Açmazlar, çıkmazlar, tıkanıklıklar içinde devrimci güzergah...
[ Forum ] Makale yazari: Gokhan Simsek Tarih, gün ve saat : 06. Nisan 2001 04:25:52:
Türkiye’nin son otuz yılı, tarihinin en hareketli dönemidir. THKP-C’nin ortaya çıkışından başlayarak karşı-devrimin gerçekleştirdiği iki cuntaya, kitle katliamlarından halk ayaklanmalarına, yeni bir anayasadan onlarca hükümete, devrimci hareketin ilerleyişlerine ve gerileyişlerine kadar pek çok gelişme sığmıştır bu otuz yıla.
Bu otuz yıl boyunca Türkiye’nin sosyo-ekonomik yapısındaki değişmelere, siyasi gelişmelere ilişkin tesbit ve öngörülerimizde yanılmadık. Güncel siyasi gelişmelere ilişkin, örneğin 1983 seçimlerinde, seçimlerin Turgut Sunalp’in MDP’sine kazandırılacağı gibi “yanlış” tahminlerimiz olmuştur, ama içinde bulunulan süreçlerin niteliği konusunda hiç yanılmadık. Solda yanılgıların süreklileşmesine karşılık, biz hep “demiştik” demek durumunda kaldık.
1980 sonrası, düzenin emperyalizmle işbirliği halinde tahkim edilişi sürecidir. 1982 Anayasası ve 1983 seçimleri, “cunta sonrası” açısından belirleyicidir. Solun büyük bir kısmında bu dönemde “sivilleşme”, “demokratikleşme” beklentisi içinde tahliller yapılıp politikalar belirlenirken, biz bu dönemin “açık faşizmin kurumsallaştırıldığı” bir dönem olacağını belirttik. Bu dönemin sonrasında da onlar yanlışlarına, biz doğrularımıza devam ettik. 1991 SHP-DYP iktidarı, Kürt milliyetçileri ve solun bir kısmında yine malum “demokratikleşme” beklentileriyle karşılanırken, bu dönem Türkiye tarihine infazlar, faili meçhuller dönemi olarak geçti. 1996’da Susurluk kazası sonrası, sol bıkmadan aynı hatayı tekrarlarken, “hiç bir şey eskisi gibi olmayacak” teorilerine karşı “Susurluk Devlettir” tesbitimizle uyarıcı olmaya çalıştık ve “Pisliği Devrim Temizler” diyerek kurtuluş yolunun altını bir kez daha çizdik. AB üyeliği konusunda da aynı tesbit farklılıkları yaşandı...
30 yıldır temel konularda aynı şeyleri söylüyoruz; halkın örgütlenmesi, mücadelenin geliştirilmesi, eylem ve örgüt biçimleri konusunda ise aynı şeyleri söylemiyoruz ama siyasi konumumuz açısından aynı yerde duruyoruz.
Türkiye’nin yaşadığı her önemli gelişme, stratejik çizgimizi doğruluyor.
Her önemli gelişme, bu ülke siyasetindeki en özlü sloganlardan biri olan “Tek Yol Devrim” şiarını doğruluyor.
Bu otuz yıl içinde, çeşitli siyasi hareketler, dönemsel koşulların etkisi altında, güç kazandı, öne çıktı, kimisi de yok oldu... Ecevit CHP’sinin “umut” olmasından Kürt milliyetçilerinin güç kazanmasına, silahlı mücadeleyi savunduğu iddiasında olan onlarca “siyasi hareket”in ortaya çıkışından islamcıların gelişmesine, Partimizin kuruluşundan yeni düzen partilerine kadar siyasi güçler haritasında pek çok değişme, gelişme oldu. Zaman geçici olanla, kalıcı olanı ayrıştırdı. Ve ayrıştırmaya devam ediyor.
Ülkenin, halkın sorunlarının tılsımlı reçeteleri yoktur. Sorunların çözümü de, toplumun değişik kesimleri açısından farklı farklıdır. Bu nedenle siyaset sahnesi, her zaman, temsil edilen sınıf veya katmanların tercihlerine göre, birbirinden farklı onlarca çözüm önerisinin birbiriyle çatıştığı bir sahne durumundadır. Belli bir örgütlenme ve program aracılığıyla temsil edilen bu çözümler, her günkü gelişmeler karşısında tekrar tekrar sınanırlar; süreç bunları eler.
90’lı yılların başında gerek islamcılar, gerekse de Kürt milliyetçileri, kitlesel düzeyde sağladıkları yükselişle, kendi çizgilerinde bir güç, bir alternatif olma özelliği taşıyorlardı. Bu yanıyla belli bir çekim gücüne sahiptiler. 1990’lı yılların ikinci yarısı ise, bu güçlerin, “alternatif olmaktan uzaklaşma” sürecidir. Sistem, onları içine çekebilmiştir.
Ama bu, sistemin gücünden ziyade, bu güçlerin taşıdıkları siyasal zayıflıkların ve zaafların sonucudur. Düzene karşı bir konumda siyaset yapıyorlardı. Ama sürecin önlerine çıkardığı açmazları, düzene yanaşarak çözmeye çalıştılar. Açmazları, çıkmazları, tıkanıklıkları içinde boğulup, giderek düzenle bütünleştiler.
