Pax Americana'yı Anlamak İçin Çok Önemli Bir Makale
[ Forum ] Makale yazari: gokyuzu Tarih, gün ve saat : 12. Nisan 2001 04:41:57:
Huntington'un, 1993 Ağustos'unda Foreign Affairs'ta çıkan bir makalesi fırtınalar kopardı. daha sonra da bu minvalde yazıları var, a Muhtemelen, CIA'nin akıl hocası olan bu zatın özellikle bu makalesi dünya çapında epey tartışıldı. Bir kıyamet haberi olarak görüldü bazı çevrelerde. Hunnington, Türkiye'yi yakından izleyen bir uzman. Otuz yılın üstünde bir süreden beri Türkiye ile ilgili değerlendirmeleri var. Meksika ile Türkiye'nin benzerliklerini vurgulayan birisi. (Geçtiğimiz günlerde, daha çok yeni, bu yazarın görüşlerini tartışan bir kitap çıktı, henüz alma ve okuma fırsatım olmadı. )
Taner Timur, Huntington'tun bu görüşlerini de içeren bir inceleme yazısı yazdı, Marksizm ve Gelecek 1996 Kış Sayısı'nda Çıkan yazısını, Küreselleşme ve Demokrasi Krizi isimli kitabına da almış.
Bu önemli makalenin Türkçe çevirisini İnternet'te buldum ve aşağıya aldım.
**************
MEDENİYETLER ÇATIŞMASI
Samuel HUNTINGTON
Çeviren: Yüksel ÖZGÜR
http://www.yenihayat.org/dergi/1999/57/7.html#topBundan böyle tanık olacağımız mücadele modeli:
Dünya politikaları yeni bir aşamaya girmektedir ve entellektüeller bunun nasıl bir süreç olacağına dair görüşler üretmekte tereddüt etmiyorlar. Tarihin sonu, ulus devletler arasındaki rekabetlerin geri dönüşü, kabilecilik ve küreselleşme cereyanlarının çatışmasından ulus devletin zeval bulması gibi hususlar bu görüşler arasında yer alıyor.
Bu görüşlerin herbiri gerçeğin ortaya çıkan görünümünü yakalamaktadır. Bununla beraber, bu görüşlerin hemen hepsi, hangi küresel politikaların gelecek yıllardaki görünümünün gerçekte bir odak noktası oluşturabileceğini gözden kaçırmaktadırlar.
Benim tezim; bu yeni dünyada rastlayacağımız mücadelenin temel kaynağının başlıbaşına ideolojik veya ekonomik mahiyette olmayacağıdır. İnsanlık alemi içindeki büyük bölünme ve çekişmelerin kaynağındaki başat unsur kültürel faktörler olacaktır.
Dünya olaylarında ulus devletler en güçlü aktörler olarak kalmaya devam edecekler ancak küresel politikaların başlıca ihtilafları farklı medeniyetlerden devletler ve toplumlar arasında oluşacak ve böylece medeniyetler çatış-ması küresel politikalara hakim olacaktır.
Farklı medeniyetlere mensup ülkelerin yer aldığı bölgeler arasında bulunan fay (sınır) hatları, gelecekteki çatışmaların meydana geleceği alanlar olacaktır. Dolayısıyla, insanlık tarihi boyunca çekişme ve ihtilafların evriminde ulaşılacak en son aşamayı, modern dünyada medeniyetler arasındaki çatışma teşkil edecektir.
Modern uluslararası sistemin Westfalya barışıyla vücut bulmasından bir buçuk asır sonra, batı dünyasındaki çekişmeler; geniş biçimiyle bürokrasilerini, ordularını, merkantilist ekonomik güçlerini ve de en önemlisi yönettikleri arazi parçalarını genişletmeye teşebbüs eden, batılı dünyanın prensleri, imparatorları, tam monarşileri ve anayasal monarşileri arasında cereyan etmekteydi.
Fransız ihtilaliyle başlayan ve ulus devletleri oluşturan süreçte ise kaba hatlarıyla mücadele, prens ve krallardan çok milletler arasında görülmekteydi.
R.R. Palmer'in 1793'de dediği gibi; "kralların savaşları sona ermiş ve halkların savaşları başlamıştı." 19. asır modeli diyebileceğimiz bu tarz 1. Dünya savaşının sonuna kadar devam etmiştir. O tarihlerde vuku bulan Rus ihtilali ve ona karşı gelişen reaksiyonun bir sonucu olarak milletler arasındaki mücadele; önce komünizm ile faşist/nazizm ve liberal demokrasi arasında ve daha sonraları komünizm ile liberal demokrasi arasında ideolojik çatışmaya dönüşmüştür.
Bu sonuncu çatışma şekli, soğuk savaş esnasında, her ikisi de klasik Avrupalı anlamda ulus devlet olmayan buna karşılık her biri kimliğini kendi ideolojisi açısından tanım-lamış iki süper güç arasındaki mücadelede somut biçimini almıştır.
