BİR SPİRİTUALİSTİN DÜNYASI

ÂHIRET'TEN SİMÂLAR - 56

Bu sefer Medyum Saliha Hanım'ın Celseler'inden belirli kısımları nakledeceğiz. Celsenin tümünü vermiyeceğiz, dikkat dağılmasın diye...
Medyum uyutulup yükseltildikten sonra Zeynep Kadın adlı bir Varlık'la karşılaşıyor. O görüşmeden sonra Üstat Reşat İzmirligil ile İrtibat kuruyor.

Varlık: Reşat İizmirligil
Medyum: Saliha
Târih: 8 Ağustos 1961
Usûl: Hipnotik-Manyetik Karma
Hâzirûn: Muhtelif

Medyum- .... ÜSTAT REŞAT geliyor...
İdâreci- İzmirligil mi?
M- İZMİRLİGİL... ÜSTAT REŞAT...
İ- Hoş geldiler... Dua ediyoruz.
M- .... Gülüyor.... "Bana değil, kendilerine dua etsinler," diyor.
İ- O kadar acınacak bir durumda mıyız?
M- ... "Biz" diyor, "burada rahatız... Onlar" diyor, "bir sürü meşgalelerle uğraşıyorlar,"
diyor... "Kendilerine dua etsinler de, hayırlı bir yol seçsinler," diyor...
"Kendilerine göre," diyor, "bulundukları yol doğru gibi ama," diyor,
"hiç te gidiş o gidiş değil."
İ- Bize yol gösterirler mi?
Varlık- Göstereceğim, göstereceğim.

Bu DUA meselesi gerçekten üzerinde durulması gereken bir husus... Çok yanlış biliniyor halkımızın arasında... Sürekli "ALLAH'tan bir istekte bulunma" o istek karşılanmazsa, ümitsizliğe, hattâ inançsızlığa düşme şeklinde cereyan ediyor. Şurası kesin ki, nasıl bu Dünyâ'da bulunanların dua etme imkânı varsa, Âhıret'te olanların da var. Ancak Geri Varlıklar bunun farkında değil; o yüzden bizden dua bekleyenler oluyor. Üstâd'ın dediği gibi bâzen bizim daha çok duaya ihtiyacımız oluyor da, farkına varmıyoruz... Esas mühimi, birine dua etmekten ziyâde, hayırlı dua almaktır, onu bilmiyoruz. İyi birşeyler yapalım da, bizi hayırla ansınlar.

İdâreci- Özer Bey "Babam Kenan Bey ile görüşebilir miyim?" diyor.
Medyum- "Hayır... Yanına giremem. Giremem," diyor...
"Ben size Dünyâ'ya bu kadar bağlanmamanızı anlatıp,
biraz da olsa, hissettiğiniz acıyı dindirmek için konuşacağım," diyor.
İdâreci- Çok teşekkür ederiz. Lûtfediniz.
Varlık- Orası fâni... Esas Bu Taraf'tır... Önce Buranızı hazırlayın, Orayı değil!
Yârın Bu Taraf'a göçecekmişiniz gibi hareket edin. Kimseyi kırmayın! Hırsı bırakın!..
"Fakat bu hırs, insanların Tekâmül'ünde büyük rol oynar," diyeceksiniz.
"Çalışmayın," demiyorum... Birbirinize karşı muamelenizde yârını düşünün!
Hepiniz birbirinizi sevin. Memleket için bu lâzım! Kat'iyyen kimseye karşı kin beslemeyin!

Siz, Özer Bey, er geç babanızla buluşacaksınız. Babanıza kavuşacaksınız.
Ama yârın, ama öbürgün... Mühim olan Bu Taraf'a gelirken babanızın yüzüne bakacak kadar
temiz bir alınla gelin. İmânınızı bütün tutun. Her gün, yârın babanıza kavuşacakmış gibi
hareket edin!

İ- Özer diyor ki, "Ben her gece ALLAH'ıma dua ederken, 'Anamın, babamın,
kardeşlerimin ölüsünü gösterme bana' derdim, Babamınkini kabul etmedi," diyor.
V- İmânını bütün tut, oğlum. Acını anlıyorum. Burada bulunduğuna göre,
Ruhlar Âlemi'ne inanıyorsun. Senin de bir gün geleceğin yer Burası!.. Buna inan!
Senin için konuştum bu akşam...
M- ...
(Medyum ağlamaya başlar) ........
İ- Niçin müteessir oluyorsunuz?.. Muhteremle ne konuşuyorsunuz?.. Bize de söyleyin.
M- Buradaki hayâtın ilâhiliğinden bahsetti.
İ- Bizi Hattat Sinan'la konuşturacak mısınız?
M- ..... "Yanına gidemem," diyor.... Gülüyor... "Kapınız çalındı" diyor... "Duydunuz mu? "diyor.
İ- Hayır, duymadık, Üstâdım. Kim geldi acaba?
V- .... Gitti...
İ- Kimdi gelen?
M- Kendisi gitti.
İ- Ayrıldı. ...
(Kapıya bakıldığı zaman Postacı'nın bir telgraf atıp gitmiş olduğu anlaşıldı.)

Bu kısmı niye verdik?.. Derseniz ki, "Dünya fâni... Esas Âhıret hayâtı... Bunları hocalar da söylüyor, câmide, televiziyonda, radyoda... Herkesin bildiği şeyler!" ... Haklısınız. Ama bilmek başka, İDRAK ETMEK başka!.. Müslüman'ı, Hıristiyan'ı, Budist'i bunu bilir ama, kimse hırsından, ihtirâsından vazgeçmez. İnsanlar birbirini yer!.. Dinimiz de bu gerçeği hatırlatır.

"Düşünseler şunu da anlarlardı ki,
bu Dünya hayâtı geçici bir oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir
ve ebedî Âhiret Diyârı ise, hayâtın ta kendisidir. Keşke bunu bir bilselerdi!"

(Ankebut Sûresi, 64. Âyet)... Demek ki bilmeyenler de varmış!..

Dünya hayâtı bir oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir.
Sakınanlar için Âhiret Yurdu elbette ki daha hayırlıdır.
Hâlâ aklınızı kullanmayacak mısınız?"
...
(En'am Sûresi, 32. Âyet) ... Demek ki aklını kullamayanlar da varmış,
hem de kullananlardan daha çokmuş!..

"Bilin ki Dünya hayâtı bir oyun, bir oyalanma, bir süs,
mallar ve çocuklarla övünme yarışından ibârettir.
Bu hayat, bitirdiği bitkilerle çiftçileri hayran bırakan bereketli yağmura benzer.
Sonra bitki kurur; onu sararmış görürsün. Arkasından da çer-çöpe dönüşür.
Ama Âhiret'te hem ağır bir azap, hem de Allah’ın bağışlaması ve rızâsı vardır.
Dünya hayâtı, aldatıcı bir yararlanma dışında bir şey değildir."

(Hadid Sûresi, 20. Âyet)...

Neymiş?.. Süsle, malla, çocuklarla, mevkiyle, makamla, parayla, şöhretle övünme yarışına dönüşmüş Dünyâ hayâtı... Buna kapılanlar asıl hayâtın olduğu Âhıret Diyârı'nda ağır bir azap çekeceklerinden bîhaberler... Halbuki Tekâmül için, arınmak için, bir hizmet için olması gerekmiyor muydu Dünya hayâtının?..

Hizmet Eden'le Hizmet Etmeyen'i, arınmak isteyenle büsbütün kendini ve ortalığı kirleteni nasıl ayırt edecek ALLAH?.. İmtihanla!..

Doğrusu biz insanı, imtihan etmek için karışık bir
nutfeden yarattık da, onu işitici, görücü yaptık."

(İnsan Sûresi, 2. Âyet)

"O, hanginizin daha güzel iş yapacağınızı denemek için
ölümü ve hayâtı yarattı. O, üstündür, bağışlayandır."

(Mülk Sûresi, 2. Âyet)...

"Sizi bir imtihan olarak kötülük ve iyilikle deneyeceğiz."
(Enbiya Sûresi, 36. Âyet)

"Biz Yeryüzü'ndeki şeyleri kendisine süs olsun diye yarattık ki,
insanların hangisinin daha güzel amel edeceğini deneyelim."

(Kehf Sûresi, 7. Âyet) ...

"Yoksa siz, kendinizden önce gelip geçenlerin hâli (uğradıkları sıkıntılar)
başınıza gelmeden (ölünce Âhıret'te) Cennet'e girivereceğinizi mi sandınız?"

(Bakara Sûresi, 214. Âyet) ...

"Çâresiz Biz sizi biraz korku, biraz açlık, biraz da mallardan,
canlardan ve ürünlerden eksiltme ile imtihan edeceğiz.
Müjdele o sabredenleri!"

(Bakara Sûresi, 155. Âyet) ...

Muhakkak siz, mallarınız ve canlarınız hususunda imtihan olunacaksınız.
Sizden önce kendilerine kitap verilenlerden ve Allah'a ortak koşanlardan
size eziyet verici bir çok söz işiteceksiniz.
Eğer sabreder ve Allah'dan gereği gibi korkarsanız, (kazanırsınız).
Şüphesiz işte bu, azmi gerektiren işlerdendir."

(Âl-i İmran Sûresi, 186. Âyet) ...

"İnsanlar, imtihandan geçirilmeden, sadece 'İman ettik' demeleriyle
bırakılıvereceklerini mi sandılar?
Andolsun ki, biz onlardan öncekileri de imtihandan geçirmişizdir.
Elbette Allah, doğruları ortaya çıkaracak, yalancıları da mutlaka ortaya koyacaktır."

(Ankebut Sûresi, 2-3. Âyetler) ...

"Ey insanlar! Haberiniz olsun ki, Allah'ın vaadi muhakkak haktır.
Sakın bu Dünya hayâtı sizi aldatmasın!"

(Fâtır Sûresi, 6. Âyet) ...

"Sabah akşam rızâsını isteyerek Rablerine yalvaranlarla berâber, candan sabret!
Dünya hayâtının süsünü isteyerek, onlardan gözlerini ayırma!
Kâlbini, Bizi anmaktan gaafil kıldığımız, nefsinin kötü arzusuna uymuş
ve işi hep aşırılık olan kimseye uyma!"

(Kehf Sûresi, 28. Âyet) Böyle ikaz etmiş ALLAH!.. Hem de Peygamberimizi!..
"Dünya süsünü isteme, gözlerini mala değil, ALLAH'ın rızâsı peşinde olanlara çevir," diyor ALLAH!..

"Dünya hayâtı sizi aldatmasın!
Sakın o çok aldatıcı Şeytan sizi Allah'ın affına güvendirerek aldatmasın!"

(Lokman Sûresi, 33. Âyet) ...

"Dünya zevki ne de olsa azdır.
Âhiret, Allah'a karşı gelmekten sakınan için daha hayırlıdır."

(Nisâ Sûresi, 77. Âyet) ...

ALLAH'ın şaşkınlara da hitâbı var:

"Ey Muhammed! Sen onlara Dünya hayâtının (şu) misâlini ver:
Dünya hayâtı, gökten indirdiğimiz bir su gibidir ki,
bu su sâyesinde Yeryüzü'nün bitkileri (her renk ve çiçekten)
birbirine karışmış, nihayet bir çöp kırıntısı olmuştur.
Rüzgârlar onu savurur, gider."

(Kehf Sûresi, 45. Âyet)... Mal, mülk, mevki, makam, şan, şöhret hayâtı bir an parlatır,
sonra o kefen denen bez parçasına dönüşür, onun da cebi yoktur. ...

"Dünya hayâtının misâli şöyledir: Gökten indirdiğimiz su ile,
insanların ve hayvanların yediği bitkiler birbirine karışmıştır.
Nihâyet Yeryüzü süslerini takınıp süslendiği ve sâhipleri kendilerini ona gücü yeter
sandıkları bir sırada, geceleyin veya gündüzün, ona emrimiz gelivermiştir.
Ansızın ona öyle bir tırpan atıvermişizdir de,
sanki bir gün önce orada hiçbir şenlik yokmuş gibi oluvermiştir.
Düşünen bir kavim için âyetlerimizi işte böyle açıklarız."

(Yunus Sûresi, 24. Âyet)... Ama her nedense insanların pek azı düşünür...

"Hayır, siz peşin olanı (Dünyâ'yı) seviyorsunuz da, Âhıret'i bırakıyorsunuz."
(Kıyâmet Sûresi, 20-21. Âyetler)...

Bu (azab) şundan dolayıdır ki, onlar, Dünya hayâtını sevmiş
ve onu Âhıret'e tercih etmişlerdir."

(Nahl Sûresi, 107. Âyet) ...

Dünyâ hayâtı, ancak bir oyundur, bir eğlencedir.
İnanır ve çekinirseniz, göreceksiniz ki (Allah) size mükâfâtınızı vermektedir
ve mallarınızın tümünü (de yardım diye) istememektedir."

(Muhammed Sûresi, 38.Âyet) ...

"Dinlerini bir oyun ve bir eğlence edinen
ve kendilerini Dünya hayâtının aldattığı kimseleri bırak!
Ve hiçbir kimsenin kazandığı şey yüzünden kendisini helâke atmamasını,
kendisi için Allah'tan başka hiç bir dost
ve hiçbir şefaatçi bulunmadığını, Kur'ân ile hatırlat!
O, azaptan kurtulmak için bütün varını fedâ etse, kendisinden alınmaz!
Onlar (hırsla) kazandıkları şey yüzünden helâke uğratılmışlardır.
Onlar için, inkâr ettiklerinden dolayı kaynar bir içecek ve can yakıcı bir azab vardır."

(En'am Sûresi, 70. Âyet)

ALLAH, PEYGAMBERİMİZ'e "KUR'AN ile hatırlat" diye emretmiş!.. Biz ne dedik?.. "KUR'AN EN BÜYÜK TEBLİĞ, EN BÜYÜK MESAJDIR! HER TEBLİĞ, HER MESAJ, HER AKIŞ ONA VURULMALIDIR, MİHENK TAŞI GİBİ!.." İşte bu sayfada da onu yapıyoruz. Gördünüz mü, ALLAH nice âyette "Dünya hayâtının bir imtihan olduğunu, mal-mülk-mevki-makamın bir oyun, eğlence olduğunu, esas hayâtın Âhıret'te olduğunu" anlatıp durmuş da, "Bunlar bilinen şeyler" diyenler dahi farkına varmamış!..

Bunları gerçekten bilenler ALLAH'ın bağışlaması, rızâsı ve nimetleriyle karşılaşır Âhıret'te, Üstat Reşat gibi rahat eder. "Siz önce kendinize dua edin" diye yol gösterir.

***

Aynı Medyum uyutulup yükseltildikten sonra iki Varlık'la karşılaşıyor. O görüşmeden sonra Üstat Reşat İzmirligil ile İrtibat kuruyor.

Varlık: Reşat İizmirligil
Medyum: Saliha
Târih: 11 Ağustos 1961
Celse İdârecisi: Ferhan Erkey
Usûl: Hipnotik-Manyetik Karma
Hâzirûn: Muhtelif

İdâreci- .... Dolaşınız..
Medyum- ... ÜSTAT REŞAT...
İ- Hoş geldiler... Dua edelim... Ben ve bütün arkadaşlarım dua ettiler. ALLAH kabul etsin.
M- "Âmin!.. Âmin!" diyor... "Kim için dua ettiniz?" diyor...
İ- Hem sizin, hem de bütün Muhterem Ruhlar için.
M- "Haa!... Hep öyledir," diyor... " 'Bütün cümlemize, sonra bana' dersiniz."
Öyle mi dua ettiniz?" diyor...
İ- ??? Anlamadım
M- " 'ALLAH'ım, önce cümlemize, sonra bana,' dersiniz" diyor...
İ- ??? .... Bize sevinçli, müjdeli bir havâdisiniz var mı?
Varlık- Ne havâdisi vereyim?
İ- Buradaki arkadaşlardan kimi istiyorsanız, iyi bir havâdis veriniz.
V- Aman, efendim!.. Aman, efendim!.. Herkez Fezâ'ya gidiyor, siz burda oturmuş, ne yapıyorsunuz?
(12 Nisan 1961'de Ruslar Sputnik'le Yuri Gagarin'i Fezâ'ya göndermiş, indirmişlerdi.)
İ- Biz de Fezâ'da sayılırız. Medyumumuz'u gönderiyoruz.
V-
(Güler) Merih'te hayat var mı?
İ- Varmış.
V- Var mı?.. Biliyor musunuz?
İ- Var... Siz söylemiştiniz.
V- Ben mi söyledimdi?... Cıhk!..
İ- Evet. Merihliler Dünyâ'ya evvelâ gelecek.
V- Âferin!..
İ- İyice okudum söylediklerinizi.
V- Unutmamışsın, evlâdım.
İ- Sizi unutur muyum?
V- Yoo!...
M- ... "Merih'te hayat var," diyor...

Burada duralım... Daha önce yazdıklarımızı bir kere daha hatırlıyalım: Üstatlarımız "Nerede Madde varsa orada Ruh var. Nerede Ruh varsa, orada Hayat var" meâlinde bir Tebliğ vermişlerdi, biz ona gönülden inanıyoruz. Bu inancımız, "Biz gök ile yeri ve aralarındaki şeyleri, boş bir eğlence için yaratmadık" (Enbiyâ Sûresi, 16. Âyet / Duhan Sûresi, 34. Âyet / Sad Sûresi, 27. Âyet) ifâdelerine dayanıyor.

Hele ki, "Haberiniz olsun; şüphesiz göklerde kim var, yerde kim var tümü Allah'ındır." (Yunus Sûresi, 66. Âyet) cümlesi bize göklerde de kimler, kimseler olduğunu haber veriyor!.. Yine "Göklerde ve yerde olan (herkesin ve herşeyin) tümü Rahman'a yalnızca kul olarak gelecektir" (Meryem Sûresi, 93. Âyet) ifâdesi, "göklerde kulluk edecek olanlar var" demektir.

"Göklerde ve yerde olan ne varsa O'ndan ister. O, her gün bir iştedir."
(Rahman Sûresi, 29. Âyet) ne demektir?.. "Göklerde isteme kaabiliyetinde olanlar var" demektir...

"Göklerde ve yerde olanların tümü Allah'ı tesbih etmektedir."
(Haşr Sûresi, 1. Âyet / Saff Sûresi, 1. Âyet /Cum'a Sûresi, 1.Âyet / Tegabûn Sûresi, 1. Âyet / Hadid Sûresi, 1. Âyet)...
Yâni göktekiler de ALLAH'ı yüceltir, O'nun emrettiği tarzda ve yönde hareket ederler.

- "Onlar (inananlar), ayakta iken, otururken, yan yatarken Allah'ı zikrederler
ve göklerin ve yerin yaratılışı konusunda düşünürler.
'Rabbimiz, Sen bunu boşuna yaratmadın. Sen pek Yücesin,' ( derler.)".

(Âl-i İmran Sûresi, 191. Âyet)... Yâni, bunları düşünüp Kâinat'ın hiçbir zerresinin boşuna yaratılmadığını bilmek gerekiyor. Dünya boşuna yaratılmadı, üzerinde Canlılar Tekâmül ediyor... Öyleyse her yıldız, her planette birşeyler oluyor. Ama ne oluyor, bilebilir miyiz?

"Göklerin ve yerin gaybı Allah'ındır."
(Hud Sûresi, 123. Âyet)... Bilemezmişiz!..

"Göklerde ve yerde olan ne varsa, canlılar ve melekler, Allah'a secde ederler
ve onlar büyüklük taslamazlar."

(Nahl Sûresi, 49. Âyet / Râd Sûresi, 15. Âyet)... Daha açık bir ifâde olabilir mi?..

"Göklerde ve yerde ne var? Bir bakıverin."
(Yunus Sûresi, 101. Âyet) ... Bakın ve düşünün... Burda bunlar varsa, orda kimbilir neler var?..

"Rabbin, göklerde ve yerde olan herkesi en iyi bilir."
(İsrâ Sûresi, 55. Âyet) Demek ki "herkes" denecek birileri var göklerde...

Sûr'a üfürüleceği gün, Allah'ın dilediği kimseler dışında,
göklerde ve yerde olan herkes artık korkuya kapılmıştır
ve her biri 'boyun bükmüş' olarak O'na gelmişlerdir."

(Neml Sûresi, 87. Âyet)... Daha açık ne olabilir?..

- "Göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunanların Rabbidir,"
(Sad Sûresi, 66. Âyet / Duhan Sûresi, 7. Âyet / Câsiye Sûresi, 36. Âyet / Nebe' Sûresi, 37. Âyet) ...
ALLAH sâdece bizim ALLAH'ımız değil, göktekilerin de ALLAH'ı!..

- "Sur'a üfürüldü!
Böylece Allah'ın diledikleri dışında,
göklerde ve yerde olanlar çarpılıp-yıkılıverdi.
Sonra bir daha ona üfürüldü.
Artık onlar ayağa kalkmış durumda gözetliyorlar.

