KİMYASAL YAKITLI MOTORLAR
Katı ve sıvı yakıt kullanan motorlara kimyasal motorlar denir. Genellikle taşıyıcı olarak kullanılan dev yapılı roketlerin motorları bu şekildedir. Ancak uydu üzerine monte edilmiş sıvı yakıt kullanan küçük motorlar uydunun döndürülmesinde ve yörünge değişiminde kullanılırlar. Boyut olarak küçüktürler. Yakıt olarak uydunun içinde bulunan yakıtı kullanırlar. Yakıt bitincede uydu yörünge kaymasından dolayı atmosfere girerek yanar. Yani yakıtın miktarı uydunun ömrünü belirler. Uydulara yakıt nakli yapmak çok zor bir iş olduğundan uydunun düşmesine göz yumulur ve o uydunun işlevini yapacak yeni bir uydu yörüngeye oturtulur. Sadece yörüngede dolanan ve uzay istasyonu (Skylab, Mir gibi) olarak adlandırılan ve yaşam üniteleri olan uydulara yakıt takviyesi yapılabilmektedir (uzay mekikleri aracılığıyla). Başlangıç yükü ile karşılaştırıldığında yerden fırlatılan roketler ancak toplam yükünün binde yedisini yörüngeye yerleştirebilmektedir.

ELEKTRİKLİ ROKET MOTORLARI

Adından da anlaşıldığı gibi elektrik enerjisini ya doğrudan ya da başka enerji türlerine çevirmek amacıyla yapılmış motorlardır. Bu nedenle büyük elektrik gereksinimleri vardır. Elektrik enerjisi ise jeneratörlerden elde edilir ve jeneratöründe yakıtı yine kimyasal bir yakıttır. Bu nedenle akü sistemleri ve güneş enerjisini elektrik enerjisine çeviren ara sistemlere ihtiyaç vardır. Bunlarda hem yükü arttırır, hem de maliyeti kabartırlar. Ancak gezegenler arası uydular için uzun zamanda büyük hızlar elde etmeye olanak tanıdığından dış gezegenlere gönderilen uydularda ve yer yüzündeki uyduların ara yörüngelere oturtulmasında kullanılırlar.

a) Elektrotermal Motorlar

Motor yapıları, kimyasal roket motorlarına çok benzemektedir. Basitçe kimyasal bir motorun elektrik ısıtıcısı olmuş halidir. Bir patlama olmadan elektrik enerjisiyle patlama (genleşme ve moleküler bozulma sağlanarak) elde edilerek bir itme kuvveti yaratılır. Ancak gaza verilecek ısı moleküllerin atomlarına ayrılmasına harcanacağından verim kaybı büyük olur. Sistemin gereksinim duyduğu elektrik enerjisi genellikle güneş pillerinden elde edilir. Şu anda Resistojet ve Arcjet olarak adlandırılan iki elekrotermal motor türü kullanılmaktadır. Resistojet sisteminde gaz elektrik ile ısıtılarak itme sağlanmakta, Arcjet sisteminde ise yanıcı gaz ateşlenerek itme sağlanmaktadır. Burada ateşlemeyi sağlayan elektrik donanımıdır. Arcjet’lerin termal verimi az olduğundan, geniş güneş panelleri ve yörünge aktarımı sırasında uzun görev süresine ihtiyaç duyarlar. Bu nedenle yörünge aktarımları için uygun değillerdir.

ele2.jpg

b) Elektrostatik Motorlar (İyon Motorları)

Bu tip motorlar ilk defa Oberth tarafından ortaya atıldı. Prensip olarak elektrik ile iyonlaştırılan atomların elektrik ve manyetik alanlar tarafından ivmelendirilmesine dayanıyor. Bu da kimyasal motorların geliştirilmiş bir halidir. Çünkü iyon için gaz kullanılıyor. En büyük özellikleri ise eksoz hızlarının yüksek olmasıdır. Eksoz hızı 10000 km/saniye kadar çıkabilmektedir. Halbuki kimyasal motorlarda bu değer 3 km/saniye dolayındadır. Bu da yakıt yükünde büyük bir tasarruf sağlar. Bu sistemin çalışma süresi kısa olduğundan küçük yörünge düzeltmelerinde kullanılmaktadır. Yakıt olarak genelde buharlaştırılmış Cs kullanılmaktadır. Şimdiye kadar Civa ve Sezyum kullanan iki tür elektrostatik motor yapılmıştır. 20 Temmuz 1964 yılında ise ilk denemeleri gerçekleştirilmiştir. Sezyumun atom ağırlığının iki katı bir element kullanılırsa ivmelendirme dört katına çıkabiliyor. Bu motorların %90 gibi yüksek bir verimliliği olduğu halde uzun süre çalıştırılamamaları bir dezavantajlarıdır. Uzun süre çalıştırılmamalarının nedeni çok yüksek bir elektirik gerilimine ihtiyaçları vardır ve bu gerilimin ömrü de üç beş saniyeyi geçmemektedir. Bu nedenle gerekli olan elekritik atom gücüyle çalışan elektirik jeneratörleri yardımıyla ya da güneş enerjisiyle sağlanmaktadır. Kullanılan yakıtın iyonlaşma potansiyelinin düşük ve atomlarının ağır olmaları tercih ediliyor. İyonların eksoza doğru ivmelendirilmeleri iki yolla mümkün olmaktadır:

Elektrik alan yaratarak
Değişebilen manyetik alan yaratılarak
Yer yörüngesine oturtulan uzun ömürlü uydular bu tür motor kullanarak yörünge düzeltmeleri yapmaktadırlar. Yer yörüngesinde nükleer yakıt bulunduran uyduların nükleer yakıtlarının kullanımı sadece elektik üretimini sağlamak içindir. Bu da uydunun yükünün artması açısından dezavantajdır.

Uzaya atılan yer yörüngesine yerleştirilen büyük kütleli uydu ve labaratuarlarda yörüngeyi bozucu birçok etken vardır. Bu etkiler:

Çok azda olsa atmosferin frenleme etkisi
Yer’in şeklinin tam bir küre olmaması ve dağların etkisi
Diğer dış etkenler, meteorlar, gezegenler, Ay’ın konumu, Yer-Güneş uzaklığındaki değişimler
Bu etkilerden dolayı yörüngeler bozulur. Bozucu etkilerin sonucu küçük ve uzun sürede oluşur. Dolayısıyla bir motoru çok kısa zaman çalıştırmakla etkiyi yok etmek mümkündür. Bu tür işler için iyon motorları kullanılır. Bu tür uydular erken uyarı uyduları (askeri), haberleşme uydularıdır. Genelde 24 saat peryotlu Yer ile senkronize ve Yer yarıçapının 5.6 katı uzaklıkta dairesel yörüngelere oturtulmuş uydulardır.

ele3.jpg

b) Elektromanyetik Motorlar (Plazma Motorları)

Henüz deney aşamasındaki motorlardır. Bu tip motorlarda gaz plazma haline getirilmekte, eksoza giden yanma odasında (bu odada kimyasal bir yanma ve ısı üretimi söz konusu değildir) elekromanyetik bir ortam elektrik akımıyla sağlanarak plazmanın eksoz dışına doğru hareketi mümkün kılınmaktadır. Hem yakıtı plazma haline getirmek hem de güçlü bir manyetik alan yaratmak için çok fazla elektik üretimine ihtiyaç vardır. Plazma motorları çok teferruatlı ve ağır yapılardır. Böyle bir motora sahip uydunun yörünge dışına çıkarılması çok zordur. Ancak yörüngede montajı mümkündür. Gezegenler arası çalışmalar için düşünülmektedir. Gaz olarak da Helyum atomu kullanılmaktadır. 15 km/saniye gibi yüksek itme hızları elde edilebilmektedir

ele4.jpg

GÜNEŞ IŞINIMLI İTME MOTORLARI

Bu sistemde güneş enerjisi toplanıp parabolik ayna ile odaklandıktan sonra 'kara cisim' özelliğindeki bir noktada toplandıktan sonra hidrojen gazının ısıtılmasında kullanılmaktadır. Bu yolla hidrojen 2727 °C’ye kadar ısıtılmakta, sıcak gazın atılması ile itme sağlanmaktadır. Yanma olmaması, hareketli parça bulunmaması ve güneş enerjisinin doğrudan kullanımı nedeni ile verimi yüksektir. Yörünge aktarımı amacıyla kullanılabilecek yöntemleri karşılaştırıldığında, solar termal sistemler en yüksek verimi sağlamaktadır. Ekonomik kriterler düşünüldüğünde solar termal sistemler diğer sistemlere göre daha avantajlı olmaktadır. Bu sistem kullanılarak yörüngeye yük taşıma kapasitesi 2 ile 7 kat arasında artacağı düşünülmektedir.

gun.jpg

NÜKLEER MOTORLAR

Uzun uçuşlar için uygun motorlardır. Gerek uranyum gerek plutonyum radyoaktif maddeler oldukları için radyasyondan korunmak için özel şekilli uzay araçlarının yapılması gereklidir. Proton-proton zinciriyle hidrojenden helyuma dönüşüm yapılarak enerji elde edilebilir, ancak böyle bir sistem henüz gerçekleştirilememiştir. Hidrojenin helyuma dönüştürülebilmesi için çok yüksek sıcaklıklara ihtiyaç vardır. Böyle bir sıcaklığa dayanabilecek reaktör yuvası henüz yapılamamıştır. Teorik olarak böyle bir roket yapılabilirse itme hızının 5 kh/sn olması beklenmektedir. Nükleer motorlardan fazla bir verim elde edilememektedir. Buna rağmen kimyasal motorlardan 2-3 kat itme gücü elde edilebilmektedir. Nükleer motorların iki tipi vardır:

1. Tip: Atom enerjisinin ısısından yararlanıp, itme gücü sağlayan gazın ısınmasından eksoz hızı elde etmek. Bu tür motorlarda 6 km/sn’lik bir eksoz hızı elde edilebiliyor. Radyoaktif maddenin bozulması sırasında oluşan enerji ya direkt olarak gazın ısıtılmasında kullanılır ya da ek sistemlerle elektrik enerjisine çevrilir. Sistemin avantajı, bozulma sırasında oluşan ürün çekirdeklerinin dışarı atılması gerekmiyor. Nükleer yakıt kaybı yok. Dezavantajları ise reaktörün sıcaklığı yakıt olarak kullanılacak gazdan daha fazla. Bir soğutma sorunu var. Ayrıca reaktörün etrafına çok güçlü koruma kalkanlarının konulması gerekli. Sistem hacim ve ağırlık olarak büyük.

