Site hosted by Angelfire.com: Build your free website today!

Geçmişten Yankılar (02) (İki Kez Doğmuşluk ve YÖN Hareketi)


[ Serbest kursu ]


Makale yazari: Demir Kücükaydin Tarih, gün ve saat : 31. Ocak 2001 18:03:04:

Sosyalist ve Devrimci Hareketin Geçmişine Dair Geçmişten Yankılar (02)

(İki Kez Doğmuşluk ve YÖN Hareketi)

Türkiye'de Sosyalist Hareket iki kez doğdu. İlki Ekim devrimi rüzgarlarının etkisiyle oldu. Doğumu gibi sonraki kaderini de aynı rüzgarlar belirledi. 1960'larda ise her şey yeniden başladı, hem de ilk doğumda ulaşılanlardan bile çok daha geri bir noktadan. Bu yeniden doğuş ve eski doğuşla ilişkileri açıklayabilmek için yine benzetmelere baş vuralım.

Bir an için, bir kozmik ışınlar bombardımanının veya ani bir sıcaklık değişiminin yeryüzündeki yaşamı yok ettiğini düşünelim. Ve yine var sayalım ki, bir süre sonra koşullar değişsin ve yeryüzünde ilkel hayat türleri ortaya çıksın. Bu yeni ortaya çıkan ilkel hayat biçimleri, daha önce varolmuş, hayatın son derece yüksek biçimlerine göre geri bir aşamayı temsil ederler. Ama aynı samanda cansız bir çöle göre ileri bir aşamaya karşılık düşerler.

İşte 1960'tan sonra doğan devrimci hareket geçmişe göre hem geri hem de ileri bir oluşumun ifadesidir.1927, hatta 1930'lara kadar, gerek Türkiye'de gerek dünyada varolan devrimci teori ve pratiğin yüksek aşamalarına göre geri, -örneğin, Kıvılcımlı'nın 1930'ların başında yazdığı "YOL" ile YÖN dergilerini ya da TİP'i karşılaştırmak bu geriliği çarpıcı biçimde gösterir- ama 1950'lerin çöle dönmüş ortamına göre ileri.

Bunun sonucu ne olmuştur? Birçok devrimcinin ya da sosyalistin anlayamadığı... Yine benzetmelerle anlatmayı deneyelim.

Bir an için, bir nüklear savaş sonucu, yeryüzündeki tüm uygar insanlığın yok olduğunu, yalnız tropik ormanlarda yaşayan bazı ilkel kabilelerin sağ kaldığını var sayalım. Ve yine varsayalım ki, tüm uygar insanlık yok olmuştur ama, o uygarlığın yarattığı araçlar (otomobiller, evler, fabrikalar, kitaplar vs.) yok olmamıştır. (Nötron Bombası ile bütünüyle böyle bir sonuç mümkün.)

Sağ kaldıkları ücra kovuklarında çoğalıp, yeniden dünyaya yayılan ilkel topluluklar için, içinde bulundukları ilkel kültür ve teknik gelişim konağı dolayısıyla, yeryüzünün her yerinde karşılaşacakları eski uygarlığın kalıntısı olan araçlar onlara hiç bir şey ifade etmeyecektir. O modern araçların onlar için hiç bir kullanım değeri olmayacaktır. Ancak o ilkel topluluklar, eski yok olmuş uygarlığın binlerce yılda yaşadığı evrimi, başka bir yoldan da olsa yaşayıp, belli bir gelişim konağına vardıktan sonra, yok olmuş eski uygarlıktan kalan araçlar onlar için bir kullanım değerine sahip olabileceklerdir.

İşte 1960 sonrasında Türkiye'de yaşanan da böyle bir süreç olmuştur. 1960'larda yeniden doğan sosyalist ve devrimci harekete, yerli ve uluslararası sosyalist hareketin bir zaman ulaştığı doruklardan sunduğu teorik araçlar, henüz toplayıcılık ya da göçebelikle yaşayan aşiretlere bir traktörün ya da bir buldozerin ifade edebileceğinden daha fazla bir anlam ifade etmemiştir.