Bu iki kesimin gelişmesi, ideolojik, stratejik olarak sağlam bir zeminde durmayanları, oldukça sarstı. Kürt milliyetçiliğinin gelişmesi, pek çok siyasi hareketin “ulusal sorun” konusundaki görüşlerini değiştirmesine yol açtı. İslamcıların gelişmesi ise, solun önemli bir kesiminde halka güvensizliği derinleştirdi, zaten dar olan kitle faaliyetlerini daha da daraltmalarını getirdi, adeta halktan koptular... Biz, bu gelişmeleri elbette değerlendirdik, ama bu gelişmelerin hiç biri bizim temel tezlerimizin, ulusal sorun, inançlar, mezhepler, halk konusundaki tesbitlerimizin yanlışlığının ifadesi değillerdi. Israrla bu konudaki tesbitlerimizi savunmaya devam ettik. Zamanın bizi doğrulayacağını biliyorduk.
Bugün siyaset sahnesinde gelişmeler üzerinde az çok etkide bulunabilen, veya üzerinde hesaplar yapılıp politikalar geliştirilen dört kesimi ayrıştırabiliriz:
Düzen partileri. Kürt milliyetçileri. islamcılar. Devrimciler.Düzen partileri, gerilemelerini sürdürmektedirler. Hiç bir slogan, hiç bir vaad, onların yeni bir umut rüzgarı estirebilmelerini sağlayamamaktadır. Hiç biri yüzde yirmileri aşacak durumda değildir. Hepsi “merkez”e çekilerek birbirlerinden farksızlaşmışlardır. Kısmen “farklı” duran islamcı ve Kürt milliyetçisi düzen partileri de, merkeze çekilmişlerdir. 28 Şubat, aynı zamanda düzen partilerini disipline etme operasyonuydu ve hiç bir düzen partisi, bu noktada herhangi bir “direniş” göstermemiştir.
Kürt milliyetçiliğinin ve ona tabi olan solun yanlışlarını kullanarak, dönemsel koşulların da etkisiyle, son seçimlerde DSP ve MHP kısmen daha fazla oy toplamışlardır, ama bu partilerin oylarının da tek başına iktidar olmaya yetecek bir orandan uzak oluşu, bu etkinin bile halkın geneli açısından ancak sınırlı bir etki olduğunu göstermeye yeter.
Farksızlık içinde, 1982 anayasasının engellemek için pek çok madde koyduğu koalisyonlar süreklileşmiştir. İç politikanın MGK tarafından, ekonominin IMF, Dünya Bankası aracılığıyla emperyalistler tarafından belirlendiği koşullarda zaten onlara fazla iş kalmıyor; onlardan beklenen iyi bir icraatcı olmalarıdır. Bu nedenle düzen partileri adeta kitlelere seslenmeyi de bırakmış, emperyalizme, TÜSİAD’çılara güvence vermeyi temel politika haline getirmişlerdir.
Düzen partilerinin bu gelişmeler sonucunda halk içinde gerçek bir tabanı olduğundan sözedilemez. Ama bu, düzen partilerinin teşhirinin artık tümüyle gereksiz olduğunu göstermez. Hala kitlelerin önemli bir bölümü için “çaresizliğin çaresi” veya “alternatifsizliğin alternatifi” durumundadırlar.Kürt milliyetçiliği; 1977’de PKK’nın kuruluşuyla başlayan süreç, “Bağımsız Kürdistan”dan yola çıkıp ABD’nin dümen suyuna girerek evrimini büyük ölçüde tamamlamıştır. Kürt milliyetçiliğinin ne Kürt halkı açısından, ne de Türkiye açısından hiç bir soruna çözüm vadetmediğinin görüldüğü bu kanlı ve bedeli ağır süreç, hiç kuşku yok ki, halk açısından, devrim teori ve stratejisi açısından öğreticidir.
Ya devrime, ya emperyalizme! Her milliyetçi hareket, ya devrimci olacak, ya yeni dünya düzenine sığınacaktır. Günümüz dünyasında ulusal hareketlerin önünde başka seçenek yoktur. Devrime, sosyalizme yönelmeyen her ulusal hareketin sonuçta emperyalizmin denetimi altına girdiği, yirminci yüzyıl boyunca pek çok örnekte görüldü.
Kemalistler, önlerindeki seçenekleri yanlış tahlil ettiler; onlara göre, ya emperyalizme yaslanacaklardı, ya “milli” bir burjuvazi yaratıp kendi ayakları üzerinde duracaklardı. Milli burjuvaziyi yaratamadılar. Bu seçenek yirminci yüzyılın dünyasında artık mümkün olmayan bir seçenekti. Gerçek seçenekler yine ikiydi; ama kemalistlerin formüle ettiğinden biraz farklıydı; ya devrime, ya emperyalizme.
