Site hosted by Angelfire.com: Build your free website today!

Ce: SOSYAL EŞEKLER 1. kısım


[ Serbest kursu ]


Makale yazari: Vaner Alkaç Tarih, gün ve saat : 10. Ekim 2000 06:24:40:

Su yaziya cevaben: Ce: SOSYAL EŞEKLER ( yazışmalar) makale yazari: Vaner Alkaç Tarih, gün ve saat : 10. Ekim 2000 06:19:13:

ÖZELLEŞTİRME
ÜZERİNE
AYKIRI
DÜŞÜNCELER


Mehmet Aslan
Ocak 1998

Sol kesimde özelleştirmeye karşı çıkmayan yok gibi. Hatta bunu solculukla özdeşleş-tirmeye kadar götürenler bile var. Avrupa için neyse de, hele sözkonusu ülke Türkiye ise, biraz daha ihtiyatlı konuşmakta fayda var. Bu yazıda, genel sol ortamımızda ge-çerli ifade tarzına epeyce ters gelebilecek bazı tesbitler ve teklifler ortaya konmaya çalışılacaktır. Gerçi yazıda ortaya konulan fikirlerin büyük bölümü pek 'yeni' değildir. Zaten ne demiş şair: "Yeni sözler arama boşuna / Derdim yeni olsa anlarım." Sadece son gelişmelerin yarattığı etkilerle bazı kavramların örneklerle daha da somutlaştırıl-masından söz edilebilir. Bu kapsamda özelleştirme konusu devletçiliğimizle, devletçi-liğimiz ise ayrılmaz bir biçimde ikiz kardeşi olan devletçi sendikacılığımızla birlikte ele alınacaktır.

1.Türkiye'de devletçilikle Batı'da devletçilik farklıdır :

Özelleştirmeden söz edebilmek için öncelikle ortada bir devlet veya kamu malı olması şarttır. Öyleyse özelleştirme konusuna girmeden önce devletçiliğin Batı'daki ve Tür-kiye'deki kökenlerine inmekte fayda görüyoruz.

1917'den sonra Sovyetler Birliği'nde ve 1945'ten sonra Doğu Avrupa'da kurulan sos-yalist uygulamaları ayrıca ele almak üzere bir yana koyarsak Batı kapitalist ekonomi-lerinde devletçi uygulamalar genellikle İkinci Dünya Savaşı sırasında veya sonrasında başlamıştır. Amacı savaş sırasında mevcut sermaye ve işgücünü kapitalist üretim a-narşisinin rastgele israfına terketmeden plânlı bir şekilde düşmana karşı seferber etmek ve savaş sonrasında yıkılan, yerle bir edilen ülke ekonomilerini bir an önce yeniden imar etmeye yöneliktir. Demek ki Batı'daki devletçi uygulamaların tarihi, sosyalist ekonomileri de hesaba katarsak en fazla yetmiş-seksen yıldır. Ama bizde durum epey-ce farklıdır. Bazı tarihçilerin Hitit'lerden, bazılarının Bizans'tan başlattıkları kadim devletçilik geleneği en insaflı hesapla Fatih kanunnamesinden beri en az 500 yıldır bu topraklar üzerinde hüküm sürmüştür ve hayaleti ta iliklerimize kadar işlemiş olarak hâlâ yaşıyor. İster istemez insanın aklına geliyor: CHP kökenli solcularımızın öve öve bitiremediği 1930 model devletçilik de bu hayaletin yeniden ete kemiğe bürünmüş olarak karşımıza dikilmiş bir şekli olmasın sakın?

Batı'da işveren sınıfı diğer halk kesimlerini de arkasına alarak gelişimin önünde ayakbağı haline gelen derebeyi devletini yıktı ve kendi devletini kurdu. Sınıf olarak çıkarlarını hem gerici derebeyliğe ve hem de yeni yeni sınıflar savaşına soyunmaya başlayan ilerici işçi sınıfına karşı savunmak üzere hem anayasal kurallarını koydu ve hem de bu düzeni zorla ayakta tutacak silahlı ordu gücünü örgütledi. Bu kuralları çiğ-nemeye kalkanlara kendi sınıfı içinden dahi olsalar müsaade etmedi ve mülksüz sınıf-ları 'eşitlik' içinde sömürmenin 'özgürlük' ve 'adalet'ini sağlamanın yollarını aradı.