2. Tip: Radyoaktif maddenin bozulması sonucunda oluşan ışınımı kullanmak. Sistem genelde basittir. Roketin arka kısmına radyoaktif madde sürülür. Maddenin bozulma hızından yararlanılarak oluşan parçacıklar (a, b ve g tanecikleri) rokete bir itme kazandırırlar. Böylece 10 km/sn’lik bir hıza ulaşılabilir. Genelde radyoaktif madde plutonyumdur. Sistemin avantajı itme kuvveti için gaz kullanmamasıdır. Dezavantajı ise bozulma işleminin düzenli olmaması ve kontrol edilememesidir.

Deney

MALZEMELER

Plastik kola şişesi , su , damlalık
Şişeyi ağzına kadar suyla doldurun , damlalığa kafası dışarda kalabilecek şekilde su çekin. Şişenin ağzını kapatın.
Sonra şişeyi elinizle sıkın .Damlalık aşağıya doğru batmaya başladı mı? Burada uyguladığınız basınçla damlalığın içinde kalan az miktardaki havanın hacmi küçülecek dolayısıyla suyun kaldırma kuvveti azalıp dibe doğru batacaktır.Denizaltılarda bu prensiple suya dalıp çıkarlar.

NOT: Eğer damlalık yerine serum şişelerine bağlanan ,damlalık bölümünü kullanırsanız çok daha net sonuç elde edersiniz.

ATOM BOMBASI

İlk bomba Hiroşima kentinde patladı. Bu patlamayla 140.000 kişi bir anda yok oldu. Bir o kadarı da yaralandı. Bununla da yetinmeyen ABD, 3 gün sonra yani 9 Ağustos 1945'te bu sefer Nagasaki 'ye kinini kustu. Bombanın muhatabı bu sefer Nagasaki'li masumlardı. Bu patlamayla da 80.000 kişi öldü.
Atom Bombası'nın fiziksel olarak icadı 1911 yılında gerçekleşmesine rağmen, gücü ve etkileri 1930'lu yılların sonuna kadar anlaşılamadı. Atom enerjisinin silahlarda kullanılmasını ilk olarak düşünen ve kısmen uygulayan Almanlardır. 1939 Ağustos'ta fizikçi Albert Einstein bir mektupla başkan Roosevelt'i uyararak, Atom Enerjisi'nin Dünya üzerindeki en etkili güç olduğunu belirtti. Bu mektup üzerine ABD, Manhattan Project olarak bilinen, gerçekte Atom Enerjisinin insanları nasıl öldürebilir hale getirilebileceği, doğa ve çevreye nasıl daha fazla zarar verebileceğini araştıran projeyi başlattı. 1945 yılında Manhattan Proje'sine bağlı olarak çalışan 40 labarotuar ve 200.000 bilimadamı bulunmaktaydı. Bu sayı o sırada ABD'deki tüm makine sektöründe çalışan işçi sayısından bile fazlaydı. 16 Temmuz 1945'te Manhattan Projesinin ilk meyvası olan "Fat Man" isimli ilk atom bombası New Mexico'nun Alamogordo bölgesinde denendi. Bu yeryüzündeki ilk patlamaydı. Doğa atom enerjisi'nin korkunç yüzüyle ilk defa karşılaşmış oldu. 2. Dünya Savaşı'nın neredeyse bitmesine rağmen Başkan Harry Truman aslında Fat Boy'un denenmesinden çok önce bu bombayı Japonya üzerinde denemeye karar vermişti. Hırs, öldürme isteği , kişisel bozukluklar ve intikam duyguları bunun başlıca nedenleri arasında sayılabilir. Üzerinde bu kadar konuşulan, binlerce insanın hayatına malolan bu atom bombasının enerjisi nerden gelmekteydi? Atom'un çekirdekilerinde çok sayıda proton ve nötron bulunan belirli atom türleri radyoaktiftir ve bunlar karasızdır. Aniden parçalanabilirler. Başka atom türleri ise bir nötron ile bombalandıklarında parçalanırlar. Bu olayda çekirdeğin kütle sayısı geçici olarak bir artar ve enerji açığa çıkmak suretiyle, tüm çekirdek ikiye bölünür. Kütle numarası 235 olan bir plütonyum türünün birer atomu bu şekilde bölünerek aynı zamanda ortama enerji de verirler. Uranyum 235 iki veya üç nötron, plutonyum 239 ise daha fazla nötron yayar. Atom bombasında ya uranyum 235 ya da plutonyum 239 kullanılır. Bir nötron ile bombalandıktan sonra bu elementlerin bir atomu birçok nötron yayar ve zincir reaksiyonu oluşur. Atomların yeterli konsantrasyonda olmaları halinde bu nötronlar komşu atomlarla çarpışır ve onlar tarafından tekrar bombalanırlar. Böylece komşu atomlarda fisyon oluşur ve daha fazla nötron açığa çıkar. Böylece devam eden zincir reaksiyonu gittikçe daha fazla nötron ve enerji üretir. Ortamın uygun olması halinde sonuç olarak büyük bir patlama oluşur. Bir patlamaya yol açmak için gerekli fisyon yapabilen malzeme miktarına kritik kütle veya tetikleme miktarı denir. Zincir reaksiyonu hemen başladığından bu malzeme herbiri kritik boyutundan daha küçük parçalar halinde tutulmaktadır. Bu parçalar kritik üstü büyük bir parçada birleştiriler ve patlama anında nötronlarla bombardıman edilir. Fisyon yapan her atomunaçığa çıkardığı enerji küçük olmakla birlikte, bu atomların milyarlarcasının toplam enerjisi patlamaya yol açar. Ancak bu enerjinin kütle eşdeğeri düşüktür. Örneğin Nagasaki'ye atılan bomba bir metal paranın 1/3 ağırlığına eşdeğer miktarda enerji açığa çıkarmıştır. Atom Bombası'nın enerjisi işte bu zincir reaksiyonu ve Einstein'ın ünlü E = mc² formülüne dayanır. Hiroşima'ya atılan ilk bomba olan Little Boy'un içinde temel olarak iki Uranyum-235 parçacığı bulunuyordu. Klasik bombalarda kullanılan bir tetik mekanizması ve barometre sayesinde bomba şehirden hedeflenen yükseklikte olduğu anda patlatıldı. Ne olursa olsun, Atom Enerjisi'ni hala savunanlar olabilir. İnsanlık yaşanılanları unutur ancak doğa hiçbir zaman sizleri unutmayacak ve affetmeyecektir..


DNA MODELİNİN İCADI


İçinde bulunduğumuz yüzyılın en önemli biyolojik buluşu beklendiği üzere bir bilim adamı ekibi tarafından tertemiz bir labaratuarda değil, Cambridge Üniversitesi'ndeki mütevazi odasında atak genç, Amerikalı araştırmacı 26 yaşındaki James Dewey Watson tarafından gerçekleştirildi.

Watson ve 37 yaşındaki arkadaşı İngiliz Kimyacı Francis H.C. Crick'in biyologlarca deoksiribo nükleik asit ya da DNA olarak bilinen olağanüstü bileşiğin yapısını ortaya çıkarma çabaları hep sonuçsuz kalıyordu. 1867'de keşfinden beri DNA'nın her canlının her hücre çekirdeğindeki uzun aşırı ince iplikler şeklinde bulunduğu görülmüştü. DNA'nın vücudumuzun her hücre merkezinde 2 metre sarılmış uzunlukta bulunması şaşırtıcı. DNA altı "yapı taşı''ndan ibarettir. Fosfor, oksijen ve fosforlu bir madde (Fosfat); adlı bir tür şeker, ve nükleik asit bezleri olarak tanına 4 azot bileşiği Watson ve Crick bu yapıtaşlarının görünüşte kendi çoğaltma yeteneği olan bir maddenin temel parçaları olduğunu biliyorlardı.

DNA'nın kendini çoğaltma yeteneği olayları bölünme ve korunması şeklindeki hayati olayları kontrol eder. Hücrenin çoğalma ve bölünme özelliği canlı yaratıkları cansız maddeden ayıran temel etkenlerden biridir. Ve bu nedenle DNA yaşamın temeli sayılmaktadır. Watson ve Cirick'e göre DNA'nın çalışma prensibi bu büleşiğinm yapısı yoluyla en iyi biçimde anlaşılabilecekti. Yıllarca süren ümitsiz çabalardan sonra iki arkadaş 1953 ilkbaharında her biri faklı biçimdeki 6 tamel DNA yapıtaşından birini gösteren el büyüklüğünde saç parçaları kestiler. Daha sonra kimyasal bağların yerine geçen hareketli ek yerleri kullanmak suretiyle parçalar çeşitli şekillerde yapıştırıldı. Aylarca süren çabaları sonuç vermeyince iki arkadaş vazgeçmeye karar verdiler.

