Site hosted by Angelfire.com: Build your free website today!

Ce:Def Halka Ve Ayılar


[ Serbest kursu ]


Makale yazari: Vaner Alkaç Tarih, gün ve saat : 29. Ekim 2000 02:44:36:

Su yaziya cevaben: Vaner Alkaç makale yazari: Açıklama Ve İki yazı Tarih, gün ve saat : 29. Ekim 2000 02:37:15:

DEF HALKA VE AYILAR
Bu yazı başlı başına kendisine Marksist diyen birinin alt yapı ile üst yapı
arasindaki sebep sonucu ilişkisini kavramamanın ve tüm gelişmeleri niyetle ideolji ile
açıklamaya çalışmanın tipik bir sefalet örnegi.
DK sürekli Marksist oldugunu vurgulamaya özen gösterir.

Simdi anlaşılıyor ki buna gereksinimi var.
Marksizm sürekli ekonominin daha geniş bir deyimle alt yapının
belirleyiciliğini vurgular. Ve politik planda yine geniş bir deyimle üst
yapıdaki gelişmeleri alt yapıyla ilintiler.

Bu yazıda globalizmi anlamaya çalışan DK ne sermaye hareketinin değişimini
ne de ihtiyaçlarını görebilmiş.
Sanki birileri kafalarından yeni tanım yapıp yeni ulus kavramı üretmeye
çalışıyor.
Bir yerde bile bunun ekonmik gerekçesi ne hangi ihtiyaçtan doguyor gibi
soru somamış soramamıştır.

Niye özelillikle Sovyetlerin çöküşünden sonra kendilerine Marksist
diyenlerin(eski
anlamda) ekonomi tartışamadıklarını ve bundan şeytan görmüş gibi
ürktüklerini sormak gerekir.
Gerçi DK için özel bir neden de var. O ekonmiden hiç anlamıyor.

Aslıda ulus kavramını tartışan biri niye insanlığın tarihinin bir evresinde
ulus ortya çıkmıştır diye sorar. Ve bunu sormak için Marksist olmaya bile
gerek yok.
Ama bir Marksist uluslaşma gibi bir olayın ekonomik nedenlerini bulmak ve
anlamakla yükümlüdür.

Defalarca tekrarlandı ama yinelemek gerkiyor anlaşılan.
Uluslasma süreci ile kapitalizmin ortaya çıkışının ayni tarihi döneme
gelmesi bir rastlantı bir keyfi gelişme değildir.

Uluslaşma kapitalizmle ortaya çıkan yöresel sermayenin politik örgütlenmesi
ve yeni ideolojik şekillenmesidir. Bir biriyle yarışma ve rekabet halinde
ortaya çıkan sermaye birikimleri kendi pazarlarını güvenceye alabilmek ve
giderek başka pazarları kontrol edebilmek için uluslaşarak ideolojik ve
devletleşerek askeri ve politik olarak örgütlenmişlerdir.

Yani uluslaşma herşeyden önce ekonomik nedenlidir.
Umarım DK bu sonderece yalın açıklamaya itiraz etmiyordur.
Peki bu gün uluslaşma olayında diyelim ki DK nin dedigi gibi sadece bir
takım ulus devleti yeniden tanımlamya çalışsinlar (kesinlikle son derece
eksik ve ekonomik temelden yoksun bir açıklama)
bir Marksist isterse bu denli yüzeysel olsun bunun
ekonomik gerekçesi nedir diye sormali.
Böyle bir soruyu DK nin bu çalakalem yazsinda görebilen varsa beri gelsin.

Üstelik kendisini komik duruma düşürme bahasına Avrupanin birliğine
yönelinmesi Amerika Birlesik Devleti karşısında Avrupa Birlesik Devleti gibi
bir yapıyla çıkma isteği olarak kondugu gibi nereden keşfetti ise yer
yüzünün ilk uluslasmasi dedigi ABD ve Fransa ( ABD iç savas yaşadığı Fransa
da ihtilal oldugu için DK bunlari ilk sayıyor. Biraz tarih kitaplarını
karıştırırsa bu tip ihtilal ve iç savaslar yaşamadan uluslaşma sürecini yaşamiş
bir sürü devlet bulacaktır) etniye ve dine dayanmadıkları biçimine dönüsün
oldugunu idda ediyor.
Yine soru diyelim ki öyle .
Niye.
Hangi ihtiyaçtan kaynaklandi bu.
Ekonomik temeli ne?
Bunlara cevap bulamazsınız DK karalamalırında.