Bizde ise devlet kalubeladan beri vardır ve dokunulmazdır. Bu yüzdendir ki isabetle kullanılan sıfatlarından biri: 'devlet-i ebed müddet'tir. '400 arslandan' günümüze ya-digâr 'sünuf-u devlet' (yani: ilmiye, seyfiye, mülkiye ve kalemiyye) 'devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü' ayakta tutabilmek için ortalıkta kuş uçurtmaz. 'Raiyyet'in (güdülenlerin) bu konuları tartışmaları dahi en büyük günah sayılır. 'Mü-teşebbislerimiz'e gelince bu sıfata ancak tırnak içinde sahip olabilecek yaradılıştadır-lar. Onlar için devlet: iltizam, istikraz ve en son ihale dümenleriyle tırtıklanacak bir 'Miri mal denizi'nden başka bir şey değildir. Bu uğurda devletlûların her dediğine önlerini iliklemişlerdir. 'Tecimendirler, yüzyıllar boyunca karılarına hükümdarların sataşmasını ağırca bir vergi olarak kabullenmişlerdir.' (C. Süreya) Bilirsiniz, daha bir kaç yıl önce, sonradan görme zengin ve ağzı bozuk bir Devlet Bakanı'nın kendilerine neredeyse ana avrat sövmesini dahi zarif bir sessizlikle geçiştirmişlerdir. Gel de dere-beyinin kanunsuz olarak el koyduğu alt tarafı iki at için (hayır! prensipleri için) Al-manya'yı yangın yerine çeviren Michael Kohlhaas'ı arama! Bizimkiler ise sopayı gö-rünce aporta kalkmayı (veya alafranga dansa!) en pişkin Kayseri'lilik olarak takdim etmekten hiç utanıp sıkılmıyorlar.

"Örnek alalım: bir İngiliz işvereni ile lordu, anayurdunda: Devletin kanunu, hatta örf dışında kılını kıpırdattırmaz; dünyada: Hemen yarı yeryüzünü sömürge ve yarı-sömürge gibi kullanır. Bir de bizim ağalarımızla bezirganlarımıza bakalım: hepsi Devlet koltuğunda şakşakçı teb'a, rüşvetçi müteahhit kenedirler; 'yurtseverlik'i bu yönde anlar ve savunurlar. Dünyaya gelince, onlar ecnebi mallarına ajan ve yabancı nüfuzuna hayran olmaktan hiç tedirgin düşmezler. Bu, her çiğ ve acı güçlüyü kendisi-ne 'Metbu' (Süzeren: üst ağa) saymaya hazır insanlara Ortaçağda 'Vasal' (Kul Taife-si) denir. Demek, bizim yönetici sınıflarımız henüz vatandaş, modern yurttaş bile ol-mamışlardır." Tevekkeli değil, anayasalarımızı da, babayasalarımızı da hala askeri erkan hazırlıyor. Berikiler de, hafif bitleri kanlanınca, bu durumdan şikayet etmeyi ve bunu da en hızlı 'sivil demokratlık' olarak pazarlamayı marifet biliyorlar.

Böyle bir ülkedeki devletçilikle Batı'daki devletçiliği birbirine benzetmek herhalde Ortaçağla Modernçağı birbirine karıştırmaktan farksızdır. "Batı'da sosyalist devletçi-lik, işverenin hesaplılığına dayanır; bizde 'Devletçi Sosyalizm' -bilerek, bilmeyerek- Ortaçağın tartısız, darasız keyfiliğini okşar."


2.Türkiye'de özelleştirmenin anlamı Batı'dakinden farklıdır:

Hal böyle olunca elbette ki özelleştirmenin taşıdığı anlamlar da farklı olmak duru-mundadır. Batı'da savaş rüzgarları geride kalınca ve hele 'ezeli ve ebedi düşman' sos-yalist blok da elden ayaktan düşüp korkulacak bir tehdit unsuru olmaktan çıkınca, daha önce 40'lı yıllarda devletçilikten umulan fonksiyonlar artık gereksiz hale gel-miştir. Öte yandan gitgide katlanarak büyüyen ve aynı markada bazen dört-beş ismi barındıran acayipliklerle 'globalleşen' sermaye kendine yeni yatırım alanları ve yutu-lacak yeni sanayi kolları aramaktadır. Bütün bu çeşitli etmenlerin bileşimi 80'li yıllar-da Batı'da özelleştirmenin güçlü bir moda olarak 'Yeni Dünya Düzeni'nin bayrağında kendine çok önemli bir yer sağladığını gösteriyor. Bu aynı zamanda çözülen sosyalist ülkelerdeki kamu mülkiyetinin yağmalanması ve bu ülkelerin en başta ekonomik ola-rak işgali anlamını taşıyor. Kısacası Batı'daki özelleştirme, nisbeten kısa süren bir devletçilik uygulamasının ardından sosyalist blokun da çöktüğünü görüp 'köpeksiz köyde deyneksiz dolaşan' azgın emperyalizmin eski büyük korkuyu hatırlatan her tür-den kamusal adacıkları ortadan kaldırma girişimidir.