Bir gece yarısı Watson helisel bir merdiven rüyası gördü. Ertesi sabah Crick'e rüyasını anlattı. 3 gün ve gece sürekli çalışmadan sonra iki bilimadamı 1920'lerde sanat dünyasını altüst eden kübist heykellerden birine benzeyen tuhaf bir model yaptılar bu günümüzdeki çift helisin ilk modeliydi. Yapılan buluşun devrim niteliğindeki sonuçları iki bilimadamını 1962'de Nobel ödülünü kazandırdığında DNA'nın 3 harfi dünyanın tanınmış kısaltmalarından biri olmak üzereydi...

OYUNCAK AYININ İCADI

Bir ayı yavrusunu canlandıran oyuncak, biri Almanyada diğeri ABD'de faaliyet gösteren iki ayrı firma tarafından 1902 yılında üretilmeye başlandı. Her iki firma da, üretime kendilerinin daha önce geçtiğini iddia ettiyse de bu konuda kesin bir kanıt bulunmadı.

1902 yılınının 18 Kasım günü, 'Washington Evening Star' gazetesinde bir çizgi resim yayınlandı. Clifford ve Berryman tarafından çizilen bu resimde, dönemin ABD başkanı Theodore " Teddy" Roosevelt, elinde bir ayı yavrusuyla birlikte görülüyordu. Mississippi eyaletinin Louisiana ile olan bir sınır antlaşmazlığını çözümlemek için bölgeye gelen Roosevelt bir av partisi sırasında karşısına çıkan bir ayı yavrusunu vurmayıp kucağına almış ve sevmişti.

Berryman'in çizdiği resim işte bu sahneyi yansıtıyordu. Aynı resmin başka gazetelerde de yayınlanması üzerine başkanın bu hayvan sevgisine hayran olanların sayısı çok fazla oldu. Bunlardan biri de Morris Mitchom adlı bir Rus göçmeniydi. Mitchom Brooklyn'deki küçük dükkanında kendisinin ve karısının tamamen el emeği ile ürettikleri oyuncaklarını satarak geçimini sağlamaya çalışıyordu.

Oğlu Benjamin'in daha sonra anlattığına göre Morris Mitchom Berryman'in çizdiği resimdeki sevimli ayı yavrusunu derhal 3 boyutlu hale getirmeye karar verdi.

Kolları ve bacakları hjarekete edebilecek biçimde yaptığı bir oyuncak ayıyı gazeteden küpürle birlikte dükkanının vitrinine koydu ve altına "Teddy'nin Ayısı" diye yazdı. Ne var ki; otoriter bir ülkeden ABD'ye gelen Mitchom'un içi rahat değildi. Çünkü ABD başkanının adını kendi ürettiği bir oyuncağın satışını kolaylaştırmak için kullanmıştı. Bütün cesaretini toplayıp Beyaz Saray'a bir mektup yazdı ve 'Sayın Başkanın' isminin kullanılması hakkında ne düşünüldüğünü sordu.

Başkanın kendi elyazısıyla gelen yanıtta Mitchon'un istediği izin şu sözlerle veriliyordu " Adımın oyuncak bir ayıya fazla birşey kazandıracağını sanmıyorum. Ama onu dilediğiniz gibi kullanmakta da serbestsiniz." Bu mektup eğer bulunabilseydi, Morris Mitchon'un bu konudaki öncülüğüne büyük ölçüde gün ışınığına çıkaracaktı. Ancak, büyük oğu Joseph Mitchon'uın evrakları arasında olması gereken mektup onun 1951 yılında ölmesinde sonra bulunamadı.

1903 yılında Buttler Bros firması (Toptan oyuncak satan bir kuruluş) Mitchom'un ürettiği tüm Teddy ayılarını satın aldı ve daha sonra üretilecek ayıları da almayı garanti etti. O yıl ile 1938 yılı arasında firma "Ideal Toy Co." adı altında dünyanın en büyük oyuncak üretici soldu.

Böylelikle her yerde gördüğümüz sevimli oyuncak ayılar, yaşamlarına başlamış oldular...

FERMUARIN İCADI

Fermuar'ın bulunuşu aslında bir zaruriyetten kaynaklandı. 1. Dünya Savaşından önce insanlar giysilerini iri ve kapanması zor olan düğme ile kapatmaya çalışırlardı.Bu sırada ortaya çıkan Whitcomb L.Judson , Chicago'lu bir makine mühendisiydi. Judson o yıllarda Tramvay ve otomobil gelişmelerini incelemekte ve başarılı buluşlara imza atmaktaydı. 1891 yılında Judson, "ayakkabılar için kilit açıcı " buluşuyla ortaya çıktı.

Ancak Judson'un buluşunda birçok tasarım hatası vardı. Yaratıcı zeka'nın bir ürünü olan buluş kaba ve kullanışsız olduğu için tutulmadı. Judson'un şirketinde çalışan Gideon Soundback isimli İsveçli bir genç mühendis "Kancasız20" isimli buluşuyla büyük ilerleme yaptı. Esnek ve güvenilir olması için bağlayıcıların küçük olması gerektiğini farketti. 1913'e kadar bu doğrultuda hareket ederek buluşunu geliştirdi.

1917 'de ABD'nin savaşa girmesiyle birlikte, donanma komutanı binlerce fermuar ısmarlayarak bir gecede Soundback'i zengin etmekle kalmayıp, hepimizin vazgeçemediği ve açık kaldığında rezil olabileceğimiz çok önemli bir buluşun bu günlere kadar taşınmasına yardımcı oldu.

Sonuç olarak, birçok tesadüfi icat gibi, fermuar da bir dizi maceradan sonra bugünkü halini aldı.

UÇAĞIN İCADI VE WRİGHT KARDEŞLER

İnsanoğlunun uçma hevesi, insanlık tarihi kadar eskidir. Buna rağmen uçaklar ve çeşitli hava araçları 2 yüzyıldır havada...

Modern teknolojinin gelişmesinden önce insan bu eski isteğini yerine getirebilmek için kuşları taklit ederek sonuca varmaya çalışıyordu. Kanatlı araçlar, kanat takan insanlar vs.. tarihte sık rastlanılan olaylardan bazılarıdır.

Yapılan ilk kanatlı alete "Ornithopter" adı verilmiştir. Basit bir ornithopter ağır, hantal, tekerlekli ve kanatları olan bir araçtı. Zarif değildi. Estetik bakımından birçok problemi vardı. Ağır olması yerden kalkmasını zorlaştırıyordu.

Bu problemlerle sağlıklı bir şekilde uçmak imkansızdı. Uçmak için daha değişik yolları düşünmeyen başlayan insanlar daha "hafif" bir çözüm buldular. Balon... Teoride herşey tamamdı. Balonun içindeki gaz, havadan daha hafif olacağı için uçuş gerçekleşebilecekti. Ancak çıkacak bir rüzgarın bu "hafif" balonu nereye götüreceği belli değildi. Aynı şekilde nasıl ineceği de ayrı bir tartışma konusuydu. İnsanoğlu her seferinde olduğu gibi yine hayalkırıklığı içindeydi. Bu işle uğraşan insanlar sadece kuşları seyrederek yetineceklerdi anlaşılan....

Wright Kardeşler Sahneye çıkıyor.....

Ohio, Daytonlu iki bisiklet ustası olan Wilbur ve Orville Wright, 1899'da kuşların nasıl uçtukları hakkında kendilerine ipucu verebilecek herşeyi sistemli bir şekilde incelemeye başladılar. Bilimsel eserlerde ve eski insanların deneyimleri arasında kendi işlerine yarayacak hiçbirşey olmadığını kısa sürede anlayan Wright kardeşler sadece Berlin yakınlarındaki bir tepe üstünden planörle uçuş denemeleri yapan ve bu konuda çok dikkatli notlar tutan Alman mühendisi Otto Lilienthal'in çalışmaları vardı.

Lilienthal kuşların uçmalarını çok yakından incelediği için planörünün bir kuşu andırmasına fazla şaşmamak gerekir. Fakat o içlerinde ünlü ressam ve geçtiğimiz aylarda CircumSpice'ta hayatını okuduğunuz Leonardo Da Vinci'nin de olduğu birçoklarını cezbeden tuzağa, yani kuş uçuşunu temsil eden kanat çırpma olayının cazibesine kapılmadı. Lilienthal uçabilecek bir uçağın havayla temas halinde olan sabit bir kanadı olması gerektiğini gösterdi. Kararlı bir uçuşu gerçekleştirebilmek için gerekli kontrol sadece onun söylediği böyle bir kanat tarafından sağlanabilirdi ve bu konuda Wright kardeşler de onunla uyuşuyordu.

