Site hosted by Angelfire.com: Build your free website today!
Makaleler
 

Cumhuriyet: Bir Hiper-Gösteren

Tezkire, sayı 16, 1998.
Otel ve Cumhuriyet
Bir hükümet yetkilisinin kalkıp, aslında kendilerinden çok önceleri başlamış ve hasbelkader ikmali kendi dönemlerine denk gelmiş bir yapıyı veya herhangi bir işin bütün başarısını sahiplenmesine pek şaşırmıyoruz. Siyasîlerin her vesileyle kendi iktidar veya hükümet dönemlerinin bir gösterisi olarak, düzenlenen şaşaalı törenler eşliğinde bu tür yollara başvurmalarına sıkça rastlarız. Bu zamanlama o hükümet yetkilisi için bir çeşit piyango işi görmüş oluyor. Ancak Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'in Eylül (1998) ortalarında Diyarbakır'da düzenlenen bir otel açılışında, oteli göstererek ve göğsünü kabartarak "işte Cumhuriyet!" diye bağırması, bu işin asgari bir etiğe bağlanmamasının, bir dil veya bir semboller sisteminin, anlaşma zeminini ne kadar amorflaştırabildiğinin, Habermas'ın ifadesiyle bir iletişim ortamını ne kadar tahrif edebildiğinin çok iyi bir örneğini vermiştir. Burada konuşulan dilin gerçekliğe lafzî anlamda tekâbül etmediği  zaten biliniyor. Sorun da orada başlıyor. Demek ki metafor-yoğun bir konuşmayla karşı karşıyayız. Bu demektir ki ne "Cumhuriyet" burada lafzî anlamıyla cumhuriyetin temsil ettiği anlamı yansıtıyor, ne de "otel" lafzî anlamıyla otelin temsil ettiği şeyi gösteriyor. Bunlar birbirini gösteriyor. Otel Cumhuriyeti gösteriyor. Cumhuriyet de oteli. Peki ama niçin? Cumhuriyeti gösterecek başka bir şey mi yok? Cumhuriyetin metafordan yana sıkıntısı mı var? Veya Cumhuriyet otelden başka gösterecek bir şey bulamıyor mu?

Diğer altbaşlıklar

Cumhuriyet ve Toplumsal Değişim
Aydınlatan Cumhuriyet İle Şımartan Demokrasi Arasında
Türkiye'de Demokratik Cumhuriyet Şansı Üzerine
 

Cumhuriyet Dönemi Din Politikaları ve Din İstismarı

İslâmiyât Dergisi, Cilt 3, sayı: 3, Temmuz-Eylül 2000
İstismar olgusunu dosya konusu edinen bir derginin ilk yüzyüze gelmesi gereken soru herhalde bizzat bu istismar denilen şeyin ne olduğuyla ilgili belirsizliktir. Çünkü istismar üzerine gelişen söylemlere bakıldığında bu sözcük kadar istismar edilen başka bir şey olmadığı izlenimi doğabilir. Bu belki de geçici bir durumdur veya belki de dilin tabiatındaki her çeşit niyete aynı anda servis veren araçsal tabiatının bir sonucudur. Ama her hâlükârda istismar sözcüğünün taşıdığı fazladan içerimler dolayısıyla ayrı bir kullanıma sahip olduğu bir gerçektir. Bu yazıda Türkiye Cumhuriyeti boyunca din ve laiklik politikalarının ayrıntılı bir tarihsel kronolojisini vermeyi düşünmedik. Esasen bu konuda yazılmış bir çok kitap ve makale bu ihtiyacı fazlasıyla karşılayabilecek durumdadır. Burada yapmaya çalıştığımız sadece, dilimiz döndüğünce bütün bu tarihi "istismar" kavramının çağrıştırdıkları eşliğinde toparlamaya çalışmak olacaktır.

