Site hosted by Angelfire.com: Build your free website today!

ALİ HAYDAR BAŞVEREN'İN ARAŞTIRMA YAZISI


ALEVİ-SÜNNİ SÜRTÜŞMESİNİN İÇYÜZÜ

NOTLAR - 6B

(24) - Müslümanlığı kabul ettiği söylenen ünlü Fransız düşünürü Roger Graudy şöyle demektedir:

- "İslam fetihleri dünyadaki kaosu ve onun doğurduğu asalak hiyerarşileri silip süpürerek yeni bir uygarlığın ekonomik ve toplumsal şartlarını oluşturdu. Halkın çoğunluğu için İSLAM fetihleri GÜVENLİK demekti."

OSMANLI'da Vezir-i Azam Hadım Ali Paşa gibileri kölelikten gelenler az olmadığı gibi, esir düşmüşken mümlüman olan, Saray hizmetine alınan ve Türkiye'de ilk matbaayı kuran İbrahim Müteferrika da, "Devlet İdaresinde İlmi Usüller" adıyla Padişah'a sunulmak üzere bir eser hazırlamıştır. Bu eserde aksak giden hususları belirterek padişaha, tabir caizse, akıl vermiştir... Hiç bir "demokratik" Avrupa ülkesinde böyle bir olaya rastlanmaz! Dünün kölesi, bugünün kralına muhatap olamaz. Hele ABD'de okuma-yazma öğrenen kölelerin ellerini keserlerdi!

(25) - Doç.Dr. Halil Sahillioğlu'nun "Osmanlılarda Narh Müessesi ve 1525 Yılı Sonunda İstanbul'da Fiyatlar" başlıklı incelemesi bu konuda önemli bir kaynaktır. Tablolarda bir malın getüriciye (toptan) ve oturucuya (perakende) bedelleri ve yüzde olarak kâr hadleri verilmiştir.

İsmail Cem, aynı eser.

(26) - Bir AHİ TEŞKİLATI'na, bir de şimdiki Batı'dan kopya ettiğimiz SENDİKALAR'a bakınız... Şekerciler, tatlıcılar, muslukçular, hammallar gibi MESLEK esasına göre düzenlenmiş; içlerinden en iyilerin, en tecrübelilerin yükselerek liderliğe geldiği AHİLİK nerdee; herhangi bir işkolunda çalışan tüm "güruh"un üye yapıldığı, söz hakkının en altta, en vasıfsız, en eğitimsiz, en görgüsüzlerin elinde olduğu (çünkü en çok oy onlardadır); mesleğiyle değil de, başka yönleri ile sevrilmiş, kaynağı meçhul servetlerin sahibi, hizmet etmeyi değil de daha çok "etmemeyi" savunan, "grev"i adeta işçinin baş "görev"i bilen liderlerin idare ettiği SENDİKALAR nerde!..

Üstelik bu sendikalar, adeta Devletimizle harp halinde olan rakip bir devlet görünümündedirler. Devletle ve ona tabi halkla uyum içinde olmak şöyle dursun, adeta her verdikleri zarardan zevk alır durumdadırlar. İstanbul gibi büyük şehirlerde her iki yılda bir yaşanan "Belediye İşçileri Eylemi" ve akmayan sular, toplanmıyan çöpler, yürümeyen otobüsler Batı tipi sendikacılık zihniyetine sadece bir örnektir.

Sendikaların temel hakkı gibi gösterilen GREV, özellikle Devlet'e çalışan işçilerin zorba yeniçeriler gibi KAZAN KALDIRMA'dan başka bir şey değildir! Bir düşünün... Millete hizmet veren, aldığının hepsini millete harcayan Devlet'e kapılanmış bu kişiler, karşılığında ne verdiklerini hiç hesaba katmadan boyuna alma çabası içinde küstahça iş barakmaları bir yana, bir de kendilerinden çok daha az ücretle çok daha iyi çalışabilecek binlerce kişiye de engel olmaktadırlar. Çöpçü grevinde dünyadan bihaber Belediye başkanları halkı "çöplerini naylon torbalara muntazam koymamak"la suçlarken, eşkiya kılıklı çöpçülerin sokakları dolaşıp düzgün torbaları delip içindekileri etrafa saçmaktadır. Bunun adı da GREV GÖZCÜLÜĞÜ'dür!..