Kürt milliyetçi hareket açısından da aynı seçenekler sözkonusuydu. Devrime yönelmediler, gidecekleri tek bir yer kaldı.
Kürt milliyetçiliğinin 1900’lerin başlarından bu yanaki tarihi ayaklanmalar, ihanetler, iç bölünmeler, aşiret kavgaları, yanlış uzlaşmalarla doludur. PKK “farklı” olacağız diye çıkmıştı. Barzani gibi Kürt milliyetçilerinden farklı olduklarını göstermek için, kendilerini tanımlarken “modern” sıfatını kullandılar. Ama PKK da Barzanilerle aynı noktaya geldi. Sınıfsallığın olmadığı yerde, modernliğin ne anlamı olabilir?
Sınıfsallık reddedilmiş, milliyetçi çizgide pragmatizm esas alınmıştır. Sosyalist sistemdeki karşı-devrimlerle birlikte, milliyetçilik emperyalizme yanaşmanın yollarını aramaya başlamıştır. Öcalan’ın Suriye’den çıkarılışıyla birlikte, bu arayış fiiliyata dökülmüş, emperyalizmin istediği tüm tavizler verilerek her şey inkar edilmiştir.
Artık bu “milliyetçiliğin” ulusal hakların, bağımsızlığın savunulduğu bir milliyetçilikle hiç bir ilgisi kalmamıştır. Emperyalizm ulusallığı, dille sınırlamıştır. Bu çerçeveyi kabul eden milliyetçilik, yeni sömürgeciliktir. Emperyalizm “tamam dilini konuş” diyor, işine geldiğinde böyle bir talep ortada yoksa bile, bu talebi teşvik ediyor, hatta “senin devletin olsun” noktasına vardırabiliyor kışkırtmalarını. Bu icazetle hareket eden bir milliyetçilik, devlet istediğinde, bağımsızlık istediğinde emperyalizme karşı olmuyor.
Şimdi Kürt milliyetçiliği ABD’li yatırımcıları alkışlayarak, oligarşik devlete “güven” vererek tümüyle düzen içi bir güç olmaya çalışıyor.
Kürt sorununda 1977’den bu yanaki gelişmeler, hiç kuşkusuz öğretici olmuştur. Milliyetçiliğin çözüm olmadığının görülmesiyle, Kürt sorununun çözümü, hem devrimciler, hem Kürtler dahil olmak üzere geniş kitleler nezdinde daha netleşmiştir. En azından “neyin olmayacağı” net görülmüştür. Çözüm, Anadolu halklarının birlikte yaşayacağı bir zemin oluşturmaktır. Hiç kimsenin benim haklarım reddediliyor diye düşünemeyeceği bir zemin. Parti-Cephe çizgisinin 1970’lerden bu yana ulusal sorun için çizdiği çözüm çerçevesidir bu. Ortak örgütlenme, ortak mücadele, Kürt milliyetçiliğinin açmazlarıyla, tıkanıklıklarıyla bir kez daha doğrulanmıştır.
Ortak bir devrim, ulusal hakların koşulsuz tanındığı ortak bir devlet... Bu çözüm de sınavdan geçti. PKK’lılar özellikle İmralı’yla birlikte, halklarımız arasındaki yüzyılların birliğinden sözetmeye başladılar. Ama samimi değillerdi, aynı günlerde hala Türk-Kürt çatışmasının teorisini de yapmaya devam ediyorlardı. İkincisi, o halde, daha önce ayrılığı savunurken hareket noktanız neydi? O zaman bu “yüzyılların birliğine” neden sırt çevirmiştiniz? Halk birlikteydi zaten. Kürt milliyetçiliği ayrılığı körükledi.
Tarihi değiştiremeyiz. “Yüzyılların birlikteliği”nden sözediyorsak, bunun pratik, siyasi, sosyal, kültürel sonuçlarını da görmek gerekiyor. Şimdi Anadolu’da Ermenilerin toprak hakkını savunmak ne kadar doğrudur, nasıl yapacaksınız? Aynı şekilde Kürtler için de geri döndürülemez şeyler sözkonusudur. Kürt halkının hakları belli bir coğrafi alanla sınırlandırılırsa, İç Anadolu’daki, Batı’daki milyonlarca Kürt’ün konumu ne olacak? Şurası Kürtlerin, şurası Türklerin diye ayrıştıramayacağımız bir içiçelikte yaşıyoruz.
Ayrılık da bir adaletsizlik değil midir? Bu ülkede, Anadolu’nun batısında yaratılmış her şeyde Kürtlerin de emeği yok mu? Bu değerler artık Türk, Kürt, Arap, Gürcü, hepimizindir. Teorik olarak ayrılığı reddetmeyiz. Ama bugünün koşullarında, sosyalizmi hedeflemeksizin ayrılığı savunan varsa, bu emperyalizme yeni bir uydu olalım, Barzani gibi olalım demektir. Emperyalizme karşı halkları güçlendiriyor mu, ayrılık o zaman gerekli ve doğrudur.
PKK ve Kürt milliyetçiliği, emperyalizmin ve oligarşinin dümen suyuna girdiği noktada, halk kurtuluş savaşının stratejik bir müttefiki olmaktan çıkmışlardır.
