Site hosted by Angelfire.com: Build your free website today!

Liberalizme Mahkum Olmak


[ Forum ]


Makale yazari: Server Tanilli`den Aktarma Tarih, gün ve saat : 13. Nisan 2001 00:34:57:

Dünya, tam bir değişikliğin ortasında. Bilgisayarı ve onun bir şebekenin içine oturtuluşuyla -elle tutulur olmayan- bir etken, yani bilişim, gelişmenin motoru olarak enerjinin yerini alıyor. Zaman, mekân ve toplumla ilişkilerimizi değiştiren yeni bir ekonomi tipi doğmaktadır.

Ne var ki, öyle de olsa, ''siyasal sorumlularımız'' , çağını yitirmiş kavramlara göre düşünmeyi ve yönetmeyi sürdürüyorlar. Liberallik iddiasındaki bir sistemin kaçınılmazlığına ve evrenselliğine inanmakta direniyorlar. Sağ'dan olsun sol'dan olsun, her biri, aynı reçeteleri uyguluyor: Kuralların dışına çıkış, piyasanın yasalarına boyun eğme, dizginsiz bir üretimcilik. Evet, borsa fırlıyor, kalkınma yeniden başlamıştır, işsizlik de geriler gibi! Ne güzel bir tablo değil mi? Hayır, ormanı gizleyen ağaçtır. Çünkü sistem, korkunç şeylere yol açıyor ve hepsi de onarılamaz tehlikesiyle yüz yüze: Zamanda ve mekânda birbirine yaklaşmış olan insanlar, artan eşitsizlikler yüzünden yekdiğerinden gitgide uzaklaşır durumdalar; makineyle çalışma iğretilik, yoksullaşma ve sosyal dışlamaya yol açıyor; doğa, çapından düşüyor, doğal afetler çoğalıyor; her şey, yaşam da dahil, metalaşıyor. Peki, değişmeden asıl umulan ne? Bilgisayar, ne bakımdan buharlı gemiden çok daha önemli bir kültürel devrimdir? Oradan başlayarak, niçin başka türlü düşünmek ve davranmak zorundayız? İnsanı ve canlıyı her türlü ekonomik etkinliğin bağrına yeniden yerleştirerek, liberal çıkışı tersyüz etmek niçin ivedi olup çıkmıştır?

Liberalizm nedir?

Önce zorunlu bir açıklama gerekiyor: Bilindiği gibi, liberalizm deyince, ''bireye, onun özgürlüğüne ve kamu yararına sonuçlanacağı için bireysel etkinliklerde özgürlüğe ayrıcalık tanıyan'' bir iktisadi kuram anlaşılıyor. Madalyonun bir de öteki yüzü var. Bireylerin bu iktisadi serbestliği gün gelip tehlikeye düşmesin diye, ''devletin bireysel özgürlükler karşısındaki yetkilerini sınırlama'' da savunuluyor. Böylece, iktisadi kuramla siyasal öğreti iç içe liberalizmde.

Bu savunma, tarihin belli bir döneminin sınıfsal isterlerine de uygun düşmüş: Avrupa'da, XVIII. ve XIX. yüzyılda, orta sınıfın, mutlakiyetçi devlet düzenlerine ve teolojik dünya görüşüne karşı mücadelesinde biçimlenen dünya görüşünün bir parçası olarak doğmuş. ''Evrensel'' ve ''kaçınılmaz'' oluşunun tarihsel çerçevesi bu.

Doğal düzenin varlığı

Liberalizmin ana tezi, ekonomi alanında, kendiliğinden oluşan bir doğal düzenin varlığı iddiasına dayanıyor: Liberal insan, homo economicus , özgür davranmakla doğal iktisadi düzenin gerçekleşmesini sağlar; bireysel çıkarlarla toplumun genel çıkarı çakışır ve uyuma kavuşur. Böylece, devlet ve özel gruplar, müdahaleleriyle, bireyler arasında rekabetin serbestçe işlemesini engellemekten kaçınmalıdırlar. Kural şudur: ''Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler!'' . Üretim ile tüketim, fiyat mekanizması sayesinde böyle dengelenecek; emek ve sermaye arzı ile talebi de, gelir mekanizması sayesinde böyle ayarlanacaktır.