DK Kayserilinin eşegine benzetmis gelismeleri.
Onun ekonomiden anladigi da eşegin iki kez satılmasından edilinen ticaret
kadardır.
Kapitalist ekonomiyi eşek boyama düzeyinde kavrayabilen bir "Marksist" tarih
tarafından,ekonominin belirleyiciliği ilkesi tarafindan, yerle bir edilen
Leninizmi bize tekrar boyayarak satmaya çalışıyor.

Marksiszm herseyden önce kapitalizmin anlaşılması eleştirilmesi
dinamiklerinin ögrenilmesi ve bilince çıkarılmasıdır.
Kapitalizmi anlayamıyan birisi Marksist olamaz. Ve DK de aslında değildir.

Cehaletin tipik örnegine bakın.
"...arti degeri yaratan biricik meta olan iş gücü için aksine
sinirlar kalinlastirilmaktadir."
"Arti degeri yaratan biricik meta isgücü"
Iş gücü kendi başına hiç bir şeydir. Işgücünün artı deger yaratabilmesi için
üretim araçlarına gerek vardır. Ve kapitalist ekonomide sermaye, üretim
araci ve is gücü artı deger üretebilir. DK nın tanımına göre milyonlarca
işsizi olan Türkiye en fazla arti deger üretilen yer herhalde(!)

DK nin belli ki gerkli birikim olmadan filzofluk yapmaya kalmasının
sonuçlarından olsa gerek sürekli kısa devre yapan bir sistematiksizliği var.
Iş gücü olmadanArti değer yaratılmayacagına ve kar olamıyacagına göre, kar
olmadan da kapitalist ekonomi olmayacağına göre nasıl oluyorda iş gücüne
konulan sınırların kalınlastığı sonucuna varabiliyor. Çünki "ulustan" baska
kuş tanımayan DK sermaye yöneliminin sınır tanımadan o kahvelerde "ağır"
üretimde kullanılan işgücüne kendisi gitmektedir. Bu süreçteki gelişme ile
birlikte Soguk savaşin sonuçlarından olan gelişmemiş ülkelerdeki iş gücünün
dengesiz daha dogrusu dengeleri alt üst ederek baska cografyalara akma
eglimi zayıflatılabilecektir.

Yani is gücü için sınır kalınlaştırılmıyor. Sermeye iş gücünün yogun ve atıl
oldugu bölgelere yöneliyor.
Soguk savas nedeni ile güvencesiz buldugu için rahat hareket edemiyen
sermaye bir yandan politik stabilze çalışmalarını sürdürürken diğer yandan
da ulusal sınırların politik nedenlerle belirledigi hukuk sistemini aşarak
kendi gelişmesi için en uygun zemini yaratmaya yöneliyor.
Eger örnegin ülkemiz kapitalist gelişmesini normal sartlarda yasamis olsa
idi bu gün milyonlarca insan Avrupa kapılarında olmazdı. Ve o zamnda DK de
sınır fobisi üzerine felsefe yapamazdı.

Buyrun bir baska cevher.

Birakın ekonomiden bahsetmeyi kazara biraz ilişkilendirse gaf üzerine gaf
yapıyor.
"Ulus her seyden once, genis yeniden uretimin geregi olan standart ve
egitilmis is gucu ihtiyacinin urunu olarak ortaya cikmistir...."
Şimdi anlamak istiyorum. Geniş standart ve eğitilmiş iş gücü için neden ulus
gereksin. Kapitalizmin çıkışı ile uluslaşmanin ortaya çıktığına sanıyorum DK
itiraz etmez. Peki kapitalizmin yeni geliştiği dönemlerde de "eğitilmiş
standart is gücüne" gereksinimi vardi sistemin?
Genis yeniden üretim
kapitalizmin belirli bir gelişmişlik dönemine tekabül eder. Bu bir.