Altbaşlıklar

KÂRLI BİR SEMBOLİK YATIRIM: İSTİSMAR SİYASETİ
CUMHURİYET DÖNEMİNDE DİN POLİTİKALARI
CUMA HUTBELERİ: DİNÎ MEDYANIN İLETİŞİM KANALI
 

Cumhuriyet, Toplumsal Değişim Söylemleri Ve Demokrasi

Yeni Türkiye Dergisi, sayı, 1998.
Bir hükümet yetkilisinin kalkıp, aslında kendilerinden çok önceleri başlamış ve hasbelkader ikmali kendi dönemlerine denk gelmiş bir yapıyı veya herhangi bir işin bütün başarısını sahiplenmesine pek şaşırmıyoruz. Siyasîlerin her vesileyle kendi iktidar veya hükümet dönemlerinin bir gösterisi olarak, düzenlenen şaşaalı törenler eşliğinde bu tür yollara başvurmalarına sıkça rastlarız. Bu zamanlama o hükümet yetkilisi için bir çeşit piyango işi görmüş oluyor. Ancak Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'in Eylül (1998) ortalarında Diyarbakır'da düzenlenen bir otel açılışında, oteli göstererek ve göğsünü kabartarak "işte Cumhuriyet!" diye bağırması, bu işin asgari bir etiğe bağlanmamasının, bir dil veya bir semboller sisteminin, anlaşma zeminini ne kadar amorflaştırabildiğinin, Habermas'ın ifadesiyle bir iletişim ortamını ne kadar tahrif edebildiğinin çok iyi bir örneğini vermiştir. Burada konuşulan dilin gerçekliğe lafzî anlamda tekâbül etmediği  zaten biliniyor. Sorun da orada başlıyor. Demek ki metafor-yoğun bir konuşmayla karşı karşıyayız. Bu demektir ki ne "Cumhuriyet" burada lafzî anlamıyla cumhuriyetin temsil ettiği anlamı yansıtıyor, ne de "otel" lafzî anlamıyla otelin temsil ettiği şeyi gösteriyor. Bunlar birbirini gösteriyor. Otel Cumhuriyeti gösteriyor. Cumhuriyet de oteli. Peki ama niçin? Cumhuriyeti gösterecek başka bir şey mi yok? Cumhuriyetin metafordan yana sıkıntısı mı var? Veya Cumhuriyet otelden başka gösterecek bir şey bulamıyor mu?

Diğer altbaşlıklar

Cumhuriyet ve Toplumsal Değişim
Aydınlatan Cumhuriyet İle Şımartan Demokrasi Arasında
Türkiye'de Demokratik Cumhuriyet Şansı Üzerine
 

Eskatolojilerin Sonu'ndan Çatışmanın Devamına

Medeniyetler Çatışması'nın İçinde, Derleyen Murat Yılmaz, Ankara: Vadi Yayınları, 1998.
Eskatolojilerin sonu mu? sorusu aslında hiç bir şeyin son bulmadığını ifade etmeye yarayan basit bir ironiye dayanıyor. Özellikle ellilerden bu yana, yani savaş sonrası diye bilinen yıllardan bu yana Avrupa sosyal düşüncesi bir çok şeyin, daha biz başlangıcının veya gelişmesinin nasıl bir şey olduğunu doğru dürüst anlamamışken, sonunu ilan etti. Nelerin sonunu görmedik ki? Faşizmin sonu; ideolojinin sonu;  bilimin sonu; öznenin sonu; devrimin sonu; bireyin sonu; toplumsalın sonu; tarihin sonu; hatta insanın sonu.
Eskatoloji genellikle dinsel bir bilince aittir ve dünyanın sonuyla ilgili anlayış ve söylemlere işret eder. Ancak sonundan sözedilen yukarıdaki şeylerin tamamı, kendini dinsel olmayan bir referans çerçevesine dayandırmıştır. Genellikle sözkonusu olan durumun veya değerin son bulmasıyla, toplum olarak, dünya olarak hatta insanlık olarak belli bir olumluluk durumuna ulaşıldığı varsayılır. Bu olumluluksa, genellikle "özgürlük" ideali çerçevesinde şekillenir; yâni bir durumun veya bir büyük değere teveccühün son bulmasıyla o durum veya o teveccühün şimdiye kadar baskı altında tuttuğu değerlerin, unsurların veya olguların kurtulduğu düşünülür, ilan edilir. Daha ilginci ise, son bulduğu söylenen her şeyin, büyük ölçüde kendi varoluşunu zaten aynı ideal çerçevesinde meşrulaştırmış olmasıdır. Bir dönem insanlara gerçekleşmesi mümkün dünya cennetleri vaadeden ideolojilerin her biri yerini aslında aynı vaadlerin başka bir versiyonuna terkederek sahneden çekiliyor.

