Ce: Kıvılcımlının Yazısı
[ Serbest kursu ] Makale yazari: Vaner Alkaç Tarih, gün ve saat : 10. Ekim 2000 06:37:37:
Su yaziya cevaben: SOSYAL EŞEKLER 2.kısım makale yazari: Vaner Alkaç Tarih, gün ve saat : 10. Ekim 2000 06:31:21:
Dr. Hikmet KIVILCIMLI
Sosyalizmimiz ve Devletçiliğimiz*
(Dayanabilirsek: Kendi kendimizi tenkit edelim.)Bugün, dünyanın her yerinde Sosyalizm: Komünizme karşı alınmış bir tedbirdir; daha doğrusu, Elçi müşavirliği yapan bir eski Milli Birlik üyemizin deyişiyle: “Komünizme taşmayı önleyecek son bent” tir; herkesçe hoş görülen bir “ehven-i şer: kötünün yeğniği” dir. Ama, bizim devletçiliğe kardırılan sosyalizm anlayışımız’la, Batı’daki sosyalizm yapılışları arasında, en az Ortaçağla Modernçağ arasındaki farklar kadar karlı dağlar ve uçurumlar vardır. Batı’da sosyalist devletçilik, işverenin hesaplılığına dayanır; bizde “Devletçi Sosyalizm” -bilerek, bilmeyerek- Ortaçağın tartısız, darasız keyfiliğini okşar.
Boyuna unuturuz: Batı’da sosyalizm ne zaman, nasıl ve niçin doğdu?
Batı’da, derebeyi düzeni köklerinden yolundu. Ortaçağın antika ağaları yerine, yeni sanayiin açtığı cihan pazarına ayak uydurup yontulmuş modern emlak sahipleri geçti. Derebeğliğin yıkılış ihtilalleri içinde silah arkadaşlığı yapılırken alevlenmiş halk ve işçi hareketleri önünde ansızın ürken işveren sınıfı, toplum içinde insanın insanı işletme ve sömürmesinin inceliklerini denemiş ortak aradı. Bu uğurda, tek başına dizginleyemediği sarsıntılarla her şeyi kaybetmektense, büyük arazi sahiplerine “kılıçlarının hakkı” olan “irat: Rant” adlı “arslan payı” nı tanıyıp uzlaşmaktan başka yol bulamadı. Üst sınıfların ekonomi temelinde yaptıkları bu İrat-Kâr paylaşımı, devlet ve siyaset alanlarında üleştikleri İş-bölümü ile perçinlendi. Modern “serbest rekabet” kanunlarına uygun “Hür Parlamento” düzeni sağlandı. Bu esnek sıkıyönetim altında yalnız kalan, ekonomide işleyici kol, politikada vergi ve oy ödeyici kul durumuna giren işçi sınıfı, Devlet dışında başının çaresine baktı. Ortaçağ toplumundan kendi saflarına ve çevresine düşmüş zümre ve tabakaların çeşitli insan ve temayüllerine göre bir sürü "Sosyalizm”lere sarılmak yollarına girdi. Demek, Batı’da sosyalizm, devletin dışında ve karşısında doğdu. Devletçiliğe hâlâ, bir türlü, kolay kolay ısındırılamadı.
Türkiye’de gidiş ve kavrayışlar hangi basamakta bulunurlar?
Doğru konuşalım. Derebeği kalıntılarımız, bütün dişleri ve tırnaklarıyla iliklerimize işlemiş olarak yaşarlar. Örnek alalım: bir İngiliz işvereni ile lordu, anayurdunda: Devletin kanunu, hatta örf dışında kılını kıpırdattırmaz; dünyada: Hemen yarı yeryüzünü sömürge ve yarı-sömürge gibi kullanır.
Bir de bizim ağalarımızla bezirgânlarımıza bakalım: hepsi Devlet koltuğunda şakşakçı teb’a, rüşvetçi müteahhit kenedirler; “yurtseverlik”i bu yönde anlar ve savunurlar. Dünyaya gelince, onlar ecnebi mallarına ajan ve yabancı nüfuzuna hayran olmaktan hiç tedirgin düşmezler. Bu, her çiğ ve acı güçlüyü kendisine “Metbu” (Süzeren: üst ağa) saymıya hazır insanlara Ortaçağda “Vasal” (Kul taifesi) denir.
Demek, bizim yönetici sınıflarımız henüz vatandaş, modern yurttaş olamamışlardır. Devletçiliğimize bu yönden bakalım. Uzun ve karanlık Şark tarihimiz örneklerle doludur. İslam anayasamız Kur'andır. Bir yanda tanrıcıl kesinlikte Kur’an ayetleri, kör hafız ezberiyle, dediği anlaşılmaksızın, gözü kapalı hoş sesle okunurken, ötede sarıklı talkıncılar, Kur’ana aykırı en keyfi saltanatlara fetva verirlerdi. Tıpkı o alışkanlığımızla, tercüme anayasa ve kanunlarımızı hiçe sayan en ilkel münasebetlerimiz, geriliğimizi “kitabına uydurarak”, bütün ekonomi ve toplumumuzu boğuyor. Mevzuatımız, yalnız ileri insan bir ecnebi bize “şunu yapın” dediği vakit, “Kitabımızda o da yazılı” demekçin, göstermelik, raf bitiğidir. Siyaset, idare, ahlak, hukuk, bilim ve sanat münasebetlerimiz, geri tepmede her şeyi mübah sayan kılıklarla soysuzlaştırılıyor. İç bağıntılarımız, dağların kayması gibi kendiliğinden ve önüne geçilmezmişçe, dış münasebetlerimizde kapitülasyon gelenek ve göreneklerini diriltmek üzere inanılmaz yarışlara kalkışıyor. En rahatsız olmuş görünenler bile: “Yaşasın Devletçiliğimiz!” biçiminde, “Padişahımız, efendimiz öldü: Padişahım çok yaşa!” gülbankını çekiyorlar...
İşte tam o sırada, işçi sınıfımız dışından ve ta yukarılardan bir sosyalizm gürültüsüdür gırla gidiyor. Hem de bütün iddiası ne? Kalkınmamızı özel sermaye yerine, Devletçiliğimiz eliyle yapmak! Ne büyük lâf! Bu neye benziyor? Arslan pençesine düşmüş eşeğin: “Aman arslanım, kendi pençeni ısır, mideni ye ve kalbini kopar! O daha lezzetlidir...” demesine. Bu eşeklik, bizim “sosyalist devletçiliğimiz”den daha mümkün bir şeyi istemektir. Çünkü arslan da bir hayvandır. Gözü kararıp pençesini de ısırabilir. Devlet bir hayvan değildir. Yapacağını hiçbir zaman pençesindeki eşeklere danışmaz. Öyleyse bizim “devletçilerimiz”in sosyaleşeklikleri neye yarar?
Çevremize azıcık göz gezdirelim. Bugün, ecnebi sermaye hepimizden daha devletçi! Ortaçağ artığı hacıağa ve bezirgânlarımızın Yassıada’dan başka işe yaramadıklarını göstererek: sıkı sıkıya, kıskıvrak bağlanacağımız devlet planları bekliyor. Tahttan indirilmiş Düyun-u Umumiye saltanatı, başka türlü bir güvenilir Konsorsiyum sağlayamaz. Yalnız Ortaçağ lonca esnafı kafalı “devletçilerimiz”le, Ortaçağ azmanı Hacıağa ve bezirgânlarımıza kurban Lala Paşalarımız bu çeşit “Devletçiliğimiz”de “sosyalizm” veya “komünizm” kokusu alabilirler. Ecnebi sermaye ile birlikte Sivas Kongresi şerefine kadeh kaldırarak kaynaşma sevdasına düşmüş güdücü sınıflarımız, milletlerarası pazarlığını yığınlarımıza mal etmek için, sosyalizm gibi lâf kalabalıklarını niçin hoş görmesinler?... Onun için, sosyalizm hazır elbisesi, bütün makbul “Avrupa malı” yabancı nesneler gibi, değerleri tartışma konusu edilemez “düsturlar” halinde ülkemize sokuluyor. Her pahalı satılmak istenen şey gibi, sosyalizm de, hayran kaldığımız Batı menşe’li “İthal malı” olarak piyasaya sürülüyor.
Makineyi en iyi yapıldığı Avrupa’dan sokuyoruz da, “Sosyalizmi” niçin Avrupa’dan almıyalım?
Birincisi: Bugün artık makinenin en iyisi Avrupa’dan başka yerde de yapılıyor. Hatta Avrupa’dan daha iyisi Amerika’da, yahut Japonya’da yapılıyor. Demek, Avrupa üstünlüğü, Avrupa hayranlığımızın sebebi olmaktan çıkmıştır. Bugün, dünyanın en ummadığımız başka birçok yerlerinde daha iyi teknik ve düşünceler bulunabilir. Maksat sırf iyi, doğru, güzelse...
İkincisi: Niçin tekniği ve düşünceyi Avrupa’dan getirtiyoruz? Özrümüz kabahatimizden büyük: Geriliğimiz bizi daha iyi düşünmeye ve yapmaya koyvermiyor! Geriliğimiz bu dizginlemeyi nasıl başarıyor? “Devletçiliğimiz” sayesinde... İmdi, oturup, o devletçiliğimizi “evamir-i aşere” yapmamız gerekir mi? Buna lüzum da yok. “Evamir-i aşere”miz (On emrimiz) de, yüz emrimiz de, her emrimiz de “O”ndan, kırk yıllık, bin yıllık “Devletçiliğimiz”den tepemize iner. Bizim ona hınk deyicilik etmemize hacet yok ki...
Üçüncüsü: Avrupa’dan alıyorsak, lütfen namusumuzla, tahrif etmeden alalım. Avrupa’da hiçbir sosyalizm devletçilikle başlamadı. Tersine, her sosyalizmin, devletçilik yüzünden boynu altında kaldı. Almanya’da Lassalizm, bizzat Lassale’in öldürülmesiyle kapandı. Fransa’da Blankizm, “devletçi” “İş Atölyeleri” ile halk hareketinin başını yedi... Yani, devletçilik, ısmarlama değilse, kendi kendisi için dahi, bütün ütopyalar gibi uğursuzluk getirir.
Dördüncüsü: Avrupalı, kendisi işine daha elverişli bir makineyi keşfetmedikçe eskilerini bize tevekkeli yere vermediği gibi, bizim derebeği sırlı küpümüz de, kalıbına en uygun olmayan “sosyalizm”i içerisine sızdırmaz, vs., vs.
Bütün bu sebepler yüzünden şöyle bir paradoksla karşılaşıyoruz:
AVRUPA’da:Sosyal yapı değişiklikleri kaçınılmaz bir gelişim sayılıyor. O gelişimi önlemek ve -söz yerinde ise- “amortize” etmek için fizik kanunlar uygulanıyor. Kazanı aşırı istimle patlatmamak için (iktisadi ve siyasi buhranlarla Batı dünyasını havaya uçurtmamak için) Batı’nın güdücü sınıfları bir “Emniyet sübabı” arıyorlar. Sosyal emniyet sübaplarının en elverişlisini sosyalizmde buluyorlar.