Zaten sendikacılık Batı toplumunun çarpıklığına bulunmuş, aynı derece de çarpık, geçici bir çözümdür. Dertlere deva değil, yeni bir dert kaynağı olmuştur. ABD'de sendikalar MAFYA'nın eline geçtiği için SYNDICATE kelimesi artık sadece MAFYA TEŞKİLATI için kullanılır hale gelmiş, bizim sendika dediğimize onlar "union-birlik" demeye başlamıştır. Aslında sendikalar dünyanın her tarafında birer SYNDICATE'dir. Mutlaka çökecek olan Batı tarzı toplumların temel direklerini baltalayan kuruluşlardan başka bir şey değillerdir.

Sadece sendikalar değil; bütün "modern" meslek odaları 1000 yıllık AHİ-FÜTÜVVET sisteminin seviyesinin altında kalmış, yöneticilerine haksız menfaat sağlamaktan başka bir işe yaramıyan "tabela" örgütleridir. Hiçbiri elemanını eğitmez. Hiç biri mesleki hiyerarşiye, yani başarı ve tecrübeye dayanan bir lider kadrosuna sahip değildir. Hiç biri elemanını denetlemez. Siz hiç şimdiye kadar şarhoşken kaza yapıp 8 kişiyi öldüren üyesini ihraç etmiş bir "ŞOFÖRLER CEMİYETİ" gördünüz mü?.. Siz hiç para için sağlam insanı ameliyat eden doktoru cezalandırmış bir "TABİBLLER ODASI" duydunuz mu?.. Siz hiç kaatil olduğunu adı gibi bildiği bir caniyi türlü hile ile beraat ettiren bir avukatı haysiyetsiz ilan eden bir "BARO"ya rastladınız mı?..

Bunlar hiç bir işe yaramazlar ama ne hikmetse Devlet himayesindedirler. Üstelik diplomanızı alırsınız ama, MÜHENDİSLER ODASI"na üye olmadan meslek icra edemezsiniz!.. Yani demokratik açıdan derneklere üye olma hakkına sahipsinizdir ama, "ÜYE OLMAMA" hakkını kullanmanız, KANUN İLE ENGELLENMİŞTİR!.. <

SÖZÜN ÖZÜ: Hıristiyan Batı'nın sınıf farkına ve paraya dayalı "sivil toplum kuruluşları" ile TÜRKLER'in ve İSLAM'ın getirdiği içtimaî müesseseler birbirine benzemez ve kıyaslanamaz. Özünü kendi milletinin kültüründen ve inancından almayan kurumlar da yaşayamaz. Yozlaşır ve yarardan çok zarar getirir.

(27) - Burada alışmadığımız için belki anlamakta sıkıntı çekeceğimiz bir durum var. Zamanımızda yol, köprü yapımı-bakımı, yolcu ağırlaması, nakliye gibi "altyapı hizmetleri" ya Devlet kuruluşları (Karayolları Genel Müdürlüğü, Köy Hizmetleri Genel müdürlüğü) tarafından, ya da belediyeler tarafından yapılmaktadır. Gelen giden yolcunun ağırlanması da, turizm gibi özel girişimcilere bırakılmıştır. Kâr varsa, hizmet yürür. Nakliye ise, ihtiyaçtan daha çok yine kâr amacıyla bu işe kalkışanlar eliyle yapılmaktadır. Kâr yoksa tarladaki domatesi ne kimse satın alır, ne de nakleder. Hemen yanıbaşındaki turistik otelin ihtiyacı olsa bile, böyle bir şey ihmal edilebilir. Çünkü zamanımızda Devlet halktan kopuktur!..

