolumdan çekiliyor...
İ- Sür'atle yükseliniz.
M- ... Sür'at ve yavaşlık ne senin elinde, ne benim elimde...
Çok rahatım... Aydınlığa çıktım...
İ- Yükselmeye devam ediniz.
M-.... Ohh!... Koku...
İ- Bol bol nefes alarak ciğerlerinizi doldurunuz.
M- ... Çıkıyorum..... Oturdum...
İ- Burada hissettiklerinizi lûtfen bize söyleyiniz.
M- ... Tanıyorum... Sağ tarafım çok berrak bir su... Diğer tarafım yeşillik içinde... Tepem
renkli...
... Sesler duyuyorum... Tekbir sesleri... Çok uzaklardan bir kalabalık ... bir
duman geliyor...
...Tekbir sesleri ve duman gittikçe yaklaşıyor... Duman bir duruyor... Bir
ilerliyor... Çok yaklaştı... Bulut sanki...
İçinde gövdeleşmiş şekilleri görüyorum...
...Devam ediyor tekbir sesleri... Ayağa kalkmak istiyorum... kalkamıyorum...
Tepemin üstünde renkli bulut gibi ... bir şemsiye gibi bir şey duruyor... Muallâkta...
... Çok yakınıma geldiler... Önümdeki bulut dağıldı... Beyazlara sarınmış bedenler
görüyorum... Ayaklarına kadar kapatılmış...
... Birisi yavaş yavaş ilerliyor... Arkasında da birisi var... Elini bir ağzına bir göğsüne
götürüyor...
... Bembeyaz saçları, uzun sakalları var... Çok güzel yüzleri var... Dişleri de bembeyaz... Tebessüm ediyor...
... Çok yaklaştı... Kalkmak istediğimi anladı, eliyle, "Otur, otur" diye işâret ediyor...
... SADRETTİN KONEVÎ ... (1) ... MEHMET VEHBİ HÂDİMÎ ... (2)
İ- Kendileri için dua edelim.
Varlık - ... Talep var mı da, dua etmek istedi?
İ- Nur içinde yatsınlar.
V- Gözlerinden perde kalksın da, nurla sen hemhâl ol!..
İ- Muhterem üstâdımı biz tanımıyoruz. Kendi hayatları hakkında bize mâlûmat versinler.
Hangi devirde yaşamış, hangi devirde ölmüşler? Bize lûtfen bildirsinler.
V- Önce öldüm, en son talebe oldum. Merkadim, bakiyem Konya'dadır. İplikçi Medresesi
müderrislerindendim.
Kâbet-ül Uşşak'ın hâdimi olamadan Fenâ'dan Bekaa'ya gittim. Burada
Efendim'in tilmizliğine kabul olundum.
İ- ??? Evet, efendim.
V- Kâbet-ül Uşşak, ve edhılnel cennete dâres selâm Makamı...(7) Âşıkların Kâbesi
efendimiz Mevlâna'nın
muvakkat durağı...
Zavallı câhil dehrinin mâhileri!.. Sizler câhil dehrinin mâhilerisiniz!
VEYSEL KARÂNÎ (3) hiç oılmazsa büyük aşkı için
çölde yürümesini biliyordu. Siz onu da
bilmiyorsunuz. Tıpkı Veysel Karânî'nin develeri gibi çekilen yere gitmektesiniz.
Ama hörgüc-ü mânevîyenizde gıda olmadığı için!... Ben SADRETTİN-Î KONEVÎ ...
İ- Daha yüksek sesle.
V- Arkamda 741 sene sonra yanımıza gelen MEHMET VEHBİ HÂDİMÎ... Hâdimli
Mehmet Vehbi... HAKAAYIK-I KUR'ANİYE müellifi...
İ- ??? Anlaşılmadı. Medyumumuz lûtfen yüksek sesle tekrarlasın.
V- Sen boyundan aşkın işlerle uğraşacağına aşık oyna!.. MEHMET VEHBİ HÂDİMÎ...
HAKAAYIK-I KUR'ANİYE müellifi... (6)
Son Şer'iye Vekili... Taam yemesini bilmeyenler sofraya oturmasınlar!
İ- ??? Nâfi Bey diyorlar ki, "Şer'iye Vekili'nden kasıt Şeyhülislâm mıdır?"
V- Hükûmet-i Milliye'nin Heyet-i Vekilesi arasında Şer'iye Vekili vardır.
İ- ??? Zamanı, târih olarak söylerler mi?
V- Şer'iye Vekilliği 1920, 23 Nisanı'nda kuruldu. 1924, Temmuz 17'de lağvedildi. (4)
Yerine Diyânet İşleri Reisliği ihdas edildi...
Va Hay vah!.. Va Hay vah!..
İ- Dinimizde reform şart mıdır, değil midir?
V- Elfâz-ı efrenciyeyi bırak ta, cehl-i mürekkeplikten uzaklaş da, ana dilinle
tekellüm et!..
İ- Muzaffer Hanım, "Bugünkü gençliğimiz tam dinî bilgi ile yetişmemiştir. Ve bunu da
ahlâk zayıflığına bağlıyorlar.
Acaba istenilen şekilde dinde bir yenilik olup ta, bütün gençlik bunu
öğrenebilecek mi?" diye soruyorlar.
V- Eliniz kesilmeden acısını duyabilir misiniz?.. Gök, yer için yaratılmıştır;
yer, gök için değil!.. Ama gökle yerin irtibâtını katlederseniz,
gök tepenize yıkılır!..
DİN VÂSITADIR, MAKSUT DEĞİLDİR!.. BU İHTİYÂCI DUYMANIZ DAHİ İNDALLAH'TA
MAKBÛLDÜR!..
YIKANIN!.. YIKANIN!... YIKANIN!..
İ- Kur'an-ı Kerim'in Türkçeleşmesi hakkında bize bir fikir verebilir misiniz? Bu hususta
birçok münâkaşalar var.
V- Tefsirimin birinci cildinin 14. sayfasından, kendine benziyen birisine değil; akıllı
ârifînden birisine okut, cevâbını görürsün! (5)
İ- Bize bu hususta tavsiyeleriniz var mı?