Peki “demokrasi mücadelesi açısından” durumları nedir?
Bugün demokratik mücadele açısından da “koparıp alan” değil, oligarşiye güven veren, icazeti esas alan bir konumdadırlar.
Milliyetçilik, zaten pek sevdiği “provokasyon teorisi”ne de artık daha fazla başvurmaktadır. Hadep’li belediye başkanları gözaltına alındığında, kitlenin tepkisini kendileri dizginlediklerini, sokağa çıkılmaması için çaba sarfettiklerini söylediler. Niye dizginliyorsunuz? Ulucanlar’da katliam seyrediliyor. Ve bu tavır Kürt milliyetçiliği içinde tartışılmıyor bile. Herşey oligarşiye “güven vermek” için. Bu, “demokrasi mücadelesi”ni de düzenin iznine tabi kılmaktır.
Bu çizginin teorisi de yapılıyor. Özgür Halk’ın 2000 Mart sayısında “Dönemin temel eylem biçimi: Halkın sivil itaatsizliği” diye yazıyordu. Peki bu sivil itaatsizlikten ne anlıyorlar: “En genel anlamıyla tarihteki her başkaldırıyı, isyanı, direnişi, ayaklanma ve mücadeleyi bir itaatsizlik olarak tanımlayabiliriz.” (s.15) Diyelim tanımladık. Sovyet Ekim devrimini, Çin halk savaşı’nı da tarihin en büyük itaatsizlik eylemleri ilan ettik mi tamamdır. Kürt milliyetçiliği tam bir teorik sefalet içindedir. Bu teorik sefalet örneği yazı şöyle sürüyor: “21 Yüzyıl Manifestosu bu itaatsizliğin programlı biçimidir.”
Bu teorik sefaleti bir alıntıyla örnekleyip geçelim: “Mitra, güneş tanrısı Mezopatamya halklarının inancı olarak herşeyin yaratıcısıydı. Yaradılışın temelinde ışık vardır. Bu Zerdüşt’de daha sistemlidir. Aydınlık ile karanlığın, iyilik ile kötülüğün çatışmasına dönüşür. İsa’nın şahsında sonsuz olanla buluşmaya dönüşür. Işık sonsuz bir insan sevgisi ve yaratımıdır. Mani’de kutsal ‘Işık Bahçeleri’nde somutlaşır. Nesimi, Hallac-ı Mansur’un derileri yüzülür. Pir Sultan darağacında can verir. Tümünün ışık birikimi Önderlik’te bir ışık nehrine dönüşür... Tüm insanlığın Mezopatamya’da karanlığa gömülmek istendiği bir çağda, ışık felsefesi ile yeniden insanlığı aydınlatır ve kutsal kurtuluş yolunu gösterir.” (Özgür Halk, sayı 103, 15 Mart 2000)
Kürt halkına, işbirlikçi, icazetçi, düzen içi çizgiyi benimsetebilmek için, her türlü “teorik saçmalama” serbest! Kürt halkının sahip olduğu örgütlenme, direnme ve savaşma dinamiklerinin tasfiyesi, ABD Operasyonu’nun öncelikli hedeflerindendir. Öcalan’ın teorileriyle bu tasfiye sürdürülüyor. Bu tasfiyeye karşı çıkan PKK Devrimci Çizgi Savaşçıları ise, halen PKK’yı bu noktaya getiren sömürgecilik teorisiyle, milliyetçilik çizgisiyle, tarihsel pragmatizmleriyle köklü bir hesaplaşma yapmaktan uzaktır.
Öcalan talimatını veriyor: “Baharda kesin hamle filan olmayacak. Oyuna gelinmeyecek. PKK’nın her şeyi dikkate alması gerekir. Devleti tehdit konumunda olmamalı.” (Özgür Halk Özel Eki 2)
Talimat yerine getiriliyor. PKK devlet için bir tehdit değil. Kürt milliyetçiliği Diyarbakır’da artık Demirel’leri, Yanki’leri alkışlıyor.İslamcılar; İslamcıların özellikle 1980’li yılların ikinci yarısından itibaren giderek belirgin hale gelen yükselişi üzerine sayısız inceleme yapıldı. Makaleler, kitaplar, dizi yazılar birbirini izledi. Eklenebilecek farklı yönler olmakla birlikte, bu gelişimin özü şudur; Solun bıraktığı boşlukta, bu boşluğu doldurması için oligarşinin de desteğiyle gelişip güçlenmiştir. Tüm düzen partileri çeşitli biçimlerde bu gelişmeye hizmet etmişlerdir. 1980’li yıllar, sol açısından oldukça olumsuz uluslararası koşullar demekken, islamcılar açısından ise, uluslararası platformda İran devriminden güç alan olumlu bir ortam sözkonusudur.