Tropik ormanlardaki kovuklarından çıkıp gelişen toplumlar traktörleri, kitapları vs. kullanabilecek bir düzeye geldikleri zaman, o insanlar içinden çıkan kimi tarihçilerin bir kısmının, daha önce yaşamış olan insanların ulaştıkları uygarlığı her şey, temel açıklayıcı ilke, daha sonra olmadı baştan yaşanan evrimi hiç bir şey; diğer kısmının ise, tersine, sonraki evrimi her şey, önceki evrimi hiç bir şey olarak değerlendirdiklerini düşünelim. Her iki bakış ta gerçekliğin yalnızca bir yanına ağırlık veriyor olacaktır. İşte, Türkiye sosyalist hareketinin tarihi ve gelişimi karşısındaki tavırlar da özünde benzer bir yanılgı içindedir. Her iki bakışla da mücadele etmek gerekiyor. Öte yandan, benzetmelerle açıklamaya çalıştığımız kavrayış aracılığıyla, her iki yanılgının varoluşunun da bir açıklaması yapılabiliyor.

**

Bir yandan Stalinizmin uluslararası etkisi, diğer yandan geri Türkiye'nin "Babil artığı küçük-burjuva" yapısı ve burjuvazinin terörü sonucu Türkiye'nin entelektüel hayatı çöle dönmüş; sosyalist bir gelenek hiç olmamışa dönmüştü. Fakat kapitalizm vardı ve kapitalist ilişkiler gelişiyordu. Kapitalizm var ise sınıflar da var demekti. Sınıflar varsa ezilen ve sömürülen insanlar var demekti. Baskı ve sömürü ise, ona uğrayan insanların bilincinde varolan düzenin insanlık dışı, adaletsiz bir düzen olduğu yargısını yeniden üretir. Ve bir kere bu hareket noktası ortaya çıkıp toplumsal bir muhalefet kendini çeşitli biçimlerde ifade etmeye başladı mı, ister istemez kapitalizmin ahlaki eleştirisinden bilimsel eleştirisine giden yola da yeniden girilmiş olur. "Her şeylere kadir Allah" nasıl bir "topal Şeytan" ile baş edemez ise, öyle ezenler de ezilenlerin, sömürülenlerin muhalefetini yok edemez; onun varoluşunun nedenini oluştururlar.

27 Mayıs sonrasında, yılların birikimiyle ortaya çıkan modern-kapitalist ilişkiler ve biriken çelişkiler aydınlar ve işçiler arasında, ülkede var olan düzenin akıl, ahlak, adalet, insanlık dışı olduğu düşüncesini yaratmadan edemiyordu. Ama tarihsel bakımdan doğru olan bu muhalefet bilimsel bakımdan yanlış da olabilirdi ve öyleydi de.

Engels "Felsefenin Sefaleti"ne yazdığı Önsöz'de bu probleme değinir:

"Burjuva ekonomisinin yasalarına göre, ürünün en büyük kısmı, onu üreten işçilere ait değildir. Şimdi tutar da, bu haksızlıktır, böyle olmamalıdır dersek, bu kez de bu sözlerin ekonomi ile doğrudan bir ilgisi kalmamış olur. Böyle söylemekle, bu ekonomik gerçeğin ahlak duygularımızla çeliştiğinden başka bir şey söylememiş oluruz. Bundan ötürü Marx, kendi komünist istemlerini, hiç bir zaman buna değil, kapitalist üretim biçiminin her gün gözlerimiz önünde yer alan ve gittikçe daha büyük ölçülere varan kaçınılmaz çöküşüne dayandırmıştır. Onun söylediği tek şey, artı-değerin ödenmemiş emekten ibaret olduğudur ki, bu da basit bir gerçektir. Ama biçim yönünden ekonomik olarak yanlış olan, dünya tarihi bakış açısından doğru olabilir. Eğer kitlelerin ahlaki bilinci, kölelik ya da toprak köleliği durumlarında olduğu gibi, bir ekonomik olgunun haksızlığını ilan ederse, bu, o olgunun ömrünü doldurmuş bulunduğunun, bir öncekinin çekilmez ve savunulmaz duruma gelmiş olmasından ötürü ortaya başka ekonomik olguların çıkmış bulunduğunun kanıtıdır. Demek ki, çok doğru bir ekonomik içerik, biçimsel ekonomik yanlışlığın ardına gizlenmiş olabilir..."