Wilgur ve Orville Wright bilimsel öğrenim görmemişler liseden daha yüksek bir okuldan da ayrı gitmemişlerdi. Fakat uçma alanındaki çalışmalarını ilerlettirken kendi bilimsel yönlerini de model uçaklar, uçurtmalar, insan taşıyan planörler ile yaptıkları yüzlerce deney sayesinde bu konuda bilimsel bir eser hazırlayacak kadar ilerlettiler. Hatta hazırladıkları 200'den çok farklı tipteki kanatları denemek için bir rüzgar tüneli dahi yaptılar. Wright kardeşlerin 17 Aralık 1903'te Orville'in kontrolünde havalanan ilk uçağı aerodinamik ses teorisine bağlı kalınarak yapılmıştı. Otto Lillienthal ve Wright Kardeşler uçak dizaynı kurumunu kurdular. Bundan sonraki her şey hava içinden geçişi ile uçapğın havalanmasını sağlayan sabit kanat doktrininin bir devamıydı. Fakat kanat kontrol edilemiyordu. Wright kardeşler, iyi bir uçak dizaynınnda kanadın ani esen şiddetli rüzgarların zararlı etkisiyle sert havanın aşağı ve yukarı çekici etkisine karşın pilotun düzeltmesiyle kanadın daha uygun bir vaziyet almasını sağlayan bir mekanizma bulunması gerektiğini anladılar. Kuşları gözleyerek sert havalarda uçuş düzeylerini korumak için kanat uçlarını nasıl büktüklerini not aldılar. Kanat bükmeyi planörlerinin kanatlarının uçaklarını bir mekanizma yardımıyla eğerek taklit ettiler. Deneylerinden bunun işe yarayacağını tahmin etmişlerdir. Gerçekten de işe yaramıştır. Kanat eğmenin uçuş aerodinamiğini nasıl etkilediğini doğru bir şekilde tahmin ettiler ve anladılar. Wright Kardeşler artık uçabilen bir uçak yaratmışlardı. Yeni görevleri ise onu nasıl uçuracaklarını öğrenmekti. Bunu onlara gösterebilecek ne bir kitap ne de bir öğretmen vardı. Fakat nasıl dizayn yapılacağını öğrendikleri gibi bunu da öğrendiler.Yavaş yavaş ve metotlu bir şekilde uçakla dönüş yapabileceklerinden çok zaman önce emin olmuşlardı. Daha ilk denemelerinde uçak tam bir daire dönüşünü kolaylıkla tamamlayarak havalandıkları noktanın yanına indi. Uçak dizaynını diğerleri Wright kardeşlerinin seviyesine gelinceye kadar bir süre olduğu yerde saydı. Pilotun kanadın üzerine yatık bir şekilde yatık bir şekilde durmaktan kurtarıp oturmasını sağlayacak bir yer yapılması gibi zorunlu bir takım şeyler gerekiyordu. Wright kardeşler pilotun oturabildiği bir uçak dizaynı hazırladılar. Ayrıca bir de iniş takımı yaparak kendilerini ilk uçuşlarında yanlarında taşıdıkları tekerlekli kriko ve monoraydan kurtardılar

Bu arada 1909'de Manş Denizini ilk defa uçarak geçen Fransız Louis Bleriot, 1. Dünya savaşının en başarılı avcı uçağını ve savaş sonrasını ulaştırma işlerinde büyük üstünlük sağlayan 3 motorlu uçağını yapan Hollandalı Anthony Fokler ,Glenn Curtiss ve Glenn Martin gibi diğer tasarımcılar olarak belirmeye başladılar. Bu kişilerin düşüncelerinin yeni ve çekici endüstri dalına girmesiyle uçak dizaynı değişmeye ve yerine oturmaya başladı.

Dünya giderek küçülüyor, ve bu küçülmeyi sağlayan büyük etmenlerden biri uçağın icadı. Artık lüks olmaktan çıkan uçaklar, ulaşımın demirbaşlarından olmaya başladılar. Gelişen teknoloji ve sosyal imkanlar sayesinde, gelecekte bir gün her şehrimizde bir hava alanı olduğunu düşünmek hayal gücümüzün değil gerçeğin eseri olacağa benziyor. Teşekkürler Wright Kardeşler!....

LENSİN İCADI

Dünya üzerindeki insanların %75'inde az ya da çok göz kusuru bulunuyor. Yazımızda tarih öncesi devirlerden beri bu sorunla mücadele etmeye çalışan insanoğlunun ilkel bir icat olan gözlükten kurtulma serüvenini bulacaksınız.

Gözlük takan bir kişinin en temelde mantık olarak iki temel beklentisi vardır. Birincisi net görme, ikincisi de dışardan "net" görünme. İnsanlar gözlük kullanmaya başladıklarından beri hep gözlükle nasıl göründüklerinden şikayet etmişlerdir. Bu şikayet ve kaygılar sonunda lenslerin gelişimini etkileyerek pahalı, acı verici bir merak olmaktan çıkarmış, yerini aldığı gözlük kadar yaygın olmasını sağlamıştır.

Önce Lensleri biraz tanıtalım. Lensler normal gözlükle düzeltilebilen bütün göz kusurlarında kullanılabilir. Tıpkı gözlük gibi göze gelen ışığı kırmak için göz önüne yerleştirilir. Lensten gelen hatalar,gözde temiz ve net bir görüntü elde etmek için lens tarafından oluşan hatalarla eşlenir. Gözlükte olduğu gibi, lenste de " İki yanlış bir doğrudur " kuralı geçerli.

Sert Lensler

İlk lensler 1887' de İsviçreli doktor A.E. Fick tarafından yapıldı.
(Özellikle midesi hassas olanlar ve kan, göz gibi şeylere bakamayanlar çok dikkatli olsunlar, çünkü bu buluş gerçekten ürkütücü)

Sert camdan yapılmış Fick'in lensleri bütün gözü kaplamak amacıyla gözküresinin yuvarlağı üzerinde acı verici bir şekilde yerleştiriliyordu! Çünkü Fick'in bu yuvarlağı ölçecek aleti yoktu ve her lens uzun bir deneme yanılma süresi sonunda göze uygulanabiliyordu. Bundan başka göz geçirgen olmayan cam örtü nedeniyle hava oksijeni ve gözyaşı kanallarından gözyaşını almamaktan ve sonuç olarak çabucak kuruyordu. Bunun sonucunda kişi birkaç saatte bir lensini çıkararak gözleri için solüsyon kullanmak zorunda kalıyordu.

Yarım yüzyıl sonra 1938'de oftalmologist Theodore Obrig, genellikle Plexiglass veya Lusit olarak adlandırılan saydam bir madde metil metakritilat plastiğinden ilk lensi yaptı. Obrig aynı zamanda lenslerin hızla uyumunu sağlayacak daha iyi bir gözölçüm metodu buldu. Bununla birlikte onun lensleri de hala gözün hassas dokusunu incitebiliyordu.

Bu rahatsızlığın yanında bir çift lensin pahalı olması cok az sayıda kişi tarafından kullanılmasına olanak veriyordu. Lens zamanla film yıldızlarının modellerinin ve atletlerinin ilgisini çekmeye başaldı.

1950' lerin başlarında şu anda kullanılan lenslere temelde çok benzeyen Cornea lenslerinin ortaya çıkışı büyük olay oldu. Çapı 10mm az olan ve en fazla 20 mm 'nin 1/25'i kalınlığındaki bu tip lenslerin sadece kornea'yı kaplıyor, Yani gözbebeğinin saydam dış tabakası ve çevresindeki renkli irisini örtüyordu. Bu tip lensler ince bir gözyaşı tabakasında yüzebilecek kadar hafif olduklarından göz yeterli oksijeni alabiliyor, dolayısıyla kişi bütün bir gün boyunca çıkarmayabiliyordu.

Ancak bu lensler yine de sert oldukları için uzun süren kullanımlarda kornea'da ciddi tahriş ve yaralanmalara yol açabiliyor, zaten günümüzde sert lens kullanımı da yok. ( Burada sert lens olarak adlandırılan, şimdiki uzun süreli kullanılan sert lens değildir )

Yumuşak Lensler

20 yıl sonra yumuşak lensler ortaya çıktı. Bu tip kontakt lensler göz şekline tamamen uyabilen yumuşak bir madde ve suyu kolayca absorblayabilecen hidrofilik plastikten yapılmışlardır.

Su oksijenin lenslerden geçirilmesinin sağlayarak gözün kurumasını önlemektedir. Bununla birlikte lensin kurumaması için özen gösterilmelidir. Araştırmacılar lenslerin su absorblama kapasitelerini yükseltecek şekilde geliştirdiler ve böylece göze büyük bir rahatlık sağlandı. 1970'lerin ortalarında birkaç firma haftalarca takılabilecek lensler ürettiklerini açıkladılar.

Uzun kullanımlı lensler olarak adlandırılan bu lenslerin sadece periyodik temizlenmeler için çıkarılmaları gerekiyordu. Bu konuda en yeni buluş olan 2 odaklı lensler geleneksel 2 odağın ayrı lensler üzerinde eşleştirilecek şekilde yerleştiriliyor. Lensin tepesi ile tabanı arasında bir ağrılık farkı bırakılarak göze daima doğru bir şekilde durması sağlanıyor.

Lenslerin icadı ve gelişimi böyle, ancak ben de lens kullanan biri olarak birkaç gün sonra lens takıp çıkarmanın son derece zahmetli bir iş olduğunu farkedip kullanmayı bıraktım. Son çıkan lazer teknolojisi ile 5 dakikada yapılan göz ameliyatları daha cazip geliyor insana. Sağlam gören göze dokunmak, ameliyat ettirmek ne derece doğru o da ayrı bir tartışma konusu tabi ki...
 