İslamcı yükseliş, asıl olarak Refah partisinde somutlaşmıştır. “Radikal” islamcı kesimler, tarikatlar, her biri kendi özgülünde bir gelişme kaydetmiştir, ancak, hepsinin aktığı asıl kanal yine Refah kanalı olmuştur. Oligarşi, islamcıları iktidara gelmesi için değil, devrimci gelişimi engellemesi için desteklemişti. Ama islamcı kesimin kendi iç dinamikleri devreye girmiş ve oligarşinin beklediğinin ötesinde bir gelişme ortaya çıkmıştı.
İktidar islamcılar için tam bir sınav yeri oldu. İktidar koltuğu, islamcılığın Türkiye için bir alternatif olup olmadığını gösterdi. İslamcıların iktidardaki başarısızlığı, söyledikleriyle yaptıkları arasındaki büyük çelişki, MGK’nın onların iktidarını engellemesi, yarıda kesmesi nedeniyle değildir. Tersine, MGK’nın Refah’ı iktidar koltuğundan uzaklaştıran müdahalesi, bir bakıma islamcı hareket için “kurtarıcı” da olmuştur; hala bazı sloganlarını, söylemlerini sürdürebilme imkanı ellerinde kalmıştır. Türkiye için, halk için uygulanabilir hiç bir projeleri yoktu. “Adil düzen” başta olmak üzere, tüm vaadleri, kaba bir demagojiden ibaretti. Mevcut sömürü ve bağımlılık düzenine ise karşı değillerdi ve olamazlardı.
Amerikancılıkları, anti-batıcılıkları yalandı. İktidardayken de, muhalefetteyken de pek çok defa görüldü ki, onlarla hemen uzlaşıyorlar. Bu konuda ne ideolojik açıdan, ne de ekonomik çıkarları açısından zorlanmıyorlar. Belki tek zorlandıkları nokta, kendi tabanlarına o güne kadar söyledikleriyle yaptıkları arasındaki çelişkidir.
Sıkışınca yine islamcılık, yine “batı düşmanlığı”... Ama din kardeşliği de sözde. İşte Irak. Emperyalizm katletmeye, bombalamaya devam ediyor, “din kardeşleri”nden en küçük bir tepki yok. Öyle bir sorunları yok. “İslam alemi” deyip duruyorlar. Öyle bir şey de yok. Sınıflar var, sınıfların çıkarları var... Bu “islam alemi” dedikleri birbirlerini nasıl aldatıyor, nasıl satıyor, bilmeyen yoktur.
İslamcı kesimin bir başka yüzü, Hizbullah’ın mezar evleriyle birlikte geniş kitlelerin gözünde açık hale geldi. İslamcılar, ne emperyalizm karşısında, ne faşist düzen karşısında net bir tavra sahip değillerdir. İflah olmaz bir pragmatizme sahiptirler. Ve iflah olmaz bir anti-komünizm saplantısı içindedirler. İşte bu ideolojik yapı, onların düzen tarafından rahatlıkla kullanılabilmesini getirmektedir. Dini, mezhepleri kullananlar, kullanılır. Bu artık neredeyse siyasetin bir kuralı halindedir. Türkiye’de de böyle olmuştur.
Kendi dışındakileri kafir, düşman ilan eder. Hatta kendi dışındaki mezhepler de kolayca düşman ilan edilir. Tam emperyalizmin, işbirlikçilerinin istediği ortam. İslamcı kesim kendi içinde de bölük pörçüktür. Oligarşi, tarikatların çok ama bölük pörçük olmasını ister. 28 Şubat operasyonunun nedenleri arasında, tarikatların Refah çatısı altındaki yakınlaşmasının da payı olsa gerek. Nitekim, MGK’nın müdahalesi sonrası, tarikatların kimi, oligarşiye güven vermek için olmadık soytarılıklar yaparken, kimileri de yelkenlerini yeniden diğer düzen partilerine kırmışlardır. Sonuçta, devrimcilere düşmanlıklarıyla, halkı mezhepler, tarikatlar aracılığıyla bölmeleriyle, oligarşinin “böl-parçala-yönet” siyasetine uygun bir araç durumundadırlar.
Özgürlük ve demokrasi konusundaki tutarsızlıkları ise gerek iktidarları döneminde, gerekse de “türban” mücadelesinde çok net görülmüştür. Devrimciler katledilsin, devrimcilere işkence yapılsın, umurlarında değildir, hatta alkışçısı bile olurlar. Ama böyle olduğu için, bu tutarsızlık, hem onları tecrit etmiş, hem de tutarsızlık kendi içlerinde de ciddi çelişkilerin, soru işaretlerinin ortaya çıkmasına yolaçmıştır. Türban konsunda asgari bir eylemliliği bile sürdüremez hale gelmişlerdir. Haklar ve özgürlükler mücadelesinin çok sınırlı alanlarında birlikte olabilmek için bile, isamcıların çok ciddi muhasebeler yapmaları gerekir.
