Site hosted by Angelfire.com: Build your free website today!

Sosyalist Ekonomi Üzerine Düşünceler - 1 ( Tarihsel Süreç )


[ Serbest kursu ]


Makale yazari: Doğan Arkadaş Tarih, gün ve saat : 13. Ekim 2000 17:44:28:

Su yaziya cevaben: Ekonomi Tartışmaları makale yazari: Doğan Arkadaş Tarih, gün ve saat : 13. Ekim 2000 17:41:02:

Makale yazari: Dogan Arkadas Tarih, gün ve saat : 04. Agustos 2000 13:48:37:

Merhaba,
Ekonomi solcular açısından nedense son dönemde fazlaca da tartışma alanı içinde
bulunmuyor.
Oysa ekonominin sosyalizm teorisi içinde yeri oldukça önemli.
Biz bu ".... Düşünceler" başlıklı yazılarda, ekonomi üzerine "okuduklarımızı" ve bunların
bizde "çağrıştırdıklarını" yazacağız.
Ekonomist değiliz. Bu konuda uzman arkadaşların katkıları bizim için çok önem taşıyor.
Öte yandan ekonomi üzerine konuşmak için de ekonomist olmak gerekmiyor.
Ekonomi üzerine yazdıklarım konusunda çok da fazla "iddialı" değilim. Yazma amacım da
öğrenmek yada beraber düşünmek. Kullandığım dil, bunu ima edecek mi bilmiyorum ama
buna gayret edeceğim.
Katkı sağlayacak herkese teşekkürler ederim.

1-) EKONOMİNİN SOSYALİST TEORİDEKİ YERİ İÇİN TARİHE KISA BİR
BAKIŞ :

