Ce: Mehmet Aslanin yen Yazısı
[ Serbest kursu ] Makale yazari: Bir Türk-is Üyesi Tarih, gün ve saat : 24. Ekim 2000 15:53:12:
Su yaziya cevaben: Mehmet Aslanin yen Yazısı makale yazari: Vaner Alkaç Tarih, gün ve saat : 24. Ekim 2000 01:54:39:
Yildirim Koç tam anlamiyla bir kontradir.
Zamani geldiginde hersey ortaya dökülecek.Yaptiklarinin utancini yasayacak ve hesabini VERECEK!
Kalin saglicakla.
>İşçi Ücretleri, Memur Aylıkları ve
>Türk-İş’in Devekuşu Politikası Üzerine
>(Yıldırım Koç’un yazısı vesilesiyle)
>
>26 Mart 2000 tarihli Aydınlık’ta “Sınıf Gözlüğü” köşesinde Yıldırım Koç’un gerçekten de gözlüklü bir fotoğrafının altında yayınlanan yazısı bizi epeyce düşündürdü. “İşçi ücretleri ve memur aylıkları” başlıklı yazıda kamu işletmelerimizde çalışan memurlar ve işçiler arasında halen yaşanmakta olan ücret dengesizlikleri ele alınmakta idi. Ancak herhalde maaşını Türk-İş’ten aldığı için olacak, aşırıca koyu bir “sınıf gözlüğü” takan Yıldırım Koç’un hızını alamayıp aslında bu işletmelerde sadece çalışanların bir bölümünü oluşturan ve çalışma şartları açısından işçilerden çok daha zor durumda bulunan memurların içler acısı hali için bir tek “Oh olsun!” demediği kalmıştı! Neymiş efendim: “Mühendisler bir dönemki ayrıcalıklı konumlarına hiçbir zaman dönemeyeceklerini anlamak zorunda. Mühendisliğin insanın gününü kurtardığı ve geleceğini güvence altına aldığı dönem 1960’lı, 1970’li yıllarda kaldı.” imiş! Türkçesinin rezaletini şimdilik bir yana bırakıp fikirdeki sefaleti ortaya koymaya çalışacağım.
>Ülkemizde devlet işletmelerinde çalışan mühendislerin çok büyük bir bölümü şu anda memur statüsü altında çalıştırılmaktadır. Bu durumun daha ilk bakışta biraz acayip kaçtığının farkındayım. Çünkü birçok okuyucumuz bunu duyunca, hemen: “Olmaz öyle şey kardeşim! Hele bizim ülkede anlaşıldığı şekliyle memur kavramıyla mühendis kavramı birbiriyle çelişir: Ne memurdan mühendis olabilir, ne de mühendisten memur!” diyecektir.
>Bu itiraza ben de tamamen katılıyorum. Elbette ki dünyayı teknik olarak değiştirmeyi kafaya koymuş mühendis, bazen, dünyayı politik olarak değiştirmeyi hedeflemiş siyasetçiden bile daha gözükara atılışlarla dünyayı sarsan devrimler yaratabilen, hülyalı ve gözüpek bir insandır. Sonuçları iyi veya kötü oldu diye tartışılabilir, ama Entelicens Servis veya CIA’nın bin bir türlü provokasyonlarla 70 yılda yıkamadığı Sovyet düzeninin çözülmesinde, mühendislerin emeğiyle gitgide daha fazla yetkinleştirilmiş telekomünikasyon devriminin hiç mi etkisi olmadı? Veya bugün dünyanın gitgide “tek bir dünya” olmaya doğru yönelmesinde, ABD’nin “Yeni Dünya Düzeni” propagandasından daha çok yine mühendislerin geliştirdiği bilgisayar ve internet ağlarının bütün dünyayı sarmasının etkisi yok mudur? Bütün bunları düşününce, elbette o güzelim mühendis kavramıyla, “Gözlerimi kaparım, vazifemi yaparım!” anlayışındaki klasik devlet memuru kavramını yan yana koymak bile mümkün değildir.