İslamcıların ve Kürt milliyetçilerinin politikaları, olaylar karşısındaki tepkileri o kadar çok benzeşmektedir ki, adeta birine bakarak diğerinin tavrını tahmin etmek mümkün hale gelmiştir. Sorunları ele alış tarzları, beklentileri, benmerkezcilikleri aynıdır. Mesela Cumhurbaşkanlığına Sezer’in seçilmesinde tavırları aynıdır. Aynı beklentilerle, aynı icazetçi ruh haliyle Sezer’i alkışladılar. Mesela, aynı mantıkla AB’ye evet demektedirler. Milliyetçiler de, islamcılar da emperyalizme karşı savaşamaz. Kapitalizm karşıtlıkları da biçimseldir. “Kürt işadamları”, “müslüman işadamları” diyerek kapitalist sömürüyü ve sömürüden pay almayı meşrulaştırmışlardır.
İslamcı kesimin yöneticileri, kodamanları, emperyalizm ve kapitalizmle böylesine bütünleşmişken, islamcı tabanda düzen muhalifi bir kesim olduğu açıktır. Bu tabanda, Refah’ın devrimcilerden çalınmış sloganlarının etkili olması, bu tabandaki “anti-emperyalist, anti-siyonist” duyguların güçlü oluşu, devrimciler açısından bu tabanın görmezden gelinemeyeceğinin başka göstergeleridir.
Aynı islamcı tabanda “devletçi”, “itaate yatkın” bir eğilim de vardır. Hizbullah türü örgütlenmelerin bu tabanda kolayca örgütlenebilmesi ve bu örgütlenmelerin aynı kolaylıkla devlet tarafından kullanılabilmesi de bu çelişkili yapının sonucudur.
İslamcılar, karşı karşıya kaldıkları tıkanıklıklarda, özgürlüklerin, inançların çiğnendiği noktada, muhalif yanlarını geliştirmek yerine, düzenle uzlaşmayı tercih etmişlerdir. Refah’a, Fazilet’e oy veren kitlenin önemli bir kesimi nezdinde, onların da bir umut, alternatif olma özelliği kalmamıştır. Bugün kitle içindeki etkileri, 1990’lı yılların başındaki “soldan çalınmış” sloganların etkisinden çok, dini bağlar ve çıkar ilişkilerine bağlıdır. Bu temelde de kitle üzerindeki etkileri belli ölçülerde sürecektir. Ama o kadar. Kitlelerin taleplerine sahip çıkan bir mücadele rüzgarı, bu kitlenin büyük bölümünü kendi doğal saflarına çekecektir.Sol; Türkiye solunun önemli bir kesimi bugün ne gelişmeler üzerinde önemli bir etkendir, ne de herhangi bir politikanın belirlenmesinde hesaba katılan bir güç durumundadır. Belli bir güce sahip bir kaç siyasi hareket ise, PKK’yla girdikleri BDG sürecinde kendilerini siyasi olarak adeta inkar ettiler. Kimileri için bu süreç elbette çok daha önceden başlamıştı. Beyinleri durmuştu gerçekten. Ulusal hareketi desteklemek devrimciler açısından meselenin bir yanıydı. Ya öteki yanı? Devrimcilerin ulusal hareketi eleştirme, etkileme görevi yok muydu? Eleştiri yapmayan ama “etkilemeye” çalışan kimilerinin ise “etkileme” biçimi ve anlayışları farklıydı. PKK’yı etkilemenin bir yöntemi olarak PKK yağcılığını teorileştirdiler. PKK’ya ne kadar yanaşırsak, ona ne kadar yedeklenirsek, ne kadar yağ çekersek o kadar etkileriz sandılar. Bu yedeklenmenin, PKK eylemlerine gidip pankart açmanın teorisini de “Kürt kitleyle içiçe olmak” diye yaptılar.
Taklitçilik uç noktaya vardı. O “Zilanlaşma” diyordu, öteki hemen bir başka isimle aynı şeyi söylüyordu. Roma sürecinde kravatlar takılıp Öcalan’ın “Roma Yürüyüşü”ne katılındı... Öcalan’ın gizli servislerin kontrolündeki seyahatleri ve nihayetinde Türkiye oligarşisine teslim edilmesi, çok öğreticiydi. Ama yine öğrenemediler. PKK’nın 6. Kongre’sinde yine “tek muhatap Başkan” kararı alındı. Başkanın durumu ortadaydı! Artık başka şeye bakmanın ne alemi vardı? Ama solun sözünü ettiğimiz kesimleri, 6. Kongre’de de “olumluluklar” bulmaya devam etti.
Sol öyle bir hale gelmişti ki, PKK Kürt-Türk çatışmasının teorisini yaparken bile, hala bu çember içinden çıkamıyor, dahası, sağa sola “sosyal şoven” diye saldırmayı sürdürüyordu.
Musibet öğretirdi, ama doğruyu söylemek gerekirse, bir kaç şey hariç, çok sayıda musibetten öğrenmemeyi başardı kimileri. Emperyalizm Öcalan’ı teslim etmeseydi, Kürt milliyetçiliği emperyalizmi kökten unutacaktı. Gerçi hatırlamaları da bir işe yaramadı ama, en azından onların dışında bazı kesimlerin gözünü açtı. PKK hayranı bazıları Mavi Çarşı eylemini bile savunacak noktaya gelmişti. Ama yine bu vesileyle devrimcilik ne, devrimci eylem nedir, bir kez daha tartışıldı. Herkes bütün bu gelişmeler ışığında olup biteni sorgulama ihtiyacı duydu. BDG süreci bitti, ama onun günahları hepsinin sırtında kaldı. Ciddi bir muhasebe cesareti gösterebilmiş değiller henüz. PKK’ya yedeklendikleri bu yılların Türkiye soluna verdiği zararları göremediler henüz. Veya gördüler, itiraf etmeye cesaretleri yok.