1700'lü VE 1800'lü yıllar Avrupa'da feodalizmin tasfiyesi ile geçti. Feodalizmin tasfiyesi,
sadece feodallerin tasfiyesi olarak görülmemeli. ( Zaten öyle olsaydı feodallerin öldürülmesi
ile tasfiye gerçekleşmiş olurdu! )
Feodalizmin tasfiyesi aynı zamanda feodalizmin toplumlar üzerindeki feodal kültürünün de
tasfiyesi olarak yorumlanmalı.
"Özgürlük" bu tasfiye hareketinde anahtar sözcük olarak öne çıkıyor. "Bilim" de öyle.
Öte yandan hanedanların iktidarlarının sınırlandırılması yada kaldırılması, yasaların
yapılmasına da olanak veriyor. Hukukçuların kodifikasyon dedikleri bu dönemde
toplumsal yaşamı yönlendiren temel yasaların ele alınmakta oldukları göze çarpıyor.
Medeni yasa, ceza yasası, borçlar yasası, ticaret yasaları vb. gibi.
Kodifikasyonu önceleyen dönemde "Toplum sözleşmesi" tartışmalarının bulunması dikkate
değer.
Yasaların oluşturulmaya başlanması, hanedanların ve feodallerin tasfiye ediliyor olması,
modern anlamda siyaseti de yaratmaya başlıyor. Siyasi partilerin de ortaya çıkışları aynı
dönemde.
( Bir ara hatırlatma : Bütün bunlar Avrupa'da oluyor. )
Yasaların olabildiğince özgür bir içerikte yapılması düşüncesi "Liberalizm" denilen siyasi
akımı oluşturuyor. Liberaller yada Türkçe adı ile Özgürlükçüler genel anlamda, adlarında
da açık olduğu üzere, yasaların özgürlükçü olmaları gerektiğini söylüyorlar. Daha genel bir
ifade ile "siyasal demokrasi" talep ediyorlar.
Eğer yasalar özgürlüğü savunan ve geliştiren bir içerikte olursa, bunun toplumun yaratıcı
inisiyatifini de geliştireceğini düşünüyor Liberaller. Dönem itibarıyla bunun maddi temeli de
var. Kapitalizm henüz tekelci bir aşamaya geçmemiş örneğin.
O zamanlar bir kasabadan diğer bir kasabaya gitmek, bugün bir ülkeden diğer bir ülkeye
gitmek için pasaportun gerekli olması gibi, izne tabii. Tabii rahat ticaret yapabilmek için bu
iznin kaldırılması gerekli. Bunun yolu da seyahat özgürlüğünü savunmaktan geçiyor. (
Bugün dünyada da geçmişte ülke çapında yaşanan değişimlere benzer bir gelişim olduğunu
ileride ele alacağız. )
Burjuvazinin bu özgürlük savunusu, emekçilerin de talebi aynı zamanda.Liberalizm bu
dönemde ilerici bir rol üstleniyor. ( Belki de bu yüzden işçi sınıfını temsil eden ilk
parlamenterler, İngiltere'de Liberal parti içinden çıkıyor. ) Ancak Liberallerin işçi sınıfının
bütün taleplerini karşılar yapıda olduğunu söylemek de doğru değil.
Öte yandan uzunca sayılabilecek bir dönemdir de sosyalizm adına hareket eden bazı
hareketlere rastlanıyor. Bunlara "literatürde" ütopik sosyalistler deniliyor. Ütopik
sosyalistler eşitlik, özgürlük, adalet gibi değerleri savunuyorlar ama bu sadece kavramsal
ve ilkesel düzeyde. Bütün bu kavram ve ilkelerin nasıl hayata geçirileceğine ilişkin herhangi
bir somut öneri yok. Robert Owen da bu kaygı ile sosyalist toplumun
gerçekleştirilebileceğine ilişkin bir ütopyayı hayata geçirmeye çalışıyor. Ama başarılı
olamıyor.
Sonra Marx ortaya çıkıyor.
Marx, özgürlüklerin sadece yasalarda yazılı olmasının ( yani siyasal demokrasinin ) yeterli
olmadığını, asıl olanın hayatın içinde özgür olmanın gerekli olduğunu ( yani sosyal
demokrasiyi ) savunuyor. Seyahat özgürlüğü esas alınırsa... Marx yasalarda seyahat
özgürlüğünün yer almasının yeterli olmadığını, asıl olanın bu özgürlüğün kullanılabilmesi
olduğunu öne sürüyor.
Kendisi hukukçu olmasına karşın, bu özgürlüğü kullanmanın neden gerçek yaşamda
gerçekleşemediğini anlatmak için çalışmalarını ekonomi üzerinde yoğunlaştırıyor.
"Das Kapital" isimli eser bence bu kaygının ürünü. Bu eserde Marx kapitalist ekonomiyi
(ve tabii ki onun kitabın yazıldığı dönemdeki yapısını ve muhtemel eğilimlerini) inceleyerek,
serbest piyasanın fiili durumda nasıl özgürlükleri kullanılamaz hale getirdiğini analiz ediyor.
Marx aynı zamanda sosyalizmin ( yani eşitlik, özgürlük ve adaletin ) de maddi altyapısı
olmadan kurulmasının mümkün olmadığını söylüyor. Bu maddi altyapının da kapitalizmin
eleştirisi ve aşılması ile olanaklı olabileceğini ifade ediyor.
Böylece Marx Liberallerden ve ütopik sosyalistlerden ideolojik düzeyde farklılığını ortaya
koymuş oluyor. Buna "bilimsel sosyalizm" diyoruz.
Kısaca tekrar özetlemek gerekirse "bilimsel sosyalizm, özgürlük konusunda Liberalizmin
aşılması, gerçekleşebilir olması yönüyle de ütopik sosyalizmin aşılması demektir" denilebilir.

(Liberal Demokrat Parti Genel Başkanı Besim Tibuk, Özgürlük ve Dayanışma Partisi
Genel Başkanı Ufuk Uras'la beraber katıldığı bir söyleşide, "sosyalistlerle aramızdaki tek
fikir ayrılığı ekonomidir, özgürlük konusunda söyledikleri herşeye imzamı atarım" demişti.
Bu söz doğru bir sözdür. )
Konuyu ekonomi ( ve şu anda yapmakta olduğumuz tarih tartışmasının ) dışına kaydırmak
istemediğim için, yukarıda anlattıklarımın güncel izdüşümleri üzerinde durmayacağım. Ama
tartışmanın ilerleyen bölümlerinde tabii ki geliştirebiliriz.