Türkiye'de ise özelleştirme konusu bambaşka bir tarihe ve anlama sahip. 'Badem gözlü' Özal, ölmeden önce hep 'Batı'lılara özelleştirmeyi ben öğrettim!' diye şişinir dururdu. Oysa böbürlenmesine hiç gerek yoktu, çünkü henüz hafızasını yitirmemişle-rin çok iyi bildikleri gibi bu 'yalancı pehlivanlığımızın' tarihi çok daha gerilere gidi-yor. Tarihin ne garip tesadüfüdür ki Batılı kapitalist ülkeler çare olarak devletçiliğe sarılırken, 40'lı yılların sonlarında Demokrat Parti'nin Menderes'i çoktan: 'iktidara geldiği takdirde bütün devlet işletmelerini özelleştireceği' palavrasına başlamıştı bile! Sonra ne mi oldu? "Demokrat Parti rahmetlik, bir tek sözünde durmuş olmak için Devlet işletmelerini satılığa çıkardığı zaman, bir tek ciddi özel sermayeci müşteri çık-madı. Ancak, bedavaya verilir ve üstelik diş kirası para da ödenirse, Devletçiliğimizi utandırmamak için devlet işletmelerini almaya katlanan bir özel sermayeci: ilk iş ola-rak bu işletmelerdeki personelin beşte üç veya dört kişisini kapı dışarı edeceğini şart koştu." Garibim Menderes ne yapsın? O da tuttu, mevcutlarının üzerine ondan fazla nurtopu gibi KİT, İDT v.s. daha ilave etti!.. Hele 'Hür Teşebbüsçü' ve 'Morrisoncu' Demirel'in hiç hakkını yemiyelim. Allaha şükür, o asla özelleştirme lafı filan etmedi. Tam tersine 'Gomonislerin' yerine Moskova'ya kendisi gitti ve koltuğunun altında koca koca çelik, alüminyum fabrikaları ve petrol rafinerileri ile döndü. Bunları devlet-çiliğimizin bitmez tükenmez hazineleri arasına kattı. Peki, öldükten sonra medyamızın gülü haline gelen Özal ne yaptı? 83'ten 91'e kadar tam 8 koca yılda, hem de partisi Meclis'te tam çoğunluk sağlamışken 'kopardığı gürültü ürküttüğü kurbağaya değdi mi?' Sadece birkaç tane çimento fabrikasının satılması o eşi menendi bulunmaz yiği-din şanını kurtarmaya yetti mi dersiniz?