.
Komedi ama olsun.
Mesela Bengaldeş standardasyonu.
Veya Türkiye standardasyonu.
Kenya standarsyonu.
Vietnam uluslaşmasını sonucu Vietnam standardasyonu.
Bu görüşün ciddiye alınabilecek bir yanı yok.
Bakın belli bir gelişmilik düzeyinde ancak kapitalizm standardasyona gitmeye başlıyor. Ve Bu standardasyona ulaşabildikleri ölçüde gelişme yaşanıyor. Bunun uluslşama ile ilgisi hakim oldukları coğrafya ile başlangıçta standardasyonu sınırlamaktan başka bir şey değildir. Üretim sürecinde yakalanan bir gelişmedir.
Aşağıda söz edeceğiz ki DK nin dediği dğru bile olsa evrensel bir sistem alaon kapitalizmin belli bölgelerde ulaştığı standardasyonu evrensel hale getimek diye bir sıkıntısı yok mu? Bu bile uluşılan yoğun yeniden üretim standardisyonunun tüm dünyada genelleştirilebilmesi için ulusal sınırların yarattığı farklı hukuk kuralları ve ekonomik işleyişi kaldırarak merkezi anlayşının ve kuralların yerleştirilmesini zorunlu hale getirmez mi.Ki bu gün yapılan da bu değilmidir.
Sosyalizmi sürekli evrensel anlamda yorumlamaya çalıştığına vurgu yapmayı seven DK kapitalizmin de evrensel bir sistem olduğunu ne zaman görecek.
Peki nasıl oluyor da uluslar arası büyük firmalar çeşitli cografyalarda
egitilmis standard iş gücüne ulaşabiliyorlar.
Toyata dünyanin neresine giderseniz gidin standard egitilmis iş gücünü
yaratir ve her yerde ayni sistemle çalisir.
Beki bunun için niye ulus gereksin.
Veya Türk ulusculugu ile Japon ulusculugunun bu alandaki ilintisi ne?
Tek argüman merkezi egitim olabilir ama bu egitim de standardasyon
firmalarca saglanir.

Egitimin ekonomi ile ilgisini biliyoruz. Tabii bizimkisi hariç. Ama DK
diyorsa isçi egitimi için uluslasilmistir ne diye ayri ayri ulusal egitime
gerek duysunlar.
Ford egitim sistemi veya Mc donald egitim sistemi ile pek ala
çözümlüyebilirlerdi.

Diyelim ki bu "harika" tespit doğru.
Bu idda bile globalizmin ulusal sınırları (ki her halde her ulusal sınır
ayrı bir standardlaşmayı ifade eder) uluslar arası strandartları hakim
kılmak için kaldırmak zorunluluğu ortaya çıkar. Yani bir anlamda DK kendi
kendini yalanlıyor.

Bir başka nokta (noktalar diğer deyişle gaflar bitmiyor ki) Avrupa
birliğinin oluşma sürecini ABD ile mücadele etmek için uluslaşmanın yeniden
tanımlanması olarak alıyor.
Gel de gülme.
ABD Türkiye gibi kendisine göbekten bağlı bir müttefiğini AB liğine girmesi
için zorluyor. Ve bu nedenledir ki ABD nin bastırması ile AB birliği onca
sızlanmalara rağmen Türkiyeyi aday olarak kabul etti. Peki madem böyle bir
karşıtlık ve kutuplaşma vardı ise nasıl oluyorda kendi hakimiyetinde olan
bir pazarını AB liğine ikram ediyor. Veya Yunanistanın AB de olmasına tek
itiraz koymuşmudur. Veya niye Yugoslavyadaki gelişmeler müdahale etmiştir.
Veya Avrupa ABD nin peşine taklıarak Irak operosyanına dahil olmuştur.

AB ne benzer gelişmelerden birisi de Amerika kıtasında yaşanıyor. Diğeri
uzak asyada.
Yani bu gelişmeler hep birileri biryerlere karşı olduğu için mi yaşanıyor.
Yoksa yoğunlaşan ve UZUN ZAMANDIR ULUSSUZLAŞAN sermeye ulusallığı bölgesel
örgütler aracılığı ile aşma sürecine mi girmiştir.