V- Ârif olun!.. Sâlih olun!.. Makbûl olun!.. Biz HAK hizmetkârları, hizmete âmâdeyiz.
İ- Biz sizlerle konuşacak kadar kültürümüz olmadığı için, ancak sizleri dinliyoruz.
Lûtfedin.
V- Haddini bilmek, ârifliğin ilk şartıdır... Kim dedi, bizlerle konuşabilirsin diye?..
Ben daha kendimin ne olduğunu bilmiyorum!
Biz HAK hizmetkârları, hizmete hazırız. Âb-ı mânevîye kavuşamamaktan mütevellit
bağrı yanıklara, taslar dolusu âb-ı mânevî
sunmaya hazırız... Kendin işe yaramıyorsun, bırak, gölge etme!..
İ- Muzaffer Hanım zihnen soruyorlar.
V- ...Elbette!.. Elbette!.. Elbette!.. Ancak hakkının istimâli, hakkının hududunu aşmaman
lâzım! Aksi halde hüsran olur...
Elbette!.. Elbette!.. Elbette!..
İ- Türkân Hanım soruyorlar, efendim.
V- DİKENLİ YOLDA YÜRÜYEN, AYAĞINA SAĞLAM ÇARIK GİYER.
İ- Nâfi Bey soruyor.
V- ... ŞÜPHE, İBLİSİN EN YAKIN DOSTU VE SİLÂHIDIR. Onu kendine mâletme!
İ- Fatma Hanım soruyorlar.
V-... AYAK YORULURSA, KABAHAT BAŞTADIR... Fenâ hazlarını ânında tepememek,
altında servetler olduğunu tahayyül,
sukût-u hayâlin başlangıcıdır.
İ- Aysel Hanım soruyorlar, efendim.
V- ... Derbederliğe lüzum yok. Vahdet!..
İ- Sordular, efendim.
V- ... HÂLİK'in kendisine bahşettiği elması, âdi camları kesmekte kullanmasın!
İ- Şimdi ikinci suali isoruyorlar.
V- ... Bilgi yolundan gitmek, HÂLİK'in çizdiği yoldan gitmektir. O yoldan ayrılırsan,
mekânın uçurumdur!..
İ- Ben soruyorum, efendim.
V- ... Karnın doymuyorsa, kabahat taamda değil, midededir.
İ- Medyum'umuzun Amerika işi...
V- ... İniyorum...
İ- Peki, efendim.
Ne enteresan, ama ziyan edilmiş bir Celse, değil mi?... İki çok Muhterem ve Bilgili Varlık gelmiş, ikisinden de yeterince istifâde edilmemiş, değerleri anlaşılamamış. Tabii gelenler onlar ise!.. Bunu ancak Celse incelemesinden sonra bilebiliriz.
Şahsî sualleri veriyoruz... İki sebebi var... Birincisi, Medyum gerçekten bir Telepati ustası... Zihnen sorulan soruları alıyor, Varlığa iletiyor, bâzen iki şeyi birden düşünenleri farkedip ikaz ediyor, Varlıktan gelen cevaplar da soruyu soranı tatmin ettiği gibi, bize de ışık tutuyor. Onun için naklediyoruz. İkinci sebebi bu!
(1) SADREDDİN-İ KONEVÎ
1210 yılında doğmuştur.
Doğum yeri tam bilinmemekte, ancak Malatya olarak rivâyet edilmektedir. Sadreddin Konevî,
babasının Selçuklular döneminde önemli görevlerde bulunan Mecidüddin İshak isminde üst
düzey bir devlet memuru olduğu, Sadreddin daha küçükken babasının öldüğü
ve annesinin de
ünlü sûfî ve filozof Muhyiddin İbn El-Arabî ile evlendiği rivâyet edilmektedir. Sadreddin, Konya'da
yerleştiği ve ününü orada yaptığı için "Konevî" diye anılır.
Sadreddin, ilk din ve tasavvuf bilgilerini üvey babası Muhyiddin ibn El-Arabî'den aldı. Bir ara Şam'a giderek devletin önemli din adamları ve sûfîleri ile görüştü. Özellikle Evhadüddin Kirmânî'nin Sadreddin üzerinde etkisi oldu. Maddî durumunun çok iyi olması nedeniyle Konya'daki din ve bilim adamlarını sık sık evinde toplayarak, o yıllarda Doğu'nun en önemli kültür merkezlerinden biri olan bu şehirde özel bir akademi oluşturdu. Nasîrüddin Tûsî ile de önemli felsefî nitelikli mektuplaşmalarda bulundu, eserler verdi. 1274 yılında Konya'da vefat etti. Kabri oradadır. Bu hususta celsede verilen bilgi doğrudur.
Sadreddin Konevî'nin felsefesi temelde ilm-i ilâhî ya da bâzılarına göre metafiziktir. İbn El-Arabî gibi o da vahdet-i vücut fikrine bağlıdır, ancak bunun açıklanmasında Arabi'den ayrılır. Ona göre Tanrı düşüncesi insanlarda öncelikle öznel olarak meydana gelir ve daha sonra nesnel ya da ontolojik bir nitelik kazanır. Tûsî ile mektuplaşmalarının da ana tartışma ekseni bu konudur. Sadreddin Konevî, bu mektuplaşmalarda, Allah'ın akıl yoluyla bilineceği düşüncesini reddetmekte, Allah'ın hakikatinin yalnızca kendisi tarafından bilineceğini öne sürerek, filozofların tezlerini reddetmektedir.
Allah'ın özü ve esas nitelikli insan için her zaman bilinmez olarak kalacaktır. Sonsuzluk, sonlu bir bilgiyle bilinemez. ALLAH, Mutlak Varlık ve Birlik'tir. Dolayısıyla Allah hakkında herhangi bir kesin yargıya varmak mümkün değildir. Ona verilecek varlık düzeyinde tek uygun isim, Varlık Nuru (Nur-ül-Vücud)'dur. Allah'nın Varlığı her zaman mutlak özü ile birlikte düşünülmelidir, ancak insan bunu gerçekleştiremez. Bu sebeblerden Allah hakkındaki kanıtlama girişimleri de yerinde değildir. Ne fizik, ne de mantık temelli Tanrı açıklamaları açık ve kabul edilebilirdir. Ama insan Allah'ın isimlerini ve sıfatlarını düşünmeli, bunlar aracılığıyla bilgisindeki aczi azaltmaya çalışmalıdır. Allah, isimleri ve sıfatları (esma'ül-hüsna) dolayısıyla bilinebilirdir yalnız. Asıl özü ise bilinmeden kalır.