>Ama ister kabullenelim, ister kabullenmeyelim, maalesef ülkemizdeki pek çok acayipliklerden birisi de budur: Devlet işletmelerimizde çalışan önemli sayıda mühendisimizin alnına hiç gereği yokken “memur” damgası vurulmuştur. En değerli yanı yaratıcılıkları yani bir anlamda isyankârlıkları olması gereken mühendisler devlet işletmelerimizde sisteme uyumları ve amirlerine itaatleri ile değerlendirilmektedirler! Bu durum mühendisliği cendereye sokmaktan, mühendislerin başına deli gömleği geçirmekten farksız bir şeydir.
>Aslında devlet işletmelerimizde çalışan mühendislerin statüsü eskiden beri tartışılan bir konudur. Bu mühendislerin 1970 yılından sonra İnşaat Mühendisi Süleyman Demirel’in yönetiminde 657 Sayılı Devlet Memurları Kanunu’na tabi kılınması zaten yeterince eleştiri konusu olmuştu. Daha sonra Elektrik Mühendisi Turgut Özal zamanında icat edilen ‘sözleşmeli personel’ uygulaması ise bu tartışmanın daha da karmaşık bir hal almasına yol açmıştır. Demek ki: “Mühendisin mühendise akrep etmez ettiğin!” Bugün ister 657 Sayılı Kanuna, ister sözleşmeli personel statüsüne göre çalışıyor olsunlar, devlet işletmelerinde çalışan mühendislerin durumu birbirinden pek farklı olmadığı gibi günden güne çok daha kötü bir duruma doğru gitmeye başlamıştır.
>Sıkıntıların kaynağında bir taraftan çalışma şartlarının ağırlaşması, diğer taraftan ise ücretlerin reel olarak gerilemesi bulunmaktadır. Ancak bundan daha da kötüsü aynı işyerinde ve hemen hemen aynı koşullarda çalışan memur veya sözleşmeli statüdeki mühendislerle 1475 sayılı yasaya tabi işçiler arasında birinci kesimdekilerin aleyhine ortaya çıkmaya başlayan farklılıklardır. Bu durum iş düzeninde problemler yarattığı gibi aynı organizasyonun ayrılmaz parçaları sayılan mühendis ve işçiler arasında kardeşçe dayanışma yerine gereksiz bir husumet yaratmaktadır. Devlet işletmelerinde sağlıklı iş akışını gitgide daha fazla sabote eden bu durumun nasıl ortaya çıktığını biraz daha açmaya çalışalım:
>Bilindiği üzere kamu işyerlerinde çalışan işçilerin Toplu Sözleşmeleri bu işletmelerin ekonomik gidişatı kesinlikle göz önüne alınmadan ve çoğunlukla bu kuruluşların Genel Müdürlüklerinin bile haberi olmadan Türk Kamu-Sen (Türkiye Maden Enerji ve Hizmet Sektörü Kamu İşverenleri Sendikası) ile işçi sendikaları arasında yürütülen görüşmeler sonucunda neredeyse “ekonomik” pazarlık olmaktan çıkıp hükümetle kamu işçileri sendikaları arasında “siyasi” pazarlık konusu haline gelmekte ve hele görüşmeler bir genel seçim öncesine rastlar ise işçi sendikaları görüşmelerden bazen kendilerinin bile inanamadığı büyük “zafer”lerle çıkmaktadır. Nitekim yine bir genel seçim öncesine rastlayan son Toplu İş Sözleşmesi ile işçilerin maaşlarına 1 Mart 1999 tarihinden itibaren geçerli olmak üzere önce %30’luk bir zam yapılmış ve daha sonraki her altı aylık dilimde (enflasyon+%5) oranında bir artış öngörülmüştür. Bunun hemen arkasından ise memur maaşlarına yılın ikinci dönemi için 1999 Temmuz başından itibaren %20 zam yapılmış ve 2000 yılının ilk dönemi için de memur maaşlarına %15 zam yapılmıştır. 2000 yılının Mart ayında ise işçi ücretlerine yapılan zam %45 civarında olmuştur. Yani aynı devletin kapıkulları olan kamu işçileri sözkonusu olduğunda bol keseden gürleyip yağan devlet, aslında daha sadık kulları sayılması gereken memurlarına damlamamıştır bile! Bu durumda işçiler maaşlarını enflasyona karşı korur, hatta yükseltirken, hükümetin (veya hükümetlerin) bütün o “Memurlarımızı enflasyona ezdirmeyeceğiz!” edebiyatına rağmen memur maaşları enflasyon karşısında hızla erimiş ve erimeye devam etmektedir. Böylece aynı işyerinde, çoğu zaman aynı mekânda ve aynı şartlarda çalışan mühendislerle işçilerin maaşları arasında statü farklılığından dolayı bir dengesizlik ortaya çıkmıştır.
