Site hosted by Angelfire.com: Build your free website today!

    

  SUUDÎLER  PEYGAMBERİN MEZARINI NEDEN YIKAMADILAR?


Değerli dostum olup dünyanın 5 büyük şehir plancısından biri sıfatıyla  ödül almış bulunan,  OROL ATAMAN'ın HAZRET-İ MUHAMMED'in mezarı konusunda bizzat yaşadığı iki olay var. Biri Suudlu Prens'in itirâfı, diğeri MUSTAFA KEMÂL''in telgraf metnini görmesi... Ama onları nakletmeden önce, onun "Suudi Arabistan Hatıraları"ndan bir kaç bölüm sunalım. 


- "Ben, 1982-1985 yılları arasında Mekke Bölge Planı'nı ve Kent Master Planı'nı  hazırlayan ekip içerisinde yer aldım. O zamanki Mekke Emiri olan Prens Majid Ibn Abdul Aziz planlama çalışmaları hakkında bilgi almak için sık sık ofisimizi  ziyaret ederdi."


 - "1982 yılı son baharında Mekke Planlama Ekibine katılmak üzere Suudi Arabistan’a gittikten sonraki ilk Hac mevsimi 1983 yılı yazındaydı. Bu benim için çok büyük bir deneyimdi. Ben Türkiye’de de Turizm Planlaması  Genel Müdürlüğü çalışmalarının  da içinden gelmiştim ama böyle bir turizm olgusunu hiç görmemiş, hiç yaşamamıştım."


- " Dünyadaki tüm turizm olaylarından farklı olarak burada milyonlarca insan, önceden belirlenmiş bir program çerçevesinde, aynı anda aynı aktiviteleri yapıyordu. Bunun yarattığı bir mega boyut mevcuttu. Tüm Hacı adayları aynı anda Arafat’ta Veda Hutbesini dinleme eylemine katılıyor, aynı anda Muzdalifa’ya veya Mina Vadisine ulaşıyor, üç gün burada topluca konaklıyor, birlikte Şeytan taşlıyor, hep beraber Harem-i Şerif’e geçiyor, topluca tavaf ediyordu."


- "Yani her aktivitenin boyutu mega boyuttaydı. Toplandıkları alanlarda milyonlarca kişiye toplanma alanı sağlamak, "taşlıyacaklar" dediğinizde yaklaşık 250 milyon taş sağlamanız, 'bir yerden bir yere taşınacaklar,' dediğinizde 25 şeritli bir otoyol sağlamanız, 'kurban kesecekler' dediğinizde aynı anda milyonlarca hayvan temin edip, bunları kesecek kasap ve yer sağlamanız  gerekiyordu. Bu nicelikleri 

ve nitelikleriyle dünyadaki tüm diğer turizm planlaması yaklaşımlarından farklılaşıyordu!"


- "Bütün bu sorunların içerisinde iki tanesi en kritik ve çözümü yeni bir organizasyon gerektiren sorunlardı ve öncelikle ele alınmaları gerekiyordu:"

 

- "1.  Hac sırasında milyonlarca Hacı’yı, bir kaç saat gibi, çok kısa bir süre  içerisinde Mina Vadisinden

 Harem-i Şerif'e taşımaktı. Suudi Arabistan’ın o güne kadar bulabildiği çözüm, harita üzerinde kuş uçuşu  iki kilometre uzaklıkta olan  bu iki nokta arasında, granit dağların etrafından dolaşarak ulaşan, yirmi küsur kilometre uzunluğundaki bir otoyolun şerit sayısını sürekli artırmak biçiminde olmuştu. 1983 yılında bu  otoyolun şerit sayısı 24’e çıkmıştı. Ama bu çözümün sürdürülebilirliği yoktu. Hacı sayısı arttıkça yeni şeritler inşa etmek ve senede sadece bir hafta, on gün kullanılabilen, onun dışında âtıl bir kapasite yaratan  böyle bir ulaşım planlaması sürdürülebilir bir çözüm değildi."


- "Sonunda, o granit dağların altından iki km uzunluğunda iki tünel inşaatı ile o sorun çözüldü."


- "2.  İkinci önemli sorun ise, Hac sırasında  kesilen kurbanlık hayvan  etlerinin değerlendirilememesi

ve  can vermiş bu hayvanların olduğu gibi  çölde kendi hallerine terkedilerek kokuşması  ve aylarca

Mekke kentinin bu pis kokulardan muzdarip bir biçimde yaşamasıydı.


- "O yıl Hac mevsiminde Mekke’de 600.000 büyükbaş ve küçükbaş hayvan kurban edilmişti. Hem

Mekke’nin yaşanabilir çevre koşullarına kavuşması, hem de Kızıldeniz’in hemen karşısında milyonlarca

Afrikalı çocuk açlıktan ölürken bu  etlerin onlara ulaştırılamayıp ziyan edilmesi olgusuna bir son verilmesi için, soruna akılcı bir çözüm bulunması gerekiyordu."


- "Hac günleri bittikten bir kaç ay sonra, Mekke Emiri Prens Majid Ibn Abdul Aziz bizim Planlama Büromuza geldiğinde, ona konuyu açtım ve 'bir çözüm bulmanın mümkün  olup olamayacağını' sordum. 'Bu etleri dağıtacak sayıda muhtaç insanın Mekke ve çevresinde bulunmadığını, bu nedenle de kolay 

bir çözüm olmadığını, bu sıcak  iklimde, hele böyle Hac olayı yaz mevsimine rastladığında, bu kadar 

çok miktarda  kurban etini Kızıldeniz’in karşı kıyısındaki Afrikalı açlara ulaştırmanın ise  kendilerini aşan büyük bir organizasyon gerektirdiğini' belirtti."