HAVAİ FİŞEKLERİN İCADI

Gece gösterilerinde ve şenliklerde renk renk ışıklar saçan havai fişekler, yakından görenlerinizin bildiği üzere genellikle kartondan yapılan ve içine izel bir patlayıcı karışımı doldurulan uzun tüp biçimindeki bir kovandan oluşur. "Piroteknik karışım" dene bu fişek dolduları havanın oksijen olmadan da yanabilen özel bir karışımdır. Kapalı bir kabın içinden yanan mum, içerideki havanın oksihenini bitince söner; oysa fişek kovanının içinde hiç hava bulunmadığı halde bu karışım tükeninceue kadar yanmayı sürdürür. Çünkü karışındaki maddelerden biri sürekli olarak oksijen açığa çıkarır ve kapalı kovandaki yanma olayının gerçekleşmesini sağlar.
Yüzyıllarca fişek karışımında oksijen verici madde olarak güherçile(potasyum nitrat) kullanıldı. Bu tuz bütün doğu ülkelerinde bulunduğu için fişkeçilik doğuda, özellikle Çin'de gelişmiş ve güherçile, kükürt, odunkömürü karışımından hazırlanan ilk fişekler burada yapılmıştır. Aynı maddelerin karışımı olan barutun, daha doğrusu kara barutun Avrupa'da tanınması ve ateşli silah mermilerinde patlayıcı olarak kullanılması ancak 14. yüzyıla rastlar. Oysa bu tarihten çok önceleri Çin'de barut doldurulmuş havai fişekler savaş ve gösteri amacıyla kullanılıyordu.

Avrupalılar havai fişek yapmayı Çinliler'den öğrendiler ve 13. yüzyıl boyunca fişekçilil önce İtalya'da ,sonra Fransa'da ve bütün öbür Avrupa ülkelerinde hızla gelişti. Başlangıçta yalnızca dinsel festivallerde düzenlenen havai fişek gösterileri 18. yüzyılda ,büyük Avrupa kentlerinde çok ilgi çeken gösteriler haline geldi. Sonuçları hemen her ülkede ulusal kutlamaların ayrılmaz parçası olan bu gösterileri genellikle uzmanlar yönetirdi.

19. yüzyılın başlarına kadar havai fişek yalnızca bildiğimiz sarı alev renginde ışıklarını saçardı. 18. yüzyılda potasyum nitratın kimyasal bileşimle elde edilmesi renkli fişeklerin yapılmasına olanak hazırladı. Çünkü potasyum kloratlı karışım yeterince açığa çıkaracak biçimde yandığında, bu karışıma katılan çeşitli metaller gaz haline gelerek alevi renklendirebiliyordu. böylece baryum tuzlarıyla yeşil, stronisyunla kırmız, sodyumla da sarı kıvılcımlar saçan havai fişekler yapıldı. Bakır ise potasyum nitratın yanmasıyla açığa çıkan klor gazının etkisiyle mavi renk verir.

Havai fişeklerin bir bölümü renk renk alevler ve yıldızlar saçarak yanar; bunların kovanları incedir ve içindeki patlayıcı karışım tükenene kadar yanmayı sürdürür. Kıvılcımlar saçarak havaya fırlayacak biçimde yapılan ikinci tip havai fişeklerin kovanı ise yanmayacak kadar kalın ve sağlamdır. Bunlar, kovanın içindeki yanma sonucunda açığa çıkan gazların basıncıyla havaya fırlar ve karışımın tam olarak yanmamış parçacıklarını bir kıvılcım yaağmuru gibi dört bir yana saçarak görkemli görüntüler oluştururlar. Bu patlamalı kıvılcım yağmurunu yaratmak için kovana genellikle demir ve çelik parçaları, kandil isi ya da bol miktarda odunkömürü koyulur.

Havai fişekler geçtiğimiz ay Hollanda'da yaşanan havai fişek fabrikasının patlaması gibi çok ciddi sonuçlara yl açabileceği gibi, bir çok ülkede çocukların roket ya da maytap biçimindeki fişeklerden zarar görmelerini önlemek üzere satışı yasaklanmıştır ve havai fişek gösterileri uzmanların denetlemi altında düzenlenmesi gerekir. Günümüzde ise bu kurallar hiçe sayılarak özellikle yazlık mekanların önüne gelenlerin atış poligonuna dönüşmesi umarım uyarılarımı gerçeğe dönüştürecek olayların yaşanmasına engel olur.

Bilinçli eğlenmemiz dileğiyle.

YOYO

Hepimizin çocukken oynadığı oyuncaklardan olan Yoyo,günümüze kadar bir çok aşamalardan gelerek bizleri eğlendirmiştir.

Yoyonun, ilk olarak Çin'de kullanıldığına inanılmaktadır.Ancak yoyo hakkında ilk tarihsel metin M.Ö 500 yılında Yunan metinlerinde görülmüştür.Bu eski oyuncak ağaç kabuğu ve metaldan yapılmış bir diskten oluşmuştur.Bu zamanda yapılmış ve şu an Yunanistan'daki Atina Milli Müzesi'nde bulunan çömlek vazo'da Yunan Gençliği'nin yoyoyla oynarak eğlendiği anlaşılır.Eski zamandan kalma Mısır'lı tapınakların üzerindeki resimlerde Mısırlıların'da yoyoyu kullandığı bilinmektedir.


Çinlilerin kullandığı yoyo

Yine tarihi kayıtlar göstermekteki ,16. yüzyılda Filipinli avcılar ,vahşi hayvanları ,ağaçtan yapılan bir cisim ve uzun bir ipi ,avlarının altına atmak suretiyle yakalamışlardır. Bu silahtaki ip yukarı çekilir ve av ip içerisinde çabalayarak döner.Bu ,pratik yoyonun u silahın ,günümüz yoyosuna ilham verdiği söylenmektedir. Fakat , bunun tamamen bir hayali bir fikir olduğu gözümüzden kaçmamalıdır.

Yoyo'nun çıkış noktası ister Çin olsun ,ister Filipinler ya da Mısır ,sonuçta Yoyo çok uzun bir zaman periyodu içerisinde çocukların favori oyuncağı olduğu aşikardır.

Yoyonun bahsi geçtiği bir diğer tarihçe ise 1765'de yapılan bir hindistan kutunun varlığıdır.Bu ufak kutunun üzerinde elle çizilen yoyosu ile oynayan kırmızı elbiseli minik bir kız çocuğunun resmi vardır.

Bundan 25 yıl sonra ise yoyo bir şekilde Avrupa'ya seyahat eder.Böylece yoyo artık İngiliz ve Fransız Aristokratlarının elinde bulunuyordu.

Tarihler 1789 yılını gösterdiğinde ise ,yapılan bir temsili resimde geleceğin kral adayı 4 yaşındaki 17.Louis'in elinde bir L'emigrette(yoyo) bulunmaktaydı.Fransız yaşam biçimleri ve köylülerin ayaklanması sırasında Fransız Aristokrasisinin Paris ve Almanya'ya gitmeye zorlanması sıralarında cam ve fildişinden yapılmış yoyolar ,aristokratların elindeydi. L'emigrette burda "ülkeden ayrılmak" anlamına gelen fransız terimidir.Yoyo'ya Fransa'da verilen bir başka isim ise "De Coblenz"(Fransız şehri).Aslına bu isimler, oyuncaklar ile Fransız devrimi arasında önemli tarihsel bağlantıyı yansıtırlar.

Yoyo Fransa boyunca yayıldı ve genelde stress atmak içinde kullandı.Artık ismi JOUJOU DE NORMANDIE olmuştu. Bu da Amerikalıların Yoyo olarak isimlendirdiği oyuncağın isim kökünü oluşturmuştu. Oyuncağa olan bu ilgi Figaro'nun Düğünü adlı piyes'te de dile gelmişti.Piyes'in yazarı BEAUMARCHAIS yoluyla delillendirilen bu oyunda sıkıntı atmak için yani düşüncelerinizi boşaltmak için oyuncakların araç olduğu söylenmişti.
 

Daha sonralari İskoçya ve Fransa'dan geçerek çılgın yolculuğuna İngiltere'de devam eden yoyo, İngiltere'de fransızca bir kelime olan bandrole olarak adlandırıldı. Bunun anlamı Fransız züppesi idi.1791'de ise ileride kral olarak 4. George bu bandrole ile eğlendi.Kral adayının bu oyuncağı kullanması İngiltere'de Yoyo'nun popüler oyuncak olmasında önemli rol oynadı.Ve ünlü kimseler yoyoyu elinden bırakmadı.

Amerika'da yoyonun kullanıldığına dair ilk kayıt 1866 tarihlidir.O zamanlar taşıt yoluyla Ohaio'ların evlerine ulaşan yoyo "improved bandrole" yani gelişmiş bandrole olarak patenti alındı.1 yıl sonra ise Alman göçmen Charles Kirchof ,dönen tekerleği endüstriyel yoyoya ilk ivmeyi verdi.Artık yoyo ticari bir oyuncak olmuştu.1911'lere kadar ,çeşitli patentlere karşın yoyo, pek de önemsenmedi. Ta ki Ünlü Scientific Amerikan dergisi 1916 yılında yoyo hakkında bir makale yayınlayıncaya kadar.Makale de oyuncağın Filipinerden geldiği anlatılıyordu.Ve yoyo olarak isimlendirdi.Bunun sebebinin de Filipinlilerin kullandığı kelime olan yoyonun "come come"( gel gel )ve " to return(geri dönmek)" anlamını taşımasıydı. Bu makalenin üzerine yoyo tüm Amerika'da duyuldu.

Bu arada Filipinlere geri dönersek , Filipin yerlilerinin bu oyuncak konusunda uzman olduğu söylenebilir.Yoyoyu harika oyma tekniklerini kullanarak odunu biçimlendirirek oluşturmuşlardı.Daha sonra ip yardımıyla dingili döndüren sistemi geliştirdiler. Ve bugünki yoyonun kalıbını bu şekilde yön vermişlerdir.