İşte böyle olur (veya olmaz!) bizde özelleştirme dediğin! Bunu herkes bilir, veya en azından sezer de, bir tek bu şark işi devletçiliği 'bulunmaz Hint kumaşı' zanneden bazı solcularımız bir türlü farkedemez. Onlar sanır ki bütün bu özelleştirme girişimleri Mümtaz Hoca'nın muhteşem hukuk mücadelesi sayesinde sonuçsuz kalıyor. Vah " Ol mahiler ki, derya içredir, deryayı bilmezler" vah!.. Oysa en sonunda Mümtaz Hoca kendisi bile az buçuk uyanır gibi oldu: Bir yazısında, sözde özelleştirmeyi hızlandır-mak için kurulan Özelleştirme İdaresi Başkanlığı'nın, kendisine bağlanan kuruluşlarla gitgide şişerek, değil Türkiye'nin belki de dünyanın en büyük holdinglerinden biri haline geldiğini, Ankara'nın dolar hesabıyla kiralanan sırça köşklerinde yan gelen şık giyimli prens ve prenseslerin ise, belki de bu rüya hiç bitmesin diyedir, aslında özel-leştirme için kıllarını bile kıpırdatmadığını biraz hayretle ortaya koydu. Ne büyük keşif yarabbim! Şu ilginç tesbitten otuz beş yıl sonra gelse de bravo: "Ama, vergisi ve karakoluyla bizim bitmez tükenmez, ucu bucağı görünmez kırtasiyeciliğimizi etinde, kemiğinde duymuş halkımız önünde, bizim salak ve solak hafızlarımız 'devletçiliği-miz'e 'Şamın şekeri' dedikleri gün, yüzleri kızarmasa bile, 'Arabın yüzü' gibi isten-meyecektir. Tersine, hani şu 'devletçiliğimiz'in sıcak serlerinde tıkız harçlıklarla sula-nıp sun'ice büyütülmüş 'şeriatçı-ırkçı'larımız yok mu? Onlar, 'suret-i haktan' görü-nüp, sığındıkları 'devletçiliğimiz'e sözüm ona çatarak, toplumumuzu Hülagü Hanın okla yay çağına döndüreceklerini vait ettikleri zaman milletçe alkışlanacaklar da, be-riki sosyal-devletçiler, taratorlu ağızlarıyla sırf 'devletçiliğimizin cennet köşkleri'ni tapşırmaya kalkar kalkmaz, -yanıbaşlarında jandarma süngüsü yokken- yuhalana-caklarını enkonsiyanlarıyle sezmektedirler."

İşte böyle, devletçiliğimizin yeteri kadar güçlü derin kökleri ve gereğinden fazla ateşli savunucuları her zaman olmuştur ve bundan sonra da olacaktır. İlaveten solcularımızın da bu koroya dahil olmalarına ve hele özelleştirmeye karşı çıkalım diye kendilerinden geçip bu kadar celallenmelerine hiç gerek bulunmamaktadır. 1983 seçimlerinden önce bir televizyon programında Turgut Özal boğaz köprüsünü, barajları satacağını söyle-yince o zamanların 'görevlendirilmiş solcu'su Necdet Calp: "Sattırmam da sattır-mam!" diye masaları yumruklamıştı. Zaman geçti, T. Özal başbakan oldu ve satmak ne kelime, yaptığı tek şey: hepimizle dalga geçercesine üzerinde Boğaz Köprüsü resmi veya Keban Barajı resmi bulunan birtakım 'tasarruf bono'larıyla piyasadan para top-lamak oldu! Necdet Calp'in belki kusuruna bakılmaz ama hâlâ Türkiye'de solculuğu bu kadar komik duruma düşürmeye ve solcuları da bu derece ahmak yaratıklarmış gibi göstermeye kimsenin hakkı yoktur ve olmamalıdır. Görmeye ömrümüz vefa eder mi bilemem ama, velev ki sağcı iktidarlar bu Yağma Hasan'ın böreğini elden çıkarma-ya gerçekten niyetlenmiş olsunlar, solcuların bu durumda atacakları tek ve doğru slo-gan: "Sıkıyorsa, sat da görelim!" olmalıdır. (Hatta gerekirse işaretiyle birlikte!)


3.Türkiye'de devletçiliğin bugünkü durumu:

Toy çağlarımda, örnek olsun bir Güneri Cıvaoğlu ile bir Ahmet Kabaklı'nın nasıl olup da aynı gazetede yazabildiklerine bir türlü akıl erdiremezdim. O yıllarda Türkiye sağ'ının gözde gazetesi ve Adalet Partisi iktidarının en heyecanlı savunucusu, sonra-dan vefa borcu olarak Demirel'in kendisine yedirdiği öğretmen paraları ile çatlayan Kemal Ilıcak'ın çıkardığı Tercüman gazetesi idi. Bu gazetede ne ararsanız bulurdunuz: Bir bakardınız, finans beylerinin yakışıklı play-boyları ile mütegallibenin hacıyağı kokulu Kabak Hafız'ları aynı ahırda sohbet halinde.. Bir bakardınız ırkçı-şeriatçı kır-ması Ergun Göze ile 'demokrat' sülalenin Nazlı kızı memleketin ahvâlinden dem vurmakta…Bu görüntüden hiç öyle rahatsız da olmazlardı. Arasıra 'zinde kuvvetlerin' bir destur! çekmesi ile utanır, bu sevdadan bir süre vazgeçmiş görünürlerdi. Ama huylu huyundan vazgeçer mi? 'Tercüman-ı hilâf-ı hakikat' iflas etmiş, ne gam! "Bâb-ı Âli'nin salon salomanjesi" (Ç. Altan) Hürriyet ne güne duruyor? Bir zamanlar 'solun namusu kaldı mı? kalmadı mı?' gibi pespaye demagojilerle Tercüman'da alkış topla-yan namlı anti-komünistler bir bakıyoruz eski solculuğu kendinden menkul, hem kel hem fodul genel yayın yönetmenlerinin altında solun değişmez namus-u mücessemi Mümtaz Hoca'larla barış içinde birarada yaşıyor! Pardon, şimdi de Sabah'ın birinci sayfasına mı terfi etti? Bütün sahiplerine hayırlı olsun! Bir de buna 'farklı fikirlere tahammül' gibi pek masum bir etiket koymazlar mı? Teşekkürler, bu ağır kokuya 'ta-hammül' edebilenler, buyursun!