TÜRKİYE’de: Bütün sosyal ve politik çabaların sonucu, tam Batı’dakinin tersine dönüyor. Kılık ve saç sakal “devrim”leri bile, kadim devletçiliğimizden gelmiyorsa, isyan çıkarıyor. Tıraş “inkılapları” dışında en ufak bir toplumcul yapı değişikliği ise: Ölüm (Komünizm) sayılıyor. Modernleşme gidişini bütün gerekleriyle ve sonuçlarıyla benimseyeceğimize, o gidişin sosyal yapımıza getireceği her türlü değişiklikleri sansüre uğratmak için uykularımız kaçırılıyor. Ortaçağ münasebetlerimizin kilit mevkiini her ne pahasına olursa olsun dokunulmaz tutmak için bir maske aranıyor. Ve o maske Devletçiliğimiz’le karışık Sosyalizmtrek “aydın” gevezeliklerinde bulunuyor... Devletçiliğimizle sosyalizm arasında köprü kurmaya çalışan şövalyelerin kişicil iç kuruntu ve buruntuları ne olursa olsun, objektif etki ve emekler bu değirmene su taşıyor.
Avrupa’da Büyük Sanayi’in kuruluşuna yol açan işçi sınıfının yığın hareketi sosyalizmi yaratırken, bizde “devletçiliğimiz” adıyla savunulan tutum, pratikte, işçi hareketlerini yer altına sokup, vergi kaçakçılığı ile sosyal adaletsizliği göklere çıkaran bir sanayileşme geriliğini bilerek, bilmeyerek kışkırtıyor. 1000 kişi çalıştıracak bir işletme, İş Kanunu sınırına girmemek için, 101 parçaya bölünüyor. 1936’dan beri çeyrek yüzyıl geçti. “Özel sermaye”nin bu köstebek oyununu devletçiliğimiz görmek bile istemedi. “Madem ki kanundur, İş Kanunu bütün işçiler için yürürlüğe girdi” diyemedi... Teb’asını kendi kanunları içine sokmayı bile bir imtiyaz haline sokmuş olan devletçiliğimiz, o tavşan uykusu ile, sermaye birikişini değil, milli zenginlik israflarını en mirasyedi derebeğice arttırdığını, sanki kavrayamadı. İşçiyi domuzuna sömürmenin makineleşmeyi durdurduğunu, makineleşmesiz sermaye birikişinin olamıyacağını sanki göremedi.
“- Canım, Tahtakale dükkâncıklarına oranla, Sümerbank fabrikaları az çok modern işletmeler olmadı mı?”
Birincisi: Geriliğimizi korumak için tabii devletçiliğimiz gerekti. Tabii devletçiliğimizin ayakta durması için bazı teşebbüslersiz olunamazdı.
İkincisi: Demokrat Parti rahmetlik, bir tek sözünde durmuş olmak için Devlet işletmelerini satılığa çıkardığı zaman, bir tek ciddi özel sermayeci müşteri çıkmadı. Ancak, bedavaya verilir ve üstelik diş kirası para da ödenirse, Devletçiliğimizi utandırmamak için devlet işletmelerini almaya katlanan bir özel sermayeci: ilk iş olarak bu işletmelerdeki personelin beşte üç veya dört kişisini kapı dışarı edileceğini şart koştu.
Üçüncüsü: 15 milyar yatırım yapılmış devlet işletmelerinde, bunca “drakonyen” (zor kötek) fiyat ayarlamalarına rağmen, tekel imtiyazları olmasa her yıl 300 milyon Türk lirası zararına çalışılıyor.
Dördüncüsü: Hiçbir özel sermayenin yapamıyacağı zamları, pervasızca yapan devletçiliğimizin, Meclis kontrolu dışında, kanun üstü işleyiş ve ihale mekanizması, memlekette pahalılığın ve işsizliğin zaptedilemez ve karşı konulamaz öncüsü oluyor.
Beşincisi: En fecii, 1923 ile 1963 arasında tam kırk yıl geçti. Dünyanın bırakalım başka yerlerini, 40 yılda aşiret çağının Japonyası, en modern Avrupa kapitalist üretimine öldürücü rekabetle karşı koydu. Devletçiliğimizin en büyük anıtı olan Karabük için Amerikalı uzman Thornburg, yüzümüze karşı: “Beyinsizliğin şaheseri!” sıfatını damgaladı. Vs., vs.
Bu çapta bir sanayiciliğe, “modern işletmecilik” mi, yoksa “yağma Hasanın böreği”, fodlacılığı besleyen “modern işkembecilik” mi demek daha doğru olur, derince düşünülecek şeydir.
“Kalkınmamız” şöyle dursun, boyuna artan nüfusumuz düşünülürse, olduğumuz yerde kalmamızı bile rahatça sağlayamayan böyle bir devletçiliğimiz, ister istemez “Demokrasi”yi kuramadı. Çünkü Demokrasi, Avrupa’da 150 yıldan beri tarif edildiği gibi: “En kalabalık, en züğürt yurttaşların” lehine olur.
Devletçiliğimiz ise, çoğunluğumuzun (işçi, köylü, esnaf, aydın, memur yığınlarımızın) sosyal adaletsizliğe kurban edilmeleri pahasına, tek parti çağında birkaç şehirde, çok parti çağında birkaç mahallede birkaç “milyoner” yaratmanın şarkısını boruyla çaldırtmayı, demokrasi havası diye öğdü. Şimdi, kullarını aç bırakmamak demek olan demokrasiyi bile gerçekleştirememiş olan bir devletçiliğimizin, “kulların efendi olmaları anlamınadır” denilen sosyalizme öncü sayıldığını düşünelim! Hem de kulların hiç haberleri bile olmaksızın, birkaç efendi kendi aralarında kendi kendilerini kandırıp atlatıvererek sosyalizmi uygulayıversinler!? Pes.
Hayatta olmaz öyle şey. Ama, “Ruh” alemi başka: belki “ruh”larımıza, “gaaipten” bir sosyalizm ilhamı yahut vahyi gelmişse? Olaylarımıza dönelim.
Avrupa’da sosyalizm, az çok işçi yığınları için, işçilerle birlikte, işçiler tarafından benimsendikçe güçlenmiştir. İşçi katına inmemiş, işçi ile gerçekten omuz omuza güreşmemiş “aydın”: Sen-Simon olsa, Robert Ovn olsa, Şarl Furye olsa “Ütopist” (hayalci, kuruntucu) sayılmıştır. Bizde devletçi sosyalizm, düşünce çoraklığımızda kolay satış yapmaya memur birkaç yarım-aydın’ın, geçit resimlerinde çığırtkan afişler asmaya, teşehhüt miktarı izin verilmiş dergicikte üç beş okur yazarda kafa göz bırakmayan, cami ile kilise arası lanetlenmeye yarar “münevver avuntusu”dur.
Üzerinde en çok gürültü kopardığımız KÜLTÜR bakımından, Avrupa, yüzyıldan beri az çok bağımsız bir düşünce hürriyeti’ni düşünce olarak kaldığı ölçüde yasak edememiştir. Bizde, anayasalar harıl harıl yazarlar: “Herkes düşünce ve kanaat hürriyetine sahiptir” (Madde 20). Sonra Millet Meclisi katlarında, ecnebi bir konsorsiyumdan yardım görmek üzere düzülen planı yapan ve savunanlar “komünist” damgasıyla resmen suçlandırılırlar. Çünkü Mussolini’den adapte edilmiş Ceza Kanunu’nda bile o adla bir suç yazılmadığı halde, o “düşünce”ye benzer veya benzemez her hoşa gitmeyen fikri kötülemek ve yasak etmek için “komünist” demek, akan bütün suları durdurur. Kanunun ve Adliyenin dili bir karış çıkar, öyle bir suçun damgasını yemiş yurttaşı temize çıkarıncaya kadar... Neden? Çünkü bizde kanunlar değil, şahıslar, derebeğiler “Devletimiz”e egemendirler. Daha doğrusu “Devletçiliğimiz”in özü, “Devletlu”ları kanunların üstünde saymaktır. Bu şartlar altında, düşüncemiz, patenti belli tekellerde imtiyazlaştırılmış kalıp fikirlerle ısmarlama laf ebeliklerinden öteye geçemez. Kültür alanında, dünyaya sunulacak tek bir orijinal şaheserimiz doğmadı diye de, ağlaşıp dururuz. Yahut tersine: Dünyanın her yerinde harc-ı alem olmuş en bayağı fikirleri, hep biz keşfetmişiz gibi, kendi “eşsiz örneksiz” buluşlarımız olarak millete yutturmaya kalkışırız.
Devletçiliğimizin kurduğu karantinayı Cennet saydırmaya çabalıyan “devlet kuşu” sosyalistlerimiz sağ olsunlar.
Maddi alanda Avrupa en yüksek teknik medeniyeti kurmuş, biz o medeniyeti, siyasi kabuğunda bir kıyafet inkılabı sanmışız. Yarım yüzyıl: harika, mucize, dünyalara bedel ilerleme türküleriyle dere tepe düz gitmişiz. Bir de arkamıza dönüp bakmışız ki, arpa boyu yol almamışız. Yarım yüzyıl önce bıraktığımız yere, dönme dolapla dolaşıp gelmişiz. Avrupa ile aramızda yarım yüzyıl öncekinden çok daha büyük bir mesafe ile geri kaldığımızla karşılaşınca, afallayıp kalmışız!
Manevi alanda Avrupa, Ortaçağ skolastiğini bir daha geri getirmemecesine gömüp, modern düşünce’yi sağlamış. Biz, Arapça ve Acemceyi bırakıp, Frenkçe’den, Almanca’dan, en son İngilizce’den tercüme ve taklitler yapmakla, medrese kafamıza uygun bir yeni-skolastik şapkasını başımıza geçirdiğimizi bile anlamamışızdır.
Bugün, en kör göze dahi batan biricik gerçek ortada duruyor: Batı’da sosyalizm büyük sanayiin yarattığı modern işçi sınıfına, uzun süreli güreşlerle savunduğu yaşama ve düşünme hürriyetini, modern toplum çerçevesini çatlatmaksızın, kısmi tatminlerle amortize etme, giderme yolları açan iyi kötü bir sosyal istikrar sağlamak çabasıdır.
