Site hosted by Angelfire.com: Build your free website today!

 

  

20. Asrın en büyük devlet adamı sayılan GAZİ MUSTAFA KEMÂL ATATÜRK'e yurt içindeki hasımları tarafından yapılan saldırılar, atılan iftiralar, yurt dışındaki düşmanların ileri sürdüğü iddialardan daha fazladır. Rahmetli ATATÜRK'e soysuz, dinsiz, Yahudi, Dönme, Mason,  İngiliz ajanı, diktatör dahi denmiştir.  Ne var ki, bu iddialardan hiçbiri, ne yurt içinde, ne de yurt dışında  kendisi hayatta iken ortaya atılıp kendisine ulaşmamıştır. Atılsaydı,  ulaşsaydı, Armstrong'un  "Grey Wolf - Bozkurt"  kitabına yapıldığı gibi, cevabı ânında verilirdi!

 

MUSTAFA KEMÂL'in muhterem annesi hakkındaki korkunç iftira:


  https://www.youtube.com/watch?v=iGAgUE0YJO4 

 

Bu kadar insafsız, bu kadar iz'ansız, bu kadar mantıksız bir iddia olamaz!..

Murat Bardakçı ATATÜRK'ün soyuna hakaret olarak annesinin fâhişe, nikâhsız babasının Abduş olduğu, kendisinin

de, dile getirmeseler de, sözüm meclisten dışarı, "piç" olduğu   iddiasını, öne sürülen  sahte belge üzerinde yaptığı açıklamalar ile çürütüyor...  Ama vidyoyu İnternet'e çıkaran kişi nedense ikna olmamış!.. Her çürütmeye bir kulp 

takmaya uğraşıyor.

 

İşte o belge... Büyük yükledik ki, bilenler okusun.

 

 

 

Olmayan Asliye Hukuk Mahkemesi'nden alındığı söylenen  bir belge... O dönemde Bidayet  Mahkemeleri

var. Asliye Mahkemeleri için de bu tâbir kullanabiliyor ama, Asliye Hukuk Mahkemesi yok!..

Bu arada  belgeyi düzenlerin "Osmanlıca hatâlarını,   imlâ bozukluklarını bile savunur hale gelmişler!  Neymiş?..

O tarihte ehil memur kıtlığı varmış, câhil memurlar böyle hata yaparlarmış. Bozacının şâhidi ise, recm cezâsına bile kulp bulan Prof. Ekrem  Buğra Ekinci...  Peki, mâdem o dönemde, mahkeme kararlarında böyle hatâlar yapılıyordu, aynı mahkemeden, aynı târihlerde hatâlı imlâ ile bir belge daha getirseler ya!..   

 

Bu itirazlar  yeterli  gelmeyebilir. Ama iki husus daha var ki, inkârı mümkün değil!

 

Birincisi bu belge, fotokopi falan değil!.. Bizimki fotokopi de, bu fotokopinin alındığı belgefotokopi  değil... Doğrudan  belgenin "aslı"... Tabii iddia öyle!... Selânik arşivlerinden nasıl alınmış, nasıl dışarı çıkarılmış, bilinmez!  Üstelik 

kat izi dahi yok. Yani çıkaran insan sayfayı yırtıp, katlayıp cebine koyup,  gizlice götürmemiş.  Herhalde elinde sallaya sallaya gitmiş!..  Sonra  kâğıt hiç öyle 1890'lardan kalmış gibi eski, sararmış filan değil!.. Bembeyaz, tertemiz, yepyeni bir kâğıt!..  Yani,  sahteliği her  açıdan belli!..

 

İkincisi, sözde mahkeme kararının metni... Sanki bugün yazılmış gibi, neredeyse Öz Türkçe!.. Hiç Osmanlıca

kokmuyor, ifâde ağdalı değil.   İçinde sadece bir kaç  adet az duyulan eski kelimelerden  var. 


 İşte yeni yazıyla metin:

 

                                                      Selânik Asliye Hukuk Mahkemesi
                                                          İlâm karar numarası adet: 451

- "Abduş’un ölümünden sonra Zübeyde Abduş’un karısı olduğunu ve oğlu’da Abduş’un oğlu olduğunu iddiâsı

 ile açmış olduğu miras davasında Abduş’un kardeşleri, mahkemeye vermiş oldukları iddiânamede Zübeyde’nin Abduş’un karısı olmadığını ve umumhâneden (genelevinden) odalık aldığını ve oğlu Mustafa iki yaşında kucağında olduğunu ve Abduş’un bilavelet (hiç çocuğu olmadan) öldüğünü iddiaları ile keyfiyetin umumhâneden sorulmasını talebleri üzerine umumhâneye yazılan tezkerenin cevabında Zübeyde’nin oğlu ile beraber 19 Haziran 1297’de

 (Miladi 1 Temmuz 1881) umumhânemize dühul edip Yenişehirli Abduş isminde bir kabadayı ile anlaşıp 11 Nisan 1298’de (Miladi 23 Nisan 1882) umumhânemizden huruc etmiştir (çıkmıştır). Bu yazıya istinaden Zübeyde’nin davasının reddine karar verilmiştir. "
22 Kanunîevvel 1298
(Miladi 3 Ocak 1883)
            20 kuruşluk pul    –       Hâkim (Mühür) –    Âzâ (Mühür) -    Âzâ (Mühür)


Eski kelimeler de "umumhâne, bilâveled, keyfiyet, duhûl, huruç, istinad, âzâ... Çoğunu bugün dahi kullanırız.

Hâkimler 1890'da bugünkü Türkçe'yi kullanıyorlarmış.

 

Eski yazı imlâ hatâlarını  yukarda belirttik...  Sahte "Talât Paşa'nın telgrafları"  düzenleyen Ermeniler bile

daha iyi "belge"  düzmüşlerdi! 

 

İşte o telgraf... 

http://www.ensonhaber.com/ermeni-asilli-vekil-utanmadan-sahte-telgrafi-okudu-2011-12-23.html

 

ATATÜRK babası hakkında:  

https://www.youtube.com/watch?v=f1W8VrQgVTs

 

Ardından ATATÜRK  düşmanı Kadir Mısıroğlu'nun  iddiası geliyor. İbretle o iftirayı da dinleyin... Ali Rıza Efendi MUSTAFA KEMÂL'in babası değilmiş... Annesi de fâhişe imiş... 

Peki, Gümrük Kolcusu diye bildiğimiz Ali Rıza Efendi, şerefli bir devlet memuru,  onca kadın dururken niye gidip oldukça yaşlanmış, çocuklu  bir fahişe ile evlensin?.. Böyle bir davranış onun iş muhitinde büyük ve yıpratıcı bir dedikoduya yol açmaz mıydı?.. 


 Vasilis Dimitriadis, 1955-1984 yılları arasında Selânik’te bulunan Makedonya Devlet Arşivi’nin müdürlüğünü yapmış, Girit Üniversitesi’nden emekli olmuş, 86 yaşında bir tarih profesörü.
 2010 yılında 80 yaşındayken Yunanistan’daki arşivleri didik didik tarayarak yazdığı “Bir Evin Hikâyesi: Selanik’teki Mustafa Kemal Atatürk’ün Evi ve Ailesi Hakkında Türkçe ve Yunanca Belgeler” adlı çalışması Türk Tarih Kurumu tarafından 61 yıl sonra basıldı.  O kitapta  Ali Rıza Efendi "keresteci" olarak belirtiliyor...  Farketmez!.. Ama annesinin 
fâhişe olduğuna dâir bir belge yok.  


Kayıtlarda Zübeyde Hanım’ı da daha yakından tanımamızı sağlayan bilgiler var. Zübeyde Hanım’ın âilesi o çağa göre nâdir olan kadınların iyi eğitim aldıkları bir âile... Babasının adı Ömer... Zübeyde Hanım’ın annesinin, yâni Mustafa Kemâl’in anneannesinin adı Ayşe... Babasının, yâni Mustafa Kemâl’in büyükbabasının adı ise Feyzullah... Zübeyde Hanım'ın büyükannesi Emine, "molla"sıfatıyla kayıtlarda yer alıyor. Bu, dinî eğitim almış kadınlara verilen bir sıfat...Teyzesi Fatma da “Molla” olarak geçiyor...  Böyle bir âileden bir kadın geneleve düşer mi?.. 


Sonra MUSTAFA KEMÂL babasının ölümünden sonra bir dönem annesi ve iki kızkardeşiyle birlikte dayısının çalıştığı çiftliğine gitmiş... Bir kadının erkek kardeşi olacak,  bu kardeş  fâhişe kızkardeşinin üç çocuğuna  bakacak... O devirde kolay  kabul edilir şey mi?..  Çiftlik sâhibi olarak onca kişinin arasında nasıl buna râzı olmuş?.. Dayının adı Hüseyin Ağa... 


Kitaptaki belgelere göre 1875 yılından önce yapıldığı tespit edilen Atatürk'ün doğduğu  Pembe Ev’in ilk sâhibi, Ferhad oğlu İskender’dir... Evin üç el değiştirdikten sonra 1877 yılının Aralık ayında Hatice Zarife tarafından  52/72’lik hissesi Keresteci Ahmed oğlu Ali Rıza’ya satılır. Geri kalan hisseleri ise Mart 1878’de Feyzullah kızı Zübeyde alır. Kayıtlarda Zübeyde Hanım’ın eşinin adıyla değil de babasının adıyla geçmesinin sebebi evi satın aldıklarında belki evlenmemiş, belki nişanlı olmaları...  Ama 1878’de ev toplamda 13.500 kuruşa Ali Rıza Efendi  ve Zübeyde Hanım çiftinin olmuş.  3  yıl sonra 1881’de, bu evde Mustafa dünyâya gelecek ve 8 yıl bu evde yaşayacaktır.