William Lind'in "Batı'nın İç Savaşları" diye nitelendirdiği gibi, krallıklar, ulus devletler ve ideolojiler arasın-daki bu mücadeleler batı medeniyeti içerisinde görülen başlıca çatışmalardı.
Bu, soğuk savaş için olduğu kadar dünya savaşları ve daha önceleri 17, 18 ve 19. asırlarda cereyan eden savaşlar için de geçerli bir realitedir.
Soğuk savaşın sona ermesiyle birlikte uluslararası politikalar "Batılı çehresi"ni terkederek, batılı olmayan medeniyetler ile batı arasında karşılıklı etkileşimlerin odak noktası haline gelmiştir.
Artık batılı olmayan toplumlar ve yönetimler, medeniyetler politikasında batılı kolonyalizmin hedefleri durumundaki tarihin nesneleri olmaktan çıkarak, tarihi biçimlendiren ve hareketlendiren unsurlar olarak batıya katılacaklardır.
Medeniyetlerin Tabiatı
Dünya soğuk savaş esnasında birinci, ikinci ve üçüncü dünyalar şeklinde bölünmüştür. Bu bölünme şekli artık geçerli değildir. Şimdi ülkeleri, politik veya ekonomik sistemleri veya ekonomik gelişmişlik düzeyleri itibariyle değil, kültür ve medeniyetleri bakımından gruplandırmak daha anlamlı olacaktır.
Medeniyetten bahsederken ne demek istiyoruz? Medeniyet aslında kültürel bir varlıktır. Köyler, bölgeler, etnik gruplar, milliyetler, dini gruplar; bunların hepsi kültürel açıdan farklı olmanın değişik düzeylerinde ayırt edici kültürel özelliklere sahiptirler.
Medeniyet; hem kişisel olarak insanların kendilerini tanımlaması ve hem de dil, tarih, din adetler, kurumlar gibi ortak objektif unsurlara göre tanımlanmaktadır.
İnsanlar değişik kimlik derecelerine sahiptirler. Roma'da ikamet eden bir kimse -diyelim ki bir Roma'lı- yoğunluğu değişen derecelerde kendisini; bir Roma'lı, bir İtalyan, bir Katolik, bir Hristiyan, bir Avrupa'lı ve nihayet bir batılı olarak tanımlayabilir.
O kişinin ait olduğu medeniyet çevresi, onun en yoğun biçimiyle kendini tanımladığı, kimliğin ulaştığı en geniş düzey olmaktadır.
İnsanlar kimliklerinin taşıdığı özellikleri yeniden tanımlayabilirler ve sonuç olarak medeniyetlerin bileşimi ve sınırları da buna göre değişebilir.
Medeniyetler Çin gibi büyük sayıda (Lucıan Pye'nın değişiyle sanki bir devlet gibi görünen medeniyet) veya İngilizce konuşan Karayipliler gibi çok az sayıda insanı ihtiva edebilir. Bir medeniyet çevresi; Arap, Latin, Amerikalı ve Batılılarda olduğu gibi muhtelif ulus devletleri içerisine alabilir veya Japon medeniyeti örneğinde olduğu gibi sadece bir tek devleti ihtiva edebilir.
Medeniyet çevreleri, aşikar biçimde karışıp harman olarak içinde bulundukları kalıpları aşan alt medeniyet gruplarını da ihtiva edebilirler.
Batı medeniyeti Avrupalı ve Kuzey Amerikalı olmak üzere başlıca iki farklı şekle; İslam ise Türk, Arap ve Malay gibi alt bölümlere sahiptir.
Bununla birlikte medeniyetler anlamlı varlıklardır ve aralarında mevcut sınırlar nadiren keskin hatlara sahip olsa da onlar birer realite kabul edilmelidir.
Medeniyetler dinamiktir. Onlar yükselir ve düşerler. Birbirleriyle karışıp birleşerek de ortadan kaybolabilirler. Herhangi bir tarih öğrencisi medeniyetlerin zamanın kumları arasına gömülerek gözden kaybolduğunu bilir.
Batılılar ulus devletleri küresel olaylardaki başlıca aktörler olarak düşünmeye meyyaldirler. Bununla beraber bu, sadece birkaç asır için böyle gerçekleşmiştir.
İnsanlık tarihinin, daha geniş bir perspektiften bakıl-dığında medeniyetler tarihi olduğu anlaşılacaktır.
Arnold Toynbee "Bir tarih incelemesi" adını taşıyan çalışmasında; çağdaş dünyada mevcut olanlardan sadece altısının 21. asır medeniyet çevrelerinde varlıklarını sürdüreceğini belirtmektedir.
Medeniyetler Neden Çatışacak?
Medeniyet kimliği gelecekte giderek artan biçimde önemli olacaktır. Dünyanın çehresi, mevcut yedi veya sekiz medeniyet çevresi arasındaki karşılıklı etkileşimler sonucu geniş ölçüde biçimlenmiş olacaktır. Bunlar; Batı, Konfüçyüs, Japon, İslam, Hindu, Slav-Ortodoks, Latin Amerikan ve muhtemelen Afrika medeniyet çevrelerinden oluşmaktadır.