Bu denli net gelişen ve günlük pratikte de sürekli kendini ifade eden bir
süreci niye DK miğde ağrıları çekerek tersten yorumluyor.
Çünki onun öğrendiği Marksizim dünyayı ulusal bazda anlamaya çalışmış ve bu
"anlamadıkları" çerçevesinde ideoloji üretmiştir.
Bir dünya devriminden bahsederken bile ulusların bu günki şekili ile var
olacağı öngörülmüştür.

Eğer uluslaşma sürecinin aşıldığı kabul edilecek olursa ayaklarını
basacakları yer kalmayacaktır.
Bunun da ötesinde Kapitalizmin girdiği bu evrenin ilerici karekterini öne
çıkarmak zorunda kalacaklardır.

Garibim üstüne üstüne gelen onca veriye bu uluslaşmanın açılması değil
uluslun yeniden tanımlanmasıdır biçiminde kıvrılma ile cevap vermek
zorunda kalıyor.

Ve bu sürecin olmadığına tek kanıt olarak da işgücüne konulan sınırlama
gerekçe gösterilebiliyor.
Bu gerekçesi ortadan kaltığında ise tam bir teslimiyet ve çaresizlik ortaya
çıkıyor.


"Kimileri globallesmenin bunu engelleyecegini sanmaktadirlar. Hayir,
kapitalizm bir yandan esitleme egilimi icindedir ama, diger yandan da
esitsizlikleri derinlestirir. Mallarin ve sermeyenin akisinda sinirlar
kalkmaktadir ama, arti degeri yaratan biricik meta olan is gucu icin aksine
sinirlar kalinlastirilmaktadir. Eger yer yuzu olcusunde, isgucunun serbest
dolasimi olsa; isteyen istedigi yere gidip, tipki bir ulke icindeki gibi
esit hakli bir yurttas olsa, yani kelimenin gercek anlamiyla ulusal devletin
sonu olsa, uzun vadede bu fark ortadan kalkar, ama bu olmadigi surece de,
globallesme fiilen apartheit sonucunu verir."

Bu pararafta belirtilen düşünceleri maddeliyelim.
1-kapitalizm bir yandan eşitleme eğilimi içindedir.
2-Diğre yandan da eşitsizlikleri derinleştirir.

bu iki görüşü açıklarkende
1- Malların ve sermayenin akışında sınırlar kalkmaktadır
2-İşgücüne sınırlar kalınlaştırılmaktadır.

Bu iki yandan işgücüne sınırlama kalkarsa ne olur sorusuna bakın ne diyor.

"Eger yer yuzu olcusunde, isgucunun serbest
dolasimi olsa; isteyen istedigi yere gidip, tipki bir ulke icindeki gibi
esit hakli bir yurttas olsa, yani kelimenin gercek anlamiyla ulusal devletin
sonu olsa, uzun vadede bu fark ortadan kalkar,"
Büyük marksist diyor ki kapitalizmin eşitsizlikleri derinleştirmesi iş
gücünün dolaşımındaki engeller kaldırıldığında ortadan kalkar.
Hayır bu kalkse da kapitalizmin eşitsizlikleri derinleştirmesi kalkmaz.
kapitalizm eşitsizlik üzerine kurulmuş ve özünde sosyal kaygıları olmayan
doğal bir sistemdir.
Bu gün gelinen aşamada sosyal kaygılar, iradi müdahale ile kapitalizme kabul
ettirilmiştir.
Yine iradi müdahale (insan insiyatifi) sosyal kaygılarla kar arasındaki
doğru orantıyı sisteme kabul ettirmiştir. Bu da(iradi müdahale) kapitalizmin
dayandığı bireysel insiyatifin sınırsızlığına sistem niteliği kazandırmış ve
belirli düzeyde sistemleştirebilmiş sosyalleştirebilmiştir.

Bunu burada bırakıp yukardaki maddelemenin mantığını bir başka açıdan
tartışalım.