Bu durumda, sahte mahkeme ilâmında yer alan "19 Haziran 1297’de (Milâdî 1 Temmuz 1881) umumhânemize dühul edip, Yenişehirli Abduş isminde bir kabadayı ile anlaşıp, 11 Nisan 1298’de (Milâîi 23 Nisan 1882) umumhânemizden huruc etmiştir" ifâdesinin uydurma olduğu ortaya çıkar!...  O târihlerde Zübeyde Hanım Ali Rıza Efendi ile 3-4 senedir evlidir. 


Sonra MUSTAFA KEMÂL askerî okula girdi...  Bir fahişenin oğlunu neden ve nasıl  askerî okula almışlar, nasıl daha sonra  kurmay subay yapmışlar?..  Mümkün mü?.. Bunun tahkikatı, soruşturması , seçmesi, elemesi yok mu?..  Başka örneği var mı?..  Enver Paşa, Talât Paşa, Cemal Paşa ve İttihat  ve Terakki'nin ileri gelenleri  bir fâhişenin oğlunu  aralarına  alırlar mıydı?.. Şehzade  Vahdettin bir fâhişenin oğlui  ile aynı trende Avrupa'ya seyyahate gider miydi?.. Hânedân'ın yanında görev alanlar için bir tahkikat, soruşturma, seçme, eleme yok mu?.. Yine  Sultan Vahdettin, bir fâhişenin oğlunu "fahrî yâver" olarak maiyetine nasıl aldı?..

 

Üstelik rahmetli Zübeyde Hanım,  Ali Rıza Efendi'den sonra bir kere daha evlenmişti... Kim  yaşlı ve çocuklu  bir fâhişenin  ikinci, hatta Abduş'u da sayarsak, üçüncü kocası olmayı kabul eder ki???    

 

İşin aslı şu ki, 1845 Askeri Okullar Kararnamesi'ne göre nesli belli çocukların kayıtlarının alınması  zorunluydu. Selânik mahkemesinin böyle bir  kararı olsa,  Devlet'in bunu bilmemesi gibi bir saçmalık düşünülebilir mi?

 

Deniyor ki, "MUSTAFA KEMÂL babasından hiç bahsetmezdi" .  Doğrudur...  Küçük yaşta kaybettiği için fazla bir şey hatırlamıyordu ki!.. 


Benim bir yakınım var.  Baba tarafını 5 nesil öteye götürebiliyor.  Ancak  anne tarafında "dedesinin Bursa'nın bir köyünden  Ali Çavuş adında biri olduğu ve Çanakkale'de şehit düştüğü"  dışında bir şey bilmiyor. Bu konuda hiç konuşmuyor, çünkü konuşacak bir şey yok.  Dedesi şehit düşünce, yetim kalan çocuklardan birisini  hayırsever bir zengin evlatlık almış, annesi böylece  bir yalıda büyümüş. Ama kadıncağız ne annesi, ne de babası hakkında isimlerinden başka hiçbir şey bilmiyor!..  Ülkemizde böyle milyonlarca insan var. Mustafa Kemâl'in durumu bundan farklı mı?

 

Öte yandan, ATATÜRK'ün çevresinde pek çok  çocukluk arkadaşı vardı. Bunların hemen hepsi subay  idi. Bir fâhişe ana ve  bir kabadayı babanın,  affedersiniz, "piç"  çocuğunun etrafında bulunan çocukların da o çevreden olması gerekmez mi?  Ee, Ali Fuat, Salih Bozok  da mı öyle?..


Tabii bu soruların   cevabı yok...  Bırakın cevabı, bu hususları aklına getiren bile yok,  iddia sâhipleri arasında!..


Kadir Mısıroğlu'nun bu tarz iddiaları neye dayanıyor?.. ATATÜRK'ün  Bakanı  Rıza Nur'un "Hayâtım ve Hâtıratım"  adlı kitabına...


Bir dönem Bakanlık dahi yapmış olan Rıza Nur, ATATÜRK'le sürtüştükten sonra yurt dışına çıkmış,  uzun  süre Mısır'da kalmış, 14 Ciltlik bir "Türk Târihi" yazmış, hâtıralarını kaleme aldığı  kitabını da 1935 yılında Londra’da bulunan British Museum’a “1960 yılına kadar yayınlanmamak kaydıyla” vermiştir.  1960 yılından sonra da kitabı yayınlayan  çıkmamıştır.  Çünkü yayınlanması hâlinde “ATATÜRK’e büyük iftiralar atan ve târihî olaylar ve gerçeklerle bağdaşmayan bu kitabın” büyük infial doğuracağı düşünülmüştür... Bunun için bir “deli kanlı!” veya bir "deli"  lâzımdır ve bulunur.  (Kadir Mısıroğlu kendi kişisel  sitesinde Bakırköy Akıl ve Ruh hastanesinde ve Cerrahpaşa Psikiyatri kliniğinde  yattığını belirtir.)  Kadir Mısıroğlu olayı kendi ifadesiyle şöyle anlatır: 


-  “1968 senesinde Cağaloğlu’ndaki Vilâyet Han’ın ahbâbım olan sâhibinin teşvikiyle
 Beyaz Saray’ı (işhanı) terk edip Cağaloğlu’na yerleştim. Burada diğer eserlerimi
 telif ederken elime Rıza Nur’un British Museum’a koyduğu hâtıralarının mikrofilmi geçti.

Onu hayâli 'Altındağ Yayınevi' adıyla yayınladım.”


Ne kadar basit değil mi?  Rıza Nur’un İngiltere’de olan hâtıratının mikrofilmi, nasıl olmuş, nereden gelmişse, bir anda Kadir Mısıroğlu’nun  eline geçmiş ve o da ‘ziyan olmasın, yayınlayıvereyim bâri’ demiş!.. Bu gerçek  ise, işe İngiliz ajanlarının karıştığı  muhakkak!.. 

 

Eğer öyle olduysa,   o bembeyaz, tertemiz, yepyeni  kâğıtta yeralan  "mahkeme ilâmı" yerine, Kadir Mısıroğlu, o mikrofilmlerin bir kaç sayfasını yayınlayıverseydi ya!.. Sık sık yaptığı  televizyon sohbetlerinde veya verdiği konferanslarda o mikrofilmleri olduğu gibi havaya kaldırıp gösterseydi ya!..  Hoş, mikrofilmde öyle birşey yazıyor  olsa bile, iftiradan öteye geçmez!.. Rıza Nur uydurmuştur!


Bizce kitapta Atatürk'e "Abduş" iftirası varsa, birisi buna belge uydurmuş, ortaya o sahte "mahkeme ilâmı" çıkmış!..


Biz deriz ki, Rıza Nur'un yazdıkları bir şekilde propoganda amacıyla Kadir Mısıroğlu'nu ulaştırılmış,  sonra  ATATÜRK'le ilgili kısımlar üzerinde oynamalar yapılmıştır.

Yapılmasa dahi,  Rıza Nur,  hâtıratında kendisinin afyonkeş, sapık ve çatlak olduğunu itiraf eden ifadeler kullanmıştır. Yani, onun şahıslar hakkında yazdıklarına  güvenilmez!


Can Dündar'ın  tartışmalı  "Mustafa"  filmi

https://www.youtube.com/watch?v=gSA1bVJgY6E

 

İkinci iftira Atatürk'ün dinsiz olduğudur.  ATATÜRK GERÇEĞİ  diye yayınlanan ve onu dinsiz gösteren vidyo:

                          https://www.youtube.com/watch?v=Lot15sORHJU

 

Burada kendi ağzından verilen  CHP  için söylediği "Bu prensipleri gökten indiği  sanılan kitapların dogmaları ile  asla bir tutmamalıdır. Biz, ilhamlarımızı, gökten ve gaibden değil, doğrudan doğruya hayattan almış bulunuyoruz” ifadesini, KUR'AN-I KERİM'i  reddettiği şeklinde yorumlayarak, onu dinsiz ilan ediyorlar. 

 

Murat Bardakçı hiç geri kalır mı?.. Bu ifadeye takılarak rahmetli ATATÜRK'ü  ateist  ilan ediyor. Hem de defalarca, bıktırırcasına, isyan ettirircesine  tekrarlıyarak: 

                               https://www.youtube.com/watch?v=tGs6d-LkDH0

 

ATATÜRK  ne dinsizdi, ne de  Allahsız (ateist)!..

 

Bir defa cümlede "kitaplar" ifadesi geçiyor.  Müslümanlar peygamberlere inen bütün  kitaplara inanır, ancak bir tek Kitap ile, KUR'AN hükümleri ile hareket ederler.   Bu cümlenin açıklaması,  rahmetli  MUSTAFA KEMÂL'in şu beyanatında yer alır:

 

 - "ALLAH, PEYGAMBERİMİZ vasıtasıyle en son hakayık-ı dinîye ve medenîyeyi verdikten sonra,
artık beşeriyetle bilvasıta temasta bulunmaya lüzum görmemiştir... İnsanlığın İDRAK derecesi,
aydınlanma ve olgunlaşması, her kulun doğrudan doğruya İLÂHΠ İLHAMLAR'la temas kabiliyetine
eriştiğini kabul buyurmuştur... Ve bu sebepledir ki, CENÂB-I PEYGAMBER HATEM-ÜL ENBİYA
(peygamberlerin sonuncusu ve incisi) olmuştur. Ve KİTAB'ı,  KİTÂB-I EKMEL'dir (Tam anlamıyla
olgunlaşmış, tamamlanmış kitap)!..