Böylece Tûsî'nin aksine Allah Konevî'ye göre, zorunlu Varlık olarak ileri sürülemez. Konevî ile Tûsî arasında mektuplaşmalarla yürütülen ana tartışma konusu bu olmakla birlikte, her ikisinin de sistematik sonuçlara vardıkları söylenemez.
Konevî, tasavvufi görüşlerinde tamâmen İslâm'a bağlı kalmıştır. Dâima delillerini Kur'an, hadis ve eski sûfîlerin sözlerinden vermiştir. Böylece tasavvufî görüşle İslâmın savunucusu olmuştur.
Sadreddin Konevî, İslâm Tasavvufu'nun en tartışmalı ekollarından biri olan Vahdet-i Vücud'a mensuptur. Üvey babası ve aynı zamanda Vahdet-i Vücud'ün büyük sözcülerinden olan Muhyiddin Arabî'nin talebeliğini yapmış ve eserlerini şerh etmiştir. Ayrıca Vahdet-i Vücud'u felsefi kavramlarla izah eden, kimi belirsizlikleri açıklığa kavuşturan bir kişi olduğundan da son yıllarda gerek İslam ülkelerinde gerekse Batı ülkelerinde Vahdet-i Vücud üzerine çalışan akademisyen ve araştırmacılar tarafından tanınmakta ve eserlerinin kaynakçalarında yer almaktadır. Türk olmasına karşın eserlerini Arapça kaleme almış olduğundan uzun yıllar sadece Arapça bilenlerin istifadesine sunulan eserleri, İz yayıncılık tarafından yapılan çevirilerle günümüz okuyucuları tarafından da yararlanılabilmektedir. Onun eserleri Anadolu'da Türk-İslam kültürünün yayılmasında etkili olmuştur. Bu bakımdan Konevî'nin Türk-İslâm felsefesinde özel bir yeri ve değeri vardır.Nihat Keklik'in "Sadreddin Konevî'nin Felsefesinde ALLAH, Kâinat ve İnsan" adlı nefis bir eseri vardır. Biz inceledik. Tavsiye ederiz.
Eserleri:
- En-Nusûs fî Tahkîki Tavri'l-mahsûs (Vahdet-i Vücûd ve Esasları)
- Miftâh-u Gaybi'l-Cem ve'l-Vücûd (Tasavvuf Metafiziği)
- En-Nefehâtü'l-İlâhiyye (İlâhî Nefhalar)
- El-Fükûk fî Esrâı Müstenidâti Hikemi'l-Fusûs (Fusûsü'l-Hikem'in Sırları)
- Şerh-i Hadis-i Erbaîn (Kırk Hadis Şerhi)
- El-Mürâselât (Yazışmalar)
- İcâzü'l-beyân fî Te'vîli'l-ümmi’l-Kur’ân (Fâtiha Sûresi Tefsiri)
- Şerh-u Esmâillâhi'l-Hüsnâ (Esmâ-i Hüsnâ Şerhi)
- Tebsıratü'l-Mübtedî ve Tezkiretü'l-Müntehî (Mârifet Yolcusuna Kılavuz)
KÂBET-ÜL UŞŞAK, Hz. Mevlâna'nın Konya'daki türbesidir. Orası aynı zamanda mevlevî
âyinlerinin yapıldığı yerdi.
MEVLÂNÂ CELÂLEDDİN-İ
RUMÎ'yi herkes duymuştur ama,
bilenlerin müsâmahasına sığınarak çok genel bilgileri nakledelim. 30 Eylül 1207'de Horasan
diyârının Belh bölgesinde, Afganistan sınırları içinde kalan Vahş kasabasında doğmuştur.
Annesi, Belh Emiri Rükneddin'in kızı Mümine Hâtun; babaannesi, Harezmşahlar hânedânından
Fars Prensesi, Melîke-i Cihan Emetullah Sultan'dır. Babası, "Âlimlerin Sultânı" ünvânı ile
tanınmış, Muhammed Bahâeddin Veled; büyükbabası, Ahmed Hatîbî oğlu Hüseyin Hatîbî'dir.
Babasına Sultân-ül Ulemâ ünvânının verilmesini kaynaklar Türk gelenekleri ile açıklamaktadır.
Etnik kökeni tartışmalı olup; Fars, Tâcik veya Türk olduğu yönünde görüşler mevcuttur.
"Efendimiz" anlamındaki "Mevlânâ" ünvânı, onu yüceltmek maksadıyla söylenmiştir. Varlık da
ondan "Efendimiz" diye bahsetmektedir.
Celâleddin, babası Bahaeddin Veled'le birlikte Moğol istilâsı sebebiyle 1212'de Belh'ten ayrılıp Konya'ya gelmiştir. 1232 yılında Konya'ya gelen Seyyid Burhaneddin-i Muhakkık-ı Tirmîzi'in mânevî terbiyesi altına girmiş ve 9 yıl ona hizmet etmiştir. Halep ve Şam 7 yıl süren bir seyahat yapmış, sonra Konya'ya dönmüştür. 1245 yılında Şems-i Tebrizî ile karşılaştıklarında 38 yaşındaydı. Şems ise 60 yaşında idi. Bu iki ilâhî aşk sâhibi, bir müddet yalnızca bir köşeye çekilerek, kendilerini tamâmiyle Hakk'a verdiler ve gönüllerine gelen ilâhî ilhamlarla sohbetlere koyuldular. Mevlâna'nın sohbete dalıp derslerden uzak kalması, ileri-geri konuşmalara yol açtı. Neticede Şems, incindi ve Mevlânâ'nın yalvarmalarına rağmen, 14 Mart, 1246 günü Konya'dan ayrılıp Şam'a gitti. Mevlâna onun ardından oğlu Veled'i gönderdi. Şems 1247 'de, Sultan Veled'in kafilesiyle, Konya'ya döndü. Şems'in Konya'ya geri gelmesine herkes sevindi, ancak bu çok uzun sürmedi, dedikodular ve can sıkısı durumlar yeniden başladı. 1248 târihinde Konya'dan ansızın gidip kayboldu. Mevlâna büyük acılara gark oldu. Bir süre sonra Hüsâmettin Çelebi ile tanıştı ve Mesnevî'nin yazılışı başladı. Bunu daha önce anlatmıştık. Hz. Mevlâna 1273 yılında vefat etti.