(Zümer Sûresi, 68. Âyet) ... Çarpılanlar, sonra dikilip ayağa kalkanlar kim ola ki göklerde?..
Zâten "gökler" denilince, aklımıza galaksiler, nebulalar, belki kara delikler de gelmeli...

- "Biz, gökleri, yeri ve her ikisinin arasındakilerini hakkın dışında (amaçsız) yaratmadık."
(Hicr Sûresi, 85. Âyet)

"Allah gökleri ve yeri hak olarak yarattı."
(Nahl Sûresi, 3. Âyet / Ankebut Sûresi, 44. Âyet / Ahkâf Sûresi, 3. Âyet)
Yâni, hepsi şaşmaz bir düzen ve uygunluk içerisinde, belli bir maksat ve belirli süre için yaratmıştır.

"Merih'te hayat var" demiş Üstat Reşat İzmirligil. Bu tabii "bizimki gibi bir hayat" anlamına gelmez. Merih'in şartlarına uygun bir hayattır... Bakalım, Merih'in şartları ne imiş?..

Batılılarca Mars diye bilinen, "Kızıl Gezegen" de denilen Merih'in
Güneş'e uzaklığı: 227.900.000 km,
Yüzölçümü: 144.800.000 km² (büyüklüğü Dünyâ'nın yarısı kadar),
Gün uzunluğu: 1 gün 0 saat 37 dakika,
Yörünge süresi: 687 gün,
Yer çekimi: 3,711 m/sn², Dünyâ'daki ağırlığın % 40'ı,
Ortalama sıcaklığı -63 derece santigrat,
Uyduları: Phobos, Deimos'dur.

4 milyar yıl önce oksijen açısından zengin bir atmosfere sahip olduğu bilinmektedir. Ama bunun bugüne faydası yoktur. Buz hâlinde su bulunduğu da söylenmektedir. Bunlar "Acaba biz orada yaşayabilir miyiz?" arayışının bir parçasıdır. Biz olmasak ta, -63 derecede susuz yaşayabilecek Varlıklar bulunabilir orada... “Kızıl Gezegen” denmesinin sebebi, yüksek oranda demir oksit içerir, bu durum da kırmızımsı görünmesini sağlar.

Şimdi diyeceksiniz ki, "Hem bu âyetleri sıralıyorsun, 'Uzay'da hayat var, Merih'te hayat var' diyorsun, hem de Uzaylılar'la görüştüğünü söyliyenleri yalancılıkla itham ediyorsun. Nasıl oluyor bu?" ... Biz "hayat var" diyoruz, hattâ zamanımızda, geçmişte, târih öncesinde bile Uzaylılar Dünyâ'yı ziyâret etmiş olabileceğini kabul ediyoruz ama; her "görüşüyorum" diyene de inanmıyoruz. Görüşüyorsa, doğru-yanlış, şu yukardaki kadar bile bilgi versin geldiği yer hakkında... Bize öyle reiki-meiki, kundalini-mandalini nefes tâlimleri yaptırmasın!.. Onu burada yaptıranlar var zâten!..

***

Varlık: Hattat Sinan, Rebeka, Reşat İizmirligil
Medyum: Saliha
Târih: 15 Ağustos 1961
Usûl: Hipnotik-Manyetik Karma
Hâzirûn: Muhtelif

Medyum uyutulup yükseltildikten sonra intibalarını anlatmaya başlar.

Medyum- ...... Bulutlar üzerindeyim....
İdâreci- Yükselmenize devam ediniz.
M- ...... Geldim...
İ- Yüksek sesle... Muktedirsiniz.
M- .... Güzel bir koku... Çok güzel bir koku... Aydınlık bir yere geldim...
Çok güzel burası... Pembe renkli bulutlar içindeyim... Aydınlık...
İ- Yükselmenize devam ediniz.
M- Geldim artık.
İ- Peki. Durunuz burada. Burası iyi mi?
M- İyi.
İ- Sıkıntınız var mı burada?
M- Yok.
İ- Peki. Ufkî olarak dolaşınız. Bizimle Temas temin etmek isteyen Muhteremler'le Temas kurunuz.
M- ..... HATTAT SİNAN...
İ- Hoş geldiniz Meclisimize... Dua ediyoruz... Ben ve arkadaşlarım dua ettiler.
TANRI kabul etsin... Emirleriniz var mı?
Varlık- Berhüdar olsunlar.
İ- Nur içinde yatsınlar. Muhteremin emir ve nasihatlarını bekliyoruz.
M- .... "Vasatını temizlesin" diyor.
İ- Vasat, sayı olarak mı, şahıs olarak mı?
V- Şahıs olarak da, sayı olarak da...
M- ... "Bugünkü vasattan kastım yok," diyor.
V- Kendini çok yorma!.. Fizikî ihtiyaçlarını gör!.. Yogilik yapma!..
Hislerinle hareket etme!:. Kendinin değil; karşındakinin iyiliğini düşün!..
Vücut temizliği kadar iç temizliğine de dikkat et!.. Vasatını temiz tut!..
M- ..... "Bu kadar" diyor...

Burada duralım... Varlık, Celseler'de vasatın, ortamın temiz almasını; yâni Avra'nın, Hâzirûn'un, Meclistekiler'in seçilerek alınmasını istiyor... Bu bir gösteri değil. Onun için çok kalabalık olması doğru değil. Sayı mühim. Yâni zihinleri bulandıracak kadar çok fikir ve düşünce dolaşmamalı ortalıkta... Şüpheler, kıskançlıklar, kin, hırs, şöhret hevesi gibi duygular da bulandırmamalı ortalığı... Gelen şahıslar da önemli... Sırf merak için gelenler bizce Celse'ye alınmamalı. Onların merâkı konferanslarla, sohbetlerle giderilmeli. Kız tavlamak, kadın ayartmak, veya evlenecek erkek aramak için gelen de olmamalı. Kendini göstermek, günün insanı olmak için katılmak isteyeni de almamalı. Ticâret, iş görüşme arzusunda olanlar kapıdan çevrilmeli. Meclis'e sâdece öğrenmek, kendini geliştirmek, iyi dostluklar kurmak için gelenler alınmalı! Hattat Sinan bunu kastediyor. Hem Tebliğ alınabilmesi, hem de Maddî Tezâhürat yapılabilmesi ancak böyle mümkün olur.

Varlık daha sonra Celse İdârecisi'ne nasihatte bulunmuş... Söylenenler sâdece ona değil; Medyum, hattâ bütün katılanlar için geçerlidir.

İdâreci- Ruhlar Medyumumuz'a Temas ederken, hangi devrindeki şahsiyetiyle
görünüyorlar, efendim? Son andaki, öldüğü andaki durumuyla mı, gençliğinle mi?
Hangi hâliyle karşılaşıyorlar? Meselâ, Medyumumuz şimdi sizi hangi hâlinizle görüyor?
Varlık- Hepsini birden öğrenmek istiyorsun, a çocuk!
İ- Kötü birşey mi öğrenmek?
V- Öğrenmek kötü birşey değil... Ama hepsini birden... Bu doğru değil!..
Ruhlar, Medyumlar'a bâzan bir duman gibi görünürler. Bâzan bir tül altında görünürler.
O hiçbir zaman belli olmaz. Medyum'un kuvvetine bağlı. Medyum, kuvvetli Medyum'sa,
onu İSTEDİĞİ ŞEKİLDE GÖRÜR, TECESSÜM ETTİRİR.
İ- Peki, bu Medyum'un görüş kaabiliyeti midir? Yoksa ona o şekilde mi etki ediliyor?
V- Medyum'un derinliğine göre, etkiyi alış kaabiliyet ile ölçülür.

Varlık, "Sorma bunları, acele etme" diyor ama, gene de bir cevap veriyor. Cevâbı tam anlıyamadık. Çünkü Varlık "Medyum'un kuvveti", "Medyum'un derinliği" gibi tâbirler kullanmış. Belki de Medyum yanlış nakletmiş... Şurası kesin ki, Medyumlar, Varlıklar'ı onların görünmek istedikleri şekilde görürler bir, kendi görüş kaabiliyetlerine göre algılar ve görürler iki... "Duman gibi" ve "tül altında" gibi görüşler Medyum Ali'nin Celseleri'nde sık rastladığımız hususlardı.

İdâreci- Ali Bey, "Yakîn ile İlliyn arasındaki fark nedir?" diyor.
Medyum- ...... Gitti....
İ- Kiminle Temas hâlindesiniz?
M- Kimseyle!
İ- Dolaşınız orada.
M- ..... Uzaklaşıyorlar... Ben yaklaştıkça uzaklaşıyorlar... Kimse kalmadı...
Flüt sesleri var... Genç bir kız... Yalnız başına... Flüt çalıyor...
İ- Temas temin etmeye çalışınız.
M- ...... REBEKA...
İ- Bizimle bu akşam görüşmek istiyor mu?
M- .... "Hayır," diyor.... Flüt çalmak daha çok hoşuna gidiyor...
İ- Peki. nerede yaşamış?
M-..... Danimarka'da...
İ- Hangi senede ölmüş?
M- ... 1925'de ölmüş...
İ- Kaç yaşında imiş?
M- ..... 15.... Balık zehirlenmesi...
İ- Acaba bizimle kendi lisânıyle konuşabilir mi?
M- ... Konuşmuyor...
İ- Peki. Bizi, bizimle konuşmak isteyen bir Muhterem'le temas ettirebilir mi?
M- ..... "Hepsi gitti," diyor...
İ- Bizden istediği birşey var mı, efendim?
M- ..... "Kahve için," diyor.
İ- Kahve bulamıyoruz ki, içelim. Niçin bunu tavsiye ettiniz bize?
M- ... Kendisi çok seviyor...

Bu kısmı niye verdik?.. Bir kaç mühim hususu belirtmek için... Birincisi Ali Bey, muhtemelen imtihan için Varlığa bilmediği bir mevzuda sual etmiş. Varlık ta yalan söylemek, atmak yerine bırakıp gitmiş.... Bizce doğru yapmış... Bu da sık rastladığımız bir durumdur. Sâdece Varlığın bilmediği için değil; zamansız, yersiz sorularda da böyle yaparlar.

İkincisi REBEKA sempatik bir Varlık... Sevdiği için flüt çalma arzusunu yerine getirebiliyor. Ama yapabileceği halde kahve arzu etmeyi düşünmüyor. Düşünse, o da flüt gibi elinde olacak... Tabii belirli mertebelere ulaşmış Varlıklar için geçerli bu dediklerimiz... KUR'AN onların Cennet'teki hayat tarzını şöyle anlatıyor:

-"Ebediyen genç kalan uşaklar, onların etrafında...
İçmekle başlarının dönmeyeceği ve sarhoş olmayacakları,
Cennet pınarından doldurulmuş sürahileri, ibrikleri ve kadehleri,
beğendikleri meyveleri ve arzu ettikleri kuş etlerini dolaştırırlar."

(Vakıa Sûresi, 17-21. Âyetler)

- "Onlar için altın tepsiler ve kadehler dolaştırılır.
Canlarının istediği ve gözlerinin hoşlandığı her şey oradadır."

Zuhruf Sûresi, 71. Âyet)

Diyebilirsiniz ki, "Bu, Cennet'te." Doğru... Fakat Âhıret hayâtının ona benzemediği ne mâlûm?.. Istırap çekenler, azap görenler Cehennem'de gibi değil mi? Üstat Reşat gibi rahat edenler Cennet'te gibi değil mi?.. HİZMET EDENLER'den bahsediliyor. Âhıret Âlemi'nde de HİZMET EDENLER - HİZMET EDİLENLER'e rastlamadık mı?

Medyum- ...... REŞAT İZMİRLİGİL...
İdâreci- Nur içinde yatın.
M- ..... Azıcık Fezâ'ya götüreyim," diyor...
İ- Peki, Fezâ'ya çıkarın.
M- ..... Merih.....
Varlık- ... Yıldızın iki tâne peyki var, ama sun'i değil... Tabii peykler...
Onlar çok çalışıyorlar... Atacakları peyk vâsıtasıyla size gelecekler. Onlar size gelecekler.
İ- Muhterem Üstâdım, Merihliler'in Ruhları ile bizi Temas ettirebilir misiniz?
M- .... "Yapamam onu," diyor... Onlar çok çalışkan... Öyle onlar tek boynuzlu,
tek gözlü insanlar değil... Normal insan gibi... Evet.... Küçük boylu... Yakında gelecekler...
Siz de Dünyâ'da peyk attınız, ne oldu?... Ne oldu?
(12 Nisan 1961'de Ruslar Sputnik'le Yuri Gagarin'i Fezâ'ya göndermiş, indirmişlerdi.)
İ- Bilmiyoruz ki ne oldu!.. Ruslar'ın ilerde olduğu doğru mu?
V- Çok ilerledi. Ruslar ilerledi. Şu iki yıl içinde çok ilerledi.

Merih'te bir takım Varlıklar olabilir. Ama onların "insan gibi" olması şüpheli... O Varlıklar çalışıyor da olabilirler... Peyk, yâni uydu ve kapsül de yapıyor olabilirler. Dünyâ'ya da ilerde gelebilirler... Ama aradan 57 yıl geçti (2018) gelmediler. Eğer biz bu Celse'yi Noter'e verseydik, "Merihliler gelince açılacak" deseydik, daha açılmamış olacaktı!.. O yüzden Valığın bu ifâdelerini "tebliğ"den saymıyoruz. Nasıl yanlış bilgi alınabildiğini göstermek için Celse'yi naklettik. Varlığın "Merih'in iki uydusu"ndan bahsetmesi, yeterli değil. O bilgiyi Medyum da ansiklopediden edinmiş olabilir.

***

Varlık: Reşat İizmirligil
Medyum: Saliha
Velse İdârecisi: Ferhan Erkey
Târih: 23 Ağustos 1961
Usûl: Hipnotik-Manyetik Karma
Hâzirûn: Muhtelif

Medyum, HÜSEYİN ALİ isimli bir Afrikalı ile görüştükten sonra REŞAT İZMİRLİGİL ile İrtibât'a geçer.

İdâreci- Seçimin neticesi ne olacak?
(27 Mayıs 1960 İhtilâli ve Yassıada Yargılamaları, Yeni Anayasa'dan sonra
15 Ekim 1961'de Milletvekili ve Senatör Seçimi yapılacak.)
Varlık- Alavere dalavere, Kürt Mehmet nöbete... Ne olacak???
İ- Kürt Mehmet kim acaba?
V- Bütün millet.
İ- En sonunda vaziyet normalleşecek mi?
V- Nöbet milletin eline geçince düzelecek.
İ- Acaba iktidar için namzet kim?
V- Ben yaptım, sen yaptın, o yaptı... Lâf onlar!... Hepsini yaptıran ALLAH!..
1- Peki, nöbete kim geçecek?
V- Millet.
İ- Millet ama hangi parti?
V- Ben...
İ- Ben Partisi... Çok güzel!.. Öyleyse ben, Ben Partisi'ne geçeyim.
V- Daha Takdir-i İlâhî o emri vermedi ki!..

Şu Ekim 1961 Seçimleri hakkında biraz bilgi verelim. Çünkü Celse İdârecisi Milletvekili Seçimi'ne katılmak istiyordu, ama katılmadı. Seçim sonuçları

Partiler ............................. Milletvekili Sayısı .................. Oy Oranı ....

Cumhuriyet Halk Partisi............. 173 ............................ %36,7
Adâlet Partisi .............................. 158 .......................... %34,8
Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi...54 ........................... %14
Yeni Türkiye Partisi ................... 65 ............................... %13,7
Toplam Seçmen Sayısı 12.924.395
Oy Kkullananlar 10.522.716
Geçerli Oy Sayısı 10.137.435
Toplam Nüfus 27.754.820

Senato seçimlerinde yüzde 36,1 oyla CHP birinci parti oldu. Sırasıyla AP yüzde 34,5, YTP yüzde 13, CKMP yüzde 12,5 oy aldı. Kalan oylar seçilemeyen bağımsız adaylar içindi. Hiçbir parti çoğunluğu alamadığı için CHP-AP koalisyonu kuruldu.

22 Şubat 1962'de Albay Talât Aydemir bir darbe teşebbüsünde bulundu. Başaramadı, affedildi. Sonra 21 Mayıs 1963'de ikinci bir teşebbüste bulundu, gene başaramadı. Bu sefer hakkında idam kararı verildi. Mahkeme kendisinden başka 6 idam, 30 müebbet hapis cezâsı verdi. Geri kalan sanıklar 3 ay ile 15 sene arasında çeşitli cezâlara çarptırıldı. Üstâd'ın kastettiği karışıklıklar bunlar olsa gerek.

İdâreci- Bunları sizden soruyoruz, çünkü biz Bedenli, siz Bedensiz Varlıklarsınız.
Aslında arada bir fark yok.
Varlık- Değil!..
İ- Bir de bizim nefsimiz var.
V- Onu unutma! Onun rôlü çok büyük.
İ- Onu yenmek için geceli gündüzlü sizlerle Temas etmeye çalışıyoruz.
V- Onu kimse yenemedi.
İ- Azaltıyoruz etkisini.
V- Yoo!.. Siz "azaltıyoruz" zannettiğiniz anda o bir misli artıyor!
İ- Peki, ne yapalım? Biz elimizden geldiği kadar çalışıyoruz.

Acaba gerçekten çalışıyor muyuz?.. Nefsimizi, egomuzu, bencilliğimizi kontrol altına almaya yeterince gayret ediyor muyuz?.. Cevâbı siz verin. Herkes kendinden sorumlu!

***

Yine Medyum Saliha'dan bir Celse...

Varlık: Reşat İizmirligil
Medyum: Saliha
Celse İdârecisi: Ferhan Erkey
Târih: 25 Ağustos 1961
Usûl: Hipnotik-Manyetik Karma
Hâzirûn: Muhtelif

Medyum- ..... Karanlık'tayım....
İdâreci- Sür'atle yükseliniz.... Rahatsız mısınız?
M- ... Çok hızlı gidiyorum...
İ- Biraz yavaşlayınız... Şimdi nasıl?
M- ... Daha kurtulamadım...
İ- Yükselmeye devam ediniz.
M- .... Güzel kokuyor...
İ- Bol bol nefes alınız. Bu güzel kokuyu ciğerlerinize doldurunuz.
M- .... Aydınlık bir yerdeyim.
İ- Yükselmenize devam ediniz.
M- ... Aydınlık... Bulutlar üzerindeyim...
İ- Çok mu aydınlık?
M- Hıı.
İ- Rahat mısınız burada?
M- Rahatım.
İ- Öyleyse burada ufkî olarak dolaşınız. Bizimle Temas etmek isteyen
Varlıklar'la Temas temin etmeye çalışınız.
M- ..... Kimseyi göremedim...
İ- Biraz daha yükselin.
M- ... Yükselemiyorum.
İ- Burada mı durmak istiyorsunuz?
M- Evet.
İ- Öyleyse burada dolaşınız.
M- .... Dolaşamıyorum...
İ- Niçin dolaşamıyorsunuz?... Bir mâni mi var?
M- ... Yürüyemiyorum...
İ- Bir mâni mi var?
M- Hiçbir mâni yok.
İ- O halde niçin dolaşamıyorsunuz?
M- ... Duruyorum...
İ- Yürüyünüz.
M- Yürüyemiyorum.
İ- Muktedirsiniz.
M- .... REŞAT....
İ- Dua edelim... Ben ve arkadaşlarım dua ettiler. ALLAH kabul etsin.
M- .... "Küçük bir şaka yaptım," diyor...
İ- Tahmin ettikti.

Üstat Reşat şakacı bir Varlık... Daha önce de "kapı çalınıyor" deyip gitmişti. Yalnız eğer Reşat İzmirligil Geri bir Varlık olsaydı, çok tehlikeli olurdu. Çünkü Medyum'u tamâmen tesirine almış, ona istediklerini hissettirmişti.

