Site hosted by Angelfire.com: Build your free website today!

Sosyalist Ekonomi Üzerine Düşünceler - 2


[ Serbest kursu ]


Makale yazari: Doğan Arkadaş Tarih, gün ve saat : 13. Ekim 2000 17:48:43:

Su yaziya cevaben: Ekonomi Tartışmaları makale yazari: Doğan Arkadaş Tarih, gün ve saat : 13. Ekim 2000 17:41:02:

Makale yazari: Dogan Arkadas Tarih, gün ve saat : 05. Agustos 2000 13:31:49:

Merhaba,
Önceki yazımızda, sosyalist teoride ekonomi konusunun tarihsel gelişimine bakmıştık.
Kısaca özetlemek gerekirse, kapitalizme karşı ekonomik seçenek konusunun Ekim
devrimine kadar, teorideki yerinin belirsiz olduğunu ifade etmiştik. Ekim devriminden sonra
ise devletçiliğin sosyalist ekonominin belirgin bir özelliği olarak göründüğüne değinmiştik.

Dünkü yazıya eklenecek bazı konuları da yazdıktan sonra, bugünkü konumuza geçeceğiz.

Belirsizlik döneminde, ekonomi nötr bir alan olarak görülmüştü ve kapitalizmin aşılması
anlamına da gelmek demek olan sosyalizmin, ekonomik olarak da kapitalist ekonominin
gelişiminin bir türevi olacağı varsayımı, bu konunun seçenek düzeyine yükseltilmesi
noktasında yoğunlaşılmasını engellemiştir.

Devletçilik döneminde ise, bir kalkınma problemi ile karşı karşıya kalındığı için de,
devletçilik anlayışı ile sosyalist ekonominin geliştirilmeye çalışıldığını söylemek mümkün.
Gerçekten de Rusya da devrim gerçekleştirildiğinde, Rusya henüz kapitalist bir devlet
durumunda değildi. Dolayısıyla kapitalizmin kitlesel üretim düzeyine vardığında, sosyalizmin
maddi altyapısının oluşturulabileceği varsayımı Rusya için geçerli değildi. Bu durumda
Sovyet liderlerinin, " ya maddi altyapı hazır değil, o halde biz bu sosyalizm işinden
vazgeçelim" demeleri beklenemezdi. Ya tamam ya devam denilecekti. Sovyet liderleri
devam demeyi tercih ettiler.
Bunun sonucunda da sosyalist ekonomi, devletçilik ve planlı kalkınma olarak ele
algılanmaya başlandı. 20. yüzyılda sosyalimin, geri kalmış ülkelerdeki demokratik
hareketleri büyük ölçüde etkilemiş olmasının temel nedenlerinden biri de onun bir kalkınma
seçeneği durumuna dönüşmüş olmasındandır. ( 1930'lardan itibaren Türkiye'de de planlı
kalkınmanın başlatıldığını biliyoruz. Ayrıca "kapitalist olmayan yol" tezlerini de hatırlayın. )
Bir şey daha eklemeli. Kapitalist ekonominin vardığı düzey, öyle bir noktaya gelecekti ki,
artık işler sermayedarlar sınıfı tarafından yürütülemiyecekti. Ve İşler giderek sadece
emekçiler tarafından yürütülür hale gelecekti. Gerçekten de bugün Coca Cola'nın, Shell'in,
Toyota'nın vb patronlarını bilmiyoruz. Bütün bu kuruluşlar emekçiler tarafından
yönetiliyorlar. !
Türkiye'de kapitalizm, henüz sermaye sınıfının işletme yönetiminden çekilip yerlerini
emekçilere bırakacağı bir düzeyde değil. Evet henüz böyle ama ilerde de çekilecekler diye
bir ifade söylemek henüz erken. Bunun nedenlerini yeni dönemin ekonomik yapısını
incelerken ele alacağız. Ama şunu söylemeden geçmemeli, bu çekilmeme olgusunun bizim
yeteneksizliğimizle falan ilgisi yok. Bütünüyle farklı tarihsel dönemlerde bu aşamaya
gelinmiş olması ile bağlantılı.
Öte yandan bazı kuruluşlar emekçilere yönetimi bırakma yoluna gittiler. Bunlardan ilki Koç
Holding oldu. Koç Holding'in yönetimi emekçilere bırakması Hürriyet gazetesinin ilk
sayfasına başlık olmuştu. Bence Türkiye'de kapitalizmin geldiği aşamayı göstermesi
bakımından başlık olmayı da hak ediyordu.
Bir konuya daha kısaca değinmeliyim. Dikkat edilirse, şirket üst yöneticilerine de
"emekçiler" deyimini kullandım. Emekçi, geçinmek için emeğinden başka bir şeyi olmayana
denir. Bu anlamda onların da bu kategori içine alınması normal karşılanmalı. Ama siyasal
bir kategori düzeyinde, solun tabanı olarak emekçi kategorisine alınırlar mı, bu konuya
"emekçi sınıfların sınıf-içi çelişkileri" konusunda yazacağımız bir yazıda değineceğiz.
Ama bir şeye de işaret etmeliyiz. Üretimi emekçiler örgütlese bile, üretim sürecinin durumu
değişmedikçe eşitsizlik yeniden ortaya çıkıyor. Bu kez altta kalan emekçi ile üstte kalan
emekçi gibi bir durum ortaya çıkıyor. bazılarıise emekçi kategorisine bile giremiyorlar, işsiz
kalıyorlar ! ( sınıf içi çelişkilerden kasdımız da bu )
Şimdi biraz serbest piyasa ve merkezi planlama (devletçilik) konusuna değinebiliriz.