Marx Liberallerle ve ütopik sosyalistlerle ideolojik hesaplaşmasını sürdürürken,
sosyalizmin ( yani özgürlük, eşitlik, adalet vb ) nasıl gerçekleştirilebileceği üzerinde de
duruyor.
Madem kapitalizm gelişiyor ve bir süre sonra da toplum genel olarak işçiler ve patronlar
olarak sınıflaşacak, o halde sosyalist bir toplumsal yapı işçiler tarafından kurulacaktır diyor.
Bu, aynı zamanda işçi sınıfı ile patronların birbiri ile çelişkili çıkarlarının da bir ürünü. İşçi
sınıfı yararına olan her şey patronlar zararına yada tam tersi geçerli.
Kapitalizm Avrupa ülkelerinde gelişmekte olduğuna göre, bu iki sınıf arasındaki çelişkiler
öncelikle burada başgösterecek ve dolayısıyla sosyalist devrim öncelikle Avrupa da
gerçekleşecek şeklinde özetlenebilecek bir öngörüde bulunuyor Marx.
Öte yandan kurulacak devletin nasıl bir şey olacağı henüz belirli değil. Marx'ın devlet
üzerine de ( Das Kapital'e benzer derinlikte ) bir çalışma yapmak istediği fakat ömrünün
yetmediği öne sürülür.
Fakat 1871 Paris komünü Marx'a sosyalist devletin nasıl bir şey olacağı konusunda bazı
ipuçları da sunuyor. Bürokrasisi ve ordusu olmayan, yönetenlerin her zaman geri
alınabildikleri demokratik bir yönetim şekli. Ekonomi de bu devletin elinde bir araç.
Dönemin işletmeleri sürekli büyüme yönünde gelişiyorlar. Organizasyon yapıları sürekli
gelişiyor. Kitle üretimi artıyor.
Günümüzden bir örnek verirsek... Bir otomotiv fabrikası otomobilin her parçasını kendisi
üretiyor. Lastikten karbüratöre kadar... Bu nedenle de Marx öyle bir gün gelecek ki diye
düşünüyor, ülke ekonomisi tek bir fabrikaya dönüşecek. Ve her şey planlamadan ibaret
olacak. Çünkü zaten üretim artık tek bir fabrika gibi örgütleniyor. Öyleyse devlet bu tek
fabrikanın da yöetilmesi demek aynı zamanda.
Bu kitlesel üretim denilen şey, yakın zamana kadar devam eden bir olgu. ( 1980 lerden
itibaren yeni bir tarihsel döneme geçmeye başladık şeklinde ifade edilebilecek görüşler de
asıl olarak buradaki değişimleri ifade ediyorlar.İleride değineceğiz. )
1800'lü yılların sonuna gelindiğinde sosyalist teorinin durumu bu.
Bu arada genel oy hakkı olarak ifade edilen herkese oy hakkı düşüncesi hnüz gerçekleşmiş
değil. Bu nedenle de emekçi ve köylü kesimlerin iktidarı etkileme düzeyi çok düşük. Bu
nedenle de siyasal talepler sadece talep olarak kalmıyor aynı zamanda bunu
gerçekleştirecek siyasal organları da istiyor. Ve bu organlara
biz "parti" diyoruz. ( Dernek, sendika ve parti vb toplumsal örgütler ) konusundaki
ayrımları ilerde ele alırız. ) İşçi sınıfı partileri de bu dönemde kuruluyorlar. Daha önce birer
dernek, sendika yada örgüt olarak örgütlenen işçiler ve sosyalistler, artık partileşmeye
başlıyorlar.
1800 lü yılların sonunda önemli iki şey gerçekleşiyor.
Birincisi kapitalizm ülke sınırlarını aşıyor ve emperyalist bir aşamaya geçiyor.
Böylece emperyalist bir devlet, başka devlet yada toplumları sömürerek kendi halkının
taleplerine yanıt verebilir hale geliyor. Bu nedenle de Avrupa devrimi gerçekleşme
olanağını yitiriyor. ( Bunun anlaşılması 1920'li yıllarda 1917 devriminden sonra fark
edilebiliyor.)
İkinci önemli değişiklik ise erkeklere sağlanan oy hakkı. ( kadınların oy hakkı içinse bir
süre daha mücadele edilmesi gerekecektir ve bu mücadele değişik 1970 li yıllara kadar
sürecektir. Tabii Avrupa için ! )
Bu durumda söyle bir sorun ortaya çıkıyor. Madem oy hakkı tanındı o halde işçi sınıfının
oy yani seçim yolu ile iktidarı değiştirmesi olanağı olamaz mı ?