- "Bunun üzerine, 'Peki, ben böyle bir organizasyonu Türkiye eli ile yaptırsam,  izin verir misiniz)' diye sordum.  'Bu sorunun cevabının kendisini aşacağını  belirtip, istiyorsam Kral Fahd’dan bana bir randevu alabileceğini,  gidip Riyad’da  onunla görüşmem gerektiğini, ancak onun böyle bir izni vermeye yetkili olduğunu'  söyledi."


- "Kral’dan benim için aldığı randevu sonrası Riyad’a gidip görüştüm ve aldığım  izin çerçevesinde görüşmeler yapmak özere Türkiye’ye geldim. DPT Müsteşarı rahmetli Yusuf Bozkurt Özal’ı tanıdığım için, gidip durumu ona anlattım. Bu Proje onun da aklına yatınca, gidip ağabeyi Başbakan Turgut Özal’la görüştü ve Başbakan'ın Dışişleri Bakanlığı, Diyanet İşleri Başkanlığı ve diğer ilgili kuruluşlara verdiği talimatlar sonucu Türkiye her türlü hazırlığı yapıp, 1984 yılı Hac mevsiminde Türkiye’den gönderdiği 900 kasapla bütün kurbanlık hayvanları kestirdi, kestirdiği hayvanları Mekke’de inşa ettirdiği soğuk hava depolarına koydurdu, Hac günleri bittikten sonra THY Kargo uçakları bu etleri 

Türk Büyükelçilikleri'nin 13 Afrika ülkesinde hazırlattıkları soğuk hava depolarına nakletti ve Türk Büyükelçilikleri de bu etleri oralardaki muhtaç Afrikalılar'a dağıttı."


- "Bu durum 20 yılı aşkın bir süre, 2005’e kadar devam etti. Kral Fahd’ın ölümünden sonra Suudiler 

'bu işi artık kendileri yapacaklarını' belirterek Türkiye’yi aradan çıkardılar ve halen kendileri sürdürüyorlar."


- "Böylece hem Mekke kenti bir çevre kirliliği etkeninden kurtulmuş oldu, hem de bu kadar çok miktarda et ziyan olmayıp, ihtiyaç sahiplerlerine ulaştırılarak kurban ibadet de gerçek amacına kavuşmuş oldu."

 

OROL ATAMAN, Suudlular'ın Mekke ve Medine şehirlerinin çehresini nasıl değiştirdiklerini de şöyle anlatıyor:

 

-  "Bir şehir düşünelim, 20 yıl içerisinde geçmişine âit ne varsa imha edilsin. Tüm tarihi ve kültürü imara kurban  gitsin. Yerine betonarme uydu kentler kurulsun."


- " Bu varsayım sadece bir felâket senaryosundan ibaret değil. İslâm’ın en kutsal şehri Mekke ’de

 olan biten tam da bu. Çeyrek asır içerisinde Mekke’deki tarihi eserlerin % 95’nde yıkım yapıldı. 

Tarihî değer taşıyan mekânlar, dinî yapılar, kadim mezarlıklar yok edildi. Türbeler dinamitlendi. 

Açılan sahalara gökdelenler, rezidanslar, ultra-modern yedi yıldızlı oteller, lüks markaların satıldığı alışveriş merkezleri inşa edildi.  Mekke’nin tüm geçmişi İslâm Medeniyeti'nin geleneksel estetik anlayışından koparılarak Brütalist, Post-Modernist mimarînin hâkim olduğu yapılarla donatıldı.  Buldozerler ve vinçler şehri yeniden dizayn etmede parsel parsel ilerlediler."


- "Bu hafriyat çalışmaları geçtiğimiz günlerde Mescid-i Haram’ın duvarlarına dayandı. Genişletme projeleri kapsamında Müslümanların kıblesi Kâbe’yi çevreleyen mescidin yıkımına başlandı. Kısım 

kısım devam eden yıkım  ile Emevî, Abbasî, Fatımî, Memlük ve Osmanlılar tarafından yapılan yüzlerce yıllık mekânlar tamamen ortadan kalkacak. HAZRET-İ PEYGAMBER’in doğduğu ev ya çoktan yıkıldı,

 ya da gökdelen, rezidans, otel,  alışveriş merkezi inşaatı için buldozerlerin gölgesinde bekliyor!"


-  "  Zira Suudî kraliyet âilesi, mensup olduğu katı Vehhabî inancı dolayısıyla bu yapıları  dinî olarak “şirk” ve “putperestlik” addediyor. Bu inanç kıstaslarına göre pek çok dinî-tarihî  yapı, âbide ve mezarlık “put” niteliğinde kabul ediliyor. Dolayısıyla imha edilmelerinde bir beis görülmüyor."


- " Yani kısacası kentsel dönüşüm, genişletme, modernleşme söylemlerinin özünde, Vehhabî (Necdî) öğretinin ideolojik yaklaşımı yatıyor. Meselâ, Cennet-ü’l Muallâ  mezarlığındaki Hz. Hatice türbesi... Türbe ve mezarlar  yıkılarak, yok edilerek kabirler düzlendi."