Geleceğin en önemli çatışmaları bu medeniyet çevrelerini bir diğerinden ayıran kültürel fay hatları boyunca meydana gelecektir.
Bu, Neden Böyle Olacak?
İlk olarak şunu diyebiliriz ki, medeniyetler arasındaki farklılıklar sadece bir gerçek değil, aslında konunun özünü teşkil etmektedir. Medeniyetler bir diğerinden tarih, dil, kültür, gelenek ve en önemlisi din açısından farklılık göstermektedir.
Farklı medeniyet çevrelerine mensup insanlar; Allah ile insan, karı ve koca, ebeveyn ve çocuk, vatandaş ve devlet, fert ve toplum arasındaki ilişkiler üzerinde farklı görüşlere sahip oldukları gibi; eşitlik ve hiyerarşi, hürriyet ve otorite, haklar ve sorumluluklarla ilgili de nisbeten farklı görüşlere sahiptirler.
Bu farklılıklar yüzyılların ürünüdür. Kısa bir zamanda da ortadan kalkmayacaklardır. Bunlar, politik rejimler ve politik ideolojiler arasındaki farklılıklardan daha da köklüdürler. Bu tarz farklılıklar mutlaka anlaşmazlıklara ve onlar da ister istemez şiddete yol açacak anlamına gelmemektedir.
Bununla beraber medeniyetler arasındaki farklılıkların asırlar boyunca en şiddetli ve en uzun süreli çatışmalara neden olduğu da bir gerçektir.
İkinci bir husus; dünya giderek küçülen bir mekan halini almaktadır, farklı medeniyetlere mensup insanları arasındaki karşılıklı iletişim ters orantılı olarak artmaktadır. Artan bu etkileşimler medeniyet çevreleri içerisindeki toplumların ve medeniyet çevreleri arasındaki farklılıkların ayırdına varmayı ve sonuçta medeniyet bilincini yoğunlaştırmaktadır.
Bu çerçevede, Kuzey Afrika'dan Fransa'ya yönelen göç dalgası Fransızlarda bunlara karşı düşmanlık duyguları uyandırırken, bunun yanısıra "iyi" Avrupalı katolik merkezlerden yönelecek göçleri hoşgörüyle kabullenme eğilimini artırmaktadır.
Diğer bir örnek. Amerikalıların Japon yatırımlarına karşı, Kanada veya Avrupa ülkelerinden gelen daha geniş çaptaki yatırımlara gösterdiklerinden daha fazla negatif tepki ortaya koymalarıdır.
Benzer biçimde D. Horovita'in işaret ettiği gibi "Bir Ibo" olabilir. Bir Owerri Ibo veya bir Onithsa İbo.
Lagos'ta o sadece basit bir "Ibo"dur. Londra'da o bir "Nİjeryalı"dır. New York'ta ise o bir Amerikalı'dır. Farklı medeniyet çevrelerine mensup insanlar arasındaki karşı-lıklı etkileşimler; sırasıyla farklılıkları güçlendirip bilincini zenginleştirmektedir.
Üçüncü bir husus; dünyanın her yerindeki ekonomik modernizasyon ve sosyal değişim süreci, insanları çok eskilerden beri mevcut yöresel kimliklerinden ayırmaktadır. Bu süreç bir kimlik kaynağı olarak ulus devleti de zayıflatmaktadır. Dünyanın bir çok yerinde din, genellikle "kökten dinci" olarak tanımlanan hareketler şeklinde, bu boşluğu doldurmak üzere harekete geçmiştir. Bu tarz hareketlenmeler İslam'da olduğu kadar Batılı Hristiyan-lıkta, Musevilik, Budizm ve Hinduizm'de de görülebilmektedir.
Çoğu ülkelerde, çoğu dinlerle ilgili köktenci hareketler içersinde aktif biçimde yer alan insanlara baktığımızda; bunların genç, kolej eğitimli orta sınıf teknisyenler, profesyoneller ve iş adamları olduklarını görmekteyiz.
"Dünyanın anti laikleşmesi" G. Welghel'in işaret ettiği gibi "20. asrın sonlarında yaşanan hayatın ağırlıklı sosyal gerçeklerinden biridir." Gilles Keppel'in "Tanrı'nın intikamı" şeklinde nitelediği üzere; "Dinin yeniden canlanışı, milli sınırları aşıp geçerek medeniyetleri birleştiren kimlik için temel bir yorum temin etmektedir."
Dördüncü bir husus; medeniyet bilincinin gelişmesi batının uyguladığı çifte standartlar nedeniyle güçlenmektedir. Bir tarafta batı, gücünün zirvesinde iken bunun yanısıra batılı olmayan toplumlarda -belki de bir sonuç olarak- köklere dönüş olayı yaşanmaktadır.