Türkiye'ye gelince... O, yalnızca kapitalist bir ülke değildir, aynı zamanda emperyalizmin bir yeni-sömürgesidir. Onu belirleyen, kapitalist ülke olması kadar. geri ve gericiliğin egemen olduğu bir ülke olmasıdır.

Ütopik sosyalizme, Batı'daki orijinal biçimiyle, hareket noktası sağlayan olgu, üretici güçlerin gelişmişliğine rağmen, bu olanaklar içinde ezilenlerin sefaleti akıl ve ahlak dışı görünmesiydi. Böylece sosyalist düşüncenin hareket noktası ezilen sınıflar ve onları bu durumdan kurtarmak oluyordu.

Türkiye'de ise bu hareket noktası tamamen başkadır. Türkiye geri bir yeni-sömürge olduğu için, entelijansiyaya akıl ve ahlak dışı görünen şey: üretici güçlerin dünyadaki genel gelişmişlik düzeyi karşısında, Türkiye'deki gelişmemişliği idi.

Batı'da insanları sosyalizm idealine vardıran sorun "kalkınma" ya da "ilerleme"nin nasıl olacağı değil; zaten ileri ve kalkınmış bir toplumda adaletsizliğin nasıl giderilebileceği problemiydi...

Bunun sonucu olarak 1960 sonrasında Türkiye'de yeniden doğan sosyalizm düşüncesinin, tıpkı ilk doğuşta olduğu gibi, yine doğuştan bir günahı vardı: hareket noktası sınıfsal değil ulusaldı.

Ceza suçun cinsindendir. Batı kapitalizmi, maddi zenginlikleri, politikası, fizik gücü ve ideolojisiyle kendi normlarını geri ülkelere dikte ettirmektedir. Ama bu normlar bir kere kabul ettirilince, geri ülke halklarına bu normlara sahip olmamış olmak akıl ve ahlak dışı görünmeye başlar. Geri ülkelerdeki toplumsal hareketlerin gücü ve güçsüzlüğü bir bakıma tam da bu noktada bulunmaktadır. Karşı çıkılan Batı'nın normları eleştirilmemekte ama onlara ulaşılmaya çalışılmaktadır.

Bu hareket noktası farklılığı, 27 Mayıs sonrasında doğan "yeni-ütopizm" diyebileceğimiz olgunun çıkardığı sonuçları da etkiler. Bu ütopizm, başat olarak sınıfın değil ulusun geriliğini ahlak ve adalet dışı gördüğünden, kapitalizme değil ama daha ziyade emperyalizme karşı çıkış biçimini alıyordu.

Aslında şu "gerilikten kurtulma" hareket noktası, Türk aydınının sadece 27 Mayıs sonrasında değil, hemen hemen 150 yıldır başlıca problematiğini oluşturmuştur. Osmanlı Devleti kapitalist Batı karşısında yenildikçe ve geriledikçe, nasıl onlar gibi olabiliriz sorunu Osmanlı aydınlarının temel sorusu olmuştur. Programlar hep bu soruya verilen cevaplara göre oluşmuştur. Bu soruya verilen "ıslahat", "meşrutiyet", "Cumhuriyet", "karma ekonomi", "planlı ekonomi" vs gibi cevaplar önce muhalefetin sonra da iktidarların programları olmuşlardır.

27 Mayıs sonrasında bu soruya "Sosyalizm" cevabı verilmiştir. Ama bu sosyalizm cevabı yanlış bir sorunun cevabı olduğu kadar, çarpılmış, sosyalizmi, kendisinden çok başka bir şeyi, bir tür stalinizmi içeren bir cevaptır da. Sovyetler Birliği Stalin döneminde geri bir ülke olmaktan çıkıp bir sanayi ülkesi olmanın örneğini sunduğundan, bunun yol açtığı yanılsama sonucu, "sosyalizm" bir kalkınma yolunun ifadesi olmuştur. Ama bu sosyalizm, Kemalist ve Osmanlı gelenekleriyle de, tencere kapağı misali denk düşen, bürokratik, çarpılmaya uğramış bir sosyalizmdir.

"Sosyalizm" kavramı tanımı gereği eşitlikçiliği de içerir. Bu karakteri nedeniyle de, cevap kendini var eden soruyla daima gizli bir çelişki taşımıştır, ve bu çelişki her fırsatta kendini açığa vurmuştur. Sosyalizm bir bakıma eşitlikçi bir kalkınma felsefesidir.