>Bu dengesizliği daha da artıran bir diğer unsur ise artık yılan hikâyesine dönen şu özelleştirme konusudur. Yaklaşık 15 yıldır (Menderes’ten başlatırsak 50 yıldır!) devlet işletmelerinin özelleştirilmesinden bahsedilmekte, ancak her nedense(!) bir arpa boyu yol gidilememektedir. Ancak eskilerin tabiriyle bu tür konuların “şüyuu vukuundan beterdir.” Özelleştirme konusunda da aynen böyle olmuş ve her gün özelleştirme lâfının edilip bunun bir türlü gerçekleştirilememesi bu işletmeler için tam bir felâket haline gelmiştir. Nasıl olsa özelleştirilecek anlayışıyla bu işletmelerin yatırım masrafları devlet tarafından alabildiğine kısılmış, işletmeler kendi kaderine terk edilmiştir. Son zamanlarda ülkemizde yeniden başlayan elektrik kısıntılarının en önemli sebeplerinden birisi enterkonekte sistemin baz yükünü taşıyan termik santralların yıllardır bu şekilde ihmal edilmesinden kaynaklanan çeşitli arızalardır. Öte yandan personel konusunda da aynı “tasarruf” anlayışıyla hareket edilmiş, emekli olan veya herhangi bir sebeple ayrılan personel yerine yeni eleman alınmadığı için işletmeler gitgide daha fazla personel sıkıntısı içine düşmüşlerdir. Bu durum ise işçi ve mühendisler arasındaki ücret dengesizliğini daha da artıran bir etken olmuştur. Şöyle ki: işçilerin sayıca yetersizliği sürekli olarak fazla mesai uygulaması ile çözülmeye çalışılmakta, bu da toplu iş sözleşmesinde belirtilen zamlı tarife üzerinden hesaplandığı için işçilerin ücretlerini bazen normalin birkaç katına çıkarabilmektedir. Oysa aynı şekilde mühendis sayısının azalması, sadece mühendislerin daha geniş bir alandan sorumlu tutulmaları ile sonuçlanmakta, sorumluluk artmasına rağmen ücretler yerinde saymaktadır. En son yayınlanan bir genelge ile memurlar için belirlenen fazla mesai ücreti (185.000 TL/Saat, ve ayda en fazla 60 saat yazılmak şartıyla yaklaşık 10 Milyon TL Brüt!) ise durumu kurtarmaktan ziyade mühendislerin durumu ile alay etmek olarak yorumlanmış ve çoğu işletmede mühendisler bu mesai ücretini talep bile etmemişlerdir.
>Ama denecek ki, mühendislerin de “memur” olmalarından kaynaklanan bir iş güvencesi avantajı vardır. Siz öyle zannedin!.. İş güvencesi konusu bile kağıt üzerinde farklı, uygulamada farklıdır. Devlet memurlarının kağıt üzerinde olan iş güvenceleri politik müdahalelerle artık fiilen yürürlükten kalkmış, ceza anlamına gelen politik amaçlı tayinlerle memurların iş güvenceleri tamamen yok edilmiştir. Öte yandan hukuken iş güvencesi olmadığı bilinen işçi kesiminin ise sadece devlet işletmelerine özgü bir uygulama ile siyasilerin şemsiyesi altında tamamen dokunulmaz hale getirilmesi dengesizliği bir başka açıdan artırmıştır. Evet, 1475 sayılı İş Kanununa göre tazminatını ödedikten sonra patronun bir işçiyi işten atmasının önünde herhangi bir engel bulunmamaktadır ve bunun çok insaflı bir kural olduğunu söylemek mümkün değildir. Ama çok şükür, bu kuralın devlet işletmelerinden içeri adım bile atamadığını da herkes bilmektedir. Taşranın hacıağa siyasetçisine yan bakan bir mühendis soluğu Hakkâri’de alabilmekte, fakat -hizmetinden istifade etmek şöyle dursun- “Acaba hangi servise verelim de işletmeye verdiği zararı minimuma indirelim?” diye günlerce hakkında kafa patlatılan bazı değerli işçi kardeşlerimiz sırtlarını sağlam bir kapıya dayadıkları zaman yıllarca işletme kadrosunda barınabilmektedirler.