Herhalde bir kimse; Japonya'da Asyalılaşmaya, Nehru'nun mirasının sonu olarak Hindistan'ın Hindulaştırılmasını, batıdaki milliyetçilik ve sosyalizm akımlarının başarısızlığını ve bunun sonucu olarak orta doğunun yeniden islamlaşmasını ve şimdi de Boris Yeltsin'in ülkesinde batılılaşmaya karşı Ruslaşma üzerinde yaşanan tartışmayı; "içine kapanmaya doğru eğilimler"in giderek artan referansları olarak algılayabilir.
Gücünün zirvesinde bulunan batı alemi; dünyayı batılı olmayan usullerle şekillendirmek için artan biçimde istek duyan ve aynı zamanda geniş kaynaklara sahip "Batılı olmayan" güçlerle karşı karşıya gelmiştir.
Geçmişte batılı olmayan toplumların elit zümreleri, genellikle batılı değer ve davranışları özümsemiş; Oxford, Sandhurst veya Sorbon'da eğitilmiş ve batı ile içiçe geçmiş durumda kimselerdi.
Bununla birlikte aynı ülkelerde yaşayan geniş halk kitleleri genelde yerli kültürle derin biçimde kaynaşmış olarak kalmışlardır. Ancak şimdi bu ilişkiler tersine dönmektedir.
Batılı olmayan bir çok ülkedeki halk kitleleri arasında; batılı, genellikle Amerikan kültürü, hayat üslubu ve alış-kanlıkları daha popüler hale gelirken, bu esnada elit zümrenin yerli değerleri sahiplenmesi ve batılılaşmaya karşı çıkması gibi bir durum söz konusu olmaktadır.
Beşinci bir husus olarak; kültürel farklılık ve özellikler, politik ve ekonomik olanlara kıyasla daha kolay biçimdeki iki taraflı karışmıştır.
Eski Sovyetler Birliğinde komünistler demokrat, zenginler fakir ve fakirler zengin olabilirse de Ruslar Estonyalı ve Azeriler Ermeni olamazlardı. Sınıfsal ve ideolojik çekişmelerde anahtar soru; "Sen hangi taraftansın?" idi. İnsanlar taraf tutabilir ve gerektiğinde tuttukları tarafı değiştirebilirlerdi. Medeniyetler arasındaki çatışmalarda ise sorulan husus; "Sen kimsin (Nesin) ?" dir. Ve burada verilecek cevabın değiştirilmesi söz konusu değildir.
Bildiğimiz gibi Bosna'dan Kafkaslar'a ve Sudan'a kadar, bu soruya verilecek yanlış bir cevap, kafaya sıkılacak bir kurşuna yol açabilir.
Din olgusu halk tabakaları arasında etnik farklılıktan bile daha keskin ve istisnai biçimde ayırıma neden olmaktadır. Bir kimse yarı Fransız, yarı Arap ve hatta aynı zamanda iki ülkenin birden vatandaşı olabilir. Ancak yarı katolik veya yarı müslüman olmak daha da zor bir iştir.
Son olarak, ekonomik bölgecilik artmaktadır. 1980 ile 1989 arasında bölge içindeki toplam ticaretin payı Avrupa'da %51 den %59'a, Doğu Asya'da %33 ten 37'ye, Kuzey Amerika'da %32'den 36'ya yükselmiştir. Bölgesel ekonomik blokların önemi gelecekte de artmaya devam edebilir.
Bir tarafta başarılı bir ekonomik bölgecilik medeniyet bilincini destekleyecektir. Diğer tarafta ekonomik bölgecilik ortak bir medeniyet içersinde kök saldığı zaman başarılı olabilir.
Avrupa topluluğu; Batı Hristiyanlığı ve Avrupa kültürü üzerinde mutabakata varılmış bir kuruluş olacaktır.
Kuzey Amerika serbest ticaret bölgesinin başarısı; Meksika, Kanada ve Amerikan kültürlerinin birbirine yaklaşmaları derecesine bağlıdır.
Japonya ise aksine, Doğu Asya'da bunlarla kıyaslanabilir bir ekonomik varlık meydana getirmede önemli güçlüklerle karşı karşıya bulunmaktadır. Çünkü Japon toplumu ve medeniyeti benzeri olmayan nitelikler taşımaktadır.
Japonya diğer Doğu Asya ülkeleriyle güçlü ticaret ve yatırım bağları geliştirebilirse de, bu ülkelerle mevcut kültürel farklılıkları devam edecektir. Bu durum, Kuzey Amerika ve Avrupa örneğinde olduğu gibi, onun bu ülkeleri de kapsayacak bölgesel ekonomik bütünleşme sağlamasına engel olacaktır.
Bunun tersine, ortak kültür, Asya'nın diğer ülkelerindeki deniz aşırı Çinli toplumları barındıran Singapur, Tayvan ve Hong Kong ile Çin Halk Cumhuriyeti arasındaki ekonomik ilişkilerin hızlı biçimde büyümesini kolaylaştırmaktadır.