Bir kısmı ise, PKK’nın geldiği noktayı, “silahlı mücadelenin başarısızlığı” olarak göstermekte acele etti. Çünkü 70’li yılların ortalarında silahlı mücadeleyi savunanları “kitleden kopukluk”la suçlayanlar, özellikle 90’lı yıllarda bu nakaratı tekrarlayamaz haldeydiler. Çünkü bu ülkenin en kitlesel siyasi hareketi, silahlı mücadeleyi de en ileri düzeyde uygulayan siyasi hareketti. Bilinen eleştiri klişelerini kullanamıyorlardı, dilleri paslanmıştı. PKK’nın yenilgisi, paslı dilleri çözdü ve PKK değerlendirmesi yapmak yerine, silahlı mücadele düşmanlığı yapmaya başladılar. PKK şahsında açığa çıkan silahlı mücadelenin yanlışlığı değil, silahlı mücadeleyi pazarlık konusu yapmaktır. Ama bunu görmek için, devrim ve iktidar konusunda kararlı olmak gerek. Ufkunda iktidar olmayanların ne PKK’yı, ne de silahlı mücadeleyi doğru değerlendirmeleri mümkün değildir.
Bütün bunlar, özünde bir sonuçturlar. Solun önemli bir kesimi, teorik tahlil ve tesbitlerindeki, stratejik öngörülerindeki tutarsızlıklar, şablonculuklar, kendine güvensizliklerin sonucunda, önlerine çıkan sorunları aşamama durumuyla karşı karşıyadır. Büyük ve iddialı düşünmekten iyice uzaklaşmışlardır. Dergi sayfalarındaki büyük sözler, altı boş iddialar bu eksikliği telafi edecek durumda değildir elbette.
Türkiye solunun reformist kesimi veya başka bir ifadeyle legal parti çevreleri ise bu dönemin bir başka “hayal kırıklığı”dır. Özellikle aydın kesim, küçük-burjuva çevreler, çok şey bekliyorlardı onlardan. Soldan bazıları da reformizmin çok büyük bir gelişme gösterebileceği tahlilleri yapıyordu.
18 Nisan seçimleri, Türkiye tarihinde en çok sol etiketli partinin katıldığı seçimdir. Dışarıdan ülkemizdeki seçimlere bakan biri, oy pusulalarındaki “emek”, “sosyalist”, “işçi”, “özgürlük” vb. etiketli bu kadar partiyi görünce, memleketimizdeki demokrasinin genişliğine hayran olacaktır!
Legal parti çevreleri, özel olarak da ÖDP iddialı bir biçimde çıkmıştır ortaya. Kısa sürede hızlı bir gelişme beklentisi içindeydiler. Ama bu beklenti, Türkiye gerçeğinin doğru tesbit edilememesinin yarattığı bir beklentiydi. Legal parti çevreleri, 28 Şubat rüzgarı sayesinde arkalarına aldıkları burjuva basın desteğiyle, gelişmelerinin hemen hemen sınırına vardılar. Türkiye halkına söyleyebilecekleri bir şey yoktur bunların. Ne bir çekim merkezi olabilecek dinamikleri, ne de bu ülkede bir şeyleri değiştirebileceklerine dair bir güven verebilmeleri sözkonusu değildir.Partimizin yolu; Kuşatma altında Çiftehavuzlarda dalgalanan bayrak resmini herkes hatırlar. Oradaki bayrak, hareketimizdir. Parti-Cephemizdir. İdeolojik saldırıların, karşı-devrimin komplolarının, askeri saldırılarının dizginsizce sürdüğü, dünyada ve ülkemizde çeşitli alt-üst oluşların ve siyasi hareketlerde rüzgara kapılmış yapraklar misali savrulmaların yaşandığı bütün bu dönem boyunca, Parti-Cephemiz, o bayrağın görkemli dalgalanışı gibi, görkemle yerinde durmaya devam etti.
Sosyalist ülkelerdeki karşı-devrimler, kapitalist restorasyonlar ideolojik olarak geriletemedi bizi. Cuntanın hapishaneleri bizi rehabilite edemedi. İnfazlar, kayıplar bizi bitiremedi. Cuntanın ve devamcılarının tüm çabalarına rağmen, düzenin icazetine sığınmayı bir an olsun aklımızdan geçirmedik. Ne düzenin gücü, ne de Kürt milliyetçileri gibi geçici olarak öne çıkanların gücü karşısında boyun eğmedik. Ne Avrupa’ya ne de başka ülkelere bel bağlamadık.