Klasik Liberal teoriye göre, üretim , yatırım, fiyatlar vb. piyasada belirlenir. Piyasa, piyasa
güçlerinin bir araya geldiği, birbirleri ile etkileşim halinde oldukları ve her gücün kendi
iktisadi çıkarını en üst düzeyde koruduğu ve gerçekleştirmeye çalıştığı varsayımsal bir
alandır.
Bu anlayış Marx tarafından eleştirilmiştir. Eleştiri noktası şudur: Başlangıçta piyasa güçleri
eşit konumda olsalar bile (serbest rekabetçi dönem), süreç içinde piyasa güçleri arasındaki
mücadele , bu güçlerden bazılarının galibiyeti ile sonuçlanacaktır.(tekelci dönem)
Bu eleştirinin doğru olduğu Liberal ekonomistler tarafından da kabul edilmiştir. 1929
krizinden çıkış da bu eleştiriyi esas alan bir düzlemde gerçekleştirilmiştir. ( Bu arada
Liberallerin Marx'ın eleştirisini ciddiye almaları konusuna dikkat çekerim. Sosyalistlerin,
Liberallerin eleştirilerini ciddiye almaları konusunda bir tavır gördünüz mü siz ? )
Keynes, piyasanın işlemesi için devletin müdahale etmesi gereğini savunmuştur. Ancak
Keynes, piyasanın işlemesi için devlet müdahalesini, tüketici olanlar lehine bir düzenleme ile
gerçekleştirmesi yönünde ifade etmiştir. Çünkü kaynakların sürekli olarak şirketler elinde
toplanması, halkın yoksullaşmasını getiriyor ve yoksullaşan halk da bir tüketici olarak
üretilen malları satın alamıyordu. Böylece de ortaya kriz çıkıyordu.
Öyleyse gelir dağılımndaki düzenlemelerle ve sosyal devlet anlayışı ile halkın
yoksullaşmasının önüne geçilebilir ve onların iyi birer "müşteri" olarak ayakta kalmaları
sağlanabilirdi. Böylece arz ve talep arasındaki dengesizlik aşılacaktı ve dolayısıyla piyasa,
söylenen rekabetçi kurallarla işleyebilecekti.
Bu anlayış sosyal devlet olgusunu da beraberinde getirdi. 1945 sonrası Avrupa'da hızla
sosyal devlet anlayışı yayıldı. Türkiye'de de 1961 anayasası ile ilk kez devlete sosyal bir
nitelik kazandırıldı. ( 1961 anayasasının, bence toplumumuza kazandırdığı en önemli
kazanımlardan biri de budur.)
Bunun sonucunda solda devletçilik, sağda ise sosyal adaletçilik savunulmaya başlandı. (
Bugün sosyal olan herşeye karşı, populizm yada komunizm sıfatı yapıştırılıyor ! Tabii bunu
söyleyenlerin, bir zamanların sosyal adaletçi Adalet Partisi'nin mirasçıları olduğunu görmek
çok komik, değil mi ? Utandıkları için olsa gerek, "Adalet partisi de komunistti"
diyemiyorlar ! Onların bugünkü anlayışlarından bakılırsa, evet, gerçekten de AP komunistti
! )

Bütün bu anlattıklarımız, 1980'lerin sonuna kadar geçerli olan durumu yansıtma çabası.
1980'lerden sonra ne oldu konusuna, sonra değineceğiz.