İdâreci- Şimdi Üstâdım, nasihatlarınız var mı? Hatâlarımızı rica ediyorum.
Varlık- Bilerek, bilmeyerek insanlar birçok hatâ işlerler. Yalnız hatânın benimle ilgisi yok.
Her yaptığınız hatâ, sizindir.
İ- Bu hatâlarımızı söylerseniz, tekrarlamıyalım. Bizim de Tekâmül'ümüze yardımcı olacaksınız.
V- Hatâları tekrarlamak sizin Tekâmül'ünüze yardım edecek. Tekâmül etmek için
hâta işlemek şarttır.
İ- Hatâsız bir Tekâmül olamaz mı?
V- Hayır.
İ- Peki, hatâsız Tekâmül olamadığına göre, hâtalardan dolayı cezâ çekmek şart mı?
V- Gene derine daldın... "Bir müsibet bin nasihattan evlâdır," derler.
Hiçbir insanın, başkasının hatâsından bir tecrübe edinemeyiz.
Aynı hatâyı kendimiz yaparız... Ki, o zaman anlarız.
İ- Üstâdım, hatâyı bana târif eder misiniz?
V- Hatâ...
İ- Nedir hatâ?
V- Fert olarak düşünecek olursak, kendi egoizması altında başkalarına
zarar verici hareketler yapmak...
İ- Fert olarak???
V- Fert olarak.
İ- Peki, başka?... Cemiyet olarak ta var mı?
V- Cemiyet olarak ta.... İnsanın da münâsebetlerde, toplumun da menfaati
düşünülerek, yine toplum egoizması düşünülerek, komşuların hareket... hatâ...
komşularının menfaatini düşünmeden hareket etmek...
İ- Şimdi Üstâdım, "Başkalarına zarar vermek hatâ oluyor," diyorsunuz.
Peki, benim yapmış olduğum hareketlerden hiç kimseye zarar gelmez,
ama bana gelir. Bu bir hatâ değil mi?.. İlle de başkalarına mı zarar vermek lâzım?
V- Kendine yaptığın hatâ, Cemiyet'in sınırlandırdığı hatâ hudutlarını aşar,
yâhut onun içinde kalır. Cemiyet'in sınırlandırdığı hatâ hudutlarını aştığın zaman,
işte o zaman egoizmanın hâkimiyetinden çıkar.
İ- ??? Meselâ, ben elimi sobaya değdirdim, yandı... Bu bir hatâ... Ateşle oynanmaz!..
Ateşi tutarsan, yanarsın!.. Bunun Cemiyet'le veya diğer fertlerle bir alâkası yok!
Bu nasıl oluyor?
V- Efendim, geniş mânâda hatâdan bahsettik. Ateşi tutmakla kendi elini yakmasıyla
yapmış olduğun hatâ, kimseye zarar vermez. Bu hatânın doğrudan doğruya zararı sanadır.
Elini yakmakla ne öğrendin? Ateşin sıcak olduğunu, ateşin yakıcı olduğunu...
Binâenaleyh, ateşle oynamanın hatâlı olduğunu öğrendin.Bu ateşi bir başkasının
üzerine atarsan, kendini yaktığın gibi onu da yakacaksın. İşte başkalarıyla olan münâsebetin...
İ- Oraya gidiyor, evet.
V- Egoizmanın hâkimiyetinden kurtuluyorsun... Kendi şahsına yapmış olduğun hatânın
vermiş olduğu acıyı çekmekle; karşındakine, egoizmadan kurtulup, aynı acıyı çektirmiyorsun.
İşte hatâ, egoizmadan kurtulmayı sağlayıp, seni Tekâmül ettirme yoluna götürür.
İ- Mâdem ki Tekâmül için oluyor, bu hatâlardan dolayı sorgu-sual olacak mı?
V- Onu Takdir-i İlâhî bilir... Ben terâzi değilim.

Hatâ konusundaki sohbete Varlık iyi başladı. Ama İdâreci'nin hâta târifi istemesi üzerine ifâdeler karıştı. Hattâ bir ara "Varlık çuvallıyor mu?" diye düşünmeden edemedik. Sizin de dikkatinizi çekmiştir. Sonradan bu teklemelerin Medyum'un naklinden kaynaklandığı sonucuna vardık, çünkü Varlık anlatmak istediklerini toparlamıştı.

Soba misâli güzeldir, ve gerçekçidir. Bunu ben kızımda yaşadım. Henüz bir yaşında bile değildi. Sobalı evde oturuyorduk. Biz farkında olmadan yerde emekliyen kızım elini sobaya basmış, ufacık avucu kabarmış , su toplamıştı. Öyle fazla bir ağlama filân da olmadı. Ama sonra şunu müşâhede ettik: Bir yaşında bile olmayan kızım artık yerde emeklerken sobanın etrâfında bir U çiziyor, asla ona yaklaşmıyordu! Sobanın "cıss" olduğunu öğrenmişti!.

Dünya hayâtı hatâsız olmaz! İnsan hatâlarıyla öğrenir ve olgunlaşır... Burada Varlığın katılmadığımız üç sözü var. İlki "Hiçbir insanın, başkasının hatâsından bir tecrübe edinemeyiz" Tecrübe, sâdece kendi yaşadığımız olaylara dayanıyorsa, ifâde doğrudur. Ama akıllı insan, başkalarının hatâlarından da ders alır, aynı hatâyı kendisi yapmaz. Meselâ, kumar oynadığı için yuvası yıkılan, âilesi dağılan bir insanı görüp, kumara heves etmemek akıllı insan işidir. "Yok, bir de ben tecrübe edeyim" derseniz, aptallık etmiş olursunuz. Hele, damdan atlayıp ta yaralanan birinin yaptığını siz de yapmaya kalkarsanız; ahmaksınız, budalasınız, moronsunuz, embesilsiniz, geri zekâlısınız, kuş beyinlisiniz, boş beyinlisiniz demektir!

Biz "Cemiyet'in sınırlandırdığı hatâ hudutlarını aştığın zaman, işte o zaman egoizmanın hâkimiyetinden çıkar" sözüne bir mânâ veremedik. Nedir "Cemiyet'in sınırlandırdığı hatâ hudutları"?.. Bilemedik... Ama son kısımdaki açıklama doğru ve güzel... Gerçekten "Kendine yapılmasını istemediğini başkasına yapma!" sözünün iyi bir açıklaması!.. Ferdin tecrübesinin Cemiyet'e yansıması!..

İnsanlar Âhıret'te yaptıkları hatâların cezâlarını niye çekiyorlar?.. İşte Dünyâ'da iken elleri sobaya değmemiş, veya değmiş te acısını unutmuş oldukları için Âhıret'te ateşe dokunuyorlar... Benim kızım gibi olsunlar, bir dahaki sefere sobanın etrâfından dolaşsınlar diye... Yananların bir kısmı öğreniyor, bir kısmı yine unutuyor, yeniden Dünyâ'ya geldiğinde aynı hatâyı gene yapıyor ve bir daha azap çekiyor... Tâ ki, öğrenene kadar!.. Çünkü hatâ, her zaman egoizmadan kaynaklanmaz. Sâdece egoizmadan kaynaklanmaz. Çoğu câhilliktendir. Bu da üçüncüsü!..

İdâreci- Muhterem Üstâdım, birşeyin uğurlu veya uğursuzluğu var mıdır?
Bu tâbir nedir? Bize izah eder misiniz?
Varlık- Efendim, uğurlu-uğursuz diye hiçbir şey yoktur! İnsanlar bunu kendileri yaratmışlardır.
Bâzı kimselerin bâzı şeylere itikatları vardır. Meselâ, Salı gününün uğursuz olduğunu söylerler.
Değil, efendim, değil!.. Bu bizim halkımızın arasına Hıristiyanlar'dan geçmiştir.

Neden 13 rakamı uğursuzdur, biliyor musunuz?.. Kudüs şehri 13'de Müslümanlar'ın
eline geçmiştir de, ondan!.. Salı günü neden uğursuz?.. İstanbul Salı günü fethedilmiştir
de, ondan!.. Hıristiyanlar'dan Türkler Salı günü almışlardır. Hıristiyanlar ne demiş?..
Mukaddes saydıkları Kudüs şehri Müslümanlar'ın eline geçince, "13 uğursuzdur ,
Salı uğursuzdur" denmiş ve bu yavaş yavaş bütün Dünyâ'ya yayılmış. Alman efendi buna
birşey ilâve etmiş, kendine göre tabii... Hiçbir şeye istinat etmeden başka uğursuzluklar
da katmışlar!.. Yok, efendim, siyah kedi uğursuzdur... Değil mi?
İ- Evet.
v- Uğurlu-uğursuz diye birşey yoktur. Esâsı budur.

Kudüs neyin 13'ünde Müslümanlar'ın eline geçti?.. Yılın mı, ayın mı, saatin mi?.. Önce bunu araştırmak lâzım... Kudüs ilk defa 636 yılında, şehrin anahtarlarının savaşsız Halife Hazret-i Ömer'e teslim edilmesiyle alındı. Gününü bilmiyoruz. Sonra 1099 yılında Haçlılar Kudüs'ü geri aldılar... 10 Eylül 1187'de Selâhaddin-i Eyyubî Kudüs'ü kuşattı. Şehir 2 Ekim'de teslim oldu... Yâni 13 rakamının Kudüs'le ilgisi yok. Varlığın iddiası doğru değil!.. Neyle ilgisi olduğunu biliyorduk zâten... Hazret-i İsâ'yı Yahudi hahamlara ihbar eden Yahuda'nın 13. Havâri olduğuna inanılır. Bu yüzden 13 sayısı Hıristiyanlar'ca "uğursuz" addedilir. Otellerde 13 numaralı oda yoktur. Uçaklarda 13 numaralı koltuk yoktur. Apartmanlarda 13. kat yoktur. Bu böyle sürer gider.

İstanbul 1453'de 29 Mayıs günü fethedildi, ama o gün Salı mıydı?.. Bakmamız lâzım... Baktık, gerçekten Salı günü... Demek ki Üstâd'ın verdiği bilgi doğru... Hıristiyanlar o günü uğursuz saymışlar, onlarla birlikte yaşayan Türkler'e de "salı sallanır" diye bir anlayış bulaşmış... Tıpkı 13 sayısı gibi...

Uğurlu-uğursuz meselesi "bâtıl itikatlar"a girer. Yâni gerçek olmayan inanışlara... "Siyah kedi"yi açıklıyalım, gerisini siz düşünün. Eskiden sokak lâmbaları yoktu. İnsanlar karanlıkta yürürdü. Evlerde dahi elektrik yoktu... Şimdi o simsiyah karanlıkta karşınıza siyah bir kedi çıktığını düşünün. Kediyi göremezsiniz ama, ateş gibi parlayan gözleri görülür!.. İnsan karşısında iki göz görünce korkmaz mı?.. İşte bu korku o zavallı kediyi "uğursuz" yapar... Elinize bir fener alır, karanlığa öyle dalarsanız, siyah kediden korkmazsınız.

İdâreci- Peki, fal nedir?
Varlık- Haa, bak, bu değişti işte!.. Ben de biraz falcıyım zâten.
İ- Evet, sizden işitmiştik zâten.
V- Efendim, herkes fal bakmasını bilmez. Ve her "Fal bilirim" diyenin de falı çıkmaz. Değil mi?
İ- Evet.
V- Herkes fal bakar ama, on kişi bakarsa, bir kişinin falı belki çıkar, belki çıkmaz...
Bu nedir, bilir misiniz?.. Sizin bu uğraştığınız var ya, Altıncı His... İşte o!..
Onun ta kendisi... Medyumluk hikâyesi...
İ- Tabii, efendim. Altıncı hissi kuvvetli olan kimselerde gaipten haber verme,
karşısına gelen şahsın durumuna göre, kendinden çıkan manyetik dalgalarla
karşısındakinin düşüncelerini, yâhut karşısındakinin istikbâline âit şeyleri öğrenir
ve söyler... Bu istikbâle âit şeyleri nerden öğreniyor?
V- Altıncı hissi sâyesinde karşısında oturan şahsın ahvâl-ı umumiyesinden,
mevkiinden, ictimâî mevkiinden ve ahlâkî durumundan... Fal bilen kimseler
bir görüşte, yâhut bir defa konuşmada... "Efendim, ben bir konuşmada insanları tanırım"
derler bâzı kimseler... İşte bu, altıncı hisleri sâyesinde o insanların nasıl olduğunu
nasıl bir karaktere sâhip bulunduklarını ve ne olacaklarını, onlarda ne gibi
kötülükler gelebilecek... bunu hakikaten öğrenirler. Öğrenirler ama, bâzı şahsî menfaatleri
bunu ulu orta söylemelerine, yâhut kapalı söylemelerine mâni olur.
İ- Şimdi, yalnız, "şahsın mevkiine göre" dediniz. Öyle şahıslar vardır ki, mevki durumu iyidir
ahlâkî durumu iyidir, ama bir âkıbet onu beklemektedir... Bunu nasıl görüyor?
Meselâ, oturduğu yerden onun bir otomobil kazâsında öleceğini falda söyliyebiliyor.
V- Siz bilir misiniz, bir insanın bir an için kendini bırakıp o âlemden yaklaşıp,
onu başka bir âlemde gördüğünü?.. Siz bilir misiniz?
İ- Evet.
V- Ee, Medyumluk hikâyesi...
İ- Peki. El falındaki, eldeki çizgiler hakikaten insanın falını tâyin edebiliyor mu?
Yoksa insanların bir şeysi midir? Yoksa o çizgiler d insanın bütün hayâtını belli ediyor mu?
V- Eder... El çizgilerinin kadar insanın hayâtını ortaya koyan hiçbir şey yoktur.
El çizgilerinin ehemmiyeti mühimdir. El çizgileri ömrünüzü, hayâtınızda
geçireceğiniz bütün merhaleleri, alınyazınızdaki olan herşeyi elinizde bulabilirsiniz...
Ama bunu bulabilen çok azdır.
İ- Evet, Üstâdım. Çok teşekkür ederiz.

Aslında bizim Fal'la hiç ilişkimiz yoktur. Bu kısmı Fal meraklıları için verdik. Gerçek Falcı çok azdır. Çünkü Falcılık bir Medyumluk özelliğidir. E, iyi Medyum zor bulunduğuna göre, iyi Falcı da nâdirattandır. El ayasındaki çizgiler insanın geleceğini, hayâtının safhalarını kesin olarak bildirir mi, bildirmez mi, bilemeyiz. Ama, şurası kesin ki, vücuttaki bâzı belirtiler hiç değilse insanın o andaki durumunu anlatmaktadır. Akupuntür noktaları mâlûm, artık Tıp bile kabul etti. Ayak altındaki cizgiler, tırnaklardaki yaş ile meydan gelen bozukluklar, gözdeki belirtiler, dilin beyazlaşması hep birer hastalık emâresidir.

Fal olayı, Medyumluk ile ilgili olduğu gibi, ZAMAN'a bağlıdır. Aslında ZAMAN YOKTUR, AN VARDIR. GEÇMİŞ, GELECEK ANDADIR. Falcı, karşısındakinin geçmişini de, geleceğini de AN'da görür. Bunu en iyi anlatan DEAD ZONE - ÖLÜM BÖLGESİ (1983) filmidir. Tavsiye ederiz.

ZAMAN konusunda aklınızı karıştırdıysak, özür dileriz. Mâziye takılmamak, istikbâlden korkmamak gerekir. Şimdilik söyliyebileceğimiz bu kadar.

***

Medyumumuz Saliha Hanım bu sefer bir Hanım Sultan'la İrtibat kuruyor.

Varlık: Nâciye Sultan
Medyum: Saliha
Târih: 29 Ağustos 1961
Usûl: Hipnotik-Manyetik Karma
Hâzirûn: Muhtelif

Medyum- .....Çok hızlı gidiyorum.... Çok ilâhî bir ses duydum. Çok güzel bir ses...
Huşûyla karışık bir ürperti veriyor insana... Nefes bile almadan dinliyorum.
İdâreci- O sesi bize târif edebilir misiniz? Neyin sesine benziyor?
M- Anlıyamıyorum ki!.. İnsanın içini ürperten bir ses........ Sustu o ses...
Dinlemeye alışmıştım... Bitti ses...
İ- Ufkî olarak dolaşınız... Bizimle Temas temin etmeye çalışan Varlıklar'la görüşünüz.
M- ....... Elimden tuttu birisi...
İ- Kimdir bu muhterem?
M- ....... NÂCİYE SULTAN....
İ- Nâciye Sultan bize kendini daha çok tanıtsın.Kendisi için dua ediyoruz.
Hâzirûn'dan Birisi- Enver Paşa'nın hanımı.
M- .... Osmanlı Hânedânı'ndan... Enver Paşa'nın hanımısı...
İ- Hangi senede ölmüşler?
M- ..... 59...

Burada hemen duralım... Târihî bir şahsiyet... Bakalım, alınan bilgiler doğru mu?...

Naciye Sultan 24 Kasım 1898 doğumludur. Osmanlı Padişahı Sultan Abdülmecid'in torunu ve Şehzade Süleyman Efendi'nin kızıdır. Annesi Ayşe Tarzıter Hanım'dır. Enver Paşa'nın eşidir. Enver Paşa'nın Orta Asya'da vefatından sonra, Mehmet Kâmil Killigil ile evlenmiştir. Ölüm tarihi 4 Aralık 1957'dir. Yâni, Varlığın verdiği 1959 yılı doğru değildir. Ama biz bu tarz yanlışları bizi araştırmaya sevketmek için olduğunu düşünürüz. Yukarda da böyle yanlışlar vardı. Neler bulduk, neler öğrendik.

İdâreci- Bizimle bu akşam görüşmek arzusunda mıdır?
Medyum- ... Evet...
İ- Bir arzuları var mı? Kendilerini dinliyoruz. Âilesi efrâdına varsa, kendilerine bildirelim.
M- .... Büyük Ada'daki köşkte bir kitabı varmış...
İ- Nâciye Sultan'ın mı?
M- ... Evet... Türkân bilirmiş... Türkân o kitabı okumamış... Defter hâlindeymiş.
İ- Acaba bunun muhtevâsından bize de bahsederler mi?
M- ... Âilevîymiş...
İ- Peki... Adresini bize lûtfederseniz, kendilerine bildirelim.
M- .... Sümer Sokak'ta.... Evet...
İ- Soyadı nedir, efendim?
M- ....... (?)......
(anlaşılmıyor, kayda geçmemiş, ama dinleyenler anlamış olabilir.) ...
İ- Peki, efendim...

Gene duracağız. Bu defter meselesi mühim... Türkân kim, bakalım, öğrenebilecek miyiz?..

İnternet'te, Ekşi Sözlük'te, doğru mu, yanlış mı, bilemem ama, şu bilgiler var:

- "Nâciye Sultan, Enver Paşa'nın eşidir kendisi. Hâtıraları 1952'de "Acı Zamanlar" adıyla
Vatan gazetesinde yayımlanmış, 1990'da ise aynı adla kitap halinde getirilmiştir."
(Demek ki hâtıralarını tuttuğu bir defter var, içindekiler kendisi hayatta iken yayınlanmış.
İkinci yayınlama ölümünden sonra)

- "Ne var ki, kitap 2006'da bir başka yayınevi tarafından bu kez "Naciye Sultan"
ismiyle, Hayrünnisa Alp diye hayâlî bir yazarın kaleminden tekrar yayınlanmıştır.
Murat Bardakçı ise bu olayı 'intihalde varılan son nokta' olarak tanımlamıştır."
(Üçüncü yayınlama)

- "Can Dündar'ın "Yüzyılın Aşkları" isimli kitabında Enver Bey ile olan büyük aşkı
anlatılan hanımefendi. 3 sene boyunca Enver Paşa ile birbirlerini yalnızca
fotoğraflarından tanıyıp sevmişlerdir."

- "Enver Paşa'nın ölümünden sonra, vasiyeti üzerine, kardeşiyle evlenmiştir."

- "Evlendiğinde kendisi 15, eşi Enver Paşa ise 33 yaşındadır. Saraylı'dır, zengin kızıdır."

- "İnsana evvelden başına gelecekleri anlatsalar: 'ben bu kadar cefâya dayanamam,
bu derecede üzülmeye tahammül edemem.' diye kadere isyân eder.
Fakat dayanılmayacak cefâ ve üzüntü yoktur..."
( diye yazmış... Vatan gazetesi, 7-9 ocak 1953... Hayattayken yayınlanmış.)

- "Enver Bey'le nişanlanmasından sonrasını şöyle anlatır:
'Mektuplaşmaya başladık. Birbirimizi hiç görmemiştik. Onun, benim resmimi
bile görmüş olduğunu zannetmiyordum. Beni, annesinin târifi ile tanıyordu. Beni
hayâlinde nasıl canlandırdığını bilmiyordum. Fakat mektuplarımızla birbirimizi
az çok tanıdık ve sanıyorum ki, sevdik. Bir sene kadar süren bu tatlı ayrılık,
bizi birbirimize yaklaştırdı. Enver Bey'le bir sene sonra, 1911 yılında
nikâhımız kıyıldığı zaman, o gene uzaktaydı. Nikâhı Şeyhülislam Mûsa Kâzım
Efendi kıydı. Merâsim basit oldu ve biz birbirimizi, gene mektupla tebrik edebildik...' "
(Şevket Süreyya Aydemir, "Enver Paşa", cilt II, sf. 210-211)

Bu arada TÜRKÂN'ı da bulduk!.. Merhum ve şehit Enver Paşa'nın kızı imiş. 1919 doğumlu imiş... Tahsin Mayatepek'in, babası gibi diplomat oğlu Hüveyda Mayatepek (1914-1973) ile evlenmiş. Bir oğlu olmuş Osman Mayatepek (1950-2016)... Yine öğrendiğimize göre, Türkân Hanımsultan kocasını Viyana'da Buyukelçi iken kâlp krizinden kaybedince, vaktiyle aldığı İstanbul Üniversitesi Kimya diploması sâyesinde hayatını kazanmış, TED'de yillarca redoks öğretmiş. 1989 yılında vefat etmiş... ALLAH cümlesine rahmet eylesin.