Bunu öne süren Kautsky. Öyle ya, madem işçi sınıfın en önemli gücü sayıca çok olması, o
halde oy hakkını kullanarak işçi sınıfının iktidara gelmesi mümkün.
Dikkat edilirse ekonomi hala sosyalistler için nötr bir alan. Tartışmalar daha çok siyasal
diyebileceğimiz konularda yoğunlaşıyor.
Oy hakkını kullanarak iktidarı değiştirme düşüncesi sosyal demokrat harekette bir ayrıma
neden oluyor. Bir kısım sosyalist "sosyal demokrat" sıfatını kullanmaya devam ediyor.
Diğer bir kısımsa, şimdilik aynı sıfatı kullanmaya devam etmekle beraber ileride komunist
sıfatını kazanacaktır. ( Devrim yapan Rusya "Sosyal Demokrat" İşçi Partisi, yanılmıyorsam
1921 Kongresinde Komnist olarak adını değiştiriyor. )
Bu dönemde Lenin ortaya çıkıyor ve kapitalizmin emperyalist aşamaya geldiğini, bu
nedenle başka ülkeleri sömürerek kendi halkını tatmin edebildiğini ifade ediyor. Gelişmiş
ülkelerde bu tatmin olayı nedeniyle doğrudan bir devrim olamayacağını, gelişmemiş
ülkelerde ise işçi sınıfı olmadığı için devrimin olanaksız olduğunu ama kapitalizm konusunda
belirli bir aşamaya ulaşmış ama henüz sömürgeleri de olmadığı için kendi işçi sınıfının tatmin
edemeyen bir ülkede ( yani zayıf halka da ) devrimin olanaklı olduğunu ve sosyalist
devrimin ancak buradan kapitalist ülkelere yayılabileceğini ifade ediyor. Bu öngörü
Rusya'da yapılan bir devrimle gerçekleşiyor. ( Ancak orada bile işçi sınıfı toplumun ancak
% 2 lik bir kesimini oluşturuyor devrim sıralarında )
Bu arada Lenin bir şey daha söylüyor. Emperyalizm olgusu nedeniyle, gelişmemiş
ülkelerde gelişmekte olan sermaye sınıfının, ait olduğu ülkeye değil emperyalizme bağımlı
olduğunu, bu nedenle kendi halkından kopuk, onların demokrasi taleplerine duyarsız ve
dolayısıyla da sermayenin 1800'lerdeki ilerici rolünü oynayamayacağını ifade ediyor.
Dolayısıyla sadece sosyal demokrasinin değil, siyasal demokrasinin de artık işçi sınıfın bir
görevi olduğunu açıklıyor. ( Bu nedenle, bütün bir 20. yüzyıl boyunca hemen her ülkedeki
demokrasi hareketleri sosyalizmden etkileniyor. Ülkemiz de bunlardan biri.)
Lenin'in iktidar olmasından önceki dönemde de ekonomi hala nötr bir alan. Yani ekonomi
politikaları konusunda özel bir sosyalist teori geliştirme gereği duyulmuyor.
Bu arada ekonominin temel taşı olan işletmecilik alanında da önemli değişiklikler ortaya
çıkıyor. Kitlesel üretimin artması ile birlikte, her işin sadeleştirilmesi, basitleştirilmesi ve
üretim birimi olarak işçilerin birbiri ile üretim içindeki ilişkilerinin yalınlaştırılması öne
çıkıyor. Bu Taylorim ve Fordizm olarak adlandırılıyor. Yani her işçi sadece kendisine
düşen işi yapacaktır. Fabrikanın üretim bandına giren bir nesne, her işçinin ona katacağı bir
değerle sonunda (diyelim) otomobile dönüşecektir.
Lenin, başlangıçta işçileri ürettikleri nesneden koparan ve işçiyi neredeyse bir üretim aracı
haline getirip üretimden yabancılaştıran bu süreci eleştiriyor.
Ancak devrimden sonra işler değişiyor.
Artık Lenin iktidardadır ve iktidar olamk muhalif olmaktan daha zordur. Çünkü artık iş
başa düşmüştür.
Lenin iktidar olduktan sonra Taylorizmin "ilerici özünü görmekten" söz etmeye başlıyor.
Gerçekten de üretim içindeki işçilerin birbirleri ile bu şekildeki bağımlılığı, onların kollektif
hareket etmelerinin de nesnel zemini aynı zamanda.
Ancak sorun yine de çok fazla yakıcı değil.
Çünkü henüz Rusya'da üretimden ve yatırımdan ziyade, mevcut üretim kapasitesinin
arttırılması önem kazanıyor. Gerçekten de yaşanan savaş, Rusya'nın üretim kapasitesini %