DK karalamasına göre iş gücündeki sınırlama kaldırılırsa sorun çözülecek.

Peki işçi akışının gelişmiş ülkelere ( bu bugünün gerçeğidir) önlenerek
yaratacağı sosyal dengesizliklerden kaçınmak için yoğunlaşan sermayenin iş
gücünün yoğun olduğu alanlara yönelerek o bölgelerdeki kapitalistleşmeyi
geliştirmesi ve insanların yaşadıkları sosyal çevreyi terk etme
zorunluluklarının kaldırılması niye sorunu çözmüyor. Eğer bu gün AB birliği
üyesi bir ülkeden diğer ülkeye gidebilen bir işgücü açısından bir sınırlama
yoksa veya en aza indirilmişse bu birlikteki ülkeler arasında gelişmişlik
düzeyinde bir yakınlığın olmasından değlmidir.
DK nin kapitalizmde gördüğü eşitleme eğlimi (gelişmişlik açısından)
geliştikçe işgücüne yönelik sınırlamada doğal olarak azalarak kalkacaktır.

Ve aslında iş gücünün sınırlanması konusunda yaşananlar insanlık açısından
bu gün daha olumludur.
Artı değerin oluşmasındaki ana unsurlardan olan iş gücünün yoğun bulunduğu
bu yoğunluğu nedeniyle daha ucuz olduğu alanlara sermayenin yönelerek
kapitalistleşmenin sağlanması yönündeki eğilim uzun vadede insanlığın soğuk
savaş nedeniyle kaybettiklerini onarmak anlamındadır da.

Basit bir biçimde işgücünün hareketinin sınırlanmamasının sonuçlarını
Türkiye çerçevesinde görmek mümkün.

Bakın İstanbula.
Bakın Kocaeline
Bakın izmire
Adanaya
İş gücünün hareketi sınırlanmamış ve bu kentlerde anormal yığılmalar
gecekonduları yoksulluk plansızlık kontrol edilmemz hale gelmiştir.
Yatırımların karlılık nedeniyle en fazla yapıldığı bölgelere akışı kimse
durduramamış ve şu anda kimse çözememektedir.

Önümüzdeki dönemde Türkiye ve Ortadoğu pazarı için çok ciddi geliçme
potansiyeli taşıyan Güney ve güneydoğuda yaşanabilecek bir sanayileşme
herşeyden önce büyük kentlerin üzerindeki o korkunç baskıyı kaldıracağı gibi
iş gücü akışı doğuya doğru yönelim kazanacaktır. Ve bu nefes alış ise bir
çok şeyi yeniden düzenliyebilme şansı da yaratabilecekitr.

Bırakın sınırları. İşgücü akışı tamamen ekonomik nedenlidir.Bu nedenler
azaltıldığı veya kaldırıldığı ölçüde sınırlamanın da anlamı kalmayacaktır.
Bu gün gelişmiş ülkelerin koyduğu sınırlama başka başka ulusların kaş göz
rengini sevip sevmeme değil bir İstanbulun veya bir başka mettropol kentin
yaşadığı sonuçları yaşamamak için alınan bir önlemdir. Eğer bunun da
sorumlusu aranacaksa kapitalizin karekterinden önce erken sosyalizm
maceracılığının yarattığı politik ve ekonomik sonuçlara yoğunlaşılmalı.
Nitekim kendilerinin gidemediği dönemde sermaye işgücüne kapısını açmış ve
bu yüzdendir ki milyonlarca insan DK nin yaşadığı yerlere akmıştır.

Yaşadığımız tarihi dönem yoğunlaşan ve ulussuzlaşan sermayenin yörsel
politik örgütlenmeler olan ulus ve devlet örgütlenmesinin aşıldığı bir
süreçtir. Ve ilericidir. Ve kala kala elinde bir tek iş gücü sınırlaması
gibi argümanı kalan DK eğer bu sürecin aşılmasının işaretlerini görecek
kadar yaşarsa
elinde def ile burnuna "demir marksizm komedisi" halkası takılmış
"ayı"bulmakta zorlanacaktır.