Sadreddin Konevî, "Kâbet-ül Uşşak'ın hâdimi olamadan Fenâ'dan Bekaa'ya gittim" diyor. 1274 yılında vefat etmiş... Yâni, Mevlâna Türbesi yapılmadan ölmüş... İplikçi Medresesi'nde profesör olarak ders vermiş. Böyle bir medrese var Konya'da. Bu bilgi de doğru... Yalnız, Celse'nin başlangıcında karşılaşılan Geri Varlık İPLİKÇİZÂDE NÂZIM ile bu medreseyi yaptıran İPLİKÇİLER'in bir alâkası var mı, bulamadık.
Kelimeleri burada verelim. RAHM-İ İLÂHÎ, "ALLAH'ın rahmeti" demektir. Varlık merhamet,
esirgenme, bağışlanma bekliyor.
MUALLÂK , "asılmış, asılı, havada, sonuca bağlanmamış, sürüncemede kalmış" demektir.
MERKAD, "yatacak yer" demektir. Mezar kastediliyor.
BAKİYE, "artık, artan, geri kalan şey" demektir. Kemiklerini kastediyor.
MÜDERRİS, "ders veren, profesör, medreselerde ya da büyük câmilerde ders
okutan kimse" demektir.
TİLMİZ, "öğrenci, talebe" demektir.
TAAM "yemek, yiyecek" demektir. "Yemek yemek" yerine "taam etmek" daha ağza
uygundur.
ELFÂZ-I EFRENCİYE, "yabancı kelimeler, yabancı sözler" demektir. Daha doğrusu,
"Frenkçe kelimeler" anlamına gelir.
CEHL-İ MÜREKKEP, "birleşik cehâlet, toplu cehâlet" demektir. "Mürekkep Câhili" anlamına
da gelir. Yâni, "hiç mürekkep yalamamış, kitap yazmamış" demektir.
TEKELLÜM ETMEK, "konuşmak" demektir.
MAKSUT, "istenen, amaçlanan, niyet edilen" demektir.
İSTİMÂL, "kullanma, faydalanma" demektir.
ÂB-I MÂNEVÎYE, "mânevî su, mânevî gıda" demektir.
VA HAY VAH!.. "vah vah" diye hayıflanmaktır.
MÜTEVELLİT, "doğmuş, Dünyâ'ya gelmiş, meydana gelmiş, ileri gelmiş" demektir.
VAHDET, "bir olma, tek olma, birlik, teklik" demektir. Varlık "tek şey düşün" diyor.
VAHDET-İ VÜCUT , tasavvuf felsefesinde "Yaratan ALLAH ile yaratılanın bir olduğu ve
herşeyin ALLAH'tan olduğu" inancıdır.
HÂLİK, "yaratan" demektir.
(7) Varlık, "Kâbet-ül Uşşak, ve edhılnel cennete dâres selâm Makamı" diyor... Bu "Mevlâna'nın Türbesi, selâmet yurdu olan Cennet makamıdır" anlamındadır.
(2)
MEHMET VEHBİ HÂDİMÎ 1862 yılında Konya'nın Hadim kazâsı
Kongul köyünde dünyâya gelmiştir. Ulemâdan Çelik Hüseyin Efendi'nin oğludur.
Mehmet Vehbi tahsiline köy mektebinde başladı. Ambarlızâde Mehmet Efendi'den
Kur'an-ı Kerim'i hatmetti, tecvid ve ilmihâl okudu. Yine köylerindeki Tomakzâde Mehmet
Efendi'den de Emsile ve Binâ okudu... Buradan anlıyoruz ki, 1850'lerde dahi Osmanlı köyleri
öyle câhil-cühelâ yatağı değil, ilim adamlarını barındıran yerlerdi.
TECVİD , "güzelleştirme" demektir, "KUR'AN âyetlerini güzel okuma" demektir. Bu da
her harfin, her sesin hakkını vererek zat ve sıfatıyla (kalın, ince vs.) ağızdan doğru
bir şekilde çıkmasıdır.... İLMİHÂL , "davranış bilgisi" demektir. Kadın-erkek her Müslüman'ın
bilmesi farz ve mecburî olan ilimler, İlm-i Hâl bilgileridir. EMSİLE , "Arapça dilbilgisinin temelini
oluşturan 24 sıga, 24 çekim" demektir ki, bir kelimenin bütün FİİL ve İSİM hallerini kapsar.
BİNÂ , "Arapça'da fiil çatısı" demektir. Etken, edilgen, geçişli, geçişsiz fiilleri anlatır... Buradan da
anlıyoruz ki, eskiden köylerde bu derinlikte bilgilere sâhip insanlar yaşar, talebe yetiştirirlermiş!..
Osmanlı halkı o kadar da câhil değilmiş!..
Mehmet Vehbi köylerde aldığı eğitimle 1878 yılında da Hadim Medresesi’ne, yâni üniversiteye
kaydoldu. Burada Hâfız Mehmet Efendi’den Arapça tahsil ederken, hocasının Bardas
Medresesi’ne tâyin edilmesi üzerine, tahsilini tamamlamak için hocası ile birlikte Bardas’a gitti.