Bana kalırsa, Marx'ın o eleştirisi hala geçerliliğini koruyor. Serbest piyasa gerçekten
serbest mi ? Liberallerin buna yanıtı, "o halde serbest piyasanın serbestliğini koruyalım"
oluyor.( Microsoft'un ABD devleti tarafından tekel yarattığı eleştirisi ile bölünmesi olayını
anımsayın.)

Bence Marx'ın eleştirisine eklenecek bir başka nokta daha var. O da şu : Piyasa güçleri
piyasa içinde "iktisadi hedeflerle" hareket ederler. Çünkü piyasa içinde var kalmak ve bir
güç olabilmek için, "iktisadi hedeflerle" hareket edilmek zorundadır. Oysa salt iktisadi
hedefler, iktisadi-toplumsal yaşamın ortaya getirdiği sosyal sorunlara çözüm getiremezler.
Bunun en belirgin örneği ülkemizdeki durum. Salt iktisadi hedeflerle hareket eden bir
yatırımcı, Doğu'ya yatırım yapmamaktadır. Bunun sonucunda Doğu'da iktisadi kalkınma
gerçekleştirilememekte ve bunun sonucunda bir yığın iktisadi -toplumsal sorunla
karşılaşılmaktadır. Göç, çarpık kentleşme, işsizlik vb en başta akla gelenler. ( Kürt
sorununu özellikle saymadım. Bu, sorununun hem bir kimlikle ilgili boyutu da olmasından
kaynaklanıyor, hem de bu konudan söz açınca sanki Kürt sorunu ile ilgili tespitlerimiz
sorunun sadece bu iktisadi yanı ile kapsıyormuş gibi algılanabilir kaygısıdır. )

Oysa insanlar, somut sorunlarını kollektif olarak çözmek için bir arada (yani toplum
halinde) yaşıyorlar. Devlet de, soyut bir düzeyden bakıldığında idealize edilmiş biçimi ile,
bunun bir aracı.
Sağlıklı yaşamak, toplumsal yaşamın insanlara sunduğu olanaklardan eşit olarak
yararlanmak, nesillerini devam ettirmek, sağlıklı bir konutta yaşamak vb. hemen hepsi,
insanların temel hedefleri. Ama halkın bu olanaklardan yoksun geniş kesimleri, piyasa
güçlerinin rekabeti karşısında ve onları salt iktisadi hedeflerle hareket ediyor olmalarının bir
sonucu olarak, arka planda kalıyor ve dolayısıyla ortaya mevcut açlık, yoksulluk vb.
çıkıyor.