 

- "Biz, dine saygı gösteririz!.. Biz sadece din işlerini devlet ve millet işleriyle                                  karıştırmamaya çalışıyoruz... Kaste ve fiile dayanan taassupkâr  hareketlerden                      sakınıyoruz!.. Din  ve mezhep herkesin kendi vicdanına kalmış bir  iştir... Ve hiç bir zaman                                                    politikaya âlet  olarak kullanılamaz!.."

 

Görüldüğü gibi  ATATÜRK,   PEYGAMBERİMİZ'i ve  KUR'AN'ı övüyor...  O sözleri ile aslında; "ilâhî ilhamların herkesin gönlüne doğabileceğini,  kimsenin artık gökten ilham  alamıyacağını" belirtiyor. Hâlâ gökten ilham aldığını iddia eden, ve yazdıklarını kutsal kitap gibi gösterenleri, Said-i Nursî gibilerini  kastediyor!.. "O dönem, PEYGAMBERİMİZ'le ve KUR'AN'la bitti," diyor! 


Said-i Nursî dedik te, (aslı Said-i Kürdî'dir) aklımıza rahmetli MEHMET ÂKİF'in onun hakkında yazdığı şiir geldi. Vermeden geçemiyeceğiz.  "Fatih Kürsüsü'nde" adlı şiirinin,  "Vâiz Kürsüde" bölümündeki  sözleri:

 
Lisân-ı pâk-i Nebî’den yalanlar uyduruyor!
Sıkılmadan da "sevâb işledim" deyip duruyor!
Düşünmedin mi girerken şerîatin kanına?
Cinâyetin kalacak zanneder misin yanına?
Sevâb ümid ediyor ha! Deyin ki nâmerde:
"Sevâbı sen göreceksin huzûr-ı mahşerde!
Tepende gezdirecek ra’d-ı intikamını Hak,
Ki yıldırımları beyninde kaynayıp duracak!
Yakandan inmeyecek dest-i kahrı husrânın...
Nasıl iner ki, önünden kaçıp da nîrânın,
Civâr-ı nûr-ı nübüvvette mültecâ bulsan;
Bu türlü kurtuluş imkânı yok ya, kurtulsan!
Şu izdihâmın elinden -ki belki bir milyar
Nüfûs-ı hâsiredi-, kaçmak ihtimali mi var?
Bugün fesâdına kurban olan zavallıların
Vebâli boynuna yüklenmesin mi yoksa, yarın?
Kolay mı ümmeti idlâl edip, sefîl etmek?
Kolay mı dîni hurâfât içinde inletmek?
Niçin Kitâb-ı  İlâhî’yi pâyimâl ettin?
Niçin şerîati murdâr elinle kirlettin?
Çıkıp tepinmeye yok muydu başka bir sâha?
Nedir bu salladığın çifte, Kâbetullâh’a?
Herif! Şu millet-i mâsûmeden ne isterdin,
Ki doğru yol diye tuttun, dalâli gösterdin!"

 

Bu lâflar  Said-i Kürdî'nin peşine takılan uyduruk şeyhler câhil  müritler ve sapkın cemaatlere de hitaptır. Tabii anlayana!...


Türkiye de dâhil,  bütün müslüman ülkelerde mollalar "kadınların okula gidemiyeceği"ni, "peçe takması gerektiği"ni, "çalışamıyacağı"nı, "içki içenin öldürüleceği"ni,   RECM'i "şeriat" olarak açıklamışlar, yazdıkları kitaplarda bu zırvaları  yaymışlardır!.. Sadece Taliban, El Kaide, İŞID, Müslüman Kardeşler gibi terörist örgütler değil; Vehhabîler, Selefîler, çoğu câmi imamı, tarikat  şeyhi de böyle konuşur. KUR'AN okumasını öğrenip te, KUR'AN'ın meâlini öğrenmeyen öğrenciler de bunları doğru sayarlar.


Bu hükümlerin HİÇBİRİ KUR'AN'DA YOKTUR!.. Tam tersine, KUR'AN'da olmayan şeyi varmış gibi gösterenlerin ağır şekilde kınandığı âyetler vardır!  Halbuki bu kişiler kendi iddialarını KUR'AN'danmış gbi, yani gökten inmiş gibi gösterirler.  Rahmetli ATATÜRK'ün  itirazı, işte bu saçmalıkların yazıldığı  "kitaplar"adır!

 

Bu kişilere "şeriatçı, dinci"  denmesi dahi son derece yanlıştır. Bunlar YOBAZ'dır. Bizde 1950'lerde ortaya çıkan

Ticânî tarikatı mensuplarına benzerler... KUR'AN'da bu çeşit kişilere "dinde aşırıya gidenler" denir, din için büyük tehlike olarak gösterilir.


- "De ki: Allah hakkında yalan uyduranlar asla kurtuluşa eremezler!"
(Yunus Sûresi,  69. ayet)


Peki, CHP'nin MUSTAFA KEMÂL tarafından tesbit edilmiş prensiplerinin temeli neymiş, acaba onu dinsizlikle itham edenler biliyorlar mı?..

 

- "Hükûmetin nasıl olması mevzuubahis olabilir... Dinin esaslarında sadece idarenin ne gibi noktaları
ihtiva etmesi lâzım geleceği musarrahtır: ADALET... MEŞVERET... ULULEMRE İTAAT!.. Bizim hükûmetimiz 
tamamen bu esasları  ihtiva ediyor!.. " (16 Ocak 1923)

 

Eğer İsmet Paşa ile birlikte CHP'nin bu özelliği kaybolup,  bugünlere geldiyse, kabahat  ATATÜRK'te mi?

 

Din düşmanı olduğu iddiası:

                           https://www.youtube.com/watch?v=Y1i-ih_IkA8

 

Rahmetli  MUSTAFA KEMÂL ATATÜRK'ün  Peygamber sevdâlısı olduğunu, dünyada onca müslüman dururken, bir tek onun Vehhabî Suudîler'in Hazret-i  MUHAMMED'in  mezarının yıkılmasına tepki koyduğunu, bir telgraf ile yıkımı önlediğini "Mezar" sayfamızda  teferruatıyla anlattık. 


                         https://www.angelfire.com/mn/atakam/ndex/mezar.html

 

Ama iş bu  kadarla da kalmaz!..  Rahmetli ATATÜRK, yüce ve kutsal kitabımız KUR'AN-I KERİM'i   Türkçe olarak  tercüme  ve tefsir ettirerek halkına sunmuştur.  Bu konudaki hizmetin büyüklüğünü,  müellif ELMALILI HAMDİ YAZIR,   "HAK DİNİ, KUR'AN DİLİ" adlı eserinin başında  şöyle dile getirir:

 

"Memleketimizde "KUR'AN-I KERİM  Tercümesi" adıyla  böyle bâzı yayınlar görüldü. Öyle ki, içlerinde

ASLINDAN  DEĞİL de, YABANCI  tercümanlardan tercüme edilenler  bulundu.  Gerçi bunu yapanların

maksatlarının ne olduğunu ALLAH bilir. Ancak görünüşe göre, en büyük etken, duyulan bir ihtiyâcı

vesile edinerek bâzı kitapçıların ticâret sevdâsına düşmüş olmalarıdır.  Bu da bilerek  veya bilmeyerek

"Hem onları helâke düşürmek, hem de kendi aleyhlerinde  dinlerini karmakarışık kılmak"

(En'am Sûresi, 137. âyet) vâdisinde yürümek oluyordu."

- " Buna karşı Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafıından Diyânet İşleri Başkanlığı'na bir görev yüklenmişti.  Bunun üzerine, bir iltifat eseri olarak, benden bir tefsir  ve tercüme yazmam istendi. Ben öncelikle  işin başında özür beyân ettim. Çünkü KUR'AN-I KERİM'in hiçbir dile hakkıyla tercümesinin mümkün olmadığını bilmezlerden değildim. Fakat durumun gösterdiği lüzum  üzerine, mümkün olduğu kadar bir tefsir yazmaya çalışmam, ve buna bir özet olarak  meal koymam için ıısrar edildi."

- "Bunu reddetmek uygun olmazdı. Bilâkis, 'Onu mutlaka insanlara açıklayacaksınız.'

l-i İmran Sûresi, 187. âyet) ifâdesinin anlamı gereğince,  bu bir görevdi."

- "Kalemim kırılmış, mürekkebim  tükenmiş iken, ALLAH'ın yardımına sığınarak,bağışlanmaya

ve rahmete sebep olmasını ümit ederek Tefsir'e başladım."

- "CENÂB-I HAK  rızâsına yakın etsin, ve güzelce tamamlanmasıyla takdire kavuştursun! (Amin!)"

(Sâdeleştirilmiştir)

 

ELMALILI HAMDİ YAZIR'ın bu muhteşem TERCÜME ve TEFSİR'i, piyasada 9 cilt halinde bulunmaktadır. Ayrıca eski Diyânet İşleri Başkanı Prof. Dr. Süleyman Ateş'in  6 ciltlik TERCÜME ve TEFSİR'i ile, Prof. Dr. Bayraktar Bayraklı'nın 22 ciltlik TERCÜME ve TEFSİR'ini de tavsiye ederiz.

 

Arkasından HADİSLER'in tercümesi gelmiştir.  MUHAMMED BUHÂRÎ'nin  meşhur  eseri SAHİH-İ BUHÂRÎ'nin tekrarlar çıkartılmış hâli olan TECRİD-İ SARİH'in tercümesini üstlenen  Dârülfünûn  müderrislerinden (üniversite  profesörü) AHMET NÂİM BEY, 13 ciltlik  eserinin başında şöyle der: 

 

- "Diyânet İşleri Riyâseti -Büyük Millet Meclisi'nin müttehaz bir karârı infâzen- ZEBİDÎ'nin

bu muhtasarını Türkçe'ye tercüme etmek vazifesini râkimü'l-hurûfa emretti." 