Türkiye'nin 'güzîde' basınında ilk bakışta göze çarpan bu modern-antika kırması koa-lisyon her günki ekonomik, siyasi ve idari yapımızda da kendini ortaya koyuyor ve hükmünü ancak 'devletçiliğimiz' sayesinde rahatça sürdürebiliyor. Bu uğursuz ittifak en başta ülkeyi coğrafi olarak paylaşmış görünüyor: Ekonomik açıdan büyük metro-poller ve siyasi açıdan merkez (Ankara) 'global' takılan finans beylerinin denetiminde kalıyor. Ancak suyun başını tutmak o kadar da kolay olmuyor: Artık iyice milletinden kopmuş ve soysuzlaşmış bu oligarklar güruhu halk içinde destek bulabilmek ve salta-natlarını sürdürebilmek için bayilikler, acentelikler, yetkili servis v.s. ayak işlerine koşturarak yemlediği 'halis muhlis yerli cevherimiz' taşra hacıağalarını yağmaya ortak etmek zorunda kalıyor. Bunlar da fukara halkı hem taksitlere boğarak gıkını çıkarta-maz hale getiriyorlar ve hem de 'demirkırasi' zamanı finans oligarşisinin has partileri-ne oy davarı etmeyi beceriyorlar.

Ama bedavaya değil tabii. Yaptıkları bu 'hayırlı' hizmetin karşılığında hacıağalar; hele son zamanlarda, Türkiye'nin taşrasında ekonomik, siyasi ve idari yönetimi iyice ele geçirmiş görünüyorlar. Mahalli yönetimler (muhtarlıklar, belediyeler, özel idareler v.s.) zaten onların elindedir. Ancak bu yetmemektedir. Merkezi yönetimin taşradaki organları da (valilikler, kaymakamlıklar, taşradaki KİT yönetimleri ) artık o bölgedeki hacıağaların oyuncakları haline gelmiştir. Merkezi yönetimin Ankara'daki tepesinin gitgide daha fazla kirlenmesi ve soysuzlaşmasına paralel olarak taşradaki bu süreç de hızlanmaktadır. Erzincan Valisi'nin ikide bir feryat etmesi boşuna değildir: Gerçekten de, Tek Parti devrinin bir döneminde uygulandığı gibi iktidardaki partinin il başkanı-nın vali, ilçe başkanının kaymakam olarak görevlendirilmesi artık çok yerinde bir uy-gulama olacaktır! Çünkü yıllardır hukuken olmasa da fiilen, iktidar partilerinin il ve ilçe başkanları Türkiye'nin taşrasını yönetmektedirler. Ancak herhangi bir uygulama-nın altına imza atma mecburiyetleri olmadığı için hiçbir sorumlulukları da bulunma-maktadır. Bu durumda Türkiye'nin taşrası merkezden de beter bir biçimde alabildiğine sorumsuzca yönetilmektedir.