Altbaşlıklar

Tarih Eskatolojisinin Cennet Ve Cehennemi
Eskatolojilerin Sonu yani Çatışmanın Devam
 

Formanın Rengi Sermayenin Rengine Karışırsa

Düşünen Siyaset, sayı: 2, 1999.
..... Bütün bunlardan çıkan sonuç, futbol taraftarlığının Ñsivil toplumsallaşmaya olumlu veya olumsuz katkısını bir kenara bırakacak olursakÑ  ister bir kimlik inşâsında deruhte ettiği işlev itibariyle, ister detaylandırılmış pratikler içerisinde insanı içine soktuğu atmosfer itibariyle son derece manevî bir bağlılık olduğu ve bunun bütün süreçlerinin dinsel veya ulusal mensubiyetlerle benzer mekanizmalarla çalıştığıdır. Gerçi kapitalizm çağında hiç bir şeyin metalaşma sürecinden kurtulamadığı gibi, dinsel ve milli mensubiyetlerin kendilri ya bizzat kapitalizme eşlik ederek ortaya çıkmış veya kısa zamanda kapitalizmin temellük ettiği alanlara dahil olmuşlardır. Dolayısıyla başından beri futbol taraftarlığının da kapitalizm için kaydadeğer bir kâr hedef alanı olarak görülmüş olduğu herkesin malûmudur. Ancak burada metalaştırma sürecinin giderek herhangi bir manevî değerin tutunumunu ve mevcudiyetini imkansız hale getirecek şekilde işlemeye yüz tutmasının daha yeni bir şey olduğu söylenebilir.
 
 

Kültürel Sahihlik Söylemleri ve Modernlik

Tezkire, Sayı: 14-15, 1998
Görüldüğü gibi, kültürel otantisite söylemlerinin ilgilenilmeyi hakeden çok önemli münasebetleri var. İlkin, modern dünyada hemen herkesi kuşatan "yabancılık" duygusu, "sürgün" kompleksi veya "köken" ve "özyurt" arayışlarına eşlik eden veya bu arayışların altında yatan bir iddia, bu arayışları kuran bir söylemdir otantisite söylemi. Yitirilmiş bir imkana, kaybedilmiş bir öze, uzaklaşılmış bir yurda, bir türlü gerçekleşmeyen bir anlama, unutulmuş bir anadile yeniden ulaşmanın arayışıdır. Bu arayışın bütün kaygıları ve motivasyonlarının modernliğin ideolojik lügatçelerince sağlandığını belirtmeye gerek yok. En önemli motivasyonu, tahmin edilebileceği gibi nesnelcilik güdüsüdür. Sözmerkezcilik eleştirilerini yürüten yorumsamacı ve postyapısalcılara göre bu motivasyon bir huzur metafiziğinin (metaphysics of presence) itikadlarınca sağlanmaktadır (Göka, Topçuoğlu, Aktay, 1996). İkincisi, sahihlik veya otantisite sosyolojik bir analizde herhangi bir tecrübeye veya duruma bir eksiklik veya fazlalık, veya genel anlamda bir "değer" atfetme mekanizması, yani bir kimlik ve farklılık, özdeşlik ve ayırım atfetme, bir içteleme ve dıştalama mekanizması olarak işlemektedir. Üçüncüsü, özellikle "kültürel İslâm" kavramsallaştırımında içkin bir iddia olarak otantisite yargısı vardır ki, bu iddia, İslâm'ın siyasal versiyonu için kolaylıkla inotantisite iddiasını da yüklenmektedir. Hatta denilebilir ki, bütün bir kültürel ve siyasal İslâm ayırımları otantisite jargonunu işletmek üzere, yani kültürel İslâm'a otantik, siyasal İslâm'a ise inotantik bir yargı yapıştırmak üzere çalıştırılmaktadır.