Sosyalizmi savunmaya, devrimi savunmaya, halklarımızın birlikte mücadelesini savunmaya devam ettik. Fiziki saldırılar ve solun bir kısmının da içinde yeraldığı ideolojik kuşatmaya rağmen, silahlı mücadeleden, illegaliteden, devrimci örgüt anlayışından vazgeçmedik.
Mücadele ve örgütlenmenin karşımıza çıkardığı yeni sorunlar karşısında yeni şeyler söylemekten çekinmedik; tersine devrimciliğin hayata cevap vermek olduğunun altını çizdik. Kimileri dinazorluk, kelaynaklık olarak görse de, hayatın doğruladığı tesbitlerimizi, Türkiye solunun 80 yıllık mücadelesinin ürünü olan değerlerimizi, ilkelerimizi, kurallarımızı, ahlak anlayışımızı, ve nihai hedefimizi savunmakta ısrarlı olduk. Bu değerlerimizi savunmak sözkonusu olduğunda evet biz kelaynaklarız diye onurla haykırdık.
Gorbaçov ihaneti karşısında, Romanya’daki karşı-devrimci komplo karşısında, emperyalistlerin Irak halkına saldırısı karşısında, Yugoslavya saldırısı karşısında, devrimci duyarlılık ve uyanıklığın, emperyalizmi ve sosyalizmi doğru kavrayışın ifadesi olarak, devrimci ve enternasyonalist tavrı temsil ettik.
Bütün bu artıların yanında, önümüzde yapılacak o kadar çok şey var ki... Halkı daha büyük kitleler halinde örgütlemek, devrimi daha büyük ve etkili bir güçle geliştirmek, devrime gebe Türkiye’de hiç durmadan kafa yorduğumuz, güç ve enerji sarfettiğimiz yetersizliklerimizdir.
Belli bir zaman kesiti içinde askeri eylemler yapmadığımızda oportünizm bakın artık silahlı eylem yapamıyorlar diye adeta sevinç ifade eden yazılar döktürmeyi çok seviyor. Aynı şeyi düşman özellikle işkencehanelerde psikolojik-ideolojik savaşının bir parçası haline getiriyor. Bizim sorunumuz, çok eylem yapıp yapmamak değil. Bu ülke topraklarında silahlı mücadelenin, askeri örgütlenmenin kesintisizliğini sağlayabilmiş tek hareketiz. Silahlı mücadele konusunda bizi eleştirenler, acaba silahlı mücadeleyi yükselttiğimizde çok mu seviniyorlar? Halk düşmanlarını cezalandırdığımızda “düello”, “provokasyon” edebiyatına başlıyorlar bu kez de. Daha önemlisi, Türkiye solunun ruh hali, adeta bir deve kuşunun ruh haline benzerdir. Kendini abartmaktan, başkalarını eleştirmekten halk hareketinin gerçek durumunu tesbit etmeye, bundan sonuçlar çıkarmaya zamanı kalmıyor. 1996 1 Mayıs’ından sonra yaşanan gerileme, hepimizin gözleri önünde cereyan etti. Biz bu süreci tersine çevirmeye çalışırken, bunun için özellikle milliyetçilikle yoğun bir ideolojik kavgaya girişmişken pek çoğu bu kavganın niteliğini anlamaktan uzak, hala bize salvo atışları yollamakla meşguldüler.
İmha operasyonlarından, darbelerden sonra hala düzenin karşısında devrimci bir alternatif olarak siyasi arenadayız. Türkiye’nin hemen tüm bölgelerine yayılmış, legal ve illegal alanda varolabilen, kitleselleşmiş bir güç olarak mücadeleyi sürdürüyoruz. Bunlar zaten gerçek anlamda alternatif bir siyasi hareketin varolmasının asgari koşullarıdır. Bunlar bizim için şu veya bu kesimlerle kıyas içinde yeterli göreceğimiz şeyler değildir. Ama düşmanın, emperyalizmin tüm saldırılarına rağmen, bu noktada olabilmek, ve üstelik siyasi, örgütsel, ideolojik etki açısından gelişen bir güç olabilmek, Parti-Cephe stratejisinin doğruluğu, Parti-Cephe’nin doğru önderliği ve şehitlerimiz sayesinde mümkün olabilmiştir.
Yolumuz uzundur. Doğrulanmış bir yolda yürümenin moral ve stratejik gücü, bizimledir. Emperyalizmin “en tehlikeli örgütler” listesinde yeralmak, oligarşinin imha operasyonlarının baş hedefi olmak, üzerimize çok ağır bir yük bindirse de, doğru yolda oluşumuzun, bu yolda önemli bir mesafe katederek bir güç haline gelişimizin ifadesidirler. Bu ağır yük altında, saldırılar altında, ateş altında yolumuza devam ediyoruz.
Bu yol, Türkiye halklarının kurtuluş yoludur. Bağımsızlık, demokrasi ve sosyalizm yoludur. Bağımsızlığı, demokrasiyi kazanmanın, sosyalizmi kurmanın bir başka yolu olmadığı, son otuz yıllık Türkiye tarihinin en özet sonucudur.