Sâmi Akbıyık , Haber Turk (TÜRK değil; TURK) gazetesinde Murat Bardakçı'nın egosunu tavana fırlatmış... Ama epey bilgi var.

Demek ki bir hâtıra defteri varmış. İçindekiler Nâciye Sultan hayatta iken yayınlanmış. Ama Celse'de Nâciye Sultan, kızı Türkân Hanımsultan'dan o defteri bulmasını istiyor. Belki yayınlanmamış kısımlar var diye... Belki de düzeltmeler için...

TÜRKÂN MAYATEPEK ÂİLESİ

İdâreci- Türk Kadını için bize birşey söylemek ister misiniz?
Hanımlara öğüt şeklinde.
Medyum- ... "Ahh!... Ahh!... Hanımlarımız hangi târihte, ne zaman öğüt dinlediler ki,
şimdi dinlesinler!" diyor. "Hanımlarınızın gidişâtını beğenmiyorum."
İ- Ne bakımdan?
Varlık- Her bakımdan.
İ- Lûtfen açıklayınız.
V- Âile mefhumunu anlıyamıyorlar. Âilenin kutsiyetini bilmiyorlar. Bu kutsiyeti bozuyorlar.
Kendilerini dâima erkeklerle aynı haklara sâhip görüyorlar. Önce ALLAH,
erkekleri kadınlardan daha üstün, daha kuvvetli yaratmıştır. sonra da Cemiyet onlara birçok haklar
tanıtmak
... tanımak sûretiyle bunu kuvvetlendirmiştir. Hâlâ "Bir erkek gibi hareket edeceğiz" demenin
âlemi var mı?.. Hanımlarımızın her hareketi memleketimizin her hareketine baskı yapıyor.
İ- Bunu biraz açıklar mısınız?
V-En ufak misâl: Giyim müsrifliği!.. İşte memleketin iktisâdîyâtına hareket eden tarafı!.. İncik boncuk...
Bizim zamânımızda da vardı. Kıymetli taşlar vardı ama onlar memleketih sermâyesiydi.
Avuç dolusu kıymetsiz taşlara para verilip memlekete getiriliyor!..
3-5 hanımın gönlü olsun diye!..

Hanımlarımız elele verip çalışmadıkça, bu memleket düzelmez!.. Hanımlarımızın çalışmaması,
âileye intikâl ediyor. Dolayısiyle memlekete!.. Cemiyeti meydana getiren âilelerdir.
Âileyi de idâme ettiren kişi
yuvayı yapan dişi kuştur. ....
İ- Bu kadar mı, efendim?
M- ... "Daha çok söylenecek var," diyor. "Ama zülf-i yâre dokunur," diyor.
İ- Söyleyiniz, efendim, lûtfen.
V- Kâfidir, evlâdım, kâfidir.

Evvelâ siyah harflerle yazdığımız kısımları açıklıyalım. Medyum'un teklemelerini, nakil hatâlarını gösteriyor. "tanıtmak" diyor, sonra "tanımak" diye düzeltiyor. Son cümlede "kuş" kelimesi havada kalıyor, halbuki "Yuvayı yapan dişi kuştur" atasözünün bir parçasıdır ve âileyi idâme ettirenin KADIN olduğunu belirtiyor.
KADIN deyince... Varlık, Saray'da yetişmiş, kibar, o hep HANIM diyor... ama biz KADIN deyince aklımıza Ulu Ârif Çelebi Üstâdımızın KADIN tebliği geldi. Bu Celse'deki ifâdeler sanki onu tamamlıyor, Dokuz yıl önce verilmiş olmasına rağmen!..

O Celse'nin incelemesine KADIN'ı, sâdece sözde komutanlara câriyelik yapan militan genç kızlar olarak gören teröristlerin ve zıvanadan çıkmış erkek düşmanı feministlerin anlayışı ile başlamış; İSLÂM'ın istediği ve TÜRK toplumunda KADIN'a nasıl olması gerektiğini anlatan TEBLİĞ ile devam etmiştik.

Bir kere daha tekrarlıyalım ki, Varlığın bahsettiği "üstünlük" yanlış anlaşılıyor. Bir defa âyet şöyle:

- "Allah'ın bâzısını bâzısına üstün kılması nedeniyle
ve mallarından harcamalarından ötürü erkekler,
kadınlar üzerinde hüküm sâhibidirler.
Sâliha kadınlar; gönülden boyun eğenler
ve Allah'ın korunmasını emrettiği şeyleri (hakları),
kocasının bulunmadığı zamanda koruyanlardır."

(Nisâ Sûresi, 34. Âyet)

Dikkat ettiniz mi?.. "Bâzı insanlar, bâzı insanlara üstün" kılınmış!.. Birileri bütün insanlara üstün değil!.. Bundan şunu anlıyoruz: Bâzı erkekler bâzı KADINLAR'a üstün!.. Bütün KADINLAR'a değil!.. Tersi de doğru!.. Bâzı KADINLAR bâzı erkeklere üstün".. E, değil mi? Karate şampiyonu bir kadını hangi sıradan erkek yenebilir?. Bşbakan Thatcher, Şansöyle Merkel, hattâ bizim Tansu Çiller bâzı erkeklere üstün değil mi?.. KADIN kocasına bile soyadını verip Özer Çiller yapmadı mı?,, Bunda tartışılacak birşey yok. Herşey mantıkan açık!..

Peki, Hangi erkekler hangi KADINLAR'a üstün?.. Himâyesinde olan KADINLAR'a, KARISI'na, KIZI'na, KIZKARDEŞİ'ne, ANASI'na ve yakını olan KADINLAR'a, çalıştırıp hakkıyla ücretini ödediği KADINLAR'a... ve ANCAK MALINDAN, MÜLKÜNDEN, PARASINDAN, CEBİNDEN harcayıp onlara baktığı takdirde!.. Dışarda terleyinceye kadar çalışıp kazandığı ile onlara bakan erkekler, baktıkları KADINLAR'a üstün!.. Her KADIN'a değil!.. Başka KADINLAR üzerinde de en ufak bir hakkı, otoritesi yok!.. O baktığı KADINLAR da onun mantıklı ve haklı isteklerine kafa tutmadan, hır çıkarmadan, carcar ötmeden, gönülden boyun eğip hizmetini yaptıkları ve evin erkekleri yokken âilenin haklarını, nâmuslarını korudukları takdirde SÂLİHA, yâni İYİ KADINLAR olurlar... Başka KADINLAR'ın boyun eğmesi gibi bir mecburiyeti olmadığı gibi, haksız taleplere her türlü itirâz hakkı da vardır.... Peki, var mı buna muhâlefet?

Varlığın belirttiği israf türleri, moda düşkünlüğü, giyim-kuşam merâkı, süs-püs peşinde koşma, hele mücevherat iptilâsı gerçekten Cemiyet, yâni Toplum için büyük kayıplara yol açıyor. İslâmî esaslara uyduğu propogandası yapan AKP iktidârı fakirin her türlü ihtiyâcından %10-18 KDV alıp, üstüne Tüketim Vergisi bindirip insanların anasını ağlatırken; takı ve süs eşyalarından sıfır vergi alması akla, iz'ana sığmaz bir durumdur.

Eskiden bankalar yoktu. Kişiler tasarruflarını bankaya yatıramayınca, ceplerinde banka cüzdanı, kredi kartı olmayınca, servetlerinin bir kısmını altın, gümüş, kıymetli taş şeklinde takı olarak üzerlerinde taşırlar, ihtiyaç duyunca da onları satarlardı. Bu âdet bugün bile düğünlerde "altın takma" şeklinde devam etmektedir. Lâkin şimdiki mücevher düşkünlüğü tasarruf için değil, gösteriş içindir. Üstelik 10.000 liraya aldığınız bir pırlanta yüzüğü 2.000 liraya zor satarsınız. Yâni, kazık yemiş olursunuz.

"ZÜLF-İ YÂR, "sevgilinin şakaklarına düşen saç lülesi" demektir. Peki, "zülf-i yâre dokunmak" ne oluyor?.. Uzun ama anlatalım: Eski Türk töresinde bugüne dahi yansıyan bir "yasaklar silsilesi" vardı. Atın kuynuğuna, Erkeğin bıyığına, Kadının saçına dokunmak yasaktı, kan çıkardı. Rahmetli Tarık Akan'ın bu konuda bir filmi vardır. Ama adını hatırlıyamadım, ararsanız bulursunuz... Türkiye'de başörtüsünün bu kadar büyük mesele olması, kadınların saçlarının telini dahi göstermeme çabası bu âdetten kaynaklanmaktadır. Bu arada belirtelim, saçını örtmek var da, "telini göstermeme" gibi bir aşırılık yok. Son 40 yıla kadar da yoktu. Başörtüsü vardı, sıkmabaş örtü yoktu.
SÂLİHA , "dînin buyruklarına uygun harekette bulunan, yetkisi ve hakkı olan, dîne uygun iyi hareketler, ALLAH'ın ve Peygamber'in beğeneceği işler, iyilikler, elverişli, iyi, uygun, yakışır" demektir. "İyi Kadın" anlamında kullanılır.

İdâreci- Peki. Efendim, Dünya Hayatı nedir? Onu izah eder misiniz?
Varlık- Dünya Hayâtı, insanların Tekâmül'ünü sağlayacak şekilde hatâlar işlemesi,
hatâlardan örnekler alması, Ruh Tekâmül'ünü sağlayacak şekilde yaşamasıdır.
Bedenen fizîken yaşamasıdır.
İ- Güzel.
V- İnsanın ölümsüzlüğüne inanıyorsunuz.
İ- Evet.
V- "Ruh Âlemi" dediğiniz yerdeki hayâtımızda geçireceğimiz
safhalara "Dünya Hayâtı"
dediğimiz
safhalarla hazırlanırız. Ruhumuzun Tekâmül'üne yarıyan bir imtihandır. ......
İ- Bu kadar mı, efendim?
V- Evet.

Medyum "sahalar" demiş, biz "safhalar"ın daha uygun olduğu düşüncesiyle, "yanlış nakil" diyerek düzelttik... Gerçekten Dünya Hayâtı hatâsız olmaz, hatâlarla yaşanır, hatâlar ile olgunlaşılır, yâni Tekâmül edilir. Yalnız burada dikkatli olmak lâzım... "Ruh'un Tekâmülü" ifâdesi kullanılıyor ama, "ona Ruhumdan üfledim" (Hicr Sûresi, 29. Âyet / Sad Sûresi, 72. Âyet) denildiğine göre, ALLAH'ın üflediği Ruh'ta noksan olur mu ki, Tekâmül etsin?.. Ancak o Ruh'un maddeye hâkimiyetinde kudretini kullanmada alışkanlığı olmaması, bu alışkanlığın sağlanması kastediliyordur muhtemelen. Esas maksat, Madde'nin Tekâmül'üdür. Maddenin daha iyi kullanımıdır. Bedenin kudret ve kaabiliyetlerine göre kullanılmasıdır. Bunlara "Tekâmül" denir, Yoksa Ruh'un kendisinin Tekâmül'e ihtiyâcı yoktur.

İdâreci- Mâdem ki, Dünya Hayâtı bir Tekâmül vesilesidir, Kadın-Erkek diye bir ayırım var mıdır?
Mâdem ki, hepsi birer Ruh'tur...
Varlık- Vardır.
İ- Daha eveli, daha sonrası var mıdır?
V- Vardır.
İ- Ne gibidir o fark?
V- ALLAH Dünyâ'ya erkekleri yollarken daha mütehammil, daha kuvvetli, daha olgun gönderir.
İ- Ruh bakımından???
V- Beden bakımından.
İ- Ruh bakımından bir fark yok şu hâlde.
V- Beden bakımından daha kuvvetlidir dâima, erkek kadından.
İ- Evet, kuvvet bakımından öyle ama, mukavemet bakımından kadınlar erkeklerden daha mukavimdir.
V- Her zaman değil.
İ- Umûmiyetle.
V- ERKEKLERİN DÜNYÂ'DA KADINLARDAN ÜSTÜN YARATILDIKLARI MUHAKKAKTIR!
i- Muhakkak olan nedir? Bunu anlıyamadım. Zekâ bakımından mı?
V- Hayır. Çok zekî kadınlar Dünyâ'ya gelmiş.
İ- Şu halde??? Bir fizîkî yapı bakımından mıdır? Bu, büyük bir fark mıdır?
V- Onlar kuvvetleri sâyesinde dişilerini korurlar.
İ- Evet ama icâbederse bir kadın da kendini koruyabilir.
V- Hayır.
İ- Koruyamaz mı?
V- Her zaman koruyamaz. Kadının her zaman zayıf tarafları çoktur.
İ- Doğrudan doğruya bedenî zayıflıktan konuşuyorsunuz.
V- Evet. Tabii, tabii... Bedenî olarak... Rûhî bakımdan değil.
Rûhen çok mütekâmil hanımlar gelmiştir.
İ- Peki, ama, çok cılız, fizîkî yapısı yapısı çok zayıf olan nice dâhiler vardır.
V- Mevzu dışına çıktın. Mevzu kadın ve erkek mevzuuydu. Dâhileri öne sürme!

Aslında münâkaşayı, tartışmayı sizlere bırakmak istiyorum ama, dayanamıyorum. "Bâzısı, bâzısından" ifâdesi çok yerinde!.. Beden bakımından çoğu erkekler, çoğu kadınlardan daha kuvvetli, daha üstündür. Buna herhâlde itirâz yok... Ama ben erkeklerin "daha olgun" olduğu kısmına takıldım. Bâzı erkekler bâzı konulara bâzı kadınlardan daha yatkın olabilirler. Meselâ, EDEBÎYAT... ŞİİR... ROMAN... MUSİKÎ... MİMARLIK... RESİM... Ama bu onların Rûhen olgun olduğuna kat'i delil mi, bilmiyorum.

Bu arada, bu DÂHİ (uzatma işâretli), "üstün zekâlı, olağanüstü kaabiliyeti, yeteneği ve yaratıcı gücü olan kimse, öke" demek iken; DAHİ (kısa A), "de, da, bile" anlamındadır. Câhil-cühelâ takımı hep "dâhi" diyor, "o da" mânâsını kastederken... O yüzden dikkat etmişsinizdir, biz her inceltme-uzatma-kesme gereken yerlerde gerekli işâretleri kullanıyoruz. Size de tavsiye ederiz. Hem başkalarının telâffuzunu düzeltmek için, hem çoluk çocuğunuzu dilibozuk olmaktan kurtarmak için...

Mânâsı az bilinen ama bizim sık kullandığımız TEKÂMÜL kelimesi ile başlıyalım. Kökü KEMÂL'dir, Atatürk'ün lâkabı, Mustafa ismine eklenmişti. KEMÂL , "Olgunluk, yetkinlik, eksiksizlik, tamlık, en yüksek değer, erdem, bilgi, değer, baha, fazilet" anlamlarına gelir. KÂMİL , "olgun, yetkin, erişkin, eksiksiz, ağırbaşlı, bütün, tam, kültürlü, bilgili, bilgin." demektir, "olgun insan sıfatı"dır. EKMEL , "en kâmil, en eksiksiz, en olgun, en uygun" anlamındadır. İKMÂL , "tamamlama, mükemmelleştirme, bitirme" demektir. MÜKEMMEL , "Kemâl bulmuş, kemâle ermiş, kemâle erdirilmiş, çok iyi, tamam, olgun, noksansız, eksiksiz" mânâlarını taşır. TEKÂMÜL , "kemâl bulma, kemâle erme, olgunluk, olgunlaşma, gelişim, gelişme, evrim" demektir. MÜTEKÂMİL , "tekamül etmiş olan, kemâlli, olgunlaşmış, gelişmiş, olgun, gelişkin" anlamındadır. MÜKEMMEL ile MÜTEKÂMİL arasındaki fark, ikisi de "kemâle ermiş" anlamına gelmesine rağmen, MÜKEMMEL "olgunluğun en son noktasında" demektir.
MUHTEVÂ , "anlam yükü,içerik, bir şeyin içindekiler, kaplanan, içine alınan, içindeki şey, kapsam" demektir.
MÂDEM , "Değil mi ki" anlamındadır.
MUKAAVEMET, "dayanma, karşı durma, karşı koyma, direnme, direniş, dayanırlık" anlamındadır. MUKAAVİM , " dayanıklı, dirençli" demektir. . '
MÜTEHAMMİL , "tahammül eden, katlanıp sabır ile kabul eden, dayanabilen, kaldırabilen" anlamındadır.

Üstat Reşat son derece haklı... İdâreci mevzuyu değiştiriyor. Varlığın bu îkazını, kendisinin Vasat-Üstü ve Eğitimli olduğuna delil sayıyoruz. Bir sohbette, bir münazarada mevzuyu dağıtmadan götürmek her babayiğidin harcı değildir. Bunun aksi misâlleri televizyon açık oturumlarında, forumlarında, tartışma ortamlarında, hatta bilgilendirme programlarında görüyoruz.

Varlık- Dâhileri öne sürme!.. Dâhilikle kuvveti ölçmüyoruz.
Kuvvetli bir insanın dâhi olacağını söylemedim. Yâhut zayıf bir insanın dâhi olamıyacağını söylemedim.
Kadın ve erkek mevzuundayız. Dünya yüzüne gelen kadınlar dâima erkeklerin kuvvetini teskin etmek
mecbûriyetindedir. Erkekler...
İ-
(Varlığın sözünü keserek) Peki, bu üstünlüğü kabul etmezse, Ruh bakımından, fizik ne yapsın?
V-
(Güler) İşte bu aksaklıklar doğar!
İ- Meselâ???
V- Fizik bakımından dâima bir kadın erkeğinin üstünlüğünü kabul etmelidir. Onun kuvvetine sığınacaktır.
İ- Ben ise Ruh'a bağlıyorum bu işleri... Ne dersiniz?
V- Hayır.
İ- Ruh üstünlüğü.
V- Eğer bir kadının Ruhu erkeğinden üstünse, o erkeğini elde etmesini ve yuvada düzeni kurmasını bilir.
İ- Tamam!... Güzel!.. Bunu kabul ederim.
V- İşte Ruh üstünlüğü buradadır. Zâten Ruhu üstün olan bir insan erkeğinin fizikman üstün olduğunu kabul eder.
Rûhu yüksek bir kadın, bilâ kayd-ü şart erkeğine teslimdir.
İşte yuvada dirlik ve düzen o zaman olur. Yuvanın dirliği ve düzeni, Cemiyet'in dirlik ve edüzenidir.
Dirlik ve düzen bulmuş Cemiyetler çalışma sahâsında ilerlerler.

Biliyoruz, Feministler ve KADIN haklarını bilir-bilmez savunanlar yukardaki sözlere itirâz edeceklerdir. Erkeğin fizîkî üstünlüğü konusunda şu KADIN dövmek, KADIN cinâyetlerini hatırlatalım... Onları savunuyoruz, sanılmasın!.. ASLA!.. Biz sâdece "erkek döven KADIN" vak'alarının pek sık duyulmadığını; maganda, orman kaçkını erkek bozuntularının bu bahsedilen fizîkî üstünlüğü olur-olmaz şekilde kullandıklarını, KADINLAR'ın da şikâyet etmekten başka bir şey yapamadıklarını belirtmek istedik. Her KADIN'ın başına bir polis dikemiyeceğimize göre, KADINLAR'ın kendilerini güvende hissetmesi nasıl sağlanabilir?.. Üstat, bunun ilk şartının "erkeğin fizîkî üstünlüğünün kabul edilmesi" olduğunu söylüyor. Bu, hastalığa teşhis koymaktır. KADIN'ın kocasına ve âilesindeki erkeklere tavrı başka, dışardaki erkeklere ise daha başkadır. Rûhu üstün KADINLAR, yâni mânevî yönü kuvvetli, SALİHA olan KADINLAR, yâni iyi ve uygun davranışlı, akıllı KADINLAR, zâten erkeğin fizikman üstün olduğunu bilir, bu konuda tartışmaya girmezler. Evdeki erkekleri teskin etmesini, yâni sinirlendiklerinde o kaba kuvveti kullanmamaları için sâkinleştirmeyi bilirler.