Bugün artık Devlet adeta "devrini tamamlamış, baştan atılması gereken" bir kurum gibi görülüyor. Hatta "devleti küçültmek"ten bahsetmek, moda...

Ne var ki, Osmanlı döneminde Devlet, hâşâ TANRI gibi, her yerde hazır ve nazır bir kurum idi!.. Teb'asının (ki, kullar diye geçerdi, çünkü Devlet TANRI'nın yeryüzündeki eli gibi hareket ederdi) hem ihtiyacını bilir, hem de onunla ilgilenmeyi üstlenirdi. Devlet'in kurduğu nizam içinde görevlendirilen köyler eğer yanıbaşlarındaki kervansarayın ihtiyaçlarını karşılamazlarsa, gelirlerinin kesileceğini, refahlarının kaybolacağını bilirlerdi. Köylü yolu tamir etmezse, yolcunun gelmiyeceğini bilir, bunu kendi işi sayarak yapardı. Şimdi insanlar kapılarının önlerindeki patlamış borudan akan suyun, aslında kendi musluklarından kesilen su olduğunu düşünemiyorlar, onun için de kendilerinden çok uzak olan Devlet'i (belediyeyi) haberdar etme ihtiyacını bile duymuyorlar; kaldı ki, tamirini üstlensinler!..

Demek ki, halk Devlet'i hissetmeli ve yöneticiler merkezden, görevliler yöre halkının içinden olmalı, uzaktan değil, ki kendi işi gibi benimsesin. Devlet te kendi adamı vasıtasıyla olup bitenden haberdar olsun... Ancak her şeyden önce halkın da, asırların ihmalinden kurtulması için, bu konuda çok iyi eğitilmesi şarttır. Yoksa gelen yöneticiler pek çok Belediye Başkanı veya memuru gibi kendi menfaatine çalışır. Halk ta "bana ne?" der, geçer.

(28)- Meselâ, büyük şehirlerin su ihtiyacını sadece barajlar ile karşılamanın doğru olup olmadığı tartışılabilir. Barajlar hem pahalıdır, hem de çabuk dolar. Üstelik buharlaşmadan ötürü büyük su kaybı vardır. Eskiler bu sorunu yeraltında inşa ettikleri sarnıçlar ile çözmüşlerdi. Üstelik kontrolü zor, dağıtımı zor tek bir kaynak yerine, her semte yakın depolama tesisleri vardı. Kuyular da aynı amaçla kullanılırdı. Şimdi İstanbul, Ankara gibi altı su dolu şehirler bu kaynakları bir kenara bırakıp kilometrelerce uzaktan gelen suyla beslenmeye çalışılıyor. Suyun tek bir yoldan tek boruyla gelmesi, en ufak bir arızada milyonlarca kişinin susuz kalmasına yol açıyor. Halbuki İstanbul 500 yıl önce aylarca süren kuşatmalara direnecek su depolarına sahipti. Osmanlılar mevcut sistemi geliştirdi. Bizse onları ya kuruttuk, ya kirlettik.

(29) - Cami kelimesinin kökü CEM'dir. TOPLANMA, toplama anlamına gelir. Şu halde cami "toplanılan yer" demektir. Cemaat te "toplananlar"dır. Caminin amacı, insanların bir araya toplanması ve toplumsal meselerini bir aradayken çözmesidir. Bu işin ibadetle beraber yapılmasının sebebi, ALLAH'ın huzurunda iken kişisel kaygıların ön plana çıkamıyacağı hususudur.

Bu yüzdendir ki, müslümanların bayramı olan CUMA günü konmuş olan özel namaz, öğle namazı yerine geçer ama İKİ rekattır. HUTBE, yani cemaate hitap şarttır. Bu HUTBE diğer İKİ rekatın yerini tutar. Yani imamın (ki, camide bulunanların dinde, ilimde en ilerisi olması gerekir) o haftanın meselelerini cemaatin dikkatine getirmesi, ALLAH indinde İKİ rekat (hem de FARZ) öğle namazına eşit sayılmıştır!.. Şu İslam ne yüceymiş Yarabbi!...