- "Hadd-i tâkatımı   qek ziyâde tecâvüz eden bu hizmet-i mebrûrenin uhdesindn gelmek

güç olduğunu bile bile mahz-ı  tevfikât-ı ilâhiyeye  itimâden bu emri yerin getirmeğe çalışıyorum. "

- "Maksad âleme, hatta kendime  iş beğendirmek değil, Ümmet-i Muhammediyye'ye hizmet olduğundan, benim vazifem karınca kaderince mısdâkına tevfik-ı hareketle, aklımın erdiği, gücümün yettiği kadar ve az-çok  müfid olabilmek için lütuf ve inâyet-i Bâri'den meded-hâh olmaktır. "

 

Bitmedi!.. KUR'AN ve HADİSLER'in  Müslüman Türkler'e Türkçe olarak ulaştırılmasından sonra, geriye Arapça irad edilen HUTBELER  kalmıştı.  Rahmetli MUSTAFA KEMÂL  o meseleyi de çözer:

 

- "Hutbeden maksat, ahâlinin  tenvir ve irşadıdır. Başka şey değildir.  100, 200, 1000 sene evvelki
hutbeleri okumak, insanları cehl ve gaflet içinde bırakmak demektir... Hutebâtın her halde n$asın
kullandığı lisanda görüşmesi elzemdir. "

- "Geçen sene Millet Meclisi'nde irad ettiğim bir nutukta demiştim ki:

- 'Minberler halkın dimağları, vicdanları için birer menbâ-ı feyz,  bir menbâ-ı nur olmuştur.'

Böyle olabilmek için minberlerden aksedecek sözlerin bilinmesi ve anlaşılması ve hakayık-ı fenniye
ve ilmiyeye  mutabık olması lâzımdır... Hüteba-yı kirâmın ahval-i siyâsiye, ahâl-i içtimâiye ve
medeniyeyi  her gün takip etmeleri zarurudir!  Bunlar bilinmediği takdirde halka yanlış telkinat
verilmiş olur. Binaenaleyh hutbeler tamamen TÜRKÇE  ve icabât-ı zamana  muvâfık olmalıdır
ve olacaktır. " (7 Şubat 1923, Zağanos Paşa Camii Minberi, Balıkesir)

 

İlk Türkçe hutbe  İstanbul'da,  Süleymaniye câmiinde okunmuştur. Daha sonra ATATÜRK ilk Diyânet İşleri Reisi 
Rıfat Börekçi gözetiminde  50 konuyu içeren hutbeler yazdırmıştır.

 

Yine bitmedi... Coğunluğu câhil bir halkın gençlerini nasıl eğitirsin?.. Asker ocağında eğitim bugün dahi  önemini kaybetmemiştir. Bunu gayet iyi bilen rahmetli MUSTAFA KEMÂL, 1925 yılında din âlimi Ahmet Hamdi Akseki'ye "ASKERİN DİN KİTABI"nı yazdırmış, bu kitap 1941  yılına, yâni  İsmet Paşa zamanında  kaldırılıncaya kadar bütün askerlere okutulmuştur.

 

Askerin Din Kitabı - Konular, Bölümler:


http://www.kamugazetesi.com/haber/askere-din-kitabi-tiklayin-okuyun-inceleyin-indirin-12547.html

 

ATATÜRK döneminde din konusunda yapılan hatâlar yok mudur?.. Elbette vardır. Yağcılık ve yavşaklıkta eşsiz olan çevresi onun "vur" dediğini "öldür" mertebesine getirmiş, ezanın Türkçeleştirilmesi, bâzı câmilerin satılması, 
târih kitaplarına  saçma sapan ifadeler konulması, Ayasofya'nın Fâtih'in vakfiyesine rağmen  müzeye çevrilmesi
ya o ikna edilerek, ya da yalan dolanla, hatta Ayasofya kararnâmesindeki gibi sahte imzayla gerçekleştirlmiştir.

 

Ayasofya Kararnâmesi'nde ATATÜRK'ün imzası  sahte :


http://www.milliyet.com.tr/ayasofya-sahte-ataturk-imzasiyla/gundem/detay/1796961/default.htm

 

Yanlışların bir kısmı bugüne dahi uzanmaktadır.  Ama bunlar onun müslümanlığna, Peygamber ve Kur'an sevgisine halel getirmez.

 

Dinsizlikle itham edilen,  rahmetli MUSTAFA KEMÂL ATATÜRK, Bektâşî idi.  O yüzden Bektâşiler ve Aleviler onu  çok severler.  Mutaassıp sünniler ise onun içkili, kadınlı davranışlarına dinsizliğine yorarlar.  Halbuki rahmetli ATATÜRK,  Ramazan'da  içkiyi bırakır, oruç tutan  misafirlerine özel ilgi gösterirdi. Ramazan ve kandil gecelerinde saz, söz âlemi yapılmazdı. Oruçlu olduğu anlarda iftara başlarken dua ederdi. Câmilerde her yıl bütün şehitlerin ruhuna hatimler ikram ederdi.  Hafızlara "Arkadaşlar, sizden çok memnunum.  Okuduğunuz KUR'AN'ın TÜRKÇE  mânâlarını da halka anlatınız  Türkiye  Cumhuriyeti için de dualar ediniz," derdi.

 

1932 Yılında Kadir Gecesi'nde Ayasofya camiinde okunan KUR'AN-I KERİM  ve mevlûdün radyo ile yayınlanması çok etkili olmuş, İslâm âlemi, önceleri buna  karşı iken, sonradan bu işi onlar yapmaya başlamışlardır. Mânevî kızı Nebile  Hanım'a göre  sabah ezanı  rahmetli ATATÜRK'ün  gözlerinden yaşlar akıtırdı. "Ben, Yasin sûresini çok okurum," derdi. 

 

ATATÜRK'ü  dinsiz ilan ederken en çok başvurulan ifadesi  şöyledir:


- " Arap oğlunun yavelerini Türk oğullarına öğretmek için Kur’an’ı Türkçeye tercüme ettireceğim
ve böylece de okutturacağım! Ta ki, budalalık edip de aldanmakta devam etmesinler!”

 

Buradaki "Arapoğlu" ,  hâşâ, Peygamberimiz MUHAMMED MUSTAFA  (S.A.V.) oluyor, "yâveler" de KUR'AN ÂYETLERİ  oluyor... muş!  Böylece ATATÜRK hem PEYGAMBERİMİZ'e, hem de  KUR'AN-I KERİM'e hakaret etmiş  oluyor... muş! 

Halbuki onun kastettiği, Peygamber'den sonra pek çoğu Araplar tarafından yazılmış, uydurma hadisler, fıkıh kitapları idi!.. Prof. Dr. Faruk Beşer çok gerçekçi bir ifâde ile "Din üzerine yazılmış kitapların % 90'ı yanlıştır," der!.. 


ATATÜRK'ün,  Peygamberimiz MUHAMMED MUSTAFA'ya nasıl hayranlıkla baktığını  aşağıdaki anekdottan anlıyoruz. 


 ATATÜRK, Şemsettin Günaltay'ı masanın başına çağırıp eliyle Bedir Savaşı'nı gösteren haritayı işaret ederek,  heyecan ve duygu yüklü bir şekilde şu sözleri söylemiştir:


- " Onun HAK PEYGAMBER olduğundan şüphe edenler, şu haritaya baksınlar ve
Bedir destanını okusunlar."

- "HAZRET-İ MUHAMMED'in  bir avuç imanlı Müslüman'la mahşer gibi kalabalık ve
alabildiğine zengin Kureyş ordusuna karşı Bedir meydan muhrebesinde kazandığı zafer,
ni insanların kârı değildir!"

- "Onun peygamberliğinin  en kuvvetli delili,  işte bu savaştır!"
(Kaynak: Atatürk'ün Kur'an Kültürü; Yrd. Doç. Dr. Abdurrahman Kasapoğlu, sf. 276-277 )

 

ATATÜRK'’ün, hilâfeti kaldırması,  birer asker kaçağı yuvası halini alan medreseleri kapatmasını dinsizlik diye yorumlayanlardan  münevver geçinen tanınmış biri zat, 1930 yılında  İSLÂMİYET ve HAZRET-İ MUHAMMED (s.a.v.)  aleyhine yazılan bir eseri Türkçe'ye tercüme edip, kendisinin  mütalâasına arz etmişti. 

 

ATATÜRK, bu esere şöyle bir göz gezdirdikten sonra, hemen Şemseddin Günaltay’ın Erenköy'deki köşküne telefon ettirerek kendisini acele yanına dâvet etmiş ve mâhut tercümeyi göstererek:

 

-  "Hocam, şu kitabı gördün mü, bu babta ne dersin?"

 

diye sorması üzerine, ne cevap vereceğini şaşıran üstat da, bir an için ATATÜRK’ün dinî akidesi hakkında tereddüde düşmüş: "Acaba kitap hakkında hakikî kanaati nedir? Nasıl bir cevap verebilirim?" diye düşünmüş, ve nihayet:

 

—  "Paşam, bir kaç gün müsaade buyurunuz da, tetkik edeyim,"

 

 deyip evine dönmüştü.

 

Üstâdın cevabını sabırsızlıkla bekleyen ATATÜRK, günün birinde acele bir emirle, hocayı  tekrar çağırdı.

Gerisini hocanın ağzından dinleyelim:

 

Ben içeri girince, başını kaldırıp sordu:

 

-  "Kitabı tetkik ettiniz mi, fikriniz nedir?"