Sonra evde, âilede dirlik ve düzen olması için büyük bir problem veya tehlike arzetmeyen konularda, kendileri farklı düşünse bile erkeğine tâbi olurlar. Üstat buna "bilâ kayd-ü şart" diyor ki, "kayıtsız, şartsız, itirâzsız" demektir. Biz o kadar ileri götürmüyoruz. KADIN fikrini kibarca söyler, yumuşakça ısrar eder, fakat kocası ayrı fikirde ise ne olacak?.. Bir evde iki baş, iki ayrı karar olmaz ki!.. Birine uyulacak... İşte Üstat, bu noktada teslimiyeti KADIN'dan bekliyor. Niye?.. Evde kavga-gürültü çıkmasın, dirlik-düzen bozulmasın, erkek kaba kuvvete başvurmasın diye!.. Aksi durumlarda ne olduğunu biliyoruz. Sözünü dinlemiyen karısını kaynar suyla haşlayan erkekler bile var!.. Böylelerini Hayvanat Bahçesi'nde kafese kapatıp ibret için seyrettirmeli!..

Dışardaki erkeklere gelince; KADIN onlara karşı erkeğinin himâyesiyle kendini savunur. Bu gerçek Tabiat'ın Canlı bölümünün her kademesinde böyledir. Dişileri erkekler korur. Akıllı KADIN bu gerçeği kabul eder. Akılsız KADIN "Ben başımın çâresine bakarım" der, yalnız tenha yerlere gider, gece karanlık sokaklarda dolaşır, başına dert açar.

Eı mühim netice; dirlik-düzen içinde âilelerin bulunduğu Cemiyet, çalışma hayâtında da, iş hayâtında da, siyâsî hayatta da dirlik-düzen içinde olur. İş âilede başlar, KADIN'la başlar. SALİHA KADIN'la!..

- "Allah'ın bâzısını bâzısına üstün kılması nedeniyle
ve mallarından harcamalarından ötürü erkekler,
kadınlar üzerinde hüküm sâhibidirler.
Sâliha kadınlar; gönülden boyun eğenler
ve Allah'ın korunmasını emrettiği şeyleri (hakları),
kocasının bulunmadığı zamanda koruyanlardır."

(Nisâ Sûresi, 34. Âyet)

Ne tesâdüf, değil mi, Medyum'un adı da SALİHA...

İdâreci- Efendim, aramızda Öğretmen Hanımlar da var. Onlar için birşey söyler misiniz?
Varlık- Bugün Cemiyetimizde öğretmen-talebe bir problem hâlindedir.
Ne öğretmenlerinizin problemi hâlledilmiştir, ne de talebelerinizin problemi hâlledilmiştir.
Eskiden bir âile, çocuğunu mektebe verirken, "Eti senin olsun, kemiği benim," derdi...
Bu lâfın mânâsını, bilmem, anladınız mı? Şimdi âileler en ufak bir şeyde dâima çocuklarını haklı görüyorlar.
Öğretmenleri kabahatli buluyorlar. Ama bu demek değildir ki, öğretmenler tamâmen kabahatsizdir.
Kaprisiyle hareket edeni çok!..

Okulda yapılacak olan iş, öğretmenle âilenin birliğini sağlamaktır. Ama bu sağlama,
"öğretmenle âile bir olsun, çocuğa cephe alsın" diye değil; iki taraf bir olup,
çocuğun problemlerini çözmeye çalışsınlar
diye... Cephe alarak problem çözülmez!
Onun Ruh âlemine inmek sûretiyle problemler çözülür. Nerede öyle âile?.. Nerede öyle öğretmen?..
İ- Şimdi, efendim, içimizden bir öğretmen diyor ki, "Çocuğun Ruh âlemine nasıl inilir?"
V- Öğretmen, öğretmen olmadan evvel bunları meşkeder. Eğer meşketmedilerse, Psikoloji okusunlar.

Sual ne güzel, değil mi?.. EĞİTİM , demek ki bugünün değil; 50 yıl öncesinin de problemi imiş!.. Ondan 50 yıl önce de, 100 yıl önce öyleymiş ki, Maarif Nâzırı Emrullah Efendi, "Şu mektepler olmasaydı, ben bu Maarif'i ne güzel idâre ederdim!" demiş!.. Son 16 yılda Eğitim sisteminin 15 defa değiştirilmesi, bu işe kalkışanların zerre kadar Eğitim kültürü olmadığının delilidir.

Bakın, daha önce anlattık ama, basit bir hususu bir kere daha belirteyim: Şimdi kullandığımız EĞİTİM kelimesi, daha önce kullanılan 5 ayrı kelimenin yerini tutmaktadır: TÂLİM, TERBİYE, TEDRİSAT, TAHSİL, MAARİF... Bunların her birinin diğerinden mânâ ve işlev farkı vardır. Biri, diğerinin yerine geçmez! Siz hepsini toparlayıp bir tek EĞİTİM derseniz, olmaz!.. Kaldı ki, o kelimenin dahi mânasına uygun hareket etmezler!..

Askerlikte TÂLİM, âilede TERBİYE, okulda TEDRİSAT, meslekte TAHSİL kullanılmaktadır. TEDRİSAT için ÖĞRETİM deniyorsa da, gene bu EĞİTİM kelimesi yaygındır. MAARİF ise, mâlûm, Devlet'in bütün ülkede üstlendiği sorumluluğun üst noktası Bakanlığın adı idi.

Şu halde EĞİTİM'den söz ediyorsak, bütün bu kelimelerden ne kastettiğimizi tam olarak bilmemiz gerekir. Çünkü PROBLEMLERİN ÇÖZÜMÜ PRENSİPLERİN TESBİTİNDEN, PRENSİPLERİN TESBİTİ DE KAVRAMLARIN İYİ TANIMLANMASINDAN GEÇER. Ne dediğimizi, ne kastettiğimizi bilmiyorsak, maksadımızı karşımızdakine anlatamıyorsak, bizim dediklerimizden karşımızdaki başka şeyler anlıyorsa, sonuca ulaşmak mümkün olmaz. Türkiye'nin şu anda pek çok konuda içinde bulunduğu karmaşanın gerçek sebebi de budur.

EĞİTİM kelimesinin ilk karşılığı TÂLİM'dir. İLİM kelimesinden türemiştir. Öğrenme veya Öğretme anlamlarına geldiği gibi, diğerlerinden farklı yönü egzersiz ile, yâni TEKRAR İLE yapılan Eğitim olmasıdır. Bir başka anlamı da MEŞK ile yetiştirmedir... Varlığın kullandığı "Öğretmen, öğretmen olmadan evvel bunları meşkeder" cümlesi ile bağdaşır. MEŞK , "yazı veya müzikte alışmak ve öğrenmek için yapılan tekrarlı çalışma, el alıştırması, bir öğretmenin, aynısını yazmaları için öğrencilerine verdiği yazı örneği, yazı veya müzik dersi" demektir... Neymiş, öğretmen, öğretmen okulunda (şimdi kalmadı ya) öğrenciye nasıl davranacağını öğrenirmiş, sonra da öğretmen olunca uygularmış!.. Her nedense bizim toplumumuzda "tekrar" ve "ezber"e büyük düşmanlık vardır. Haklı oldukları tek yön, yanlış yerlerde "ezber" olmasıdır, yoksa ezber ve tekrarın şart olduğu yerler vardır. Görüldüğü gibi, sadece bu husus bile bizim eğitim konusunda ne hatalar yaptığımızı açıkca ortaya koymaktadır. Bir defa bâzı şeylerin ancak tekrarlıyarak öğrenilebildiğini kabul etmek gerekir. Eskiden ezberletilen alfabe, kerrat cetveli, moleküllerin atom ağırlıkları, tarihi olaylar buna dâhil edilebileceği gibi; askerlik, judo, karate gibi savaş sanatları, spor faaliyetleri, müzik, tiyatro ve hemen bütün meslekler, özellikle el sanatları ya zihnî tekrarla, ya da bedenî tekrarla mükemmele giden özellikler taşır. Bunları nasıl unuturuz?..

Eskiden bu "meşk etme" Öğretmen Okulları'nda başlardı. Çocuklar Ortaokul çağında yatılı Öğretmen Okulları'na alınırlar, her an öğretmenlerin gözetiminde yetiştirilirlerdi. Okul duvarlarında, sınıflarda öğretmenliğin ne yüce bir meslek olduğunu, gâyesini belirten yazılar olurdu. Öğretmenlik çocuğun Ruhuna işliyerek liseyi, Eğitim Enstitüsü'nü, hattâ üniversiteyi bitirir ve kendini mesleğine adamış birer öğretmen olurlardı. Şimdi öğretmenler sâdece üniversite çağında "yetiştiriliyor" diyemiyeceğim, okutuluyor ve sokağa salınıyor. İşe alınanlar da "sözleşmeli" yâni saat ücreti ile çalıştırılıyor, asgarî ücretten daha aşağı... Erdoğan "İnsanı yaşat ki, Devlet yaşasın" Osmanlı şiârını dilinden düşürmüyor ama, öğretmeleri bile "insan gibi" yaşatmıyor!..

Ne diyorduk?.. Haa. TÂLİM'i anlatıyorduk. Yâni, TÂLİM sürecinde bilgiyi veya davranışı tekrarlıyarak öğreteceksiniz, ama kişiyi sıkmadan, tekrarın monotonluğuna düşürmeden öğreteceksiniz. Hatta öyle öğreteceksiniz ki, kişi coşkulu bir ortamda MEŞK ediyormuşcasına zevk alacak. Bu şartlar altında hem kolay öğrenecek, hem de öğrendiğini unutmıyacak.

Bunun dışında gündelik hayatımızda, giyinmekten bulaşığa, otomobil kullanmaktan sokak süpürmeğe kadar her şey bu tarzda bir eğitim ile, TÂLİM ile hız kazanır, kolaylaşır. Ne var ki, bu saydıklarımızın hiç biri bu anlayış ve bilinç ile ele alınmadığı için, ne gereği gibi öğretilebilmektedir, ne de kişilerde bir şevk, bir coşku, bir vazife duygusu uyandırılabilmektedir. Hepsi tahammül edilmez bir sıkıntı içinde mecburiyetten yapılan işler olarak kalmakta, ve tabii aksamaktadır.

EĞİTİM, ikinci anlamıyla TERBİYE demektir. Bu kelime "besleyip büyütme, alıştırma, görgülendirme, bâzı yemeklerin suyunu türlü yollarla koyulaştırma, eti pişirmeden önce çeşitli baharatlar, yağ, salça gibi şeyler içinde bir süre bekletme, hayvanı alıştırma" anlamlarına gelir. Olana, yeni bir şeyler ekliyerek olduğundan daha güzel, daha iyi, daha makbûl hâle getirmek demektir. Bu anlamıyla bâzı çorbalara, yemeklere "terbiyeli" denir. Yani dışarıdan ilâve edilen maddelerle mesela kerevizin, işkembenin o kendine has, ama pek beğenilmeyen kokusu giderilir.

TERBİYE insanları içinde bulunduğu topluma alıştırma, nerede nasıl davranacağını öğretme, verilmediği takdirde onu zayıf, güçsüz ve zavallı hâle düşürecek önemli bilgilerle onu besleme, ve ona verilen ek hasletlerle ondaki kötü huyları, bencil yönleri ve zaafları ortadan kaldırma demektir.

Hemen kolayca görülür ki, EĞİTİM, TERBİYE açısından da başarısız olduğu için, insanımız büyük bir hızla şehirlere akıyor, ama onlar şehirli olacağına, şehirlerimiz köyleşiyor. İnsanımız sür'atle tekniğe kavuşuyor, televizyonu, vidyosu, çamaşır makinesi, otomobili, hatta bilgisayarı, "akıllı" telefonu oluyor ama bunlar câhilce kullanıldığından büyük tehlikeler, problemler, sıkıntılar yaratıyor.

Çocuklarımız, gençlerimiz radyo, televizyon ve diğer yayınlarla çok değişik alanlarda bilgi bombardımanına mâruz kalıyorlar. Ama bu bilgiler, arasında besleyici nitelikte olanları çok az olduğu için, güç vereceğine zaaf getiriyor, çocuklarımızın huyları düzeleceğine başa çıkamadığımız âsi yaralıklar oluyorlar, hatta sokağa düşüyorlar... Bütün bunları sebebi gerçek anlamda bir TERBİYE verilemeyişidir. Ne evde, ne okulda, ne de toplumda!...

EĞİTİM, üçüncü olarak TEDRİSAT demektir. DERS kökünden gelir. Bir konuyu öğrenmek için öğretmenden azar azar alınan telkin, tembih, tâlimat, akıl ve en önemlisi VAZİFE'dir.Yâni, ders veren kişi öğrencisine kendi bilgi ve tecrübesinin ışığında, akıl verir ve karşısındakinin câhiliğinden kaynaklanan sıkıntıların bilincinde olarak ona yol gösterir, öğütlerde bulunur ve ona öğretmek istediği konuda yavaş yavaş sonuca götürecek ödevler verir. Her ögüt, her ödev öğrenciyi bir adım daha gerçeğe yakınlaştırır.

Türkiye'de EĞİTİM'in bu şekilde yapılmadığı herkesin mâlûmudur. Ödevler birer angarya, uygulamalar birer formaliteden öteye gitmez. Sonuçta öğrenciler hayâta atıldıklarında ilk, orta ve lise eğitimlerinden bir kırıntı bile hatırlamazlar. Hatırladıkları da zâten hemen her an kolaylıkla edinebilecekleri bilgilerdir.

EĞİTİM'in dördüncü anlamı TAHSİL'dir. HUSûL kelimesinden türemiştir. Hâsıl etme, elde etme, ele geçirme, TOPLAMA ve TÜRETME demektir. Vergi tahsildârı nasıl gerekirse kapı kapı dolaşır, vergi toplarsa; TAHSİL gören öğrenci de okuduğu okuldan, karşılaştığı kişilerden, gittiği yerlerden bilgi toplar, dağarcığını zenginleştirir. İş orada da kalmaz. TAHSİLLİ kişi topladığını, yani dağarcığındakini ortaya çıkarır, ondan yeni bilgiler üretir, türetir, elindekini verimli toprak gibi çoğaltır. Bir almışsa, 20 verir. Öğrendiklerinin muhassalasını alır. Yâni, onun kafasında bilgiler artık FİZİK, KİMYA, MATEMATİK, TARİH, TÜRKÇE, DİN gibi değişik başlıklar altında değildir. hayâta bütün bu bilgilerin ışığında bir BÜTÜN olarak bakar, bilgisinden yararlanıp kendisinin tabiat ile ilişkisini kurar. Yeni sonuçlar çıkarır. Ancak bu niteliklere sâhip kişi TAHSİLLİ insan sayılabilir. Bunun dışındakiler ise sâdece DİPLOMALI kişilerdir ki, ETİKETLİ herhangi bir maldan farkları yoktur. Bülent Çorak'a, Cenap Başman'ın, Ramtha'nın P'taah'ın peşine takılanlar işte bu tahsilsiz, ama diplomalı kişilerdir.

Bu noktada EĞİTİM'in çok önemli bir yönü ortaya çıkar. Yâni, EĞİTİM sadece hocanın kafasındaki veya kitabın sayfalarındaki bilgileri öğrenciye aktarmak değildir. Bu yönüyle EĞİTİM, kişiye sâdece belirli kaynaklardan değil, çeşitli yerlerden bilgi toplamayı, bunları değerlendirmeyi, birbiriyle ilişkisini kurmayı, onlardan sonuç çıkarmayı da öğretir. Bu tarzda bir eğitimle kişinin kendi kendini yetiştirmesin TAHSİL deriz.

Eğer böyle olmuş olsaydı, üniversiteye girememiş gençlerimiz sokaklarda gezmez; dışardan bilgilerini arttırmaya, bir meslek edinmeye gayret ederlerdi. Eğer böyle olsaydı; mühendislerimiz, doktorlarımız, hatta öğretmenlerimiz mezun olduktan sonra da kendilerini yetiştirmeye, geliştirmeye, dünyada olup biteni öğrenmeye alıştırırlardı. Öyle olmadığı maalesef ortadadır.

Bütün bu belirttiklerimizde BİLGİ ve İLİM kelimeleri geçiyor. EĞİTİM'in elbette ki en başta gelen amaçlarından biri bilgidir, İLİM sahibi olmaktır. Üzerinde ilerde duracağız ama, şimdilik İLİM kelimesinin kısaca tanımını verelim: İLİM, OKUYARAK veya DİNLEYEREK öğrenilen BİLGİ'dir. Âlim de okuyarak bilgisini arttıran kişidir. Okunanlar da daha öncekilerin bildikleri, araştırıp buldukları ve düşündükleridir. Ancak bunlar âlim kişi için NAZARÎ BİLGİ olarak kalır. İşte bu sebepledir ki, KUR'AN'da "İLM'i ile amel etmeyen kişiler kitap yüklü eşeklere benzer" (Cuma Sûresi, 5. Âyet) ifâdesi yer almıştır. İLİM İLE HERŞEYİN DOĞRUSUNU BİLMEK MÜMKÜNDÜR, İLM'in derin anlamı da budur, ama uygulamadıkça işe yaramaz!..EĞİTİM, insana İLİM verebilir, ÂLİM yapabilir ama bunun yeterli olmadığını, aramızda ayaklı kütüphâne gibi dolaşıp ta hiçbir işi başaramıyanları görünce anlıyoruz.

Aslında ülkemizdeki EĞİTİM, bunu bile tam sağlayamamaktadır. Yâni, okumayı bile sevdirememektedir. "Kitap kurdu" tâbir edilen okumaya çok düşkün insan sayımız, son derece düşüktür. İnsanımız EĞİTİM sistemimizdeki aksaklıklardan dolayı okuma alışkanlığı kazanamamakta; değil şevkle zevkle okumak, bilmesi muhakkak gerekli konularda bile kitaba bakmaktan sıkılmaktadır. Meselâ, çalışkanlığın çok iyi ve yararlı bir şey olduğunu okursunuz, babanız, öğretmeniniz size söyler, belki kabul de edersiniz. Ama gerçek anlamda bu size fazla birşey ifâde etmez. Çalışkan olanla dürüst olanın, hatta hiç çalışmayanın farkını pek kavrıyamazsınız... Eğer okulda veya işyerinde çalışkan birisini görürseniz, bu size okuduğunuzdan daha fazla şey öğretir. Onun nasıl koşturduğunu, nasıl işe kendini verdiğini, nasıl sonuç aldığını, ve nasıl takdir edilip yükseldiğini görürseniz, çalışkanlık hakkından daha fazla bilginiz olur. Ama bu da yetmez, size yarar sağlamaz. Esas istenen, sizin çalışkan olmanızdır. Ve çalışkan olmanın ne demek olduğunu, ancak kendiniz canınızı dişinize takıp, alnınızdan ter damlar şekilde işe koyulursanız tam mânâsıyla anlıyabilirsiniz. İşte bu "yaşayarak öğrenmek"tir ki, EĞİTİM'in gerçek amacı budur. İnsanlara bu hedefin verilmesi icâbeder. Ama tabii okumanın, kitapların, ondan sonra da görmenin, TV da bile olsa, seyretmenin gittikçe artan faydasını gözardı etmemek gerekir.

EĞİTİM'in MAARİF anlamına gelince, kökü İRFAN'dır. İRFAN , "gerçeğe ulaştırıcı güçlü seziş, gerçeğe varış, bilme, anlama, gerçeği sezme, kavrama gücü, dîni gerçekleri ve sırlan bilme, kültür, tecrübe ve zekâdan ileri gelen zihnî kemâl" anlamındadır. BİLMEK, ANLAMAK, İDRAK ETMEK, KÜLTÜR olarak EDİNMEK demektir. Ama esas derin anlamı, ilâhî kudret sonucu fışkıran pınarlar gibi, "İNSANIN İÇİNDEN KÂİNATIN SIRLARINI BİLME KUDRETİNİN TAŞMASI"dır... Yâni TÂLİM ile, TERBİYE ile, TEDRİSAT ile, TAHSİL ile belli bir noktaya gelmiş kişinin artık okumadığı, hiç görmediği karşılaşmadığı meselelere, birikimi ile bakabilmesi, İŞİN ÖZÜNÜ GÖREBİLMESİ ve ÇÖZÜM BULABİLMESİ demektir.

Bu noktaya gelmiş insan, ÂRİF'tir. Olgunlaşmanın ulaşabileceği en üst mertebelerden biridir.

Eski Maarif Vekâleti'nin amacı işte bu nitelikte her meseleye eğilebilen, her problemi çözebilen insan yetiştirmekti. Gerçekleştirememiş olabilirler. Ama biz şimdi insanımızı doğru dürüst eğitemiyoruz bile!

Bir de şimdi bilmeden kullanılan EĞİTİM kelimesinin anlamı üzerinde duralım. EĞ-EĞE-EĞER-EĞİR-EĞİT kelimeleri hep aynı köktendir. EĞMEK'ten, yeniden ŞEKİL VERMEK'ten gelir. "Ağaç yaş iken eğilir" atasözü, ağaca bile şekil vermek istiyorsak, onu gelişme hâlinin başlangıcından itibâren ele almak gerektiğini gösterir. EĞMEK, insan için bu elbetteki çocukluğundan başlar ve "iyiye, daha makbûl olana yöneltmek" demektir.