Türkiye'de Stalinizm bu nedenle aynı zamanda burjuva programlar karşısında ezilen sınıflara ait bir programın ilk çocuksu, ütopik ifadesidir de. Batı proletaryasının ütopizm adı altında yaşadığı aşamayı bizde, Stalinizm biçiminde yaşadık. Bu anlamda Stalinizmin savunusu ileri ve proleter bir karakter taşımıştır. Geri ütopyalara karşı daha ileri ve eşitlikçi bir ütopyanın ifadesidir. Bir yanılsamaya dayansa da, Stalinizmin bu somut anlamını ve işlevini kavramamak ve gerek 60 gerekse son 20 yılın sosyalist geçmişini "stalinizm" diyerek bir kalemde çizip atmak, somut gerçekliği hiç kavramamanın ifadesinden başka bir şey değildir. Türkiye proletaryası, batı proletaryasının 150 yıl önce aştığı ütopizm aşamasını, başka koşullarda ve başka bir biçimde yeniden yaşamak zorundaydı. Gelişimin zorunlu aşamaları iradenin bir vuruşuyla yok edilemezdi. Son 20 yılın sosyalist hareketinin tarihinin özü budur.

Elbette, Stalinizm'in Marksizm diye savunulması, Marksizm'le ilişkisi olmayan skolastik bir öğretinin savunulmasına yol açmış; Marksizm'i burjuva kurtlar karşısında kuzuya döndürmüştür. Ama bu ayrı bir konudur. Şu an bizim konumuz, öğretilerin bilimsel içeriği değil, somut tarihsel anlamıdır. Bilimsel yanılgıları değil, tarihsel haklılıklarıdır. Sadece doğrular değil, yanlışlar da bir gerçekliktir ve gerçeklik somuttur. Somut gerçekliğin tarihsel anlamı anlaşılmadan, bilimsel içeriğin bir eleştirisi de tam olmaktan uzak kalır. Açıklanamayan şey, eleştirilip aşılamaz. Marks ve Engels ütopik sosyalistlerin öğretilerinin içeriğindeki yanılgılar kadar, hatta daha fazla, onların tarihsel olarak haklı ve ileri yanlarına ağırlık vermişlerdir. Ve bilimsel sosyalizm nasıl ütopik sosyalizmin tarihsel mirasçısıysa, biz devrimci Marksistler de, sözünü ettiğimiz anlamıyla Stalinizmin tarihsel mirasçısıyız. Olmalıyız değil, öyleyiz zaten.

Evet, "Tek Ülkede Sosyalizm" ütopyası, Dünya tarihi bakımından, bilimsel sosyalist öğretinin saf ve soyut evrimi bakımından gerici bir ütopyadır; bir imtiyazlı kastın egemenlik aracıdır, ama, bizim koşullarımızda, geri bir ülkede, çölden yeniden bir hayatın doğduğu koşullarda, proletaryanın sınıf eğilimlerinin ifadesi olan ilerici bir ütopya da olmuştur.

Bu nokta önemlidir. Troçki'nin yazdıklarından bir adım öteye gidemeyen, onun özünü kavrayamayan birçok devrimci Marksist, bizdeki Stalinizm'in bu özgün anlamını kavrayamadığı için tüm geçmişi "Stalinizm" diyerek bir kalemde çizmekte, bunun sonucunda da, devrimci ve sosyalist hareketin Stalinizm biçimi altında aştığı birçok sorunu kavrayamamakta ve farkına bile varmadan, çizip attığı geçmişin aşılmış kimi problemlerine başka bir düzeyde de olsa takılıp kalmaktadırlar.

***

1960 sonrasında ilk olarak ortaya çıkan devrimci hareketin ütopizmi doğrudan doğruya Marksist bir görünüm altında ve Stalinizm biçiminde çıkmadı. Devrimci ve sosyalist hareket ve akımlar 1967 veya 1968'e kadar, bir "Marksizm'e hazırlık" ya da "başlangıç dönemi" yaşadı. Bu aşamaya karşılık düşen iki büyük hareket YÖN ve TİP olmuştur.