Soğuk savaşın sona ermesiyle birlikte, kültürel ortak-lıklar artan biçimde ideolojik farklılıklara üstün gelmekte ve bunun sonucu Çin ana kıtası ile Tayvan birbirlerine daha yakın davranabilmektedirler. Eğer kültürel ortaklık faktörü ekonomik bütünleşme için önceden gerekli ise, geleceğin başlıca Doğu Asya ekonomik bloğunun Çin etrafında toplanacağı söylenebilir. M. Weidenbaum'un gözlemlediği gibi bu blok, gerçekte de zaten vücut bulmaktadır.
Bölgede mevcut Japon hakimiyetine rağmen Asya'nın Çin'e dayalı ekonomisi; sanayi, ticaret ve finans bakımın-dan deprem yaratacak bir merkez gibi ortaya çıkmaktadır.
Bu stratejik bölge; Tayvan'ın önemli seviyedeki teknoloji ve üretim kapasitesi, Hong Kong'un harikulade teşebbüs ruhu, pazarlama ve hizmet anlayışı, Singapur'da mevcut harika bir iletişim ağı, her üçünün sahip olduğu çok geniş Allah vergisi topraklar, kaynaklar ve işçilik gibi unsarları bünyesinde toplamaktadır.
Guanghu'dan Singapur'a, Kuala Lumpur'dan Manila'ya uzanan ve genellikle geleneksel zümrelerin uzantıları üzerine dayalı bu etkileyici zincir, Doğu Asya ekonomisinin omurgası olarak tanımlanmaktadır.
Keza kültür ve din Arap olmayan on müslüman ülkeyi; İran, Pakistan, Türkiye, Azerbaycan, Kazakistan, Kır-gızistan, Türkmenistan, Özbekistan, Tacikistan ve Afganistan'ı bir araya getiren ekonomik işbirliği teşkilatının temelini oluşturmaktadır.
l960'larda Türkiye, Pakistan ve İran tarafından ilk şekliyle kurulmuş bulunan bu teşkilatın yeniden canlan-dırılması ve büyütülmesinde bu faktör, Avrupa topluluğuna kabul şansı bulunmayan bu ülkelerin bazı liderleri tarafından" yeni bir itici güç" olarak algılanmaktadır.
Buna benzer biçimde Caricom, Orta Amerika ortak pazarı ve Mercosur ortak kültürel kuruluşlar meyanın-dadırlar.
Bununla beraber, Anglo-Latin bölünmüşlüğünü destekleyen daha geniş bir Karayipler-Orta Amerika ekonomik varlığı oluşturma gayretleri başarısızlığa uğramak zorundadır.
İnsanlar kimliklerini etnik ve dini terimlerle tanımlarken, kendileri ile dini ve etnik yönden farklı olan insanlar arasındaki varolan ilişkiyi "biz" in karşısında "onlar" olarak görmek eğilimindedirler.
Eski Sovyetler Birliği ve doğu Avrupa'da ideolojik biçimde tanımlanmış devletlerin son bulması, geleneksel etnik kimliklerin ve husumetlerin ön plana çıkmasına yol açmıştır. Kültür ve din farklılıkları; insan haklarından göç olaylarına, ticaretten topluma ilişkilere ve çevreye kadar yayılan diplomatik sorunlan üzerinde farklı görüşlerin oluşmasına neden olmaktadır.
Coğrafi bakımdan mevcut akrabalık Bosna'dan Mindanao'ya kadar ihtilaf nedeni olan toprak iddialarına prim vermektedir. En önemlisi, ekonomik çıkarlarını geliştirmek ve askeri üstünlüğünü korumak için batının, evrensel değerler olarak liberalizm ve demokrasi değerlerini yükseltme çabalarını diğer medeniyet çevrelerinden karşı çabalar oluşturmaktadır.
Hükümetler ve etnik grupların ideoloji temeli üzerinde koalisyon biçimlendirme ve bunlara destek sağlama çabaları giderek azalırken, cazip bulunan ortak din ve medeniyet kimliğine artan biçimde destek sağlama çabalarına yönelmeleri büyük ihtimal dahilindedir.
Medeniyetler çatışması böylece iki düzeyde gerçekleşmektedir. Mikro düzüyde; medeniyet çevreleri arasındaki fay hatları boyunca komşu olan toplumlar, birbirlerini ve çevre araziyi kontrol edebilmek için genelde şiddete başvurarak mücadele ederlerken; makro düzeyde, farklı medeniyetlere mensup devletler nisbi askeri ve ekonomik güç sağlama yolunda rekabet ederken, kendi politik ve dini değerlerini yükseltmeye ve üçüncü taraflar ile uluslararası kuruluşlar üzerinde kontrol sağlamaya çaba harcamaktadırlar.