EĞELEMEK ise "birşeyin sivri ve gereksiz taraflarını atıp, onu pürüzsüz istenen şekle sokmak" demektir. EĞİRMEK de, bilindiği gibi, "koyundan kırkılmış kaba yüne evire çevire şekil vermek"tir. Onu daha ince, daha çok işe yarar hâle getirmektir. EĞER ata, katıra, eşeğe vurulur. O hayvanları ehlileştirmek, hizmette, işte kullanmak için kullanılır. Yabânî hayvanı değiştirip uysal hâle getirmeye yarar. Şu halde EĞİTİM, "İNSANI DEĞİŞTİREREK, EĞRİLİKLERİNİ BÜĞRÜLÜKLERİNİ DÜZELTEREK, ONU İNCELTEREK, VE EVİRE ÇEVİRE İŞLİYEREK ONA YEPYENİ BİR NİTELİK KAZANDIRMAK" DEMEKTİR. Bu yeni nitelik, hiçbir zaman eskisinden daha kötü olamaz. Yâni eğitmek dâima daha güzele, daha iyiye, daha makbûl olana yöneltmek demektir.

İşte bütün bu saydıklarımızı bir tek paragrafta toplarsak; EĞİTİM, insana bellemesi gerekenleri sıkmadan tekrarlıyarak öğretmek, eksiklerini ta mamlayıp kusurlarını örterek onu topluma alıştırmaktır. Bunu ona uygun bir tarzda, azar azar vererek ve her aldığını bir ödevle pekiştirmesini sağlıyarak yapmak gerekir. Ayrıca bu insanın sâdece kendine verilenle yetinmemesi, gerekeni arayıp bulması ve bulduğundan sonuçlar çıkarması; okuduğunu görerek, gördüğünü yaşıyarak pekiştirmesi kendinden beklenmelidir. Ve nihâyet, bütün bunları gerçekleştiren kişinin, böyle dolduktan sonra taşmaması mümkün değildir. Öğrendiklerinin yardımı ile öğrenmediklerine, bildiklerinin yardımı ile bilmediklerine eğilmesi ve çözüm bulması onun özelliklerinden biri hâline gelir.

Bu son verdiğimiz, işte aradığımız BİLİM ADAMI'nın târifidir. Çünkü gerçek BİLİM ADAMI bilinenle değil, bilinmeyenle uğraşan ve böylece yeni şeylerin bilinmesini sağlıyan kişidir.

Acaba Eğitim Fakülteleri şu bizim kısacık dile getirdiğimiz hususları dahi öğretmen adaylarına aktarmış mı?.. Öğretmen yetiştiren Fizik, Kimya, Târih gibi bölümler bu hususlara değinirler mi?.. Varlık "Psikoloji okusunlar" demiş ama, şimdilerde öğretmenlerden istenen Pedagoji eğitimi... PEDAGOJİ , "Eğitim Bilimi" olmasına ve "belli bir bilim dalı veya sanat kolunda yetiştirme, geliştirme ve eğitme işi, çocukların ve gençlerin toplum yaşayışında yerlerini almaları için gerekli bilgi, beceri ve anlayışları elde etmelerine, kişiliklerini geliştirmelerine yardım etme, terbiye, ilk ellerde çocukların ilerde yapacakları işleri, görevleri, davranış biçimleriyle ilgili olarak onların erginlik çağına girinceye dek âileleri, akrabaları ve toplumun yaşlı üyelerince geleneklere uygun biçimde eğitilmeleri, yetiştirilmeleri" anlamlarına gelmesine rağmen, bu bizim verdiğimiz bilgileri öğrencilere naklediyor mu?.. Hiç sanmam!..

Üstat Reşat, "Okulda yapılacak olan iş, öğretmenle âilenin birliğini sağlamaktır. Ama bu sağlama, "öğretmenle âile bir olsun, çocuğa cephe alsın" diye değil; iki taraf bir olup, çocuğun problemlerini çözmeye çalışsınlar diye... demiş. Bununla TEDRİSAT ve TERBİYE'nin bir arada götürülmesini istemiş. Son derece yerinde bir talep!.. Ama bu arada önlenmesi gereken "eğitim"ler daha var: Televizyon kanallarının çarpık eğitimi!.. Vidyo, bilgisayar oyunlarının sapık ve barbar eğitimi!.. Sokakların küfürlü, holiganist, hattâ uyuşturuculu eğitim!.. Bunlar için okulun, âilenin ve Devlet'in birlikte mücâdele etmesi şart!

Bu 16 yılda 14 değişiklik olarak ne yaptılar, biliyor musunuz?.. Sâdece şekil değişikliği, makyaj... Eskiden okul eğitimi 5 + 3 + 3 = 11 yıl idi, 27 Şubat'ın dönme Çevik Bir komutasındaki Batı Çalışma Grubu ve Batıcılar bunu 8 + 3 = 11 yaptılar, sözümona din eğitimini önlediler. Sonra Bu iktidar geldi, ilk önce lise eğitimi 4 yıla çıkardı, sonra nereden geldiği belli olmayan bir ilham ile 4 + 4 + 4+ = 12 yıl yaptı. Bu değişikliklerin çocuklarımızın eğitimine katkısı ne?... koca bir HİÇ!.. Yetmedi, not sistemini değiştirdiler, İlkokulda 5 üzerinden, Ortaokul ve Lisede 10 üzerinden olan notu önce 100 üzerinden yaptılar, sonra Amerikalılar'a özenip A,B,C,D,F diye harf üzerine döndüler... Bu değişikliklerin çocuklarımızın eğitimine katkısı ne?... koca bir HİÇ!.. Ha, bir de İlkokul'nn adını İlk Öğretim Okulu; Ortaokul'un adını Orta Öğretim Okulu yapmışlardı bundan öncekiler... Bu değişikliğin çocuklarımızın eğitimine katkısı ne?... koca bir HİÇ!.. Siyah olan önlükleri, ki, hem kir kaldırır, hem de çocukların arasındaki fakir-zengin farkını gizlerdi, önce mâvi yaptılar, sonra kıyâfet serbestisi getirdiler. Bu arada Özel Okullar'ın her birinin pahalı üniformalar kullanmasına, velilerin bir de bu yönden soyulmasına izin verdiler. Bu değişikliklerin çocuklarımızın eğitimine katkısı ne?... koca bir HİÇ!.. Halbuki resmî-özel bütün okullarda aynı siyah önlük, siyah-gri takım elbise/etek kullanılması, her okulun amblemi öğrencilerin göğsüne küçük bez bir rozet ile takılsa, olmaz mıydı?.. Olmaz!.. Mutlaka ayırım, mutlaka kazıklama!.. Sonra ders saatleri, teneffüs dakikaları ile oynadılar. Bu değişikliklerin çocuklarımızın eğitimine katkısı ne?... koca bir HİÇ!.. Bu arada öğretmenlerin alım gücü düştükçe düştü. İyi öğretmenler başka iş bulabilmek için ayrıldı. Özel okullar düşük maaş verebilmek amacıyla ya genç-tecrübesiz öğretmenleri, ya da emekli olmuş, artık pek enerjisi kalmamış öğretmenleri tercih ettiler. Eğitimin kalitesi dibe vurdu. Böylece hem öğretmenler, hem veliler, hem öğrenciler zarara uğratıldı... Sınıflarda, yatılı okullarda kız-erkek ayırımı yapmadan öğrencilerin tâciz, hattâ tecâvüze uğraması... Taşımalı servis şoförlerlerinden okul müdürlerine kadar sapıklıklar!.. Velilerin, gözü dönmüş öğrencilerin saldırısına uğrayan öğretmenler!.. Bu satırlar tuşlara dökülürken bir öğretmenin daha canına kıyıldı!

Velhâsılı, eğitimcilerin, öğrencilerin ve âilelerin işi zor!.. Çok zor!..

İdâreci- Muhterem Üstâdım, anneler için birşey söylemek ister mi?
Varlık- Ne söyliyeyim anneler için?.. Annelerin ne olduğunu siz bilmiyor musunuz?
İ- Herhâlde sizler kadar bilemeyiz.
Medyum- .... "Off!... Burnum sızladı," diyor...
İ- Niçin acaba, efendim?
V- Anne kadar mukaddes bir varlık var mı acaba Dünyâ'da?.. "Annenin anne olduğunu,
bir insan ancak anne olduktan sonra anlar," derler... Dokuz ay bir yavruyu kanıyla beslemek,
ondan sonra Dünyâ'nın en büyük azaplarına göğüs gererek onu Dünyâ'ya getirmek...
Onu minicikten büyütüp beslemek... Sonra kocaman bir adam yapmak...
kocaman kız yapmak
Sonra onun gelin olup uçuvermesi, yâhut askere gidivermesi...

Anne... Anne için bunlar ne büyük bir zevktir!.. Hem göğsü kabarır, hem "yavrum üşürse" diye ağlar...
Hepimiz annemizin nazarında hâlâ 6 aylık bebeğiz. Kocaman adam oluruz, çoluğumuz-çocuğumuz olur,
hâlâ annemiz gelir, " A evlâdım, buradan tutma! A evlâdım merdiveni ceketsiz çıkma!
Trabzana tutunma
zsan , evlâdım, düşersin!"... "Canım, anne! Ne diyorsun?" deriz, ve onu kırarız.
Bu bile kırar anneyi, biliyor musunuz?.. Neden kırar?.. Neden kırar, biliyor musunuz?..
"Ben kocaman adam oldum, Ben bebek miyim?" dediğiniz anda, yâni, "Sen ihtiyarladın!"...
Yaa!... "Sen ihtiyarladın" demek istediğimiz anlar ve kırılır.
İ- Bu mevzuda o kadar mı lûtfediyorsunuz?
V- Yetmez mi, evlâdım?
İ- Çok teşekkür ederiz.

ANNE mevzuunda söz biter mi?.. Bizim KADIN sohbetimizde uzun uzun anlatılmıştı annenin yüceliği... Burada bir tek Hazret-i Mevlâna'nın "KADIN, HAK NURU'dur, sevgili değil... Sanki HÂLİK'tİr, MAHLÛK değil..." sözünü ve açıklamasını alacağız.

MAHLÛK , "halk edilen, yaratılan" demektir, HÂLİK ise "halk eden, yaratan" mânâsındadır. Zâhidler, yâni ALLAH korkusuyla dünya nimetlerinden el çeken dindarlar, Hz. Mevlâna'nın bu sözüne itiraz ederler, çünkü ZÂHİD ile MUTASAVVIF farklıdır. MUTASAVVIF , "herşeyde ALLAH'ı gören, ALLAH AŞKI ile kendinden geçmiş olan kişi"dir. O yüzden Mevlâna'nın her dediğini, bu dediğini herkes anlamaz!

Elbette ki, TEK YARATICI, ALLAH'tır!.. Bunda kimsenin kuşkusu yoktur. Ancak YARATICI anlamında ALLAH'ın bir kaç ismi ve sıfatı vardır. bunlar MÜBDÎ, "hiç yoktan ortaya koyan, vâreden, yaratan" demektir. Yaratıkları maddesiz ve örneksiz olarak baştan yaratan elbette ALLAH'tır... MUSAVVİR , "Allah'ın, yaratacağı varlıkların şekil ve durumlarını tasvir ve takdir edip, dilediği şekilde meydana getirmesi, şekillendirmesi" anlamındadır... BÂRÎ , "yarattıklarını temiz ve sağlam bir nizâm üzere yaratan, olgunlaştırarak birbirinden farklı niteliklerde meydana getiren" demektir... BEDÎ , "kendi eşi ve benzeri olmayan, eşyâyı da en mükemmel şekilde yapan, yaratan, eşsiz ve görülmemiş şeyleri vâreden" demektir... MÜİD , "yaratılmışları yok ettikten sonra tekrar yaratan" demektir... HÂLİK ise, "mevcut şeylerden yeni bir şey yaratan" demektir. Bunların hepsi YARATMA ile ilgilidir. Bu kelimelerin başına EL belirleyicisi gelirse, İSİM olur, gelmezse SIFAT'tır.

Elbette ki ALLAH hem yoktan, hem de mevcuttan, vârolandan Yaratan'dır. Bunda hiç şüphemiz yok!.. İşte Hz. Mevlâna, bu beytiyle bir çocuk dünyâya getiren KADIN'da, ALLAH'ın HÂLİK sıfatının tecelli ettiğini anlatmak istemiştir!.. KADIN elbette ki MAHLÛK'tur, yaratılmıştır... Ancak onun doğurganlığı, TANRI'dan aldığı yaratıcılığı onun MAHLÛK olmasının üstündedir!.. Kadını erkeklere üstün kılan yön de budur... Kadını yücelten bundan güzel bir söz, ancak Peygamberimiz'in "Cennet ANALAR'ın ayağı altındadır" hadisi olabilir!.. Böyle bir cümleyi de ancak "ENEL HAK" diyecek tarzda kendinden geçen mutasavvıflar söyleyebilir.

Hz. Mevlâna "KADIN, HAK NURU'dur" demişti ya, KADIN Tebliğini veren Üstâdımız, Hz. Mevlâna'nın torunu Ulu Ârif Çelebi, "ALLAH bütün Kâinat'ın YARATICI'sıdır, IŞIĞI'DIR, NURU'dur!.. İşte ANA da, o ufak varlık için, o ufak can için böyle bir IŞIK, böyle bir KUVVET'tir" diye aynı hususu dile getirmiş... Devâmını merak ettiyseniz, KADIN sohbetimize bakın.

İdâreci- Şimdi başka bir sualim var. Kadının Cemiyet Hayâtı'ndaki rôlü...
Ama sosyal anlamda... Ve sonra kadının çalışması doğru mudur, değil midir?
Varlık- Bugünkü Cemiyetinizi ele alalım... Amma velâkin, ne yapmıştır
Cemiyet?.. Hiç!...
Bak!.. Kadınlar Birliği'niz vardı, ne yaptı?.. Ne yaptı, biliyor musunuz?..
Ayşe Hanım bunu giyinmiş, Fatma Hanım bunu giymiş, ben niye giyinemedim?.. Bu bir...
Avrupa Kadınlar Birliği, Kadınlar Birliği'nizden delege istiyor... "Sen gideyeceksin, ben gideceğim" kavgası...
Ne iş yaptılar?.. Hiç!... Acaba yapacak başka iş yok muydu memleketinizde?..
Kadınlara düşen vazife yok muydu?.. Mâdem ki biz bir geri milletiz, mâdem ki topyekûn çalışmamız lâzım,
neden oturuyoruz? Neden hâlâ o kokteyl, bu parti geziyoruz?.. Kadınlar Birliği demek, bu demek mi?..
Ayşe'nin, Fatma'nın giyinişini tenkit etmek mi?.. Yâhut kıskanmak mı?.. Değil!..

Çalışan hanımları alın ele... Onların evlerinde yapılacak bir sürü işleri var.
Sabahtan akşama kadar çalışırlar, akşam evlerine giderler; onların, evde oturan hanımların
sabahtan akşama kadar yapamadığı, bitiremediği işi iki saatin içine sığdırır, yaparlar!..
Onların çocukları vardır, bakıma muhtaçtır.. Kurun sosyal ekoller... Bir sürü ekoller açın...
Çalışan hanımlara kolaylık göstermeye çalışın!..
Sıfır!.. Daha söyliyeyim mi?
İ- Mümkünse, lûtfediniz.
V- Hastabakıcılık mesleğini alalım ele... Hanımlarınız çalışıyor onda. Tabii,
bu sosyal kollara giren hanımlarınız... şey... evhanımları... resmî vazifeleri olmayan hanımlar...
Ne yapıyorlar?.. Hastanelere gidiyorsunuz, bakıyorsunuz... Ne yapıyorlar?.. Hiç!..
Hastaneye bir defa dudağı boyalı, incili boncuklu gidilmez! Hepsi böyle gidiyor...

Kadınlarımızın çok okuması lâzım!.. Kendi mevzularında çook çok kitap okumaları lâzım.
Kıskançlıktan kurtulmaları lâzım. Vücutlarını kemiren egoizmadan kurtulmaları lâzım. birazda...

İktisâdî hayâtımızdaki rolleri ne olabilir kadınlarımızın?.. Evi idâre eden kadındır.
Bunda şüphe var mı?
İ- Hayır.
V- Yok.. Hep gazetelerde okumuşsunuzdur. İngiltere'de et pahâlılanır, hanımların hepsi
bir grev yaparlar. Hiçbirisi gidip te kasapların önünden
(geçmez,) et almaz.
Kadınlar Birliği'nin birçok üyeleri kasapların önünde nöbet tutarlar. Hanım gidemeyip te
erkek gittiyse kasaba, orada nöbet bekleyen hanım onu da çevirir.
Hadi, bakalım, kasap eti pahâlılaştırsın! Kaç gün tutabilir onu?..

Haa, ben İç İktisâdiyat'tan bahsetmiyorum, tabii... Birlik olmak lâzım. Birlikten kuvvet doğar!
"Ayşe Hanım bunu almış, ben niye alamıyayım?" demek, doğru değildir.
Önce tasını, tarağını önüne doğru getir, ölç-biç!.. Alabilir misin, alamaz mısın?..
Efendinin bütçesi sarsılır mı, sarsılmaz mı?.. Çocuğun mektebi var mı, yok mu?..
Ondan sonra o işe kalk!

Evlâdım, bu mevzuda çok şey söylenir.
İ- Evet, efendim. Buna göre âile kadınını çalışması uygun mu?..
V- Kadın, bilâ kayd-ü şart erkeğine tâbidir. Kadın, Medenî Kanun'umuzun bahsettiği gibi,
erkeğin her zaman, her yönde yardımcısıdır. Eğer durumları müsâit değilse,
kadının çaışması şarttır, şart!..

Ama hani, "Ben çalışıyorum, deyip te, evini ihmâl etmesi... O da hatâlıdır.
Öbür yanda, erkeğin de "Ben erkeğim. Ne yapalım, sen kadınsın, kadın erkeğin yardımcısıdır"...
Eee?.. "Hem evinin işini yapacaksın, hem çalışacaksın"... Iııh!..
İşte burada birazıcık ta erkek te fedâkâr olacak! O da evde yardım edecek ona!
(Kadına!..) .....
İ- Bu kadar mı, efendim?
V- Daha ne olsun?.. "Kadının çalışması" dediniz, çalışması şartsa, çalışsın, maddî bakımdan...
Evini de ihmâl etmesin... Ama o zaman erkeğine de vazife düşüyor.O da
(evde) çalışsın.
Müşterek bir çalışma... Ondan sonra da müşterek bir huzur...
İ- Çok teşekkür ederiz.

Epey uzun bir Tebliğ oldu. Biz fazla müdâhale etmiyeceğiz ve sizi gene KADIN sohbetimize yönlendireceğiz. Orada hem KADINLAR'ın isrâfı, hem de çalışması konusunda geniş bilgi var. Bu iki tebliğ birbirini tamamlıyor.

Biz sâdece KADIN Dernekleri üzerinde duracağız. O târihte benim bildiğim bir Üniversiteli KADINLAR Derneği vardı. Şimdilerde pek çok dernek, federasyon var. Bunların birçoğu kürtçülerin kurduğu ve yönettiği dernekler. KADIN'ı evden, âileden koparıp sözde özgür yapıp, sonu bilinmeyen bir hayata sürükleyen, ihtiyarlığı hiç hatırlatmayan dernekler...Bunların önemli bir kısmı kapatıldı. Kapatılan kadın örgütlerinin istisnâsız hepsi kürtçü ve bölücü... İşin tuhafı, Kürtçüler'in çoğu da Kürt değildir, kripto Ermeni'dir. Ama bunu bizim saf Kürt asıllı halkımız bilmez!

"Tasını, tarağını önüne doğru getir" ifâdesi yanlış, kastettiği deyim başka... Bakalım, siz bulabilecek misiniz?.. Onu da size bırakalım. Bulamayıp, merak edip soran olursa, söyleriz.

İdâreci- Nâdire Hanım soruyor: "Analık mevzuu üzerinde çok güzel konuştunuz.
Ben de üç tâne çocuk anası olarak, çocuklarımdan bahtiyar olacak mıyım?"
Medyum- ... "Efendim, bundan şunu anlıyorum," diyor, "Nâdire Hanımefendi
benim konuşmalarımı dinlememişler..."
V- Son olarak dedim ki, "Merdivenin trabzanına tutunuruz. Annemiz der ki,
'Aman, evlâdım, düşeceksin!' Biz de deriz ki, 'Aaa!.. Kocaman oldum. Koca adam oldum.
Düşer miyim?'... O bundan alınır, kırılır," dedim... Niye kırılır?..
Bizim koca adam olduğumuzu kabul etmediğinden değil; kendi ihtiyarlığını söylediğimizi
zannederek kırılır.