Liberallerdeki baskın görüşe göre, devlet piyasanın sağlıklı işlemesi için müdahale
etmelidir. Ama devlet bu müdahalesini, "piyasanın sağlıklı işlemesi için" yapmalıdır. Son
istikrar tedbirlerinden sonra, gazetelerde yazan bazı Liberallerimizin görüşleri bu konuda
örnek olabilir ! Devletin müdahaleciliğine karşı çıkan bazi Liberal yazarlarımız, banka
operasyonları, döviz kurlarının ayarlanması vb. konularındaki devlet müdahaleciliği
karşısında nedense suskun kalmakta yada piyasayı bir tanrı katına çıkarırcasına, piyasa
kurallarının düzgün işlemesi adına bu müdahalelere alkış sunmaktadırlar.
Bu arada Liberallerimiz de piyasanın sosyal sorunlara yol açtığının farkındadırlar. Ama
onların bu konudaki çözümleri, "piyasa güçlerinin sosyal hedeflerle de uğraşması". Ancak
devlet, piyasa güçlerini bu sosyal hedeflere zorlamamalıdır. Piyasa güçleri sosyal hedefleri
kendileri belirlemeli ve pratiğe geçirmelidir. Buna yönelik eleştirimiz ise çok açık :
Toplumsal sorunlar piyasa güçlerinin insafına terk edilmektedir.
( Sivil Toplum Kuruluşları övgüsü de, bu anlayışın bir yansıması olsa gerek.
Hatırlarsınız, depremden sonra basınımız, depremden sivil toplum çıkarmışlardı.
Sendikaların, derneklerin vb. üyelerinin demokratik ve iktisadi hakları için yaptıkları
etkinlikleri görmeyen basınımız, birden AKUT örneğinde olduğu gibi bir takım zengin
çocukların insafı ile kurulmuş kuruluşlara sosyal sorunları çözme görevi vermişlerdi. Bunu
da demokrasi adına alkışlamışlardı. STK tartışmasında, Liberallerimizin sosyal sorunları
patronların insafına terk etme anlayışlarının tipik bir görüntüsüdür bu. Bu arada yanlış
anlamaları önlemek için, şunu söylemeliyim. AKUT gibi iyiniyetli kuruluşların çalışmalarını
takdirle karşılıyorum. Bu tarz çalışmaların artması, tabii ki ülkedeki demokratik ortamı
geliştirecektir. Bu nedenle desteklenmelidirler. Ancak onları iyiniyetle ve insaniyet
çerçevesinde yaptıkları çalışmaları, (örn.) sendikalar yaşamsal anlamda yapıyorlar.
Eleştirdiğim şey, AKUT vb. kuruluşları demokratik bir kuruluş olarak görüp
destekleyenlerin, neden kamu çalışanlarının 100 bin kişilik mitinglerine gazetelerinde kibrit
kutusu kadar bile yer vermedikleridir, neden onları desteklemedikleridir. Tabii, yanıtı
tahmin edilebilir.

Serbest piyasanın tam karşıtı merkezi planlamadır.
"Planlama, iktisadi olanla sosyal olanı bir araya getirme çalışmasıdır." "Sosyal"istlerin bu
nedenlerle planlama düşüncesini teorik olarak red etmemeleri gerektiği kanısındayım.
"Planlama nasıl yapılacaktır", yani "iktisadi olanla sosyal olan yeni dönemde nasıl bir araya
getirilecektir" konusu sonraki yazıların konusu. Ama şunu da belirtmeliyim. Merkezi
planlama, planlamanın tek biçimi değildir. Bunu söylemekle yetinelim.

Burada bir noktaya daha değinmeliyiz.
Liberaller, hemen her olaya tekil olarak bakarlar ve o olgunun çevresi ile ilişkilerini göz ardı
ederler. Sosyalistler de nedense tam tersini yaparlar, ve her olayı çevresi ile ilişkileri içinde
öyle açıklarlar ki sonuçta, olgunun kendisi bir figüran durumuna düşer, önemsizleşir.
Örneğin basitleştirerek söylemek gerekirse, bir fabrika zarar ediyorsa Liberallere göre bu
fabrika hemen kapatılmalıdır. Sosyalistlere göre ise, fabrikanın zararı bir düzen sorunudur
ve düzen değişmeden bu olgu da değişmez ! ( Ben bu tavrın sosyalist bir tavır olduğu
kanısında değilim ama yaygın bir durum bu. )
Buna bir örnek Kars'taki süt-peynir fabrikasından verilebilir. Bu fabrika zarar etmektedir.
O halde kapatılmalıdır. ( Netekim özelleştirildi.) Oysa doğru bakış açısı şudur. Evet tekil
olarak ele alındığında o fabrika zarar etmektedir, ama o fabrika bulunduğu bölgede öyle
bir iktisadi ve toplumsal hareketlilik yaratmaktadır ki, bu zarar oralardan telafi
edilebilmektedir. Örneğin binlerce işçi orada çalışmaktadır ve devlete vergi vermektedir;
ürünlerin taşınması, dağıtılması vb için şirketler kurulmaktadır vb...
Şimdilik bu kadar.
İlerideki yazılarda 1980'lerden sonra ekonomi konusuna bakacağız ve bu konudaki
gözlemlerimizi anlatacağız.
Soru, eleştiri, katkı yada itirazlarınızı bekliyorum.
Saygılarımla,




Cevaplar:


[ Serbest kursu ]