Medeniyetler Arasındaki Fay Hatları
Medeniyetler arasındaki mevcut fay hatları, kriz yaratılması ve kan dökülmesinde rol oynayan ısınan noktalar olarak, soğuk savaşın politik ve ideolojik sınırlarında yer almaktadırlar. Soğuk savaş, demir perde politik ve ideolojik olarak Avrupa'yı böldüğü zaman başlamıştır.
Avrupa'nın ideolojik bölünmesi gözden kaybolurken bu defa bir tarafta Batı hrıstiyanlığı ve diğer tarafta Ortadoks Hrıstiyanlık ve islam arasında Avrupa'nın yeniden bölünmesi gerçeği ortaya çıkmıştır. Avrupa'da en anlamlı "bölen hat"tın W. Wallace'in belirttiği üzere batı hrıstiyanlığının 1500 yıllarındaki doğu sınırı olduğu kabul edelebilir.
Bu hat; Finlandiya ile Rusya ve Baltık ülkeleriyle Rusya arasındaki şimdiki sınırlar boyunca ilerler, Ortadoks Doğu Ukrayna'yı katoliklerin yoğun olduğu Batı Ukrayna'dan ayıracak tarzda Beyaz Rusya ve Ukrayna üzerinden geçer, Transilvanya'yı Romanya'nın kalan bölümünden ayırarak batıya doğru ilerler ve sonra neredeyse şimdiki Slovenya ve Hırvatistan'ı eski Yugoslavya'nın kalan kısmından ayıran hat boyunca Sırbistan üzerinden geçer. Bu hat, şüphe yoktur ki, Osmanlı ve Habsburg imparatorlukları arasındaki tarihi sınırlarla da çakışmaktadır.
Bu hattın kuzeyi ve batısında kalan insanlar, protestan veya katolik olsunlar, Avrupa tarihinin feodalizm, rönesans, reform, aydınlanma, Fransız ihtilali, endüstiriyel devrim gibi ortak tecrübelerini paylaşmışlardır ve bu insanlar ekonomik açıdan doğudaki insanlardan daha üstün durumdadırlar.
Şimdi bu insanlar demokratik, politik sistemlerinin birleşmesi ve ortak bir Avrupa ekonomisine bağlılığın güçlenmesini dört gözle bekliyor olabilirler.
Bu hattın doğusu ve güneyine geçtiğimizde, buralarda yaşayanların ortadoks veya müslüman olduklarını görüyoruz. Bunlar, tarihi bakımdan Osmanlı ve Çarist imparatorluklara aittirler ve Avrupa'nın kalan kısmını şekillendiren olaylardan sadece hafif biçimde etkilenmişlerdir. Bunlar ekonomik açıdan genellikle daha az gelişmiştirler. Sabit gibi duran demokratik politik sistemlerini çok daha az geliştirebilecekmiş gibi görünmektedirler.
Avrupa'yı bölen en anlamlı hat olarak, kültürün kadife perdesi ideolojinin demirperdelerinin yerini almıştır. Eski Yugoslavya'daki olayların da gösterdiği gibi, o yalnızca belirli değerlerin farklılaştığı bir hat değil, aynı zamanda üzerine kanlı bir mücadelenin cereyan ettiği bir hattır.
Batı ve islam medeniyetleri arasındaki fay hattı boyunca mücadele 1300 yıldan beri sürüp gitmektedir. İslamın ortaya çıkışından sonra batı ve kuzeye yönelen Arap ve Mağrip akınları ancak 732 yılında Tours'da durdurulabilmişti.
Haçlılar 11. yüzyıldan 13. yüzyıla kadar kutsal topraklara hrıstiyanlığı ve hrıstiyan yönetimini getirmek için geçici başarılar kazandıkları bazı girişimlerde bulundular.
14. yüzyıldan 17. yüzyıla kadar ise İstanbul'u ele geçirip egemenliğini ortadoğu ve Balkanlar üzerine yayan ve Viyana'yı iki defa kuşatean Osmanlı Türkleri dengeyi tersine çevindiler.
19. yüzyıl ve 20. yüzyılın başlarında Osmanlı gücü inişe geçerken İngiltere, Fransa ve İtalya Ortadoğu ve Kuzey Afrika'nın çoğu yerinde batı kontrolunu tesis ettiler. 2. Dünya savaşı sonrasında batılılar sırayla bayrak indirmeye başladılar. Kolonyal imparatorluklar gözden kayboldu, önce arap milliyetçiliği ve sonra islami köktencilik akımları kendilerini gösterdiler.
Batı, enerji kaynaklarnı bakımından Basra körfezi ülkelerine ağır biçimde bağımlı duruma geldi. Petrol zengini müslüman ülkeler paraca zenginleşirken, bunun yanısıra silah zengini haline de geldiler.
Araplar ile İsrail arasında batı tarafından kışkırtılan muhtelif savaşlar cereyan etti. Fransa, 1950'li yılların uzunca bir bölümünde Cezayir'de kanlı ve zalim bir savaşı sürdürdü. İngiliz ve Fransız birlikleri 1956'da Mısır'a saldırdılar.
