Barış süreci, operasyon, ara rejim
[ Serbest kursu ] Makale yazari: Barış Orak Tarih, gün ve saat : 04. Ocak 2001 18:18:09:
Barış Süreci, Operasyon, Ara rejim
19 Aralık Salı saat 04:30’da devlet, ülke çapında 20 cezaevinde birden aynı anda askeri bir operasyon başlattı. Başbakan Bülent Ecevit’in sözleriyle “Teröristleri kendi terörizmlerinden koruma ve kurtarma” amacı taşıdığı iddia edilen ve adı “Hayata Dönüş” olan operasyon sırasında yüzlerce insan yaralandı ve resmi rakamlar ikisi asker 31 kişi demesine karşın henüz belli olmayan sayıda kişi öldü. (-Sayının belli olmamasının iki nedeni var; birincisi İHD’nin ve Meclis İnsan Hakları Komisyonu üyesi Fazilet Partili Mehmet Bekaroğlu’nun yaptığı açıklamalara göre hekkında hiç bir şekilde bilgi alınamayan kayıp insanlar bulunmaktadır. İkincisi ise operasyon sırasında 61. gününe ulaşan ölüm oruçları halen daha sürmektedir.-) Öncesinde Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk’ün “Yasal düzenlemeler yapılmadan F tipi cezaevlerine sevkler başlamayacak” açıklamasına rağmen operasyonun ikinci günü mahkum ve tutuklular hücrelere konuldu. Yine Hikmet Sami Türk’ün “Son ana kadar çözüm arandı. Son çare olarak operasyona başvuruldu” açıklamaları İçişleri Bakanı Saadettin Tantan’ın “Bir yıldır hazırlanıyorduk. Cezaevleri maketleri üzerinde çalışmalar yaptık” sözleri ile yalanlanmış oldu.
Medya küçük bir kesim dışında tutarlı bir şekilde operasyonun arkasında yer aldı ve psikolojik savaşın önemli bir ayağını oluşturdu. (-Zaten 14 Aralık’da DGM ölüm oruçları ile ilgili haberlere kısıtlama getirmişti. Ayrıca RTÜK, televizyonları ve radyoları devleti küçük düşürücü yayınlar yapmamaları konusunda da uyarmıştı.-) “Devlet Girdi”, “Sahte Oruç / Kanlı İftar”, “Vah Mehmedim” manşetleri ve; “Aslolan Hayattır”, “Hayat Güzeldir” başlıklı yazıları ile operasyona meşru bir zemin kazandırılmaya çalışıldı. Devlet tarafından medyaya dağıtılan “kendinizi yakın” emri içeren bant kaydı ve jandarma tarafından montajlanan cezaevi görüntüleri doğruluklarından hiç kuşkulanılmadan yayınlandı. İçişleri Bakanı Saadettin Tantan’ın “Oruç sahte...” Sağlık Bakanı Osman Durmuş’un “Hepsi turp gibiler” açıklamaları Türk Tabibler Birliği’nin tüm yalanlamalarına karşın doğru haber olarak verildi.
Bir takım köşe yazarları ise nereden geldiği belli olan bir emirle sivil toplum örgütlerine saldırmaya başladı:
Hürriyet’ten Ertuğrul Özkök: “Cezaevi olayı, Türkiye’de bazı sivil toplum örgütlerinin sefaletini de bir kere daha bütün açıklığı ile ortaya koydu. Kendi ilgi alanında hiçbir mesleki başarısı bulunmayan bazı insanların, siyaset sırtından isim yapma platformu haline getirdiği bu bazı sivil toplum örgütleri, son olayda bir kenarda otursalardı belki bu dram daha az hasarla atlatılabilirdi.”
Hürriyet’ten Emin Çölaşan: “İnsan hakları kavramının savunucusu olarak ortaya çıkan tiplerin ne olduğu ve gerçek yüzleri, son olaylarla bir kez daha gün ışığına çıktı. Bunlar, ‘insan hakları’ kavramını ‘Devlet ve millet düşmanlığı’ için kullanmaktan utanmayan kimseler. Bütün amaçları ‘aykırı’ sesler çıkarıp medyada yer bulmak ve isimlerini duyurmak. Fakat bu kez, bunlara maalesef bazı doktorlarda katıldı. Meslek ahlakına ihanet etmeyi yeğleyen o doktorlar ve bazı baro başkanları! Bunlar böyle kargaşa dolu ortamları severler! O zaman ahkam kesmeye başlayıp medyada yer bulurlar!”