Osmanlı devlet ricali tiksintiyle karışık: "Haşa min huzur tüccar!" dermiş. Şimdiyse devlet memuru 'tüccar' karşısında rüzgara kapılmış hazan yaprağı gibidir. O eski asa-letinden veya vekarından eser kalmamıştır. Beş paralık vergi iadesi için esnaftan fatura dilenmeye çıkanından tutun da rüşvet için çalmadık kapı bırakmayanına kadar ve her iktidar değişiminde kostüm değiştirir gibi parti değiştiren bir yalaklar sürüsü külah kapma hevesiyle oradan oraya sürüklenmektedir. Bu şekilde makam sahibi olan devlet memurları ise yukarıdan gönderilen talimat ve genelgelerden ziyade hacıağaların içki masalarında dikte ettirdikleri 'rica'lara daha fazla itibar etmektedirler. Böylece, be-ğenmediğimiz mevcut kanunlar şöyle dursun tamamen kanunsuz bir yönetim tarzı or-taya çıkmıştır. Artık yöneticiliğin mahareti 'kitabına uydurma becerisi' ile ölçülmek-tedir. Uymasa da mühim değil, çünkü son yıllarda artık sicil notu veya teftiş müzekke-resi sonucu görevden atılan veya sürülen memur da pek görülmemektedir. Sözgelimi, densiz bir müfettişin iş üstünde yakalayıp açığa aldığı bir memur, eğer eşraf-ayan-mütegallibe nezdinde 'şehrimizin makbul bir şahsiyeti' sayılıyorsa müfettiş daha arka-sını bile dönmeye kalmadan 'akar ablar, döner dolablar' misali yeniden göreve iade edilebilmektedir. Bu nedenle taşradaki memurlar Ankara'daki amirlerinden ziyade kasabadaki velinimetlerine hürmet etmekte, onların güvenine mazhar olabilmek için canla başla gayret göstermektedirler. Böylece, yapılan ihalelerde aslan payı hacıağa siyasetçi ve adamlarına paylaştırılmakta, devlet dairelerine eleman alınacağı zaman göstermelik sınavlarla hacıağanın adamlarına öncelik tanınmakta, devlet dairelerinde yapılacak en basit bir işlem için bile hacıağanın selamının getirilmesi şart koşulmakta, devlet memurlarının her türlü özlük işleri ise (tayin, terfi, nakil gibi) personel dairesin-den filan değil, hacıağanın bürosundan yürütülmektedir vs.vs. Bütün bunların sonu-cunda, hacıağa siyasetçi cebini doldurduğu gibi şanını da yürütmekte ve taşranın tar-tışmasız tek hakimi haline gelmektedir.