Çekilen acılar

Bu ilkelerin, kapitalist ülkelerde, içeride işçi sınıfı ve emekçi kitleleri; dışarıda da, gerektiğinde emperyalizme başvurup dünya halklarını kanırta kanırta sömürerek nasıl uygulandıkları bilinmez bir şey değil. Yani homo economicus 'un istekleri yerine gelmiştir, ama toplumların çektikleri büyük acılar pahasına olmuştur bu.

Ne var ki, sistemin üstüne kuşku bulutlarını yığacak asıl olay, 1929 Bunalımı'dır. Bunalım, Birleşik Amerika'dan başlayarak kapitalizmi çarpar ve homo economicus 'u ölüm döşeğine düşürür. Sistemin mayasında ''pragmatizm'' var ya, Keynes 'in öncülüğünde, kimi dengesizliklere çare bulmak üzere, devletin piyasa ekonomisine karışmasını haklı gösteren ''müdahalecilik'' kuramı böyle ortaya çıkar. Kuram birçok ülkece benimsenirse de, zamanla o da yumuşatılır. 1974 bunalımından sonra, Keynesçi politikalar ''Yeni İktisatçılar'' akımınca eleştirilir. Bu akım, aşırı müdahalelerinden dolayı özellikle devleti sorumlu tutuyor ve dolayısıyla katıksız bir liberalizme dönülmesini öğütlüyordu.

80'li yıllardan kalkarak, başta Birleşik Amerika olmak üzere, kapitalist ülkeler, işte böyle bir liberalizmi uygulamaya girişirler: İngiltere'de Thatcherizmin uygulamış olduğu budur; Kara Avrupası'nda 1992'de Maastricht Anlaşması'yla taçlanan budur; AB'ye girişte adaylara dayatılan da bu. Ayrıca, yeni liberal ideoloji önce Birleşik Amerika'dan yola çıkmışsa nedeni de şudur: Bu ideoloji, Amerikan mali sermayesinin çıkarlarına yanıt veriyordu; söz konusu sermaye ise, kapitalist hareketlerin dünya çapında serbestlik kazanmasının önündeki bütün engelleri kaldırma arzusundaydı.

Ama asıl dikkat edilmesi gereken şu: ''Kaçınılmaz'' ve ''evrensel'' diye propagandası yapılan liberalizmin, gerçekte kapitalizmin çıkarlarına nasıl bağlı olduğu ve ona göre çehre değiştirdiğidir. Homo economicus , aslında bir soyutlamadan başka bir şey değildir; sermayenin çıkarları doğrultusunda o da kılıktan kılığa bürünmektedir. Ne var ki, şu son değişiklik, eskilere oranla çok daha köklü ve yıkıcıdır.

Sosyal devlete saldırının anlamı

Öyledir, çünkü Batılı toplumlarda emekçi yığınların ve halkın en önemli kazanımlarına saldırmaktadır. Onların başında ''sosyal devlet'' anlayışı gelir. Bu anlayış, İkinci Dünya Savaşı'nın ertesinde, büyük yıkımların orta yerinde doğmuş ve anayasalara kadar geçmişti. Devlet, liberalizmin ''gece bekçisi'' olarak gördüğü bir örgüt olmaktan çıkıyor; eşitsizliklerin sonucunu bir parça törpülemek amacıyla iktisadi ve sosyal yaşamda rol alıyordu.

Kapitalizm gene sürecekti, homo economicus 'un kazanç düzeni gene yerli yerinde kalacaktı; ama iktisadi birikimin bir bölümünü de devlet, halkın sosyal geleceği için harcayacaktı. Bireylerin, klasik haklarına ek olarak ''iktisadi ve sosyal haklar'' ı olacaktı. Birinci grup haklar karşısında devletin yapacağı bir şey yoktu; ama ikinci grup haklar için, devletin halk adına müdahale hakkı doğuyordu; üstelik bu müdahale bir görevdi de.

Haklar törpüleniyor

İşte bugün, bu haklar törpülenmekte ve sosyal devlet anlayışı, toplum için ''pahalı'' görülüp bir ''yük'' olarak karşılanmaktadır.

Liberalizm bunu yaparken bir şeyi daha düşünür olmaktan uzaktır: Katkısını adım başında tekrarladığı demokrasi, Batı demokrasisi, biçimsel olmaktan bir parça kurtulmuşsa, bu sosyal devlet anlayışı yüzündendir; onu yıkmak, demokrasinin ''eşitlik'' temelini de yıkmak demektir. Eşitlik, sadece hukuksal çerçevede kalır da sosyal planda yaşama geçirilemezse, öyle bir düzende demokrasinin de temelleri yıkılmış olur; homo economicus , bunu akıl edemiyor.