- " Yanlış okumadınız!.. Mekke’de tarih, kültür,  türbe, mescit hoş görülmüyor!.. İslâm’ın en kutsal yapısı Kâbe’nin,  devâsa alışveriş merkezleri, yedi yıldızlı  lüks oteller, rezidanslar ve gökdelenler arasında âdeta “ufacık”  kaldığını, kaybolduğunu  görürsünüz. Brütalist, Post-Modernist mimarî anlayışın hızla hâkim olmaya başladığı  şehir, İslâm Medeniyeti'nin geleneksel estetik anlayışından tamamen koparılmak üzere!  İslâm’ın erken devirlerine ait tarihî mekânlar, hâtıralar, sahâbe kabirleri, türbeler parsel  parsel dümdüz ediliyor!  İlk dönemlerden 20. yüzyıl başlarına değin uzanan bir yelpazede,  İslâm devletlerinin Mekke’yi kuşatan tarihî izleri bir bir silindi, siliniyor. Ama Paris,  Hilton,  Gucci, Dior, Burberry,  Hugo Boss gibi lüks markalar yeni mağazalar, Starbucks yeni  şubeler açmakta hiç  zorlanmıyor. "


- "İslâmiyet'in ihtilâfı,  muhtelifliği,  çoğulculuğu  'rahmet' olarak niteleyen telkinleri hilâfında Mekke’yi ziyaret  eden müslümanlar, Suudi idolojinin 'tekilci' dayatmalarıyla yüzleşiyor. Vehhabî (Necdî) öğretinin değer yargıları doğrultusunda ibadet ve inançlar üzerinde tahakküm kurulmaya çalışıyor. Sünnî müslümanların mukaddes addettiği, 'yadigâr' olarak gördüğü ziyaret mekânları çoktan yıkıldı, kapatıldı ya da yasaklandı. Şiî müslümanlar, kutsal addetikleri zâtların türbelerinde dua etmek istediklerinde, bizzat devlet tarafından tahkir ediliyorlar. Herhangi bir müslüman, bir sahâbenin kabri başında dua etmek istediğinde, derhal Suudî bir şurtanın (polisin) elindeki jopla  üzerine yürüdüğünü görüyor ve 'Yâ Hacı, şirk şirk!' müdahalesiyle karşılaşıyor. Suudlar'ın kendi inanç kıstaslarını temel alarak yaptıkları takvim düzenlemeleri, ibadet saatleri, mübarek gün ve gecelerin tarihlerine uymak mecburî tutuluyor. Kendilerinin dışındaki görüşlere hiçbir şekilde müsamaha tanınmıyor. Bunları da sıkıştıkları zaman 'Bizler de Ehl-i Sünnetiz (Selefîyiz) ve Hanbelî mezhebindeyiz' diyerek bu kisve altında meşrulaştırıyorlar.  Halbuki  bu, manzara İbn-i Teymiyye’nin şâzz (marjinal) görüşlerinin Muhammed bin Abdilvehhâb ile yeni bir veche kazanmasından başka bir şey değil!"

 

Sevgili dostum, büyük mimar ve şehir planlamacı  OROL ATAMAN şöyle devam ediyor:

 

- "Mekke'nin planlamasını Haziran 1982'de tahta çıkan Kral Fahd yaptırmıştı. Kral hemen  o yıl içinde benim de bulunduğum planlama ekibini kurdu ve 1982-1985 yılları arasında bizim hazırladığımız Bölge Planı ve Kent Master Planı'nı da kendi iktidarda kaldığı 1980'li ve 1990'lı yıllar boyunca sadakatle uyguladı. Bizim hazırladığımız planların önemli bütün kararları, ufak tefek mevziî değişiklikler dışında, gerçekleşti."


- " Planın  hedef yılı  2010 idi. Ama maalesef plan 2010'u göremedi. 2000 yılından sonra  Kral Fahd ciddi biçimde rahatsızlandığı için ülkenin yönetimi büyük ölçüde Veliaht Prens  Abdullah'ın eline geçti. Nitekim 2005 yılında da Kral Fahd öldü ve Abdullah yerine Kral olarak geçti.   Kral Abdullah kategorik olarak Osmanlı'yı ve Türkler'i hiç sevmeyen bir insandı  .İlk iş olarak 2002 yılında bizim planımızda korunması ve restorasyonu öngörülen Ecyad Kalesi'ni yıktırıp,  yerine 5 yıldızlı otel yaptırdı. Ecyad Kalesi, Kâbe'nin âsi kabilelerden ve bedevilerden savunmasına yardımcı olmak üzere Türkler tarafından yapılmış, I. Dünya Savaşı'nda Türk Garnizonu olarak kullanılmıştı. KÂBE'ye hâkim bir tepede 23 dönümlük arazi üzerine inşa edilen kale, Ocak 2002'de Suudî Arabistan hükûmeti tarafından, yerine

 otel yapılmak amacıyla yıkılmıştır. Ebrac el Beyt (Evin Burcları) kuleleri adı verilen gökdelen oteller Fransız ACCOR grup tarafından işletilmektedir."


- "Daha sonra Kral,  Mekke'de en değerli yer olan Kâbe ve 1 km.lik yakın çevresini (Design+Build+Operate) formülüyle Saudi Bin Ladin Grubu'na 49 yıllığına verdi. Suudî Arabistanlı bu inşaat firması, yanına Pakistanlı bir müşavir firma da alarak, KÂBE'nin çevresini 100 katlı gökdelenler ile kuşatmayı öngören bir kentsel tasarım projesi hazırladı. Bu Proje'ye hem İslâm dünyasından, hem de Batı dünyasından büyük tepkiler gelince, Proje'yi değerlendirmek üzere uluslararası bir jüri oluşturdular. Bu jüride Türkiye'den de meslektaşımız Prof Süha Özkan  da vardı. Jüri Proje'yi yerden yere vuran çok güzel bir eleştiri raporu hazırladı. Raporu aldılar bir rafa koydular. Kral Abdullah ölmeden önce, Mekke'deki 500 yıllık Türk hâkimiyetinden geriye kalan Sultan Abdülaziz ve

II. Abdülhamid tarafından Kâbe'nin etrafında inşa edilen revakları da yıktırdı. Böylece Mekke'de Osmanlılar'ın ve Türkler'in tüm izlerinin silinmesi işlemi, tamamlanmış oldu."