Vaner Alkaç


Globalleşme ve “Ulus Devlet”in Sonu

Herkes “Ulus Devlet”in sonundan ve bunun globalleşmenin veya Avrupa Birliği’ne girmenin gereği olduğundan söz ediyor.
Globalleşme “ulus devlet”in sonunu değil, ulusun yeniden tanımlanmasını gerektirmektedir. Aynı şekilde, Avrupa Birliği de, ulus devletin reddetmemekte, ulusu yeniden tanımlamaktadır.
Ulusun bu günkü gibi bir “etni” ya da dile bağlı olarak tanımlanması çok yenidir. Ulusçuluk ilk çıktığında, yurttaşlık ve ulusdaşlık kavramları adeta özdeşti ve ulusun dil ve etniyle zorunlu bir ilişki içinde olduğu türden, bu günün ulusçularına çok yabancı gelen, bir anlayış yoktu. Ulusçuluğun ilk çıktığı, yeryüzünün ilk uluslarını kuran Amerikan ve Fransız devrimleri böyle bir anlayışla ilk ulusları kuruyorlardı. Bu günkü gibi, dil ya da etniyle bire bir çakışmaya dayanan ulus anlayışı daha sonra, yirminci yüzyılın başında doğmuş ve Wilson ve Lenin’in “Ulusların Kaderini Tayin Hakkı” formülüyle de adeta evrensel bir nitelik almıştır.
Ne var ki, bu günkü dünyada, iki önemli değişim, ulusal devletleri tekrar ulusçuluğun doğuşundaki ulus anlayışına dönmeye zorlamaktadır.
Birincisi, Amerika Birleşik Devletlerin gücüyle rekabet edebilmek için, Avrupa ülkelerinin bir Avrupa Birleşik Devletleri kurmak zorunda olması ister istemez, ABD’nin dayandığı ulus anlayışına bir geri dönüşü zorlayacaktı. Onun eski olması, daha modern ve kapitalizmin ihtiyaçlarına daha uygun bir ulus anlayışına dayanmasını ortadan kaldırmıyordu.
Bugün, ulusçuluğun bu eski biçimine dönüş, “ulus devlet”in sonu veya aşılması türünden sözlerle, tıpkı Kayserilinin eşeği boyayıp babasına satması gibi, allanıp pullanıp piyasaya sürülüyor. Hayır, ne ulus devlet sona eriyor, ne de aşılıyor. Olan, ulusun yeniden tanımlanması, ve yurttaşlık ve ulus tanımlarının çakışması, yani kültür, dil ve etninin bir ulusun tanımından çıkarılarak, politika dışı alana itilmesi ve bunlar karşısında devletin “laikleşmesi”dir. Yani, devletin dile, etniye veya beli bir kültüre dayanmaması, nasıl insanların dinleriyle uğraşmıyorsa, dilleri, kültürleri ya da etnileriyle uğraşmamasıdır, en azından biçimsel olarak, hukuki bakımdan.
Ama geç ulusçuluğun çıkardığı ulus anlayışın aşındıran ikinci yön, teknik ve iş gücündeki değişmelerdir. İş gücü göçleri, bütün dünyanın kapitalist şehirlerinde, farklı etnilerden, kültürlerden, dillerden insanların yoğunlaşmasına ve bunların bir çok nedenle bu kimliğe sarılmasına ve ona siyasal bir anlam vermesine yol açmaktadır. Diğer yandan, enformasyon teknolojisindeki gelişmeler de hem bir yandan bu süreci güçlendirici bir etki yaratmakta, (örneğin Türkiye’deki Kürtlerin Medya TV’yi veya Almanya’daki Türklerin Türkçe Kanalları izlemesi) ama aynı zamanda bu sorunun geniş yeniden üretim ve standartlaşmaya engel olmadan, aksine onu destekleyerek çözümünün yolunu açmaktadır.