Ne yazık ki, zamanla bu özellik unutulmuş, zamanımızda bazı cahil sunni imamlar hutbelerde ipe sapa gelmez konularda konuştukları için, Devlet merkezden hutbe gönderme ihtiyacını duymuş, bu da Cuma ve Bayram namazlarının mânâsının kaybolmasına yol açmıştır.

Öte yandan müfrit Aleviler CAMİ yerine CEM EVİ'ni koymak isterler. Cami ile Cem birbirinden farklı imiş gibi!.. Fark bazı sünnilerin camiyi sadece namaz kılınan yer sanması, bazı alevilerin de camide toplanılamıyacağına inanmasındandır. Her ikisi de yanlıştır. Sünni bilinen Mevleviler, Mevlana'nın cami-türbesinde kudümlü neyli sema ayini yapmıyorlar mıydı?..

Kaldı ki Anadolu Alevisinin dışında hemen bütün Şiiler camiye gider ve namaz kılar.

(30) - Vakıf sistemi Osmanlı icadı değildir, Osmanlı'ya Selçuklulardan geçmiştir. Anadolu Selçukluları bu sistemle 1217'de Sivas'ta, 1228'de Divriği'de, 1230'da Konya'da, 1235'de Çankırı'da, 1250'de Kayseri'de, 1266'da Amasya'da, 1272'de Kastamonu'da muazzam hastaneler yaptırmıştı.
İsmail Cem, aynı eser.

(31) - Lâiklik, Avrupa'da Türkiye'deki anlamıyla kullanılmaz... Atatürk döneminde daha çok "dinle devlet işlerini ayırmak", yani "din adamlarını devlet işlerine karıştırmamak" ve "dini siyasete âlet etmemek" olarak kabul edilen lâiklik; şimdilerde "kişilerin dinle ilgilenmemesi" olarak görülmektedir. Bazen de "başka dinlere müsamaha, hatta sempati duymak, ama İslam'a çatmak" anlamında alınmaktadır. Batı'da ise lâiklik sözlük anlamı ile, yani "dinsizlik" olarak kabul edilir. Mesela komünist rejimlerin hepsi lâik idi; yani dinsiz, hatta din düşmanıydılar. Ayrıca dindar olanlar da laikliği "başka dinlere karşı müsamaha" olarak anlamaz.

Batılılar hiç bir zaman "ülkemizdeki anlamıyla lâik" değildirler. Onlar sadece kendi din, hatta mezheplerine karşı müsamahalı, hatta tarafgir; ama diğerlerine düşman olmuşlardır. Batı'da sadece din değil, mezhepler de büyük önem taşır ve farklılık yaratır. Bunun en bariz örneği Kuzey İrlanda'daki olaylardır. Protestanlar ile Katolikler birbirlerini boğazlarken İrlandalı olmak hiç önem taşımaz. Ama Doğu'da İran-Irak savaşında çoğunluğu Şii olan Iraklılar, Şii İran'a karşı mücadele etmekten kaçınmamışlardır.

İslam elbetteki bizde anlaşılan şekilde "lâik" değildir, ama müsamaha açısından Batılılardan da, bizim aydınlarımızdan da "lâik"tir.

(32) - Kitabın diğer bölümlerinde Osmanlı'nın bu girift yapısının birbirine çok bağlı olduğu bu yüzden hiç esnek olmadığı, bu kusuruyla da geri kalmaya ve çökmeye mahkûm olduğu belirtilmekte; hem MERKEZİYETÇİ hem de ADEM-İ MERKEZİYETÇİ yapının aslında esnek olan yapısı gözden kaçmaktadır.