>Sayın Aslan
>Okurken hem yorulup hem eğlendiğim bu güzellikete yazı için teşekkür
>etmeliyim.
>Hep Aziz Nesin politik bir mizah yazarımıdır diye sormuşumdur kendime.
>Belki... Belki ortaokul çocukları düzeyinede...
>Ama hem entellektüel yanımı besleyen hemde düşüncenin böylesine alaycı bir
>üsüpla anlatılabilmesi oh be dedirttirecek kadardı.
>Kutlarım.
>Kendime göre biraz alakasız bir yerde buldum yazınızı ama bulmuş olmanın
>keyfi alakasızlığı sıkıntısızca örttü.
>Yazınızı çeşitli tarışmalar görütdüğüm internet forumlarına ve e-mail
>gruplarına yollamak için sizden izin istemiyorum.
>Böylesi bir güzellik bence güzelliği nedeniyle kamuya mal olmuş demektir.
>
>Yazınıza koyduğunuz başlığa benzer başlıkla ve içeriği ayni olan benim
>yazılarım da söz konusu.
>İçerik derken sizdeki inceliklere eski deyimle zerafete ve kabalığın
>zerafetine ulaşabildiğim iddasında değilim.
>Eğer izin verirseniz Sosyal Demokratların forumuna "Sosyal Eşekilik"
>başlığında ve bu e-mail konulmuş biçimde asmayı diğer forumlara da "Sıkıysa
>Özelleştirin" başlığında asmak veya göndermek dileğindeyim.
>Bu e-mailin çalışıp çalışmadığını bilemediğimden 24 saat bekledikten sonra
>hoşgörünüze sığınarak yapacağım bunu.
>Sevgiyle kalın.
>Vaner Alkaç
>Sevgili Mr. Clark,
>İltifatlarınız beni ziyadesiyle memnun etti, ama böyle şeylere alışık
>olmadığımı da baştan itiraf etmeliyim. Çünkü bu yazı yaklaşık iki yıldır sol
>ortamımızda dolaşmasına rağmen ne İsa'ya ne Musa'ya yaranabildi.
>Anlayacağınız lânetli bir yazı. Açıkçası hiç kimse dürüstçe aynaya bakmaya
>yanaşmıyor da ondan. Veya Türkiye'nin kasabalarında insancıklarımızın bir
>yudumcuk mutluluğu bile tatmasına engel olan şu yaygın 'Elâlem ne der?'
>fobisinin politik ortamımıza uyarlanması... Yazım e-mail ortamına ilk kez
>çıkıyor ama alâkasız bir yerde değil, çünkü yazının temeli Dr.Hikmet
>Kıvılcımlı'nın ta 1962 yılında yazıp 27 Mayıs kitabının başında yayınladığı,
>hem politika ve hem de edebiyat olarak bence bir şaheser sayılması gereken
>'Sosyalizmimiz ve Devletçiliğimiz' risalesi. 12 Eylül sonrası piyasayı
>dolduran ve kapının arkasında baltayı bulan yeni gelin misali ortalığı
>velveleye veren irili ufaklı sözümona 'liberallerimiz'in de okumaları
>gereken bir yazı o. Ama o da lanetli bir yazı. 'Devletçiliğimiz'e dokunduğu
>için 'Sosyalizme' küfrettiği iddia edilmiştir. Siz yine de benmimkinden önce
>Ek'te gönderdiğim o yazıyı da okuyun! Ve cesaretiniz varsa ikisini de
>istediğiniz gibi tedavüle sokun. Ama başınıza geleceklerden de sorumlu
>tutulamayacağımızı bilmenizi isterim.
>Mehmet Aslan
>>Değerli arkadaşlar
>>İnanıyorum ki sahte gündemlerle uğraşarak vakit kaybetmek yerine kendi gündemimizi kendimiz yartmalıyız.
>>Başkalarının özellikle defolu olanların bizi sokmak istediği tartışma yaratılmak istenen demokratik mücadele cephesinin saflarına nifak sokmak bazen de uzlaşılması mümkün konularda bile birbirimize karşı keskinliğimizi bilemektedir.
>>Aslında bu forumun anladığım kadarıyla gerçek gündemimizi yaratma amacıyla oluşturulduğunu düşünüyorum.
>>Bu isteğin son derece haklı olmasına rağmen sunuluşunda ve daha başlangıçtaki uygulamlarda kapsaması gereken genişiliği zedeleyici bir yönetim uygulaması ile karşılaşmadık değil.
>>Şu doğrudur. Herkes kendi bakışı çerçevesinde veya ihitiyacı çerçevesinde kendi gündemini bize dayatmak isteyecektir. Bunda ne kızılacak ne de kınanacak bir durumun olduğunu düşünmüyorum.
>>Eğer inanıyorsak bize dayatılan gündem bizm değildir, karşısına koyacağımız yasaklama değil kendi gündemimizi tüm canlılığı ile tartışma alanına getirmektir.
>>Ne yazıkki bu yapılamadı.
>>Bizzat forumun kurucularıda eksik kaldıkları bir noktda zor olayını kullanarak müdahale etmek durumunda kaldılar.
>>Bunu görmezden gelerek geçip gitmek mümkündü.
>>Ama özellikle içinden geçtiğimiz dönemde çok dikkatli bir tavır geliştirerek ve yasaklayıcı bir devletin kurucu partisinin kuşku ile karşılandığını bilerek ( ki bu son seçimler kuşku ile protestonun ortaya çıkışı olarak da alınmalı) bu devlet geleneğinin temsilcisi olmama isteğinin vurgulanmasını çok önemli buluyorum.