 

 dedi. Artık tereddüde lûzum ve imkân kalmamıştı, "ne olursa olsun" dedim ve tercümeyi ATA'nın önüne koyarak:

 

- " Ele alınacak şey değil, bir facia, paşam,"

 

diye cevap vermeğe kalmadan  ATATÜRK yerinden fırlayıp parladı ve Hoca'ya dönerek:

 

-  "Bu paçavrayı toplatın ve tercümeyi yapan (…) beyi de Devlet hizmetinde  kullanılmamak üzere Hükûmet Kapısı'ndan uzaklaştırın!"

 

diye emretti.  Sonra  Uhud Savaşı'nın planını çizdikten sonra Başvekil  İnönü'ye  dönerek şöyle dedi:  

 

- "Bir komutan olarak bak bakalım, bundan daha mükemmel bir savaş yapabilir miydin?"

-  "HAZRET-İ . MUHAMMED’i bana, cezbeye tutulmuş sönük bir derviş gibi tanıttırmak                          gayretine  kapılan bu gibi câhil adamlar, onun yüksek şahsiyetini ve başarılarını asla kavrayamamışlardır!"

- Cezbeye tutulmuş bir derviş, Uhud Muharebesi´nde en büyük bir  komutanın                                yapabileceği bir planı nasıl düşünür  ve tatbik edebilir?"

-  "Tarih, hakikatleri tahrif eden bir sanat değil, belirten bir ilim olmalıdır."

- "Bu küçük harpte bile askerî dehâsı kadar siyasî görüşü ile de yükselen bir                                              insanı, cezbeli  bir derviş gibi tasvire yeltenen câhil serseriler, bizim tarih                                             çalışmamıza  katılamazlar.”

 

Yıl 1930...  Yani, bazılarının iddia ettiği gibi, MUSTAFA KEMÂL, Millî Mücadele sırasında takiye yapıp dindar görünmüş,  sonra ATATÜRK  olunca dine karşı  çıkmış falan değil!.. Olduğu gibi inancını ortaya koymuş!
 

Belirttiğimiz gibi, rahmetli ATATÜRK, Bektâşi idi... Her Bektaşi mizaçlı insan gibi, yobazlara ve dini istismar edenlere   kızdığı zaman bâzen dine, bâzen ALLAH'a serzenişte bulunurdu.  Ama bu onun imanına, müslümanlığına halel getirmezdi.

 

 Nasrettin Hoca'nın  gaz çıkarıp "Al abdestini, ver pabucumu!" demesi nasıl dine hakaret  sayılmıyorsa,

hırpâni kılıklı Bektâşi'nin  "Hey ALLAH'ım!.. Bir Mehmet Ali Paşa'nın kuluna, bir de Senin kuluna bak.

Bak ta utan!"  deyişindeki sitemi anlıyorsak, MUSTAFA KEMÂL ATATÜRK'ün din aleyhinde görünen sözlerini öyle değerlendirmek gerekir. 


Bektâşi fıkraları:


http://www.turkleronline.net/fikralar/bektasi_fikralari/betasi_fikralari_sayfa3.htm

 

https://eksisozluk.com/bektasi-fikralari--1082333?p=2

 

Bir hususu daha belirtip bu bahsi kapatalım...  Atatürk, 1918'de Osmanlı'nın  çekilmesinden sonra  Filistin’de yaşanan işgal ve zulüm  üzerine,  İngiliz ve Yahudi otoriteleri sert sözlerle uyardığı şeklinde bir haber, Hindistan’da yayınlanan, 27 Temmuz 1937 tarihinde, “Bombay Chronicle” gazetesinde,  şöyle yer alıyor:


                                                         "FİLİSTİN'E EL SÜRÜLEMEZ!"              
- “Arapların arasında mevcut olan karışıklığı ve hoşnutsuzluğu kimse bizim kadar bilemez."

- "Biz, vakıa birkaç sene Araplar'dan uzak kaldık, fakat şimdi kendimize kâfi derecede güvenip
ve kudretimizi bildiğimiz için, İslâmiyet’in mukaddes yerlerinin, Museviler'in ve Hıristiyanlar'ın
nüfuzu altına girmesine mâni  olacağız. Binaenaleyh şunu söylemek istiyoruz ki, buraların
Avrupa emperyalizminin oyun sahası olmasına müsaade etmeyeceğiz.”


                     “PEYGAMBER’İN SON ARZUSU İÇİN KANLARIMIZI DÖKMEYE HAZIRIZ!"
- “Biz şimdiye kadar dinsiz ve İslâmiyet’e lâkayt olmakla itham edildik. Fakat bu ithamlara rağmen
Peygamber’in son arzusu, yani mukaddes toprakların dâima İslâmiyet hâkimiyetinde kalmasını
temin için, hemen bugün kanlarımızı dökmeye hazırız. Cedlerimizin Selâhaddin-i Eyyûbî idaresi
altında, uğrunda Hıristiyanlar'la mücadele ettikleri toprakların, yabancı hâkimiyeti ve nüfuzu
altında bulunmasına müsaade etmeyeceğimizi beyan edecek kadar bugün, -Allah’ın inayetiyle-
kuvvetliyiz.”

 

Bu konuda da çeşitli iddialar var... Yok, bu konuşma Meclis'te yapılmış,  ama o tarihte Meclis tatilde imiş.... Yok, ilk defa Hâkimiyet-i Milliye gazetesinde yayınlanmış, ama hangi nüshası olduğu belirtilmemiş. O yüzden "asparagas" haber imiş!.. 


Varsın, asparagas olsun!..

Önemli olan, böyle bir yazı İngilizce neşredilen  Bombay Chronicle gazetesinde yayınlanmış mı, yayınlanmamış mı?..

Yayınlanmışsa, tarihe geçmiş demektir!..  Yayınlandıysa, Hint müslümanları Filistin'i kurtaracak kişinin MUSTAFA KEMÂL ATATÜRK  olduğu inancını dünyaya  duyurmuşlardır.  Yayınlandığı da, tercümesinin Dâhiliye Vekili Şükrü  Kaya Bey'in imzasıyla, "T.C. Dâhiliye  Vekâleti, Matbuat Umum Müdürlüğü" antetli bir evrak ve kayıt numarası, 5476/7/1/K7  ile Başvekâlet Yüksek  Makamı'na sevk edilmiş olmasından  anlaşılmaktadır.  

 

Velhâsıl-ı kelâm, dinsizlik ne kelime, Rahmetli MUSTAFA KEMÂL ATATÜRK'ün  İslâm üzerine kullandığı  müsbet ifadeler,  müslüman lider sayılan  Erbakan'dan da, Erdoğan'dan da daha fazla ve  daha tutarlıdır. 


Bir başka iddia da MUSTAFA KEMÂL ATATÜRK ile MEHMET ÂKİF ERSOY'un arasının bozuk olduğudur.

Fikir ayrılıkları elbette vardır. Hangi iki insanın fikirleri, düşünceleri  tıpatıp birbirine denktir ki???  Ancak söylenenler, yazılanlar sâdece MUSTAFA KEMÂL ATATÜRK'e değil,  MEHMET ÂKİF  için de birer iftiradır.


Meselâ, MUSTAFA KEMÂL'in  halkın tepkisini  önlemek için  MEHMET ÂKİF'ten Saltanat ve Hilâfet'i  yeren ve yanlışlığını gösteren  bir şiir yazmasını istediği, buna karşılık MEHMET ÂKİF'in şu şiiri yazdığı söylenir:

Zulmü alkışlayamam, zâlimi asla sevemem;
Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem!
Biri ecdâdıma saldırdı mı, hatta boğarım!…
-Boğamazsın ki!
                   -Hiç olmazsa yanımdan kovarım!
Üç buçuk soysuzun ardından zağarlık yapamam;
Hele hak nâmına haksızlığa ölsem tapamam.
Doğduğumdan beridir, âşığım istiklâle;
Bana hiç tasmalık etmiş değil altın lâle!
Yumuşak başlı isem, kim dedi, uysal koyunum?
Kesilir belki, fakat çekmeye gelmez boyunum!
Kanayan bir yara gördüm mü yanar tâ ciğerim,
Onu dindirmek için kamçı yerim, çifte yerim!
"Adam, aldırma da geç git," diyemem, aldırırım.
Çiğnerim, çiğnenirim, hakkı tutar kaldırırım!
Zâlimin hasmıyım amma. severim mazlumu…
İrticanın şu sizin lehçede ma’nâsı bu mu?


Doğru olabilir, farketmez!..  "İki arslan bir konuda anlaşamamış," der,  geçeriz.


Yine TÜRK  musikîsini  ağır ve uyuşturucu bulduğu için bir dönem MUSTAFA KEMÂL'in  radyodan yayınlatmaması üzerine MEHMET ÂKİF'in söylediği  belirtilen  bir beyit vardır:


Ne musikîmize girmiş uyuşturur negamet
Ne şiirimizden olur târumar fikr-i hayat


Olabilir... Bu da  musikî ve dîvan şiiri konusunda anlaşamıyorlar, demektir.


Esas iddia, MEHMET ÂKİF'in  devrimler ve  bilhassa şapka  devrimi üzerine  çekip Mısır'a gittiği ve ölünceye kadar orda  ve MUSTAFA KEMÂL'e küs kaldığıdır.


Şapka konusunda biz de ortalıkta bir "devrim" görmüyoruz.  Şu anda hiç şapka giyen yok. Üstelik o dönemde TÜRKLER'e en yakışan başlık  KALPAK  idi. Hem de bizim Orta Asya ile  rabıtamızı kurmaktaydı.  MEHMET ÂKİF  bunun için Mısır'a gitmiş olabilir, ama anlatılanın gerisi doğru değildir.

MEHMET ÂKİF, ilk olarak 1923 yılında, Abbas Hilmi Paşa'yla Mısır'a giderek 7 ay kalmıştır.  Buna "Saltanat'ın kaldırılmasından dolayı  gitti" denebilir ama,  1924 yılında Türkiye'ye geri dönmüştür.