Değerli dostum OROL ATAMAN, 90 yıldır süren bu hır-gür, hengâme, yıkım ve tahribat arasında, HAZRET-İ MUHAMMED'in (s.a.v.) kabrinin nasıl dimdik ayakta kaldığını da anlatıyor... Ama onun 

hayret uyandıran hâtırasına geçmeden, olayın evveliyatını  nakledelim.

 

Can Ataklı Vatan gazetesinde anlatıyor:

 

- "1981 yılında ATATÜRK’ün 100. doğum yılı nedeniyle kapsamlı bir program hazırlanmış. Prof. Yalçıntaş o dönemde İlim Kurulu’nun başına getirilmiş. Amaç ATATÜRK’le ilgili çeşitli kaynaklardan arşiv araştırması yapmak ve 'Bilinmeyen ATATÜRK’ü' ortaya çıkarmakmış."


 - "Yalçıntaş, yaşadıklarını, 'Dışişlerinde Münir Bey vardı. (Soyadını hatırlayamadı) İyi bir araştırmacı 

ve arşivciydi. Ona Dışişleri Bakanlığı arşivlerinin araştırılması görevi verilmişti,' diyerek anlatmaya başladı."


 - "Sonra  sürdürdü: 'Bir gün Münir Bey aradı. Çok ilginç bir belge bulduğunu, bunu getirip göstermesi gerektiğini söyledi. O sırada benim çalıştığım Başbakanlık binası ile Dışişleri binası aynı yerde. Hemen atlayıp geldi. Çok heyecanlıydı."


 - "Prof. Yalçıntaş, Münir Bey’in gösterdiği belgeye baktığında çok şaşırdığını belirterek şöyle devam etti:  'Belge bir telgraf metniydi. Henüz yeni kurulan Suudî devletinin kralına gönderilmişti. Telgrafta  ‘HAZRET-İ MUHAMMED’in (s.a.v.)  mezarının yıkılacağını derin üzüntü içinde öğrendim. Bu kutsal emanete asla dokunamazsınız. Bir tek taşının bile zarar gördüğünü duyarsam, orduyu aşağıya gönderirim’ anlamına gelen cümleler vardı."


 - ”Yalçıntaş, burada HAZRET-İ MUHAMMED’in mezarı ile ilgili kısa bir detay anlattı. 'İngiliz işgâli sırasında komutan  olan Medine Müdafii FAHRETTİN PAŞA'nın kabri terk etmemek için uzun süre Padişah fermanına bile direndiğini, aç kaldıklarını, uzun süre  çekirge yiyerek beslendiklerini, sonunda İngilizler’in hiçbir şekilde dokunmamaları kaydıyla HAZRET-İ MUHAMMED’in mezarını bırakmak zorunda kaldıklarını, ancak kutsal emanetleri de yanlarına aldıklarını' söyledi."


- "Nevzat Yalçıntaş’ın anlattığına göre Münir Bey belgeyi önce bir üst âmirine götürüyor. Belge oradan daha yukarı taşınıyor. Sonunda Müsteşar'a, oradan da Bakan İlter Türkmen’e geliyor. Tabii Evren Başkanlığı’ndaki Milli Güvenlik Konseyi’nin de haberi oluyor."


- "Sorun şu: 'Bu belge ne yapılacak?' Dönemin Atatürkçü komutanları ve onların emrindeki bürokrasi bu belgenin açıklanmasını istemiyor. Ancak belge de ortaya çıkmış bir kere. Sonunda o dönemde yazılan ve şimdi kitapçılarda tek nüshası bile kalmayan bir ATATÜRK  kitabının içine, hiçbir anons yapılmadan konuyor." 


- "Kısacası konu âdeta kapatılıyor, sadece o tuğla gibi kalın kitabı sonuna kadar okuyanların dikkatini çekecek biçimde 'zevâhiri kurtarmak' adına konuyor."


 - "Peki, bu belge şimdi nerede?.. Kimin koruması altında?..  Bu da bilinmiyor. Bilinen tek şey, ATATÜRK’ün İslâm Âlemi'nin peygamberi HAZRET-İ MHAMMED’in (s.a.v.)  mezarının ortadan kaldırılmasını önlemesi herkesten saklanıyor!


 - "Nevzat Yalçıntaş’la sohbetimiz sırasında 'Bir gün Yaşar Nuri Öztürk Bey aradı. Benim bu anlattığımı duymuş belgeye nasıl ulaşabileceğini sordu,' dedi. Ben de 'Yaşar Nuri Belgeyi bulmuş mu?' diye sorunca, 'Onu bilemiyorum, ama Yaşar Nuri galiba bir kitabına koymuş, ben okuyamadım' dedi.


-"Bunun üzerine önceki gün Yaşar Nuri Öztürk?ü aradım. Öztürk, Yalçıntaş'ın anlattıklarını doğrulayarak, 'Ancak bunu henüz bir kitabıma koymadım. Araştırmayı aşağı yukarı tamamladım, 

'GAZİ MUSTAFA KEMÂL ve İSLÂM'  isimli çok kapsamlı bir kitap hazırlıyorum, bunun bitmesi üç yılı 

alır. Konu bu kitapta yer alacak' dedi."