Amerikan birlikleri 1958'de bir ara Lübnan'a girdiler, sonraları Amerikan kuvvetleri tekrar Lübnan'a döndüler, Libya'ya saldırdılar, İran'la çeşitli çatışmalara angaje oldular. Bu arada en azından üç ortadoğulu devlet tarafın-dan desteklenen arap ve islamcı teröristler, zayıf tarafın silahını kullanarak batılı uçakları ve üsleri bombaladılar ve batılı rehineler ele geçirdiler.
ABD, bazı Arap ülkelerini bir diğerinin tecavüzüne karşı savunmak için Basra körfezine güçlü bir ordu gönderdiğinde, Araplar ve batı arasındaki savaş hali, bu olayın cereyan ettiği 1990 yılında doruk noktasına ulaşmış oldu.
Bunun Nato planlamasındaki yan etkisi, Nato'nun güney kanadı boyunca mevcut istikrarsızlık ve potansiyel tehditlere karşı, ittifakın artan biçimde yönelmesi olmuştur. İçinde yaşadığımız zaman diliminde batı ile islam arasındaki karşılıklı askeri etkileşimin azalma eğilimi göstermesi muhtemel değildir ve gelecekte de daha da tehlikeli hale gelebilir.
Körfez savaşı geride , İsrail'e saldıran ve batıya kafa tutan bir Saddam Hüseyin'den gurur duyan geniş bir Arap kitlesi bırakmıştır. Bu savaş aynı zamanda, Arapların kendi kendilerini şekillendimedeki aşikar beceriksizliklerinin yanısıra bunaltıcı askeri üstünlüğü ile Basra körfezinde varlığını sürdüren batıya karşı gururu kırılmış ve rencide olmuş bir takım duyguları da gerisinde birakmıştır.
Petrol ihraç edenlere ilaveten bir çok Arap ülkesi, otokratik yönetim tarzlarının uygun olmadığı bir ortamda daha iyi ekonomik ve sosyal gelişme düzeylerine ulaştıkların-dan daha da güçlü olabilmek için demokrasiyle tanışmaya da ilgi göstermemektedirler.Bununla beraber hali hazır-da Arap politik sistemlerinde bazı esnekliller meydana gelmiştir ve bunlardan en fazla faydalananlar islami hareketler olmuştur.
Kısacası Arap dünyasındaki batı demokrasisi batı kar-şıtı politik güçleri kuvvetlendirmektedir.Bu geçici bir fenomen olsa da islam dünyasıyla batı arasındaki ilişkileri karmaşıklaştıracağı doğaldır. Kaldı ki, bu ilişkiler aynı zamanda demografik faktörler tarafından da karmaşık-laştırılmaktadır. Arap ülkelerindeki hayret verici nüfus büyümesi, özellikle Kuzey Afrika'da, batı Avrupaya göçün artmasına yol açmıştır. Batı Avrupa içerisinde hudutları belirsizleştirmeye yönelen hareket, bu gelişme konusunda, politik hassasiyetleri kamçılamaktadır.
İtalya, Fransa ve Almanya'da ırkçılık giderek artan biçimde kabuğundan çıkmakta, Arap ve Türk göçmenlere karşı şiddet uygulamaları ve politik tepkiler, 1990'dan beri daha yaygın ve yoğun hale gelmektedir.
İslam ve batı arasında, her iki tarafda var olan karşı-lıklı etkileşmeler bir medeniyetler çatışması olarak görülmektedir.
Hintli müslüman yazar, M.J. Akbar "Batıyla gelecekle yaşanacak karşı karşıya gelme olayı aşikar biçimde müslüman dünyasının hamlesiyle gerçekleşecektir." şeklinde düşüncesini açıklarken, "bu yeni bir dünya düzeni için mücadelenin başlatılmasında mağripten Pakistan'a islam milletleri için bir dönem noktası olacaktır." diye ekliyor.
B. Lewis de buna benzer bir yorumda bulunuyor: "Biz, olayların düzeyini ve izlenen politikaları aşıp geçen ve hükümetlerin ardından gittiği bir ruh hali ve hareketle karşı karşıyayız." Bu, medeniyetler çatışmasından daha az bir şey değildir.Belki akıl dışı olan fakat mutlak surette bizim hrıstiyan-yahudi mirasımıza, laik varlığımıza ve her ikisinin dünya çapındaki uzanımına karşı eski bir rakibin ortaya koyduğu tarihi reaksiyondur."
Arap islam medeniyetinin tarihte bir diğer büyük zıt-laşması pagan ve animist görüşlerle olduğu gibi şimdi de giderek artan biçimde güneye doğru hrıstiyan siyahi insanlarla yaşanmaktadır. Geçmişte bu zıddiyet Arap köle tüccarları ile siyah kölelerin çizdiği kompozisyonda temsil edilmekteydi.