>Diğer yandan işyerindeki pozisyonları gereği yönetici konumda bulunan mühendisler hemen hemen her şeyden sorumludurlar. Öyle ki, işçilere eksiksiz dağıtılan iş güvenliği malzemelerinin kullanımının ihmal edilmesinden dolayı meydana gelebilecek iş kazalarından dahi sorumludurlar! İşçinin sorumluluğu ise çoğu zaman “iş saatleri içinde işyerinde bulunmak”tan başka herhangi bir şeyi kapsamamaktadır. Hele yukarıda belirtilen katmerli iş güvencesinden dolayı bazıları giriş kapısından içeri adım atar atmaz yevmiyeyi hak ettiklerini düşünürler ve işyerinde yararlı bir iş yapmak için haklı olarak ilave ödeme -meselâ fazla mesai- verilmesini şart koşarlar. Verilen işi açıkça yapmamanın karşılığında disiplin cezası vardır, ama aylaklıklarını kamufle edecek bir sürü imkânları da elde bulundurmaktadırlar: Viziteye çıkmak, rapor almak, mazeret izni istemek, gibi... Kazara disipline düşüp önemli bir ceza almasına karar verilenlerin dahi ‘iş’leri genellikle Ankara’da sendika yöneticileri ile genel müdürlük bürokratlarının bir sohbeti ile tatlıya bağlanır. Oysa memurların herhangi bir ‘sahibi’ yoktur. Kurdukları sendikalar henüz hükümet tarafından ciddiye alınmaz. Dernekleri, Oda’ları 12 Eylül’den sonra iyice budanıp güçten düşürüldükleri için dertlerine çare olamaz. Bu durumda zora düşen memurların çoğu iktidardaki siyasi partinin milletvekilleri, il başkanları veya delegelerinin ayaklarına kapanarak şefaat dilenirler. Bu şekilde paçayı kurtarabilenler ise ömür boyu bu iyiliğin diyetini ödeyemezler. Artık gelsin kitabına uydurulmuş yolsuzluklar, usulsüzlükler...
>Bütün bu yanlış uygulamaların en kötü sonucu ise sorumluluk ve ücret dengesinin gitgide daha fazla bozulmasından dolayı devlet işletmelerinde hizmetine ihtiyaç duyulan tecrübeli ve yetenekli mühendislerin bu işletmeleri zamanla terketmesidir. Öte yandan, teknik olarak işi kıvırıp kıvıramayacaklarını kendileri dahi bilmeyen, ancak sosyal açıdan “işini bilen!” bazıları yüklenen sorumlulukla kıyaslanmayacak derecedeki düşük ücretlere rağmen hâlâ büyük bir hırsla bu makamları doldurmaya koşmaktadırlar. Düşük ücret bir yana, böyleleri o koltukları kapabilmek için üste para bile vermeye razıdırlar! Bu durumda henüz kamu malı sayılan devlet işletmelerimizin yolsuzluk ve kötü yönetim sonucu bugünkünden daha da beter bir hale düşmesi kaçınılmazdır. Bu nedenle, özelleştirme veya özerkleştirme gibi ihtilâller (Allah korusun!) kısa dönemde beklenmediğine göre, devlet işletmelerimizde çalışan mühendislerimizin çalışma şartlarının ve ücret durumlarının, kısacası statülerinin yeniden ve akılcı bir şekilde düzenlenmesinde bu işletmelerin selâmeti bakımından acil zorunluluk bulunmaktadır. Örneğin, TPAO, Petkim gibi devlet işletmelerinde uygulandığı şekilde devlet işletmelerinde çalışan bütün mühendislerin 1475 sayılı iş kanununa tabi tutulmaları önerilebilir. Böylelikle ücret sorunu bugünkünden daha mantıklı bir temele oturtulabileceği gibi artık içinden çıkılmaz bir hale gelen kamu emekçilerinin sendika sorunu da hiç olmazsa bu işletmelerde çalışan memur ve sözleşmeliler için kendiliğinden çözülmüş olacaktır.