(33) - Otonomi-özerklik-muhtariyet kelimeleri de ülkemizde yanlış kullanılır olmuştur... Özerk bir üniversitenin, özerk Bankalar Denetim Kurulu'nun adeta küçük bir ülke gibi "Devlet'ten bağımsızlığını ilan edip" bildiğini okuyacağı şeklinde bir düşünce yaygındır... Halbuki gerçek otonomi, ALT-ÜST ilişkilerinde ÜST'ü rahatlatan, ALT'ın sorumluluğunu artıran sistemdir. Alt birim gene aynı görevleri yüklenecek, ama üst otoritenin denetimine, desteğine, ikazına fazla ihtiyaç göstermeden ve BÜTÜN'den kopmadan bu sorumluluklarını kendi başına yerine getirecek demektir.

İnsan vücudu bunun için çok güzel bir örnektir. Mesela dalağın görevi aslında ölmüş veya görev yapamıyacak kadar yaşlı alyuvarları kandan çekip almak, depolamak ve imha etmektir. Bu iş için en başta programlanır, daha sonra hep özerk olarak yürütür. Ancak vücut önemli bir kan kaybına maruz kalırsa, aldığı tehlike sinyalleri mucibince dalak, kendiliğinden faaliyetini yavaşlatır. Bu suretle yaşlı alyuvarların bir süre daha görev yapıp, kan kaybını telafi etmesini sağlar.

Eğer kan kaybı devam ederse, ne olur bilir misiniz?.. Dalak alyuvar toplamayı tamamen durdurur, ve depoladığı eski alyuvarlardan iş görebilecek olanları yeniden dolaşım sistemine yollar. Bu da yetmezse, akıllara durgunluk veren bir gelişme olur. Dalak fonksiyon değiştirir!.. Esas görevi alyuvar İMHA etmek iken, alyuvar İMAL etmeye başlar!..

İşte gerçek özerklik budur... BÜTÜN'den kopmak bir yana, BÜTÜN'ün içinde erimek; bildiğini okumak yerine BÜTÜN'ün akışına kendini bırakmak; ve her yeni duruma yukardan herhangi bir politika değişikliği veya emir beklemeden kendi sahasında uyum sağlamak!.. Halbuki TRT gibi "lâfta özerk" kuruluşlar, devletin politikasına uymak şöyle dursun; ona tamamen ters düşen yayınları yaparken "Biz özerkiz" demeyi marifet sayıyorlar. Özerk olmayı adeta devletle çelişmek, çekişmek olarak anlıyorlar.

(34) - Matematikte "bütün, parçaların toplamına eşittir" prensibi doğru olabilir. Ancak felsefi açıdan ele alınınca, "Bütün parçaların toplamından daha fazla bir şeydir" sözü daha doğrudur.

Örnek olarak saati ele alalım... Duvardaki saati parçalayın... Akrep, yelkovan, zemberek, çarklar, kordon vs. Bunları bir torbaya koyun. Hiç bir zaman saate eşit değildir. Çünkü saat, sadece parçaların toplamı değil, onların aheng içinde, bir arada çalışması ile oluşan bir âlettir.

Sosyal toplumlar da böyledir. Her ne kadar ferdiyetçilik cazip görünüyorsa da, kendini toplumundan koparmış fertler, saatten kopmuş yelkovan gibi işe yaramazlar. Bu çeşit ferdiyetçiliğe dayanan toplumlar çökmeye, yok olmaya mahkûmdur. Karıncalar bile sosyal birer toplum halinde yaşarken; insan milyonluk şehirlerde, ama tek başlarına olamazlar. Sonunda ortaya New York gibi orman kanunlarının hakim olduğu, erkeklerin bile gece sokakta yalnız dolaşamadığı "modern" şehirler çıkar.

Örneklere gelince, İSRAİL ve JAPONYA, DOĞU ülkeleridir, ama zengin ve kalkınmışlardır. Bu da gösteriyor ki, kalkınma ve ilerleme sadece BATI'ya has bir imtiyaz değildir. Yeter ki, insanındaki potansiyel gücü, toplumun mekaniği içinde değerlendirsin. Her fert saatin parçaları gibi yerini ve görevini bilsin, ve diğerleri ile uyum içinde faaliyet göstersin.