1882 yılında da Konya’ya gelerek Şirvânîye Medresesi’ne kaydoldu. Konya Müftüsü
büyük âlim Kadınhanlı Hacı Hüseyin Efendi’den Molla Câmi, Tavaslı Osman Efendi’den de
fıkıh ve usûl dersleri okudu. FIKIH , "anlayış, anlayış tarzı veya derinliği" demektir. Terim olarak
İslâmî kural ve kanunların teorik ve pratik uygulama (fetva) çalışmalarına verilen isimdir.
USÛL , "asıl"dan gelir, "kökler, asıllar; bilimde belli bir sonuca erişmek için, belli bir plâna göre
izlenen yol, metod" anlamına gelir. Bunları da öğrendi.
Mehmet Vehbi bir süre de İstanbul’da tahsiline devam ederek icâzet, yâni diploma ve
öğretmenlik izni aldı. 1888 yılından itibâren de müderris, yâni profesör olarak, ders okutmaya
ve icâzet vermeye başladı. 1901 yılında Ali Gav Zâviyesi yanında bulunan ve Konya Vâlisi
Ferid Paşa’nın tâmir ettirdiği Mahmudiye Medresesi’ne müderris tâyin edildi. Pek çok talebe
yetiştirdi. Aynı yıllarda Konya Hukuk Mahkemesi’ne üye oldu. İki yıl sonra da Konya’da
açılan Hukuk Mektebi Vesaya Muallimliği’ne getirildi.
Mehmet Vehbi Efendi 1908 yılında İkinci Meşrutiyet’in ilânı dolayısıyla Konya Mebusu
olarak İstanbul'da Meclis-i Mebusan'a girdi. 1911 yılında Meclis'in dağılması üzerine Konya’ya
gelerek tefsir çalışmalarına başladı. “Hülâsât-ül Beyân Fi Tefsir- il-Kur’an” isimli 15 ciltlik
eserini 1915 yılında tamamladı. (5) Bir eser yazdığı doğru, ancak adı "Hakaayık-ı Kur'aniye"
değil!.. Ancak "Ahkâm-ı Kur'aniye" adlı bir eseri de var. "Hakaayık-ı Kur'aniye", "Ceride-i Sufiyye"
dergisinin 81. cildinin 3. sayısında, 29 Ocak 1914 târihihde yayınlanan bir makaledir.
Mehmet Vehbi Çelik, uzun boylu, mütenâsip endamlı, sağlıklı, irâde sâhibi ve vakur bir
insandı. Celse'de Medyum'un "güzel yüzlüler" demesi bu sebeptendir. Demek ki, Sadrettin
Konevî de çok güzel yüzlü imiş... Mehmet Vehbi Efendi'yi yakından tanıyan dostları,
onun şahsiyet sâhibi ve bilgili bir insan olduğunda hemfikirdirler. Rıza Nur
ve onu yakın tanıyanlardan Mahir İz, ondan sitâyişle bahseder. Mehmet Vehbi Hoca’yı
Mâhir İz Bey hâtıratında şöyle anlatır:
- “Vehbi Efendi meslek sâhibi, karakterli bir din adamı idi; başkalarına benzemezdi.
Birinci Cihan Harbi sonrasında 1919 yılında Konya Vâlisi Cemâl Bey’in (Artin Cemâl)
kaçması üzerine ve karışık bir dönemde, bir süre Konya Vâli Vekilliği görevine getirildi. Millî
Mücâdele'de Kuva-yı Milliye saflarında büyük hizmetlerde bulundu. Aynı yıl tekrar İstanbul
Mebusan Meclisi’ne Konya’dan mebus seçildi. İstanbul’dan Ankara’ya 16 Mart 1920’de
Rıza Nur’la birlikte geldi. 23 Nisan 1920 yılında Ankara’da açılan Büyük
Millet Meclisi’ne Konya Mebusu olarak katıldı. Bu dönemde cepheleri gezerek vatanın
kurtarılması yolunda, askere moral destek verdi. Millî Mücâdele yıllarında bir süre Meclis
Reis Vekilliği görevinde bulundu. Daha sonra Şer'iye ve Evkaf Vekilliği yaptı. Şer'iye
Vekilliği’nden ayrıldıktan ve bir süre Ankara’da ikamet ettikten sonra, Konya’ya döndü
ve kitap çalışmalarına devam etti.
(6) Celse'de verilen Şer'iye Vekilliği'nin kuruluşu doğru da,
kaldırılışı 3 Mart 1924, 17 Temmuz değil.
Mehmet Vehbi Efendi, siyâsî hayâtında hiçbir partiye girmediği gibi, fikirlerini açıkça
söylemekten hiçbir zaman çekinmemiştir. Bir ara kabine üyelerinin Halk Partisi’ne kaydolma
mecbûriyeti getirilince, Mehmet Vehbi Efendi bu teklifi:
- Ben din adamıyım, partici olamam! Particilik fırkacılıktır” gerekçesiyle kabul etmemiş
ve kürsüye çıkarak;
- “Ben bugüne kadar hiçbir partiye girmedim, bundan sonra da girmem! Kula kul olmam!
Allah’a kul oldum, kâfi,”
deyip kürsüden inmiştir... Dikkatinizi çekeriz, dönem Diktatör denilen
ATATÜRK devri... O dönemde nice çanak yalayıcı dalkavuklar vardı, bir bilseniz!.. Hoş,
şimdi de var!.. Hiç böyle parti başkanına, Başbakan'a, Cumhurbaşkanı'na meydan okuyan
biri çıkmıyor!.. .
Kayınbirâderi Topçuzâde Ârif Bey de ilim ve irfânıyla tanınmış bir zattır. Onu Şûrâ- yı
Evkaf âzâlığına getirmesi ve Konyalı iki din adamına Evkaf'tan 500 kuruş maaş tahsis etmesi
bahâne edilerek Vekillikten düşürülmüştür. Esas sebep partiye üye olmamasıdır.
Konya’ya döndükten ve siyâsetten tamâmen çekildikten sonra, bir süre tarassut altında
bulundurulmuş, İzmir suikastı sırasında bir hafta kadar tutuklu kalmışsa da, daha sonra
suçsuz olduğu anlaşıldığından serbest bırakılmıştır.