10 lara düşürmüş durumda. Öyleyse ilk önce bu kapasite oranlarını % 80-90 lara çekmek
en yakın ekonomik hedef.
Lenin ve arkadaşları bir yandan işçilere işlerinizin başına dönün çağrısı yapıyorlar. Öte
yandansa ekonominin nasıl yapılandırılacağını tartışmaya başlıyorlar.
Bu sırada değişik teorik sorunlar da çıkıyor.
Mesela eğer sendikalar sermayeye karşı savaşımın aracı ise, sosyalist bir devlette ( yani
işçi devletinde ) sendikaların durumu ne olacak ? İşçi devletinde sendikalar devlete karşı
mı savaşacaklar ? Yada sendikalar yok mu sayılacak ? ( Bu soruların yanıtına konudan
uzaklaşmamak için girmeyeceğim. )
Bir yanda ekonominin yönetiminin sendikalara verilmesi gerektiğini savunanlar var. Öte
yandansa iç savaş gelişmekte. İç savaşın gelişimi ekonomiyi kim yönetecek sorusunu arka
plana itiyor ve ekonomi savaşın gereklerine göre yönetilmeye başlanıyor. Yani işçiler artık
askerdir ve fabrikalar da askeri birliklerdir. Savaş kazanıldıktan sonra ekonominin
yönetimi tartışması yeniden alevleniyor.
Troçki bu dönemde "emeğin militarizasyonunu" savunuyor. İç savaş döneminde kapasite
kullanım oranlarındaki artış Troçkiyi bu şekilde düşünmeye itiyor. Öte yandan işçiler de
nasıl olsa iktidar biziz düşüncesi ile zaman zaman üretim yapmıyorlar. ( Mesela bir ekmek
fabrikası işçisi Eğitim Bakanlığındaki oğlunun tayin meselesi- yani torpil için Kollontay'a(!?)
geliyor. Kollontay "senin bu saatte fabrikada olman gerekmiyor mu" diye soruyor. Aldığı
yanıt çok ilginç: "Herkesin işi vardı bugün üretmemeye karar verdik" ! Oysa aynı dönemde
açlıktan ölen insanlar var! )
Bu koşullar altında Lenin ve arkadaşları teorik olarak benimsedikleri için değil ama
zorunluluk nedeniyle "devletleştirme" uygulamak zorunda kalıyorlar. Bu arada üretim
araçlarının hepsinin devletleştirilmediklerini vurgulamak gerekli.
Devletleştirme zorunlu olarak yapılıyor dedik. Bunu devletleştirmeye karşı olduğum
düşüncesi ile bu şekilde yorumlamıyorum. Sadece ekonomin yönetimi konusunda
sosyalistlerin eksikliklerini vurgulamak amacındayım. Ve Bolşevikler ekonominin
örgütlenmesi ve yönetilmesi tartışmalarının olgunlaşmasını bekleyecek durumda değiller.
Çünkü açlık, ölümler, emperyalist devletlerin baskısı vb bir çok neden var. Ve konu bir
entellektüel tartışma olmaktan ziyade somut bir politik sorun.
Ekonominin ( yani fabrikaların ve üretimin vb ) örgütlenmesi ve yönetimi konusunda
kendisine görev verilen Preabozinski ( adını hiç telaffuz edemem- artık nasıl yazılıyorsa ? )
diyor ki : " Dünya devrimi yada iktidarın nasıl alınacağı konusunda size çok şey
söyleyebilirim. Ama bir fabrikanın sosyalist tarzda örgütlenmesi... Bu konuda Bolşevik
kitaplarında bir şey yok ! "
1920'lerin ortalarına gelindiğinde üretimde kapasite kullanım oranları artıyor ve %90 lar
düzeyine çıkıyor. Artık yeni yatırımlar yapılmalıdır .
Yeni yatırım demek finans yani kaynak demek. Bu kaynak nereden bulunacak ? Son iki
yüz yıldır ekonomide genel ayrım "tarım ve sanayi" şeklindedir. Bir süredir buna "hizmetler"
de eklendi. Stalin sanayileşmek, yani yeni yatırımlar yapabilmek için tarımdan kaynak
aktarmayı gerekli buluyor. Tabii hiç kimse kendi elindekini seve seve vermez. Amaç kutsal
bile olsa ! Bu nedenle de Stalin köylüye baskı politikaları uygulamak zorunda kalıyor.
Tarıma yönelik kaynak az ayrıldığı için tarımda üretim sorunu ve 1930'da kıtlık
başgösteriyor ve açlıktan binlerce insan ölüyor. Ama öte yandan sanayide de büyük
aşamalar kaydediliyor. Öyle ki SSCB dönemin en hızlı kalkınan/sanayileşen devleti oluyor.