(35) - Her şeyi 50 yıl geriden takip eden aydınlarımız hâlâ "Batı Akılcı Düşünce Sistemi" üzerine övgüler düzerken, Batı'nın düşünürleri bu sistemin kendi felaketlerini hazırladığını belirten eserler yazmakta, kurtuluşun "Doğu Düşünce Sistemi"nde olduğunu savunmaktadırlar. Örnek mi istersiniz?.. Rene Guenon'un MODERN DÜNYANIN BUNALIMI'ndan (Ağaç Yayıncılık, İst. 1991), ve E. F. SCHUMACHER'İN GÖRÜŞLERİ sayfalarımıza gidiniz.

(36) - Rönesans hiç bir zaman bir Batı icadı değildir. 1200'lerde başlıyan Endülüs'ü Haçlılarca işgali, özellikle Kordoba şehrinin düşmesinden sonra Batılıların gözünü açmıştı. Kordoba kütüphanesinde bulunan kitap sayısı, o tarihte tüm Fransa'da bulunanlardan fazla idi. Avrupalılar bu kitapları tercüme ederek eski Yunan feylezoflarını yeniden keşfettikleri gibi, Câbir gibi kimyada, İbn-i Sinâ gibi tıpta, Birunî gibi astronomide çağın en büyük islam alimlerinin eserlerinden de yararlanmışlardı. Rönesans gerçekte Endülüs İslam Medeniyeti'nin Avrupalılarca benimsenmesinden ibarettir.

Kaldı ki Reform da, İslam'ın sınırlı mülkiyete imkân tanıyan anlayışının Thomas Aquin tarafından Hıristiyanlığa sokulması ile başlamış, Martin Luther ile klasik görüşü savunan Katolikliğe baş kaldırması ile su yüzüne çıkmıştır.

(37) - Batıda "Free Mason", bizde "Mason" veya "Farmason" diye bilinen kelime aslında "serbest meslek erbabı" anlamına gelir. Bahsettiğimiz dönemde zenginlerin kendilerine şato ve saraylar yaptırma hevesinden dolayı en rahat davranan işçiler taşçı ustaları idi. Bunların adı (mason=taşçı), sonradan diğer meslek gruplarının kendi haklarını aristokratlara karşı savunmak için toplandıkları locaların adı olmuştur.

Templar şövalyelerinin kalıntıları da bu localara sızmışlar, bir süre sonra bu "meslek" kuruluşlarının "menfaat" tarikatına dönmesine yol açmışlardır. "Hür" kelimesi, tıpkı "Hür teşebbüs", "hür basın" gibi yanlış tercümeden kaynaklanmaktadır. Aslı "serbest"tir. Serbest teşebbüs, serbest basın demek gerekir. Yoksa masonluğun ne hürriyetle, ne taşçılıkla, ne de meslekle bir ilgisi yoktur. Bir Hıristiyan tarikatıdır.

(38) - Burjuva kelimesi aslında "burg"tan türemiş "burgoise"dir. "Şehirli" demektir. Köyden şehire göç edip serflikten kurtulan, ancak okusa da "asil" sayılmayan memur ve zenaatkâr sınıf için kullanılırken Marx, ile birlikte farklı bir anlam kazanmış; yarı cahil solcular bu kelimeyi hep "kapitalist"le aynı anlamda kullanmışlardır. Kendi arabasına sahip şoförün proleter mi, burjuva mı olduğu sorusu hep onları şaşırtmıştır. Çünkü "proleter" de Marks'a göre "zincirlerinden başka kaybedecek şeyi olmayan"dır. Buna göre, bizim genel müdüründen fazla maaş alan odacı "işçi"lerimiz, "katli vacip kapitalist" sınıfına girmektedir!..

Belki burjuva için en doğru tanım, köyden şehire gelip aslını unutan ve kapitalistliğe soyunan şeklindedir.

***
  • ÖNEMLİ SAYFALAR: NOTLAR - 6C , MEKTUPLAR , ORTAASYA TURKLERİNİN MÜSLÜMAN OLUŞU , TABLOLAR , KAYNAKLAR , SİTEMİZDEKİ SAYFALAR