Eh, anne bu kadar hassas olur da, bu kadarcık şeyden alınır da, bahtiyarlık bekler mi?..
Evlâdın büyümesi, hayatta muvaffak olması, mesut anlat yaşaması...
İşte anne için bahtiyarlık!..
İ- Ebr-i Nisan ile Ruh-ül Küds arasındaki fark nedir?
V-............
M- ........ döndürülüyorum...
İ- Kimin tarafından?... Ne şekilde?..
M- ..... Ayakta dimdik şekilde döndürülüyordum...
İ- Aynı vasatta mısınız?
M- ..... Sonra yattığım yerde döndürüldüm... Yuvarlandım... İniyorum...
İ- Başka bir Vasat'ta mısınız?
M- ..... Yoruldum.
İ- Peki. Ruh ve beden münâsebetleriniz birleşmek üzere sür'atle ininiz.

Son kısmı açıklayıp bitirelim... İdâreci'nin birdenbire konuşulan mevzularla alâkası olmayan bir sual sorması üzerine Varlık ayrılmış, Medyum bu kopukluk üzerine bir şaşkınlık yaşamış... Buna çok dikkat etmek gerekir. Aklımıza çok çeşitli sorular gelebilir. Ama Varlığın vasıflarına uygun, Celse'nin akışıyla mütenâsip sualler tercih edilmelidir. Bunlar hep tecrübe işidir. Acemi Operatörler hem kendilerini, hem de Medyumlar'ı sıkıntıya sokarlar.

*****
Yine ÇALIŞMA konusu ama bir başka Medyum'la. Ama önce enteresan bir bölüm var... Celse'nin sâdece bu kısmı alınmıştır.

Varlık: Hâfız Sinan
Medyum: Güney
Târih: 9 Aralık 1961
Usûl: Hipnotik-Manyetik Karma
Hâzirûn: Muhtelif şahıslar

İdâreci- Selâhattin Bey zihnen soruyor.
Varlık- Zihnen yok!
İ- "Türkiye'de fakir fukara ne zaman rahat yaşayacak duruma gelecek?" diyorlar.
V- Niye zihnen sordu?
İ- "İsâbet derecesini tesbit için" diyorlar.
V- İlk defa bulunduğu belli... Sual sorman bile değişik... Ben sâdece bir EVET deseydim,
kendileri tatmin olacaklar mıydı?... Hayır!... HAYIR da desem gene hayır!.. Ona benzer
bir kaç kelime sıralasam, gene Hayır!.. Eğer o sorunun cevâbını öğrenmek istiyorsa, bir
tek kelime ile cevap vereyim: Çalışmasını öğrendiğiniz gün!...

Medyum- ... Arzu ediyorsa, bu mevzuda münâkaşaya girişebilirmiş...
İ- "Açarlarsa, daha çok memnun olurum," diyor.
V- Sual sorsunlar.
İ- "Bugün cemiyette herkes çalışıyor. Fakat bâzı sebeplerden dolayı gelirini
artıramıyor," diyorlar.
V- Ya yanıldığınız, ya kabul etmediğiniz nokta: CEMİYETİNİZDE HERKES ÇALIŞMIYOR!..
Ya çalışanın sırtından geçinen bir kısmınız, yâhut ta hiç çalışmayan bir kısmınız var.
Bunları herhâlde kabul ederler. kendileri dahi çalıştıklarına inanıyorlar mı?
İ- "Fazla çalışıp yoruluyoruz. Hekimler bile men ediyor," diyorlar.
V- Herhâlde bu mevzuda önce ÇALIŞMA'yı târif etmek, ÇALIŞMA'nın ne olduğunu
göstermek icâb eder.
M- ... "ÇALIŞMA'yı sınıflandırmışlar mı?" diyor.
İ- "Hayır. Fikir, ben... her türlü ÇALIŞMA'yı tüm olarak alıyorum" diyor.
V- Öyleyse izah edeyim.

Sizin cemiyetinizde ÇALIŞMA iki şekilde... Bir tânesi faydalı, bir tânesi zararlı...
Faydalı çalışmalarınız da şekil şekil... Kimi çalışan sâdece kendine faydalı oluyor.
ÇALIŞMA emeğini başkasından kıskanıyor. Kimi çalışan da az çalıştığı hâlde, çok
çalışır görünüyor.

Eğer cemiyetinizin bu dâvâsını düzeltmek isterseniz, refah seviyesine kavuşmak,
daha iyi şartlarda yaşamak isterseniz, ÇALIŞANIN HAKKI'nı teslim edin!.. O zaman
belki bir parçacık dediğiniz mevzuda gelişme olur...
M-... Bâzı misâller verecek. Fakat maddiyâta girdiği için vermiyor...

Elbette ÇALIŞMA SAHÂLARI açmak Devlet'in görevi... Ama ÇALIŞMAK bizim vazifemiz... Çoğu kimse kahvehânede pişpirik oynar da, "Gel şu bahçeyi temizle, yevmiyeni vereyim" dersin, dönüp bakmaz bile... Sonra da işsizlikten şikâyet eder.

*****

- "ALLAH rızâsı için bir ekmek parası ver. Bir SADAKA ver."

Çok karşılaşmışızdır böyle dua ederek para isteyenlerle... "Ekmek parası yerine ekmek vereyim" dersen, almazlar. İnsanımız da merhametlidir, nerede "avucu açık" birini görse, para verir.

Şimdi nakledeceğimiz Celse bu konuyla ilgili...

Varlık: Hâfız Sinan
Medyum: Güney
Târih: 28 Ocak 1962
Usûl: Hipnotik-Manyetik Karma
Hâzirûn: Muhtelif şahıslar

Varlık- İMÂNINIZ BÜTÜN OLSUN... İNANIN, ÇALIŞIN!... İmân ettikten sonra, her
çalıştığınız sahâda yükselirsiniz. İMÂN ettikten sonra her düşküne yardım edebilirsiniz.
Çalışın ve hiç bir zaman İMÂNINIZ'ı kaybetmeyin!
İdâreci- SADAKA nedir?... İNANÇ'la bağdaştığı için soruyorum. Değeri nedir?
Varlık- Biraz evvel bu mevzuya hafif temas ettim.
İ- Ben de oradan cesâret alarak böyle bir sual soruyorum.
V- Siz SADAKA'yı kimlere verirsiniz?
İ- Muhtaç olan düşkünlere... Beden kaabiliyeti olmayıp ta, rızkını temin edemiyeceklere.
V- Buna sen de inanmıyorsun ama, neyse... "Her avucunu açana, her isteyena" deseniz,
daha iyi olur.
İ- Maalesef öyle oluyor.
V- Eğer sen SADAKA vermek istiyorsan, yâni sen çalışamayacak veya bedeninin bir
uzvu noksan ve o uzuv da cemiyet içinde çalışmasına mâni ise, öyle kimseleri bulmak
çok basit... Ufak bir misâl vereyim de, sen de duy!
Medyum- Bana söylüyor.
V-
(Medyum'a hitâben) Bâzen her elini açana yardım ediyorsun,
bâzen de yukardan aşağı bir süzüp, "Benden farkı yok, çalışsın" diyorsun... Ve bir şey
daha söyliyeyim mi? Şimdiye kadar hiç yapmadığın hareketleri... Fakire, düşküne
yardım, ama düşmüşü aramak, çalışamayacağı aramak, sana ne zaman geldi,
biliyor musun?.. Babanın ölümünden sonra... ve ondan sonra her Bayram Düşkünler Yurdu'na
gittin ve çıktığın zaman içinde bir huzur vardı... Ne senin götürdüğün iki portakalla
onlar ihya oldular, ne de zengin oldular. Fakat kâlben sana duacı oldular... ve kimsesi
olmadığı için senin getirdiğin hediyeleri, seni gördükleri zaman Dünyâ'da bir dostları
olduğuna inanıyorlar... İşte böyle insanlara yardım edin!

SADAKA bir nev'i yardımdır, fakat yardımın nereye yapılacağını bilmeli... Çoğunuzun
içinden SADAKA verdikten sonra bâzı hisler geçer. Fakat bu hislerinizi burada izah
etmiyeyim... Bir tekini söyliyeyim ki.... İşiniz biraz aksi gidiyor... O gün de SADAKA
vermişseniz, ne tuhaftır ki, hemen "ALLAH'ım" diye işlerinizin düzelmesi için DUA
edersiniz..

(Halbuki) SADAKA, BORÇTUR... BORCUN MÂNÂSI DA,
SİZDEN ALACAĞI OLANA VERMEKTİR...

Ne dersiniz, artık duralım mı?... SADAKA , kelime olarak Arapça sözcük ama Arâmice/Süryânice aynı anlama gelen "sdaka" kelimesinden alıntıdır. Bu sözcük Arâmice/Süryânice sdk , "erdemli olma, âdil olma" kökünden türetilmiştir. Genelde "yoksullara yardım olarak karşılıksız verilen şey, dilenciye verilen para, en geniş mânâsıyla insanlara maddî ve mânevî yardımda bulunmak ve iyilik etmek, ibâdet maksadıyla verilen para, mal ve karşıdakine sağlanan menfaat, ALLAH rızâsı için yapılan bir kısım kamu hizmetleri, ALLAH rızâsı için fakirlere verilen mal, para, ilim gibi insanın muhtaç olduğu her hangi bir şey" demektir. Asr-ı Saadet'te, yâni Peygamberimiz zamânında fukara-i müslimin için toplanan zekâta dahi SADAKA adı verilirdi. Kur'an-ı Kerim'de pek çok yerde geçer. Ama önce SADAKA NİYE BORÇ?.. Onun âyetlerini verelim:

- "ONLARIN MALLARINDA DİLENENLERİN
VE YOKSULLARIN NASİP VE KISMETİ VARDI."

(Zâriyat Sûresi , 19. Âyet) ... Benim malımda, kazancımda yoksulun hakkı var.
Ben ona BORÇLU'yum.

- "GERÇEKTEN İNSAN PEK HARİS YARATILMIŞTIR...
(İHTİYAÇTAN) DİLENEN, VE MUHTAÇ OLUP TA DİLENMEYEN FAKİRLER İÇİN
MALLARINDA BELLİ BİR HAK, BİR HİSSE TANIYANLAR MÜSTESNA!"

(MEÂRİC SÛRESİ , 19-25. Âyetler) ... BORC'unu farkedip te bu hakkı
tanıyanlardan bahsediyor.

- "GÖRMEZLER Mİ Kİ, ALLAH RIZKI DİLEDİĞİNE BOL VERİYOR,
DİLEDİĞİNİNKİNİ DE KISIYOR.
KUŞKUSUZ BUNDA İMÂN EDEN KİMSELER İÇİN İBRETLER VARDIR.
O HÂLDE AKRABAYA DA HAKKIN VER, YOKSULA VE YOLDA KALMIŞA DA...
BU, ALLAH'IN HOŞNUTLUĞUNU İSTEYENLER İÇİN EN İYİSİDİR.
İŞTE GERÇEK KURTULUŞA ERENLER DE ONLARDIR."

(Rum Sûresi , 38. Âyet) ... ALLAH aslında onun hakkını sana vermiş, senin ona vermeni iistemiş.
Bunu farkedip de emâneti sâhibine ulaştırıp BORC'unu ödeyenler kurtulanlardır.

- "(ELDE EDİLEN GELİRDEN, SERVETİNDEN) AKRABAYA, YOKSULLARA,
YOLDA KALMIŞLARA HAKLARINI VER!
TÂ Kİ, İÇİNİZDE ZENGİNLER ARASINDA
ELDEN ELE DOLAŞAN BİR DEVLET (SERVET) OLMASIN!"

(Haşr Sûresi , 7. Âyet)... Bu son kısım şöyle de tercüme edilir:

- "TÂ Kİ, SERVET, İÇİNİZDE ZENGİNLER ELİNDE BİRİKEN
VE ZENGİNLER ARASINDA PAYLAŞILAN BİR SULTA ARACI OLMASIN!"

(Haşr Sûresi , 7. Âyet)... Ey zengin!.. Senin helâl bile olsa, (haram zâten tümden fakirin hakkı)
kazandığında fakirlerin, muhtaçların hakkı var. O aslında sana emânet olarak verildi.
Sen onu sâhibine vermekle yükümlü, BORÇLU'sun. Sakın ola ki, paramı, malı-mülkü
3-5 zengin aranızda çevrip durmayın. Sağ cepten aldığınızı sol cebe koymayın!

Şimdi gelelim SADAKA âyetlerine. Yukarıdakilerden anlıyoruz ki, SADAKA sâdece yardım falan değil,
FAKİRİN HAKKI, SENİN DE BORCUN! ...

- "(SADAKALAR) Kendilerini Allah yolunda adayan fakirler içindir ki,
onlar, Yeryüzü'nde dolaşmaya güç yetiremezler.
İffetlerinden dolayı bilmeyen onları zengin sanır.
(Ama) Sen onları yüzlerinden tanırsın.
Yüzsüzlük ederek insanlardan istemezler.
Hayırdan her ne infak ederseniz, şüphesiz Allah onu bilir."

(Bakara Sûresi, 273. Âyet) ... İNFAK , "nafakalandırma demektir.
NAFAKA , "yiyecek parası, geçim için lûzumlu olan şey. geçinmek için
gerekli olan şeylerin bütünü, geçimlik" demektir.

- “Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda harcamadıkça
en iyi olan hayra ve Cennet'e ulaşamazsınız.”

(Al-i İmran Sûresi , 92. Âyet)... Demek ki SADAKA diye, yardım diye eski-püskü,
atılacak eşyayı vermek olmazmış. SEVDİĞİN ŞEYLERDEN vereceksin!

- "Şüphesiz, Müslüman erkekler ve Müslüman kadınlar, mü'min erkekler ve mü'min kadınlar,
gönülden (Allah'a) itaat eden erkekler ve gönülden (Allah'a) itaat eden kadınlar,
sâdık olan erkekler ve sâdık olan kadınlar, sabreden erkekler ve sabreden kadınlar,
saygıyla (Allah'tan) korkan erkekler ve saygıyla (Allah'tan) korkan kadınlar,
SADAKA veren erkekler ve SADAKA veren kadınlar, oruç tutan erkekler ve oruç tutan kadınlar,
ırzlarını koruyan erkekler ve (ırzlarını) koruyan kadınlar,
Allah'ı çokça zikreden erkekler ve (Allah'ı çokça) zikreden kadınlar...
(İşte) bunlar için Allah bir bağışlanma ve büyük bir ecir hazırlamıştır."

(Ahzab Sûresi, 35. Âyet) ... Dikkat ediyor musunuz, ALLAH kadınla erkeği ayırd etmemiş...

- "Gerçek şu ki, SADAKA veren erkekler ile SADAKA veren kadınlar
ve Allah'a güzel bir borç verenler; onlar için kat kat arttırılır
ve kerim olan ecir de onlarındır. "

(Hadid Sûresi, 18. Âyet) KERİM , burada "her şeyin iyisi, faydalısı" demektir.
SADAKA üzerimize BORÇ'tu. Burada ALLAH diyor ki, "Sen ihtiyâcı olana SADAKA verirsen
aslında Bana BORÇ vermiş olursun, günü gelince Ben sana onu bir lûtuf, bir koruma
olarak öderim"... Gördünüz mü, BORÇ nasıl ALACAK hâline geliyor?

- "Ey iman edenler, Peygambere gizli bir şey arzedeceğiniz zaman,
gizli konuşmanızdan önce bir SADAKA verin.
Bu, sizin için daha hayırlı ve daha temizdir.
Şâyet (buna imkan) bulamazsanız, artık şüphesiz Allah, çok bağışlayandır,
çok esirgeyendir.

(Mücâdele Sûresi, 12. Âyet) ... Sen Peygamber'den bir şey isteyeceksin,
bir ihtiyâcın var. Önce sen bir başkasının ihtiyâcını karşıla ki, dileğin olsun.
Bu tabii, ALLAH'tan bir şey istenirken de yapılmalı.

- "Ey iman edenler, Allah'a ve Âhiret Günü'ne inanmayıp,
insanlara karşı gösteriş olsun diye malını infak eden gibi
minnet ve eziyet ederek SADAKALAR'ınızı geçersiz kılmayın!
Böylesinin durumu, üzerinde toprak bulunan bir kayanın durumuna benzer;
üzerine sağnak bir yağmur düştü mü, onu çırılçıplak bırakıverir.
Onlar kazandıklarından hiçbir şeye güç yetiremez (elde edemez)ler.
Allah, kâfirler topluluğuna hidâyet vermez."

(Bakara Sûresi, 254. Âyet)... Gösteriş için SADAKA olmaz. Aşağıda nasıl olması
gerektiğine dâir bilgi var.

- "Allah, fâizi yok eder de, SADAKALAR'ı artırır.
Allah, günahkâr kâfirlerin hiçbirini sevmez."

(Bakara Sûresi, 276. ^Ayet) ... Burada tefecileri "kâfir" mertebesine koyuyor.

- "Onların 'gizlice söyleşmelerinin' çoğunda hayır yok.
Ancak bir SADAKA vermeyi veya iyilikte bulunmayı,
ya da insanların arasını düzeltmeyi emredenlerinki başka!
Kim Allah'ın rızâsını isteyerek böyle yaparsa, artık ona büyük bir ecir vereceğiz."

(Nisâ Sûresi, 114. Âyet) Her "gizli konuşan" gizli iyilik yapıyor değil elbette.

- "Eğer (borçlu) zorluk içindeyse, ona elverişli bir zamana kadar süre (verin).
(Borcu) SADAKA olarak bağışlamanız ise, sizin için daha hayırlıdır; eğer bilirseniz."

(Bakara Sûresi, 280. Âyet).. Borçlu gerçekten ödeyemiyorsa, gırtlağına basmanın,
fâizi artırmanın anlamın yok. Verdiğin borçtan "SADAKA'm olsun" de, vazgeç!

-" Onların mallarından SADAKA al, bununla onları temizlemiş, arındırmış olursun.
Onlara dua et. Doğrusu, senin duan, onlar için 'bir sükûnet ve huzurdur.
Allah işitendir, bilendir."

(Tevbe Sûresi, 103. Âyet)... Buradaki SADAKA, ZEKÂT'tır... SADAKA vermeyen,
servetindeki FAKİRİN HAKKI'nı gözetmeyenden, sen zorla al! Al ki, onların kalan malı
haramdan temizlenmiş olsun. Çünkü FAKİRİN HAKKI onlar için haramdır. Hele bir de
çalıp-çırpma, Devlet malı yeme varsa, onun tümünü al. Gerekirse, nâmussuzu çıplak bırak!...
Bunu yapabilsek, vallahi memlekette fakir, muhtaç kalmaz!

-"Biz onda (TEVRAT'ta, KUR'AN'da) , onların üzerine yazdık:
Cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş
ve (bütün) yaralara (karşılık da) kısas vardır.
Ama kim bunu SADAKA olarak bağışlarsa, o kendisi için bir kefarettir.
Kim Allah'ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar, zâlim olanlardır."

(Mâide Sûresi, 45. Âyet) ... Çektiğin eziyete karşılık kısas senin hakkın.
Ama o hakkını karşındakine acıyıp bağışlarsan, bu senin için SADAKA olur.
Senin bâzı günahlarının affını sağlar. KEFÂRET , "bir günahı TANRI'ya bağışlatmak
umuduyla verilen SADAKA veya tutulan oruç" demektir.

- "Güzel bir söz ve bağışlama, peşinden eziyet gelen bir SADAKA'dan daha hayırlıdır.
Allah hiçbir şeye ihtiyâcı olmayandır, yumuşak davranandır."

(Bakara sûresi, 263. Âyet)... Aşağıda bunun açıklaması gelecek.

- "Sizden birinize ölüm gelip de: "Rabbim, beni yakın bir süreye (ecele) kadar geciktirse,
ben de böylece SADAKA versem ve sâlihlerden olsam" demezden önce,
size rızık olarak verdiklerimizden infak edin."

(Mürâfikûn Sûresi , 10. Âyet)... Ananın akıllı oğlu sen misin?.. Tam ölecekken malını
bağışlayacağına, "bana az daha ömür bahşet de, SADAKA vereyim" diye kurnazlık
etmek, ALLAH'ı kandırmaz. Vereceksen ver, vermeyeceksin o BORC'un yüküyle
geber git!

- "SADAKALAR'ı açıkta verirseniz ne iyi;
fakat gizleyip fakirlere verirseniz bu, sizin için daha hayırlıdır.
O, günahlarınızdan bir kısmını bağışlar. Allah, yaptıklarınızdan haberi olandır."

(Bakara Sûresi, 271. Âyet)... Gizli vermek, alanın mahcubiyetini önler.
Hıristiyanlık'ta olan "sağ elin verdiğini sol el görmeyecek" prensibi
İslâmiyet'te de vardır. Zâten dinlerin esâsı, özü aynıdır.

- "Bir mü'mine, -hatâ sonucu olması dışında- bir başka mü'mini öldürmesi yakışmaz.
Kim bir mü'mini 'hata sonucu' öldürürse, mü'min bir köleyi özgürlüğüne kavuşturması
ve âilesine teslim edilecek bir diyeti vermesi gerekir.
Onların (bunu) SADAKA olarak bağışlamaları başka."