1928 ve 1929 yıllarında iş adamı DONALD F DUNCAN, San Francisco'da iken yoyonun geleceğini gördü ve Yoyonun kaderini çizdi. Aslında Yoyoseverler Duncan'ın bazı kararlarını olumsuz gibi algılasalar da ,bir bakıma da yeni yoyosevlerin bu yolla oluşacağından seviniyorlardı.

1946 yılında Duncan Şirketi saatte 3600 yoyo üretmeye başlamıştı.Ve her yıl 1 milyon yoyonun yolu açılmıştı.Akçağaçtan yapılan yoyolar dünyayı kasıp kavuruyordu. 1960 yıllar plastik yoyonun yıllarıydı. Satışlar git gide artıyordu.Ve Dunca Şirketi 45 milyon yoyoyu 40 milyon çocuğa satmayı başararak bir rekor kırdı.

Duncan şirketini bu iş iyice sardı ve mesai fazlası ücretlerlendirmelerle, televizyon reklamlarıyla şirketi geliştirdiler. Ancak bu işte tek olmadıklarını anladılar.Bir çok rakip firma oluşmaya başladı ve Duncan Şirketi'nin üzerine gelmeye başladılar. Federal Mahkemeye YOYO ismi hakkında Duncan Şirketi'nin patent alamayacağı konusunda başvurdular.

Ve Duncan Şirketi trajik iflasın eşiğine geldi.Bu gelişmenin üzerine Flambeau Plastik Şirketi "Duncan" ismini yüklü bir ücret karşığında satın aldı.Bugün DUNCAN Yoyolarının onbir farklı modelini imal eden ve satan FLAMBEAU plastik şirketidir.6 Haziran ise Donald Duncan şerefine milli yoyo günü sayıldı.

Son yıllarda teknoloji kullandığımız ürünleri kat kat arttırdı.Görünüşte basit YOYO , hiç istisna olmadı.

Yoyo Amerika'da oldukça tuttu ve uğruna bir çok milli organizasyon gerçekleşti. Dünyanın her yerinden gelen YOYOcular bu yarışmalarda hünerlerini sergiledi. Hatta yarışmalara bazı katı kurallar konuldu. Örneğin yarışmaya katılan yarışmacılara Dünya'nın her yerini gezme şartı konuldu. Bu kimimize anlamsız gelebilir ama bu kural sayesinde yoyo bayağı bir yol katetti ve dünyadaki ününe ün kattı.Ünlüler koleksiyonlarını sergiledi ve oldukça yüksek ücretlerle müzayedelerde satıldı.

Bunun yanında yoyo bilimsel alanlarda da kullanıldı. Örneğin NASA bu konuda oldukça ayrıntılı bir çalışma yaptı.1996'da uzaya yolladığı STS-75 uydusu ile yoyo artık uzaya da ayak basmış oldu. Bu salınım belki küçüktü ama insanlık için büyük hareketlere neden olması şüphesizdi.Bu konuda NASA astronotu ile yapılan bilimsel röportajda sorulan soru ve cevabı şöyle idi:

"KUVVET ERGOMETER NE OLDUĞU AÇIKLAYABİLİRMİSİNİZ ? "
"YOYO yu İsviçreli araştırmacılarla birlikte deneysel olarak kullandık. YOYOYU aşağı atarsınız ve açılır ve yoyo içindeki enerjiyi bildirirsiniz."
Burdaki amaç yoyonun yaptığı hareketini ve yavaş dönüşümü incelemekti.Yoyonun yaptığı hareket sonrası biriken enerji ise ilginçti. Yoyo nasıl enerjiyi tutuyordu? Bunun cevabını bulduklarında ise artık araç içindeki insan hareketlerini kontrol edebileceklerdi. Bildiğiniz gibi yoyoyu aşağı atarsınız ve bir sonraki gelişinde onu aşağı çekecek hiç bir ağırlık yoktur.

Yoyo daha uzun süreler bilimsel ve sosyal alanlarda kullanılacağa benzer. Nerden geldiği hiç bir zaman kesin olarak bilinmesede, yoyonun nereye gideceği mutlaka bellidir. Sizi klasik bir yoyo sloganıyla başbaşa bırakıp , yazıma son vermek istiyorum

 ASKERİ HABERLEŞME SİSTEMİ

Güzel Aktris Hedy Lamarr'ın, Amerika'nın 2. Dünya Savaşı'nı kazanmasına yardım edeceğini kim tahmin edebilirdi ki?
2000 senesinin Ocak ayında hayata gözlerini yuman Hedy Lamarr, şüphesiz, güzelliğiyle bütün gönüllerde taht kurmayı başarmış bir aktris idi. Lakin, onu çok özel bir kişi yapan daha başka birşey vardı. Amerika'nın 2. Dünya Savaşı'nı kazanmasını sağlayacak ilk askeri haberleşme sistemini George Antheil'in yardımları ile vücuda getirdi. Kariyerinin altın çağında, Lamarr ve George Antheil, vücuda getirdikleri bu sistem için patent aldılar(10 Ocak 1941). Bu haberleşme sistemi genellikle denizaltılar için daha uygundu. Sistem tam bir şaheser idi. Bir verici ile alıcının arasında eşit olmayan aralıklarla değişen radyo dalgaları ile sağlanan bağlantı prensibine göre çalışıyordu. Bir mesaj gönderildiğinde verici ve alıcı, mesajı özel bir koda göre aynı anda değiştirir. Yani, verici mesajı şifreler ve alıcı bu mesajın şifresini kırar ve okunabilir hale çevirir. Bu haliyle bu haberleşme sistemi çok güvenli bir sistem olmuştur.
Viyana doğumlu Lamarr, öylesine hayırseverdi ki, bu buluşun patentinden para kazanmayı reddetmiş, ve öylesine mütevaziydi ki işin büyük kısmını yardımcısının yaptığını söyler, kedine pay çıkarmazdı.
Dijital elektroniğin daha henüz adının telafuz edilmediği senelerde böyle bir buluşun sahibi olan Lamarr'a bir dahiymiş gibi bakan insanlar, kendisine çok saygı duyuyorlardı. Kim bilirdi, koskoca günümüz Network teknolojisinin arkasından bir aktrisin olacağını. Umarım Lamarr, insanlığa yapmış olduğu iyiliğin büyüklüğünü, son senelerde büyük yeniliklere sahne olan internet ve enformasyon teknolojileri sektöründeki gelişmelerden görmüştür. İnsanoğlu son yıllarda kablosuz erişimde birçok atılım sağladı. Bunların hepsi şüphesiz o buluşa dayanmaktadır. Hollywood deyip te geçmeyelim, Hollywood'dan ne cevherler çıkıyor.

RADYONUN İCADI

Televizyon bugün en yaygın elektronik haberleşme şekli olmasına rağmen bir zamanların gözde aleti radyo hala en yaygın yayıncılık aracı olarak yerini korumakta. Radyo olmaksızın, günlük yaşamımızda yer alan birçok hizmet ve konfor mümkün olmayacaktır. Radyo, halkın emniyetinin sağlanmasında, endüstriyel üretimde işletmede, tarımcılıkta, nakliyatçılıkta eğlence dünyasında uzay seyahatlarında deniz aşırı haberleşmelerde kısacası aklınıza gelebilecek birçok noktada kullanılmaktadır.

İtalyan kaşif Guglielmo Marconi radyonun babası olarak kabul edilir. İngiliz bilimadamı James Maxwell 1865 yılında elektronik olarak üretilen radyo dalgalarının yayılma teorisini kurmuş ve Alman fizikçisi Heinrich Hertz, 1888 yılında Maxwell'İn teorisini pratik olarak gerçekleştirerek bu konuda öncülük etmişlerdir. Marconi ile birlikte 1898 yılında ilk radyo resmen doğmuş oldu. İlk kullanımı gemiden sahile haberleşme içindi. 1923 yılında yüksek frekans radyo dalgalarının iyonsfer'e çarparak dünyaya döndüğü ispatlanınca radyo, deniz aşırı haberleşme de dahil olmak üzere hızla yaygınlaştı.

İlk radyo 3 S 'i iletti.

İlk keşif şu şekilde gerçekleşti: Marconi bir gemide geliştirdiği radyo(!) ile kıyıda bulunan hizmetçisine kablosus telgraf aracılığıyla 3 tane S harfi yolladı. Mignani'nin asistanı da sinyali aldığı zaman ateş edecekti.. Marconi 3 S'i yollama komutunu verdiğinde yeryüzünde ilk defa radyo dalgaları yayıldı, 3 S uzayda dolaştı, dolaştı ve alıcıya ulaştı. Alıcıya ulaştığını gören hizmetçi Mignani tetiği çekti. Deney başarılıydı. Böylelikle ilk radyo da pratik olarak çalışmış oldu .

Bir Ağacın Yaşı Nasıl Anlaşılır?

Bir ağacın gövdesinden alınan kesit incelendiğinde, en dıştaki kabuk kısmından sonra içe doğru daireler görürüz. Bu dairelerden her biri, ağacın yaşadığı bir yılı gösterir. Daireler arasındaki bolüm, ağacın bir yılda ürettiği odun hacmini belirtir. Bu daireleri sayarak, ağacın kaç yıl yasamış olduğunu anlayabileceğimiz gibi, aralarındaki bölgenin dar oluşundan, o yılın kurak geçtiğini, aksine geniş ise, sulak geçtiğini ortaya çıkarabiliriz.