Türkiye’de neler oluyor?... Büyük sanayi mamulleri nasıl Avrupa’dan hazırca geliyorsa, ülkemizde nasıl ancak Avrupa’da modası geçmiş, tekniğin son sözü olmaktan çıkmış az çok ıskarta makineler getirilerek “monte” edilir edilmez bir “milli sanayi” doğdu sanılıyorsa, tıpkı onun gibi, Avrupa’da büyük sanayiin tabii ürünü olan sosyalizm de, ancak Avrupa’da işportaya çoktan düşmüş sosyalizm veya sosyal düşünce döküntülerinden derme çatma parçalar, yedek parçalar biçiminde yurda aktarılırsa, “yerli malı” bir sosyalizmimiz oluverir, biliniyor. Ham maddesi Amerika’dan, makinesi İsrail’den getirtilip, çıfıt çarşılarımızda sekiz on yaşındaki kız-oğlan çocuklarımızı sabah namazından yatsıya dek balmumuna çeviren “plastik sanayiimiz” ne kadar “milli” ise, o kadar milli “montaj fikir” özentilerine kapılıyoruz. Fakat bu “fikir”ler, hele “devletçiliğimiz”le kaynaştırıldılar mı, Ortaçağ zihniyetimizle ister istemez hayattan kopuyorlar. Basma kalıp, halkımıza gün ışığı göstermiyen bir sürü yapma ve uydurma “milli sosyalizm” kılıklı “ideoloji” ukalalıkları moda oluyor. O yüzden bizim “sosyal” düşüncelerimiz ve “sosyalizmlerimiz”: Hatta soysuzlaştırılmışın soysuzlaştırılmışı -Ahmet Agayef’in dediği gibi- “önü sonu tutar” bir sistem bile yumurtlayamıyor. Her sıkışan zümre, sınıf veya sözcünün mahalle kahvesi ağzına, kocakarı aklına geleni, paşa keyfine uyduğu gibi ortaya savurması bir “yenilik” ve “ilerilik” sanılıyor. Her kolay kabadayı kalemşörün kursağında geğirdiği gıtgıdaklama, her panayır şairinin veya tatlı su romancısının “manası karnında” guruldayan gaazi, fantazi fikir kırıntıcıkları “sosyal hikmet” yerine geçiriliyor. Ne sağ, ne sol, kimse: Modern anlamda Düşünce’yi ciddiye almıyor. Bütün sosyal yaygaralarımız, halkın ve milletin her türlü hürriyet ve insanlık yönelişini şaşkına çeviren anarşi unsuru sosyalimsi palavralara dökülüyor.
Bizim “devletçi sosyalizm” çığırtkanlarımız o palavraların en gözde kahramanlarındandırlar. O sırtlarını “sağlam kazığa”, devletçiliğimize dayamış kabadayıların ağzında “sosyalizmimiz” dahi, hatta Batı’nın anladığı yönde “Komünizme taşmayı önleyecek son bent” olmaktan bile çıkıyor. Diktatör taslaklarının demagoji taçlarını süsliyen sahte elmas, zümrüt, zebercet taşları, taklit mücevherat rolünü ancak oynayabiliyor. Bu çeşit “sosyalist”lerimiz, Türkiye’de gâh sinsi sinsi, gâh bütün haşmetiyle, debdebesiyle, fakat her zaman dipdiri yaşamış, yaşatılmış derebeği bağıntılarımızı, “Devletçiliğimiz” maskesi altında, “besle büyüsün, ört uyusun” eden bir rezil çemberi haklı çıkarmaya yarıyorlar. Yıllar yılıdır dinlediğimiz “sosyal” mavallar, kırk yıldır şiştikçe iştihası artan, iştahlandıkça şişen Ortaçağ artığı bürokrasimiz, Şark kırtasiyeciliğimiz ortamında, dış yardım sadakasıyla “Ne kendi eyledi rahat, ne halka verdi huzur!”: Biçare palaspare memurlar saltanatımızı hem tavlıyan, hem avlıyan meşhur: “Yem Borusu” yerine geçiyor. Vardı, geldi, Konya altı saat, derken: hayat pahası ve işsizlik hamamı içinde halk kadar memuru da terletip bayıltan geriliğimizi, gökten inmiş kurtarıcı “Mehdi resulullah”, hak rahmeti bir mucize ilerleyiş gibi yaldızlamaya özeniyor. Bütün o “sosyalizm” kasketli “Devletçilik” çalımlarımız, profesör Zati Sungur’ların dünya güzelini belinin ortasından testereyle kesip yapıştıran, yahut hokkabaz külahı içinde tılsımlı tavşanlar hoplatan, “ne sihirdir, ne keramet, el çabukluğu marifet”: kavuklu derebeği geriliği ile sarmaş dolaş silindir şapkalı ecnebi nüfuzunu putlaştırmış, gülünmekten çok ağlanacak bir çorbacı iskolastiği’nin sarhoşluğudur.
Bunun en tipik, daha doğrusu en ibret alınacak “trajik” örneği mi aranacak?... Dünkü tek parti çağının, tarikat ehli dışında kimsenin ciddiye almadığı çorbacı iskolastiğinin son perdesi: neydükleri belirli “komünizm” süprüntüsü “Kadroculuk” idi. Bugünkü çok parti çağının, hemen herkesçe ciddiye alınan çorbacı iskolastiğinin ilk perdesi: neydükleri belirsiz, (küçümseme ve kötüleme anlamında değil: iyi, hoş, parlak sözleri ne olursa olsun, en “doğru” ve sağlam diye yaslandıkları yerde, “devletçiliğimiz” gibi çürük tahtaya basmış olan) “Yöncülük”tür.
Kadroculuk: “İşverenden yana devletçilik” imiş de, Yöncülük: “Halktan yana devletçilik” miymiş? Haydi, efendim!... Kül poğaçasına hasret memleketimizden başka yerde kim satın alır böyle manda tezeğinden iri lâfları, karın doyuracak somun diye?... En haklı görünen olayları bile gölgesi altında kuşkuya gömen temel fikirlerine bakılınca, iki akıntı arasındaki (birbirlerine bugün de çekici gelen) metod ve mantık sonucu (yol ve varılacak köy) iddialarında tek fark şudur: Kadroculuk daha kelbî biçimda “ütopik demagoji” idi. Yöncülük daha tasavvufi (mistik) biçimde “demagojik ütopi”dir. Kadrizm, sinikçe (hinoğlu hince) bilerek yapılmış tahriflerle uydurmaya kalkıştığı “ütopya”da, sırf bahşişini kazanmak üzere yaranmak istediği sınıfların gerçek oluşum ve eğilimlerini köy softası kadarcık ezberliyememiş alaturka demagoji idi. Yönizm: Demagojiye (kuru kalabalığı parlak boş lafla temelde yanıltmaya) kaydığını sezmeksizin, güvencini edinmek üzere yaranmak istediği zümrelerin tarihcil durumlarını bir “tarihçi” Murat Bey, veya bir “tarih-i istikbal”ci Celal Nuri İleri Bey kadarcık olsun görememiş silme “alafranga ütopizm”dir. Osmanlı, “sınıf-ı memurin” derdi bunların “Devletçilik” dedikleri kuşa! Gönül genç “Yön” koçlarını, dişleri dökülmüş kadro kurtlarıyla aynı ağılda görmekten üzülmüş, neye yarar? Acıklı yanları bu.
Traji-komik çalımları, melo-dramatik curcuna yalımları ne olursa olsun, çökmüş Osmanlı İmparatorluğu’ndan yadigar düzenle, medreseci lonca mantığına, solcu softalığı katmış kötü esnaf ukalalıkları hangi sapa balta olurlar? Ikıntılı, sıkıntılı “sosyal” sözler veya her ihanetini gördükçe sevgili yosmaya tapınçlı sitemlerle, kurda koyun postekisi mi giydirilecek? Kendilerine nasılsa, -diplomalarına bakıp- “Aydın” etiketi takılmış, burnunun ucunu görmez, kendini beğenmiş zavallı kapıkulukalabalığı, ara sıra kazan kaldırma peşrevli “İzmir havası” temposuyla, “zinde” zeybek oyununa mı kaldırılacak?... O kadarcığına bile yaramıyorlar. İşte 27 Mayıs “aktı geçti”! O “Sur-u İsrafil” “uyanık”larımız neredeydiler? Bezirgan kulislerde “seçim” yapıldıktan, atı alan hacıağa Üsküdarı boyladıktan sonra, mantar gibi fışkırmakla “atom bombası”na benzeyişlerini mi seraplaştıracaklar? Yoksa, Türkiye halkının gerilikten kan kusan “sadrine şifa” verecek kağıttan “reçete”ler mi sunacaklar?
Çeşitleri Kadrizm kadrilizmiyle veya Yönizm bönizmiyle kalsa öpülüp başa konulacak olan bu “Eshab-ı kehif”in “devrimci doktor” perukalı “Kıtmir” üstadlarının, kaçık “ideolog”luklarıyla gösterdikleri bütün “beceri”: Türk milletinin başındaki en büyük tarihcil derdi (pahalı, lüks devletçiliğimizi) zemzemle yıkamak, o her aklı başında işverenin pek iyi -sosyalistlerimizden çok daha iyi- tanıdığı, tanımladığı, yaka silktiği Hacıağa kokulu Levanten yetiştirmeye elverişli gübreliği, o ahır karanlığındaki nemli “mantar yaslası”nı, en güneşli, en bereketli, biricik ekin tarlası diye millete tek umut kaynağı, tek “arz-ı mev’ut” gibi gösterip, halkı yağmur duasına çağırmaktır.Yurdumuzda en basit toplumcul düşünce kurallarını yasak edip, her fikri körü körüne kışla itaatine sokamazsa kelepçeliyen kafatası ölçüsünü, ruh şebekesini, vicdan ağını, bulunmaz Hint kumaşı, “eşsiz örneksiz” Keşmir şalı diye, geri kültürümüzün Mahmutpaşa yokuşu Ankara caddelerinde, maldan anlamıyanlara, beş aşağı, on yukarı ucuz, pahalı satmaktır.