Yazıın alt Başlıkları

Modernlik: Herkesi "Yabancı" Kılan Bir Büyük Gurbet
Modernliğin Gurbetinde Otantisite Arayışı ve Kimlik
Otantikliğin Sosyolojik bir Ölçütü Olabilir mi?
Dasein'ın Otantik Varoluşundan Siyasal Kaderciliğe
İslâm Dünyasında Otantisite Söyleminin Anatomisi
Asalet ve Sıhhat Arasında Otantisite
Cehaletin Kültürel-Antropolojik Promosyonu
Siyasal İslâm: Bir Patoloji, Ama...
Otantisite Jargonu, Bilimsellik ve Siyasal Racon
 

Küreselleşme ve Siyasal Metafizik

Umran, Sayı: 72, Haziran, 2000
Siyasal İslâm'ın sonu söylemleri hem İslâm hakkında hem de siyaset hakkındaki amaca özel yüklemelere dayanır, demiştik. Bu söylem bütün haklılığını bu tanmın geçerliliğine borçludur. Kuşkusuz bu tanımın amaca özel olduğunu göstermek onun geçersizliğini yekten ispatlamaz, ancak toplayabildiği ampirik verilerin bir hikayeyi inanılır kılabilmek için özel olarak seçildiği ve o verilerin belli bir okuma biçimiyle mümkün olabildiğini aklımızın bir köşesinde tutmamızı sağlar.
Amaca özel bu İslâm tanımının en önemli özelliği İslâm'ı müslümanların pratiklerinden âdeta bağımsız sabit bir bütünlük olarak tasavvur etmesidir. Bu metafizik (metafizik, burada insanî yüklemelerden, tarihsellik veya toplumsallıktan masun olarak, orada öylece duran sabit bir konum kastediliyor)  tasavvura Müslümanların dinî anlamlarla yüklenmiş atıfları zaten ciddi bir katkıda bulunmaktadır, ama İslâm'a nesnel veya bilimsel bir bakışla baktığını düşünenler de muhtemelen tersinden bu söyleme ciddi bir katkıda bulunmaktadırlar. Hatta onların katkılarının daha karmaşık ve daha ilginç olduğu bile söylenebilir. Nitekim siyasal İslâm gözlemcileri, siyasal davranışlarını bir temel gösteren olarak bir şekilde İslâm'a nispet etmiş olanların hareketlerindeki her gelişme veya değişimi, herhangi bir Müslümandan daha büyük bir hayretle karşılamaktadırlar. Belki bu hayretin önemli bir kısmı söylemle varsayılmış metafizik alanın yarattığı negatif büyünün ağırlığının giderilmiş olmasından kaynaklanan gizli bir sevinçtir. Bu da, bir yanıyla ve basit bir benzetmeyle papazın işlediği günaha sevinen müzmin günahkârın psikolojisini ele verecek cinsten bir sevinçtir. Siyasal İslâm'ın sonunu ilan eden sosyal bilimsel söylemin önemli bir kısmının din tasavvuru İslâm'ın iddia etmediği kadar metafizik ve büyüsel bir tasavvurdur. Zaten İslâmcılığın geçmiş zamandaki bütün yükselişi, bir bakıma Aydınlanma'nın öldürmüş olduğu tanrıların tekrar canlanışını ifade ediyordu. O bir kez akılcı ve pozitif yordamlarla büyüsü giderilmiş bir dünyada büyüselliğin bir hayalet olarak tekrar gelebilme ihtimalini yansıtıyor. Korkunçluğu büyük ölçüde bir hayaletin korkunçluğuyla mütenasiptir. Siyasal İslâm bu anlamıyla bir hayalet hikayesi olarak sunulmuştur (Sayyid, 2000: 15 vd). Sona ermesi ise bütün hayalet hikayelerininkine benzer bir insan beklentisine cevap veriyor. Siyasal İslâmcıların devletle ilgili projelerinin iyi not alamaması, onların arkalarında vehmedilen o büyüsel gücün de bulunmadığının işareti sayılacaktır. ....
 