Mehmet Vehbi Efendi, Konya’da Delibaş İsyânı sırasında, Şehzâde Rıfat Efendi’ye
"teslim olduğunda, koruyacağı" yolunda söz vermesine rağmen, sözünü
yerine getirmemesi ve bu sebeple Rıfat Efendi’nin idâm edilmesi yüzünden tenkit edilir.
27 Kasım 1949 tarihinde vefat eden Mehmet Vehbi Efendi, Musallâ Kabristanı’nda
medfûndur. Kabir taşı kitâbesi şöyledir:
Eyledi üstâd-ı kül Vehbi Efendi irtihâl
Eserleri:
(3)
VEYSEL KARÂNÎ Tâbiî'nin, yâni Peygamber'i görmüş olan dostlarına (ashâba) bağlı olanların
büyüklerinden sayılır. Asıl ismi
Üveys bin Âmir Karnî’dir. Yemen’in Karn köyünde doğmuştur. Doğum târihi bilinmemektedir.
37 (Milâdî 659) senesinde şehîd edilmiştir.
Deve çobanlığı yapan, çok yoksul bir gençti. Yemen’de iken geçimi,
yaşaması pek sâde idi. Hasta, âmâ ve ihtiyâr annesinden başka kimsesi yoktu. Güttüğü
develer için belli bir ücret istemez, ne verirlerse onu alırdı. Fakîr olanlardan hiç ücret almazdı.
Aldığının yarısını sadaka olarak fakîrlere dağıtır, kalanını da kendi ihtiyâçlarına ve annesine
harcardı. Yoksul olmasına yoksuldu ama, dağ gibi bir imânı vardı. Peygamberimizi görmeden
duyduğu alâka ile Müslüman olmuştu. Müslüman olduktan sonra bütün ömrü boyunca sevgili
Peygamberimiz'in (s.a.v.) aşkı ile yanıp tutuşmuştur.
Veysel Karânî Resûlullah Efendimiz' i görmeği çok arzu ediyordu. Defâlarca annesinden
izin istedi. Annesi, kendisine bakacak kimsesi olmadığı için izin veremedi. Sonunda
Üveys'in annesi çâresizlik içinde:
- "Pekâlâ, git, oğlum," diye konuştu. "Mâdem çok istiyorsun, git... Ancak bir şartım var."
Üveys sevinçle annesinin elini öptü. Gülerek, "Her ne ise başım üstüne!" dedi. "Şartın ne?"
- "Medine'ye gidince, doğruca Peygamber"in evine varacaksın. Kapıyı çalacaksın.
Üveys hazırlığını yaptı ve yola koyuldu. Günlerce ve haftalarca çölde yayan yolculuk yaptı.
Yorulmak nedir, bilmedi. Aç kaldı, susuz kaldı, terledi ve kum fırtınalarına yakalandı. Ama
bunların hiçbirine aldırmadı. Tâ Yemen'den Medine'ye yüzlerce kilometre yol gitti.
Sonunda bir sabah Medine'ye vardı. Peygamberimiz'in evini sora sora buldu. Kapısını
heyecanla çaldı. Kapıyı Peygamberimiz'in hanımı açtı. Üveys heyecanla:
- "Resulullah evde mi? diye sordu. Peygamberin hanımı merakla bu garip adama baktı. Yavaşça:
- "Sen kimsin?" diyerek soruya soru ile cevap verdi.
- "Adım Üveys el-Karanî... Deve çobanıyım. Resulullah'ı görmeye geldim."
Peygamberin hanımı hayretle Üveys'e baktı. Şaşkın bir ses tonuyla, "Yemen'den ta buraya kadar
sâdece Peygamber'i görmeye geldin, öyle mi?" diye mırıldandı. Üveys, mahzunca başını
salladı. Kâlbi heyecandan yerinden fırlayacakmış gibi atıyordu. Biraz sonra sevgili efendisini
görecekti çünkü. Canından çok sevdiği Peygamber'ini görecekti. Yıllardır bu günün özlemiyle
yaşamıştı.
- Peygamber Medine dışında, onu görmek istiyorsan, beklemelisin!"
Üveys'in yüzü sapsarı kesildi. Titrek bir sesle, "Resulullah evde değil mi?" diye sordu.
- "Hayır."
Dünya Üveys'in başına yıkılmıştı âdeta!... Kocaman adam hüngür hüngür ağlamaya başladı.
- "Niye ağlıyorsun?"
Üveys üzgün bir sesle, "Anneme söz verdim," diye konuştu. "Resulullah'ı evde bulamazsam,
Daha sonra Üveys, çâresiz, "Resulullah'a selâmımı söyleyin, lûtfen!" diye yalvardı.
Üveys ağlayarak Medine'den ayrıldı. Peygamber'i görmeyi çok istemesine rağmen,
annesine verdiği sözü tuttu. Çünkü o anne hakkının İslâm'da ne kadar kutsal olduğunu
biliyordu. Annesini üzdüğü zaman, Allah'a karşı gelmiş olacağının farkındaydı. Üveys, bunu
hiçbir zaman yapmazdı. O gerçek bir Müslüman'dı...
Peygamber Efendimiz, aleyhisselâtü vesselâm, dönüp evine geldiğinde şu meşhur hadisini
dile getirdi. "İmânın kokusunu Yemen'den alıyorum!"
Sonra durumu öğrendi.
Resûlullah'ın vefâtından sonra Hazreti Ömer ile Hazreti Ali Peygamber'in hırkasını Yemen'e
getirip ona teslim ettiler. Annesinin vefâtından sonra Karn köyünden çıkıp Kûfe şehrine gitti.
Hazreti Ömer’in halifeliği sırasında
Medine’ye geldi. Veysel Karâni Mekke’de hac yapıp, Medine’ye gidince
"İşte Resûlullahın türbesi burasıdır"
diye kendisine gösterildi. Kendinden geçerek düşüp bayıldı. Ayılınca,"Beni buradan götürün.
Resûlullah'ın medfûn bulunduğu bir beldede benim için yaşamanın tadı olmaz," demiştir. Çok
alâka ve hürmet gördü.
Önceleri kendi memleketi Yemen’de yaşadı.