Geçtim, o “Şark kurnazı” madrabazlıkları, kendilerinden başka anlıyarak dinleyen var mı? Belki, koltuklu masa başında “salla başı, al maaşı” geçinmekten başka ülkü bilmeyen; sertçe yat borusuyla zıbarıp, yumuşakça lahuti, hamam borusu ile talime kalkmayı bütün bir değişmez yaşama sanan “me’murin taifesi” yahut usturuplu üç beş cümle tekerlenince her işin yoluna gireceğini (Amerika’dan buğday gelmese, Avrupa’dan “Sadaka-i Fıtır” gelmese de, fodlaların sür git ödeneceğini) uman ulufeci “Aydınyan”, veya “Solcıyan”, “Sağcıyan”... böyle kaval seslerine alışık ezeli devlet süt kuzucuklarıdır. Ne desen, inanıverirler. Önlerine kim düşse kanıverirler. Maaşlar tıkırında gittikçe pek uysaldırlar. Kazanı boş görmedikçe kaldırmazlar. Ama, vergisi ve karakoluyla bizim bitmez tükenmez, ucu bucağı görünmez kırtasiyeciliğimizi etinde, kemiğinde duymuş halkımız önüne, bizim salak ve solak hafızlarımız, Pala Paşalar kadarcık olsun çıkabiliyorlar, “Kalkınma” “hatm’i şerif”lerini indirebiliyorlar mı? Hayır. Çünkü, halk önünde “devletçiliğimiz”e “Şamın şekeri” dedikleri gün, yüzleri kızarmasa bile, “Arabın yüzü” gibi istenmeyecektir. Tersine, hani şu “devletçiliğimiz”in sıcak “serler”inde tıkız harçlıklarla sulanıp sun’ice büyütülmüş “şeriatçı-ırkçı”larımız yok mu? Onlar, “suret’i haktan” görünüp, sığındıkları “devletçiliğimiz”e sözüm ona çatarak, toplumumuzu Hülagu Hanın okla yay çağına döndüreceklerini vaad ettikleri zaman milletçe alkışlanacaklar da, beriki sosyal-devletçiler, taratorlu ağızlarıyla sırf “devletçiliğimizin cennet köşkleri”ni tapşırmaya kalkar kalkmaz, -yanıbaşlarında jandarma süngüsü yokken- yuhalanacaklarını enkonsiyanlarıyla (bilinçaltlarıyla) sezmektedirler.
Ne yazık ki, “Fasık’ı mahrum” gözyaşları dökerek, ektiklerini yuhalanmakla biçerlerken, görecekleri ilgisizliği ve tiksintiyi, yaptıkları ham sofu vaizlerinin sonucu değil, “toplumsal ilericiliğe” karşı, anlayışsız “sokak adamı”nın cahilce sövüp sayması bilecekler; böylece, Türkiye halkının her türlü sosyal adalete ve ileriliğe düşman olduğu sanısına bir yol da kendi denemeleriyle yol açacaklardır.
Yok, sosyal baylarımız: Batı’dan en az yüz elli yıl geri “devletçiliğimiz”e sözde ileri batıcı “Sosyalizm” kaftanını giydirmekle yapılan kalkınma “İdeolog”luğu, hiç değilse yeni bir “Demagog”luk sayılamaz.
Bırakalım o “Sosyalizm” (Yön) veya “Nasyonal Sosyalizm” (Kadro) gibi ulema pozlu kuruntuları. Önce kendi gerçeğimize inelim. Doğu’nun softa kafasını Batı maymunluğu gövdesine aşılayıp, Türkiye halkında kalmış iki paralık akl’ı selimin de ortasına tüy dikmeyelim.
Sosyalizm: Batı için ne kadar kaçınılmaz bir zaruretse, Türkiye için o kadar fikir gümrüğünden konfeksiyon mal, hazır elbise kaçırmak, kafamızı gövdemizden apayrı çalıştırmak, beynimizi çok alışkın bulunduğumuz düşünce tembelliğiyle katılaştırmak, taşlaştırmak, molozlaştırmak oluyor. Birisi göğsüne “Sosyalizm” rozetini taktı mı, bütün millet meselelerimiz için, “Hak dini bendedir!” gibilerden, kafa yormak şöyle dursun, kılını kıpırdatmamayı erdemliliğin son rütbesi sayıp oturuveriyor. Batıda sosyalizm: Başka türlü dindirilemeyen sancılara karşı kullanılmış bir morfin şırıngasıdır. Bizde sosyalizm: Hammaddesi Avrupa’dan kaçak olarak yurda sokulan afyon kadarcık bir yerli malı olmayan, keyif veren zehir’dir; her türlü pratikten kopmayı haklı çıkaracak bir afyonkeşliktir. Nedeni üzerinde durmayalım. Bütün “Solciyyan” tayfamıza dikkat edelim: Hepsi de memleketin her hareketine karşı “Ben sabahtan söyledim!” diyen kurnaz Yahudi usulüyle, lahavle çekip baş çevirirler. Çırpınan insanlarımızın ne dünü, ne bugünü, ne yarını ile ilgilenmeyi “tarikat”larına uygun bulmazlar. Bu kabadayılar, Babıali’nin “büyük kapılı” kokain tekkelerinde “sosyalizm” kabağı çekiştiren esrarkeş dervişlerdir. Oturdukları peygamber postları üstünde, geceli gündüzlü virdü tesbihle, dünya ve ahiret veballerini yerine getiren acaip su kuşu ermişlerine benzerler. Dünyanın hiç bir yerinde bu kadar “ucuz sosyalizm” görülmemiştir.
Çünkü dünyanın hiçbir yeri Türkiye değildir. Bizim en son toplumcul gerçeğimiz, Avrupa ile taban tabana zıttır. Daha doğrusu Batı’ya karşı kanlı, ateşli savaşa giren Kuvayimilliyeciliğimiz, Batı’daki az çok “sosyalist” hükümetlere karşı gelişmiştir. Kuvayi-milliyeciliğimiz, “Milli Mücadele”ye hiç sebepsiz, tesadüfen mi girmişti? Girmekle yanılmış mıydı? Kimse milli mücadelenin yanlış olduğu iddiasına açıkça kalkışamıyor. Hatta, bütün siyasi tezleri:Yassıada’da vurgunculuktan mahkum olanların canlarına dokunulsa bile, mallarını affa uğratmalı, diyen partiler bile o kadarına henüz varamadılar. Kolay değil.
Kırk üç yıl önce, Sıvas Kongresinde tartışılan “milli kurtuluş-“ problemini: Bölükbaşı’dan Alican’a kadar bütün Führerlerimizle Lala Paşalarımızın bir tek uzun veya kısa “AF”la çözümledikleri gibi, bir tek ince veya kalın “SOSYALİZM” lafıyla çözümleyebileceğimizi sanmıyalım. Kuvayimilliyecilik nasıl “Sosyalizm” değil, -Mustafa Kemal’in deyimiyle-, “Müstebit hilafet ve saltanatla, kapitalizm ve emperyalizmden kurtuluş” idiyse, bugün de aynı problemleri firenkkari “sosyalizm” maskeleri altında apokarya maskarasına çevirmeyelim. Milli Birlik Komitesi üyeleri, “manası şairin karnında” bir “sosyalizm” boncuğu ile oyalanacaklarına, “Atatürk ilkeleri”ni, Türkçe ezanla karışık tasarruf bonosu, yahut “her şeyden önce eğitim” atlasiyle kaplı fakir köylüye dek arazi vergisi biçiminde yorumlamasalardı, belki de hem kendileri bu kadar çabuk meydanlarda taşlanmazlar, hem de memleket pek çok ilkelere bu derece hasret düşmez idi.
Neden 30 Ağustos’un kanlı zaferinden sonra gelen şey “istikrar” oldu da, 27 Mayıs’ın kansız zaferinden sonra gelen “istikrarsızlık” oldu. “Sosyalizm” veya “ilke” tartışmalarından mı? Hayır. 1960 yılındaki durumumuz, 1923 yılındaki durumla taban tabana zıttır. Ekonomi alanında “Mübadele” denilen yığınla insan transferleri, politika alanında Cihan ve İstiklal savaşlarıyla ihtilallerdeki insan kırımları yüzünden ortaya açılmış boşluk: 1920’den sonraki açlara ve işsizlere, ters, menfi, eksi yoldan da olsa, geçim ve iş alanları sağlamıştı. Bütün bayındır Anadolu’nun zenginlik kaynaklarını tekellerinde tutan “gayrı müslim”lerin tasfiye yollu sınır dışı edilişi, gel geç de olsa, ansızın yerli unsurlara geniş fırsatlar, hatta kimi Müslüman açıkgözlere yağmalar alanı açmıştı. Sıra sıra ihtilallerden sonra, seri halinde Trablus, Balkan, Birinci Cihan Savaşlarının cephelerde ve cephe gerilerinde su gibi harcadığı yüzbinlerce “münevver-memur”dan “münhal” kalmış yerler, terhis edilen ordu ve sivil kadrolara bol bol hizmet kapıları açtı. Mübadele sayesinde, yüzyıllardan beri ecnebi ajanı gayrı-müslimlerin topraklarımızdan sökülüp atılmaları, yerleri doluncaya kadar olsun, halkımızı bir an için nispi bir ekonomik sömürülmeden kurtulmaya ve istikrara kavuşturdu. Elle tutulur önemli zenginlikler el değiştirip paylaşıldı. Sekiz on yıllık (en az 1908’den beri 15, 1809’dan beri 115 yıllık) İmparatorluğun çözülüş ihtilal ve harplerince tırpanlanmış münevverlerin devlet kapısındaki açık yerleri öylesine çoktu ki: Yeni yeni devlet kadroları kurulduğu sıralar göze çarpan memur deflasyonu ile karşılaşıldı. Bugün beş altı yılda bitirilemeyen yüksek tahsil o zaman iki üç yıldı. Ankara Hukuku, 2 yıl içinde zincir usulü ilkokuldan bile gelmiş her yaşta öğrencilerden akın akın diplomalılar yetiştirdi... 27 Mayıs’ın her iki yönde hiçbir şansı olmadı. Tersine: Zenginliklerin mübadelesi yoktu ve olamazdı; özel ve yabancı sermayeyi ürkütmemek korkusu, vurguncuların bile siyaset dışında rahatsız edilmelerini önledi; vergi kaçakçılığını ispat eden “servet beyannamesi” doktrinsizlikle öğünen sözde Partilerin ortak kaygusu ve bir numaralı kâbusu oldu. Memur enflasyonu ise, akılları durduracak çapta tavanı aşmıştı. Bu şartlar altında 27 Mayıs, ne harp, ne ihtilal açamıyacağına göre, ne yapabilirdi? Yüzde yüz halka inip, bütün milleti ekonomi ve politika alanlarında teşkilatlandırarak, toprak reformunu, kooperatifçiliği, sanayileşmeyi bir milli seferberlik halinde, Anadolu İstiklal Savaşının feragat, hürriyet ve şuuru ile çarçabuk gerçekleştirebilirdi. Ne yaptı? Sonradan “gayri samimi beyanlar” sayılan anlaşılmaz “sosyalizm”lerle oyalandı. Sosyalizm yenir mi, yenmez mi işkilleri arasında, altta güreşmenin üstadı “Devletçiliğimiz” imdada yetişti: “Aman, arslanlar, şunları yaparsanız siz yaparsınız. Seçim ve Partiler gelmeden çabuk karar verin. Göreyim sizi!” diyerek akıl hocalığını tam yaptı. İşçi, müstahdem, memur, esnaf 27 Mayıs’ı çılgınca mı alkışladı? Bak işvereni darılttınız, işletmeler kapanıyor, çabuk özel sermayeye sermaye ödenmek üzere işçiye, memura, esnafa TASARRUF BONOSU kesip, zorla ödünç parayı yevmin cedit, rızkun ceditlerin nafakalarından parababalarına aktarın. Beş on ağanın emniyet altına alınması ile Toprak Reformu lafları, baldırıçıplak köylülerin hoşuna mı gitti? Devletçiliğimizin kırdaki temel direkleri (Kadroculuğun “rasin temelleri!”) sarsılmasın; “sosyal devlet”in yerini bulması, çalışan köylüden de arazi vergisi alınmakla olur. Bu iki tedbircik, 27 Mayıs’ı geniş köy ve şehir yığınları içinde o saat tecrit edivermişti. Halkla arası açtırılan 27 Mayıs için geriye ne kalmıştı? Sokağa dökülüp elele veren Üniversite ile Ordu, “Devrim”in bu iki motorunu “tıkanıklık”tan kurtarsa kurtarsa 27 Mayıs yiğitleri kurtarabilir. Devrimin kan döktüğü Beyazıt Meydanı’na “Hürriyet Meydanı” adını takarak, kendisini cezaen yanardağ ağzına çevir, tam üç yıl greyderle kökünden kazı. Bir daha hürriyet gösterilerine sahne olmaya tövbe etsin. Meydanlara yapılan bu senbolik işkenceyi insanlara uygulamak daha kolay: Üniversitede 147’ler, Ordu’da 7000 Eminsular pekala “zinde kuvvetler”i en az ikiye bölerek, kanbur üstüne kanburlar çıkarabilir!... Ondan sonra yap bir “seçim”... “Kalplere vur bir zımba! Rumba da Rumba, Rumba!”