Modernizmin Aydınlanma Vehmi

Toplumbilim Dergisi, Sayı: 11, Temmuz 2000
Aydınlanma çağı diye isimlendirilen yüzyılın kapandığı yıl esas alındığında, ikiyüzyılı geride bırakmış olduğumuz görülüyor. Bugün Aydınlanmayı tekrar bir de bu bakış açısıyla ele almamız gerekiyorsa, herşeyden önce pek lüzumlu bir şey yapmamış olacağımızı söylemekle başlamak gerekiyor. Çünkü geçen iki yüzyıl boyunca, Aydınlanma, gündemden hiç bir zaman, bugün onu bu vesileyle hatırlamamızı gerektirecek kadar düşmedi. Kazandığı popülerlik sayesinde, okul kitaplarının resmî tarihlerinde parlak sayfaları doldururken, felsefe veya beşerî bilimlerde de merkezî yerini hep korudu Aydınlanma. En azından bu düzeyde yer yer eleştirilerin yer yer de methiyelerin konusu da olsa, denilebilir ki, son ikiyüzyılın felsefesinin ana konusu Aydınlanma olmuştur. Kuşkusuz bunda Kant'ın, 1784 yılında muhatap olduğu "Aydınlanma Nedir?" sorusuna verdiği cevapla ortaya çıkan küçük fakat öz metnin önemli bir katkısı olmuştur. Foucault'ya göre, Kant'ın bu soruya verdiği cevaptan sonra felsefenin bütün mahiyetini belirleyen bir gelişme yaşanmıştır. "Denilebilir ki", diyor Foucualt, "şimdi 'Felsefe Nedir?' diye bir soruya muhatap olsak, rahatlıkla 'Aydınlanmanın ne olduğu sorusuna cevap arayan bir uğraş' olduğunu söyleyebiliriz" (Foucault, 1984).

Yazının Altbaşlıkları

Mütemadiyen Tanımlanan Aydınlanma
Aydınlanma Kampanyaları
Aydınlanma'nın Tarihini Yazmak
Düşünümsel Aydınlanma?
 

Sınırlarına Sığmayan Demokrasi ve İslâm

İslâmiyat, cilt 2, sayı: 2, Nisan-Haziran 1999.
Türkiye'de, demokrasi üzerine konuşmak için önce zamanlamayla ilgili teori dışı bir kaç mülahaza yapmak elzem gibi. Sözün, hangi kalitede söyleniyor olursa olsun, hatta ne kadar kaliteli söylenirse o kadar, kolayca etkisiz kılınabildiği bir zeminde, demokrasi üzerine konuşmanın ayrı bir zorluğu var. Dahası, zorluk, giderek sözün gerçek bir karşılığının bulunamaması ihtimalinin giderek artıyor olmasından ileri geliyor. Demokrasiyi yalnızca bir çeşit sembolik sermaye olarak tekeline alan, ama hakkını vermektense onun alt sembollerine şu veya bu yollarla yüklediği yafta ve değerlerle, bir fiyat biçme, ayırma ve dıştalama aracına indirgeyenlerin sesleri daha gür çıktıkça, demokrasinin gelişme şansı hakkında iyimser olmak için elde fazla bir şey kalmamaktadır. Biz yine de kendi sınırlarına bir türlü sığmayan demokrasi hakkında, demokrasinin İslâm'la ilşikisi üzerine, elden geldiğince teori sınırlarında kalmaya gayret ederek konuşacağız.

Altbaşlıklar

Demokrasinin Sınırları Üzerine: Bir Demokrasi Sosyolojisi...
Demokrasiye İslâmî Karşılığı Kim Bulur?
 