Bu iki hareket te her ne kadar Marksizm'den etkiler taşısa da özünde ve biçimde Marksizm dışıydılar. Ama onlar varlıklarıyla ve ortaya koydukları problemlerle toprağı Marksizm'in yeşereceği bir duruma getirdiler. Bu iki hareketin Marksizm dışında yürüttükleri tartışmalarda ortaya koyulan problemler bugün bile Marksizm çerçevesinde tartışılan temel problemler olmaya devam etmektedir. Jargon, varsayımlar ve çıkarsamalar değişmiştir ama temel problemler aynı kalmıştır. Bir problemi ortaya koymak başlı başına bir aşamadır. Onların yeni ve ileri olan yanı buydu.

1960'lara gelirken peş peşe ulusal kurtuluş savaşları sürüyor; eski sömürgelerde peş peşe ulusal devletler kuruluyor; Nehru, Nasır, Sukarno, Nkrumah gibileri Türkiye'nin geriliğine, gericiliğine ve emperyalist ülkelerce soyuluşuna tepki duyan aydınların özlemlerini dile getiriyordu.

Mısır, Hindistan, Endenozya, Cezayir, Gana kendi ulusal kurtuluşlarını İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra kazanmışlardı; "bizim" ise Birinci Dünya Savaşından sonra verdiğimiz bir ulusal kurtuluş savaşı yok muydu? Mustafa Kemal, Nehru ve Nasır gibilerin ilk örneği değil miydi? O halde bugün verilmesi gereken İkinci Kurtuluş Savaşı birincisinin geleneklerini ve mirasını savunmalıydı!.. Böylece 27 Mayıs sonrasında ilk çıkan YÖN dergisi ve hareketi Kemalizm'i bayrak yaptı. Programını Kemalizm'in söylemi içinde ve onu değişik biçimde yorumlayarak ortaya koydu.

Bu durum -günümüzde İran'da görüldüğü gibi- özellikle antik çağda ve kapitalizmin şafağında halk muhalefetinin, laik bir biçime bürünmeden önceleri dini bayrak altında ama o dini değişik bir biçimde yorumlayarak ortaya çıkmasına benzer. Bu partilerin bayraklarının dini olmasına bakıp ta onları feodalizmi ya da derebeyliği savunuyor sanmak görünüşe aldanmak olur.

Yön'ün bayrağı Kemalizm idi, Kemalizm ise bir burjuva ideolojisidir. Yöncülük ise radikal bir küçük burjuva ütopyasıydı. Öz ve görünüm aynı değildir. Nasıl ki, daha sonraki yıllarda yine küçük burjuva radikalizmlerinin ifadesi olan hareketler Marksizm ve Leninizm'i bayrak yapmakla öyle olmadılarsa, Yön de bu anlamda Kemalist değildi. Yöncülük bir burjuva hareketi değil, bir küçük burjuva radikalizminin ifadesiydi.

Ancak bir ideoloji bir kere benimsendikten sonra kendisi nispi bir bağımsızlık kazanır ve metodolojiden taktiklere kadar o hareket üzerinde sınırlayıcı bir etkide bulunur. Kemalizm'in Yön'cülük üzerindeki bu karşı etkisi onun toplumsal muhalefetin radikalleşmesine ayak uydurmasını engellemiş ve bir bakıma bugün gerçek öneminin gözden kaçmasına da yol açmıştır.

Marks 18 Brumer'de Fransız Devriminde kahramanların önceki olayın kahramanlarının diliyle konuştuklarına dikkati çeker. "İkinci Kurtuluş" problemini önlerine koyan Yön'cüler de "Birinci Kurtuluş" "kahramanları"nın diliyle konuşuyorlardı. Ve elbette birincisi biraz trajediyse ikincisi de biraz komediye benzedi. "Biraz" diyoruz, çünkü Türkiye'de klasik burjuva gelişimi gibi, o gelişimin ortaya çıkardığı ya da yetkinleştirdiği Trajedi ve Komedi görülmez. Sanat gibi tarih de Melodram ve Vodvil ekseni etrafında döner. Batı'nın Trajedi ya da Komedi kahramanları her şeye rağmen özgün tarihsel tiplerdir. Bizdekiler ise kötü kopyalar.