“Gelmiş geçmiş iktidarların en iyi niyetlisi” olduğunu söyleyen ve belki de sahi öyle olan Milli Birlik Komitesi bütün bu davranışlara neden kapıldı? Özetlenirse: “Sınıfsız, imtiyazsız” bir toplum olduğumuzu şarkılaştıran “Devletçiliğimiz”e kanışından. Sınıflara bakmadan: “Devletçiliğimiz her şeyi yapabilir” sanısı, kolayca: “Her şey devletçiliğimiz için” oluvermişti. En parlak sosyal sözlerse, ancak toplum sınıfları bakımından uygulanınca öz anlamlarını açıklıyabilirler.
Tasarruf bonosu: Söz olarak devlet eliyle “sosyal kalkınmamız” içindi. Uygulanınca: özel sermayeyi beslemek üzere dar geçimlilerin kuşaklarını büsbütün sıkmak oldu... Arazi vergisi: söz olarak “devlet yükünü taşımakta eşitlik” içindi. Uygulanınca: küçük mülkleri büyük arazilere aktaracak vergi adaletsizliğini büsbütün artırmak oldu.
Batıcı demokrasi: Her sınıftan ne alındığını, her sınıfa ne verildiğini açıkça pazarlığa çıkarmaktır. Bizde “İhale Kanunu” vardır, ama “Devletlu”larımız “İhaleyi dilediğine yapıp yapmamakta serbesttir” kaydını her günkü gazete ilanlarıyla belirtiriz. Kimse sormaz: İhaleyi dilediğimize yapacaksak, bu ihale kanununa ne hacet var? Devletçiliğimizi bu olay özetler. Sınıflı bir toplumda “sınıf yok” denildi mi, açık hesap görülmeyecek, “dilediğimize ihaleyi yapacağız” demek istenir. Bu hürriyet değil, istibdattır. Demokrasi değil: Diktatörlüktür. “Devletçilerimiz” bu bakımdan diktatörlüğün çanak yalayıcılarıdırlar.
Nereden kalkarsak kalkalım, görülüyor ki, Türkiye’mizin birinci meselesi: “Komünizmi önleyecek” bir sosyalizm değildir. Önce, iliklerimizi, damarlarımızı yedi bin yıldan beri ahtapot gibi sarmış Şark kalemefendiliği Devletçiliğimizin maddi yükünü: PAHALILIĞI-İŞSİZLİĞİ-YOKSULLUĞU, manevi yükünü: ADALETSİZLİĞİ-ANTİDEMOKRATİK KANUNLARI-MUTLAK DÜŞÜNCE KÖLELİĞİMİZİ açıklamalı ve giderme yollarına samimiyetle girmeliyiz. Bunun ilk şartı: Toplum sınıflarımız arasında açıkça, namusluca hesaplaşmayı yasak etmiyen ucuz ve alçakgönüllü devlettir. Sınıflar üstünde veya dışında, Liberalizm mi, yoksa Sosyalizm mi? gibi alafranga tartışma tahtaravallileri, Bizantizmdir. Kimin için o inceden inceye kıyılmış, naneli, “kırmızı biberli” sosyalist laf pideleri? Avrupacıl “Devletçi” lahmacunlar? Kaç kişinin karnını doyurur o yarım buutlu roman ve şiir düzmeceliğine kardırılmış-Allah kabul etsin- “Devrimci” mevlutlar? Ve hepsinin altında: (“Tahtında müstetir hüvesi!” derdi Osmanlı...) Devlet kapısında maaşa, şöhret çatısında mart kediliğine kavuşuncaya dek, şu veya bu partinin kazıkları ile çelik çomak oynayan “Halkçı” panayır tellallıkları?
Bari yaranabilseler! Ağızlarıyla kuş tutsalar: Devletçiliğimize KOMONİZ damgası vuruluyor. Çünkü Devletçiliğimize öyle bir İsrailoğullarının günah çıkartma tekesi gerek... İsa Aleyhisselam Doğumundan iki bin küsur yıl önceki Hammurabi çağından beri sağlanmış müstebit devletçiliğin iki yüzlü acem kılıcı kimin hesabına bileniyor? Belki Kadristlerin örneği kimisine aüız sulandırıcı geliyor: Siyasette dokunulmaz parya sayılsalar bile, “ekonomi”ce kese doldurma, rüyalarında görmedikleri mevki ve çiftlik sahibi olma gibi kayırılmalar, “devletçilerimiz” için bir çeşit “Teşviki Sanayi Kanunu” sayılıyor. Lakin, milletin ensesinde kırk yıldır, bin yıldır boza pişiren şey: “Solciyan”ımızın her derde deva ebegümeci diye sattıkları, ve her fırsatta sille, tokatını yedikçe şamar oğlanına döndükleri “Devletçiliğimiz”dir.
Bizdeki Şark devletçiliği, hatta Prusyalı demirden başvekil Bismark’ın taklit ettiği Lui Napolyon “devletçiliği” bile olamadı. Bismarkizm, sanayileşme yarışına baştan kara atılmış bir Almanya’da yaşadığı için, onun “Kürsü sosyalizmi” çorbasına, az buçuk modern işçi sınıfının tuzu karıştırılabilmişti. Bizim Çorbacılar hiç öyle “hata”ya, kazara olsun düştüler mi? Tek parti devletçiliği kısa kesti: “Türkiye’de işçi, mişçi yok!” dedi. Çok parti devletçiliği için: işçi vardı, ama “köylü efendimiz” gibi, sırf ve ancak “OY DAVARI” olarak sayılırdı. Seçimden seçime “SAYIM” yapılırken, şehir sürülerinin gittikçe daha çoğunluğunu tutan ekonomik “atıl kitle” olarak işçi sınıfı değil, işçiler hesaba katılabilirdi. Nitekim Kadrizm: “İmtiyazsız, sınıfsız” Türkiye’de, “münevver ve mütefekkir insan”ların atıştırdıkları bir devlet sofrası dalkavukluğu idi. Yönizm: Sınıfların artık “milli şef”çe ilan edilmiş bulunduğu Türkiye’de, sınıflar üstü “Aydın ve zinde kuvvetler”in güdeceği devletçilik oldu. Kadrizm için: “İşçi sınıfı” veya “sınıf güreşi” yoktu, varsa önlenmeliydi! “Sen herkesi kör, alemi sersem mi sanursun?” diyen bulunmadı. Yönizm: Ünlü imtiyazlı “Bildiri”sinde “MEVKİE GELMİŞ”lerin (acaba “Kadrocu” devletlular mı? Hepsi bir “sosyete”de mevki sahibi!) “Felsefesi etrafında birleşme” (“Felsefe”: Ziya Gökalp’in “Hak yok, vazife var” şiarı yerine, “Sınıf yok, Devlet var” parolası) “Kurtulmanın birinci şartıdır” buyuruyor. Demek, büyün kapıkulları bile değil, “Mevki sahipleri birleşiniz!” Ana felsefe bu: geri kalan pek çok parlak sözler, acı olaylar, tatlı umutlar, mutlu yapınmalar bu “Kurtlu azınlık” felsefesine dayanmaktadır!
Bakış ve görüş bu olunca: Fir’avunlardan, Nemrutlardan beri bütün Şark müstebitliklerinin hep, toptan, şaşmaz “devletçilikleri”nin kabahati neydi? Binlerce yıl önce, halk “kan bağları”nı tutarken, Devletçilik de bir “kan”dan gelme asilzadelikti. Şimdi sıra savma Demokrasiye geldi. Sahici demokrasiyi önlemek için, Devletçiliğimiz “demokrat” kılığına girecektir. Ve girdi. Tevfik Fikret’in deyimi ile: “Kanun diye, kanun diye, kanun tepeleme”nin en eski üstadı Şark devletçiliğidir. İster cübbe, kaftan giysin, ister smokin, frak... Kırk kişiyiz, birbirimizi biliriz. “Biz bize benzeriz!”
Siz hiç gördünüz mü, bizde halktan gelmiş: Yani devletten gelmemiş tek bir “hürriyet”, “kanun” veya “demokrasi”? Tek bir reform, inkılap veya ihtilal? Ne geldiyse başımıza devletçiliğimizden geldi. O yüzden “Hürriyet, Kanun, Devrim” sözde, Devletçiliğimiz işde kaldı. Bugün susta duran “Susyalistlerimiz”e bakılırsa, sosyalizm de devletçiliğimizden gelecek. Artık, öyle bir “susyalizm”i mutlaka Batı’da ararsak: Salazar veya Franko düzenlerinden başka yerde bulamayacağımızı bilmek için evliya olmaya gerek yoktur. Oysa, bizim kiyasetli Salazarımız, “Her dem taze, her dem ZİNDE” devletçimiz ortadadır. O patent İsmet Paşacığımızın tekelindedir. Abacı, kebeci, öteki devletçi sosyalistler neci?