Sonra Basra’ya gitti. Veysel Karâni Hazretleri, bütün gerçek ermişlerin yaptığı gibi kendini
halktan gizlerdi. Sonunda şehitlik mertebesine erişti.
Veysel Karânî’ye hediye edilen Hırka-i Şerîf'in bir parçası, Van civârında İrisân Beyleri'ne
kadar gelmiş ve 1618 senesinde, Osmanlı pâdişahları'ndan Sultan İkinci Osman Hân’a
getirilip hediye edilmiştir. Sultan Abdülmecid Han, bu hırka için Fâtih civarında
Hırka-i Şerîf Câmii’ini yaptırmıştır. Her sene Ramazan ayında camekân içinde halka
ziyâret ettirilmektedir.
Tasavvufta, büyüklerini görmedikleri hâlde onların rûhâniyetinden istifâde ederek feyz
alarak, yükselenlere “Üveysi” denilir. Bu tâbir, Veysel Karânî Hazretleri'nin Peygamber
Efendimiz'i görmeden feyz alıp, ona tâbi olmak sûretiyle tasavvufta yüksek derecelere
kavuşmasına benzeterek söylenilmiştir. Üveysî demek "mürşidi olmayan" demek değildir.
Veysel Karânî türbesi, Siirt'in Baykan İlçesi'nde, ilçenin 8 kilometre güneybatısında
bulunur. Bizce o kabri değil, makamıdır. Veysel Karânî'nin Anadolu'ya geldiğine dâir bir
bilgi yoktur.
(8) Şimdi "Niye en tepede "8" var da, 1, 2, 3 daha aşağılarda?" diyenler var... Varlık adlarına
öncelik veriyoruz. Bâzen de atladığımız bir noktaya, sonradan dönüp numara koyuyoruz, diğer
numaraları değiştirmiyoruz.
İplikçizâde Nâzım öz yeğenine tecâvüz etmiş... Ama uygun bir tâbir kullanıyor, "iğfâl"...
Bizim kahrolası emperyalist, köleci Batı'dan aldığımız kanunlar, hep böyle çarpuk-çurpuk
çıkar. Şimdilerde TECÂVÜZ yerine "cinsel istismâr" tâbirini kullandılar, yeni kanunda... Herifler
İSTİSMAR
kelimesinin mânâsını dahi bilmiyor!.. Aslında "işletme, yararlanma" demek olan İSTİSMÂR,
"bir kişinin, ya da kişilerin iyi niyetini kötüye kullanarak yararlanma", "bir düşünceyi kötüye
kullanarak zarar vermeyi hedefleme", "karşısındakinin kendi rızâsı olmadan ve irâdesini
dikkate almadan sömürme" anlamlarına gelir. Yâni, "cinsel istismar" tecâvüzü de kapsar ama,
şart değildir, daha ileri gider, mesele o kızı, kadını sermâye olarak kullanır, fuhşa zorlar, parasını
da yer. Ancak İSTİSMÂR Osmanlıca bir kelime olduğu için bu mânâlar kelimeyi bilmeyenler
için gizli kalır.
"Tecâvüz" eylemi yumuşatılarak sunulmuş olur... Bunu daha da yumuşatmak için, 13 yaşındaki
bir kız için, "rızâsı vardı" diyerek tecâvüzcüleri salıvermediler mi?.. Bir de olur olmaz yerlerde
"tâciz" kelimesini kullanırlar... İyisi mi, biz hepsini bir arada verelim ki, İplikçizâde Nâzım'ın suçu
tam olarak anlaşılsın. Cinsiyet suçları da açıklığa kavuşsun.
Efendim,TÂCİZ, "ACZ kelimesinden gelir, "zayıf olanı, karşılık vermekten âciz olanı
tedirgin etme, rahatsız etme,
huzursuz kılma, sıkıntı verme, canını sıkma" demektir. Yâni, bir kızı tâciz
ediyorsanız, lâfla veya elleyerek, otobüste sıkıştırarak, sürtünerek onu rahatsız ediyorsunuz,
parmak falan atıyorsunuzdur.
Şimdi bu kadar ağır anlamlı bir kelimeyi "istismâr" ile yumuşatırsanız, memlekette tecâvüze
uğrayanların sayısı artar. Hele bir de makattan tecâvüzü tecâvüz saymaz, cezâsını hafif
tutarsanız; önden, arkadan, ağızdan, burundan tecâvüzü teşvik etmiş olursunuz!..
Ama suç
cezâsız kalmaz!.. İplikçizâde Nâzım, belli ki önemli bir âileye mensup, öz yeğenine
tecâvüzün, onu iğfâlin, onu tecâvüze râzı etmenin cezasını 1341 (Milâdî 1925)
yılından 1961 yılına kadar çekiyor!.. Kimbilir, daha sonra kaç yıl daha çekmiştir!..
Tecâvüzcülere, iğfâlcilere, tâcizcilere hafif cezâları uygulanırken; erken evlenen
gençler perîşan edilmektedirler... İslâm'a göre bulûğa eren kız ve erkek evlenebilir.
Bu da 12-13 yaşlarıdır. Bu yaşa gelenleri "hemen evlendirin" demiyoruz, tabii ki!.. Bu
yaştaki "kızları başlık parası için yaşlı erkeklere verin," hiç demiyoruz!... Ancak
14-15-16-17 yaşlarında birbirine âşık olan gençleri, câhillik edip sevgilisine kaçan, veya
kendini tutamayıp ilişkiye giren kızları evlendirmek; onları nâmus konusunda hassas
toplumumuzda rezil etmekten kaçınmak, daha iyidir... Tabii genç çiftin yuva kurmasına ve
geçinmesine iki tarafın da yardımcı olması şartıyla!..
Unutulan mesele şudur ki, erken evlenmek problem değil; erken ilişkiye girmek sorundur.