MEHMET ÂKİF 1924 yılının sonunda ikinci kez Mısır'a gitmiştir. Buna da "Hilâfet'in kaldırılmasından dolayı gitti" denebilir  ama,  1925 Mayıs'ında bir kere daha Türkiye'ye dönmüştür.


MEHMET ÂKİF, 1925 yılı, Eylül ayında Şapka Devrimi'ne karşı olduğu için değil, MUSTAFA KEMÂL'İn ve TBMM'nin kendisine verdiği "KUR'AN'ı TÜRKÇE'ye  tercüme"  görevini rahat bir şekilde yerine getirmek için Mısır'a gitmiştir.

MEHMET ÂKİF'in, tercümeyi  "noksan yaptığı, tam karşılığını veremediği"  düşüncesine kapılarak yaktığı söylenir... Çünkü  MEHMET ÂKİF  Kuran'ın sadece ölüler için okunan bir kitap olmadığını iyi bilenlerdendi:

Açarız nazm-ı celilin, bakarız yaprağına
Yahut üfler geçeriz, ölünün toprağına
İnmemiştir hele KUR'AN, bunu hakkıyla bilin!
Ne mezarlıkta okunmak, ne de fal bakmak için!

MEHMET ÂKİF, KUR'AN  tercümesini hakkıyla yapamıyacığını düşünse de;  MUSTAFA KEMÂL,  ÂKİF'in  bu görevin üstesinden geleceğine hep inanmıştır. Bu nedenle de ÂKİF'in  KUR'AN tercümesinin izini sürmüştür. Tercümeyi bulup getirmesi  için Mısır'a adam göndertmiştir.  Kâzım Taşkent'in tercümeyi bulmak için Mısır'a gönderdiği adam,  ÂKİF'in tercümeyi emânet ettiği Mısırlı'yı bulmuş, ancak Mısırlı  onu  yaktığını söylemiştir.


Bunun üzerine MUSTAFA KEMÂL ATATÜRK bu sefer de gazeteci Hakkı Tarık Us'u, MEHMET ÂKİF'le görüşmeye göndermiştir. Hakkı Tarık Us, ÂKİF'e gidip, "ATATÜRK'ün tercümeyi istediğini" söyleyince, ÂKİF, "yaptığı tercümeleri Mısır'da birisine verdiğini, onun da başka birine verdiğini, ancak zaten yaptığı tercümeyi beğenmediğini, hasta olduğunu, eğer iyileşirse yeniden  bir cüz yaparak onu ATATÜRK'e takdim edeceğini, ATATÜRK beğenirse tercümeye devam edeceğini" belirtmiştir. Hakkı Tarık Us, bütün ısrarlarına rağmen mevcut tercümenin nerde ve kimde olduğunu öğrenememiştir.


Asaf İlbay bu konuda ATATÜRK'ün şöyle dediğini aktarmıştır:

- "Şâir ÂKİF'e Kuran tercüme edilmesi vazifesi verildiği

ve kendisine 10.000 lira gönderilmiş olduğu halde,
bugün-yarın diye işi uzatmakta ve nihayet tercümeyi
 gûya meçhul bir adrese göndermiş olduğu cevabını vermektedir."

ATATÜRK bu sitemine, belki de kızgınlığına rağmen,  âdeta bıkıp usanmadan ÂKİF'ten tercümeyi istemiş ve her şeye rağmen ÂKİF'in 1936 yılına kadar tercümeyi bitirip kendisine teslim edeceğini düşünmüştür.  Ancak bu beklentisi sonuçsuz kalmıştır. Bu durum ATATÜRK'ün ÂKİF'e kırılmasına  neden olmuştur.

 

MEHMET ÂKİF,  "TÜRKÇE ezan ve ibâdetİ hayata geçirme" projesini öğrenince, kendi çalışmasının  bu projede kullanılmasından çekinerek.  1932’de mukaveleyi fesh etti ve   kendisine verilmiş olan parayı da iâde etti.  Bunun üzerine  Diyanet İşleri Başkanlığı  tefsir  işini  üstlenmiş olan Elmalılı Hamdi Efendi'ye tercüme görevini de verdi.  MEHMET  ÂKİF, kendi yazdıklarını dostu Yozgatlı İhsan Efendi'ye (Ekmeleddin  İhsanoğlu'nun babası)  teslim etti ve ölür de kendi gelmezse, yakmasını nasihat etti. 


MEHMET ÂKİF, Mısır yıllarında KUR'AN tercümesinin yanısıra TÜRKÇE dersleri vermekle meşgul oldu. Kahire'deki “Câmiat-ül Mısriyye" adlı üniversitede  TÜRK  Dili ve Edebiyatı dersleri verdi. (1925-1936)  Sigara içmez, içki kullanmazdı ama, siroz hastalığına tutulunca hava değişikliği iyi gelir düşüncesiyle önce Lübnan'a, sonra Antakya’ya gitt,i  fakat fazla faydasını görmedi.  Mısır'a hasta olarak döndü.  17 Haziran 1936’da tedavi için İstanbul’a geldi. Bir süre hastanede yattı.


Gazeteci Hakkı Tarık Us, MEHMET ÂKİF'i hastanede ziyaret etmiş. KUR'AN tercümesinden söz açılınca,

"ATATÜRK’ün bu tercümeyi  merak ettiğini, ortaya çıkarılması halinde çok mutlu olacağını" söylemiştir. AKİF,  "o tercümenin kaybolduğunu, zaten onu  beğenmediğini, sağlığına kavuşunca yenisini yapmaya çalışacağını"  belirtmiştir. Yani, ATATÜRK'le ÂKİF  arasında iddia edildiği gibi bir sürtüşme yoktur.  MEHMET ÂKİF bu  arada şunları da eklemiştir sözlerine:


- “Ben yemin etmem. Fakat işte yemin ediyorum:

Millî Mücadele'de ATATÜRK’ün yanında  bulundum, kendisini yakından tanıdım.
Vallah-ül azîm, eğer ATATÜRK olmasaydı, bu zafer kazanılamazdı.”


MEHMET ÂKİF'e 1 Haziran 1936 tarihi itibarı ile 478 lira 20 kuruş emekli maaşı  bağlanmıştır. Bu maaş 1936 yılı Ekim ayından itibâren ödenmeye başlanmış,  toplu olarak 2976 lira almıştır. Emekli cüzdanının son sayfasında ise “600 lira  borç” ibâresi yazılıdır.  Bu borç düştükten sonra, kalan kısım ailesine verilmiş  ve MEHMET ÂKİF  bundan iki ay sonra, 27 Aralık 1936 tarihinde Mısır Apartmanı'nda vefat etmiştir.  


Bir tâlihsizlik eseri vefâtında yanında pek fazla insan  bulunmamış,  vefâtı ertesi günkü  gazetelerde yer almasına rağmen, cenâze namazına  Devlet erkânından kimse katılmamış, cenâzeyi  tesâdüfen farkeden  gençler  ağlamaya başlamış,  tabutun üzerine   Kâbe örtüsü örterek, nâşını TÜRK bayrağına sararak omuzlarda taşımış, rahmetli  muhteşem bir kalabalıkla  toprağa verilmiştir. 


https://cubuklukoyu.wordpress.com/tarih-kosesi/istiklal-marsi-ve-mehmet-akif-ersoyun-cenazesi/


Softalarca ve sahte Atatürkçüler'ce  "ATATÜRK  düşmanı,  Cumhuriyet düşmanı, devrim düşmanı" diye  nitelenen  MEHMET ÂKİF, 1936 yılında  Mısır'dan Türkiye'ye döndüğünde  Atatürk hakkında aynen şunları söylemiştir:

 

- "Mısır'da onbir yıl kaldım. Fakat onbir saat daha kalsaydım artık çıldırırdım.
Sana hâlisâne  bir fikrimi söyleyeyim mi? 
İnsanlık da TÜRKİYE'de,  milliyetçilik de TÜRKİYE'de,
Müslümanlık da TÜRKİYE'de, hürriyetçilik de TÜRKİYE'de!..
Eğer varsa,
ALLAH BENİM ÖMRÜMDEN ALIP MUSTAFA KEMÂL'E VERSİN!"

 

Tıpkı rahmetli MUSTAFA KEMÂL'in Vehhabî  Suud  Krallığı'nın  Peygamber'in mezarını yıkmaya kalktıklarında çektiği telgrafı  "efsâne" saydıkları gibi,   MEHMET ÂKİF merhumun bu sözüne de "uydurma" derler...   Büyük tarihçi !Muhittin Nalbantoğlu ise  bu iddiayı şöyle cevaplar: 


- "Ben , l963 yılında Âkif’ten Mektuplar’ı yayımladım."

- "O kitapta Âkif’in o sözlerini Midhat Cemâl Kuntay’a yazdığı bir mektupta göreceksiniz."

- "Daha sonra aynı mektubu Kurultay ve Yeniçağ gazetelerinde de yayınladım.

'Böyle bir mektup yok' diyen şimdikilere ne oluyor?"

- "Rahmetli Âkif’in aynı mealde bir mektubu da Neyzen Tevfik’in ağabeyi Şefik Kolaylı’ya da
yazdığını da biliyorum." 


        http://www.yenicaggazetesi.com.tr/ataturkun-cuma-namazlari-15836yy.htm


Rahmetli ÂKİF  bu sözü dediğinde muhtemelen  iki yıl kadar bir ömrü kalmıştı. Kimbilir, belki duası kabul olmuş, kendisi kısa bir süre sonra vefat etmiş, o iki yılı, o tarihte hasta olan ATATÜRK, 1938'e kadar yaşamıştır. 