Ve İnönü Paşamız, demokrasicilik oyununa başlanacağı gün bizlere hadlerimizi bildirdi: “Sınıf esasına müstenit” çok parti olacak, ama, zinhar: “Söz ayağa düşürülmeyecek!” Ve sözü ayağa hiç düşürttü mü İnönü hazretleri? Sözü yedi bin yıllık (kendi deyimiyle) “Batakçı ağalar”ın çamuruna düşürttü; ondan beter yerli yabancı bir avuç parababalarının midelerine düşürttü. Fakat, ne yaptı yaptı, ilamaşaallah: “Ayağa”, yani halka söz düşürtmedi. O kadar ki, Devletçiliğimizin elinden tutup iktidara çıkarttığı Bayar-Menderes çetesi, “ayak” takımına, (Vatan Cephesi paçavra proleteryaya) yüz verdiği gün, el ense edildi. Her “devletlu” ölür, yaşasın Devletçilik! En “mangalda kül bırakmayan” “devrimcilikler”imiz, kendilerini alkışlamak ve kutlamak için olsa dahi, halkı nikahlı karı gibi izinsiz sokağa çıkartmamayı birinci “Hikmet’i Devlet” bildi. Her şey -demokrasi tarifinin tersine- halk dışında, halktan habersiz olacaktı. Ve sonra buna “Halk için” denecekti.
Onun için, “Aklımız eriyor, gücümüz yetmiyor” diyen sevgili çocuk halkımız, yedi bin yıllık ağız yanmışlığı ile Devletçiliğimizden ürker. Devletçiliğimize karşı en sahte çıkışları dört elle tutar: DP ve AP zaferleri ondandır. Devletçiliğimizin tenkidi de, gene devletçiliğimizin buyrultusuyla, demagojinin en iki yüzlüsüne bırakılmıştı.
“ -Sonra asıldılar” mı?
Nasrettin Hoca ülkemizde, Yassıada Başsavcısının arada kullandığı sözü hatırlatmayın adama: “Hamamın namusunu temizlemek” yeter mi?
Tarihimizin her sayfasında okuruz: “Seyfiye” (Kılıçlılar: Silahlı Kuvvetler) ile “İlmiye” (Sarıklılar: İlimciler) “züyuf akça” (enflasyon parası) ile ödenen “alüfe”leri (maaşları) geçimlerine yetmedikçe, birleşerek kazanlar kaldırılır. Yeniçeri ayaklanmalarını hemen kötülemeyelim. Sadrazamlar (Başvekiller)le birkaç “nabekar vezir” (uygunsuz bakan)ın kelleleri uçurulur. Gerekirse Padişah saray zindanında boğulur... Yeter ki Devletçiliğimiz kurtulsun. Birilerinin kalkıp, yerlerine başkalarının oturması sözü ayağa düşürtmeden yapılır. “Halkın haklanması” başarılır.
Devletçiliğimiz “Devrimci” değil midir? Ne demek! Hacı Bektaş’ı Veli’nin ensemizde sıvazladığı keçe “Börk”le dörtyüz yıl cihangirlik ettiğimize bakmayın. Sultan Mahmud’u Sani’den beri az mı külah değiştirdik? Kostüm ihtilalleri, gençlik aşısı gibi gelir Devletçiliğimize. Devletçiliğimiz bir “TANZİMAT” çıkardı: Ecnebi donanmasının top ateşi altında, Müslümandan başka bütün milletler Osmanlılıktan sıyrıldı; Türkiye, “müttefiklerimiz” Batı devletlerine gırtlağına dek borca batıp Düyun’u Umumiye Sömürgesi durumuna girdi. O sayede iki Abdülcanbazlar (Abdülmecit ve Abdülaziz Hanlar) devletçiliğimizi 39 yıl tepe tepe kullandılar. Üçüncü Abdülcanbaz (Kızıl Müstebit Abdülhamit) ile Devletçiliğimiz bir “Kanun’u Esasi” çıkarttı, o Anayasanın rafa konulması üçüncü Abdül-han’a 33 yıl, aynı Anayasanın raftan indirilmesi Meşrutiyet Han ve Kahramanlarına 12 yıl meydanı boş bırakıp, Devletçiliğimizi 45 yıl daha yaşattı. Koskoca bir İmparatorluk yıkıldı, Devletçiliğimizin kılına dokunulmadı. Avrupa’yı, esnaf dükkancıklarından modern büyük sanayie yükselten 19’uncu yüzyıl, Türkiye’de böyle aşıldı. Batı ilerilemekte şahikalaşırken, biz dört nala geri gidip yarı-sömürgeleştik: Hep o devletçiliğimiz sayesinde! Yalnız, o zamanki Devletçiliğimize “Hilafetçiliğimiz” veya “Saltanatımız” denirdi.
Müslüman milletler de Birinci Cihan Harbi’nde Batılı bıçağı ile kesilip ayrıldıktan ve aynı Batılılar Anadolumuzu dilim dilim ayırıp yutmaya kalktıktan sonra, Devletçiliğimizin nefesi tutulmuştu. Büyük Millet Meclisi o zaman bir “Halkçılık Programı” kotardı. Devletçiliğimiz, onun uygulanmasını “Zaferden sonra”ya bıraktı. Zafer, çarçabuk devletçiliğimizin zaferi oldu. “Sınıf’ı Memurin” 3-5 binden 30 bine, 300 bine dek bereketlendi. 20 yıllık tek parti “İnkılapçı”lığımızın temeli (Milliyetçi-Laik-Halkçı-Cumhuriyetçi) “Devletçiliğimiz”di. İkinci 20 yıllık “Demokrasi”ciliğimizin temeli (Birleşik Milletlerci-Natocu-Centocu-Seatocu) gene “Devletçiliğimiz”dir. Neden bir üçüncü 20 yıllık “Sosyal Cumhuriyetçi”liğimizin temeli (Anayasacı-Senatocu-Plancı-Batıcı) bir daha “devletçiliğimiz” olmasın?
Böylelikle Devletçiliğimiz, Batı’nın 19’uncu Büyük Sanayileşme Yüzyılı üstünden perende attığı gibi, dünyanın 20’nci Atom Yüzyılı üstünden de pekala tosun gibi atlatılabilir!.. Ondan sonrası?.. Devletçiliğimizden sonrası isterse TUFAN olsun, ne çıkar?
Bağdat ta elimizde yok ki, “yanlış hesap”larımızı oradan geri döndürelim. İşsizlik, pahalılık ateşi karşısında döner kebaba dönmüş halkımıza, Amerikan buğdayı, yağı, peyniri, tavuğu, etiyle beslenen toraman “sosyalizmci” “Benim oğlum bina okur, döner döner yina okur”: Devletçiliğimizi! Kırım Harbi’nden Kore Harbi’ne yadigâr olup “komonist”likle suçlandırılan “PLAN” gereğince, 5 yılda 15 milyar Türk lirası devletçi ecnebi borç ateşine devam! Bandırma ovasında 200 metre öteye düşürülen “Marmara” füzemiz 5 dönüm ağacı şan için yakıp kül etti ya! Asi Harbiyelilere, Sultansarısı kakma yollu kızıl ceket, zırhlı mavi pantolon, holivut uğuru ak itten maskot önde, gelsin bando mızıkalı geçit resimleri: Alabanda sancak Devletçiliğimiz! İnönü Paşam, hastanedeki ablasından sonra, Amerikan Cumhurbaşkanı yardımcısının karısı madamanın elini, hür basınımızın birinci sayfasında eğile eğile öperek yardım sağlıyacak, özel teşebbüsü doyuran devletçiliğimize!
Döner kebap Osmanlı sofrasında bağdaş kurularak beş parmakla yenilmemiş de, Amerikan iskemlesinde, İngiliz çatalı, Fransız kaşığı, Alman bıçağı ile atıştırılmış. Kebap Devletçiliğimizin. Dalavere, malavere Türk Mehmet nöbete!
“Ecanip”e karşı o denli nazik davranan Devletçiliğimizi içeride tanımaz mısınız? Arife tarif gerektirmiyecek kadar besbellidir o. Herkesin gözü önünde, hiç kimsemize ayrıca en ufak açıklamıya değmez, aşırıca bilinen bir karışıkça makinedir. En basit işçimize, köylümüze, esnafımıza sorun: “Karakola mı düşmek istersin, Cehenneme mi?” Alacağınız karşılığın illaki yerli malı olmamasını dilerseniz, taze bitmiş sizin kadar “susyalist” misafirimiz Amerikan sendikacısına sorun. Siz bütün ömrünüzce “TURİST” kalmışsınız bu topraklar üstünde, o altı ayda yerlimiz olmuş... Gangsterine kucak açılan Amerikalı bile, “sözü ayağa” düşürür düşürmez, yakalanıp, karakolda alaturka “gözdağı”na getirilerek, sırf Amerikan vatandaşı olduğu için özür dilemeyle bırakılıyor. Aynı durumda olan Türk vatandaşları ise, karakol bodrumunda saklanılıyorlar. Gene Amerikelının yüzü suyu hürmatine ertesi sabah, her yerleri mos mor, doğduklarına pişman, sokağa tükürülüyorlar. Çelebi, böyle olur bizde de işçiden yana, sosyalizmden yana devletçilik dediğin...Amerikalının bildiği demokrasi; halkı gönül kanısıyla kandırmaktır. Bizim “sosyal” devletçiliğimiz, (“gönül”de söz mü?) Kanuna, Anayasa, Babayasaya bakmayıp, karakola kıstırdığını, hem karda gezip izini belli etmeksizin muma çevirmektir.
Bu Devletçiliğimizin mi sırtına binip sosyalizmi “yansıtacak”sınız? Vah, “o mahiler ki, derya içredir, deryayı bilmezler”, vah! Bu kerte samimi toylardansanız, kendi kendinizi pekala aldatabilirsiniz. Devletçiliğimizi aldatacağınızı umuyorsanız, Arabistan’ın bütün develeri ile Güney Amerika’nın bütün lamalarını güldürürsünüz kendinize. Devletçiliğimiz yedi bin yıllık denemesiyle işini bilir. Bilmeden yapar, o. “Ve başlangıçta fiil var idi!”
Devletçiliğimize tanrıcıl şirinlik muskası takmak üzere, sosyalizm afsun, tafsununu bile bile kullanıyorsanız, yahut daha ince yoldan burnumuzu ustalıkla kırması için yol gösteriyorsanız, ne hacet? Yedi bin yıllık Firavunluklarla Nemrutlukların en değerli hazinelerini derliyen Osmanlı dekadansının en gelenekcil antika devletçiliği mirasına konmuş anayurtta yaşıyoruz.
Egemenliğini savunmak için her yıl milyarları çatır çutur öğüten koca devletçiliğimizi, küçük hesaplarla bugün abdestsiz ağıza alabildiniz diye, torbada keklik mi sandınız? Şaşılır kedinin çamaşır yıkayışına!