- "Milletvekili olduğu sırada bu belgeye ulaşmak için çok çalıştığını söyleyen Öztürk, 'Belge Dışişleri Bakanlığı arşivlerinde. Milletvekili sıfatımla bu arşivlerde çalışmak için Bakan Ali Babacan'a başvurdum, ama bana izin vermedi' diye konuştu."


- "Öztürk'e, 'Peki hocam, böyle bir belgenin açıklanmasını neden istemiyorlar?' diye sordum. 

Öztürk'ün cevabı çok ilginç oldu.


- "Şöyle dedi: 'ATATÜRK'ü din ve İslâm dışı göstermek isteyenler, elbette bu belgeden rahatsız olacaklardır. Bu nedenle dini siyasete âlet edenler, emperyalistlerle işbirliği bile yapabiliyor.              Dincilerle İslâm'ı reddedenler bu noktada birleşebiliyor.' 


"Nevzat Yalçıntaş'ın açıklaması (vidyo) : https://www.youtube.com/watch?v=VDR2aNnNK5w


Aslında bu belgeyi gördüğünü belirten tek kişi Nevzat Yalçıntaş değil!.. ATATÜRK'ün yaveri Salih Bozok'un mânevî torunu Mimar Eriş Ülger de 'Genelkurmay eski Başkanı Orgeneral Nurettin Ersin 

bana bu belgeyi gösterdi,' diyor.:


http://www.posta.com.tr/cumartesipostasi/HaberDetay/-Ataturk-un-el-yazisiyla-yazdigi-siirler-bende-.htm?ArticleID=253578


Bir de gazeteci Sırrı Yücel Cebeci'nin ifadesi var... Onun anlattığına göre, Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş, Hüsnü Kuran adlı kişiye 'bu belgeyi aldığı yere derhal koymasını ve durumdan âmirlerini haberdar etmesini' söyler. Hüsnü Kuran kendisine söyleneni yapar. Belge, Dışişleri'ndeki bütün yetkilileri heyecanlandırır. Ancak aralarında Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı'nın da bulunduğu yetkililer Hüsnü Kuran'a şu emri verirler: 


- "Aman sakın, bunu kimseye söylemeyin. Bunu yayınlanacak belgeler arasına koymayın.                             Eski yerine, yani gizli evraklar arasına koyunuz ve bundan kimseye bahsetmeyin!" 


İşte o yüzden Nevzat Yalçıntaş'ın bahsettiği belge bir türlü bulunamıyor!...


 Kendisini sürekli 'gazeteci' olarak tanıtan, ama her türlü tarihî konuya bilir-bilmez burnunu  sokmaktan kendini alamayan Murat Bardakçı, bu açıklamayı yalanlıyor, üstelik dayanamayıp askerî        bir değerlendirme yapıyor:" 

 

- "ATATÜRK'ün 1930'larda Suudi Kralı İbn Suud'a 'HAZRET-İ MUHAMMED'in türbesini yıkmaya kalkarsan ordumu tepene gönderirim' diyen bir mektup yolladığı yolundaki balon iddiayı, bundan birkaç sene önce bir iktisat profesörü ortaya attı. 'Dışişleri Bakanlığı'nda hâdisenin orijinal belgesini gördüğünü, ama kopyasını almasına izin verilmediğini' söyledi. İbn Suud'un Peygamber'in mezarını yıkmayı düşünmesinin imkânsızlığını bir tarafa bırakın, Türk birliklerinin tâââ Mekke'ye kadar nasıl gidecekleri, İngiliz idaresindeki Irak ile Fransız mandası altındaki Suriye'den nasıl geçecekleri düşünülmeden, özellikle o dönem Türkiye'sinde din ile ilgili uygulamalar bile hatıra getirilmeden 

ortaya atılan bu tuhaf iddia da palavradan ibârettir. Üstelik, arşivlerde de bu konu hakkında tek bir belge yoktur!" (1.11.2012)

  

(**http://www.ensonhaber.com/hz-muhammedin-mezarinin-yikilmasini-ataturk-mu-onledi-2012-11-01.html)

 

Nevzat Yalçıntaş'ın yalan söylediği, palavra attığı, en azından yanlış bilgi verdiği iddiası, ilk açıklamasını yaptığında telgrafın tarihini 1919 olarak vermesi, ve ATATÜRK adını kullanmasındandır. 

O tarihte ne Suud Kralı vardı, ne yıkılan mezarlar, ne de ATATÜRK adı vardı!.. İşte bu yanlış tarihe dayanarak yazılanlar: 

 

- "Hz. Muhammed?in mezarını yıkıp, yerini değiştirmek isteyen zamanın Suud Kralı'na Atatürk?ün kendi  el yazısı ve imzasıyla çektigi telgraf :

 

Not: Yazıya başlarken Kral'a sayın kelimesini kullanmıyor..

  

"Suud kralının dikkatine !! Tarafımıza ulaşan haberlere göre ALLAH?ın sevgili ve özel kulu, elçisi, peygamber efendimiz Hazret-i MUHAMMED MUSTAFA'nın kabrini yıkıp yerini degiştirecekmişsin. 

O mezarın tek taşına dokunursan, Kurtuluş Savaşı'nı bırakır ordularımla aşağı inerim. 

 26 Haziran 1919 

MUSTAFA KEMAL ATATÜRK" (Cumhurbaşkanlığı Atatürk Özel Arşivi)

 

- "Sözde telgraf 'el yazısıyla' çekilmiş. Faks mı bu mübarek, el yazısıyla çekilebilsin? 