>Dünya’da belki de sadece Türkiye’deki devlet işletmelerinde görülebilecek böyle bir garabeti izah etmek isterken Yıldırım Koç şöyle diyor: “... mühendisler, bu paranın işçiye verilmediğini, işçinin bu parayı mücadeleyle aldığını, kendisinin de aynı yolu izlerse amacına ulaşabileceğini öğrenecekler.” Yani türkçesini söylersek: “Kıskanma ne olur, örgütlen senin de olur!” Gözlüklü öğretmenimiz, tıpkı gençlik günlerindeki gibi alfabetik birkaç tekerleme yumurtlamakla bütün memleket sorunlarının anında çözülebileceğini sanıyor galiba! Peki, dediklerinde bir gerçeklik payı var mı? Kamu işçileri, gerçekten de “Ulusal gelirde düşme yaşandığı bir kriz döneminde gerçek ücretlerin artırılabilmesi...” (Y. Koç) başarısını kıran kırana bir mücadele ile mi elde etti? Güldürmeyin adamı, buna dense dense bozgunda zafer havası çalmak denir. Türkiye’de artık ilkokul çocukları bile biliyor ki işçi sınıfı son elli yıl içindeki en büyük hezimetini 1999 yılında yaşamıştır. Sağcısı-solcusu, ilericisi-gericisi, işçisi-memuru ne kadar sendika, dernek, örgüt varsa bir araya geldi de şu üç-bacaklı hükümetin çalışanların haklarına karşı sürdürdüğü hayasızca akını durduramadı. Halktan esirgenen paraların, kırık dökük bir Vergi Kanunu’na bile tahammül edemeyen finans-oligarşisine veya çoğu Cumhurbaşkanı yakını olan banka soyguncularına aktarılmasını engelleyemedi. Bunun neresi zafer, Allahaşkına?
>Ama Yıldırım Koç ve tabii Türk-İş yöneticileri için Türkiye İşçi Sınıfı demek kamu işletmelerindeki hepi-topu 200-300 bin kişilik ‘talihli amele’dir. Bunlar iyi ücret alırlar ve daha önemlisi iyi de AİDAT bırakırlar. O zaman 1999 yılında Türkiye işçi sınıfının bu bir avuç kaymak tabakasının iyi mama kapması her türlü hezimeti unutturabilecek bir değer taşımaktadır. Varsın, dışarda kalan 10 milyondan fazla özel sektör işçisi: değil sendika, sigorta yüzü bile göremeden açlık ücretine talim etsin, çaresizlikten ırkçıların ve şeriatçıların kuyruğuna takılsın, ne gam! Hamamın namusunu kurtarabilmek için, -belki de sadece bunun için- cebine birkaç kuruş harçlık atılmış kamu işçileri var ya... Bu sayede Türk-İş yöneticisi ve danışmanı beyzadelerimiz, neredeyse işveren sınıfı ile aynı yaygaraya katılarak Türkiye’de işçilerin iyi ücret aldığı demagojisinin altına imza atmaya bile hazırdırlar. Böylece kendi aşırı kârı haricinde her türlü angaryayı devlete yüklemeye zaten alışmış işveren sınıfımız da Batı’daki ağababaları gibi kendi cebinden besleyeceğine, aristokrat işçi tabakasını da kamu işçileri kılığında yine devletin sırtına yıkma fırsatını yakalamaktadır. Bu arada devletçiliğimiz de sendikacı cengâverlerimizin devlet işletmelerinde istedikleri gibi at oynatmalarına göz yumarak özel sektör işyerlerini rahat bırakmalarını sağlamakta ve aynı zamanda Avrupa Birliği’nin kapısında dikildiğimiz şu tarihi günlerde bizim ülkemizde de sendika denen bir nesnenin bulunduğuna şahitlik etmektedir.