Sakın beni “Devlet düşmanı” bir anarşist sanmayın. O zaman, size, hiçbir şey anlatamamış olurum. O zaman siz, Ağır Ceza Mahkemesi’nde yapılan bütün savunmaları kulağının ardıyla dinleyen, iddianamesi çoktan yazılmış savcı olursunuz. Ceza Kanunu’nun Mussolini’den devletçi maddelerini, Mecelle Ulül’emrinin Ferman’ı Şahaneleriyle kokteyl etmişe dönersiniz. Sahici demokrat devletin candan savunucusuyum. Doğu dünyamıza yedi bin yıldır göz açtırmamış lanet halkamızın cankurtaran simiti olmadığını belirtmek istiyorum. Hani, bunca Ferman, Islahat, Devrim çabalarına rağmen giderilememiş, gereğince “Şeytan da olan, Bolşevik de olan” kırtasiyeciliğimiz yok mu? Neçe “münevver ve mütefekkir insan”larımızı “suyu arıyan” mahut elmacı eşeği gibi çeşmeye götürüp, götürüp, içirmeksizin getiren, bin bir saltanattan daha sultan, bütün medeniyet putlarından daha ebedi, ezeli, ölmez, ulu, ulusal, kutsal ve tutkalsal azrailimizdir.
Ona bir çare gösterebiliyor musunuz? Ama, kuru lafla, yaş lafla, yazılı lafla değil: Teşkilatlı ve şuurlu pratik çare. Bırakın “soyut-somut” sosyalizm tekerlemelerini, Batıcı demokrasi temcit pilavlarını. Düşündüğü gibi yaşamakçin güreşmiyen aydın, uşaktır. Teşkilatsız halk, köle kalabalığıdır. Halkın teşkilatına dayanmayan her parlak söz, sosyal şarlatanlıktır. İşçi sınıfımız karıncalar gibi kaynaşıp teşkilatlanıyor. Demek öncü “münevver ve mütefekkir insan” değil, işçidir. İşçi saflarında, işçi emrinde iktisadi, siyasi pratik teşkilat işine katılmayan her aydın, vatan ve millet sevgisinde samimiyetsiz veya korkaktır.
( Dr Hikmet KIVILCIMLI: 27 Mayıs ve Yön Hareketi’nin Sınıfsal Eleştirisi içinde Sayfa: 7-33. Ant Yayınları, Nisan1970, İstanbul. )
>4.Türkiye'de devlet işletmelerinin bugünkü işleyişi :
>Yukarıda çerçevesi çizilen ortamda nasıl olabilirse, devlet işletmeleri bugün işte o du-rumdadır. Bir kere artık hiç kimse bu işletmelerin dünya standartlarına göre verimli çalıştırıldığını söylemeye cesaret edemiyor. Belki ikide bir yapılan zor kötek zamlarla fukara halkın canına okumak pahasına 'karlı' oldukları iddia edilebilir ama 'verimli' oldukları, asla! Bu durum arızi veya geçici bir durum değildir, bunun yapısal birçok sebepleri bulunmaktadır :
>a. Devlet işletmeleri aşırı derecede merkeziyetçidir:
>Eskiden de pek farklı değildi ama 12 Eylül'den sonra devlet işletmelerindeki merkezi-yetçilik daha da azdırıldı. Önceleri taşradaki fabrikalara ait olan birçok yetkiler gitgide daha fazla merkeze, Genel Müdürlük hatta Bakanlık düzeyine çekildi. Bu durumu eski TEK Genel Müdürü Muhittin Babalıoğlu zamanında kurum çalışanları arasında çok yaygınlaşan şu dalgacı ifade en veciz bir şekilde ortaya koymaktadır: "Muhittin Bey Çatalağzı'nda başmühendis iken emrinde çalıştırmak üzere mühendisleri işe alabili-yordu. Oysa şimdi genel müdür oldu, vasıfsız bir işçiyi bile işe alamıyor!"
>Yetkilerin merkeze alınması çoğu zaman hızla alınması gereken kararların çok ge-cikmesine ve bu yüzden büyük zararlara yol açmaktadır. Öte yandan yine 12 Eylül'den sonra merkezdeki organizasyonun gitgide daha fazla onarılamıyacak bir şekilde tahribi ve dejenerasyonu merkeziyetçiliğin vehametini daha da ağırlaştırmıştır: Eskiden, taş-radaki işletmelerde uzun yıllar çalıştıktan sonra elemanlar terfi ederek Ankara'daki yönetim görevlerine gelir ve işi bildikleri için bu görevleri rahatça, hakkını vererek yürütebilirlerdi. En azından, konuyla hiç ilgisiz Bakanlık bürokratlarının yüksekten uçmalarına dur diyebilirler veya taşrada uygulanması imkansız bir takım genelgelerin dağıtımını engelleyebilirlerdi. Ancak, özellikle Özal döneminde icat edilen Prens'ler uygulaması ve daha sonra sık sık değişen hükümetler döneminde yaygınlaşan 'para-şütle inme' yöntemi, devlet işletmelerinin üst yönetimini taşradan tamamen kopardı. Artık merkez kadrosunda yer alanların çoğu, değil dertlere çare bulmak, taşradan akta-rılan sorunları anlamaktan bile acizdir.
>Öte yandan, her yeni iktidarla birlikte, merkez organizasyonunda yer alan 'ballı' kad-rolar (genel müdürlük, genel müdür yardımcılığı, daire başkanlıkları ve bazı kritik müdürlükler) yeni sahiplerini bulurlar. Ancak devlet bu kadroların eski sahiplerini ne yapacağını bilemez. Sınırlı sayıda ünvan bulunduğundan ve her ünvan için talip olan yeterli miktarda 'yandaş' mevcut olduğundan, iktidar ancak kendi adamlarına yer bu-labilir. Bu kadroların eski sahipleri de tam anlamıyla ortada kalır. Çünkü bunlar devlet memuru statüsünde oldukları için ne işten atılabilir, ne de 'tenzil-i rütbe' ile kendileri-ne başka bir görev verilebilir. En iyi çözüm kendilerine 'merkez valisi'ne benzer bir 'uzman' ünvanı verilerek kenarda uslu uslu oturmalarını sağlamaktır. Aslında bunların çoğu kendilerine reva görülen her türlü hakarete müstehak onursuzlardan teşekkül et-tiği için kovsan gitmezler ve bir gün devran dönüp sıranın yine kendilerine gelmesini beklerler. Daracık odalarda bazen üç-beş kişi, yeterli sayıda sandalye bile verilmediği için bazısı ayakta, vakit ve çile doldururlar. Çoğu zaman da iş yapan insanların odala-rına çöküp aslında kendilerinin ne kadar kahraman olduklarından başlayarak mevcut yönetim hakkında lüzumsuz hamam dedikodularına dalarlar ve çalışanları da işlerin-den eylerler. Bir zamanların Ali kıran baş kesen Genel Müdür'leri şimdi çaycılardan bile yüz bulamadan koridorlarda biribirlerine toslaşarak dolaşır dururlar. Böylece biri-ke birike merkez teşkilatlarında artık 'uzman'dan geçilemez olur. Merkezin bu durum-da olması da merkeziyetçiliğin fecaatini bin kat daha artırmaktadır.
>b. Devlet işletmeleri aşırı derecede siyasidir :
>Devletçiliğimizin genel durumundan pek farklı olmamak üzere devlet işletmeleri de aşırı şekilde günlük siyasi etkilere açıktır. Bu, elbette çalışanların demokratik bir şe-kilde inandıkları siyasi görüşün propaganda ve teşkilatlanmasında faaliyet gösterebil-dikleri anlamını taşımaz. Tam tersine, hangi parti iktidarda ise o partinin görüşlerinin haricinde olanların ezilmesi, geri plana atılması ve iktidar partisi yandaşlarının da koltuklanması demektir. Bu durum özellikle yönetici konumunda bulunan memur ke-simi için geçerlidir. Ancak işçi kesimi içinde de etkisini gösterir. İktidar partisinin bazı kıymetli mensuplarının fabrika içi organizasyondaki konumları ile hiç de mütenasip olmayan bir önem kazandıkları, fabrika yönetiminin de göz yummasıyla zaman zaman işi astıkları, ustabaşını filan iplemedikleri, veya az zahmetli-bol avantalı işlere kaydı-rıldıkları vs. diğer işçilerin gözünden kaçmaz. Bu durum, işyeri içindeki adalet duy-gusunu zedelediği için hem genel iş verimini düşürmekte ve hem de işçiler arasında mevcut kendiliğinden dayanışma duygusuna zarar vermektedir.
>Tayin ve terfi işlemlerinde bilgi, tecrübe ve yetenekten ziyade siyasi ilişkilerin daha fazla önem kazanması bir diğer açıdan da yönetim mekanizmalarında korkunç ölçüde tahribata yol açmaktadır. Haksızlığa uğrayanlar veya böyle olduğuna inananlar ya iş-ten ayrılmakta ya da işe küsüp bir kenara çekilerek bir süre sonra gerçekten de işe ya-ramaz bir hale gelmektedirler. Bu durum organizasyonun ihtiyaç duyduğu yetenekli işgücünün hem sayı hem de kalite olarak düşmesine yol açmaktadır. Ancak bundan da kötüsü gitgide ilişkiler daha da karmaşıklaşmakta ve kimin haklı, kimin haksız olduğu bu toz duman ortamında ayırdedilemez hale gelmektedir. Bir yanda her türlü ahlak dışı yöntemi mübah sayarak işbaşına gelip halen öyle veya böyle işleri yürütenler, öte yan-da ise haklı çıkmaktan başka hiçbir işe yaramayacak hale düşen ve kapıyı çarpıp çıka-cak kadar olsun kendine güveni kalmamış iktidarsız mızmızlar sürüsü… "Ey mev-simler, ey şatolar!/ Söyleyin defosuz ruh kimde var?" (A. Rimbaud).
>Bu kargaşalık en başta mevcut sistem içinde bazı iyileştirmeler yapılabilmesi ihtima-lini de tamamen ortadan kaldırmaktadır. Örnekse, bazılarının öne sürdüğü 'özerklik' alternatifini ele alalım. En başta sorulacak soru şudur: 'Yetki' kime verilecektir? Ne idüğü belirsiz mevcut yöneticilere mi? Buna halk dilinde 'ciğerin kediye teslim edil-mesi' denir. Mevcut aşırı merkeziyetçiliğin bile en mantıklı gerekçelerinden birisini bu siyasi karambol ortamı oluşturmaktadır, çünkü: Merkez, kendi yöntemleriyle seçmedi-ği ve hangi hacıağanın torpiliyle işbaşına geldiğini gayet iyi bildiği taşradaki yönetici-ye yetki verilmesine bir türlü yanaşmamaktadır. Yetki verilirse 'babasını bile satacağı' az çok tahmin edilen bu 'potansiyel' hırsızın elini kolunu bağlamak ve hiç hareket e-demez hale getirmek en dahiyane(!) çözüm olarak uygulanmaktadır. Böylelikle, aslın-da hırsızların değil işletmelerin eli kolu bağlanmış olmakta, işler kilitlendiği gibi basi-retsiz ve ahlaksız yönetimlerin başarısızlıklarına da mazeret yaratılmaktadır.