Yöncülük, daha sonraki yıllarda Marksizm'in giderek artan egemenliği ve yaygınlığı ölçüsünde ortaya çıkan Marksist görünümlü küçük burjuva radikalizmlerinden, ortaya çıktığı tarihsel koşullara ve bayrak yaptığı ideolojiye bağlı olarak özellikle dayanılacak güçler ve taktikler sorununda önemli farklılıklar gösterir: Yöncülüğün hareket noktası Türkiye'nin geriliği idi. Geriliğin nedeni olarak emperyalizm, emperyalizmin içerdeki işbirlikçisi "komprador burjuvazi" ya da "mutlu azınlık" ve derebeylik kalıntıları görülüyordu. Bu da Yöncülüğün programını belirliyordu. Türkiye'yi emperyalizmin yeni sömürgesi olmaktan çıkarmak, "mutlu azınlık"ı devletleştirmelerle, derebey artıklarını toprak reformuyla tasfiye etmek... Böylece Türkiye'nin gerilikten kurtulacağı düşünülüyordu. Bu demokratik karakterli program, bugün bile tüm küçük burjuva sosyalisti radikal hareketlerin programı olmaya devam etmektedir. Yön'cüler buna "Milli Devrimci Kalkınma Yolu" diyorlardı. Daha sonra bunun adı "Milli Demokratik Devrim" ya da Demokratik Halk Devrimi" olacaktır.

Peki bu programı hangi toplumsal güç gerçekleştirecekti?

Ezilen sınıflar "kaç ben kurtarayım" diyen bezirgan partilerin "oy davarı" durumundaydı. 27 Mayıs'ın devirdiği D.P. iktidarını oylarıyla başa geçirenler o ezilen yığınlar değil miydi? (Bir 27 Mayıs'çının deyimiyle onlar "Vatandaş değil Yatantaş" idiler). Demek hala aldatılıyorlar ve uyuyorlardı. O halde hangi güç kurtarabilirdi Türkiye'yi Emperyalizmin sömürüsünden? Bunun cevabı Türkiye'nin geçmişinde yatmıyor muydu? İşte Islahat, işte Meşrutiyet, işte Kurtuluş Savaşı ve işte son 27 Mayıs... "Asker-Sivil Aydın Zümre" tüm ilerici dönüşümleri gerçekleştirmemiş miydi? Ve bütün bunlar "Halka rağmen halk için" olmamış mıydı? Demek, Türkiye'yi gerilikten, emperyalizmin yeni-sömürgesi olmaktan kurtaracak özne "Asker-Sivil Aydın Zümre" olabilirdi.

Bu yaklaşımla İşçi Sınıfı ve köylülük dönüşümlerin bir öznesi değil, nesnesi olarak görülüyordu. Bu yaklaşım toplum tarafından da pek yadırganmıyordu. Osmanlı "Devlet Sınıfları"nın güdücü, halkın "reaya" olması geleneğine de denk düşüyordu. Hatta bir bakıma bu tarihin bir yansımasıydı.

Rus narodnikleri, geleneksel köy komününden (Mir) hareketle doğrudan sosyalizme geçmeyi düşünüyorlardı. Bundan dolayı ajitasyon ve örgütlenme çabaları köylüye yönelik oldu. Yöncüler Asker-Sivil Aydın" "Zinde Güçler" yöneticiliğinde ulusal bağımsızlık ve kalkınmaya ulaşmayı umuyorlardı, tüm ajitasyon ve örgütlenme çabaları "kapıkulları"na yönelik oldu. "Kapıkulları" demek uygun düşer çünkü en azından 1970'lere kadar aydın demek devlet kapısında maaşlı kapıkulu demektir de.

Yöncülük bu çerçevede aydınlara yönelik ajitasyonuyla emperyalist sömürü mekanizmalarını, geriliğe ilişkin olguları, siyasi, iktisadi, askeri bağımsızlığın nasıl ve ne ölçüde yitirilmiş olduğunu sergiledi. Bugün Yön'ün savunduğu ve yaygınlaştırdığı bu görüşler genç kuşaklara birer "Lapalis Hakikati" gibi görülebilirler. Ama onlar ilk söylendiklerinde, yazıldıklarında muazzam bir bilinç dönüşümü yaratmışlardı. Aydınların bilinci kapalılığından, durağanlığından, taşralılığından, kısırlığından bir ölçüde olsun sıyrıldı. Güçlü bir anti-emperyalist bilinç ve hareket dalgası yükseldi. Bu hareket çölde yeniden doğan bir hayatın ilk biçimleri gibiydi.