(Nisâ Sûresi, 92. Âyet) ... Yanlışlıkla birini öldürdün mü, mutlaka âilesine
bir "can bedeli" vermen gerekir. Kanunî cezâsı ayrı. Ama eğer onlar acıyıp ta,
can bedelini sana SADAKA olarak bağışlarsa, o başka... Öpüp te başına koy.

- "SADAKALAR konusunda, mü'minlerden ek bağışlarda bulunanlarla emeklerinden
(cehdlerinden) başkasını bulamayanları yadırgayarak bunlarla alay edenler;
Allah (asıl) onları alay konusu kılmıştır ve onlar için acı bir azap vardır. "

(Tevbe Sûresi, 79. âyet)

-Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) minberde, SADAKA'dan ve DİLENME'ye
tevessül etmemekten bahsettiği sırada: “Üstteki el, alttaki elden hayırlıdır!” buyurdu,

Peygamber gönderdiği elçiye, “Sen, Ehl-i Kitap olan bir topluma gidiyorsun.
Onları davet edeceğin ilk şey, Allah'a ibadettir. Onu bilip anladıklarında,
Allah'ın günde beş vakit namazı farz kıldığını bildir. Bunu kabul edip
uygulamaya başladıklarında, Allah'ın, onlara, mallarından, zenginlerden alınıp,
fakirlere verilecek olan zekâtı farz kıldığını bildir.
Zekât alırken, halkın gözünde kıymetli olan mallarından uzak dur.
Zûlme uğrayanın bedduasından da kaçın.
Çünkü, onun bedduası ile Allah arasında hiçbir perde yoktur”
dedi.
Bize de ibret ola!

– “Kıyamet gününde, fakirlerden dolayı zenginlerin vay hâline!
Çünkü onlar şöyle diyecekler: 'Ey Rabbimiz! Bu zenginler bize haksızlık ettiler.
Senin, bizim için onlara farz kıldığın hakkımızı vermediler.'
Allah teâlâ da şöyle diyecektir: 'İzzetim ve Celâlim hakkı için,
sizi Bana yaklaştıracağım, onları uzaklaştıracağım.”
Hadis...
Duydunuz mu cimri zenginler???

– “Gerçek fakir, bir veya iki lokma, ya da bir veya iki hurma ile baştan savulan değildir.
Asıl fakir, ihtiyâcını giderecek bir şey bulamayan, kendisine SADAKA verilmesinin
zarûreti bilinmeyen ve kalkıp insanlardan da dilenmeyen kimsedir.”
Hadis

– “Bir müslüman, sevâbını Allah'tan umarak çoluk çocuğuna bir harcama yaparsa,
bu onun için bir SADAKA olur.”
..
Hadis... Çocuklarına bakmayıp parayı kumarda, içkiyle bitirenlere duyurulur.

Bunlar malla, parayla yapılacak, üstünüzdeki başkasının hakkını sâhibine iâde etmek şeklinde olan maddî yardımlardır. Bir de mânevî, yâni parayla-pulla alâkası olmayan SADAKALAR var ki, onu da Peygamberimiz söylemiş:

- “İnsanın, her bir organı için, her gün verilmesi gereken bir SADAKA'sı vardır.
İki kişi arasında adâletli davranman bir SADAKA'dır.
Binitine binerken birine yardım etmen, onu üzerine bindirmen
veya yükünü onun üzerine yüklerken yardım etmen, bir SADAKA'dır.
Güzel bir söz de bir SADAKA'dır.
Namaza gitmek üzere attığın her adım bir SADAKA'dır.
Yoldan insanları rahatsız edici bir şeyi kaldırman da bir SADAKA'dır.”
Hadis
Kısacası, SADAKA sâdece açık avuca bir lira bırakmak değildir!... -
"Verecek SADAKA'n yoksa, tebessümün de mi yok?"
derler.
Bunu daha geniş şekilde ÂHIRET'TEN SİMÂLAR - 64 sayfasında anlattık.

Celse şöyle devam ediyor:

Varlık- Başka bir deyimlen söyliyeyim... Siz ihtiyâcı olmayan, çalışmaktan kaçan
bir insana SADAKA verirseniz, ALACAĞI olan adama tekrar yardım etmek
(gerekir)
demektir. Eğer siz hakikaten SADAKA'nın yerini bulabilirseniz, sizden ALACAKLI
olana BORCUNUZU vermek demektir. Bilmem, anlatabildim mi?

Çok önemli bir husus... Çalışmadığı, cehdetmediği, gayret etmediği için, hattâ ihtiyâcı olmadığı hâlde dilenen birine SADAKA vermekle, üzerinizdeki BORC'u ödemiş olmazsınız. Çünkü sizin borcunuz o şahsa değil, ihtiyâcı olana idi. O hâlâ sizden ALACAKLI!...

Böyle cibiliyetsiz adamlar için elbet KUR'AN bir şeyler demiş ve sevgili Peygamberimiz de onun açıklamasını yapmıştır.

Bakara Sûresi, 273. Âyet'te "Onlar, Yeryüzü'nde dolaşmaya güç yetiremezler. (Ama) yüzsüzlük ederek insanlardan istemezler" ibâresi var. Bunun zıddı şöyle" "Gücü yetenler, ihtiyâcı olmadıkları hâlde yüzsüzlük edip insanlardan isterler". ALLAH onları kınıyor. Belki de daha fazlasını yapıyor. Sonra ALLAH şöyle diyor:

- "Sadakalar, YALNIZCA fakirler, düşkünler,
(zekât) işinde görevli olanlar, kâlpleri ısındırılacaklar, köleler, borçlular,
Allah yolunda (olanlar) ve yolda kalmış(lar) içindir.
Allah bilendir, hüküm ve hikmet sâhibidir."

(Tevbe sûresi, 60. Âyet)

Demek ki bunların dışındakilere, yâni fakir olmayanlara, düşkün (ihtiyar, hasta, bakacak kimsesi yok) olmayanlara, köle gibi zor şartlarda değil de;rahat çalışan, işi-maaşı iyi olanlara, borcu olmayanlara, yolda. açıkta falan kalmış olmayanlara fikren, bedenen yardım edilir de, SADAKA verilemez.

- "Onlardan SADAKALAR konusunda seni yadırgayacaklar vardır.
Ondan kendilerine verilirse hoşlanırlar,
kendilerine verilmediği zaman bu sefer gazablanırlar.

(Tevbe Sûresi, 58. Âyet) ... Muhtaç olmayanlar da SADAKA'dan pay ister.
Aç gözlüler!..

Peygamberimiz'in hadisleri, SADAKA konusunda açıklamaları var. Onlar da son derece önemli. Ama önce sahte muhtaçlar...

Profesyonel dilenciler

- "Elinin emeğiyle geçinme imkânı varken dilenenlerin,
özellikle bu şekilde mal biriktirmek için avuç açıp isteyenlerin,
aslında cehennem ateşi talep etmiş olurlar."
Hadis

- "Bunların, Dünyâ'da yüzsüzlük ederek dilenmelerine karşılık
Âhiret'te yüz etleri soyulmuş olarak Allah’ın huzuruna çıkacaklardır."
Hadis

Başka söze gerek var mı? ... Celse devam ediyor:

Varlık-Fakat doktor, zihninde "Biraz müphem oldu bu iş" diyorsun.
İdâreci- Kafamda şöyle bir şey var: SADAKA âdeta TANRI'yla Kul arasında anlaşma
gibi bir şey oluyor. Biz insanlar bunu böyle kabul ediyoruz. Kazâdan, belâdan kurtulmak
için yapıyoruz. SADAKA verince de bu işlerden kurtulduğumuzu kabul ediyoruz.
V- Peki, size bir şey söyliyeyim. Siz kurtulduğunuz için SADAKA mı veriyorsunuz?
İ- Halk arasında böyle bir inanç vardır. "Bir kazâdan, belâdan kurtulursam, SADAKA
vereyim" denir.
V- Bu kazâyı atlatmanız, sizin SADAKA'yı verdiğinizden ötürü müdür?
İ- Hayır. Böyle bir şey düşünmedik.
V- Veyâhut "Kazâyı hafif atlattım, bir daha başıma kazâ gelmesin" diye mi SADAKA
veriyorsunuz?
İ- Bizler için değil. Arzettiğim tâbirin halk arasında mevcut olmasından bahsediyorum.
V- Fakat doğru olan kısımları, yanlış olan kısımları var.
İ- Lûtfedin.
V- Doğru olan kısımları ALIN YAZINIZ'a dokunmamak şartıyla, başınızdan bir kazânın
geçmesi... ALIN YAZISI ise, bu kazâda iki veya üç çiziğin olması ALINYAZINIZ'a tesir
etmez... Sâdece bir kazâyı geçireceksiniz ve sağ kalacaksınız. Ya sakat kalacaksınız,
yâhut tamâmen iyileşeceksiniz. Ve sizin yaptığınız iyilikler... Belki kurtardığınız bir
hayat... Belki o kazâdan üç çizik yerine iki çizikle kurtulmanızı sağlıyabilir. Ama
ölmemenizi veya sakat kalmamanızı değil... Ondan sonra, yâni kazâdan sonra verdiğiniz
SADAKA ise sâdece sağ kalmaktan veyâhut kazâyı ucuz atlatmaktan duyduğunuz
memnuniyetin eseridir. Siz kendiniz şuuraltınızca bu işe memnun oluyorsunuz ve
başkalarını da memnun etmek istiyorsunuz... İşte halk arasında dolaşan sözün esâsı...

Halk arasında çok kullanılan ALINYAZISI kelimesi, KADER karşılığı olarak geçer, ama tam mânâyı karşılamaz. Çünkü KADER aslında ÖLÇÜ demektir. ALLAH her şeyi bir ÖLÇÜ'ye, bir İHTİYAC'a göre yaratmıştır. Her ne kadar "Yazılan bozulmaz" denirse de, yazan ALLAH, ister uygular, ister değiştirir. Bununla da ilgili âyetler vardır, galiba bir sayfada verdik.

- "Allah, dilediğini siler, dilediğini yazar ve ANA KİTAP O'nun katındadır."
(Rad Sûresi, 39. Âyet)

İşte Varlık da bunu anlatmaya çalışmış. Peygamber'in aşağıdaki sözü de onu tasdik ediyor. SADAKA'nın karşılığı ALLAH'ın LÛTFU "ya belâyı geri çevirmeye veya etkisini azaltmaya vesile olur" denmiş. Nasıl olur bilinmez, Mukadderat, bazı şerâitle vukua gelirken, geri kalır.

- "Bâzen belâ nâzil oluyor; gelirken karşısına SADAKA çıkar, geri çevirir. "
Hadis...

Çok şükür, bu celse incelemesi de bitti... Ben bir yerde bu Varlık için Vasat demiştim. Daha da iyi durumda... Görmüyor musunuz, bizim neleri öğrenmemize yol açtı?..

****

30 yaşlarındaki Medyumumuz Güney'in bir başka Celse'sinden bir bölüm sonuyoruz. Konu HÂDİSELER ve HATÂ...

Varlık: Hâfız Sinan
Medyum: Güney
Târih: 27 Mart 1962
Usûl: Hipnotik-Manyetik Karma
Hâzirûn: Muhtelif şahıslar

İdâreci- Sâliha Hanım'ın ricâsı: Son günlerde bir hâdise olmuş, kendisi üzülmüş.
"Bu hâdise benim için Tekâmül vesilesi oldu mu?" diyor.
Varlık- Evet... O hâdiseler insanın kabul etmesine bağlı
(değeri) ...
HER HÂDİSE MUHAKKAK Kİ, İYİ VEYA KÖTÜ OLSUN, İNSANI TEKÂMÜL ETTİRİR.
Bunu da kabul et.

Size bir mevzudan bahsedeyim... HATÂSIZ KUL OLMAYACAĞI GİBİ, HATÂSINI KABUL
ETMEYEN KUL DA OLMAMALI, yavrularım!..
(Sonra) BİRİ BİR HATÂ İŞLEMİŞ İSE, İNSAN OLA Kİ,
O HATÂYI YÜZÜNE VURMAYA!.. Eğer HATÂ İŞLEYENİN HATÂSINI YÜZÜNE VURUP ONDAN
türlü şekillerle bir nev'i İNTİKAM ALMAYA ÇALIŞMAK, HATÂDAN ÇOK HATÂ
YAPMAKTIR!..

Olan bir hâdisenin neticesini bu şekilde tecelli ettirmemeliydin. BİR MANTIĞIN,
BİR İRÂDEN VAR Kİ, HİSLERİNE GALEBE ÇALASIN!.. İşte bu ufak hâdise de sana ve
sizlere ders olsun. Hatâ işleyenin hatâsını yüzüne vurmakla değil; hatâ ettiğini başka
şekilde anlatmakla mahçup etmeye çalışın. BİR TOKAT AKŞEDENE
ÖTEKİ YÜZÜNÜZÜ UZATIN!... Bu lâfın da büyüklüğünü unutmayın.

HATÂ, Tekâmül için vazgeçilmez unsurdur. İnsan âdeta Dünyâ'ya HATÂ yapmaya gelir. Bu tebliğ'de HATÂ ilgili üç husus var. Birincisi HATÂSIZ KUL OLMAZ... Bu yüzden hem kendini, hem başkalarını baştan HATÂ YAPABİLİR göreceksin ve öyle kabul edeceksin.
İkincisi, HATÂ yaptın mı, farkettiğinde derhal HATÂYI KABUL edeceksin. İş orada bitmez, HATÂNI TÂMİR etmeye çalışacaksın.
Üçüncüsü başkasında bir HATÂ gördün mü, HATÂYI YÜZE VURMAYACAKSIN!... Hele ki HATÂyı bahâne edip intikam almaya kalmak daha büyük HATÂ olur, yapmayacaksın... Yapabiliyorsan, HATÂYI BAĞIŞLAYACAKSIN... Ve o kişi için o HATÂ önemli ise kırmadan, başka şekillerde ona HATÂYI GÖSTERECEKSİN... Varlık, Saliha Hanım'ı üzen HATÂ'sını yüzüne vurmadı. Kadın zâten HATA'yı farketmiş. Ona yapmaması gerekeni söyledi.

"BİR TOKAT AKŞEDENE ÖTEKİ YÜZÜNÜZÜ UZATIN!" sözünün aslı "Sağ yanağına vurana öbür yanağını da çevir" (Matta'ya Göre İncil 5:39 / Luka'ya göre İncil 8:29 ) Hazret-i İsâ'nın sözüdür. Baş kısmı şöyledir: “Kötülük yapana karşı koyma." Hazret-i İsâ bunu niçin söyledi?.. Kötülüğe karşı koymayıp, boyun mu eğelim?...

Elbette değil!. TEVRAT'taki “‘Göze göz, dişe diş’ (Çıkış 21:24 ve Levioğulları 24:20 ) Kısas, yâni aynen mukabele, hükmünün Yahudiler'ce yanlış uygulanıp kişiselleştirilmesi, hâkim kararıyla uygulanması gereken cezâları kendileri icra edip, kin beslemeyi ve öç almayı amaç edinmeleri, her tür kötü davranışta bulunmayı haklı çıkarmak için kullanmaları, çoğu kez aşırıya kaçmaları, kendilerine yapılandan çok daha büyük bir kötülükle karşılık verimeleri Hazret-i İsâ'yı böyle konuşmaya sevketmişti. "Hatâ yapanı hoşgörüyle karşılayın" anlamına gelir... Bir!... Bu biz Müslümanlar için de geçerli... Zâten Hıristiyanlar hiçbir zaman devlet olarak bunu uygulamadılar. Tam tersine, günümüzde Amerika'nın yaptığı gibi bir kule yakılmasını bahâne edip, hem Afganistan'ı, hem Irak'ı 20 senedir işgâl ettiği gibi; Afrika'yı, Çin'i, Güney Asya'yı, Güney Amerika'yı, Pasifik Adaları'nı inim inim inlettiler... Şahıslar arasında elbet uygulayanlar vardır, ama Devlet olarak, siyâset olarak tam aksini yaptılar. Üstelik Müslümanlar'dan kandırdıklarına da bunu yaptırdılar; IŞİD, Taliban, El Kaide, Boko Haram gibi örgütlerle...

"Sağ yanağına vurana öbür yanağını da çevir" sözünün biz Muslümanlar'ca bir ikinci anlamı vardır. Bunu Hazret-i İsâ söylediğine göre, ona da imân ettiğimiz, bizim Peygamberimiz saydığımıza göre, ifâde Hadis değerindedir. Yüz, Arapça'da CEMÂL'dir. ALLAH'ın Güzel İsimlerinden biridir. O'nun lûtuf, ihsan ve rızâsını gösterir. Ayrıca "Güzellik, sevgi, merhamet, yumuşaklık" anlamlarına gelir. Şimdi birisini senin cemâline, yâni sevgi, merhamet, yumuşaklık yönüne bir darbe indirirse; ne yaparsın?.. Öteki yüzünü gösterirsin, değil mi?.. CEMÂL'ın karşılığı CELÂL'dir, ALLAH'IN Kahhar, Cebbar, Mütekebbir" gibi sertlik ve büyüklük ifade eden özelliklerini gösterir. Bizler içinse Celâl. "kudret, bilgi, azamet, hiddet" anlamına gelir. Yâni "haddini bilmeyip te, senin sevgine, yumuşaklığına ters davranan kişiye, sen de bilgini, gücünü göster" demektir. Zâten nasıl olduysa, şimdiki Papa Francesco, "Evet, şiddetle reaksiyon gösterilemez. Ama eğer biri anneme küfrederse, kendisini bir yumruk bekler," demiş. Bu da yanlış... Bizim bıçkın erkekler de öyle yapıyor ama bakın Hazret-i Ali ne yapmış, hem de Halife, yâni DİN'in ve DEVLET'in başkanı iken...

Bir gün Halife Hazret-i Ali, yanında adamları ile sokakta yürürken karşısına bir Hâricî çıkmış, yâni onu Halife tanımayanlardan bii çıkmış, başlamış Halife'ye küfür etmeye... Muhtemelen ana-avrat... Hazret-i Ali'nin yanındakiler hemen kılıçlarını çekip adamın üstüne saldırırken... Hazret-i Ali onları durdurmuş.

- "Küfrün Kısas'ı, küfürdür... Ya sen de aynen küfredersin. Ya da bağışlarsın, gider"

demiş!... Hemen levyeyi kapıp... o zaman levye yok ya, kılıcıyla saldırmamış. Adamlarını da saldırtmamış...

Hıristiyan Papa yumruğu indirsin. Biz Müslümanlar Hazret-i Ali gibi davranalım.

Ruhi Selman

selman@journalist.com

***

ÖNEMLİ SAYFALAR


- BİR TEBLİĞ
- ÖLÜM VE SONRASI
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 1
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 2
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 3
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 4
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 5
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 6
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 7
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 8
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 9
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 10
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 11
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 50
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 51
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 52
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 53
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 54
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 55
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 57
- ÂHIRET'TEN SİMÂLAR - 58
- ÂHIRET'TEN SİMÂLAR - 59
- ÂHIRET'TEN SİMÂLAR - 60
- ÂHIRET'TEN SİMÂLAR - 61
- ÂHIRET'TEN SİMÂLAR - 62
- ÂHIRET'TEN SİMÂLAR - 63
- ÂHIRET'TEN SİMÂLAR - 64
- İBN-İ SİNÂ CELSESİ
- TEKÂMÜL'E GİDEN YOL
- TEKÂMÜL'E GİDEN YOL
- NEYZEN TEVFİK'TEN BİR ŞİİR
- BİR OBSESYON VAK'ASI
- ÖTE ÂLEM'DEN ŞİİRLER - 1
- RÜYÂLAR - 1
- RÜYÂLAR - 2
- REİNKARNASYON
- ANADOLU'DA REİNKARNASYON ŞİİRLERİ
- İRLANDALI ŞÂİR JAMES CLARENCE MANGAN ANADOLU'DA MI YAŞADI?
- FİNCAN CELSELERİ - 1
- FİNCAN CELSELERİ - 2
- FİNCAN CELSELERİ - 3
- KADIN HAKKINDA BİR TEBLİĞ
- EKMİNEZİ ÇALIŞMASI
- RÛHÎ FİLİMLER - 1
- ENTERESAN RÛHÎ OLAYLAR
- ERGUN ARIKDAL VE SÂDIKLAR PLÂNI'NI TENKİT
- SÂDIKLAR PLÂNI'NI TENKİT - 2
- BÜLENT ÇORAK VE DÜNYA KARDEŞLİK BİRLİĞİ SAFSATASI
- Bülent Çorak'tan Uzaylı Tebliğ - ALTON'DAN MESAJ
- CENAP BAŞMAN VE MARON TARİKATI
- MEKTUPLAR