Ulus her şeyden önce, geniş yeniden üretimin gereği olan standart ve eğitilmiş iş gücü ihtiyacının ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Bu nedenle başlangıçta standartlaşmaya vurgu ve farklılıkların silinmesi temel dayanağı olmuştur. Ama bu bir kere sağlandıktan sonra, teknik gelişmeler de olanak sunuyorsa, bu standart olan içinde belli bir renklilik pek ala kapitalist yeniden üretimin bir gereği haline gelebilirdi. Ve işte tam da bu nedenle, çok kültürlülük, renklilik, ulus devletin sonu gibi söylemler günün modasıdır. Bu Değişim, Avrupa Birliği gibi farklı ulus devletlerin bir araya gelip yeni bir ulus devlet içinde erimeleri gibi bir gereklilikten kaynaklanmasa bile aynı türden bir ulus anlayışını mümkün ve gerekli kılar.
Ne var ki, ulusun bu yeniden tanımlanışı, otomatik olarak eşit haklı ve eşit düzeyde ulusları yaratmaz. Ulusun bu yeni tanımlanışı madalyonun öbür yüzü, yeryüzü ölçüsünde bir apartheit anlamına gelmektedir. Avrupa, ulusu, etniden, dilden, kültürden soyutlayarak, tıpkı bir zamanların ABD’sinde olduğu gibi tanımlamakta; Amerika İspanyolca’yı ikinci dil yapmayı tartışmakta, ama diğer yandan, yurttaşı olmayana, yani bölgenin dışında yaşayan veya içinde ama yurttaşlık hakkı olmadan yaşayana karşı duvarlar örmektedir. Dolayısıyla, ulus devletin sonu diye tanımlanan, ulusun yeniden tanımlanışı ve bu tanımlamada dilin, etninin ve kültürün değil, hukukun ve belli bir yerin kriter olması, yeryüzü ölçüsünde bir apartheit rejimine denk düşmektedir. Ulus devlete son verdiği söylenen yeni ulusçuluk, yeryüzü ölçüsündeki ırkçılığın aracı olmaktadır.
Kimileri globalleşmenin bunu engelleyeceğini sanmaktadırlar. Hayır, kapitalizm bir yandan eşitleme eğilimi içindedir ama, diğer yandan da eşitsizlikleri derinleştirir. Malların ve sermeyenin akışında sınırlar kalkmaktadır ama, artı değeri yaratan biricik meta olan iş gücü için aksine sınırlar kalınlaştırılmaktadır. Eğer yer yüzü ölçüsünde, işgücünün serbest dolaşımı olsa; isteyen istediği yere gidip, tıpkı bir ülke içindeki gibi eşit haklı bir yurttaş olsa, yani kelimenin gerçek anlamıyla ulusal devletin sonu olsa, uzun vadede bu fark ortadan kalkar, ama bu olmadığı sürece de, globalleşme fiilen apartheit sonucunu verir.
Bunun için, sosyalistlerin ve ulusçuların programı arasındaki temel fark, ulusun yeniden tanımı ile; nasıl tanımlanırsa tanımlansın, ulusal birim ile siyasi birimin çakışmasını reddetmek arasındaki farktır. Yani dil ya da kültürü değil, nasıl tanımlanırsa tanımlansın, ulusu politik alanın dışına atmaktır.
Bunlardan biri, örneğin, Türkiye gibi bir ülkeyi, örneğin bütün dillerin özgürce konuşulup öğrenildiği ve geliştirildiği, yani demokratik, dolayısıyla gelir farklarını nispeten törpülemiş, İspanya, Yunanistan benzeri bir ülke yapma; yani yeryüzünün beyazları arasına katılma sonucunu verir; ama diğeri yeryüzünden beyazlı yok etme. Bu nedenle biri demokratik muhalefetin, diğeri de sosyalistlerin programı olabilir.
24 Kasım 2000 Cuma