Hıristiyan Batı ülkeleri erken evlenmeye izin vermezken; kızların 12-14 yaşlarında iilişkiye
girmesini, hatta doğum yapmasını önliyememektedir. Üstelik sanki bunu teşvik eder gibi,
okullarda prezervatif dağıtmaktadırlar!.. Bizim zıpır politikacılar, entel-dantel takımı da onları
örnek alarak erken ilişki üzerinde durmayıp, erken evlilikleri kafaya takmış bulunuyorlar!.. Avrupa Birliği'ne
girmek için onların kanunlarını, kurallarını alıp, milletin başına dert ediyorlar!.. ALLAH akıl-fikir
versin!.. Onları kendi insanımızın örfüne, âdetine, hassasiyetlerine döndürsün!..
Âhıret Âlemi işte böyle ibret verici sahneleriyle doludur ve bizi Dünyâ hayâtı hakkında
düşünmeye sevkeder. Eğer bir Spiritualist bunları okur, bunları dinler, yaşar, ondan sonra
gene sapkınlıklar yaparsa, ne diyelim??? Bir gün belki onu da Karanlık Tabakalar'da
"Işık!.. Işık!.." diye yalvarırken bulabiliriz.
Ruhi Selman
selman@journalist.com
- BİR SPİRİTUALİSTİN DÜNYASI - ANA SAYFA
Konya’da Vâli Vekilliği yaptığı zaman Konya Ovası’nın irvâ ve ıskası hakkında
yetkililerle münâakaşa edebilecek kudrette, (hoca efendilerin arasındaki tâbir ile)
umûr-i hâriciyesi de vardı. Yâni, yalnız din işlerini değil, Dünya işlerini de yakînen
tâkip ederdi. Meclis Müzâkere Salonu’na girdiği zaman, konuşulan mesele veya kanun
hazineye taalluk ederse, mutlaka söz alır, fikrini söylerdi.”
Bir eşi gelmez ferid-i asr idi bi iştibah
Geldi bir hatif esefe söyledi târihini
Son müfessir Hâdimî Vehbi Efendi göçtü, ah!
1. Hülâsat'ü 1-Beyan Fi Tefsiri'l-Kuran - 15 ciltten oluşan bu eser, 1915 yılında
bitirilmiştir. İlk defa 1928 yılında eski harflerle,
1966-1969 yıllarında da yeni harflerle 4. baskısı, fihristle berâber 16 cilt olarak çıkmıştır.
Tefsir geniş halk kitleleri arasında büyük rağbet görmüştür.
2. El-Akaidü'l- Hayriye Tercümesi 1340-1343,
3. Ahkâm-ı Kur'âniye, İstanbul 1947.
4. Sahih-i Buhari, 1-4, İstanbul 1966,1981.
5. Siyâsî Hâtıraları (Basılmamıştır, bastıracak bir babayiğit gerek.)
Eğer Peygamber evde değilse, hemen geri döneceksin. Beklemek yok. Anlaştık mı?"
- "Anlaştık."
- "Söz veriyor musun?"
- "Evet."
- "Yabancısın o hâlde."
- "Evet. Yemen'den geldim."
hemen geri döneceğimi söyledim ona."
"Buluşmamız Âhıret'e kaldı artık! İnşallah Allah Cennet'te bizi buluşturur."
İGFÂL, "aldatma, ayartma, kandırma, baştan çıkarma, aldatarak
râzı etme" demektir. Daha ziyâde
kızları, kadınları evlilik vaadi ile igfâl ederler. Yâni, kız ilişkiye girmeye râzı olur ama, bu
"evlilik vaadi" yüzündendir. Herif çekip giderse, iğfâl sonucu tecâvüze uğramış olur, belki de
defaatle!.. Şimdi böyle bir durumda, vicdânı ile hareket eden hiçbir hâkimin "rızâsı vardı" diye
beraat kararı vermemesi gerekir.
13 yaşındaki kız , ilk seferde elma şekeri ile dahi kandırılmış, igfâl
edilip tecâvüze uğramış, sonra da diğerleriyle iliştiye zorlanmış olabilir.
TECÂVÜZ, "hücum etme, saldırma, saldırı, saldırış, başkasının hakkına el uzatma. haddini
aşma, hakkının ötesine geçme, taşkınlık" gibi genel anlamları olduğu gibi,
"zorla kızların, kadınların, çocukların nâmusuna saldırma, ırzına geçme" mânâları da vardır...
- BİR TEBLİĞ
- ÖLÜM VE SONRASI
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 1
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 2
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 3
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 4
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 5
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 6
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 7
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 8
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 9
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 10
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 11
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 12
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 13
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 14
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 15
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 16
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 17
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 18
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 19
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 20
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 21
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 22
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 23
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 24
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 25
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 27
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 28
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 29
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 30
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 31
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 32
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 33
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 34
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 35
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 37
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 38
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 39
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 40
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 41
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 42
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 43
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 44
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 45
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 46
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 47
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 48
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 49
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 50
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 51
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 52
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 53
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 54
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 55
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 56
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 57
- BİR OBSESYON VAK'ASI
- ÖTE ÂLEM'DEN ŞİİRLER - 1
- RÜYÂLAR - 1
- RÜYÂLAR - 2
- REİNKARNASYON - 1
- REİNKARNASYON - 2
- ANADOLU'DA REİNKARNASYON ŞİİRLERİ
- İRLANDALI ŞÂİR JAMES CLARENCE MANGAN ANADOLU'DA MI
YAŞADI?
- FİNCAN CELSELERİ - 1
- FİNCAN CELSELERİ - 2
- FİNCAN CELSELERİ - 3
- EKMİNEZİ ÇALIŞMASI
- RÛHÎ FİLİMLER - 1
- ENTERESAN RÛHÎ OLAYLAR
- ERGUN ARIKDAL VE SÂDIKLAR PLÂNI'NI TENKİT
- BÜLENT ÇORAK VE DÜNYA KARDEŞLİK BİRLİĞİ SAFSATASI
- CENAP BAŞMAN VE MARON TARİKATI
- SAPKIN RAEL TARİKATI
- TRANSANDANTAL MEDİTASYON KANDIRMACASI
- MELEKLER'DEN MESAJ ALDIĞINI SANAN ŞAŞKINLAR
- ŞEYTANA TAPAN SATANİSTLER
- MEKTUPLAR