Stalin'i övenler bu sanayideki kalkınmaya vurgu yaparlar genelde. Yerenlerse işte o
açlıktan ölenlere ve köylüye yapılan baskılara atıf yaparlar.
Stalin ekonomi konusunda teorideki eksikliğin farkında. Bu nedenle de bu konuda ciltler
dolusu yazısı yayınlanıyor. ( Hatta Türkiye'de bu yazılar derli toplu olarak yayınlandı da .
Hangi başlıkta yayınlandı, şu anda hatırlamıyorum .) Stalinin önünde bulduğu soru şu : Eğer
yatırım gerekli bir şeyse, bu hangi kaynaklardan yapılacak ? Bu kaynağın yararlanıcıları,
kaynak kesintisine karşı neler yapabilir ve devletin bu durumda tutumu ne olmalıdır ? Elde
edilen sermaye fazlası nerede toplanacak ve bunun nereye kullanılacağına kim nasıl karar
verecek ? Bence Stalin tartışmasının ( iktisatla ilgili ) bir yanı budur. Diğer bir yanı da
Stalinin önünde bulduğu ekonomik sorunların çözümünde özgürlükten ödün verilebilir mi ?
Baskı politikaları savunulabilir mi ? Stalin'in önünde bulduğu bu sorular için ona kılavuzluk
edecek somut öneriler ve deneyimler yoktu. Ama bizim var ! Dolayısıyla kaba bir
Stalinizm yada Anti-Stalinizm'in bu soruna dokunmadığını düşünüyorum. Sorun çok daha
temel bence.
Bütün bunlar olurken, ekonomideki temel yapılanma fabrika ( yani mikro ekonomi )
düzeyinde nasıl ona da bakalım. ( Bu arada makro ekonomi ve mikro ekonomi ayrımının
sadece akademik bir ayrım olduğunu belirtelim.)