Bu tablo Nijerya da müslüman ve hrıstiyanlar arasın-daki politik çatışmalar, tekrarlanan kargaşalar ve toplumsal şiddet; Afrika boynuzunda müslümanlarla ortadoks hrıstiyanlar arasındaki gerginlikler; Çat'da hükümet ile Libya destekli asiler arasındaki mücadele ve Sudan'da Araplar ile siyahiler arasında süregelen iç savaşta yansımasını bulmaktadır.
Afrikanın modernleşmesi ve hrıstiyanlığın yayılması bu fay hattı boyunca şiddet uygulamalarının gelişmesi ihtimalini güçlendiriyor. Bu mücadelenin yaygınlaşmasının bir göstergesi; Papa 2. Paul'un Şubat 1993'de Hartun'da verdiği söylevde oradaki hrıstiyan azınlığa karşı Sudan'ın islami hükümetince sergilenen tutumu ağır biçimde eleştirmesidir.
İslamın kuzey sınırındaki mücadele ise; Orta Asya ve Kafkaslarda Rus çıkarlarını korumaya yönelik rus birliklerinin yayılması, Orta Asya'daki müslümanlar ile ruslar arasındaki gergin ilişkiler, ermeniler ve Azeriler tarafın-dan birbirlerine uyguladıkları sonu gelmez katliamlar, Osetler ve İnguşlar arasında mevcut şiddet olayları, Bulgarlar ile Türk azınlığı arasındaki kökleşmemiş ilişkiler, Arnavut ve Sırplar arasında kaynayan ve patlama noktasına doğru giden gerginlik, Saraybosna ve Bosna'nın katliama maruz kalması da dahil olmak üzere ortadokslar ile müslüman halk arasında artan biçimde büyümektedir.
Din, etnik kimliğin canlanmasını desteklemekte ve Rusların güney sınırlarının güvenliği üzerindeki korkularını yeniden tahrik etmektedir. Bu kaygı Arçhie Roosevelt tarafından güzel tesbit edilmiştir. " Rus tarihinin büyük bir bölümü, kuruluşu 1000 yıldan daha öncesine giden Rus devletinin sınırlarındaki Türk halkla Slavlar arasındaki mücadeleyle ilgilidir.
Sadece Rus tarihini değil ama Rus karakterini anlamada da, Slavların 1000 yıl boyunca doğulu komşularıyla uzun boylu ilişkileri ve çatışmaları bir anahtar yerine geçer. Bu gün bir kimsenin Rus gerçeğini anlaması için ,yüzyıllar boyunca Rusları işgali altında bulundurmuş büyük Türk etnik grubu hakkında fikir sahibi olması gerekmektedir.
Medeniyetler mücadelesi Asya'da bir başka yerde de derin biçimde kök salmıştır.
Alt kıtada müslüman ve hindular arasındaki tarihi çatışma, şimdi sadece Pakistan ile Hindistan arasındaki rekabette değil fakat aynı zamanda Hindistan içerisinde giderek militanlaşan hindu gruplar ile Hindistan'ın önemli müslüman azınlığı arasında yaygınlaşan dini mücadeleyle de kendisini belli etmektedir. 1992 ağustosunda Ayodka camiinin tahrip edilmesi, Hindistan'ın laik demokrat bir devlet olarak mı kalacağı, yoksa bir hindu devleti mi olacağı konusunu gündeme getirmiştir.
Doğu Asya'da Çin, komşularının çoğu ile dikkat çekici arazi anlaşmazlıklarına sahiptir. Çin Tibet'in Budist ahalisine karşı amansız bir politika gütmüştür ve yine o, Türk-müslüman azınlığına karşı giderek artan biçimde zalimce bir politika takip etmektedir. Soğuk savaşın sona ermesiyle birlikte Çin ile Birleşik Devletler arasında önceleri var olup da su altında yatan aykırılıklar; şimdi kendilerini insan hakları , ticaret ve silahların yaygırnlaşması gibi alanlarda yeniden su yüzüne çıkarmışlardır.Bu anlaşmazlıklar yumuşayacağa da benzememektedir.
Rivayete göre Deng Xaloping 1991'de Amerika ile Çin arasında yeni bir soğuk savaşın gelişmekte olduğunu ifade etmiştir. Aynı ibare Amerika ile Japonya arasında giderek zorlaşan ilişkiler için de kullanılmaktadır. Burada ekonomik anlaşmazlığı kızıştıran faktör kültürel farklılıklardır. Her iki tarafta yer alan insanlar, neden olan faktörü ırkçılık olarak gösterseler de en azından Amerika tarafındaki antipatinin temeli ırkçı değil kültürel temele dayanmaktadır. Aslında iki toplumun temel değerleri, davranış biçimleri birbirinden daha da farklı olamaz.
Birleşik devletler ile Avrupa arasındaki ekonomik çekişmeler, Amerika ile Japonya arasında yaşananlardan daha az ciddi değildir.Ancak aynı politik pürüzler ve duygusal yoğunluk onlar arasında mevcut değildir.
--------------------------------------------------------------------------------