Rüzgarlar neden oluşur?

Dünyanın üzerindeki baskı, yani atmosfer basıncı sürekli değişim içindedir. Diğer gazlar gibi, havanın ısı artışı ile birlikte hacmi de artar. Bu da, bir küp soğuk havanın, bir küp sıcak havadan dana ağır olması demektir. Dünyanın soğuk iklimli bölgelerinde ki ağır hava, sıcak iklimli ve havanın daha ham olduğu belgelere doğru hareket eder. Böylece, sıcak iklimli bölgede yükselen hava, atmosferin alçak seviyesinde seyrelmiş bir hava sahası oluşturur ve rüzgârlar gerçekleşir. Rüzgârın hızı, soğuk ve sıcak hava sahalarının arasındaki atmosfer basıncının farkına göre belirlenir. Rüzgarlar, periyodik, sürekli, yöresel ve siklonlu şeklinde sınıflandırılır. Sürekli rüzgarlar, tüm yıl boyunca aynı yöne esen rüzgarlardır. Yöresel rüzgârlar, yalnızca küçük bir bölgeyi kapsarlar. Periyodik rüzgâr türü ise, belli bir zamanda bir yöne, başka bir zamanda da onun tersi yöne eser.

Akvaryumda bakımı için gereken farklı uygulamalar nelerdir?

Okulumuzun biyoloji kulübü üyeleri olarak akvaryumda balık beslemeyi düşünüyoruz. Balıklarla ilgilenecek arkadaşlarımız evlerinde fanusta yetiştiriyorlar.Akvaryumda bakım için gereken farklı uygulamalar nelerdir? Akvaryumda balık beslemek söz konusu olduğunda, dikkat etmeniz gereken noktalardan ilki aldığınız tankın büyüklüğüdür. Eğer imkanınız varsa olabildiğince büyük bir tank almaya çalışın. Çünkü sanıldığının aksine büyük tank size çok daha az zorluk çıkaracak ve bakım konusunda kolaylık sağlayacaktır. Bunun sebeplerinden biri, akvaryumda balık beslemenin birincil gereklerinden biri olan su kimyasının doğru tutturulmasının büyük su tanklarıyla daha kolay olmasıdır. Akvaryumu hazır olarak almanız ya da camcılara sipariş etmeniz mümkün. Fakat camın gereken kalınlıkta olmasına ve camların birleşme yerlerinin çok iyi silikonlanmasına dikkat edin. Silikonlama iyi değilse bir gün akvaryumunuzu tüm suyu dışarı sızmış ve balıklarınızı çırpınır halde bulabilirsiniz. Bu yüzden akvaryumu aldığınızda balıklarınızı içine koymadan önce akvaryumu tamamen doldurup bir süre bekletin. Balıkların içinde yaşayacağı suyu önceden bir bidon içinde iki gün bekletmeniz çok faydalı olacaktır. Akvaryumun içine kocayacağınız her şeyin (dibe konacak kumun bile) çok iyi temizlenmesi gerekir. Fakat temizlik için kimyasal temizlik maddelerini kesinlikle kullanmayın. Akvaryumunuza filtre ve sıcaklığı belli bir seviyede tutması için ısıtıcı da koymanız gerekecek. Filtre ise suyun temizlemesinin yanında akvaryumda sürekli su dolaşımı oluşturarak sıcaklığın eşit dağılmasını ve suyun oksijence zenginleşmesini sağlar. Bunun dışında akvaryumun pH değeri de çok önemlidir. Bu değeri ölçebilmek için çeşitli testler uygulamak mümkün. Akvaryumunuzun pH değerinin düzenlenmesiyle ilgili olarak yine akvaryumculardan yardım alabilir gereken malzemeleri bu mağazalarda bulabilirsiniz. Gerekli olacak diğer malzemeleri kısaca şöyle özetleyebiliriz: akvaryum sıcaklığını sürekli kontrol edebilmek için bir termometre, balık kepçesi, çeşitli balık yemleri, ışığı otomatik olarak belirli saatlerde açıp kapamak için bir saatli şalter... Büyük bir akvaryum içine su, balıklar ve gereken diğer her şey konunca oldukça ağırlaşacağından akvaryumu mutlaka sağlam bir zemine oturtmalısınız. Seçtiğiniz yerin Aşırı sıcaklık farklarına maruz kalmıyor olması gerek; örneğin pencere önü akvaryumu koymak için iyi bir seçim değil. Önemli olan akvaryumunuzu doğru şekilde ışıklandırmanızdır. Eğer yeterli ışıklandırma sağlanıyorsa akvaryum karanlık bir yere bile konabilir. Işıklandırma için gereken malzemeleri hayvanlarla ilgili gereçler satan mağazalarda bulabilirsiniz. Daha ayrıntılı bilgi için aşağıdaki adreslere göz atabilirsiniz: http://www.bilyap.com.tr/ http://www.akvaryum.senligi.com/ http://www.sanalakvaryum.com/genel.asp?tur=ph http://www.akvaryumklubu.com/akvgenel/genel/index.htm Bunun dışında, kitapçılardan Peter W. Scott adlı yazarın “Bütün Yönleriyle Akvaryum” kitabının Türkçe çevirisini edinmeniz sizin için faydalı olacaktır. B.Duygu Özpolat , Gülşah Göstaş

Vitaminler insanlar için neden çok önemlidir?

Vitaminlerin bulunması, fazla eskilere dayanmamaktadır. Ancak, vitaminsiz yapılamayacağı, bilinen bir gerçektir. Vitaminler, günlük beslenmemizde temel bir öğe oluştururlar. Onlar olmazsa, insan bedeninde büyük aksaklıklar ortaya çıkar. Örneğin, A vitamini eksikliği göz hastalıklarına, B vitamini eksikliği sinirsel hastalıklara neden olurken, C vitamini alınmaz ise iskorbüt, D vitamini alınmaz ise raşitizm hastalıkları doğar. Özellikle beslenme yetersizliği olan ülkelerdeki çocuklarda, bu hastalık yaygın olarak görülür: işte bu nedenlerle, dengeli bir vitamin rejimi, bünyeyi en sağlıklı,sinirleri ise en iyi duruma getirecektir.

Bisiklet Dinamosu İle Bilgisayar Çalıştırabilirmiyim?

Çok teorik bir sorum olacak. Yaşadığım yerde sık sık elektrik kesilmeleri oluyor. Bisiklet dinamosuyla bilgisayarımı ve televizyonu çalıştıracak kadar elektrik üretebilir miyim?

Yani demek istediğim, bisikletin üstüne otursam ve çevirebildiğim kadar hızlı bir biçimde pedalları çevirsem, bilgisayarımı çalıştıracak kadar elektrik üretebilir miyim?

Bu soruyu yanıtlayabilmek için öncelikle iki şeyi bilmek gerekir.

Bilgisayar ve televizyon ne kadar elektrik tüketir?

Bir insan bir bisikletle bu kadar enerjiyi üretebilir mi?

Normal bir masa üstü bilgisayarı ve ekranı aşağı yukarı 200 vat elektrik tüketir. Ekranın daha büyük olduğu varsayılsa, diyelim ki tüketimi 250 vata çıkarır. Ama 200 vatı iyi bir ortalama sayabiliriz. Renkli televizyon da yaklaşık bu kadar elektrik tüketir. Eğer beygir gücü hakkında bilginiz varsa, bir beygir gücünün 746 vata eşit olduğunu bilirsiniz. Dolayısıyla bir insanın bir bilgisayarı çalıştıracak kadar elektrik üretebilmesi için 0.27 beygirgücü üretebilmesi gerekir.

Bu üretecin yüzde yüz verimli çalışmadığını da varsayarsak, bir insanın bir masa üstü bilgisayarı çalıştırmak için yaklaşık üçte bir beygir gücü kuvvet üretmesi gerektiği ortaya çıkacaktır.

Olimpik atlet olmadığınız takdirde, her hangi bir zaman süresi içinde bir beygir gücünün üçte birini üretebilecek kadar pedal çevirmeniz pek olası görünmüyor. Normal bir insan ancak yarım saat kadar bu ağır işe dayanabilir, sonra yorgun düşer. Bu sorunun çözümü masa üstü bilgisayarı yerine diz üstü bilgisayarı kullanmak olabilir, çünkü diz üstü bilgisayarlar pille çalışmak üzere tasarlanmıştır ve son derece de verimli çalışmaktadırlar.

Bir diz üstü bilgisayarı aşağı yukarı 15 vat elektrik tüketir. Bu da bisiklette 0.02 beygir gücü üreteceksiniz anlamına gelir ki, nispeten çok daha kolay sayılabilir.

Bunu yapmak için kaç kalori yakarsınız, hadi onu hesaplayalım. Bir saatte bir vat üretebilmek için yaklaşık 0.85 kalori yakarsınız. Bunu yuvarlarsak, saate bir kalori diyebiliriz.

Bisikletinizi kullanarak diz üstü bilgisayarınızı çalıştırmak için saatte 15 kaloriye gereksiniminiz olacak.

Yani diz üstü bilgisayarınızı dört saat çalıştırmak için 60 kalorilik çikolatalı bir bisküvi yeterli olacaktır!

Neden sesleri duyabiliriz?