Tarihbozumu ve Tarih Bilinci
 

Yarınlar İçin Osmanlı Tarihi
Osmanlı'da Hukuk ve Meşruiyet Üzerine Bir Tarih Sosyolojisi

Yeni Türkiye, Sayı 33, 2000.
.... Tarih bilimiyle ilgili artık harcıalem hâle gelmiş bütün bu sorunların Osmanlıyla münasebetine gelince... Yazının başında da dediğimiz gibi, Osmanlı'nın herhangi bir yanıyla ilgili bir konuşma, bizi tarihin bir çok sorunlarıyla başbaşa bırakır. Bu sorunlara özetle değinmiş olduk. Şimdi, bir bilim disiplini olarak tarihin bu sorunlarının Osmanlı'da hukuk sistemi ve siyasal meşruiyet hakkında yapılmakta olan tarihsel veya tarihsel sosyolojik incelemelerde nasıl ortaya çıktığını görelim. Aslında tarihle ilgili bu anlattıklarımızdan yola çıkarak, bir geçmiş zaman konusu olarak Osmanlı'yı konu edinen bir araştırmanın da büyük bir ihtimalle sorunu geçmişin, yani Osmanlı'nın aydınlatılması değil, bugünkü varoluş sorunlarıyla ilgili olacağını söyleyebiliriz. Öyle bir araştırma geçmişte karanlık kalmış ve hiçkimseyi doğrudan ilgilendirmeyen bir olayı günyüzüne çıkararak insanların iştahlı tüketimine sunmak olmayacak, olmamaktadır da. Bugün Osmanlı tarihinin şöyle veya böyle yazımından doğrudan etkilenecek toplumsal ve siyasal kimlik borsaları vardır. Osmanlı tarihinin kendine özgü borsasında Osmanlı tarihinde şu veya bu olay üzerinde arz ve talepler oluşmakta, bu arz ve talep dengesiyle oluşan endeksler  kimin neyi araştıracağını belirlemektedir. Bu arz ve talebi belirleyen de, kimsenin meçhulü sayılmaz, günün siyasal arayışlarındaki hegemonik dalgalanmalardan başka bir şey değildir.

Yazının Altbaşlıkları

Tarihin Bilimsellik İmkânı veya bir Tarih Sosyolojisi Denemesi
Amaca Özel Osmanlı Tarihi
Merkeziyetçi Osmanlı
Sivil Toplumun Osmanlısı
Hukuk, Kapitalizm ve Osmanlı Modernleşmesi
 

Yirmibirinci Yüzyıla Doğru Bilgi Toplumu

Yeni Türkiye Dergisi, sayı 19, 1998
Yirmibirinci yüzyılda bilgi toplumunu konu edinen bu yazının temel hareket noktası, bilgi toplumu olgusunun bilgi toplumu kavramından önce mevcut olmadığıdır. Bilgi toplumu nitelemesi, her şeyden önce belli bir tarz bilginin sonucudur ve isimlendirdiği gerçeklik tarafından zorunlu kılınmış bir niteleme değildir. İsimlendirme iddiasında olduğu toplumun alternatif başka bir çok yolla isimlendirilebileceği gibi, fiîlen isimlendirilmekte olduğu gösterilmeye çalışılacaktır. Ancak bunun, sadece sosyal bilimlerin bir özelliğini sergilemek açısından bir önemi var: Dünyanın kavramlar aracılığıyla inşâ ediliyor olması. Fenomenolojinin merkezî vurgusu olan bu durumun kaçınılamayan bir şey olduğunu biliyoruz. Yanısıra, bu kavramsallaştırmaların çok da masum olmadığını, kullanıldıkları anda bazı iktidar hiyerarşilerini de devreye soktuklarını vurgulamak gerekiyor. Bu yazıda, aynı zamanda bu vurguyu yaparak, bilgi ve iktidar arasındaki ilişkilerin nasıl şekillendiğini, yirmibirinci yüzyıl bilgi toplumuyla ilgili beklenti ve düşüncelerin bir yapıçözümüyle birlikte yapmaya çalışacağız. Bu yapıçözümünün altında, bilginin homojen bir şey olmadığı düşüncesi ve en azından "tüketilen" ve "yol gösteren" bilgi arasında bir ayırım varsayımı yatmaktadır.  Bu da bilgi toplumu nitelemesinin hangi tür bilginin sonucu olduğu sorusu için önemli bir ipucu sağlamaktadır. En azından bundan dolayı, yirmibirinci yüzyılda bilgi toplumu analizi, tüketim toplumu kavramsallaştırmasıyla ilişkisi çerçevesinden değerlendirilmek zorundadır. Bu yapıldığında bilgi toplumunun bir ideoloji olarak işleyen veya istihdam edilen bir olgudan ibaret olduğu savunulabilecektir.