 

Dedik ya, MEHMET ÂKİF te MUSTAFA KEMÂL ATATÜRK  gibi iftiraya uğramıştır... Bu iftiralardan biri de TÜRK olmadığı, Arnavut olduğudur. Arnavut olmak  bir iftira veya hakaret olamaz!.. Ancak bir TÜRK'e, "Sen TÜRK değilsin, Arnavut'sun" dersen, onu TÜRKLÜK'ten mahrum edersen, bu büyük bir hakaret ve iftira olur! 


MEHMET ÂKİF'in soyu, baba tarafından Yozgat’tan İstanbul’a, İstanbul’dan da Kosova’nıın İpek sancağına yerleşmiş Mehmet Tahir Efendi’ye, ana tarafı ise  Buhara’dan Tokat’a yerleşmiş olan tacir Mehmet Efendi’ye dayanmaktadır. Yâni, her iki taraftan da TÜRK idi.  

(Balıkesirli Hasan Basri Çantay, Âkifname, İstanbul, 1966, sf.13-14)

Bir insan Kosova'da doğmakla Arnavut olmaz!  Bizim Amerika'da, Avrupa'da, hatta Rusya'da doğan nice TÜRK evlâdımız vardır.

 

MUSTAFA KEMÂL'i de Selânik'te  doğdu diye  "Dönme, Sabetayist, Yahudi" yaparlar. Halbuki, MUSTAFA KEMÂL'in babası  Selanik'in içinden değil, Debre-i Bâlâ Sancağı'na bağlı Kocacık köyündendi. Sonradan  gelip Selârik'e yerleşmişti.  Annesi  Zübeyde Hanım  Vodina Sancağı'nın Sarıgöl  diye de bilinen  Kayalar köyünden göçerek Lankaza'ya yerleşen Sofuzâde ailesindendi. Hatta bu yüzden  bazı Yunan tarihçileri  Mustafa Kemâl'in  "Selânik, Langaza  kasabasının  Sarıger köyünde  doğduğunu"  öne sürerler.

 MUSTAFA KEMÂL, dayısının  Langaza'daki çiftliğinde karga kovalamıştır. İlber Ortaylı, "Karga kovalayan Sabetayist olmaz!" diyerek noktayı koymuştur.   MUSTAFA KEMÂL'in baba tarafı da, ana tarafı da  Rumeli'ye göçertilen Konyar Yürükleri'ndendir.


            http://www.isteataturk.com/haber/1006/mustafa-kemal-ataturkun-soyu

 

 Bir iddia da İSTİKLÂL MARŞI'nı  yazan MEHMET ÂKİF'in hiç TÜRK kelimesini kullanmadığıdır... Doğru değildir. Herhalde "KAHRAMAN IRKIM"  ifadesini  Arnavutlar için kullanmadı.  "IRKIMA YOK İZMİHLÂL"  mısraında da  IRK  kelimesi var...  Her iki IRK kelimesi  bütün TÜRK boyları derleyip toparlar ki, bizce bunun içine ORTAASYA  boyları, KAFKAS  boyları, KAFKASYA'dan göç etmiş olan ALBANLAR (ARNAVUTLAR), İBERLER (BASEKLER, BASKLAR), 

hatta Bering Boüğazı'ndan geçip Kuzey ve Güney Amerika'ya yerleşen Kızılderililer de dâhildir.

 

MEHMET ÂKİF ERSOY'’un hem öğrencisi, hem de arkadaşı olan Hasan Basri Çantay şöyle diyor:

- "Evet, ona tam bir İSLÂM şâiri diyebiliriz. Kuvvetli, imanlı, ateşli bir İSLÂM şâiri!
Fakat, TÜRK dâima başta kalmak şartıyla!
Dört lisanı edebiyatıyla bilen  AKİF, TÜRK olarak yazdı, TÜRK olarak düşündü,
TÜRK olarak yaşadı ve nihayet  TÜRK olarak öldü."
(Balıkesirli Hasan Basri Çantay, Âkifname, İstanbul, sf. 225)

İ- "İlk millî kaynaşma ve savaşlarda Üstat Balıkesir'e gelmişti.
O'nun samimi arkadaşlarından biri Gönen'e teşkilat kurmaya gitmişti.
Dönüşünde o arkadaş  dedi ki:


- '( ... )'ler TÜRKLER'e cefa ediyorlar Milli teşkilatı boğmaya çalışıyorlar.'

- "AKİF'in o zaman hiç düşünmeden, kükreyerek verdiği cevap şudur:


-  'Orada bir TÜRK  OCAĞI açınız ve mücadele ediniz!'

- "MEHMET ÂKİF ERSOY’un Kurtuluş Savaşını teşkilatlandırma çalışması için ortaya
koyduğu gayretlerinden dolayı tanıdık birisi ona, 'Üstad, sizi TÜRKÇÜ görüyorum'
 deyince, ÂKİF’in ağzından alev gibi şu kelimeler çıktı:

- 'Ya ne zannediyorsun?

TÜRK’e hiçbir kavmin horoz olmasına tahammül edemem!'
(Balıkesirli Hasan Basri Çantay, Âkifname, İstanbul, sf. 225)


TÜRKLÜK  konusunda haksız iftiraya uğrayanlardan biri de gerçek bir TÜRKÇÜ olan MAHMUT ESAT BOZKURT'tur.  Soyadından belli değil mi?...

MAHMUT ESAT BOZKURT 17 Eylül 1930 gönü Ödemiş'te yaptığı  konuşmada ,

 

- “Biz TÜRKİYE denen, dünyanın en hür ülkesinde                                                                                      (TÜRKLER'İN ÜLKESİ'nde) yaşıyoruz.

TÜRK bu ülkenin yegâne efendisi, yegâne sâhibidir!

Dost ve düşman, hatta dağlar, bu hakikati böyle bilsinler!

TÜRK’ün en kötüsü, TÜRK olmayanın en iyisinden iyidir!

TÜRK DEVLETİ'nin işlerini TÜRKLER'den başkasına vermeyelim!

TÜRK DEVLETİ'inin başına ÖZ TÜRKLER'den başkası geçmemelidir.

Yeni TÜRK CUMHURİYETİi’nin devlet işlerinin başında mutlaka                                                                    TÜRKLER bulunacaktır!”

 

demişti.


             http://ozdemirince.com/mahmut-esat-bozkurt-gercegi-2/

 

"Vay efendim,  adam NAZİ!..  Kafatascılık yapıyor!"  deyu ortalığı velveleye verenler oldu! 

Bunun üzerine MAHMUT ESAT BOZKURT,  sözlerine şu açıklamayı getirdi:


- “Ben Ödemiş nutkunda 'Bu memleketin efendisi TÜRKLER'dir.
ÖZ TÜRK olmayanların  hakkı hizmetçiliktir, köleliktir,' demekle
misafirimiz olan ecnebileri kastetmedim.
Esâsen memleketin dâhilî, siyâsî münakaşalarında

yabancıların yeri  yoktur ve olamaz!
Bu hak VATAN EVLÂTLARI'na âittir.
Benim kastım Teşkilât- ı Esâsiye (Anayasa) mucibince TÜRK olup,
hâlâ TÜRK'ten başka milliyet iddia edenler varsa, onlardır.
TÜRK harsını (kültürünü) kabul edip de, TÜRK'üm diyene sözüm yoktur.”


Yani,  hangi soy, sop,  din, mezhepten olursa olsun, samimi olarak "NE MUTLU TÜRK'ÜM DİYENE!"  vecizesini benimsemiş olanları kastetmemiş... TÜRKİYE CUMHURİYETİ  vatandaşı sayılıp ta, o nüfus kâğıdını taşımasına rağmen, başka bir ülkenin insanı imiş gibi davranan, hatta hıyânet ve ihânet edenleri kastetmiş!.. Bölücülük, ayırımcılık yapanlara imiş sözü!.. 
 

Ee, biz de öyle düşünmüyor muyuz?.. TÜRKİYE'de, TÜRKLER'İN VATANI'nda TÜRK  gibi davranmayan, kendini ayıranları, bize yabancılaşanları  siyâsete, idâreye niye ortak edelim ki?..  Var mı dünyâda böyle bir ülke, böyle bir devlet?.. YOK!  Yoksa, biz niye öyle olalım???

 

Bir başka iddia ve iftira da Selâhaddin-i Eyyübî ile ilgilidir. Bu muhterem ve kahraman zata bölücü Kürt örgütleri  "Kürt" diye sâhip çıkar, bilir bilmez bâzı tarihçi ve yazar takımı da onların iddiasını destekler.

Elbette ki, nerede ve kimden doğacağına hükmedemeyen bir insanın Kürt olması bir iftira olamaz!.. Ama sanıldığı tarzda Kürt olmayan, her yönüyle TÜRK olan bir zâta  "Anadolu Kürtlüğü" yapıştırılması ve bölücülük için kullanılması  hem iftiradır, hem de  haksızlıktır, kabul edilemez!

Büyük Târihçi İbn Haldun'un Mukaddime eserinde belirttiği üzere,  Selahaddin Eyyubi'nin ataları, Yemen'in Himyeri vilâyeti eşrafından Hezbâniyye Arapları'ndan   Ravvadi aşiretine mensuptur.   Bu aşiret Himyeri bölgesini yüzyıllarca yönetmiş olan Devs hânedânına akraba idi.  Tarihçi Yâkubî'nin bir kaydına göre de Revadîler Revvâd b. El-Musanna el-Ezdî'den gelir ve bu şahıs da 758 yılında Basra'dan Azerbaycan'a yerleştirilen Yemen Arapları'ndandır. 


Selâhaddin'i en iyi tanıyan ünlü Târihçi İbn-i Şeddad, göre Selâhaddin'in babası "Necmeddin Eyyub'un babasının Şâdi olduğunu belirterek, Necmeddin Eyyub ve Şadi üzerinde başka hiçbir isim ilâve etmez,  ama  Kürt olduklarını belirtir.