 Telgraf sisteminde mürekkepli kalem bir kâğıt şerit üzerine nokta (.) veya çizgi (-) şeklinde şekiller çizer. Daha sonra ise Samuel  Morse ve yardımcısı Vail bu sistemi geliştirdiler. 'Nokta ve çizgiler'den oluşan bir kodlama sistemi ortaya çıkardılar. Bu kodlama sistemi, daha sonra tüm dünyada kabul gören Mors alfabesiydi."

  

(http://belgelerlegercektarih.com/2012/08/06/hz-muhammedin-mezarini-yikilmaktan-ataturk-kurtardi-yalani/)

  

Ve aynı yazıyı hiç düşünmeden yayımlayan başka siteler var!

  

Bu kişilerin hayatlarında hiç telgraf çekmediği, veya hiç telgraf almadığı anlaşılıyor... Siz metni kâğıda el yazısı veya daktilo ile yazarsınız, PTT'deki telgrafçı onu mors alfabesiyle çeker. Karşı postanedeki makine otomatik olarak mesajı bildiğimiz yazıya çevirir ve şerit halinde çıkarır. Telgraf, alıcıya o yazı olarak ulaşır... O zamanlar herhalde telgrafçı mesajı elyazısıyla yazıyordu...  Şimdilerde telgraf 

çekiliyor mu, bilmem... 

  

Bir de Engin Ardıç var. O da "Belge isterim, belge" diye tutturmuş!..  *http://www.risaleajans.com/islam/yakilan-belge 

 

Bir açıdan haklı. Ama mahkemelerde bile belgelerin yanısıra şahitler de delil sayılır. Şimdilik elimizde iki, üç, hatta beş  şahit var. (Nevzat Yalçıntaş, Münir Bey, Hüsnü Kuran, Eriş Ülger, Orol Ataman)

 

Son olarak ATATÜRK düşmanı Kadir Mısıroğlu'nun "yalan" deyişini vidyo olarak verelim:         


                            https://www.youtube.com/watch?v=wObLOBQtnWY

 

 




 

 MEDİNE'DE. MESCİD-İ NEBEVİ'DE. (RAVZA-İ MUTAHHARA DA DENİR.) PEYGAMBERİMİZ BU YEŞİL KUBBENİN ALTINDA YATMAKTADIR. Peygamberimiz (S.A.V.), zevcesi Hazret-i Ayşe'nin evinde vefat etmiş, öldüğü yere defnedilmiştir. Sonra bu kısım yanındaki mescit ile birleştirilmiş, türbe haline getirilmiştir, Hücre-i Saadet diye bilinir. Ziyaretçiler bu türbeye giremezler. Dışardan baktıklarında gördükleri  "Şebeke-i Saadet" olarak bilinen Peygamberimiz'in türbesinin önündeki altın rengindeki parmaklıklardır. 

 

Parmaklıklardan biraz içeri doğru baktıklarında ise Hücre-i Saadet'in dış kısmında yukarıdan aşağı doğru sarkıtılmış olan Kelime-i Tevhid motifli, yeşil bir örtü görürler. Bu örtü Hücre-i Saadet'in üç cephesinden de görülür. Bundan başka bir şey görmek mümkün değildir.  Hücre-i Saadet'in doğu tarafında küçük bir kapı vardır. Bu kapı sürekli kapalıdır. Buranın anahtarı özel görevlilerde bulunur, onlar da ara sıra oranın tozunu almak için girerler. Başka bir şekilde hiç kimsenin girmesine izin verilmez. 

 

Şu anda Peygamberimiz'in, Hazret-i Ebu Bekir ve Hazret-i Ömer'in metfun bulunduğu mekân Hazret-i Ayşe'nin yaşadığı kendi odasıydı... Hazret-i Ömer'in defninden sonra, Hazret-i Ayşe mezarlarla arasına bir duvar ördüyor. Mezarlar şöyle sıralanıyor: En önde Peygamberimiz'in mezarı, Peygamberimiz'in ayak hizâsından biraz geride Hazret-i Ebu Bekir'in mezarı, onun ayakucu hizâsından biraz geride de Hazret-i Ömer'in mezarı yer alıyor.  Hazret-i Ayşe, Efendimiz'in kabrinin üzerine yağmur damlası ve bir parça da güneş girmesi amacıyla üstten bir pencere açtırıyor. Emevi Halifeleri'nden Ömer bin Abdülaziz döneminde bir sel geliyor ve örülü duvarı yıkılıyor. Bunun üzerine Halife, mezarların etrafını taş duvarla kapatıyor, üstteki pencereyie dokunmuyor. 

 

Evliya Çelebi'nin anlattığına göre 12. asırda, dönemin Papa'sı tarafından gönderilen kişiler tarafından Peygamberimiz'in nâşını kaçırmaya kalkışılması üzerine,Selçuklu Atabekler'inden Nureddin Mahmud Zengî,  her üç mezarın çevresine çok yüksek bir duvar ördürüyor, kabirlerin çevresine de çukur kazdırarak temeline kadar kurşun döktürüyor.

  

http://www.haberturk.com/yazarlar/murat-bardakci/790999 

 -papa-peygamberimizin-naasini-caldirmak-icin-medineye-20-ajan-papaz-gondermisti

 

 Memluk Sultanları'ndan Kayıtbay Hücre- i Saadet'in üzerine mavi renkte bir kubbe yaptırıyor. Daha sonra, 1513 senesinde Portekizli Amiral Alfanso d'abuquerque de, Hazret-i Muhammed'in nâşını çalmaya teşebbüs ediyor ama, Arabistan yarımadasında bir çok yeri işgâl etmesine rağmen başaramıyor. Yavuz Sultan Selim 1516'da Mercidabık meydan muharebesini kazanınca Suriye, Mısır

 e Hicaz Osmanlı idaresine giriyor. 