Yönizm bir küçük-burjuva ütopyasıydı dedik. Peki, bu hareket iktidarı ele geçirseydi programını gerçekleştirebilir miydi? Hayır! İktidara gelseydi -ki bu muhtemelen bir askeri darbe biçiminde olacaktı- bir sınıfa dayanmak zorunda kalacaktı. İşçi Sınıfı örgütsüz olduğu ölçüde, ister istemez finans-kapitalin kucağına düşecekti. İşçi Sınıfı örgütlü olduğu taktirde, olayların mantığı işçi sınıfını sosyalist devrime doğru zorladıkça Yönizm buna da karşı durup yine aynı noktaya varacaktı.

Soyut bir varsayım olarak, yöncülük bir boşlukta iktidarını yürütseydi de hedeflerine ulaşma (gerilikten kurtulma) yeteneğinde değildi. Bir yandan emperyalizme, mutlu azınlığa ve derebeyi artıklarına vurmak öte yandan da kapitalizmi sürdürmek gibi bir çelişkiyle maluldu. Yöncülük iktidara gelse ve bunu sürdürebilseydi ortaya bir küçük burjuva demokrasisi değil, en gerici türden bir bonapartist diktatörlük ve tekelci devlet kapitalizmi ortaya çıkardı.

Son bir noktaya daha değinelim. Yöncülük Marksistlerce eleştirildi. Sosyalizmin Türkiye'deki ilk doğumunun kılıç artığı "Eski Tüfek"ler yaşıyorlardı. Bu ilk doğuşun gelişiminin doruğu olan Dr. Hikmet Kıvılcımlı Yön'ü daha çıkar çıkmaz eleştirmişti. Bu eleştirilerin bir kısmı daha sonra kitap olarak da yayınlanmıştır. Ne var ki, bu eleştiriler hiç bir yankı bulmadan uzayın sağır boşluklarında yitip gitmiştir. Türkiye'nin yeniden doğmuş devrimci hareketi Kıvılcımlı'nın yayınlarını alabilecek ve onlara bir rezonans gösterebilecek frekansa henüz ulaşamamıştı. Bir atomik felaket sonunda, tüm uygar insanlık yok olduktan sonra, tropik ormanlarda kalabilen bazı topluluklar kovuklarından çıkıp yeryüzüne yayıldıklarında, yok olan uygarlıktan kalan modern araçlar onlara nasıl bir şey ifade etmeyecekse, Kıvılcımlı'nın eleştirileri de, 27 Mayıs sonrasında Amerika'yı yeniden keşfetmeye başlayan yeni kuşaklara aynı şekilde hiç bir şey ifade etmiyordu. Bu durum 1970'lere kadar sürer. Ancak 15-16 Haziran olaylarından sonradır ki hareket Kıvılcımlı'nın yayınlarını alabilecek frekansa ulaşır.

***

Yöncüler bir bakıma Rus Devrimi'ndeki Dekabristlere benzerler. Dekabristler, uyuyan Rusya'nın uyanışının, Büyük Fransız Devrimi ve Napolyon savaşlarından etkilenmiş ilk öncüleriydiler. Yöncüler de bir uyanışın, İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra ortaya çıkan Ulusal Kurtuluş savaşlarından, anti-emperyalizm rüzgarından etkilenmiş ilk öncüleriydiler. Dekabristler Kitlelerin gücü ve inisiyatifi hakkında bir kavrayıştan yoksundular; Yöncüler de öyle. Bu bakımdan Lenin'in de belirttiği gibi, Dekabristler nasıl kendi çağları içinde ilerici bir rol oynadılarsa, Yöncüler de kendi koşulları içinde benzer bir rol oynadı ve 21 Mayıs olaylarından sonra adım adım dönemini kapattı.

Yön esas dönemini kapatırken hareket noktası ve kökeni bambaşka, yeni bir aşamanın da ifadesi olan bir hareket yükseliyordu: TİP







Cevaplar:


[ Serbest kursu ]