Kapitalist ekonomide fabrika şu şekilde örgütlenmiştir. İşçi-ustabaşı-şef-müdür-genel
müdür- patron

SSCB de ise yapışu şekildedir
İşçi-ustabaşı-şef-müdür-genel müdür-devlet

Görüldüğü gibi değişen tek şey en üstteki "patron" yerine "devletin" geçmesi. SSCB'de bu
organizasyon yapısının kırılması ve üretim sürecinin demokratikleştirilmesi için çok şey
yapılıyor. Ancak sonuç alınamıyor.
Bu arada devrimin ilk yılları "demokratik merkeziyetçiler" denilen ve asıl olanın "üretim
süreçlerinin demokratikleşmesi" olduğunu ifade eden kesimler de var. Ama bunlar çok
azınlıktalar. Üstelik durum o kadar acil ki, "üretim sürecinin demokratikleştirilmesi" tezinin
olgunlaşması ve somut biçimlere dönüşmesi konusunda bekleyecek zaman da yok.
Bu arayışlar ve kitlesel üretim 1980'lere kadar sürüyor. Ekonominin organizasyonu -eğer
büyük bir iddia sayılmazsa - sosyalist ekonomilerde de kapitalist ekonomilerde de mikro
ölçekte çok benzer. Hatta sosyalist ekonomiler, kapitalist ekonomilerden çok da çalıntı
yapıyorlar. Bu çalıntı sadece ürünbazında değil mikro ekonomik yönetim teknikleri
açısından da geçerli. Kapitalist devletlerde üniversitelerdeki "endüstriyel ilişkiler" dalı bu
açıdan sosyalistler için verimli bir alan olarak duruyor. ) )
Ancak 1980'lerden itibaren kapitalist ülkelerdeki ekonomilerde çok önemli değişiklikler
yaşanıyor.
Yukarıda söylediğimiz yapı parçalanıyor. Ekonominin dönüşüm hızı yukarıdaki yapıyı
parçalamak zorunda kalıyor. Ekonomik birimler gittikçe daha küçük birimler haline
dönüşmeye başlıyorlar. Çünkü ancak bu şekilde organize olduklarında ekonomideki
dönüşüm hızına yanıt verebilirler.
Bu nedenle bizim "taşeronlaşma" dediğimiz olgu boy göstermeye başlıyor. Örneğin Shell'i
ele alalım. Benzini bir taşeron üretiyor, diğer bir taşeron denizden taşıyor, diğer bir taşeron
depolara alıyor, başka bir taşeron istasyonlara dağıtıyor ve istasyonlar da ( ki onlar da
taşeron) bunu halka satıyorlar. Ve hepsini de bir başka taşeron denetliyor ! Peki Shell ne
yapıyor ? Bütün bu süreci örgütlüyor ve planlıyor!
Sonuç olarak örgütsel açıdan küçük ama etki açısından büyük işletmeler ortaya çıkıyor.
Bu arada siyasal açıdan da bir değişiklik oluyor. Sol kesimler mülkiyet konusunu eskiden
beri siyasal açıdan baş köşeye alırlar ve mülkiyetin halka yada onun temsilcisi olarak
devlete ait olması gerektiğini söylerler. Reagan, Thatcher ikilisi borsayı ve şirketlerin halka
açılmasını savunuyorlar. Halka açılan şirketin hisse senetleri de halka satılacaktır ve
böylece toplumsal mülkiyet de gerçekleşmiş olacaktır ! Solcuların buna yönelik itirazları
çok da geçerli olmuyor. Ve teorik bir tıkanma başlıyor.
Sözkonusu anlayışın ülkemizdeki temsilcisi Özal'dır. 1983'teki TV tartışmasında Özal
"ekonomide asıl sorun kaynaktır, kaynak yaratmadan hiç bir şey olmaz, yatırım için
kaynak gerekir" diyor ve ekliyor "biz kamu işletmelerini halka satacağız ve hem mülkiyeti