  

*http://www.haberturk.com/yazarlar/murat-bardakci/790999-papa-peygamberimizin-naasini-caldirmak-icin-medineye-20-ajan-papaz-gondermisti 

 

İleriki yıllarda, kubbede görülen çatlamalar üzerine Sultan II. Mahmud, kubbeyi yeniden tamirden geçiriyor ve yeşile boyatıyor. O günden bugüne kubbe yeşil olarak korunuyor. Kubbenin üzerindeki küçük pencere de korunuyor. Osmanlılardan sonra, 20. yüzyılın başlarında Yeşil Kubbe temizlenirken, 

  

o küçük pencereden aşağıya bir güvercinin ölüp düştüğü fark ediliyor. âO sıralar çok zayıf Sudanlı âmâ bir zâtı o pencereden iple aşağıya sarkıtıyorlar. Bu zat aşağı iniyor, güvercin ölüsünü alıp çıkıyor. Daha sonra bu zâtın ve  Abdülaziz el-Buharî'nin bildirdiğine  göre, Peygamberimiz'in ve diğer iki sahâbenin mezarlarında sanduka veya mermer kabir yok... Mezarlar sanki yeni gömü yapılmış gibi, kırmızı renkte kum yığılı hâlde, etrafı bir karış kadar yüksekliğinde taşlarla çevrili  olarak bulunuyor. 

 


 

Bu gördüğünüz Hz. Osman'ın sâde mezarı... Türbenin içinde Hz. Muhammed'in mezarı da aynen öyle... 

 

Ama mezarların olduğu yere hiçbir şekilde girmek mümkün değil. Çünkü dört bir tarafı duvarla örülü olduğu için herhangi bir kapısı bulunmuyor. Dolayısıyla farklı yerlerde görülen  ve Peygamberimiz'e 

âit olduğu söylenen o sanduka şeklindeki mezarların Peygamberimiz'in mezarı ile bir ilgisi yok! 

 

Sözü uzattık ama, nihayet geldik gerçeğin ifadesine!.. Ortalıkta MUSTAFA KEMAL âyarı kimse olmadığı için, Suudîler'in 2014 yılında Mescid-i Nebevî çevresini yeniden tanzim bahanesiyle HAZRET-İ MUHAMMED'in (s.a.v.) mezarını kaldırmaya bir kere daha kalkıştıklarını hatırlatıp,;değerli dostum, dünyanın 5 büyük şehir  planlamacısından biri olan OROL ATAMAN'ın anlattıklarını nakledeyim,   telgraf-mektup var mı, yok mu, siz  karar verin.

 

- "Ben, 1982-1985 yılları arasında Mekke Bölge Planı'nı ve Kent Master Planı'nı hazırlayan ekip içerisinde yer aldığımı söylemiştim. O zamanki Mekke Emiri olan Prens Majid Ibn Abdul Aziz 

planlama çalışmaları hakkında bilgi almak için sık sık ofisimizi ziyaret ederdi." 

 

- "Yine böyle bir ziyarat sırasında 'Vehhabîler'in Suudi Arabistan'da bütün mezarları yerle bir ettikleri halde, Medine'deki Peygamberimiz'in kabrine neden dokunmadıklarını' sordum. Suratıma şöyle 

pis pis bir süre baktıktan sonra, Ssizin MUSTAFA KEMÂL'iniz yüzünden!' dedi. Ve bana hikâyesini anlattı."

 

- "Suud Ailesi Kral Abdul Aziz yönetiminde 1921-1926 arasında Ha'il (**http://tr.wikipedia.org/w/index.php?title=Ha%27il&action=edit&redlink=1**) , Mekke (**http://tr.wikipedia.org/wiki/Mekke**) ** (**http://tr.wikipedia.org/wiki/Cidde**),  Cidde (**http://tr.wikipedia.org/wiki/Asir**) ve Asir'i ele geçirerek topraklarını genişletti ve 1926'da (**http://tr.wikipedia.org/wiki/Hicaz**) Hicaz kralı, 1932'de Suudi Arabistan kralı ilan edildi."

 

- " Hicaz Kralı ilan edilince, fethettikleri diğer bütün kentlerde olduğu gibi  Hicaz'daki tüm mezarlıkları ve mezarları da yok etmeyi planlamışlar!"

 

- "Bildiğiniz gibi, , HAZRET-İ MUHAMMED (s.a.v.) 571 yılında doğdu, 632 yılında **vefat etti. ve Medine'de oturduğu evde toprağa verildi. Bu mezar bugün dünyanın en büyük camisi olan Mescid-i Nebevi'nin içindedir.. Mescid-i Nebevi,  HAZRET-İ MUHAMMED'in Mekke'den Medine'ye göç etmesinden sonra ilk namaz kıldığı yermiş. HAZRET-İ MUHAMMED, Medine'de oturduğu evin hemen yanına kentin ilk mescidini inşa ettirmiş. Bu mescit geçen yıllar içinde defalarca yenilenmiş. Bugün 600 bin kişinin aynı anda namaz kılabildiği Mescid-i Nebevi 19. asırda Sultan Abdulmecit'in yenilediği bir yapı ve korumasını çok uzun yıllar Osmanlı askeri yapmıştı."