Ancak Eyyubî meliklerinden bir kısmı kendilerinin Kürt olmayıp, Arap olduklarını söylemiştir. Bunlardan biri de Selahaddin'in kardeşinin oğlu el Melikü'l-Mu'iziz  İsmail'dir. Babası Seyfülislam Tuğtekin'den sonra Yemen yönetimini üstlenen  İsmail el Mu'iziz, Lidinillah ismiyle Yemen'de kendisini Halife ilân etmiştir Fakat daha sonra bunun kendi emelini için yaptığı ortaya çıkmış, amcası Kâmil bin Âdil de bunu yalanlamıştır.

 

Âile Azerbaycan'a  bağlı Duvîn’e, veya  Duvin’e bağlı Ecdânakan kasabasında yerleşir... Bugün Ermenistan topraklarında kalan Duvin tarihî  bir mekân olma özelliğini hâlâ korumaktadır. İddiaya göre, Selâhaddin Eyyubi’nin ilk Arap atalarının Kürtler'le  karıştığı yer işte  bu bölgedir.


İkinci yanlış iddia da Hezbâniyye Arapları'nı, daha önce o bölgeye yerleşmiş "Hezbâniyye Kürtleri" diye göstermek, ve  âilenin bu "kürt aşireti"nden  kız alıp-kız verdiğini öne sürmek şeklindedir. Bu iddiaya göre,  dört nesil sonra artık Ravvadiler kendilerini Kürt  Hezbaniye Aşireti'nin  bir kolu sayarlar. Hezbâniyye Kürtleri ile karışıp kürtleşirler... Gerçek odur ki, Ravvadiler zaten  Yemen Arap aşireti olan  Hezbâniyye'ye mensuptular.  Bir kürtleşme yok,  daha sonra  TÜRKLEŞME  vardır.  


Aklınız karıştı, değil mi?.. Selâhaddin, Yemen'de bir Arap aşiretten  geliyor. Yemen'de bizim Anadolu Kürtleri'nden kimse var mı?.. Yok!.. Sonra bu aşiretten  biri  Azerbaycan'a yerleşiyor. Azerbaycan'da öyle etkili bir Kürt  topluluğu var mı?.. Yok!..  Peki, Selâhaddin'in "kürtlüğü" nereden geliyor,  bilin bakalım!..  Niye Selâhaddin-i el Kürdî demişter?


Çünkü Revâdî Arapları Yemen dağlarında yaşardı. Revvâd bin el-Musanna gelip Azerbaycan dağlarına yerleşti. Macaristan'dan (Macarlar arasında da bir Kürt  boyu  vardır) ta Afganistan'a kadar her yerde dağlı olana "kürt"  denir!.. Geçenlerde Afganistan Büyükelçisi televizyonda nefis  Afgan halılarını tanıtırken, biri için "Bu da Kürt halısı, bunu dağlı bir kabile dokur," demişti. Afganistan'da bizim bölücü kürtler var mı?.. Yok!..  Kürtlük nereden geliyor?.. Dağlı olmaktan!  Demek ki, "kürt" kelimesi ezelden beri ve  hâlâ   "dağlı" anlamına kullanılıyor.

 

Selçuklular'ın ve Zengiler'in hizmetinde çalışan âile,  Azerbaycan’daki kesif Türkmen boyları arasında Türkleşmiştir.  Artık âilenin  "araplığı" geride kalmış, "kürtlüğü" ise "dağlı" olmasından dile gelmiştir. Yoksa bölgenin hiçbir Kürt  aşiretine mensup değillerdir, tek kelime de "kürtçe" bilmezler! 

Büyük Selçuklu Sultanı Muhammed Tapar, Selâhaddin'in dedesi  Şâdi'yi ailesiyle birlikte Tikrit civarına yerleştirdi.  Selâhaddin, 1137 yılında Tikrit’te doğdu,  tanınmış bir ailede dünyaya geldi. Dedesi Şâdi, Bağdat şehrinin Vâlisi  olan Bihruz'un yakın arkadaşı idi. Babası Necmeddin  Eyyub, annesi Selçuklular'ın  Harim Emiri sapına kadar Türk olan Şihâbeddin Mahmud ibn Tokuş el-Harim'un kızkardeşidir.  


Selâhaddin'in doğduğu gece, babası Necmeddin Eyyub, âilesini de alarak Halep'e göçtü. Burada Kuzey Suriye'nin güçlü Türk vâlisi İmadeddin  Zengi'nin hizmetine girdi. Ailenin çevresi hep Türkler ile dolu idi. Selâhaddin'in   kız kardeşi Rabia Hatun,  Gökbürü ile evlendi. Diğer kız kardeşi Sitti Şam (Zümrüt Hatun) önce Hüsameddin Muhammed bin Ömer bin Lâçin'in babasıyla, daha sonra Selahaddin'in amcası Şirkuh'un oğlu Nasreddin Muhammed ile evlendirildi. Kardeş ve ağabeylerinin isimleri Tacülmülk Böri,  Seyfülislam Tuğtekin, Melik Adil Ebubekir  ve Şâhinşah'dır. Ağabeyi Şehinşah ise Kutlukız  Hatun adında bir Türk kızıyla evlenmiştir. Selâhaddin Eyyûbi’nin bizzat kendisi de evlenmek için bir Türk kızını tercih etmiş, Âmine Hatun b. Üneri'yi eş olarak almıştır. Torunlarından 13. yüzyılda yaşayan Okçu Yusuf, Selçuklu İmparatorluğu’nun okçu kuvvetlerinin komutanı idi. Selçuklu Sultanı Alaaddîn Keykubat’ın en güvendiği komutanlardan biriydi.


Selahaddin Eyyûbî, aslında yeni bir devlet kurmamıştır. Onun cihangirâne bir siyâsetle yönettiği devlet, Zengiler Devleti’nin devâmından ibârettir. Yıktığı Fâtımî Devleti'nden sonra gelen Memlûkler de Eyyûbiler'in uzantısıdır.  Çünkü, devlet teşkilâtı değişmemiştir. Millet değişmemiştir. Devletin maddî, mânevî istinatları değişmemiştir. Değişen sâdece hânedanlardır. Her üç devletin de bayrağı sarı zemin üzerine doru kartaldır. Her üç devlette de siyâsî ve askerî kadrolar aynı unsurlardan meydana gelmektedir.  Ramazan Şeşen’in  eserinde belirttiği gibi, devlet ve ordu teşkilâtı Türk devletlerinde görülen devlet ve ordu teşkilâtlarının aynıdır. Selâhaddin Türk'tür. Kurduğu devlet te Türk  devletidir.

Arap şâiri Sena İbn el-Mülk’ün Halep’in zaptı vesilesiyle Selâhaddin’e sunduğu kaside,


                                           “Arap milleti Türkler'in devletiyle yükseldi,
                                             Ehl-i Sâlib'in dâvâsı Eyuboğlu tarafından perişan edildi”
mısralarıyla başlar.

Bugün bölücülüğün malzemesi olarak kullanılmak istenen Eyyûbi Devleti, Selâhaddin’in çağdaşları tarafından da Türk Devleti olarak kabul edilmiştir. İbn Haldun,

- "Frenkler, bu kiliseye tazirde bulunur ve onun inşaası ile iftihar ederlerdi.
Nihayet Selahaddin Eyyubi el-Kürdî , Mısır ve Suriye mülküne müstakillen sâhip oldu," 


demesine rağmen, Eyyûbiler ve Memlûkler devletinin  Türk devletleri olduğunu yazar. "Kürdî" kelimesini "dağlı"  anlamınnda kullanmıştır.


Şimdi bu aziz memlekette , kürtçülük, ermenicilik, bölücülük taslayıp, böyle muhterem ve kahraman zatların kimliğiyle oynamak doğru mu?  TÜRKLÜK  hepimizi  bir ve eşit yapan  kimlik değil midir?


Kaldı ki,  bunları biz kendimiz uydurmuyoruz. Bütün kanunların temeli, TÜRK DEVLETİ'nin direği Anayasa'nın hükmü öyle!


Anayasa'nın “Başlangıç” bölümünün 5’inci paragrafı,  “Hiçbir faaliyetin TÜRK  MİLLÎ MENFAATLERİ'inin, TÜRK VARLIĞI'nın, DEVLETİ  ve ÜLKESİ'yle BÖLÜNMEZ'liği esasının, TÜRKLÜĞÜN tarihî ve manevî değerlerinin, ATATÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ, ilke ve inkılâbları ve medeniyetçiliğinin karşısında korunma göremeyeceği ve lâiklik ilkesinin gereği olarak kutsal din duygularının, Devlet işlerine ve politikaya kesinlikle karıştırılamayacağı”nı ifâde etmiyor mu?   Niye uygulanmasın ki?


MEHMET ÂKİF'in TÜRK'e  horozlanmaya kalkanlara cevabını yukarda verdik.

Yazımızı ATATÜRK'e dil uzatanlara ithâfen NEYZEN TEVFİK'in bir kıt'ası ile bağlayalım:


                                             İşgâldeki hâli sakın unutma!
                                            Atatürk'e dil uzatma sebepsiz!
                                            Sen anandan gene çıkardın ammaa,
                                            Baban kimdi bilmezdin,  şerefsiz!


Yaşar Atakam -  20.10.2015


Önemli  Not:  Sosyal medyaya bir çok davetiye alıyorum. Cevap veremediğim için gönderenler kusura bakmasın. Maalesef, en yaygın Facebook, Tweeter gibi   75  sosyal medya  sitesinden hiçbirine üye değilim.  Tek iletişim adresim aşağıda.

atakam@gmail.com