tabana yayacağız, hem de buradan elde edilecek gelirlerle yeni yatırımlara yöneleceğiz"
Özal'ın söyledği çok açık ve anlaşılır. ( ANAP'ın seçimlerden birinci parti çıkması
yorumcular tarafından, genelde "HP nin solcu olması ve halkın genelde sola oy vermemesi,
MDP'nin ise cunta tarafından desteklendiği için halkın tepki olarak ANAP'a yöneldiği"
şeklinde yorumlanır. Bu yoruma katılmıyorum. Bana kalırsa Özal sorunu ve kendince
doğru bulduğu çözümü çok net ifadelerle anlattığı için seçimleri kazandı. ) Özal bu nedenle
de "dört eğilimi birleştirmiş" oluyor !
Peki gelinen noktada durum nedir ?
Bunu da yeni bir yazı ile ele alalım.
Buraya kadar söylenenlerde dikkat edilirse, büyük ölçüde ekonomiye ilişkin tarihsel süreç
ortaya konulmaya çalışıldı. Öte yandan bu süreç içinde Avrupadaki sosyalist partilerin
ekonomiye bakış açıları ve buradaki değişimler ele alınmadı. Yine Çin'deki ekonomik
gelişmeler de ele alınmadı. Oysa ÇKP önderliğinde serbest piyasa ilişkilerinin orada
geliştirilmeye başlandığı biliniyor. Küba'da da serbest piyasa ilişkilerine izin verildiği ifade
ediliyor. Hatta Besim Tibuk ile Öger'in Küba'da bir otel yatırımı yapacağı söylentileri falan
da var. Ayrıca Latin Amerika ( ve özellikle Nikaragua ) deneyimleri ile ilgili bu yazıda
birşey yok.
Ekonomi ile ilgili olarak ülkemizde kaynak ( kitap ) kıtlığı bence önemli bir sorun. Bu
konuda çok sayıda kitap olmalı. Bazı yayınlar var ama bence yeterli değil. Dileyen arkadaş
olursa kitapları bir liste halinde yayınlayabilirim de. ( Ama özellikle SSCB nin iktisadi
kuruluşunu anlatan Bolşevik Devrimi-2 Edward Hallett Carr mutlaka okunmalı derim.
Stalin'in yazıları da bence çok önemli ) )
En son Latin Amerika deneyimleri ile ilgili bir kitap okudum, ileride o kitaplardan bazı
bilgileri de aktaracağım.
Konu öyle karmaşık ve çetrefilli ki, buraya aldığım konular çok kısıtlı oldu. Sanırım
tartışma içinde yeri geldiğinde eksik olan hususları da yazacağım.
Özetlemek gerekirse "devlet mülkiyeti" ve "merkezi planlama" sosyalist ekonomide çok
önemli ve anahtar kavramlar olarak öne çıkıyor. Liberal ekonomi açısındansa "serbest
piyasa" kavramı aynı öneme sahip. İlerideki bir yazıda bu konulara gireceğiz. Ve bunların
günümüzdeki durumlarını ele alacağız.
Bilen yada bilmeyen herkesin, doğru yada yanlış, soru, açıklama yada itiraz, her türlü
katkısını bekliyorum.
Eğer bu tartışmayı açıp olgunlaştırabilirsek ve tabii ki buradan somut önerilere geçebilirsek,
Türkiye ve dünya solu açısından önemli bir işi başarmış olacağız kanısındayım.
Lenin "bir parti programı özünde bir iktisat programıdır" diyor. Atatürk de "çağımız iktisat
çağından başka bir şey değil." İkisi de öyle yada böyle devrim yapmış, yaptıklarına onay
verin yada vermeyin bir devrimin sorumluluğunu yüklenmiş kişiler.
Devrimcilik iddiamızı, onların deneyimleri ile zenginleştirmek ise bizim elimizde. Değil mi ?
Saygılarımla,







Cevaplar:


[ Serbest kursu ]