Yazının Altbaşlıkları

Giriş: Bilgi Toplumu Hangi Bilginin Sonucudur?
Bilgi Toplumu Modern Toplumun Nesi Olur?
Bilgi Toplumunda Özgürleşim İdeali
Yirmibirinci Yüzılda Bilginin Meşruluğu Sorunu
Bilgi Toplumu Cehalet Toplumunun Sonu mu?
Bilgi, Tüketim Toplumu ve Teknik
 

Karizma, Popüler Kültür ve Faşizm

Tezkire, sayı: 22, Ağustos, 2001
Recep Tayyip Erdoğan'ı tasvir etmenin veya değerlendirmenin en geçerli yollarından biri ondaki karizmaya işaret etmek olunca, Weber'in öncülüğünü yaptığı karizma sosyolojisine de paralel bir ilgi oluşmaya başladı. İlginin popülerliği tesadüfen onu yine bir parçası olduğu popüler kültür hakkında da aynı anda düşünmeyi kolaylaştırıyor. Çünkü gerçekte bir şahsiyete atfedilen karizmanın özellikleri Weber'in karizma sosyolojisinin sadece bir yanını oluşturur ama kavramın belli bir şahsiyetin kişisel özelliklerine indirgenmesinde popüler kültürün bir yanını izlememizi mümkün kılan bir yüzeysellik açığa çıkmaktadır. Oysa Weber'in karizma sosyolojisi, aynı anda motivasyon sosyolojisi, toplumsal hareketler sosyolojisi ve otantisite değerlendirmelerinin tabiatı gibi birbiriyle irtibatlı bir çok konu için de önemli açıklama çerçeveleri üretme iddiasını taşır. Karizma sosyolojisi sadece karizmatik kişilikleri değil, aynı zamanda karizmatik otorite biçimleri, toplumsal hareketler ve eylem biçimlerini de ayırt eder. İçerdiği bütün alanlarla bir arada düşünüldüğünde, gerek Weber'in başlattığı gerekse sonraki bir çok sosyal bilimcinin işleyerek şekillendirdiği karizma sosyolojisi, bugün gündeme geldiği bağlamlarla ilgili aslında çok daha işlevsel bir açıklama gücüne sahiptir. Bu yazıda  günümüzde yaşanan siyasal ve toplumsal gelişmeleri kavramsallaştırmada gözönünde bulundurulması gereken yanlarıyla karizma sosyolojisinin bir taslağını ortaya koymayı düşünüyorum. Karizma sosyolojisi yoluyla popüler kültür ve faşizm arasında günümüzde gidip gelmekte olan ilişkilere dikkat çekmenin, karizmatik bir tarihsel moment içerisinde, bir özdüşünümsellik imkânı vermesi açısından hem faydalı hem de gerekli olduğunu düşünüyorum. Her üç olgu her dönemde birbiriyle bir şekilde ilişkili olmuşken, bugün yaşamakta olduğumuz toplumsal gelişmeler, etrafımızda gezinen bu üç heyulanın belli buluşma veya ayrışma ânlarının içerdiği tehlikeleri ve -Hölderlin'in şiirinde geçen anlamıyla- kurtuluş  ihtimallerini ayırdetmemizi gerektiriyor.