Milliyet’ten Doğan Heper: “Türk Tabibler Birliği arabuluculukta başarı gösteremedi. Pek çok doktorun ve tıp fakültesinin karşı çıkmasına rağmen şuur kaybı halinde bile tıbbi müdahaleyi engelleme girişimleri ve telkinleri büyük bir tehlikeye yol açtı. Üstelik Sağlık ve İçişleri bakanlarının ve bazı doktorların cezaevine yapılan operasyonlardan sonraki ‘ölüm orucu yok ki, hepsi sapasağlam’ ifadeleri de, TTB’nin oruçtakilerle ilgili son birkaç gündeki açıklamalarıyla çelişki teşkil ediyordu. Bu çelişkiyi bir ideolojik tavrın göstergesi olarak yorumlayanlar da var. Eğer inanılması imkansız bu görüşün doğruluğu bir an için kabul edilirse, bu en kutsal mesleğin, doktorluğun iflas ettirilmesi anlamı taşımaz mı? TTB yönetiminin istifası gerekmez mi?
Azınlıkta da olsalar bazı yazarlarca operasyonun ve medyanın tavrının nereye hizmet ettiğini açıklayan yazılar yazıldı.
Yeni Gündem’den Ragıp Zarakoğlu: “Sivil toplum, yeni bir kıyımı engelleme kaygısıyla, açlık grevleri nedeniyle ilk kez bu denli etkili bir biçimde kamuyunu belirleyebildi, resmi toplumu geri adım atmaya zorladı. Ama o momentin kaçmasıyla birlikte, inisiyatif yeniden ‘resmi topluma’ geçti. Şimdi cezaevi kıyımının dehşetengiz görüntüleri, dünyanın en yoğun dezenformasyon kampanyası ile ‘sivil toplumu’ etkisizleştirme operasyonu olarak sürdürülüyor. Bu operasyonun son derece militarist konseptlerle belirlendiği anlaşılıyor. Militarist mantıkla ‘düşman’ olarak tanımlanan oluşumların mutlak tasfiyesi vazgeçilmez bir hedef oluyoor. Elbette eğer bir ‘düşman’ güç varsa, mutlaka bunun ‘işbirlikçileri’, destek, yan güçleri de vardır. O zaman eğer düşmanı tasfiye planı gündeme geldiyse, bunun doğal devamı, daha sonraki aşamada, potansiyel ya da fiili destek güçlerinin tasfiye edilmek istenmesi olacaktır.
Cumhuriyet’ten Oral Çalışlar: “TTB üretilen yalan yanlış bilgilerle topa tutuluyor. İstanbul Barosu hedef alınıyor. Bir uzlaşma için çaba sarf eden herkes, toplu bir bombardımanın hedef tahtaları haline getiriliyor. Neden bunca öfke? Bu ülkenin düşünen insanları, demokrasiyi savunan insanları bu kritik günlerde neden susturulmak isteniyor? Bu hınç, bu kampanya neden? Bu ülkede muhalif ses çıkmayacak mı? Hep birlikte bando mızıka eşliğinde yapılanlara alkış tutmak ve evet demek dışında bir seçenek kalmayacak mı? Şimdi yine toplum tek taraflı bir bombardıman altında. İçeride ne olup bittiğini yalnızca operasyonu yapanlar anlatıyorlar. Herkes de buna inanarak yorum yapıyor. Bazı meslekdaşlarım, eski sağduyularını yitirmiş bir şekilde yazılar yazıyor...” “...bu ülke çok kötü yerlere götürülüyor. Bedelini yarın hep birlikte ödeyeceğimiz tehlikeli yere doğru yol alıyoruz. Aklınızı başınıza toplayın. Üç gün sonra pişman olacağınız yazılar yazmayın. Öfke ve kini kışkırtmanın kimseye bir yararı yok... Demokrasi ve insan hakları size de gerekli. Hepimize de...”