>
>Değerli Arkadaşlar
>Sanıyorum bir server arızası yüzünden iki gündür Ne Duvar Gazetesine ne de Serbest Kürüsye girmedim.
>Sevinerek söylemeliyim ki giderek ortak bilincin ve dilin geliştiğini gözlemliyorum bu forumda.
>Öncelikle Mehmet Aslanın yazsına yönelik tepkilerde haklılığı ne olursa olsun kullanılan dille Sayın Aslanın vurgusunun zayıflatılmasına bizzat kendisinin gösterdiği sert tepki yakalanması gereken kültürel düzeyin işaretlerini yansıttığı için son derece sevindirici.
>Bunun yanısıra Sayın Arkadaş içten ama kişiselliği ağır basan bir açıklama ile karşılamış bu yazıyı.
>Ve yanlış tahmin etmiyorsam kendisi ÖDP li.
>Yine bir başka ÖDP li olan Sayın Vanlının cevabı da oldukça ilginç.
>Ayni siyasi yapıda kendilerini ifade etmeye çalışan bu iki arkadaşın birbirlerinden son derece farklı değerlendirmeleri bile bize yaratılması gereken demokratik anlayışın örneklerini verirken oluşturulması gereken yeni sistematiğimizdeki arızalar üzerine yoğunlaşmamız uyarısını da yapıyor.
>Peşinden Memduh Hacı arkadaşımız Nuri Nemrut adlı bir tartışmacıyla sanıyorum başka forumlardaki bir tartışmasını aktarmış. Özellikle Sayın Hacının sistematiğindeki son derece sevindirici gelişmeler (veya var olanı benim görebilme durumum)umutlandırıyor keyiflendiriyor.
>Bunun da ötesinde sayın Rojanın doğmatik önyargıları takmadan sol literarür diye bize kakalananların üstüne yürekilce giderek lafazanlık dayatmalarına düşünsel meyden okuyuşu herşeyi yeniden yeniden ve birdaha yeniden düşünüp bu günün en gerçekci ve gerekli politik hattını bulabilmenin akıncılığını üstlenmesini heycanla karşıladığımı da vurgulamak isterim.
>Tolos bizim yüreğimiz heycanımız olmayı istiyor.
>Ve artık isim vermeden evrenselleştirerek eleştirmeye çalışıyor. Mesajının alındığının bilinmesini istedim.
>Birazda benim hastalığım olsa gerek. müziğini daha güçlü duymak isterim.
>Kısacası sevindim.
>Aslında bu açıklama yazısını yazarken derdim başka idi. Ama bir anda sevincimi paylaşmaktan alıkoyamadım kendimi.
>Forumlara ulaşamadığım süre içinde hazırladığım bazı yazıları da istediğim yerlere asamadım tabi.
>Bir çok kez tekrarladım.
>Sol içindeki demokratik kesim içindeki tartışmaları bu gün için sağla yapılabilecek devletle yapılabilecek tartışmalardan çok daha fazla önemsiyorum.
>Bizler yenilmeden önce yanıltıldık. Ki bizi yenebildiler.
>elbette karşı güçlerin bu yanltılmamızda misyonları gereği payı var. Ama asıl yanıltmayı biz kendi kendimize doğmalar mitler yaratarak demokraisi kültürünü yaratmayarak yaptık.
>Bu bağlamda uzun zamandır Demir Küçükydın şahsında götürülen ve zaman zaman son derece tehlikeli boyutlara ulaşan bir yanıltma girişimine karşı koyma diye bir görev çıkardım kendime.
>Bir şey yanlış anlaşılmasın. DK ne söylerse yanlış söyler diye bir mantığım yok.
>Örneğin Kolombusun Yumurtası adlı yazsına ilk tepkim kutlama yazsıydı. Ve peşinden düşünce sistematiğindeki arıza nedeniyle vardığı sonucun zorlama ile yamultulmuş ve ters sonuç çıkarılmış olmasını temel alan bir çalışmam oldu.
>Hatırlanacaktır en son İmralı açıklamaları çerçevesinde Öcalanın bayrak, istiklal marşı, Atatürk resimlerinin asılması ve islamiyetin demokratik yorumu gibi HADEP e yönelik talepleri konusundaki düçüncelerini açıklmasını istemiştim DK den. Yine bu forumda da yer alan açıklaması gereken nedir başlıklı bir cevap verilmişti.
>Bu konuyla ilgili cevabi yazımla yine Globalleşme ulusallığın sonu mu başlıklı yazısını tartışan bir başka yazıyı da buraya asıyorum.
>Saygılarımla
>Vaner Alkaç
>





Cevaplar:


[ Serbest kursu ]