Karizma Sosyolojisi ve Max Weber
Toplumsal Sermaye Olarak Karizma
Asabiyye ve Karizmanın Rutinleşmesi
Popüler Kültür ve Karizmasız Kültür Endüstrisi
 
 
 

Türkiye'nin Beden Siyaseti ve Sembolik Kapitalizmi

Birikim Dergisi, sayı 152-153, Aralık 2001-Ocak2002
Beden siyaseti bir devletin teb'asını belli bir bütünlük içerisinde tutma konusunda gösterdiği çabaları ve bu çabanın sonucunda ortaya çıkan toplumsal kompozisyonu ifade eder. Bu siyasetin bireysel bedenler üzerindeki temrinleri, onun topluma bakışındaki felsefenin sembolik görünümlerini sunar. Türkiye'de devletin değişik etnik, dinsel ve toplumsal unsurları bir arada tutma, kendi organik bütünlüğü içerisinde eklemleme siyaseti bu düzeyde anlamlı bir çözümlemeye tâbî tutulabilir. Bu yazının sınırları içerisinde, fazla detaylandırmadan, Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren İslâm'la ilişkileri çerçevesinde beden siyasetini belirlemiş olan siyasal beden tahayyülünün 80'lerden itibaren gelişim seyri üzerinde bazı mülahazalarda bulunmak istiyorum. Tabii ki bu seyrin bir bakıma İslâm'ın beden arayışı (tebeddün) anlamına gelen siyasal İslâm açısından nasıl göründüğü de tamamlayıcı derecede önemlidir. Bu analizlerde yer yer Pierre Bourdieu'nun sembolik sermaye tasvirlerine müracaat edeceğim.

12 Eylül'den 28 Şubat'a: Meşruiyet-Ötesi Sİyaset
İslâmcılık: Bedenini Arayan Ruh
Dünyada Pişen, Türkiye'ye Düşen İslâmcılık

Birleşen Dünyada Çoğalan Kültürler?
 
European Agenda (Avrupa Günlüğü), Sayı: 2, 2001.
Yaşadığımız dünyanın küresel niteliği üzerinde çok duruldu. Bu niteliğin bir boyutu olarak da küreselleşen dünyadaki toplumsal hareketliliklerin kürenin her tarafındaki kültürleri birbiriyle karıştırdığı ve sonuçta bir çeşit çokkültürlülük durumunun karakteristik hale geldiği sıkça vurgulandı. Ancak dünyanın küreselleşmesiyle çokkültürlüleşme arasındaki ilişki hiç de göründüğü kadar basit değildir. Dünya küreselleştikçe farklı kültürel yapılara vurgunun arttığı doğru da, farklı kültürlerin böylesi bir dünyada daha fazla bir varoluş imkânını yakalıyor olduğu çok net gözükmüyor. Çünkü küresel dünya, doğası gereği bütünleşen, herkesi bir şekilde içine alan ve herkese kendine ait kültürün damgasını vurmak itibariyle benzeştiren bir dünyayı işaret ediyor. Buna rağmen, böylesi bir dünyada çokkültürcülük, hem bir gözlem hem de bir siyasal öneri olarak gittikçe daha fazla olmak üzere yoğun bir göndeme konu olabilmektedir. Bu yazıda, çokkültürcülük ve küreselleşme arasındaki ilişkileri, değişik düzeylerde her ikisine atfedilen çeşitli özellikleri sınayarak ele almaya, ve çokkültürcülüğün çeşitlendiği bağlamları göstermeye çalışacağız.

İMPARATORLUK VE ÇOKKÜLTÜRLÜLÜK
EŞİTLİĞİN SINIRLARINDA ÇOKKÜLTÜRCÜLÜK
ÇEŞİTLENEN ÇOKKÜLTÜRLÜLÜKLER:
ABD: Toprak Hakkından Doğan Vatandaşlık ve Aksayan Asimilasyon
Kanada: Radikal Tanı(n)ma Siyasetinin Ufukları
Almanya::Unutulmayan Büyük Fark
KÜRESELLEŞME VE KÜLTÜREL OTANTİSİTE SORUNU