19 Aralık ortaya konan senaryonun doruk noktası oldu. Senaryo ise bir ara rejim döneminin hayata geçirilmesinden oluşuyordu. Aktörler ise derin devletti.
Abdullah Öcalan’ın yakalanmasının ardından PKK’nin barış önerisi ile silahlı kuvvetlerini sınır dışına çekmesi sonucunda Türkiye uzun bir süredir içinde bulunduğu çıkmazdan kurtulabilme şansı yakaladı. Böylelikle savaşla yatıp kalkan, krizlerle yönetilen ve en ufak bir muhalefete bile yaşama alanı bırakmayan bir yönetim modelini terk etme imkanı doğdu. Avrupa Birliği’ne girebilme çabaları hem böylesi bir zeminin sonucuda oluştu hem de barış ve demokrasi isteğinin dışavurumu haline geldi. Avrupa Birliği’ne giriş tam da Türkiye için faşizmden kurtulabilme anlamı taşıdığı için bazı kesimler bu sürecin önüne geçebilme telaşı içine girdiler. Kürtçe televizyon tartışmaları yaşanırken MGK Kürtçe televizyona kesin bir dille karşı çıktı ve her fırsatta PKK’nin siyasallaşma çabasının engellenmesi gerektiğini sertçe belirtti. Türk Silahlı Kuvvet’leri Kuzey Irak’da YNK güçleri ile birlikte PKK’ye karşı operasyon başlattı. (-Bu gelişme hiçbir şekilde medyaya yansımamıştır. Ancak Türkiye’nin gerçekten de çok zor bir sürece girmek üzere olduğunun en güçlü kanıtı bu gelişmedir. YNK güçleri ile birlikte Türk Silahlı Kuvvetleri’nin PKK’ye karşı düzenledikleri opeasyon iç savaşı tekrar başlatmak üzere atılmış bir adım olarak görülmelidir.-)
Sonu 19 Aralık’a varan çarpıcı gelişmeler arka arkaya geldi / getirildi:
ê Sokakta afiş asan üç gence polislerce ateş açıldı ve bu gençlerden biri öldürüldü.
ê Bir polis otobüsü tarandı ve bu olayda iki polis öldü.
ê Çevik kuvvet polisi ayaklandı ve yürüyüş yaptı.
ê Faşistler polislerle birlikte F tipi cezaevlerini protesto eden eylemcilere ve ÖDP ve HADEP binalarına saldırdı.
ê Ölüm orucu eylemi yapılan 20 cezaevine devlet kanlı bir şekilde müdahale etti.
ê Bir ülkü ocağına silahlı saldırı gerçekleştirildi ve bir kişi öldürüldü.
Ortaya konan senaryo 1980 darbesi öncesinde yapılanlarla çok büyük benzerlikler taşımaktadır. Her iki dönemde de provakosyonlarla, çatışmalarla ve katliamlarla askerin yönetime el konmasının altyapısı hazırlanmıştır. Ayrıca Türkiye böylesi ara rejim dönemlerini 90’lar boyunca iki defa daha yaşamıştır. Böylelikle Çiller’in iktidarda bulunduğu sırada Doğan Güreş’in başını çektiği müdahale dönemi ve 28 Şubat döneminden sonra bir üçüncü ara rejimimiz daha olmuştur. Böylesi bir darbenin arkasında derin devletin bulunduğuna kuşku yoktur. Ancak bu işi tezgahlayanların Amerika ve Avrupa Birliği’nden onay alıp almadıkları belirsizliğini korumaktadır. Eğer onay almışlarsa ne gibi bir pazarlığın yapıldığı soru işaretleri taşımaktadır. Yine de ara rejimin ne kadar süreceği onay alınıp alnmadığına ya da yapılan pazarlığa göre belirlenecektir. Bunların tümü şimdilik karanlıktadır. Ancak açık olan şu ki bir önceki dönemde yaşanan barış sürecinin önü şimdilik tıkanmıştır.