Dış dünyadan gelen mesajları, duyularımız aracılığıyla alırız. Havadan dalgalar halinde yayılan ses, kulaktaki işitme duyusu ile algılanır: seslerin çoğunu ve ses tonunu almamızı sağlayan iki kulağımız, bu görevi birbirlerine bağlantılı olarak sürdürürler. O halde, işitme nasıl gerçekleşiyor? Kulak kepçesi aracılığıyla toplanan ses dalgaları, orta kulaktaki davul boşluğunda bulunan kulak zarını titreştirir. Bu titreşim, gene orta kulakta bulunan ve biçimleri nedeniyle çekiç, örs ve üzengi adlarını alan minik kemikleri harekete geçirir. Üzengi kemiği, titreşimleri iç kulaktaki özel bir sıvıya iletir, sıvı da, bu titreşimleri kulak salyangozunun içindeki esas işitme organı olan yarım daire şeklindeki kanallara gönderir. Ses, buradan da akustik sinir aracılığı ile beyne iletilir. Diğerleri ile birlikte bu kanalların ve beynin işbirliği sayesinde dengemizi sağlar, ayakta durabiliriz. Kulak zan veya kulağın herhangi bîr bölümü zarar gördüğünde, işitme duyusu azalabilir ya da tamamen kaybedilir. Gönümüzde, işitme kusurlarını düzelten özel araçlar yapılmaktadır.

Bünyemiz neden besin ister?

Bedenimizi oluşturan hücreler, etkin bir şekilde çalışabilmek için karbonhidrat dediğimiz bazı temel maddelere gereksinim duyar. Bu maddeler de karbon, oksijen ve hidrojen elementlerinden oluşur. insan organizması, hücrelerin karbonhidratı özümleyebilmesi için, onu şeker haline dönüştürür. Eğer bir karşılaştırma yapılırsa, benzinin otomobildeki işlevi ne ise, karbonhidratların bedenimizdeki görevi de odur, denebilir. Karbonhidratlar, yağlar ve proteinler, günlük besinlerimizde bulunurlar. Bu nedenle her gün yemek yemek, insan organizmasının çalışabilmesi için gereken enerjiyi sağlaması açısından gereklidir. Belirli besinlerin içerdiği enerjiler, bilim adamlarının kalori adını verdikleri üniteler aracılığıyla ölçülürler. 81 kalori, 1 kilogram suyu 1 °C'ye kadar çıkartacak ısıyı gerektiren miktardır, insan bedeninin, yaptığı işe göre çeşitli miktarlarda kalori atması gerekir, örneğin, hafif işte çalışanlar için 3 bin kalori yeterli iken, ağır iste çalışanların günde 4 bin 500 kalori almaları gereklidir. Anımsanması gereken nokta şudur Gıda maddelerinden, özellikle yağlardan sağlanan besinler, anında kullanılmakla birlikte, ilerisi İçin stok edilebilir. Sağlıklı bir beden için, düzenli ve dengeli beslenmek gerekir

SAF SU YAPALIM

sukabii54.gif

Malzemeler: Su, ısıya dayanıklı büyük ve küçük kap, tuz, renklendirici, naylon folyo,demir para
Deneyin Yapılısı: Suyu kaynatıp büyük kabın içine boşaltıyoruz. bu suya renklendirici ve tuz katıyoruz, sonra şekildeki gibi büyük kabın içine küçük kabı yerleştiriyoruz. Büyük kabın ağzını naylon folyo ile kapatılıyoruz. Küçük kabın İçine şekildeki gibi madeni parayı yerleşmiyoruz, 2 saat bekledikten sonra küçük kabın içine baktığımız zaman suyun tuzsuz olduğunu görüyoruz.
Bir soru : Deneyde sizce bozuk paranın işlevi nedir?
Cevabı e-mail adresime gönderebilisiniz.

+ Yükle Yüklenme

- yükle yüklenmiş alta ki cisme şekildeki gibi nötr halde bulunan gemi şeklindeki cismin yalıtkan kubbesinden tutarak. Alttaki - yüklü cisme şekildeki gibi yaklaştırırsak + yükler aşağı doğru iner - yükler yukarıya itilir.aşağıdaki - yüke dokundurmadan gemi şeklindeki cisme dokunursak - yükler toprağa akıp gider. Elimizi çektiğimiz zaman cisim artık + yükle yüklenmiş olur.

Ciğeriniz de Ne Kadar Hava Var

Bir 2,5 lt lik boş kola pet şişesinin içine su doldurup , ağzını baş parmağımız ile kapatalım. Daha sonra pet şişeyi ters çevirip su dolu kabın içine pet şişenin ağzını daldıralım. Suyun hiç azalmadığını göreceksiniz. Sizce bunun sebebi ne olabilir? Neyse biz devam edelim. Plastik bir boruyu şekildeki gibi bir ucuna üfleyecek şekilde dışarı da bir ucunu ise pet şişenin için de kalacak şekilde koyalım.Sonra boruya derin bir nefes alıp , nefesimiz bitinceye kadar üfleyelim. Borudan gelen hava şekildeki gibi pet şişenin içine girecek ve bulunduğu alan kadar suyu da dışarı çıkaracaktır.Pet şişenin içindeki hava yaklaşık olarak bizim bir nefeste ciğerlerimize aldığımız hava kadardır.

Kablosuz Lazerle Ses İletimi
1-Lazerin(küçük anahtarlık şeklindeki Çin malı) içinden pilini çıkarın. Ve pilin bağlanması gereken + - den birer kablo çekin) Lazeri ,pili,kulaklık kablosunu ,seri olarak bağlamanız gerekiyor.eğer lazerden ışık çıkmazsa pilin - + sını değiştirin.

2-Walkmenin hoparlör çıkışını kesin ve (veya bu iş için ucuz kulaklıkları kullanabilirsiniz)
 

3-Walkmenin çıkışını,lazeri,ve lazerin pillerini(isterseniz daha yüksek voltajda kullanabilirsiniz d.c doğru akım(pil kullanın adaptör cızırtı yapar) 6 v 8v 9 v olabilir ama sakın hemen vermeyin lazeri yakabilirsiniz,ışık şiddetine göre ayarlayın)


4-Daha sonra karşıya bir fotodiyot ve bu fotodiyotu amfiye bağlayın(mikrofon girişine) amfinin(ses yükselten cihaz)hoparlör çıkışına hoparlör bağlayın(lazerin ışığının foto diyotun üzerine gelecek şekilde sabitleyin) şu anda Walkmeni çalıştırabilirsiniz lazerin ulaştığı bir yere amfi ve hoparlörü koyun (sakın amfiyi çalıştırmayı unutmayın) artık Walkmeninizi dinleyebilirsiniz. lazerin ışığının ulaştığı her yerde bu işinize yarar(eğer Walkmen girişi yerine mikrofon koyarsanız sizin sesiniz gider) bu çok güvenlidir noktayı koyduğunuz yer haricindeki kimse sizi dinleyemez.(ama telsiz veya kablo kullansanız dinlenebilirsiniz)

*Yalnız burada önemli olan foto diyotların frekans aralıkları her çeşidinden 1 tane alsanız deneyerek uygun olanı bulursunuz,bozuk Mouse un içindende fotodiyot çıkabilir. Zaten çokta ucuz bir şey.

5-Bu sadece ses iletimi için değil istediğiniz bilginin iletimi için kullanabilirsiz.

*Yine lazeri karşıdaki bir sigara barağına yolluyorsun ama yansıyan kısmı foto diyotla alıp yükselti yorsun barağın arkasındaki konuşmaları dinleyebilirsin.(EĞER GÜÇLÜ BİR AMFİNİZ VARSA BİR EVİN CAMINI LAZER TUTUP İÇERİYİ DE DİNLEYEBİLİRDİNİZ)

Taşı En Uzağa Nasıl Atarız?

Eşit kuvvet ile atılan üç taşı nasıl atarsak en uzağa düşer diye düşündünüz mü? Taşı en uzağa atmak istiyorsak taşı atarken yer ile yaptığı açı önemlidir.Eğer açı 45 derece ise en uzak noktaya düşer. 30 derecede fazla yükseğe çıkmadan , 60 dereceyle atarsak ise şekildeki gibi yukarı çıkar fakat 45 derecedeki gibi uzağa gidemez. Taşı en uzağa atmak istiyorsak 45 dereceye yakın bir açı ile atmak gerekir.:)

KAPLUMBAĞA, KERTENKELE BESLEYELİM

akvaryum.gif

Büyükçe bir karton kutunun tabanını keserek tahtadan oluşturduğunuz iskeleti de oluşturup İnce şeffaf naylonlara satıp, şekildeki düzeneği hazırlayın.
Biraz iri kum veya küçük çakıl bulun. Bunların arasına aynı irilikte ufalanmış mangal kömürü parçalan karıştırın. Bu karışımı hafifçe ıslatın ve hayvan besleyeceğiniz alanın dibine 2 cm kalınlığında döşeyin. Bunun da üzerine 3-4 cm derinliğinde nemli bahçe toprağı ekleyin. Birkaç iri taş parçasıyla hayvan besleyeceğiniz alanın süsleyin. Nemli yerlerden alacağınız karayosunlarını ve küçük bitkileri dipteki toprağa dikin. Bir köşeye, su geçirmez bir kabın içine su koyun. Sonra bir kara kaplumbağası, küçük bir kertenkele, bir semender veya küçük bir zehirsiz yılan gibi bir hayvan bulup hayvan besleyeceğiniz alanın koyun. Hayvan besleyeceğiniz alanın ağzını yine bir plâstik parça ile kapatıp bağlayın.
Besin olarak zaman zaman kıyılmış et parçalan, sinek, çeşitli böcekler verebilirsiniz. (Kaplumbağa bitki yer.) Ekmek atmayın.