 

- "Yine bildiğiniz gibi, Vehhabîler'de mezar âdeti yoktur. Bunu da 'En iyi mezar, en çabuk kaybolan mezardır' mealinde rivâyet edilen bir hadise dayandırırlar.  Ölüler herhangi bir yerde toprağa verilir. Üzerine belirleyici bir şey konmaz. Bu nedenle sadece HAZRET-İ MUHAMMED'in (s.a.v.) mezar yeri ile ilgili bilgi vardır.  O'nun dışındaki İslâm büyüklerinin Arabistan'daki mezarlarının yeri bilinmez. Bir süre önce HAZRET-İ MUHAMMED'in annesine âit olduğu ileri sürülen bir mezar ortaya çıkarılmıştı. Ancak Suudî yönetimi bu mezarı da ortadan kaldırmış ve yerine otopark yapmıştır."

 

Halbuki HAZRET-İ MUHAMMED'in Medine ehlinin mezarlarına uğradığında, "Esselâmü aleyküm ya ehl-i kubur!" diye selâm verdiğini bildiren bir hadis rivâyeti vardır. Ayrıca "RABBİM'den anneme istiğfar talep etmek için izin istedim, vermedi. Kabrini ziyaret etmek için izin istedim, verdi," diye bir başka hadis ve "Ben sizi kabirleri ziyaretten men etmiştim. Artık onları ziyaret edebilirsiniz. Çünkü onlar          size ÂHIRET'i hatırlatır," şeklinde bir başka hadis rivâyeti vardır. En önemlisi ve yukarıdaki hadisleri destekleyen Tevbe Sûresi 84. âyet meâlen "Münâfıklardan ölen birinin üzerine asla namaz kılma,

onun kabri başında da durma" şeklindedir. Demek ki, o dönemde kâfirlerin de, münâfıkların da, müminlerin de mezarları, kabirleri varmış. Peygamberimiz de müminlerin kabri başında dururmuş!.. 

  

O yüzden ne Peygamber döneminde, ne dört Halife döneminde, ne de daha sonra kabirler yıkılmamış, mezarlıklar ortadan kaldırılmamıştır. Yanlış olan kabirlere bez bağlamak, mum yakmak, türbeleri put haline getirmek, onlardan medet ummaktır. Suudîler'in, Vehhabîler'in, Selefîler'in, Necdîler'in, IŞİD'in, El Kaide'nin yaptığı ne Kur'an'a, ne de sünnete uyar!

 

Devam edelim: 

 

- "Mekke Emiri'nin bana anlattığına göre, rahmetli ATATÜRK'ün müdahalesi olmasa Suudîler, Mescid-i Nebevi'nin hemen dibindeki HAZRET-İ MUHAMMED'in mezarını da tamamen ortadan kaldıracaktı. Nitekim HAZRET-İ MUUHAMMED'le aynı yere defnedildikleri bilinen Sahâbe'nin önde gelen isimlerinin mezar yerleri bugün  dümdüzdür."

 

- "Ancak MUSTAFA KEMÂL 1926 yılında (Kasım ayı) Hicaz Kralı Abdul Aziz'e bir mektup göndererek, meâlen, 'HAZRET-İ MUHAMMED'in (s.a.v.) mezarının yıkılacağını derin üzüntü içinde öğrendiğini, 

bu kutsal emanete asla dokunamayacaklarını, zira PEYGAMBER'in sadece az sayıdaki Vehhabîler'in değil, dünyada sayıları yüz milyonlarla ifade edilebilen tüm İslâm Âlemi'nin kutsal saydığı bir kişi olduğunu ve onun kabri ile ilgili bir karar almaya Vehhabî Kralı'nın yetkili olmadığını, bu yetkinin 

tüm İslâm ülkelerine âit olduğunu açıklamakta ve kesinlikle  böyle bir eylemden uzak durmasını, 

aksi takdirde kendisine karşı tedbir alacağını'  açıklamaktaymış."

 

- "Ben Mekke Emiri'nden bu mektubun nerede olduğunu ve görüp göremeyeceğimi sordum. Bana o zaman bu mektubun Medine'de Mescid-i Nebevi Müzesi'nde bulunduğunu ve görmek istiyorsam bana vereceği bir mektupla gidip görebileceğimi' söyledi. Ben de kendisinden aldığım bu mektupla, daha sonra Medine'yi ziyaretimde müzeye gidip, yetkililerin mektubu okuduktan sonra gösterdikleri belgeyi KENDİ GÖZLERİMLE  gördüm."

 

- "Fotoğraf çekmeme izin vermediler. Mektup Arapça harflerle yazılmıştı. Okuma şansım yoktu, Bana satır satır yapılan tercümesini meâlen yukarıda aktardım."

 

- "Tabii Suudîler bu mektuba bizim baktığımız gözle bakmıyorlar. Biz buna bir övünç kaynağı olarak bakarken, onlar buna '7 düveli dize getirmiş korkunç bir komutanın bir tehdit mektubu' gözüyle bakıyorlar ve 'o türbeyi NEDEN yıkamadıklarını açıklayan bir belge' olarak görüyorlar. Çünkü bütün türbeleri ve mezarları yıkmışken, bir tek onun kalmış olmasını başka türlü açıklayamıyorlar."

 

OROL ATAMAN (http://www.adanahabermerkezi.com/guncel/mimar-sinan-aniliyor-h4649.html) 

 

Tekrar etmek gerekirse, bütün İslâm Âlemi, yüce peygamberimiz HAZRET-İ MUHAMMED'in kabrinin bugün duruyor olmasını, önce ALLAH'ın inâyetine, sonra rahmetli MUSTAFA KEMÂL ATATÜRK'ün bu telgraf-mektubuna borçlu!.. Telgraf-mektup asla yalan değil! İsteyen, dileyen, eğer Suudî prenslerden birinden izin mektubu alabilecek  kadar etkili biri ise, Mescid-i Nebevî Müzesi'ne gidip görebilir!