>c.Devlet işletmelerine yatırım yapılmamaktadır :
>Özellikle son 10-15 yıldır 'tasarruf tedbirleri' kapsamında devlet işletmelerine dişe dokunur hiçbir yatırım yapılmamaktadır. Yatırım derken tabii sadece yeni fabrikalar kurulmasını kasdetmiyoruz. Aynı zamanda mevcut fabrikaların faaliyetinin idame etti-rilmesi için de sürekli bakım ve yenilemeye ihtiyaç vardır. Ancak devlet işletmeleri son yıllarda öylesine kaderine terkedilmiştir ki tabandaki çalışanlar: "Bu tasarruf ted-birleri sayesinde yapılan israfın haddi hesabı yok!" demeye başlamışlardır. Acaba, işletmeler ne kadar dökülürse yandaşlara o kadar ucuza kapatılabilir hesabı mı yapılı-yor, bilinmez. Ancak bu derbederliğin birazının kasıtla olduğunu düşünsek bile büyük bölümünün beceriksizlikten ve hantallıktan olduğu bellidir. Öte yandan, özelleştirme hızının nispeten arttığı son bir yıl içinde bariz olarak görüldüğü gibi : "Biz niye yapa-lım, satın alan yapsın!" mantığı ile en acil rehabilitasyonlar dahi ertelenmektedir. Bu şekilde problemler "Ört uyusun, besle büyüsün!" misali çözülmeden biriktirilerek bu-güne gelinmiştir. Özellikle enerji sektöründe her yıl artan enerji talebini karşılayacak ilave kapasite sorununun çözümü bile özelleştirmenin gidişatına terkedilmiştir. Şöyle ki : Santralları satın alan firma, örneğin Afşin-Elbistan ihalesinde düşünüldüğü gibi, mevcut dört ünitenin yanına iki ünite daha ilave edecekti. Ama evdeki hesap çarşıya uymadı ve satış bir türlü gerçekleşmeyince yeni üniteler de yapılamadı. Bu durum za-ten kılpayı idare eden enerji dengesini iyice bozdu ve milli gururumuzu(!) ayaklar altı-na alma pahasına yeniden 'Bulgar gavuru'ndan enerji dilenmeye başladık. Mevcut santrallar adam gibi çalıştırılabilse belki de 2000 yılına kadar Türkiye'de enerji krizi sözkonusu bile değil. Ancak Başbakan daha şimdiden yelkenleri suya indirdi bile: "Bu kış zor geçecek!" Elbette, zor geçecek! Ama beylerimizi esas korkutan, eğer özelleş-tirme bu yıl da olmazsa bu çapaçulluk içinde bir dahaki kışın çok daha zor geçeceği ihtimalidir.
>d.Devlet kuşu sendikacılığımızın etkileri :
>Devletçiliğimizin bu kadar günahı var da onun ikiz kardeşi, olmazsa olmaz simetriği, aynadaki aksi devletçi sendikacılığımızın hiç mi suçu yok? Elbet öyle demek isteme-dik. Devletçiliğimiz deyince zaten bu sistem içinde ikisi de aşağı yukarı aynı anlamı taşıyor: Aynı ortaoyununda biri işveren rolü oynamış, diğeri işçi rolü, ne farkeder, o-yundan sonra birlikte hovardalığa çıktıktan sonra! Yabancı değiller, bu köhnemiş sis-temin gönüllü payandaları olarak onlar da devlet erkânı sayılırlar.
>1946'dan beri işçi sendikacılığımızın başına gelenler çoğumuzun malumudur. Kitap-lardan okuduklarımız, eski kuşak sendikacılardan dinlediklerimiz gelir hep bir noktada birleşir: Devletçiliğimiz birilerine dur! demiştir, birilerine de 'yürü ya kulum!' İşte o 'devlet kulu' veya işçilerin başında 'devlet kuşu' sendikacılarımız o gün bu gündür, lök gibi oturdukları devlet işletmelerimizde bir eli yağda, bir eli balda icra-i sanat ey-lerler ki, kaldırabilene aşkolsun! Zaman zaman iplerini uzun zannedip coşarlar, kük-remeye bile kalkarlar. Ancak, 12 Eylül'de olduğu gibi devletçiliğimiz: "Sendika ai-datlarını bordrodan kesmekten vazgeçerim, ha!" diye bir sopa salladı mı, hepsi titreyip kendine döner ve kuyruğu kısıp otururlar. Toplu Sözleşme zamanı adet yerini bulsun diye işçileri otobüslere doldurarak Kızılay meydanına boşaltıp bağırtırlar. Medyada Başbakan'a posta koymak pek hoşlarına gider. Ama kimsenin onları ciddiye almadı-ğını da pek iyi bilirler. Belki ciddiye alınmak ihtiyacından dolayıdır, artık nâdim ol-muş eski Dev-Genç'lilerden birkaçını danışman seçip maaşa bağlarlar. Zaten parayı koyacak yer de bulamazlar. İkide bir sendikanın eğitim faslından yurtdışına seyahatler düzenlerler, eğitimi ne kadar ciddiye aldıklarını göstermek için! Ankara'da, İstan-bul'da saray yavrusu sendika merkezleri yükseltirler, öyle ki buralara alelâde işçiler ayak basamazlar, yerleri kirletiriz korkusuyla.. Hani Ecevit ne demişti bir zamanlar: "Eskişehir yönünden Ankara'ya girerken dehşet içinde kalıyorum. Sağlı sollu devasa devlet binalarını gördükçe aklım başımdan gidiyor. 'Devleti küçülteceğiz' diyenler yapıyorlar bu koca koca binaları.." Hiç şüphesiz Ecevit'in gördüklerinin önemli bir bölümü de devletçi sendika merkezleridir.
>Mücadele yöntemleri de pek ilginçtir. 'Üretimden gelen gücümüz' 'işçiye dayanma' vs. bunlar elbette ki sadece göstermelik gösterilerde pankarta yazılacak şeylerdir, cid-diye almaya gelmez. Bunun yerine bulursun birkaç tane iktidar partisi milletvekili, basarsın KİT Genel Müdürü'nün odasını, evelallah 'söke söke alırsın' işçinin hakkını! Aşağıdaki işçinin bunlardan haberi bile olmaz. Zaten devlette birinci kural da bu değil midir: Söz, ne yapılıp edilip, ayağa düşürülmemelidir! Aksi takdirde, Genel Müdür'ün Guatemala'daki yazlığı da gündeme gelebilir, sendika başkanının oğlunun borsa mace-raları da.. Yok efendim, aşağılarda neler oluyormuş? O çıfıt çarşısı gibi ne yana çeksen o yana esneyen maddelerle dolu Toplu Sözleşme'den dolayı fabrika yönetimleri ile sendika işyeri temsilcileri hiç yoktan birbirine mi giriyormuş? Yeter ki devletimiz baki kalsın hatırına verilen tavizlerle işyerlerindeki çalışma düzeni iyice çığırından mı çık-mış? Aynen devletçiliğimizin merkez bürokratları gibi sendika patronları için de hiç önemli değildir böyle meseleler. Bir dahaki Toplu Sözleşme görüşmeleri de çay-kahve sohbetleri ile geçer, işletmelerde sürekli ayak bağı olan ve ne işçiye ne işverene
>d.Devlet kuşu sendikacılığımızın etkileri :
>Devletçiliğimizin bu kadar günahı var da onun ikiz kardeşi, olmazsa olmaz simetriği, aynadaki aksi devletçi sendikacılığımızın hiç mi suçu yok? Elbet öyle demek isteme-dik. Devletçiliğimiz deyince zaten bu sistem içinde ikisi de aşağı yukarı aynı anlamı taşıyor: Aynı ortaoyununda biri işveren rolü oynamış, diğeri işçi rolü, ne farkeder, o-yundan sonra birlikte hovardalığa çıktıktan sonra! Yabancı değiller, bu köhnemiş sis-temin gönüllü payandaları olarak onlar da devlet erkânı sayılırlar.
>1946'dan beri işçi sendikacılığımızın başına gelenler çoğumuzun malumudur. Kitap-lardan okuduklarımız, eski kuşak sendikacılardan dinlediklerimiz gelir hep bir noktada birleşir: Devletçiliğimiz birilerine dur! demiştir, birilerine de 'yürü ya kulum!' İşte o 'devlet kulu' veya işçilerin başında 'devlet kuşu' sendikacılarımız o gün bu gündür, lök gibi oturdukları devlet işletmelerimizde bir eli yağda, bir eli balda icra-i sanat ey-lerler ki, kaldırabilene aşkolsun! Zaman zaman iplerini uzun zannedip coşarlar, kük-remeye bile kalkarlar. Ancak, 12 Eylül'de olduğu gibi devletçiliğimiz: "Sendika ai-datlarını bordrodan kesmekten vazgeçerim, ha!" diye bir sopa salladı mı, hepsi titreyip kendine döner ve kuyruğu kısıp otururlar. Toplu Sözleşme zamanı adet yerini bulsun diye işçileri otobüslere doldurarak Kızılay meydanına boşaltıp bağırtırlar. Medyada Başbakan'a posta koymak pek hoşlarına gider. Ama kimsenin onları ciddiye almadı-ğını da pek iyi bilirler. Belki ciddiye alınmak ihtiyacından dolayıdır, artık nâdim ol-muş eski Dev-Genç'lilerden birkaçını danışman seçip maaşa bağlarlar. Zaten parayı koyacak yer de bulamazlar. İkide bir sendikanın eğitim faslından yurtdışına seyahatler düzenlerler, eğitimi ne kadar ciddiye aldıklarını göstermek için! Ankara'da, İstan-bul'da saray yavrusu sendika merkezleri yükseltirler, öyle ki buralara alelâde işçiler ayak basamazlar, yerleri kirletiriz korkusuyla.. Hani Ecevit ne demişti bir zamanlar: "Eskişehir yönünden Ankara'ya girerken dehşet içinde kalıyorum. Sağlı sollu devasa devlet binalarını gördükçe aklım başımdan gidiyor. 'Devleti küçülteceğiz' diyenler yapıyorlar bu koca koca binaları.." Hiç şüphesiz Ecevit'in gördüklerinin önemli bir bölümü de devletçi sendika merkezleridir.
>Mücadele yöntemleri de pek ilginçtir. 'Üretimden gelen gücümüz' 'işçiye dayanma' vs. bunlar elbette ki sadece göstermelik gösterilerde pankarta yazılacak şeylerdir, cid-diye almaya gelmez. Bunun yerine bulursun birkaç tane iktidar partisi milletvekili, basarsın KİT Genel Müdürü'nün odasını, evelallah 'söke söke alırsın' işçinin hakkını! Aşağıdaki işçinin bunlardan haberi bile olmaz. Zaten devlette birinci kural da bu değil midir: Söz, ne yapılıp edilip, ayağa düşürülmemelidir! Aksi takdirde, Genel Müdür'ün Guate