Çelişmeler

Çelişmeler içindedir çünkü...

Bir çelişme de şudur: Liberalizm, toplumların tarihine sadece ''kazanç ölçütü'' ile baktığından, onları kendine özgü sorunlarından sıyırarak basite indirgeyip öyle görüyor. Örneğin, ileri sanayi toplumları için, kalkınmada, devleti bir yana bırakarak düşünmek mümkündür; ancak, gelişmekte olan ülkeler için böylesine bir bakış kısır kalır ve kimi sorunları çözemez. Örneğin Türkiye'de, ekonomide devletin ağırlığını eskisi gibi görmek mümkün olmayabilir; ama bir Doğu'nun kalkınması sorununu devlet öncülüğü olmadan çözmeyi düşünmek de gerçekdışıdır.Üçüncü Dünya'dan başka örnekler de getirilebilir...

Küreselleşmeye anlam vermek

Nereye geleceğiz buradan?

Şuraya: Bir temel yanlış yapılıyor. Gerçekten, küreselleşme olgusuna, iletişim tekniğinin dev olanaklarını da arkasına alarak liberalizm sahip çıkmıştır; öyle olunca da, bütün sonuçları ve geleceğe doğru beklentileri kendi felsefesine göre yorumluyor. Bu arada kafaları şartlandırıp bilinçleri körelterek gözler önüne bir duman perdesi çekiyor.

Küreseleşme sınavı

Oysa küreselleşme, Zaki Laidi 'nin pek de güzel dediği gibi, toplumlar için bir ''sınama anı'' dır; ve onlar şu temel soruya yanıt aramalıdırlar: ''Piyasanın ötesinde birlikte yaşamanın anlamı ne olmalıdır?'' Devlet, sol, giderek evrensel oluş ve kültürlerin çoğulculuğu bu soruya verilecek yanıtla bir anlam kazanacak; homo economicus 'un çıkarlarına bakarak bu soruya yanıt verilemez ya da verilecek yanıt yanlışlara götürür.

Aynı yazar, buradan kalkarak, küreselleşmenin, bir yazgı olarak değil daha çok bir yaratıcı kaynak olarak düşünülmesini öneriyor.

İnsancıl ekonomi

Böylesine bir düşünüşün en önemli sonuçlarından biri de, hiç kuşkusuz, ekonominin çehresinde ve içeriğinde belli olacak. Daha açık belirtmek gerekiyorsa bir sorun da şudur: Ekonomiyi nasıl insansallaştırabiliriz?

Gerçekten, çağdaş ekonominin en belirgin iki niteliği var: Zenginlik dünya çapında artarken eşitsizlikler de -dramatik biçimde- derinleşiyor; kazançlar bir azınlık için birikirken sosyal gerilemeler çoğunluk için çoğalıyor. Böylesi bir durum, bir yazgı olmadığına göre daha da kabul edilemez halde.

Piyasa, buna bir çözüm getirmekte âcizdir, giderek sosyal birliği ve tutarlılığı sağlayamaz. Buradan kalkarak, ekonomiyi yeni baştan düşünmek zorundayız. Bu bize, hümanist bir ekonominin çerçevesini çizerken ''sürdürülebilir bir kalkınma'' nın stratejisi üstüne de bir şeyler esinletecek. Ne olursa olsun, bakış biçimimizde bir değişikliğe ihtiyacımız var: Uygarlığın yerini cangılın yasaları alamaz; homo economicus 'un kaprisleri yerine siyasal iradecilik ister istemez işin içine girecek, nesnelerin despotluğuna karşı insanın gerçek özgürlüğünü arayacaktır.

Hayır, liberalizme mahkûm değiliz! Ancak, ''daha insanca bir dünya'' yaratmak istiyorsak, içinde yaşadığımız şu dünyayı değiştirmemiz gerekiyor. Değiştirmek: Ama kimin eliyle? Hangi doğrultuda? Nasıl?

Server Tanilli, Yazı Dizisi, Cumhuriyet, 22 Mart 2001







Cevaplar:


[ Forum ]