>12 Eylül öncesinde Türkiye’de seyahat edenler yol boyunca içinde birkaç kişinin çalıştığı petrol istasyonlarında bile ‘Bu İşyerinde Grev Vardır’ pankartlarını görürlerdi. Bugün ise binlerce işçinin çalıştığı dev işletmelerde sendika bulunmadığı görülebilmektedir. Bu durumdan esas rahatsızlık duyması ve utanması gerekenler ise başlarını devekuşu gibi devlet işletmelerine gömerek üstlerine yağan aidat seliyle Ankara’da saray yavrusu sendika merkezleri dikip mevcut düzeni ayakta tutmak için ellerinden geleni yapmakta, diğer bütün sınıf ve katmanlara sırtlarını dönerek örgütlü kalabilmiş bir avuç işçi kesimini de halk içinde elsiz-ayaksız bırakmaktadırlar. Uzağa gitmeye gerek yok: Yıldırım Koç’un yazısında işçi sınıfının yoldaş beyni olması gereken mühendisler ‘Tu kaka!’ ilân edilirken, şu anda devlet işletmelerinde ‘talihli amele’lerle yanyana çalıştırılan ve asgari ücret bile alamayan taşeron işçileri için de kılını bile kıpırdatan görülmemektedir! Efendim, “Nihai amaç, bağlı oldukları yasa ne olursa olsun, tüm ücretlilerin aynı çatı altında örgütlenmesi olmalıdır” imiş.(Y. Koç) Geç yiğidim, geç! Böyle platonik karınca dualarına cahil köylülerin bile karnı tok artık. “Ayinesi iştir kişinin, lâfa bakılmaz!” Adama sorarlar: Namuslu bürokratlar, dürüst işletme yöneticileri ordan oraya sürülürken ne yaptın, diye... Değil başka bir yere sürmek, fabrika içinde bir işçinin servisi değiştirilmeye kalkışıldığında kıyametleri koparanlar, memur kıyımı karşısında devletçiliğimizle sessiz mutabakat içinde: “O bizim işimiz değil!” deyip kenara çekilmişlerdir. Hani nerde o: “Santrallar bizümdür, sattırmazuk!” diye nara atan yiğitler? Eğer yönetiminde söz sahibi değil iseniz nesi kaldı elinizde bu santralların? Bu yiğitlerin, hükümet partilerine yalakalık etmekten başka hiçbir özellikleri bulunmayan bazı tiplerin işletmelerin başına kakılmasına ise hiç olmazsa özelleştirme niyetiyle santralları görmeye gelen yabancı firmalara gösterdikleri tepki kadar olsun karşı çıkmaları beklenir ya, ne gezer! Hemen “Hayırlı olsun!” ziyaretleriyle baş köşeye kurulup bir taraftan kahveleri höpürdetirken bir taraftan da memleket ahvali ile ilgili tatlı sohbetlere dalmak daha hoşlarına gitmiştir. Böylece içerden yürütülen dangalaklıklar ve dışardan işveren sınıfının demagojik propagandası ile, toplumumuzun kurtuluş umudu olması gereken örgütlü işçi sınıfı diğer halk kesimlerinden gitgide izole olmakta, o zaman onu mağlûp etmek de gitgide daha kolaylaşmaktadır. Zaten bu sayededir ki işveren sınıfı 1999 yılında yürüttüğü hayasız saldırıyı kolayca zafere dönüştürebilmiştir.
>Sırası gelmişken, son bir söz de Türk-İş’in gedikli danışmanlarına gönderelim: Bu Koç’lar eğer aldıkları maaşı gerçekten haketmek istiyorlarsa Ankara’nın sisli-puslu havasından biraz uzaklaşıp taşrada herhangi bir devlet işletmesinden içeri adım atsınlar da devletçiliğimizin o kaşarlanmış sendikacılığımızla kolkola daha ne marifetler çevirdiğine şahit olsunlar. Belki o zaman biraz daha para edecek akıllar sunabilirler amirlerine. Yoksa şu meşhur tekerleme: “Kılavuzu Koç olanın, ...” diye yaygınlaşmaya başlayacak. 1999 hezimetinden sonra belki de yaygınlaşmaya başladı bile.