>>Eğer siz kendi gündeminizi canlı bir şekilde getirebilirseniz foruma yönelik dayatmaların okuyucu gözünde etkisizleştiğini de göreceksiniz.
>>Bu bir yanı.
>>Diğer yan da ne denli yanlış bulursanız bulun. Ne denili bu yapay gündemde devlet müdahalesi kokusu alırsanız alın eğer birileri halklarımızın içinden birileri kendilerini bir başka çekilde ifade etmek istiyor ve bunun tanınması doğrultusunda çaba gösteriyorlarsa en zaından üzerinde düşünülmesi gereken bir konu olarak alımalı ve önerilebilecek alternatif yaklaşım üretilmelidir.
>>Benzer bir hatayı kişisel olarak ben Alevi konusunda geçmişte yaptım.
>>Bu alanda yerden biter gibi örgütlenmeler ortaya çıkıp ve kendine sosyalist diyenlerin bu örgütlenmelerin içinde aktif yer aldığını görünce ilk öncebir marksisitin dünya görüşü açısnıdan sonra bu konun Kürt halk mücadelesinin bloke edlmesi bir anlamda parçalanarak doğal müttefiklerine ulaşmaması çabası olarak değerlendirip alevi kökenden gelmeme rağmen şiddetle karşı çıktım.
>>Kendi içinde dürüst sayılabilecek bu yaklaşımım gereken politik uyanıklılığı taşımadığı ve sosyal bileşenleri görme konusunda bende olan bir eksikliği ifade ettiğini alevilerin bu tip örgütlenmeler ve kendilerini ifadeye gereksinimlerinin olduğunu zamanla fark ettim.
>>Bazen doğru şeyleri kendi başına gömenin ve söylemenin tek başına bir anlam ifade etmediğini düşünmüyor da değilim.
>>Bunları politik hedefler doğrultusunda koparmadan nasıl yorumlamak gereği bence yasaklama tavrından öncelikli olmalı.
>>Kendi gündemimiz derken sizler bir yazı getirdim.
>>Özellikle devletci geleneğin izlerini hala ağır olarak taşıyan CHP ile sosyal bir demokrat hareket olma arasında ciddi çelişkilerin olduğuna inanıyorum.
>>Bu anlamda internette bulduğum ve sahibinin izniyle buraya aldığım DEVLETCİLİK konusunu işleyen SON DERECE NEFİS VE ENTELLEKTİEL BİRİKİMİ YÜKSEK bir yazıyı sabırla ve israrla okumanız dileğindeyim.
>>Sayın Mehmet Aslanı bu NEFİS çalışması için kutlar ve kendisinden izin isterken ki yazışmalarımızı da buraya aldım.
>>Sayın Aslan cevabi yazısına ek olarak bu yazıya düşünsel kaynaklık eden Dr. Hikmet Kıvılcımlının bir yazısını da bana bir anlamda sıkıysa bunu da yayınla anlamına gelecek şekilde göndermiş.
>>Kıvılcımlının döneminde aynı güzellikte ve birazda o günün entellektüel tarışmalarına atıflarla süslediği yazısı ulaşabildiğim kadarıyla beni çok gerilere götürdü.
>>Bu gün için çok şiddetli itiraz noktalarım olan bu yazıyı da birbirini tanmamlıyan iki kuşağı ifade etmesi açısından buraya alıyorum.
>>Yine bu yazılarla bağlantılı sayılabilecek ve forumun alt sıralarında kalan Aykırılık başlığındaki yazıyla ilişkilendiriyorum kendimce.
>>Orijinal olarak AYKIRI DÜŞÜNCELER başlığındaki bu yazıları ben bu forumiçin SOSYAL EŞŞEKLİK olarak değiştirdim. Bu tabir orijin olarak Kıvılcımlıya ait.
>>Kullanışdaki nedenlerimden biri belli oranda sert de olsa bir uyarı tahrik taşıdığından dır.
>>İzleyen arkadaşlar bilir.
>>En ser eleştiriyi en acımasız dili kendi geçmişim olan ve bu günki düşünce biçimin temel taşlarını oluşturan sol'a yöneltmişimdir.
>>Bu gün ülkemizde ve dünyada yaşanan bir çok olumsulğun temelinde toplumumuzun ve dünyamızın geleceğinin köşe taşları olması gerekenlerin bu göevlerini yerine getiremediklerine inancım.
>>Birisi sormuş. daha doğrusu yargılamış. Vaner Alkaçın iktidar hedefi yok diye.
>>Halt etmiş demekten başka bir şey bulamıyorum.
>>İktdar hedefi omamak ne demek.
>>Ama sosyalizm kuracağız falan diye sahte iktidar hedefim yok. Bizm yapabileceklerimiz o da hakkıyla yapabilirsek kapitalizmin sosyalleşmesine koyulacak katkı veya kapitalizmin a sosyalleşmesine koyulacak direniş çerçevesindedir.
>>Biz bu tarihi dönemde kendimize düşen görevleri başarırsak eğer kurulacak YENİ TOPLUM dan çıkacak dinamiklerde yaratılan değerleri daha köklü toplumsal dönüşümlere temel olarak alabilirler kullanabilirler.
>>Çok basit bir karşılaştırma ile sizi bu güzel yazılarla bırakacağım.
>>Diyarbakırdan Ankaraya dek çöplüklerden ekmek arıyan insanlarımızın olduğu bir yerde Mc Donaldların sağlıksız olduklarını öne çıkaran bir aymazlığa düşmemek derdim.
>>Sevgi ile kalın.
>>Vaner Alkaç





Cevaplar:


[ Serbest kursu ]